![]() |
Dünya Politikasında Orta Doğu 1960-1980
1960-1980 arası Orta Doğu gelişmelerinde, 1967 Arap-İsrail Savaşı bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, bu savaşta İsrail’in Araplar karşısında kazandığı kesin zaferler neticesinde, topraklarını savaştan öncekinin dört misli genişletmesi, Arap-İsrail meselesine çok büyük boyutlar kazandırmış ve neticelerini günümüze kadar getirmiştir. Keza, bu savaş kendisinden önceki savaşlardan ve kendisinden sonraki Arap-İsrail savaşından da çok farklı bir mahiyette ortaya çıkmıştır.
1948 Arap-İsrail savaşını Araplar tahrik etmiştir. 1956 Arap-İsrail savaşı ise, İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a saldırıları dolayısıyla meydana gelmiştir. Lakin 1967 Arap-İsrail savaşı ise, İsrail değil, Araplar istediği için çıkmıştır. Şu farkla ki, savaşı çıkarmak isteyen Araplar, ilk saldırganlığı İsrail’in yapmasını istemişler ve bu da olmuştur. Fakat Araplar için, daha savaşın ilk gününde bir hezimet oldu. Arapların 1967 savaşının çıkmasını istemelerinde ve savaşı kışkırtmalarında üç mühim sebep rol oynamış görünmektedir: 1) Başkan Nasır’ın gerek 1948, gerek 1956 savaşının ve her iki savaştaki yenilginin intikamını almaya kararlı olması. Bu, Nasır için bir prestij meselesi idi. Eğer İsrail’i yenecek olursa, intikamını gerçekleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazandığı prestijle bütün Orta Doğu’da Mısır’a büyük bir üstünlük sağlamış olacaktı ki, bunun siyasi neticeler de çok geniş olabilirdi. 2) 1956’danberi Sovyet Rusya Mısır ve Suriye’yi o kadar silahlandırmıştı ki, İsrail ile yapılacak bir savaşın neticesinden sadece Mısır ve Suriye değil, Sovyetler dahi gayet emin görünüyorlardı. Bu sebeple, 1967 Arap-İsrail savaşını Sovyetlerin de tahrik ettiklerini söylemek mümkündür. 3) Bu sırada Amerika’nın Vietnam bataklığına saplanmış olması ve dolayısiyle İsrail’in arkasında yer alamayacağı düşüncesi. Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail savaşının başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder. Çoğunluğu Ürdün’de bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısında, Ürdün’ün elinde bulunan Doğu Kudüs’de Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi. Bu Misak’a göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6’ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonunundan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan yahudiler de Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947 ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9’uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15’inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan "siyonist, emperyalist istila"nın kovulmasından ve "Filistin’deki siyonist varlığı"nın tasfiyesinden söz etmekteydi. 19’uncu madde, Filistin’in 1947’deki taksimini ve İsrail devletinin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21’inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu. Kudüs Kongresi’nde, 9’uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı. 1966 Şubatında Suriye’de iktidarda bulunan Baas Partisi’nin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında hadiseler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasır’ı İsrail’e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler’in kanadının altına sığınmakla suçluyordu. 1966 Ekiminden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini İsrail topraklarına saldırılara başladılar. http://www.ynetnews.com/PicServer2/2...327-098_wa.jpg İsrail bu saldırıları Güvenlik Konseyine şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriye’yi daha da tahrik etti. Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrail’in güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir "savunma" antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı. Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler. 7 Nisan hadisesi Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de hadisenin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı, Sovyetler Suriye’yi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar. Öyle görünür ki, 7 Nisandan sonra meydana gelen en küçük bir hadise, İsrail’e komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur. Mayıs ayından itibaren Suriye’den İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriye’dir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz". Eshkol’ün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriye’ye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrail’in seçtiği hedef Mısır’dır. Bu yanılgı dolayısiyledir ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayısta Şam’a giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra hadiseler hızla akmaya başladı. 16 Mayısta Mısır silahlı kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956’dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolunda olan Sina’ya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayısta Mısır, gerek Sina yarımadasında ve Gazze’de bulunan ve gerek Akabe Körfezi’http://www.acig.org/artman/uploads/f...of_the_iaf.jpgnin Kızıldenize çıkış noktası olan Tiran boğazındaki Şarm el-Şeyh’deki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri 19 Mayıstan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı. Bu hadise Arap-İsrail gerginliğinde mühim bir tırmanma teşkil etmekteydi. Mısır bu hareketi ile iki cepheden İsrail’e karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sina’yı tamamen kontrolu altına almak suretiyle, İsrail’e karşı doğrudan hareket imkanını kazanması ve arada B.M. kuvvetlerinin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyh’e askerini sokmakla, İsrail’in Kızıl Deniz’e çıkışı olan Tiran Boğazını kontrol altına alıyordu. Nasır bununla da yetinmedi ve 22 Mayısta Tiran Boğazını İsrail gemilerine ve 24 Mayısta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsrail’e başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı. 22 Mayıstan itibaren Tiran Boğazı’nın ve arkasından Akaba Körfezi’nin kapatılması, Orta Doğu’daki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısır’ın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıstan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler. Vietnam savaşının Kongrede uyandırdığı tepkiler dolayısiyle, Başkan Johnson İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusya’nın da Orta Doğu’da herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisandaki hava muharebesinde Suriye’nin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı. Fakat Sovyetler bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsrail’i, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısır’ı yatıştırmaya çalıştılar. İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyehttp://images.ctv.ca/gallery/photo/s...606/image0.jpgkün bir savaş ve hedefimiz de İsrail’i yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve, şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956’daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık". Al Ahram gazetesinin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsrail’e kabul ettirebileceklerdir" diyordu. Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıstan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi. 30 Mayısta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya 4 Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır bu katılma dolayısiyle yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail’in de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu. Krizin başlangıcında Sovyetler İsrail’in ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrail’in Sina cephesinde harekete geçeceğini, lakin cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı. Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı. Fakat Araplara ilk ve ağır bir darbe indirmek için 5 Haziran 1967 sabahı 7:30’dan itibaren havalanan İsrail uçakları, Mısır, Suriye ve Ürdün havaalanlarını bombardıman etmeye başladılar. Mısır’a yapılan baskında, İsrail uçakları, Mısır radarlarına yakalanmamak için Akdeniz üzerinde çok alçaktan uçarak, Mısır’ın Batı sınırlarına ulaşmışlar ve saldırılarını batıdan yapmışlardır. Sina üzerinden değil. O kadar ki, İsrail uçakları Irak’a da ulaşarak Habbaniye havaalanını bile bombardıman ettiler. 5 Haziran günü akşam olduğu zaman, 16 Mısır havaalanı artık kullanılmaz hale gelmiş ve 280 Mısır uçağı, 52 Suriye uçağı, 20 Ürdün uçağı ve bir çok da Irak uçağı yerde tahrip edilmişti. Sonradan görülmüştür ki, tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı o gün 400’ü aşmış bulunuyordu. Havaların kontrolu artık İsrail’in elindeydi. Araplar 5 Haziran günü 160 İsrail uçağını düşürdüklerini iddia etmiş iseler de, bu iddianın gerçekle hiç bir alakası olmadığı görülmüştür. Havalardaki üstünlük İsrail’in kara harekatını da kolaylaştırmıştır. Bilhassa Sina yarımadasındakihttp://mailer.fsu.edu/%7Eakirk/tanks...BillMorran.jpg muharebelerde Mısır’ın zırhlı kuvvetleri, İsrail zırhlı kuvvetlerinden ziyade, havadan İsrail uçaklarından ağır darbeler yemiş ve perişan olmuşlardır. Bundan dolayı, İsrail kuvvetleri üç gün içinde bütün Sina’yı ele geçirip, 7 Haziran akşamı Süveyş Kanalı’nın sağ kıyısındaki, kuzeyde Kantaro, ortada İsmailiye ve güneyde de Port Tevfik’e ulaşmışlardır. Bu durumda Mısır’ın yapabileceği bir şey kalmamıştı. 8 Haziran’da İsrail ile ateş-kesi kabul ederek, İsrail kuvvetlerinin Kanalın öbür yakasına geçmesini önlemiştir. İsrail için 1967 savaşının en çetin cephesi Ürdün cephesi ve Batı Şeria cephesi olmuştur. Ürdün kuvvetleri gerçekten İsrail’i uğraştırmış ve ciddi kayıplar verdirmişlerdir. Fakat onlar da Mısır’dan daha fazla dayanamadı. 7 Haziran günü Nablus muharebesini kaybedip, şehir İsrail kuvvetlerinin eline geçince, İsrail bütün Batı Şeria’yı işgal etmiş oluyordu. Bu sebeple 7 Haziran akşamı Ürdün de İsrail ile ateş-kesi kabul etti. 8 Hazirandan itibaren Suriye cephesinde Golan tepelerinde muharebeler şiddetlendi. Suriye Golan tepelerinden aşağıdaki İsrail yerleşim merkezlerini 1956’dan beri 11 yıl süre ile bombalamıştı. Yani bu tepelerin, İsrail’in Suriye’ye karşı savunması bakımından stratejik bir ehemmiyeti vardı. Suriyeliler de İsrail karşısında fazla dayanamadılar. İsrail kuvvetleri Golan tepelerini aldıktan sonra, Suriye topraklarında ilerlemeye başladılar. İsrail kuvvetlerinin ilerleme istikameti Şam’dı. İşte tam bu sırada, 10 Haziran günü Sovyetler Amerika’ya başvurarak, İsrail ilerlemesi durdurulmadığı takdirde, "askeri harekat" da dahil gerekli tedbirleri alacaklarını bildirdiler. Bu sırada İsrail kuvvetleri, Şam’a 40 mil mesafedeki Kuneitra’ya girmiş bulunuyordu. Dolayısiyle, İsrail Kuneitra’da durdu ve o gün saat 16:30’da da İsrail ile Suriye arasında ateş-kes başladı. Altı Gün Savaşı böylece sona ermiş oluyordu. Savaşın sonu Araplar için tam bir hezimetti. Savaştan sonra bir Arap askeri gücü kalmamıştı. Mısır Sina’ya 80-100 bin kişilik bir kuvvet sürmesine rağmen bir şey yapamamıştı. Mısır 600-800 tank kaybetmişti. 100’den fazla kullanılabilir Sovyet yapısı tank İsrail’in eline geçmişti. Yine Mısır’ın 400 topu ile 10.000 askeri aracı Sina’da tahrip edilmişti. Tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı 441 olarak tesbit edilmiştir ki, bunun içinde Sovyet yapısı 280 Mig ve 60 Ilyuşin uçağı da bulunmaktaydı. Başka bir deyimle, 1967 Arap yenilgisi, aynı zamanda Sovyet silahlarının da yenilgisi idi. Mamafih, Arapların bu silah kaybı, Sovyetlerin bu ülkeleri tekrar silahlandırmak için daha sıkı kontrolları altına almaları ve Orta Doğu’da daha fazla söz sahibi olmak için de bir fırsat olmaktaydı. 1967 zaferi ile İsrail topraklarını dört misli daha genişletmiştir. Gazze ve bütün Sina yarımadası İsrail’in eline geçtiği için İsrail Süveyş Kanalına dayanmış ve güneyde de Şarm-el Şeyh’i alarak Tiran Boğazı’nın kontroluna sahip olmuştur. Yine Sina’nın kuzey-doğusundaki Gazze bölgesi de İsrail’in eline geçmiştir. İsrail Ürdün’den Şeria nehrinin batısındaki bütün toprakları alarak, Şeria nehri Ürdün ile İsrail arasında sınır olmuştur. Keza, Ürdün’ün elindeki Doğu Kudüs de İsrail’in eline geçmiştir ki, bu suretle 2000 yıldanberi ilk defa olarak yahudiler Kudüs’e tekrar sahip oluyorlardı. Osmanlı Devleti’nin 400 yıl elinde tuttuğu kutsal Kudüs’ü, Araplar 50 yıl ellerinde tutamamışlardı. İsrail Golan tepeleri denen ve Kuneitra’ya kadar uzayan Suriye topraklarını da işgal etmişlerdi. İsrail bu toprakları elde etmekle kendisi için gerekli güvenlikli sınırlara sahip olmaktaydı. Fakat, İsrail’in bu güvenliğine karşı da,Sovyetler bilhassa Mısır ve Suriye üzerindeki nüfuzlarını daha da arttırarak, bir bakıma bu güvenliği belirli ölçüde zayıflatmış olmaktaydılar. Zira, 1967 savaşından sonra Sovyetler Arap ülkelerini yeniden silahlandırmaya başlayarak İsrail karşısında bir silah dengesi kurmaya çalıştıkları gibi, bundan da daha mühimmi, Akdeniz’deki varlıklarını arttırdılar. Zira, bu savaştan sonra Sovyet donanması hemen 50-60 parçaya çıkarıldığı gibi, Sovyetler Suriye’nin Lazkiye ve Mısır’ın da İskenderiye limanında deniz üssü elde ettiler. Bu ise, bu iki ülkenin daha fazla Sovyet nüfuzu altına girmesi idi. Sovyetlerin Araplar üzerindeki koruyuculuğu daha savaşın son günlerinde başlamıştı. Yukarda da işaret ettiğimiz veçhile, 10 Haziran günü Sovyetler Amerika’ya başvurup ateş-kesi sağlamamış olsalardı İsrail kuvvetlerinin Şam’a girmesi belki işten bile olmayacaktı. Sovyetlerin koruyuculuğu bu kadarla da kalmadı. Güvenlik Konseyinde Amerika’nın vetosu ihtimali dolayısiyle, Genel Kuruldan Araplar lehine bir karar çıkarmak amacı ile, B.M. Genel Kurulu’nun 19 Haziranda olağanüstü toplantıya çağrılmasını sağladı. Lakin, Genel Kurul’da 21 Temmuza kadar yapılan toplantılarda, Arap-İsrail barışı için ortaya atılan hiç bir formül, gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadı. Bunun üzerine mesele Güvenlik Konseyine havale edildi. Mamafih Genel Kurul, 4 Temmuzda, Pakistan tarafından teklif edilen ve Türkiye, İran, Gine, Mali ve Nijer tarafından desteklenen karar tasarısını kabul etti. 20 çekimsere karşı 88 oyla kabul edilen bu karar, İsrail’i, Kudüs’ün statüsünü değiştirebilecek her türlü tedbirden kaçınmaya davet ediyor ve bu gibi tedbirlerin hukuken geçersiz olacağını hatırlatıyordu. Güvenlik Konseyi ise İsrail’i destekleyen Amerikan ve Arapları destekleyen Sovyet görüşlerini uzlaştırmak için uzun süren görüşme ve tartışmalardan sonra, nihayet, 22 Kasım 1967’de 242 sayılı kararı kabul etti. Karar, İsrail’in bu son savaşta işgal ettiği "topraklar"dan çekilmesini öngörmekteydi. Kararın bundan sonrahttp://www.ynetnews.com/PicServer2/2...327-039_wa.jpgki kısmında da, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının tanınması ve buna saygı gösterilmesi isteniyor ve yine her devletin "barış içinde", "tehdit ve kuvvet kullanılmasından uzak olarak", "güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde" yaşaması hakkı kabul edilmekteydi. Kararın üçüncü maddesine göre de, bu kararın yukardaki prensipleri çerçevesinde barışcı ve taraflarca kabul edilmiş bir anlaşmanın gerçekleştirilmesi amacı ile, Genel Sekreteri, taraflar arasında temas sağlamak için bir özel temsilci tayin edecekti. 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararının 3’üncü maddesi gereğince, B.M. Genel Sekreteri, İsveçli diplomat Gunnar Jarring’i taraflar arasında temas ve anlaşma sağlamakla görevli özel temsilci seçti. Lakin Jarring’in temasları ve faaliyeti hiç bir netice vermedi. Fakat bu arada Amerika barışı sağlama çabalarına aktif bir şekilde girdi. Çünkü, 1968 seçimlerinde Başkanlığa gelen Richard Nixon, nasıl Vietnam meselesini bir an önce sona erdirmeye karar vermiş ise, Orta Doğu’da da barışı gerçekleştirerek Amerika’nın prestijini tamir etmeye kararlı idi. Çünkü, İsrail’in 1967 savaşındaki tartışmasız zaferi, Araplar tarafından, Amerika’nın İsrail’e yardım ettiği propagandası ile, bir Amerikan aleyhtarlığına dönüştürülmüştü. Nixon bilhassa bu aleyhte propagandayı önlemek ve Amerika’nın Orta Doğu’daki itibarını tekrar tesis etmek istiyordu. Bu sebeple Nixon’ın Dışişleri Bakanı William Rogers, Araplarla İsrail’i bir barış çözümü etrafında birleştirmek için çeşitli planlar ortaya attı. Fakat Rogers’ın bu teşebbüslerinden hiç bir netice çıkmadı. Çünkü, Araplar bir barış için önce İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söylüyordu. Arapların 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararını yorumlaması bu şekildeydi ve bu yorum bugüne kadar devam etmiştir. Buna karşılık, İsrail ise, 242 sayılı kararın 3’üncü maddesine dayanarak, önce bir müzakere masasına oturulmasını ve "güvenlikli ve tanınmış" sınırların tesbitini ve ondan sonra da, İsrail’in, hangi topraklardan çekilecekse, oradan çekilmesi görüşünü savundu. İsrail’in bu görüşü de bugüne kadar devam eden bir görüştür. |
Cevap : Dünya Politikasında Orta Doğu 1960-1980
Savaş Arapların neyine,korkak Yahudiler önünde bile duramadılar onlarda kendilerini adamdan sayar oldular,bu hayatta en büyük isteğim,israil denen şerefsiz topluluğunun Türkler tarafından yok edilmesidir...
|
1967 Arap-İsrail Savaşı
1960-1980 arası Orta Doğu gelişmelerinde, 1967 Arap-İsrail Savaşı bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, bu savaşta İsrail'in Araplar karşısında kazandığı kesin zaferler neticesinde, topraklarını savaştan öncekinin dört misli genişletmesi, Arap-İsrail meselesine çok büyük boyutlar kazandırmış ve neticelerini günümüze kadar getirmiştir. Keza, bu savaş kendisinden önceki savaşlardan ve kendisinden sonraki Arap-İsrail savaşından da çok farklı bir mahiyette ortaya çıkmıştır.
1948 Arap-İsrail savaşını Araplar tahrik etmiştir. 1956 Arap-İsrail savaşı ise, İngiltere, Fransa ve İsrail'in Mısır'a saldırıları dolayısıyla meydana gelmiştir. Lakin 1967 Arap-İsrail savaşı ise, İsrail değil, Araplar istediği için çıkmıştır. Şu farkla ki, savaşı çıkarmak isteyen Araplar, ilk saldırganlığı İsrail'in yapmasını istemişler ve bu da olmuştur. Fakat Araplar için, daha savaşın ilk gününde bir hezimet oldu. Arapların 1967 savaşının çıkmasını istemelerinde ve savaşı kışkırtmalarında üç mühim sebep rol oynamış görünmektedir: 1) Başkan Nasır'ın gerek 1948, gerek 1956 savaşının ve her iki savaştaki yenilginin intikamını almaya kararlı olması. Bu, Nasır için bir prestij meselesi idi. Eğer İsrail'i yenecek olursa, intikamını gerçekleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazandığı prestijle bütün Orta Doğu'da Mısır'a büyük bir üstünlük sağlamış olacaktı ki, bunun siyasi neticeler de çok geniş olabilirdi. 2) 1956'danberi Sovyet Rusya Mısır ve Suriye'yi o kadar silahlandırmıştı ki, İsrail ile yapılacak bir savaşın neticesinden sadece Mısır ve Suriye değil, Sovyetler dahi gayet emin görünüyorlardı. Bu sebeple, 1967 Arap-İsrail savaşını Sovyetlerin de tahrik ettiklerini söylemek mümkündür. 3) Bu sırada Amerika'nın Vietnam bataklığına saplanmış olması ve dolayısiyle İsrail'in arkasında yer alamayacağı düşüncesi. Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail savaşının başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder. Çoğunluğu Ürdün'de bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısında, Ürdün'ün elinde bulunan Doğu Kudüs'de Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi. Bu Misak'a göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6'ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonunundan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan yahudiler de Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947 ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9'uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15'inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan "siyonist, emperyalist istila"nın kovulmasından ve "Filistin'deki siyonist varlığı"nın tasfiyesinden söz etmekteydi. 19'uncu madde, Filistin'in 1947'deki taksimini ve İsrail devletinin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21'inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu. Kudüs Kongresi'nde, 9'uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı. 1966 Şubatında Suriye'de iktidarda bulunan Baas Partisi'nin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında hadiseler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasır'ı İsrail'e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler'in kanadının altına sığınmakla suçluyordu. 1966 Ekiminden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini İsrail topraklarına saldırılara başladılar. http://www.ynetnews.com/PicServer2/2...327-098_wa.jpg İsrail bu saldırıları Güvenlik Konseyine şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriye'yi daha da tahrik etti. Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrail'in güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir "savunma" antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı. Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler. 7 Nisan hadisesi Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de hadisenin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı, Sovyetler Suriye'yi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar. Öyle görünür ki, 7 Nisandan sonra meydana gelen en küçük bir hadise, İsrail'e komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur. Mayıs ayından itibaren Suriye'den İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriye'dir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz". Eshkol'ün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriye'ye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrail'in seçtiği hedef Mısır'dır. Bu yanılgı dolayısiyledir ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayısta Şam'a giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra hadiseler hızla akmaya başladı. 16 Mayısta Mısır silahlı kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956'dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolunda olan Sina'ya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayısta Mısır, gerek Sina yarımadasında ve Gazze'de bulunan ve gerek Akabe Körfezi'http://www.acig.org/artman/uploads/f...of_the_iaf.jpgnin Kızıldenize çıkış noktası olan Tiran boğazındaki Şarm el-Şeyh'deki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri 19 Mayıstan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı. Bu hadise Arap-İsrail gerginliğinde mühim bir tırmanma teşkil etmekteydi. Mısır bu hareketi ile iki cepheden İsrail'e karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sina'yı tamamen kontrolu altına almak suretiyle, İsrail'e karşı doğrudan hareket imkanını kazanması ve arada B.M. kuvvetlerinin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyh'e askerini sokmakla, İsrail'in Kızıl Deniz'e çıkışı olan Tiran Boğazını kontrol altına alıyordu. Nasır bununla da yetinmedi ve 22 Mayısta Tiran Boğazını İsrail gemilerine ve 24 Mayısta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsrail'e başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı. 22 Mayıstan itibaren Tiran Boğazı'nın ve arkasından Akaba Körfezi'nin kapatılması, Orta Doğu'daki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısır'ın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıstan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler. Vietnam savaşının Kongrede uyandırdığı tepkiler dolayısiyle, Başkan Johnson İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusya'nın da Orta Doğu'da herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisandaki hava muharebesinde Suriye'nin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı. Fakat Sovyetler bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsrail'i, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısır'ı yatıştırmaya çalıştılar. İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyehttp://images.ctv.ca/gallery/photo/s...606/image0.jpgkün bir savaş ve hedefimiz de İsrail'i yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve, şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956'daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık". Al Ahram gazetesinin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsrail'e kabul ettirebileceklerdir" diyordu. Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıstan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi. 30 Mayısta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya 4 Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır bu katılma dolayısiyle yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail'in de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu. Krizin başlangıcında Sovyetler İsrail'in ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrail'in Sina cephesinde harekete geçeceğini, lakin cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı. Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı. Fakat Araplara ilk ve ağır bir darbe indirmek için 5 Haziran 1967 sabahı 7:30'dan itibaren havalanan İsrail uçakları, Mısır, Suriye ve Ürdün havaalanlarını bombardıman etmeye başladılar. Mısır'a yapılan baskında, İsrail uçakları, Mısır radarlarına yakalanmamak için Akdeniz üzerinde çok alçaktan uçarak, Mısır'ın Batı sınırlarına ulaşmışlar ve saldırılarını batıdan yapmışlardır. Sina üzerinden değil. O kadar ki, İsrail uçakları Irak'a da ulaşarak Habbaniye havaalanını bile bombardıman ettiler. 5 Haziran günü akşam olduğu zaman, 16 Mısır havaalanı artık kullanılmaz hale gelmiş ve 280 Mısır uçağı, 52 Suriye uçağı, 20 Ürdün uçağı ve bir çok da Irak uçağı yerde tahrip edilmişti. Sonradan görülmüştür ki, tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı o gün 400'ü aşmış bulunuyordu. Havaların kontrolu artık İsrail'in elindeydi. Araplar 5 Haziran günü 160 İsrail uçağını düşürdüklerini iddia etmiş iseler de, bu iddianın gerçekle hiç bir alakası olmadığı görülmüştür. Havalardaki üstünlük İsrail'in kara harekatını da kolaylaştırmıştır. Bilhassa Sina yarımadasındakihttp://mailer.fsu.edu/~akirk/tanks/e...BillMorran.jpg muharebelerde Mısır'ın zırhlı kuvvetleri, İsrail zırhlı kuvvetlerinden ziyade, havadan İsrail uçaklarından ağır darbeler yemiş ve perişan olmuşlardır. Bundan dolayı, İsrail kuvvetleri üç gün içinde bütün Sina'yı ele geçirip, 7 Haziran akşamı Süveyş Kanalı'nın sağ kıyısındaki, kuzeyde Kantaro, ortada İsmailiye ve güneyde de Port Tevfik'e ulaşmışlardır. Bu durumda Mısır'ın yapabileceği bir şey kalmamıştı. 8 Haziran'da İsrail ile ateş-kesi kabul ederek, İsrail kuvvetlerinin Kanalın öbür yakasına geçmesini önlemiştir. İsrail için 1967 savaşının en çetin cephesi Ürdün cephesi ve Batı Şeria cephesi olmuştur. Ürdün kuvvetleri gerçekten İsrail'i uğraştırmış ve ciddi kayıplar verdirmişlerdir. Fakat onlar da Mısır'dan daha fazla dayanamadı. 7 Haziran günü Nablus muharebesini kaybedip, şehir İsrail kuvvetlerinin eline geçince, İsrail bütün Batı Şeria'yı işgal etmiş oluyordu. Bu sebeple 7 Haziran akşamı Ürdün de İsrail ile ateş-kesi kabul etti. 8 Hazirandan itibaren Suriye cephesinde Golan tepelerinde muharebeler şiddetlendi. Suriye Golan tepelerinden aşağıdaki İsrail yerleşim merkezlerini 1956'dan beri 11 yıl süre ile bombalamıştı. Yani bu tepelerin, İsrail'in Suriye'ye karşı savunması bakımından stratejik bir ehemmiyeti vardı. Suriyeliler de İsrail karşısında fazla dayanamadılar. İsrail kuvvetleri Golan tepelerini aldıktan sonra, Suriye topraklarında ilerlemeye başladılar. İsrail kuvvetlerinin ilerleme istikameti Şam'dı. İşte tam bu sırada, 10 Haziran günü Sovyetler Amerika'ya başvurarak, İsrail ilerlemesi durdurulmadığı takdirde, "askeri harekat" da dahil gerekli tedbirleri alacaklarını bildirdiler. Bu sırada İsrail kuvvetleri, Şam'a 40 mil mesafedeki Kuneitra'ya girmiş bulunuyordu. Dolayısiyle, İsrail Kuneitra'da durdu ve o gün saat 16:30'da da İsrail ile Suriye arasında ateş-kes başladı. Altı Gün Savaşı böylece sona ermiş oluyordu. Savaşın sonu Araplar için tam bir hezimetti. Savaştan sonra bir Arap askeri gücü kalmamıştı. Mısır Sina'ya 80-100 bin kişilik bir kuvvet sürmesine rağmen bir şey yapamamıştı. Mısır 600-800 tank kaybetmişti. 100'den fazla kullanılabilir Sovyet yapısı tank İsrail'in eline geçmişti. Yine Mısır'ın 400 topu ile 10.000 askeri aracı Sina'da tahrip edilmişti. Tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı 441 olarak tesbit edilmiştir ki, bunun içinde Sovyet yapısı 280 Mig ve 60 Ilyuşin uçağı da bulunmaktaydı. Başka bir deyimle, 1967 Arap yenilgisi, aynı zamanda Sovyet silahlarının da yenilgisi idi. Mamafih, Arapların bu silah kaybı, Sovyetlerin bu ülkeleri tekrar silahlandırmak için daha sıkı kontrolları altına almaları ve Orta Doğu'da daha fazla söz sahibi olmak için de bir fırsat olmaktaydı. 1967 zaferi ile İsrail topraklarını dört misli daha genişletmiştir. Gazze ve bütün Sina yarımadası İsrail'in eline geçtiği için İsrail Süveyş Kanalına dayanmış ve güneyde de Şarm-el Şeyh'i alarak Tiran Boğazı'nın kontroluna sahip olmuştur. Yine Sina'nın kuzey-doğusundaki Gazze bölgesi de İsrail'in eline geçmiştir. İsrail Ürdün'den Şeria nehrinin batısındaki bütün toprakları alarak, Şeria nehri Ürdün ile İsrail arasında sınır olmuştur. Keza, Ürdün'ün elindeki Doğu Kudüs de İsrail'in eline geçmiştir ki, bu suretle 2000 yıldanberi ilk defa olarak yahudiler Kudüs'e tekrar sahip oluyorlardı. Osmanlı Devleti'nin 400 yıl elinde tuttuğu kutsal Kudüs'ü, Araplar 50 yıl ellerinde tutamamışlardı. İsrail Golan tepeleri denen ve Kuneitra'ya kadar uzayan Suriye topraklarını da işgal etmişlerdi. İsrail bu toprakları elde etmekle kendisi için gerekli güvenlikli sınırlara sahip olmaktaydı. Fakat, İsrail'in bu güvenliğine karşı da,Sovyetler bilhassa Mısır ve Suriye üzerindeki nüfuzlarını daha da arttırarak, bir bakıma bu güvenliği belirli ölçüde zayıflatmış olmaktaydılar. Zira, 1967 savaşından sonra Sovyetler Arap ülkelerini yeniden silahlandırmaya başlayarak İsrail karşısında bir silah dengesi kurmaya çalıştıkları gibi, bundan da daha mühimmi, Akdeniz'deki varlıklarını arttırdılar. Zira, bu savaştan sonra Sovyet donanması hemen 50-60 parçaya çıkarıldığı gibi, Sovyetler Suriye'nin Lazkiye ve Mısır'ın da İskenderiye limanında deniz üssü elde ettiler. Bu ise, bu iki ülkenin daha fazla Sovyet nüfuzu altına girmesi idi. Sovyetlerin Araplar üzerindeki koruyuculuğu daha savaşın son günlerinde başlamıştı. Yukarda da işaret ettiğimiz veçhile, 10 Haziran günü Sovyetler Amerika'ya başvurup ateş-kesi sağlamamış olsalardı İsrail kuvvetlerinin Şam'a girmesi belki işten bile olmayacaktı. Sovyetlerin koruyuculuğu bu kadarla da kalmadı. Güvenlik Konseyinde Amerika'nın vetosu ihtimali dolayısiyle, Genel Kuruldan Araplar lehine bir karar çıkarmak amacı ile, B.M. Genel Kurulu'nun 19 Haziranda olağanüstü toplantıya çağrılmasını sağladı. Lakin, Genel Kurul'da 21 Temmuza kadar yapılan toplantılarda, Arap-İsrail barışı için ortaya atılan hiç bir formül, gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadı. Bunun üzerine mesele Güvenlik Konseyine havale edildi. Mamafih Genel Kurul, 4 Temmuzda, Pakistan tarafından teklif edilen ve Türkiye, İran, Gine, Mali ve Nijer tarafından desteklenen karar tasarısını kabul etti. 20 çekimsere karşı 88 oyla kabul edilen bu karar, İsrail'i, Kudüs'ün statüsünü değiştirebilecek her türlü tedbirden kaçınmaya davet ediyor ve bu gibi tedbirlerin hukuken geçersiz olacağını hatırlatıyordu. Güvenlik Konseyi ise İsrail'i destekleyen Amerikan ve Arapları destekleyen Sovyet görüşlerini uzlaştırmak için uzun süren görüşme ve tartışmalardan sonra, nihayet, 22 Kasım 1967'de 242 sayılı kararı kabul etti. Karar, İsrail'in bu son savaşta işgal ettiği "topraklar"dan çekilmesini öngörmekteydi. Kararın bundan sonrahttp://www.ynetnews.com/PicServer2/2...327-039_wa.jpgki kısmında da, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının tanınması ve buna saygı gösterilmesi isteniyor ve yine her devletin "barış içinde", "tehdit ve kuvvet kullanılmasından uzak olarak", "güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde" yaşaması hakkı kabul edilmekteydi. Kararın üçüncü maddesine göre de, bu kararın yukardaki prensipleri çerçevesinde barışcı ve taraflarca kabul edilmiş bir anlaşmanın gerçekleştirilmesi amacı ile, Genel Sekreteri, taraflar arasında temas sağlamak için bir özel temsilci tayin edecekti. 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararının 3'üncü maddesi gereğince, B.M. Genel Sekreteri, İsveçli diplomat Gunnar Jarring'i taraflar arasında temas ve anlaşma sağlamakla görevli özel temsilci seçti. Lakin Jarring'in temasları ve faaliyeti hiç bir netice vermedi. Fakat bu arada Amerika barışı sağlama çabalarına aktif bir şekilde girdi. Çünkü, 1968 seçimlerinde Başkanlığa gelen Richard Nixon, nasıl Vietnam meselesini bir an önce sona erdirmeye karar vermiş ise, Orta Doğu'da da barışı gerçekleştirerek Amerika'nın prestijini tamir etmeye kararlı idi. Çünkü, İsrail'in 1967 savaşındaki tartışmasız zaferi, Araplar tarafından, Amerika'nın İsrail'e yardım ettiği propagandası ile, bir Amerikan aleyhtarlığına dönüştürülmüştü. Nixon bilhassa bu aleyhte propagandayı önlemek ve Amerika'nın Orta Doğu'daki itibarını tekrar tesis etmek istiyordu. Bu sebeple Nixon'ın Dışişleri Bakanı William Rogers, Araplarla İsrail'i bir barış çözümü etrafında birleştirmek için çeşitli planlar ortaya attı. Fakat Rogers'ın bu teşebbüslerinden hiç bir netice çıkmadı. Çünkü, Araplar bir barış için önce İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söylüyordu. Arapların 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararını yorumlaması bu şekildeydi ve bu yorum bugüne kadar devam etmiştir. Buna karşılık, İsrail ise, 242 sayılı kararın 3'üncü maddesine dayanarak, önce bir müzakere masasına oturulmasını ve "güvenlikli ve tanınmış" sınırların tesbitini ve ondan sonra da, İsrail'in, hangi topraklardan çekilecekse, oradan çekilmesi görüşünü savundu. İsrail'in bu görüşü de bugüne kadar devam eden bir görüştür. |
1973 Arap-İsrail Savaşı
1973 Arap-İsrail Savaşı
6 Ekim 1973'de başlayan bu savaşa, Müslüman dünyasının Ramazan ayına rastlaması dolayısiyle Ramazan Savaşı ve İsraillilerin çok kutsal bir ayı olan Yom Kippur'a rastlaması dolayısiyle, Yom Kippur Savaşı adı verilmiştir. Fakat esas itibariyle Yom Kippur Savaşı diye adlandırılmaktadır. Bu savaşın, bundan önceki Arap-İsrail savaşlarına nazaran iki mühim hususiyeti ve farklılığı vardır. Araplar ve bilhassa Mısır tarafından başlatılan bu savaşın amacı, daha öncekilerde olduğu gibi, İsrail'in haritadan silinmesi değil, 1957 savaşında İsrail'in ele geçirdiği toprakların geri alınması ve bu suretle Arapların prestijinin tamiri ve yükseltilmesi idi. Bu savaşın ikinci farklılığı da, bilhassa Mısır'ın Sina cephesinde yaptığı süpriz saldırı ile İsrail karşısında mühim başarılar elde etmesi ve İsrail'e, şimdiye kadar olduğundan daha ağır kayıplar verdirmesidir. 1973 savaşı İsrail için, daha öncekiler gibi olmamıştır. 1973 Yom Kippur savaşına varan gelişmeler, esasında 1967 savaşını takip eden gelişmelerin devamından başka bir şey değildir. 1967 Savaşındaki ağır yenilgi, Arap ülkelerini İsrail'e karşı mücadelelerinde yeni yollar ve yeni taktikler aramaya sevketti. Bu taktikler ve yeni politikalar, 1967 Ağustosunda Sudan'ın başkenti Hartum'da yapılan, önce Arap Dışişleri Bakanları toplantısında ve hemen arkasından da Arap Zirvesinde tartışılıp kabul edildi. Buna göre, İsrail hiç bir şekilde tanınmayacak, İsrail ile hiç bir şekilde müzakerelere girişilmeyecek ve hiç bir şekilde İsrail ile barış anlaşması yapılmayacak, fakat Filistinlilerin hakları sonuna kadar savunulacaktı. Bu savunma konusunda kabul edilen metod da, İsraile karşı bir yıpratma savaşı'nın (war of attrition) yürütülmesi idi. Yıpratma savaşı için kullanılacak vasıtalar da İsrail sınırlarında devamlı olarak çatışmaları tahrik etmek ve bir de Filistin komandolarını kullanmaktı. Bu komandoların finansmanını da petrol üreten ülkeler üzerine almıştır. 1967 savaşından sonraki gelişmelerde iki ayrı istikamet göze çarpmaktadır. Bir yanda Amerika, Araplarla münasebetlerini düzeltmek için Orta Doğu barışını gerçekleştirmeye çalışmış ve bu da İsrail ile münasebetlerine görüş ayrılıklarının ve hatta zaman zaman soğukluğun hakim olmasına sebep olmuştur. Ayrıca, bu barışı gerçekleştirme çabalarını Sovyetlerle beraber yürütmeye çalışmıştır. Amerika'nıhttp://cache.eb.com/eb/image?id=99920&rendTypeId=4n bu faaliyetleri İsrail'in politikasına ters düşmekteydi. Çünkü, İsrail başkaları tarafından hazırlanıp sunulan bir barışı değil, 1967 zaferinin kendisine sağladığı imkanları ve kozları kullanarak, Arapları kendisiyle müzakereye oturtmak suretiyle yapılacak bir barışı tercih ediyordu. İsrail-Amerikan münasebetleri bu şekle girerken, Mısır da 1969 Nisanından itibaren 16 ay sürecek olan yıpratma savaşına başlıyordu. 1967 yenilgisinin hemen arkasından, Nasır Mısır silahlı kuvvetlerinde gayet radikal reformlara girişerek orduyu düzeltmeye çalıştı. Aynı zamanda da, Sovyetler, savaş sırasındaki kayıpları telafi etmek için Mısırı yeniden hızla silahlandırmaya başladılar. Böylece Nasır hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1969 Nisanından itibaren, Süveyş Kanalının sol kıyısındaki mevzilerinden açtığı topçu ateşi ile, Kanal'ın sağ kıyısındaki İsrail mevzilerini bombardıman etmeye başladı. Bu bombardımanlar İsrail mevzilerinde insan kayıplarına da sebep oldu. Bu sebeple İsrail, her zamanki taktiğini kullanarak, bu topçu ateşine daha ağır bir şekilde karşılık verdi ve İsrail uçakları Mısır topraklarını bombardıman etmeye başladı. 1970 yılının ilk dört ayında İsrail uçakları Mısır toprakları üzerinde 3.300 uçuş yapmışlar ve 8.000 ton bomba atmışlardır. İsrail'in havadan verdiği bu karşılık o kadar müessir olmuştur ki, daha 1970 Ocak ayında, Mısır'ın hava savunmasının beşte dördü tahrip edilmiş bulunmaktaydı. Onun içindir ki, Başkan Nasır 1970 Ocak ayında Moskova'ya gitti ve Sovyetlerden uçak ve füze istedi. Sovyetler 150 Mig-21 uçağı ile SAM-3 füzeleri vermeyi kabul ettiler. Nisan başından itibaren Sovyetlerin kontrolundaki Mısır havaalanlarından kalkan ve yine Sovyet pilotları tarafından kullanılan uçaklar, İsrail mevzilerini bombardımana başladılar. Bunun üzerine İsrail, Mısır'a yaptığı hava akınlarını durdurdu. Fakat Haziran sonlarından itibaren Mısır İsraile karşı, bir hava savunma silahı olan ve yerden havaya atılan (Surface to Air Missiles) SAM-2 ve SAM-3 füzelerine kullanınca, işin rengi değişti. Zira bu durum İsraili bir "önleyici" (preemptive) savaşa zorlayabilirdi. İsrail, Mısır'a ağır bir darbe indirerek, daha ileriye gitme cesaretini kırmak isteyebilirdi. Halbuki bu dönemde Amerika İsrail'e baskı yaparak, İsrail'i yeni bir savaşa gitmekten alıkoymaya çalışmaktaydı. Amerika'nın bu tutumu, İsrail'in 1973 savaşının ilk gününde bir sürpriz Arap baskınına maruz kalmasında büyük rol oynamıştır. Mısır Sovyet füzelerini kullanınca, İsrail tekrar hava akınlarına başladı ve füze üslerini tahrip etmeye çalıştı. Bunun üzerine Amerika'nın araya girmesiyle 7 Ağustosta yeni bir ateş-kes kabul edilerek Kanal Cephesi yeniden durgunlaştı. 7 Ağustos ateş-kes anlaşmasından sonra iki mühim gelişme oldu. Birincisi Başkan Nasır'ın 28 Eylül 1974'de ani ölümü ve yerine General Enver Sedat'ın geçmesidir. Enver Sedat, tanınmış bir isim değildi ve dolayısiyle Nasır kadar Arap dünyasında nüfuz sahibi olamazdı. Yani, Mısır'ın bölgedeki tesiri zayıflayabilirdi. İkinci gelişme, Kasım ayında Suriye Baas Partisi içinde bir darbenin meydana gelmesi ve Baas'ın aşırı grubunun iktidardan düşürülerek, mutedil bilinen Hafız Esad grubunun iktidarı ele alması idi. Her iki hadise de Amerika tarafından iyimser bir şekilde karşılanmıştır. Enver Sedat'ın Mısır'da dahi otoritesini kabul ettirmesi kolay olmadı. Bu sebeple, Enver Sedat, İsrail'in Sina'dan çekilmesini sağlamak ve Süveyş Kanalını tekrar milletlerarası deniz trafiğine açmak suretiyle bir prestij sağlamak için İsrail'le anlaşmak istedi. İstediği de İsrail'in, Sina'nın tamamından değil, Akdeniz'de El-Ariş'ten güneyde Kızıl Denizde Ras Muhammed'e çekilecek bir çizgiye kadar çekilmesiydi ki, bu da Sina'nın yarısını Mısır'a terketmek demekti. Enver Sedat'ın 1971 Şubatında yaptığı bu teklif İsrail tarafından reddedildi.http://images.encarta.msn.com/xrefme...4/T054809A.jpg Bunun üzerine Enver Sedat, bu işin tek çıkar yolunun İsrail ile savaşmak olduğuna karar verdi. Fakat bunun için de, herşeyden önce, silahlanmada İsrail ile eşit durumuna gelmek ve bilhassa saldırı silahlarına sahip olmak gerekiyordu. Bundan dolayı Sedat, Mayıs 1972'de, yani SALT-I anlaşmasının imzasından kısa bir süre önce Moskova'ya gitti. Fakat Sovyetler çok değişmişti. Şimdi Sovyetler, adeta Amerika ile birlikte ortak bir Orta Doğu politikası takip ediyorlar ve bölgede yeni bir çatışmanın çıkmasını istemiyorlar, intibaını aldı. Dolayısıyla Sovyetlerden silah da sağlayamadı. Bir yandan Sovyetlerin bu tutumu, bir yandan da, 1971 Mayıs ayında Sedat'ın, Moskova taraftarı Ali Sabri'nin darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kalması, Sedat'ın Sovyetlerden dönmesine sebep oldu. Bunun neticesi olarak, 17 Temmuz 1972'den itibaren 17.000 kadar olan Sovyet uzman ve danışmanlarını Mısır'dan çıkardı. Ağustos ayında da, her iki devlet elçilerini geri çektiler. Enver Sedat'ın bu hareketi Sovyetlerin Orta Doğu'daki prestiji için çok ağır bir darbe idi. Prestij kaybının yanında, Sovyetler Mısır gibi Orta Doğunun stratejik bir ülkesinden de çıkarılmış oluyorlardı. Keza, İskenderiye'deki Sovyet deniz üssü de kapanıyordu. Bu sebeple, Sovyetler 1972 sonbaharından itibaren tekrar Mısır'a yanaşarak, Mısır'ın modern silah isteklerini karşılama hususunda kapıyı aralamaya çalıştılar. Bu çabaların sonucu olarak 1973 Şubatında Mısır ile Sovyetler arasında bir anlaşma meydana geldi. Bu anlaşmaya göre, Sovyetler Mısır'ın istediği silahları verecekti, lakin Mısır'ın askeri harekatının amacı da, Süveyş Kanalının sağ kıyısının ele geçirilmesinden öteye geçmeyecekti. Bundan sonraki aylar, Mısır, Suriye ve şimdi bu ikisi ile tekrar barışmış olan Ürdün arasında yoğun temaslar ve savaşın planlaması için müzakerelerle geçti. Savaşın sadece Sina ve Suriye (yani Golan) cephesinde yapılması kararlaştırıldı. Yahudilerin en kutsal günü olan Yom Kippur'un tatil olduğu 6 Ekim 1973 günü Mısır ve Suriye kuvvetleri aniden İsrail'e karşı saldırıya geçtiler. Saldırı planları o kadar gizli tutulmuş ve saldırılar o kadar ani olmuştur ki, ne Amerika ve ne İsrail bu saldırıları ne önceden haber alabilmiş ve ne de tahmin edebilmişlerdi. Sürpriz bu sefer Araplardan gelmekteydi. İsrail karşılaştığı bu iki cepheli sürpriz saldırı karşısında, 1967'dekinden farklı hareket etmiştir. 1967 savaşında İsrail önce Sina'da harekete geçmiş ve Suriye cephesinde savunma yaparak, Sina'yı tamamen işgal ettikten sonra, Golan tepelerinde saldırısını sürdürmüştür. 1973'de ise, ağırlığı önce Suriye cephesine vermiştir. Suriye Cephesinde, sade Suriye askerleri çarpışmıyordu. Irak 3 tümenlik bir kuvvet ile üç uçak filosunu Suriye'ye göndermişti. Fas 1.800 kişilik bir kuvvet ile Suriye cephesine katkıda bulundu. Suudi Arabistan ise küçük bir kuvvet ile bu savaşa katıldı. Ürdün ise güney Suriyeye 2 zırhlı tümen göndermişti. Bu kuvvetler daha ziyade, Ürdün'ü kuzeyden gelecek bir saldırıya karşı korumak içindi. Suriye cephesi 1967'deki gibi yine başarılı olamadı Araplar için. Suriyeliler 900-1.200 tank, 45.000 kişilik bir kuvvet ve 300 uçakla Golan cephesinde harekata başladı. Golan'daki İsrail garnizonunda ancak 180 tank ve 4.500 asker bulunuyordu. Bu sebeple Suriyeliler çabuk ilerlediler ve Kuneitra'yı da alarak ve İsrail'e bilhassa tank bakımından ağır kayıplar verdirerek 1967 öncesi sınırlarına kadar ilerlediler. Fakat İsrail kendisini çabuk toparladı ve cepheyi birkaç gün içinde takviye ederek 10 Ekimden itibaren Suriye kuvvetlerini geri sürmeye başladı. Araplar geri çekildiler. 17 Ekimde, Suriye-İsrail cephesi, 1967 sonrasının şekline girdi ve çarpışmalar da durdu. İsrail, kendi topraklarını kurtarmıştı. Bunun üzerine İsrail, Suriye cephesihttp://www.palintefada.com/english/images/t1981.jpgnden aldığı bir kısım kuvvetlerini Sina cephesine sevketti. Sina cephesi de başlangıçta ve genel olarak İsrail için iyi gelişmedi. Mısır uçakları havadan Kanalın doğu kıyısındaki İsrail mevzilerini ağır bir şekilde bombalayıp, İsrail cephesine hem insan ve hem de tanklar bakımından mühim kayıplar verdirirken, Mısır kuvvetleri de Süveyş Kanalını geçerek Kanalın doğu kıyısında köprübaşı tutmaya çalıştılar. Mısır'ın harekat planı üç kademeli idi. Birinci kademe Kanalın doğu kıyısında köprübaşları tutmaktı. İkinci kademe, Batı Sina'daki stratejik Khatmia, Gidi ve Mitla geçitlerini ele geçirmekti. Üçüncü kademe de, bu geçitleri aldıktan sonra ilerleyip İsrail sınırına dayanmaktı. Mısır kuvvetleri 24 saat içinde karşı kıyıya geçip; köprübaşlarını kurmaya ve 500 tankı geçirmeye muvaffak oldular. Şimdi ikinci hedef, 20 mil ötedeki üç stratejik geçidi ele geçirmekti. Fakat bunu yapamadılar. Ancak 4-5 mil ilerleyebildiler. 14 Ekimde, Bar Lev hattı denen İsrail cephesine Büyük Acı Göl bölgesinde yaptıkları büyük bir taaruz başarısızlıkla neticelendi. Çünkü İsrail Suriye cephesini tesbit etmiş ve Sina'ya dönmüş bulunuyordu. İsrail kuvvetleri Mısırlıları durdurdukları gibi, 15 Ekimden itibaren, kuzeydeki Mısır 2'inci Ordusu ile güneydeki Mısır 3'üncü Ordusunun arasından ve Büyük Acı Gölün kuzeyinden kanalı geçerek Mısır topraklarına ayak bastılar. Bundan sonra güneye dönerek 3'üncü Mısır Ordusunu arkadan çember içine aldılar. Mısır'ın 3'üncü Ordusunun durumu çok tehlikeli idi. Fakat, iki Mısır ordusunun arasından Kanalın batı yakasına geçen İsrail kuvvetlerinin durumu daha az tehlikeli değildi. Bundan dolayı, her iki taraf da Güvenlik Konseyinin 22 Ekim 1973 günlü 338 sayılı kararını aynı gün akşamı kabul ederek çarpışmaları durdurdular. 338 sayılı karar, tarafları ateşkese ve 242 sayılı kararı derhal uygulamaya davet etmekteydi. 242 sayılı kararda, İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesinden söz edildiği için, 338 sayılı kararın bu kısmı Araplara verilmiş bir tavizdi. Buna karşılık, karar tarafları müzakerelere davet etmekteydi ki, bu da İsrail'in eskiden beri istediği bir husustu. Ateş-kese rağmen, İsrail, Mısır 3'üncü Ordunun etrafındaki çemberi tamamlamak için, 23 Ekimde çarpışmaları yeniden başlatınca, yeni bir kriz doğdu ve bu kriz Amerika ile Sovyet Rusya'yı karşı karşıya getirdi. Esasen her iki büyük devlet de 1973 savaşına dolaylı bir şekilde katılmıştı. Sovyetler 10 Ekimden itibaren Mısır ve Suriye'ye yoğun silah sevkiyatına başlayınca, Amerika da 13 Ekimden itibaren İsraile silah göndermeye başlamıştı. Durumun böyle olduğu bir sırada, İsrail'in çarpışmaları başlatması üzerine Mısır, kendisi ile İsrail kuvvetleri arasına Amerikan ve Sovyet kuvvetlerinin konulmasını istedi. Sovyetler bu teklifi derhal desteklediler. Fakat Amerika buna o kadar kesin bir şekilde karşı çıktı ki, Sovyetler gerilemek zorunda kaldılar. Bunun üzerine, Güvenlik Konseyinin, taraflar arasına Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin konulmasına dair 25 Ekim 1973 ve 340 sayılı kararı kabul edildi. Bu suretle dördüncü Arap-İsrail savaşı da sona ermiş olmaktaydı. Fakat ortada yine barış yoktu. Halbuki 338 sayılı karar, bu amaçla tarafların müzakereye oturmasını istiyordu. Bunu da birisinin sağlaması gerekliydi. İşte Amerikan Dışişleri Bakanı Dr. Henry Kissinger bu işi üzerine alan kişi oldu. Kissinger'in Tel-Aviv ile diğer Arap başkentleri arasında defalarca gidip gelmek suretiyle gerçekleştirdiği mekik diplomasisi (shuttle diplomacy) sonunda, Mısır ile İsrail arasında, 18 Ocak 1974'de, İsrail'in Sina'da belli bir ölçüde geri çekilmesini sağlayan bir anlaşma imzalandı. Süveyş-Kahire yolunun 101'inci kilometresinde imzalanmış olması dolayısiyle, 101'inci Km. Anlaşması adı da verilen bu anlaşmanın en büyük hususiyeti, diplomatlar değil, ama Mısır ve İsrail Genelkurmay Başkanları arasında müzakere edilip imzalanmış olmasıdır. Bu suretle, askeri mahiyette de olsa, İsrail ve Mısır en yüksek askeri seviyede bir masa etrafına oturmuş olmaktaydılar.http://upload.wikimedia.org/wikipedi...at_cropped.jpg Anlaşmaya göre, İsrail Süveyş Kanalının batı yakasındaki bütün kuvvetleri çektiği gibi, doğu yakasında da kuvvetlerini kıyıdan 20 mil kadar geriye çekecekti. Kanalın doğu kıyısında Mısır askeri bulunmakla beraber, İsrail ile Mısır kuvvetlerinin arasına B. M. Kuvvetleri yerleştirilecekti. Gerek Mısır'ın, gerek İsrail'in kuvvetleri 7.000 kişiyi geçmeyecek ve ancak hafif silahlara sahip olacaktı. Bu anlaşmayı taraflar, bir barış antlaşması değil, fakat o istikamette atılmış bir "ilk adım" saymakta idiler. Bu anlaşma ile Mısır Süveyş Kanalının her iki tarafına sahip olmakla Kanalı tamamen ele geçirmiş olmaktaydı. Bundan dolayı Kanal, gerekli temizlikler yapıldıktan sonra, 5 Haziran 1975'de tekrar dünya deniz trafiğine açıldı. 101'inci Km. Anlaşması Amerika'nın Orta Doğu diplomasisinde büyük bir başarı idi. Çünkü, 1967 savaşında, diğer Arap devletleri ile birlikte, Amerika ile diplomatik münasebetlerini kesmiş olan Mısır, 1974 anlaşmasından sonra bu münasebetlerini tekrar kurdu. Diğer taraftan, mekik diplomasisi sırasında Dr. Kissinger, Amerika ile münasebetleri kesilmiş olduğu halde, mesela bir çok defalar Şam'a gidip geldi ve Suriye de bunu kabullendi. Böylece Amerika, Araplarla olan münasebetlerini tekrar tesis etmiş olmaktaydı. Amerika Dışişleri Bakanı Dr. Kissinger, Tel-Aviv ile Şam arasında bir süre yine mekik dokuduktan sonra, 31 Mayıs 1974 de, İsrail-Mısır anlaşmasına benzer bir anlaşmanın İsrail ile Suriye arasında da imzalanmasını sağladı. Bu anlaşma ile de, İsrail Kuneitra'nın gerisine çekiliyor ve İsrail ve Suriye kuvvetleri arasına yine B.M. Kuvvetleri konuyordu. Görülüyor ki, Kissinger'in Orta Doğu barışındaki taktiği, barışa adım adım ilerlemekti. Bundan dolayı Kissinger'in bu politikasına mekik diplomasisinin yanında, "adım, adım" diplomasisi de denilmiştir. Kissinger'i böyle bir diplomasiye zorlayan sebeplerin başında İsrail'in tutumu gelmekteydi. Zira, atılan her adımda İsrail, elinde tuttuğu topraklardan bir parçasını geri vermekteydi. Bunun için İsrail, verdiği her toprak parçasına karşılık barış için bir taviz elde etmek istiyordu. İsrail buna, "her toprak parçası için bir parça daha barış" prensibi demekteydi. 101'inci Km. anlaşmasından sonra Mısır-Amerikan münasebetlerinin düzelmesi, Mısır'ın Amerika'nın çabaları ile Süveyş Kanalına tekrar kavuşması ve İsrail bakımından hiç değilse askerlerin bir masa etrafına oturması, Orta Doğu gelişmelerinde gayet müsbet gelişmelerdi. Bundan dolayı Kissinger, yeni adımlar atmak hususundaki çabalarının arkasını kesmedi. Mekik diplomasisine devam ederek, İsrail ile Mısır'ın bir adım daha atmalarını sağladı ve 1 Eylül 1975'de, Sina konusunda İsrail ile Mısır arasında yeni bir anlaşma daha imzalandı. Bu anlaşma ile İsrail, Sina'daki Mitla ve Gidi geçitleri ile Abu Rudeis petrol kuyularını Mısır'a terkederek daha da geriye çekilmekteydi. Mısır ve İsrail kuvvetlerinin arasına 200 personelli Amerikan erken uyarı sistemi konacaktı. Bu suretle Mısır'ın ani saldırısına karşı İsrail'in güvenliği sağlanmış oluyordu. Ayrıca, Mısır Abu Rudeis kuyularından elde edeceği petrolden her yıl 4.5 milyon tonunu İsrail'e satacaktı. Nihayet, Mısır, İsrail gemilerinin değil, fakat İsrail'e yük getiren diğer ülkeler gemilerinin Süveyş Kanalı'ndan geçmesine izin verecekti. Mısır bu anlaşma ile iki büyük kazanç elde etmiş oluyordu: Biri, Sina'da biraz daha toprağını geri alması ve bilhassa Mitla ve Gidi geçitleri gibi savunması için çok değerli noktaları ele geçirmesi idi. İkincisi ise, İsrail'in, işgal ettiği Arap topraklarını geri verme kavramını yavaş yavaş benimsemeye başlaması idi. Fakat İsrail bunu yaparken, iki taviz elde etmişti: Biri, erken uyarı sistemine Amerika'yı karıştırmakla, bir bakıma Amerika'yı İsrail'in güvenliğinden sorumlu bir hale getiriyordu. İkincisi ise, sırf anlaşma karşılığında Amerika'nın İsrail'e 2.1 milyar dolarlık askeri yardım ile 700 milyon dolarlık ekonomik yardım yapmayı kabul etmesiydi. Ne olursa olsun, 1978'in Camp David anlaşmalarına giden yol açılmıştı. |
1973 Petrol Krizi
1973 Petrol Krizi
http://hydrogencommerce.com/images/clip_image001.jpg1967 savaşı sonunda nasıl Araplar Filistin komandolarını İsrail'e karşı bir yıpratma savaşının vasıtası olarak kullanmaya karar verdilerse, 1973 savaşının sonunda da, "petrolü" İsrail'e karşı değil, fakat Batı'ya karşı siyasi silah olarak kullanmaya karar verdiler ve bunun neticesinde de bütün dünyada bir petrol krizi ortaya çıktı. Aslına bakılırsa, 1973 petrol krizi doğrudan doğruya 1973 Arap-İsrail savaşının sonucu değildir. Bu savaş bu krizi hızlandırmıştır. Yoksa üretici ülkeler için petrol problemleri yıllardanberi oluşma halinde bir mesele idi. Nitekim, OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Ülkeler teşkilatı, daha 1960 Ağustosunda kurulmuştu. Üye sayısı 13'e kadar çıkan bu teşkilatın kuruluş maksadı, bilhassa petrol fiyatlarının tesbiti başta olmak üzere, hepsini müştereken alakadar eden meselelerin birlikte çözümünü sağlamaktı. Burada şunu belirtelim ki, OPEC kurulduğunda, hemen bütün petrol üreticisi ülkelerde, petrol kaynakları, Batı teknolojisi gereği, Batılı ve bilhassa Amerikan petrol şirketlerince işletilmektedir. İkinci bir husus da şudur: Bugün, yani 1982 yılı başında varili 34 dolara kadar yükselmiş olan ham petrolün fiyatı, 1970 Ocak ayında, Orta Doğu petrolleri için varili 1.80 ve daha yüksek vasıflı Libya petrolu için de 2.17 dolardır. Bununla beraber, OPEC'in 1973 Arap-İsrail savaşına kadar bir şey yaptığı söylenemez. Yalnız şu var ki, 1970'den itibaren, hemen bütün Orta Doğu ülkelerinde, petrol şirketlerine el koyma eğilimi başladı. Mesela Irak, 1972'de Iraq Petroleum Company'yi tamamen millileştirdi. İran da 1973'de hemen hemen aynı şeyi yaptı ve petrol şirketlerini sadece bir idareci haline getirerek, üretimi tamamen İran Milli Şirketi'nin (INOC) eline verdi. Diğer Arap ülkeleri ve bilhassa Basra Körfezi ülkeleri de, yabancı şirketlerdeki hisselerini arttırdılar. 1967 Arap-İsrail savaşından sonra, petrolün Batı'ya ve bilhassa Amerika'ya karşı bir siyasi silah olarak kullanılması söz konusu edildi. Hatta bu maksadla OAPEC (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries), yani Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı da kuruldu. Fakat petrolün siyasi silah olarak kullanılması mümkün olmadı. Çünkü, her şeyden önce, Batı'nın ve bilhassa Amerika'nın tek petrol kaynağı Orta Doğu değildi. Amerika'nın kendi üretimi olduğu gibi, Venezuela, Nijerya ve Endonezya gibi başka petrol ihracatçısı ülkeler de vardı. Petrol ambargosunda dayanışmayı sağlamak zordu. İkincisi, petrolün fiyatının gayet düşük olduğu bir sırada, Arap ülkeleri için mühim bir gelirden yoksun kalmak, kolay göze alınamıyacak bir şeydi. Diğer taraftan, petrolün siyasi vasıta olarak kullanılmasında Batı ve Amerika üzerinde baskı yapabilmek için iki yol vardı: Biri üretimi ve dolayısiyle ihracatı kısmak, diğeri de fiyatları yükseltmek. Üretimi kısmanın iki sakıncası vardı. Önce, üretici ülkelerin gelirlerini azaltırdı, sonra da, bütün Batı endüstrisi enerji bakımından petrole dayandığı için üretimi kısmak sert tepkilere yol açabilirdi. İşte bu sebeplerden, 1973 savaşından sonra ikinci yola, yani fiyatların yükseltilmesine başvuruldu. Bu metodun başarılı olduğu söylenebilir. Zira, 1973 Ocak ayında varili 2.59 dolar olan Arap petrolü, 1973 Ekiminde 5.11 ve 1974 Ocak ayında da 11.65 dolara çıktı. Bu, bir yıl içinde dört mislinden fazla bir artış demekti. Bu fiyat artışları bilhassa Batı Avrupa'da ve Japonya'da bir paniğe sebep oldu. Ortak Pazar veya resmi adı ile Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı (E.E.C.), 6 Kasım 1973'de yayınladığı bir bildiride, Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 338 sayılı kararlarını desteklediklerini kuvvet yoluyla toprak kazanılmasını kabul etmediklerini, İsrai1'in 1967 de işgal ettiği topraklardan çekilmesini, bununla beraber, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı ile, "güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde" barış içinde yaşama hakkına saygı gösterilmesi gerektiğin ilan ettiler. Japonya ise, 22 Kasımda Arapları tutan öyle bir tavır aldı ki, sadece İsrail ile münasebetlerini kesmediği kaldı. İngiltere ise, 6 Ekim 1973 de, Orta Doğu ülkeleri için silah ambargosu ilan etmişti. Fakat Kasım ayında ambargo esas itibariyle İsrail'e yönelik bir şekil aldı. Bilhassa Suudi Arabistan, İsrail'i kesinlikle tutan Amerika ve Hollanda'ya karşı petrol ambargosu tatbik etti ise de, bu ambargo bilhassa Amerika'nın Orta Doğu politikasında hiç bir değişiklik ve tesir yapmadı. Kaldı ki, Amerika'nın bu ambargoya karşı tepkileri de bir hayli sert oldu. Hattahttp://www.aliciapatterson.org/APF04.../Donovan02.jpg, petrol üreten Arap ülkelerinin petrol politikası, Batı'nın sanayini çökertecek hale geldiği takdirde, Amerika'nın Basra Körfezi bölgesine bir silahlı müdahale ihtimalinden veya bunun planlamasından dahi söz edildi. Arapların bu petrol silahına karşı Amerika'nın başvurduğu ikinci yol da, Avrupa İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) çerçevesinde, 1974 Ekiminde, Amerika, Kanada, Fransa hariç Ortak Pazar ülkeleri, Japonya, İspanya, Türkiye, Avusturya, İsviçre, İsveç ve Norveç'in katılması ile Milletlerarası Enerji Ajansı'nın (İnternational Energy Agency) kurulması oldu. Bu kuruluşun amacı, enerji ve fakat bilhassa petrolün sağlanmasında, kullanılmasında bir işbirliğini, dayanışmayı ve ortak planlamayı gerçekleştirmekti. Ortak Planlama çalışmalarında, daha sonra, her üye ülkenin en az 60 günlük petrol stokuna sahip olması prensibi kabul edilmiş ve daha sonra da bu stok miktarı 90 güne çıkarılmıştır. Bundan başka, petrol sıkıntısına düşmeleri halinde, üye ülkelerin birbirlerine yardım etmeleri esası da kabul edilmişti. Petrol krizinin 1973-1974'de Batı'da yaptığı ilk şoktan sonra, petrol meselesi, yani her altı ayda bir OPEC ülkelerinin ham petrol fiyatlarına zam yapmaları, normal bir hadise mahiyetini aldı. Başka bir deyişle, Batı'nın sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeleri, fiyat artışlarından doğan sarsıntıyı kısa sürede atlattılar. Çünkü, sanayileşmiş ülkelerin korktuğu üretimin azaltılması idi. Yoksa, fiyat artışlarına kolay ayak uydurdular. Zira, artan fiyatların üretici ülkelere sağladığı gelir, yani petrodolar, yine Batı bankalarına ve Batı'nın sermaye ve nakit piyasasına intikal etti. İkincisi, Batı'nın sanayileşmiş ülkeleri, artan petrol fiyatlarını kolaylıkla kendi sanayi mamullerine ve teknolojilerine aksettirdiler. Burada bilhassa silah fiyatlarını zikretmek gerekir. Halbuki, Batı'nın sanayIIne, teknolojisine, silahına ve hatta tüketim maddelerine en fazla ihtiyaç duyanlar, petrol paraları ile ülkelerinin ekonomik kalkınmalarını hızlandırmak isteyenler, bu petrol üreticisi Arap ülkeleri idi. Yani, Arap ülkeleri pahalı sattılar ve aldıklarını da pahalı almaya başladılar. Bu arada olan, gelişmekte olan fakir ülkelere oldu. Türkiye de, artan petrol fiyatlarının büyük acısını çekmiştir. Petrol üreten Arap ülkeleri, bilhassa geri kalmış veya gelişmekte olan Müslüman ülkeler için yeterli bir yardım programı da gerçekleştirmediklerinden, Batı'nın zengin ülkelerine vurmak istedikleri darbenin acısı, bu Müslüman fakir ülkelerin sırtından çıkmıştır. |
Camp David Anlaşmaları ve İsrail-Mısır Barışı 1978-1979
Camp David Anlaşmaları ve İsrail-Mısır Barışı 1978-1979http://cache.eb.com/eb/image?id=78620&rendTypeId=4
Lübnan iç savaşının Arap dünyasını karıştırdığı ve bir çok endişelere sebep olduğu bir gerçektir. Çünkü Lübnan'ın dini gruplar arasında parçalanması veya en azından, bir ara Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi, bir federasyon ve konfederasyon şekline dönüştürülmesi ihtimali, bir çok Arap ülkesi için, kendilerine de tesir etmesi bakımından, korkutucu olmuştur. Fakat, Lübnan iç savaşının sona ermesinden hemen bir yıl sonra Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın İsrail'e gitmesi ve bundan on ay sonra da İsrail ile Camp David Anlaşmaları'nı imzalaması, Arap dünyasını çok daha fazla karıştıracak ve günümüze kadar gelen bir dizi yeni gelişmelerin kapısını açacaktır. 18 Ocak 1974'de, Amerika'nın aracılık çabaları ile, İsrail ve Mısır arasında imzalanan Sina anlaşması, Amerikan diplomasisi için bir başarı olduğu kadar, Mısır-Amerikan münasebetlerinin de büyük ölçüde değişmeşini ve gelişmesini sağlamıştır. Hele, Dışişleri Bakanı Dr. Kissinger'in 31 Mayıs 1974'de de İsrail ile Suriye arasında bir anlaşma sağlaması, Amerika'nın Arap dünyasındaki nüfuzunu ve Orta Doğu politikasındaki tesirini daha da arttırmıştır. Bu atmosferden yararlanan ve Orta Doğu'da bir barış zeminini kuvvetlendirmek isteyen Başkan Nixon, 12-19 Haziran 1974 günlerinde Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, İsrail ve Ürdün'ü ziyaret etti. Nixon'ın Suriye ziyaretinde, iki ülke, 1967 savaşında kesilmiş olan diplomatik münasebetlerini tekrar tesis etmeye karar verdiler. Fakat Orta Doğu gezisinin en başarılı kısmı Mısır ziyareti oldu ve Nixon Mısırda hararetle ve büyük gösterilerle karşılandı. 14 Haziranda, "Mısır ile Birleşik Amerika Arasındaki Münasebetlerin ve İşbirliğinin Prensipleri" konusunda bir de anlaşma imzalandı. Amerika ile Mısır arasındaki münasebetlerin almış olduğu bu yeni şekil ve gelişme iledir ki, Mısır, İsrail ile 1 Eylül 1975 anlaşmasını imzalıyarak, Sina'dan biraz daha toprak kazanmaya muvaffak oldu. Bu da Mısır'ı, kaybedilen Arap topraklarının tekrar kazanılmasında ve İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini sağlamada, Amerika'ya dayanma yoluna sevketmiştir. Mısır'ın bu sırada Amerika'ya ve genel olarak da Batı'ya eğilim göstermeye sevkeden sebeplerin başında, karşılaştığı ekonomik meselelerin büyük tesiri olduğunda şüphe yoktur. İsrail ile yapılan savaşların yükünü kaldırmak kolay değildi. İçerdeki ekonomik sıkıntıların dışında, Mısır dış borçlarını da ödemekte güçlüklerle karşılaşmaya başladı. Bundan dolayı, Enver Sedat, 20-29 Şubat 1975 günlerinde Suudi Arabistan, Umman (Oman), Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar ve Kuveyt’i ziyaret etti. Bu ziyaretler sırasında, yapılan anlaşmalarla, Suudi Arabistan Mısır'a hemen 300 milyon dolarlık Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri de 400 milyon dolarlık bir yardım yapmayı kabul ettiler. Bunun arkasından Enver Sedat, 29 Mart-10 Nisan 1975'de de Batı Almanya, Fransa, İtalya, Yugoslavya ve Avusturya'yı ziyaret etti ve Yugoslavya hariç, diğer ülkelerle çeşitli ekonomik yardım anlaşmaları imza etti. Enver Sedat, bu Orta Doğu ve Batı Avrupa ziyaretlerinin arkasından 26 Ekim-5 Kasım tarihleri arasında da Birleşik Amerikayı ziyaret etti. Sedat bu ziyaretinde Amerika'dan silah almak istedi ise de, Amerika herhangi bir taahhütte bulunmadı. Buna karşılık, Başkan Nixon, 1974 Mısır ziyaretinde vaad ettiği vechile, Kongreden Mısır'a 750 milyon dolarlık ekonomik ve 250 milyon dolarlık da gıda yardımının çıkmasını sağladı. Başkan Sedat'ın 1975 yılında yaptığı bu ziyaretler açık bir şekilde göstermekteydi ki, Mısır politikası Batı'ya kaymaktaydı. O kadar ki, ekonomik sebepler ağırlıklı bir rol oynasa bile, Enver Sedat'ın Orta Doğuda ziyaret ettiği ülkeler esas itibariyle muhafazakar ve Batı'ya daha yatkın ülkelerdi. Mısır politikasındaki bu değişmenin Sovyetleri hoşnut bırakmıyacağını tahmin etmek zor değildi. Mısır'ın Batı'ya doğru kayması ile Mısır-Libya münasebetlerinin de bozulmaya başladığı görülmüştür. Hatta iki ülke arasında çatışmalar çıkmıştır. Bu krizde, Libya ile yakın münasebetlere sahip olan Sovyet Rusya'nın ne derece parmağı olduğunu tayin etmek elbetteki güçtür. Mrsır-Libya gerginliği ve iki ülke münasebetlerindeki kriz, 1975 Temmuzunda başlamış ve aralıklarla 1977 Ekimine kadar sürmüştür. 1975 Temmuzunda Mısır sınır makamları, Mısır'da karışıklık çıkarmak isteyen bir takım Libyalıları yakaladı. Bu hadise iki ülke münasebetlerini o kadar gerginleştirdi ki, Libya Mısır sınırlarına 400 tank sevketti ve Mısır da buna karşılık vererek Libya sınırlarına kuvvet yığdı. Bu gerginlik Ekim 1975 ayına kadar sürdü ise de, iki taraf da daha fazla ileriye gitmedi ve münasebetlerini normale döndürdüler. Fakat 8-9 Mart 1976 günlerinde, Mısır'da yüksek seviyedeki kişileri öldürmekle görevlendirilen 30 kadar Libyalı komandonun yakalanması, Mısır-Libya münasebetlerini yeniden gerginleştirdi. Bunun üzerine Libya, ülkesinde çalışmakta olan 22.000 kadar Mısırlıyı sınır dışı etti. Bu hadise de burada kaldı. 1977 yılında Mısır ve Libya savaş durumuna girdiler. 12 Temmuz 1977 günü, dört kişilik bir sabotaj grubunun Libya'dan Mısır'a girmek isterken Mısırlılar tarafından yakalanması üzerine, 14 Temmuz 1977'den itibaren Libya-Mısır sınır çatışmaları başladı. Bu çatışmalar, 17 Temmuzdan itibaren iki taraf tanklarının ve uçaklarının çarpışmasına dönüştü. Gerçekte Libya ile Mısır arasında bir savaş söz konusu idi. Dolayısiyle, Arap Ligi'nin ve diğer Arap ülkelerinin araya girmesi üzerine, Libya topraklarına girmiş olan Mısır, kuvvetlerini geri çekerek 24 Temmuzda savaşı durdurdu. Fakat iki devlet arasında münasebetlerin normale döndürülmesi ancak 1977 Ekiminde mümkün olabildi. Mısır'da, yüksek seviyedeki kişileri öldürmekle görevlendirildiği belirtilen 30 kadar Libyalı komandonun 8-9 Mart 1976'da yakalanmalarından bir kaç gün sonra, Enver Sedat, bir bomba patlattı. Sovyetlerle olan bağlarını birdenbire koparıverdi. Mısır'ın Amerika ile münasebetleri geliştikçe, Mısır-Sovyet münasebetleri bu gelişmenin üzerinde bir ipotek teşkil etmeye başladı. Libya ile münasebetlerin gayet gergin olduğu ve Lübnan iç savaşının da gayet yoğun bulunduğu bir sırada, Enver Sedat Sovyet yükünü sırtından atıverdi. 14 Mart 1977 günü, Mısır'ın parlamentosu olan Halk Meclisi'nde yaptığı konuşmada, 27 Mayıs 1971 tarihli ve Mısır ile Sovyet Rusya arasında "sarsılmaz dostluk" (unbreakable friendship) tesis eden "Dostluk ve İşbirliği Antlaşması"nın feshini Halk Meclisi'nden istedi. Enver Sedat bu konuşmasında, 1973 savaşından sonra Sovyetlerin Mısır'a karşı alakalarını azalttığından, Arap dünyasında "mihverler" yaratmak, yani Arap dünyasını bölmek için çaba harcadığından, Mısır'a silah ve yedek parça vermediğinden, 1975 Ocak ayında Brejnev'in Mısır'a yapacağı ziyareti iptal ettiklerinden, 1971 anlaşmasın canları nasıl isterse öyle tatbik ettiklerinden şikayetle, bu antlaşmanın artık bir yararı kalmadığını ve dolayisiyle feshedilmesi gerektiğini söyledi. Halk Meclisi 15 Martta, yani ertesi günü, aldığı bir kararla, Mısır-Sovyet dostluk antlaşmasını feshetti. İş bu kadarla da kalmadı. Halk Meclisi, 4 Nisanda aldığı bir kararla da, Sovyet donanmasının Mısır limanlarından yararlanmasını sağlayan anlaşmayı da feshetti. Enver Sedat'ın bu tutumu Amerika'yı çok sevindirdi. Aynı ölçüde, Sovyetlerin de canını sıktı. Mısır gibi, Orta Doğu'nun gayet stratejik bir ülkesi ve aynı zamanda da Arap dünyasının nüfuzlu bir devleti ile münasebetleri kopmuş oluyordu. Sovyetler bu kopmanın şokunu azaltmak için, 28 Nisanda Mısır'la gayet geniş çerçeveli bir ticaret anlaşması imzaladılar. Enver Sedat, şimdilik daha ileriye gitmeyi uygun bulmadı. Mayıs ayında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Sovyetler Birliği ile kavga etmek niyetinde değiliz. Bağımsız tutumumuzun anlaşılacağı ve kabul edileceği günün geleceğini ümid ediyorum ve o zaman Sovyetlerle münasebetlerimiz sağlam bir zemine oturmuş olacaktır." Şunu da belirtelim ki, Sovyetlerin Mısır'dan belirli bir ölçüde uzaklaşmalarında veya Enver Sedat'ın şikayet ettiği gibi, alakalarını azaltmalarında, 1974'den itibaren Sedat'ın takibe başladığı, Amerika ile münasebetleri yumuşatma politikasının da büyük rolü vardır. Enver Sedat'ın bu yeni tutumu, Amerika'yı bir Orta Doğu barışı konusunda daha da cesaretlendirdi ve harekete geçirdi. 1977 yılında Amerika'nın gösterdiği faaliyetler dolayısiyle, Mısır da dahil, Amerika ile Ürdün, Suriye, Suudi Arabistan ve İsrail arasında bir çok temaslar oldu. Hatta Amerika Dışişleri Bakanı Cyrus Vance ile Sovyet Dışişleri Bakanı Gromyko arasında New York'da 30 Eylülde yapılan görüşmeler sonunda, 1 Ekim 1977'de yayınlanan bir bildiride, bu taraflar, birbirlerinin meşru hak ve menfaatlerini karşılıklı olarak tanımaya davet edilmiş ve Aralık ayında Cenevre'de bir konferansın toplanacağı da açıklanmıştı. Lakin bunlardan hiç bir netice çıkmadı. 1977 Mayısında İsrail'de seçimler yapılmış ve Menachem Begin liderliğindeki Likud Partisi seçimleri kazanarak yeni hükümeti kurmuştu. Bu seçimlerden sonra, bilhassa Temmuz ve Ağustos aylarında Amerika'nın Time dergisi, İsrail'in çeşitli vasıtalarla Arap ülkeleriyle temasa geçmeye çalıştığı ve bilhassa mutedil Arap ülkeleri olan Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır ve Sudan ile barış müzakereleri için temas aradığını bildirdi. Dergi, İsrail ile gizli olarak devamlı münasebet halinde bulunan Fas'ın aracı rolünü oynadığını bildiriyordu. Başbakan Begin Ağustos ayında Romanya'yı ziyaret ettiğinde Romenler kendisine, Enver Sedat'ın bir çözüm için arzulu olduğunu söyleyince, Begin de Romenlere, bütün meselelerin müzakeresinde esnek bir tutum alacağını bildirince, bu haber hemen Kahire'ye uçurulmuştu. Böyle bir atmosferdedir ki, Enver Sedat 9 Kasım 1977 günü Halk Meclisi'nde yaptığı konuşmada, barış konusundaki kararlılığını açıklayarak, barış için en büyük engelin psikolojik engel olduğunu, bunu kırmak gerektiğini ve gerekirse kendisinin İsrail'e gitmeye hazır olduğunu, gerekirse dünyanın dibine kadar gidebileceğini bildirdi. Begin Sedat'ın bu konuşmasını ve teklifini cevapsız bırakmadı ve Enver Sedat'ı İsrail'e resmen davet etti. Enver Sedat ikinci bombasını patlatmıştı. Enver Sedat 19-21 Kasım günlerinde İsrail'i ziyaret etti ve 20 Kasım günü Kudüs'te İsrail parlamentosunda bir konuşma yaptı. Enver Sedat konuşmasında şu noktaları vurguladı: 1) Mısır barış yapmaya kararlıdır, fakat bu barış adalete dayanan bir barış olmalıdır. 2) Geçici bir anlaşma değil, devamlı çözüm ve barış getirecek bir anlaşma gereklidir. 3) Bu barış, yabancı toprakların işgaline dayanamaz. Dolayısiyle, İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi zaruridir. 4) Filistinlileri içine almayan bir barış mümkün değildir. Filistin meselesi Arap-israil meselesinin temel unsurudur. Bu sebeple, Filistinliler kendi vatanlarına ve kendi devletine sahip olmalıdır. 5) Bölgedeki her devletin güvenlikli sınırlar ve barış içinde yaşaması hakkı kabul edilmelidir. Buna karşılık Begin de yaptığı cevabi konuşmada, Sedat kadar açık, samimi ve heyecanlı olmamakla beraber, 14 Mayıs 1948'deki Bağımsızlık Deklarasyonunda, bütün komşu ülkelere barış ve iyi komşuluk elini uzattıklarını, karşılıklı yardım ve işbirliği teklif ettiklerini hatırlatarak, bugün de aynı şeyi istediklerini, bunun için de barışı ilk adımı olarak savaş durumuna son verilmesi gerektiğini, İsrail'in o günkü topraklarda bir vatana sahip olma hakkının bulunduğunu belirtti ve sonunda da her şeyi herkesle müzakereye hazır olduklarını ifade etti. Bu suretle İsrail ile Mısır arasında bir diyalog başlamış oluyordu. Fakat bu diyalog Arap ülkelerinde tepki ile karşılandı. Bilhassa Suriye, Libya, Irak ve FKÖ, Sedat'ın Kudüs ziyaretine büyük tepki gösterdiler. Buna karşılık, Ürdün, Suudi Arabistan ve Sudan daha mutedil bir tutum aldılar. İsrail-Mısır diyalogu başlamakla beraber, kolay gelişemedi. 25-26 Aralık 1977'de Begin Mısır'ı ziyaret ederek İsmailiye'de Enver Sedat ile görüşmelerde bulundu. Bu görüşmelerde, taraflar, barış görüşmelerini yürütmek ve bilhassa toprak meselelerini müzakere etmek üzere yüksek seviyede askeri komiteler kurdular. Bu komiteler kah Kahire'de, kah Kudüs'te toplantılar yaptılar. Bunlardan bir netice çıkmadı. Onun üzerine Amerika araya girdi ve tarafları uzlaştırmaya çalıştı. Bu da mümkün olmadığı gibi, İsrail'in Batı Şeria'da yeni Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlaması, hem Mısır ve hem de Amerika ile münasebetlerini bozdu. Amerika, yeni yahudi yerleşim merkezlerinin kurulmasını "barış için bir engel" saydı. Bu arada Amerika'nın Mısır ve Suudi Arabistan'a F-5 savaş uçaklarını satmaya karar vermesi, İsrail-Amerikan münasebetlerini daha bozdu. 1978 Ağustosunda İsrail'in bir yandan Amerika, bir yandan da Mısır ile münasebetleri iyice tatsız bir hale gelmiş ve barışa giden yol tıkanmış gibi görünüyordu. Bu sebeple Amerika tekrar inisyatifi ele aldı ve Enver Sedat ile Begin'i Vaşington yakınlarındaki Camp David'de müzakere masasına oturtmaya muvaffak oldu. Bu müzakerelere Başkan Jimmy Carter da aktif olarak katıldı. Camp David görüşmeleri 5-17 Eylül 1978'de yapıldı ve 17 Eylülde, Mısır, İsrail ve Amerika arasında Camp David Anlaşmaları imzalandı. Amerika bu anlaşmaları "tanık" olarak imzalamaktaydı. Camp David Anlaşmaları iki tane çerçeve anlaşmadan meydana gelmektedir. Bu iki çerçeve anlaşmadan biri, Orta Doğu barışının esaslarını çizmekte olup, Batı Şeria ile Gazze ve Filistin meselesini ele almaktadır. Diğeri ise, İsrail ile Mısır arasındaki barışın esaslarını çizmekte, yani Sina yanmadasına ait bulunmaktadır. Önce şunu belirtelim ki, Camp David anlaşmalarının iki hususiyeti vardır. Birincisi, bu anlaşmaların hükümlerinin tatbikinde ve bu anlaşmaların gerektirdiği bütün müzakerelerde Ürdün de bir taraf olarak kabul edilmekteydi. İkincisi, bu anlaşmalar, B.M. Güvenlik Konseyi'nin 1967'deki 242 sayılı kararı ile, 1973'deki 338 sayılı kararını da prensip olarak alıyordu. Batı Şeria ve Gazze, yani Filistin meselesi ile ilgili anlaşmaya göre, bu iki toprakta Filistinlilere muhtariyet verilecekti. Yani kendi işlerini kendileri idare edeceklerdi. Bu muhtariyetin şekil ve mahiyeti, İsrail, Mısır ve Ürdün arasında yapılacak görüşmelerle tesbit edilecekti. Beş yıllık bir geçici devreyi kaplayacak olan bu muhtariyet döneminde İsrail, bu iki toprakta, kendi güvenliğini de sarsmayacak şekilde, asker miktarını asgariye indirecekti. Beş yıllık muhtariyet döneminin üçüncü yılından itibaren, İsrail, Mısır, Ürdün ve Filistin muhtariyet idaresinin temsilcileri arasında, Batı Şeria ve Gazze'nin nihai statüsünü tesbit edecek bir anlaşma için müzakereler yapılacaktı. Bu anlaşma, Filistin halkının "meşru hakları" ile "adil istekleri"ni tanıyacaktı. Ayrıca, yine bu dönemde İsrail ile Ürdün arasında barış müzakereleri ve İsrail'ini güvenliğini sağlayacak düzenlemeler de yapılacaktı. İsrail-Mısır barışına ait çerçeve anlaşma ise, üç ay içinde İsrail ile Mısır arasında bir barış anlaşmasının imzası ile, İsrail'in barış antlaşmasının imzasından itibaren iki-üç yıl içinde Sina'dan tamamen çekilmesini öngörmekteydi. Bununla beraber, İsrail-Mısır barışının üç ay içinde imzalanması mümkün olamadı. Bunda iki sebep rol oynamış görünüyor. Biri, Begin'in Camp David anlaşmalarını tatbikte yeteri kadar iyi niyetle davranmamakta olmasıydı. Batı Şeria'da yeni yahudi yerleşim merkezleri kurulması bunun başında geliyordu. İkincisi ise, İsrail ile Mısır arasında bir uzlaşma sağlama endişesi ile, metinlerin açık ve seçik bir şekilde yazılmayıp, bir çok ifadelerin müphem kalmasıydı. Bu arada Kudüs meselesine hiç değinilmemişti. Çünkü iki tarafın bu konudaki görüşlerini uzlaştırmak mümkün olmayınca, bu meseleye hiç temas edilmemesi tercih edilmişti. Kudüs meselesi, daha aşağıda temas edeceğimiz üzere, daha sonra İsrail ile Mısır arasında ve Filistin muhtariyeti meselesinde büyük görüş ayrılığına sebep olacaktır. Diğer taraftan, Kudüs hakkında hiçbir şeyin söylenmemiş olması, Arap ülkelerinin tepkilerini de şiddetlendiren bir faktör olmuştur. Arap ülkelerinin Camp David anlaşmalarına tepkileri, Enver Sedat'ın Kudüse gitmesinden daha şiddetli oldu. Sedatın Kudüs ziyareti üzerine 1977 Aralık ayında Suriye, Libya, Irak, Cezayir, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı arasında teşekkül eden ve İsrail ile her türlü anlaşmayı reddeden, Kararlılık Cephesi (Steadfastness Front) veya Red Cephesi (Rejection Front), bu seferki tepkilerin de liderliğini üzerine aldı. Bunlar önce Şam'da bir toplantı yaparak Enver Sedat'ın politikasına karşı mücadele etmek üzere ortak bir siyasi ve askeri komutanlık kurdular ve Amerika'nın Orta Doğu'daki nüfuzuna karşı denge olmak üzere de Sovyet Rusya ile daha yakın münasebetler geliştirme kararı aldılar. Bunun üzerine, Suriye lideri Hafız Esad 5-6 Ekim günlerinde Moskova'yı ziyaret ederek Brejnevle görüştü ve yayınlanan bildiride, Camp David anlaşmaları reddedilerek, Suriye'nin "savunma potansiyelini" kuvvetlendirmek için gerekli kararların alındığı açıklandı. Bu gelişmelerden sonra, yine bu cephenin teşebbüsü ile 2-5 Kasım 1978 günlerinde Bağdat'ta Arap ülkeleri (Arap Ligi) zirve toplantısı yapıldı. Alınan kararlar, toplantı sonunda, uzun bir bildiri ile açıklandı. Bu kararlar alınırken, Fas, Sudan ve Umman genellikle muhalif kalmışlardır. Suudi Arabistan ise, yatıştırıcı bir rol oynayıp bunda da başarılı olduğu için, kararların ifadesi, bilhassa Mısır bakımından, yine de yumuşak olmuş sayılabilir. Kararlarda, özetle, Filistin davasının ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının, bütün Arap devletlerinin ortak bir davası olduğu, dolayısiyle bu meselede hiç bir Arap devletinin tek başına hareket edemiyeceği belirtilerek, Mısır, imzalamış olduğu Camp David anlaşmalarını feshederek, Arapların ortak hareketine katılmaya davet edilmekteydi. Aynı zamanda Mısır'dan, Camp David anlaşmalarının öngördüğü, İsrail-Mısır barışını da imzalamaması isteniyordu. Bu son nokta hakkında şunu da belirtelim ki, Mısır'ın İsrail ile barış imzalaması halinde alınacak tadbirler ve gösterilecek tepkiler de bu zirve toplantısında esas itibariyle ele alınmıştı. İsrail-Mısır barışı, Camp David anlaşmalarının öngördüğü gibi, üç ay içinde imzalanamadı. Bu barışın gecikmesindeki en mühim sebep, İsrail'in Camp David anlaşmalarını mümkün olduğu kadar dar bir şekilde yorumlamasına karşılık, Mısır'ın da aynı şekilde mümkün olduğu kadar geniş şekilde yorumlamaya çalışmasıydı. Mesela, bu anlaşmalarda Batı Şeria ve Gazze'de yaşayan Filistin halkının "meşru hakları"ndan söz edilmiş, lakin herhangi bir şekilde bağımsızlıktan bahsedilmemişti. Bu sebepten Begin, şimdi Judea ve Samaria dediği Batı Şeria'yı "tarihi İsrail"in ayrılmaz bir parçası sayıyordu. Buna karşılık Enver Sedat'a göre, beş yıllık muhtariyetten sonraki "nihai statü"ye bağımsızlık da dahildi ve Batı Şeria'nın muhtariyeti denince de, bu topraklara Kudüs de dahil olup, dolayısıyla Kudüs'ün de muhtariyeti söz konusu idi. Bu tartışmalar devam ederken, 1979 Şubatında İran'da monarşinin devrilmesi ve Humeyni liderliğinde bir Şii rejimin kurulması, büyük çoğunluğu Sünni olan Arap dünyasını alt-üst ettiği gibi, Amerika'nın da, İsrail'in de bölgedeki stratejik görüşlerini değiştirdi. Bu gelişme de, İsrail-Mısır barışının gerçekleşmesini kolaylaştırdı. İsrail-Mısır barış antlaşması 26 Mart 1979'da Vaşington'da imzalandı. Vaşington'da imzalandı, çünkü yine araya Amerika ve Bakan Carter girmek zorunda kaldı. Bu barışta da, Amerika'nın uzlaştırmagayretleri büyük rol oynadı. Bu barış antlaşması ile, 1948'denberi İsrail ile Mısır arasında süregelen savaş hali artık sona eriyor ve iki devlet arasında normal münasebetler başlıyordu. Taraflar, birbirlerinin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlıklarına saygı göstereceklerdi. Ve birbirlerinin "barış içinde" ve "güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde" yaşama hakkını kabul ediyorlardı. Birbirlerine karşı kuvvete ve tehdide başvurmamayı taahhüt ediyorlardı. Aralarındaki sınır, Filistin mandası ile Mısır arasındaki milletlerarası sınır (yani bugünkü sınır) olacaktı. İsrail Sina'dan çekilecekti. Bu barışın her iki tarafca tasdik edildiği (ki 27 Nisan 1979'da olmuştur) tarihten itibaren İsrail Sina'da, kuzeyde El-Ariş'ten güneyde Ras-Muhammed'e uzanan bir çizgiye çekilecekti ki, bu suretle Sina'nın hemen hemen üçte ikisini Mısır'a terketmiş olacaktı. Geri kalan bölümden çekilip Sina'yı tamamen terketmesi ise, 27 Nisan 1982'de, yani en geç üç yıl içinde olacaktı. Nitekim 27 Nisan 1982'den itibaren Mısır Sina'ya tamamen sahip olmuştur. Bununla beraber, İsrail'in güvenliği açısından Sina, İsrail sınırına doğru gittikçe azalan bir şekilde gayrı askeri hale getirildiği gibi, İsrail'in Mısır'a bitişik toprakları da bir şerit halinde askeri sınırlamalara tabi tutuluyordu. Diğer taraftan, yine 26 Mart 1979 günü Amerika ile İsrail arasında yapılan anlaşmaya göre, bu barış antlaşmasının ihlali veya İsrail'in bir saldırıya uğraması halinde, Amerika İsrail'e yardım için gerekli diplomatik, ekonomik ve askeri tedbirleri almayı kabul ediyordu. İkinci bir anlaşmaya göre de, 1 Eylül 1975 anlaşması gereğince İsrail'in Sina petrollerinden satın almaya hakkı olan petrolü Mısır kesecek olursa, Amerika İsraile, ihtiyacı olan petrolü 15 yıl süre ile satmayı garanti ediyordu. İsrail-Mısır barışının imzası, Mısır'ın Arap dünyası ile bağlarının tamamen kopmasına sebep oldu. Arap Ligi'nin 19 üyesinin dışişleri, maliye ve ekonomi bakanları 27 Martta Bağdat'ta toplandılar. Mısır davet edilmemişti. Davet edilen Umman ve Sudan, katılmayı reddettiler. Bağdat toplantısının 31 Martta açıklanan kararları, Mısır'ı yalnız bırakmak için, "diplomatik" ve "ekonomik" olmak üzere iki çeşit tedbiri ihtiva ediyordu. Diplomatik tedbirler çerçevesinde, Mısırla olan münasebetlerini keserek, elçilerini Kahire'den geri çektiler. Ayrıca, bütün diğer ülkelere, Arap ülkelerinin bu barış antlaşmasını kabul etmedikleri bildirilecekti. Ekonomik alanda ise, Mısır'a ekonomik ve mali yardım yapan Arap ülkeleri (ki bunların başında Suudi Arabistan geliyordu), bu yardımlarını keseceklerdi. Bağdat Konferansı'nın bu kararları, Mayıs ayı başından itibaren aynen tatbik edilmeye başlandı. Suudi Arabistan dahi, Mısır'a karşı sert tedbir almaktan kaçınmadı. Bu ise, Mısır ile Suudi Arabistan arasındaki münasebetlerin gerginleşmesine sebep oldu. Mısır tam bir yalnızlık içine girdi. Hatta, Camp David anlaşmalarının imzası karşısında fazla bir tepki göstermeyen Sudan bile, İsrail-Mısır barışının imzası üzerine ve diğer Arap ülkelerinin de baskısı ile, Kahire'deki elçisini geri çekmiştir. Mamafih, Libya'nın Çad'ı kontrol altına alma ve ayrıca Kaddafi'nin Sudan'daki Nimeyri rejimini devirme çabaları, Sudan ile Libya arasındaki münasebetleri bozunca, 1981 Martında Sudan tekrar Mısır'a dayanma yoluna gidecek ve Mısır ile münasebetlerini normalleştirecektir. 12 Ekim 1982 tarihinde de Mısır ile Sudan, bir birlik kurma kararı alacaklardır. İsrail-Mısır barışı bütün Arap dünyasında bir Amerikan aleyhtarlığının da şiddetlenmesine sebep olduğu için, Sovyetler bu durumdan çok memnun kaldılar. Camp David anlaşmalarına ve barışa karşı tepki, bir bakıma Sovyetlerin Orta Doğu'daki nüfuz imkanlarını arttırıyordu. Arap devletleri içinde de bilhassa Suriye Sovyetlerle münasebetlerini genişletti ve 8 Ekim 1980'de, "Dostluk ve İşbirliği" antlaşması imzalandı. 15 maddelik antlaşmanın 5'inci maddesine göre, taraflardan herhangi birinin barış ve güvenliğinin tehdit edilmesi halinde, bu tehdidin bertaraf edilmesi ve barışın yeniden tesisi amacı ile işbirliği yapmak için derhal birbirleriyle temasa geçeceklerdi. Buna karşılık, Amerika ve Batı dünyası da Sedat'ı destekledi. Sedat, bilhassa Amerika'dan gayet geniş ekonomik ve askeri yardım almaya başladı. 8 Ekim 1981'de bir suikaste kurban giderek hayatını kaybettiğinde, İsrail'in Sina'dan tamamen çekildiğini görememişti. Fakat, gerçekten İsrail 27 Nisan 1982'de Sina'dan tamamen çekilerek, Mısır Sina'ya tekrar kavuştu.http://www.jimmycarterlibrary.gov/do...lc00867.8a.jpg Camp David anlaşmaları ve arkasından İsrail-Mısır barışının imzası, Arap ülkeleri arasında bir dayanışma havası yaratmıştır. O kadar ki, Camp David anlaşmalarının imzası üzerine, araları 1966'danberi açık oIan Suriye ve Irak 1978 Ekiminden itibaren birbirlerine yaklaşmışlar ve bir birlik kurma kararı almışlardır. Fakat bu heves de uzun ömürlü olmamış ve 1979 Temmuzunda Irak lideri Hasan El-Bekr'in istifası ve yerine Saddam Hüseyin'in geçmesi ile, birleşme teşebbüsü de tarihe intikal etmiştir. Buna paralel olarak Arap dayanışması da fazla sürmemiştir. 1979 Şubatında İran'da Şah'ın devrilip Humeyni rejiminin başlaması ve 1980 Eylülünde de Irak ile İran'ın savaşa tutuşmaları, Arap dünyasını yeniden bölecektir. İsrail-Mısır barışı ile alakalı olarak belirtilmesi gereken son nokta da şudur: Bu barışın diğer Arap ülkelerini de İsrail ile uzlaşmaya sevkedeceği ümit edilmiş, lakin bu ümid gerçekleşmemiştir. Bu barış sadece Mısır'ı Arap dünyasından ayırmış ve dolayısiyle İsrail'i de güneyinde güvenlikli bir hale getirmiştir. Fakat diğer cephelerde, Arap ülkelerinin tutumları yumuşayacağı yerde, daha da sertleşmiştir. Bilhassa, 1976'danberi Suriye'nin bir çeşit işgalinde bulunan Lübnan, Filistin gerillalarının İsrail'e karşı gittikçe artan saldırıları için bir üs haline gelmiştir. Bu ise, Lübnan'ı İsrail saldırılarının hedefi yaptığı gibi, sık sık giriştikleri hava muharebeleri ile İsrail ile Suriye'nin çatışmalarına da sebep olmuştur. 1981 Mayısından itibaren de Suriye Lübnan'a, Sovyetlerin sağladığı SAM-6 füzelerini yerleştirmeye başlamış ve bu da İsrail'in Lübnan'a karşı tepkisini daha da arttırmıştır. Arap-İsrail gerginliğinin, İsrail-Mısır barışından sonra daha da artmasında, şüphesiz İsrail'in tutumu da, büyük rol oynamıştır. Bunun başında İsrail'in Camp David anlaşmalarında muhtariyet vermeyi vaadettiği Batı Şeria'da devamlı olarak yahudi yerleşim merkezleri kurmasıdır. İkincisi, Camp David anlaşmalarının hemen arkasından, 1978 Ekimi sonunda İsrail, Tel-Aviv'deki bakanlıkları Kudüs'e nakletmeye başlamıştır. Bu, bütün İslam dünyasında tepki yaratmıştır. Çünkü bu hareketi ile İsrail, Kudüs'ü geçici statüden çıkarıp, İsrail Devletinin başkenti yapıyordu. İsrail bununla da yetinmedi ve 1980 Temmuzunda, 1967 savaşında Ürdün'den aldığı Doğu Kudüsü de Batı Kudüs'e ilhak etti. Yani artık İsrail Kudüs üzerindeki egemenliğini tamamen yerleştirmiş olmaktaydı. Bunun da arkasından İsrail, yine 1967 savaşından beri işgal altında tuttuğu ve Suriye'ye ait olan ve Golan tepeleri denen toprakları da Aralık 1981'de ilhak etti. Yani bu toprakları da sınırları içine kattı. Bu hareketlerin ve faaliyetlerin de Arap ülkelerinin İsrail'e karşı tutumlarını sertleştirmelerinde büyük rolü olduğu bir gerçektir. |
Güney Yemen
Güney Yemen Bugünkü adı Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti olan Güney Yemen, 1839'danberi İngiltere'nin işgali altında bulunan ve Kızıl Denizin Hind Okyanusuna çıkış noktasında yer alan Aden bölgesinin 1967'de bağımsızlığını kazanması ile ortaya çıkmıştır.
Aden'in bağımsızlık mücadelesi 1963'de başlamıştır. Bu mücadeleyi iki grup yürütmüştür. Bunlardan biri Milli Kurtuluş Cephesi, diğeri de Mısır tarafından desteklenen Güney Yemen Kurtuluş Cephesi idi. Bunların her ikisi de bir yandan İngiliz idaresine ve aynı zamanda muhafazakar mahalli kabilelerin hakimiyetine karşı mücadele ederken, bir yandan da birbirleri ile mücadele etmişlerdir. Sonunda Milli Kurtuluş Cephesi duruma hakim oldu ve 30 Kasım 1967 de Güney Yemen'in bağımsızlığı ilan edildi. Fakat ne var ki, 1969 yılında Milli Kurtuluş Cephesi'nin Marksist sol kanadı iktidarı ele geçirdi ve ülkede sıkı bir sosyalist rejim uygulamasına başladı. Bütün yabancı şirketler ve ekonominin bütün sektörleri devletleştirildiği gibi, yeni hükümet Amerika ile de münasebetleri kesti. Buna mukabil, Sovyet Rusya ve Çin, Güney Yemen'in imdadına koştular. Sovyetler bilhassa silah yardımı yaptılar. Kuzeydeki Yemen Arap Çumhuriyeti'nin, bilhassa Suudi Arabistan ile yakın münasebetler kurması, Marksist Güney Yemen'in hiç hoşuna gitmediği için, aralarında devamlı hadiseler çıkmıştır. Kuzey Yemen'de de Marksist bir rejimin kurulması için, bu ülkede zaman zaman suikastler tertip etmekten ve yıkıcı faaliyetleri kışkırtmaktan geri kalmamıştır. Güney Yemen'in Marksist rejimi Umman'da (Oman) Sultanlığa karşı mücadele eden solcu gerillalara da yardım etmekten geri kalmamıştır. Güney Yemen başkanlarından Salim Rubaye Ali, Kuzey Yemen, Suudi Arabistan, Umman ve Amerika ile münasebetlerini geliştirmek istediği zaman, 1978 Temmuzunda bir darbe ile iktidardan düşürüldü ve öldürüldü. |
Irak-İran Savaşı
Irak-İran Savaşı Yakın zamanların en manasız savaşlarından biri sayılan Irak-İran savaşının kökeninde bir mezhep mücadelesi olduğu kodar, daha gerilere giden bir siyasi üstünlük mücadelesi de mühim sebeplerden biridir.
İran-Irak Münasebetleri 1958 Temmuzunda Irak'da monarşinin yıkılmasından sonra İran ile Irak arasındaki münasebetler bir türlü düzgün gitmemiştir. Bu tarihten sonra Irak'da daima sol rejimlerin hakim olması, Batı'ya dönük bir politika takip eden İran Şahı Riza Pehlevi'nin hiç hoşuna gitmemiştir. Diğer taraftan, 1970'de İngiltere'nin körfezden çekilmesinden sonra İran Şahı, İran Körfezi (Persian Gulf) dediği Basra Körfezini bir İran gölü haline getirmek istemiş ve bu faaliyetinde de Irak karşısına bir engel olarak çıkmıştır. Bu siyasi mücadelede İran, 1961'denberi Irak'ın başına dert olan kürt meselesini, zaman zaman Irak'a karşı bir koz olarak kullanmış ve kürt ayaklanmalarını desteklemiştir. 1968 Temmuzunda Irak'da Baas Sosyalist Partisi iktidara geldi. Baas Partisi, bilhassa İhtilal Komuta Konseyi Başkanı Yardımcısı Saddam Hüseyin Takriti'nin çabaları ile, 1961'denberi devam eden kürt meselesine bir çözüm getirmek üzere; Kürdistan Demokratik Partisi lideri Molla Mustafa Barzani ile 1970 Martında, kürtlere muhtariyet veren bir anlaşma imzaladı. Bu suretle Baas rejimi, yıllardanberi Irak'ın uğraştığı bir meseleyi bertaraf etmiş oluyordu. Baas rejimi, bunun arkasından 1972 Nisanında, Sovyet Rusya ile bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzalıyarak Sovyetlerden silah almaya başladı. Bu da Tabi İran'ı memnun edecek bir gelişme olmadı. Irak'ın 1970 Martında Kürtlerle imzaladığı muhtariyet anlaşmasını tatbik etmek imkanı olmadı. Çünkü bu anlaşmanın tatbikinde iki taraf arasında anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine 1974 Nisanında kürtlerle Irak kuvvetleri arasında, Irak'ın kuzey bölgelerinde silahlı çatışma başladı ve bu çatışma giderek bir iç savaş haline geldi. Bu iç savaşa 1974 Kasım ayından itibaren İran da karışmaya başladı. Çünkü bu tarihten itibaren İran kürtlere top ve tanksavar silahları vermeye başladığı gibi, Irak kuvvetlerinin önünden kaçan kürtler İran'a sığınıyor ve oradan takviye aldıktan sonra tekrar Irak kuvvetlerine karşı mücadeleye başlıyordu. 1974 yılı sonunda İran'a sığınmış bulunan Irak kürtlerinin miktarı 130.000'i bulmuştu. Irak bir bakıma İran'la da savaş yapmaktaydı. Bu sebeple, iki devletin münasebetleri gayet kötü bir duruma girdi. Mamafih, gerçek şudur ki, İran'ın kürtlere yardımı Irak'ı güç duruma sokmuştu. Fakat İran ve Irak arasındaki bu gerginlik fazla sürmedi. 1975 Martında Cezayir'de OPEC toplantısı vardı. Bilhassa Cezayir devlet başkanı Bumedyen'in aracılık çabaları ile, İran Şahı ile Irak Başkan Yardımcısı Saddam Hüseyin arasında, 6 Mart 1975 de, bu toplantı sırasında bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile, Irak ile İran arasındaki Şat-ül Arab nehir sınırı yeniden tesbit ediliyor ve buna karşılık İran da kürtlere yardım etmekten vazgeçiyordu. Bu anlaşmadan sonra İranın kürtlere yardımını tamamen kesmesi ile, kuzey Irak'taki kürt ayaklanması da sona ermiştir. Irak-İran kara sınırı ve Şat-ül Arap nehir sınırı anlaşmazlığı Osmanlı Devleti zamanında başlamış, 400 yıldan fazla süregelen bir anlaşmazlık olmuştur. 19'uncu yüzyılda Türk-İran sınırını düzenlemek ve tesbit etmek için 1823 ve 1847 Erzurum anlaşmaları yapılmış ise de, yine sınır anlaşmazlıkları eksik olmamış ve bunun üzerine, İran'la Osmanlı devleti arasında 1913 yılında İstanbul Protokolü imzalanmıştır. Bu protokol hem kara sınırı ve hem de Şat-ül Arap sınırını kesin olarak çiziyordu. Lakin, Lozan Antlaşması ile Türkiye Irak'tan çekildikten sonra, Irak ile İran arasında bilhassa Şat-ül Arap nehrinde anlaşmazlıklar çıktı. İki devlet arasında 1937 Temmuzunda bir anlaşma yapıldı ise de, bu anlaşmayı İran 1959 Nisanında feshetti ve bundan sonra başka hadiselerin de ilavesiyle iki tarafın münasebetleri bozuldu. 1975 Cezayir anlaşması, 1913 İstanbul protokolünde olduğu gibi, Şat-ül Arap nehrinde, milletlerarası hukuk kurallarına uygun olarak, Thalweg çizgisini İran ile Irak arasında sınır olarak kabul etmekteydi. Yine Cezayir anlaşmasına göre, taraflar, iyi komşuluk ve dostluk münasebetleri kuracaklar ve karşılıklı işbirliğinde bulunacaklardı. Cezayir anlaşması, her iki ülkenin yararına idi. Çünkü, Irak, kürt ayaklanması dolayısıyla İran ile doğrudan bir çatışmaya girme ihtimalinden kurtulduğu gibi, kürt ayaklanmasını bastırmak suretiyle Kerkük petrollerini yeniden işletme imkanını elde ediyordu. Buna karşılık İran da, Irak ile bir çatışma ihtimalini bertaraf ettiği gibi, Şat-ül Arap'taki sınırını Thalweg çizgisine kadar uzatıyor ve ayrıca Irak'ın, Şahın muhaliflerini desteklemekten vazgeçmesini sağlıyordu. 1979 Şubatında Şahın devrilmesi ve Humeyni rejiminin başlaması ile birlikte Irak-İran münasebetleri hızla kötüye gitmeye başladı. Humeyni rejimi Irak için rahatsızlık verici idi. Çünkü İran'da bir Şii rejiminin kurulması, halkının asgari yüzde 40'ı Şii olan Irak için tehlikeli bir gelişme idi. Kaldı ki, Humeyni daha ilk günden itibaren bütün Arap ülkelerindeki Şİİ'leri ayaklanmaya kışkırtmış ve bununla da yetinmeyerek bir takım yıkıcı faaliyetlere de girişmişti. Irak lideri Saddam Hüseyin, 17 Eylül 1980 günü Milli Meclis'te yaptığı konuşmada Cezahttp://z.about.com/d/worldnews/1/0/0...n-iraq_war.jpgyir Anlaşmasını feshederken, bu noktaya şu şekilde değiniyordu: "Dinsel çağrı kisvesi, Acem ırkçılığını gizlemek için bir maskeden başka bir şey değildir. Acem ırkçıları din kisvesi altında, Araplara karşı besledikleri kinlerini gizlemeye çalışmakta, din kisvesi bölge halkları arasında kin, gericilik ve bölücülük duygularını körüklemekte ve ister bilerek, ister bilmeyerek, uluslararası siyonizmin tasarılarına hizmet etmektedirler." Gerçekten, Saddam Hüseyinin sözünü ettiği Şii bölücülüğü tehlikesi, daha 1979'un ilkbahar aylarından itibaren ortaya çıkmıştı. Irak'da Şİİ nüfus genellikle Bağdat'ın güneyindeki Necef ve Kerbela bölgelerinde yaşamakta idiler ve liderleri de Ayetullah Muhammed Bekir El-Sadr idi. Bekir El-Sadr, Humeyni rejiminin ilk gününden itibaren, Humeyniyi ve İran ihtilalini desteklediğini açıkça ilan etmekten kaçınmamıştı. Bundan dolayı, Bekir El-Sadr liderliğindeki Şii'ler 1979 Haziran ayı başında Irak'taki Baas rejimi aleyhine gösterilere başladılar. Güvenlik kuvvetleri bu gösterilere engel olmak isteyince, iki taraf arasında çarpışmalar oldu. Çarpışmalarda 2 kişi öldü ve 16 kişi yaralandı. Hükümet, Bekir El-Sadr'ı tevkif etti ve bir süre sonra da idam etti. Ayrıca, Şii liderliğinin ileri gelenlerinden 31 kişiyi de ülke dışına çıkardı. Bu hadiseler üzerine Irak Şii'leri, 1979 yılı ortalarında Necef'te İslam Kurtuluş Hareketi adı ile bir teşkilat kurup Humeyni ile temasa geçtiler. Humeyni rejimi ile Irak'ın münasebetlerini bozan bir diğer mesele de Şah zamanında olduğu ibi, yine kürt meselesidir. İranda Şah'ın düşmesi ve otoritenin yok olması, buna ilaveten İran ürtlerinin bağımsızlık hareketleri, İranın Irak'a bitişik bölgelerini Irak Kürtleri için bir sığınak aline getirdi. Irak hükümetinin takibinden kaçan kürtler İran'ın bu bölgelerine sığınmaktaydı. albuki Irak'ın kendi ülkesindeki kürt ayaklanmalarını bastırabilmesi için Türkiye ve İranın işbirliğine ihtiyacı vardı. Nitekim Irak bu konuda Türkiye ile 20 Nisan 1979 da bir anlaşma izalamıştı. Fakat İran'la aynı işbirliğini kurması mümkün olmadı. Bunun için Irak, İran ürtlerinin Irak Kürtleriyle bağını kesmek ve onlara bir uyarıda bulunmak amacı ile, 4 Haziran 1979 günü İran'ın Sanandaj bölgesindeki kürt köylerini uçaklarla bombardıman etti. Bu ombardımhttp://cache.eb.com/eb/image?id=82597&rendTypeId=4an bir süre için netice verdi. Fakat İran ile Irak arasında bu bölgedeki sınır atışmalarını sona erdiremedi. Çatışmalar 1980 yılı boyunca da devam etti. O kadar ki, 27 Ağustos 1980 günü bu çatışmalarda İranlılar Irak kuvvetlerine karşı ilk defa yerden yere (SS) üzeler kullandılar. 1980 yazında münasebetler bu hale gelmişti. Bir başka anlaşmazlık konusuda Kuzistan Arapları idi. Humeyni rejimi işbaşına gelince uzistan Arapları da muhtariyet istediler. Abadan petrolleri Kuzistan bölgesinde olduğu için, raplar murtariyetle birlikte, petrol gelirlerinden hisse ve aynı zamanda da merkezi hükümette emsil hakkı istediler. Arapların lideri Şeyh Muhammed Tahir Hakani idi. Humeyni Arapların nu isteklerini kabule yanaşmayınca 1979 Mayısında Araplarla Devrim Muhafızları arasında Hurremşehir'de çarpışmalar başladı. Hurremşehir, Şat-ül Arap'ın karşı kıyısında ve Abadan'ın biraz kuzeyinde idi. Irak bu çarpışmalarda Kuzistan Araplarına silah ve cepane yardımı yaptı. Kalaşnikoflar ve roket-atarlar verdi. Bu ise Irak-İran münasebetlerini gerginleştirdi. 1980 yaz aylarında güneyde Irak-İran sınırında devamlı çatışmalar ve çarpışmalar olmaktaydı. Irak'ı İran'a savaş açmaya sevkeden bir sebeb de, Saddam Hüseyin'in 1979 Temmuzunda, yani İran ihtilalinden bir kaç ay sonra, iktidarı ele almasını müteakip, gerek kendisine, gerek arkadaşlarına karşı komplolar başlaması idi. Saddam Hüseyin içerde ciddi bir muhalefet ile karşı karşıya bulunuyordu. 1980 yılı içinde bu muhalefet daha da şiddetlendi. Çoğunlukla Şİİ'ler tarafından desteklenen Dava Partisi bu siyasi muhalefeti temsil ediyordu. Bu siyasi muhalefette, şimdi Irak ile münasebetleri Saddam Hüseyin ile beraber bozulmaya başlayan Suriye'nin de bir tesiri olduğu muhakkaktır. Fakat Saddam Hüseyin bu siyasi muhalefete karşı sert tedbirler aldı ve Dava ile alakası olan herkesin idam edileceğini ilan etti. Buna mukabil, Dava Partisi ile bağları olan lraklı Mücahidin grubu da, Irak'ın içinde ve dışında, bir takım suikastlere ve sabotajlara girişti. Bu iç muhalefet dolayısiyle, Saddam Hüseyinin de halkın dikkatini bir dış meseleye çekmek istemesi şüphesiz ihtimal dışı değildir. Bu şartlar içinde 1980 Ağustosu geldiğinde, zaten Irak-İran sınırlarında çarpışmalar yoğunlaşmaya başlamıştı. Eylül başından itibaren çarpışmalar şiddetlenmiş ve 10 Eylülde Irak Kasr-ı Şirin ile Naft-i Şah arasındaki araziyi ele geçirdiğini iddia ediyordu. http://imaginarymuseum-archive.org/O...n-iraq-war.jpgSavaş Irak için yapılacak tek şey kalmıştı: Savaşa resmen başlamak. 17 Eylülde Saddam Hüseyin Milli Meclis'te yaptığı konuşmada, 6 Mart 1975 tarihli Şat-ül Arap anlaşmasını feshettiğini ilan etti. Yani Irak, nehrin iki yakasının da kendisine ait olduğunu söylemek istiyordu. 22 Eylül 1980 gününden itibaren de Irak Orduları; kuzeyde Kasr-i Şirin, ortada Mehran ve güneyde de Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir bölgelerinde İran topraklarına girmeye başladı. Irak-İran savaşı resmen böyle başlamıştı. Irak İran'a saldırırken, kolay bir zafer elde edeceğini ve bu suretle kendisi Arap dünyasında büyük prestij kazanırken, Humeyni'nin itibarını kıracağını ve belki düşmesini sağlayacağını ümid etmişti. Irak'ı bu ümide sevkeden başlıca faktör, İran ordusunun, zayıf ve dağınık durumda olmasıydı. Kaldı ki, İran ordusunun silahları esas itibariyle Amerikan silahları idi ve Amerika iki yıldır yedek parça vermiyordu. Irak'ın ümidi gerçekleşmedi. İran'ı dize getiremediği gibi, savaşın da başında İran'dan işgal ettiği bir kısım toprakları İran geri aldı. İran beklenmedik bir direnme gösterdi. Humeyni'nin ülkedeki prestiji daha da arttığı gibi, şüphesiz Saddam Huseyin'in prestiji de ağır bir darbe yedi. 700 Km.'lik bir cephede harekete geçen Irak kuvvetleri, kuzeyde Panjwi ve Kasr-ı Şirin, ortada Mehranı aldılar ve Susangerd, Ahvaz ve Hurremşehir önlerinde İranlıların sert bir direnmesi ile karşılaştılar. Ekim 1980 sonunda Hurremşehir Irak kuvvetlerinin eline geçti. Bundan sonra kara muharebeleri durgunlaştı ve cephe sabitleşti. Taraflar zaman zaman karşılıklı saldırılar yaptılarsa da, uzun süre bir değişiklik olmadı. 1982 Mayısında İranlıların büyük kuvvetlerle yaptıkları saldırılar karşısında, Irak kuvvetleri savaşın başından beri elde ettikleri bütün toprakları terkederek, Irak sınırlarına dönmek zorunda kaldılar. 1983 yılı başında İran, ikinci bir büyük saldırı ile Irak topraklarından içeri girip, Bağdat-Basra yolunu kesmek istedi ise de o da bir şey yapamadı. Savaş böyle garip bir şekilde devam etmektedir. Savaş her iki tarafın petrol kaynaklarında ağır tahribat meydana getirmiştir. Zira, her iki taraf da savaşın ilk gününden itibaren birbirlerinin petrol rafinelerini havadan bombardıman ettiler. 1981 yılı başında Irak'ın günde 3.1 milyon varil ve İran'ın da 1.4 milyon varil olan petrol üretimleri, her ikisi için 600.000 varile düşmüştü. Savaş Karşısında Devletler Irak-İran savaşının neticesiz bir savaş haline gelmesinde, Amerika ve Sovyet Rusya'nın tarafsız tutum almaları ve taraflara silah vermemesi büyük rol oynamıştır. Sovyetler, her iki tarafı da gücendirmekten kaçınmıştır. Kendisine daha yakın olan Irak'a silah yardımı yapması, İran'ı Batı'nın kucağına atabilirdi. Amerikanın ise Irak'la bir münasebeti yoktu ve Irak İsrail meselesinde sertlik taraftarlarından biri idi. Arap ülkelerine gelince: Körfez Savaşı denen Irak-İran savaşı, Arap dünyasındaki bölünmeyi daha da keskinleştirmiştir. Basra Körfezi ülkeleri ve Suudi Arabistan, Irak-İran savaşı karşısında bir rahatlık duydular. Körfez ülkeleri her ne kadar Saddam Hüseyin'in Körfeze hakim olmak ve Arap liderliğini ele geçirmek hususundaki tasarılarını biliyor idiyseler de, Irak'ın İran'ı yenerek Şii tehlikesini bertaraf etmesi daha fazla çıkarlarına idi. Fakat Saddam Hüseyin'in hesapları yanlış çıkınca, bilhassa Suudi Arabistan Irak'a yardım etmeye başladı. O kadar ki, Irak'ın durumu 1982 yılında kötüleşmeye başlayınca, Suudi Arabistan İran'a, savaşı durdurması için 50 milyar Dolar teklif etmiş, fakat İran 150 milyar Dolar istemiştir. Ürdün de Irak'ı destekleyenler arasında yer almıştır. Bu da Ürdün ile Suriye'nin münasebetlerini gerginleştirmiştir. Çünkü Suriye kesinlikle İran'ı desteklemiştir. Libya da Suriye'nin yanında yer almıştır. Savaşın kazançlısı İsrail ile Mısır olmuştur. Zira Arap dünyasının bölünmesi ve bilhassa Irak'ın İran'la başının derde girmesi, İsrail için rahatlatıcı bir gelişme idi. Mısır da genellikle lrak'a sempati göstermiş ise de, bu bölünmelere aktif bir şekilde katılmamıştır. Buna karşılık, bu çatışmaların dışında kalan Mısır'ın tesiri ve prestiji artmıştır. Hem Suudi Arabistan ve hem de F.K.Ö gizli gizli Mısır ile temasa geçmeye başlamışlardır. Irak-İran savaşı Humeyni ihtilalini desteklemiş olan F.K.Ö için sıkıntılı bir durum yaratmıştır. Nihayet, Irak-İran savaşı, Körfez ülkelerihttp://bloodbankers.typepad.com/subm...ranIRaqWar.jpg için bir güvenlik meselesi de ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple 6 Körfez ülkesi (Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn ve Umman) ile Suudi Arabistan arasında, uzun temas ve müzakerelerden sonra, 26 Mayıs 1981 de Körfez İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Bu askeri veya siyasi bir ittifak değildi. Fakat icabında o istikamete de gidebilecekti. Savaşı Durdurma Çabaları Daha ilk günden itibaren, bu savaşı durdurmak için, çeşitli çevrelerden çeşitli teşebbüsler yapılmış, fakat bunların hiç biri netice vermemiştir. 23 Eylül 1980 günü Güvenlik Konseyi başkanı taraflara savaşı durdurma çağrısında bulunduğu gibi, Güvenlik Konseyi de 28 Eylül 1980 tarih ve 479 sayılı kararında aynı çağrıyı tekrarlamıştır. İran 24 Mayıs 1982'de Hurremşehir'i geri alıp da, savaşı Irak topraklarında devam ettireceğini söyleyince, Güvenlik Konseyi 12 Temmuz 1982 günlü ve 514 sayılı kararı alarak tarafların derhal ateş kesmelerini istemiştir. Bu istek Konseyin 4 Ekim 1982 günlü ve 522 sayılı kararında bir kere daha tekrar edilmiştir. Bunun yanında, B. M. Genel Sekreteri, İsveç'in eski başbakanlarından Olaf Palme'yi Irak ile İran arasında aracılık yapmakla görevlendirmiştir. Palme, 1980 Kasım ayında, 1981 yılının Ocak, Şubat ve Haziran aylarında ve son olarak 1982 Şubatında Tahran ve Bağdatı ziyaret etti ise de bir netice alamadı. İran, Irak'ın işgal ettiği topraklardan tamamen çekilmesi, tamirat borcu ödemesi ve Irak'ın cezalandırılması şartlarını ileri sürdü. Savaşın başlarında Irak'ın şartı da İran'ın, Irak'ın Şat-ül Arap üzerindeki egemenliğini tanıması idi. İslam Konferansı da ilk günden aracılık için harekete geçti. Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ül Hak başkanlığında üç kişilik bir İslam Konferansı barış heyeti Tahran ve Bağdatı ziyaret etti. İslam Konferansı 20 Ekimde her iki tarafa ateş-kes teklif etti. Bunlardan bir netice alınamayınca, 25-29 Ocak 1981'de Taif'de toplanan 3'üncü İslam Zirve Konferansı, Pakistan, Bangladeş, Gambia ve Gine devlet başkanları, Türkiye Başbakanı ve Malaysia ve Senegal Dışişleri Bakanları ile Yasir Arafat ve İslam Konferansı Genel Sekreteri Habib Şatti'den kurulu bir Aracılık Komitesi teşkil etti. Bu Komite, 28 Şubat-1 Mart 1981'de, 1982 Martında bir çok defa, 1982 Nisanında, 1982 Haziranında ve son olarak da 1982 Ekiminde, toplam dokuz defa, Tahran, Bağdat ve Cidde arasında mekik dokudu. Lakin bir uzlaşma sağlayamadı. Bunun yanında Arap Ligi'nin ricası üzerine Türkiye Başbakanı Bülend Ulusu da Ocak 1982'de aracılık teşebbüsünde bulundu. Ayrıca, F.K.Ö., Suriye ve Kuveyt, Küba lideri Castro da münferid aracılık tekliflerinde bulundular. Irak ve İran Bağlantısızlara dahil olduğu için, Bağlantısızlar da 1980 Ekiminde, Küba, Hindistan, Pakistan, Zambia, Malaysia dışişleri bakanları ile F.K.Ö temsilcisinden kurulu bir Arabulucuk Komitesi teşkil ettiler. Bu komite 1981 Şubatında, 1981 Nisanında, Mayısında ve Ağustosunda ve nihayet 1982 Nisanında aracılık çabalarında bulundular. Onlar da bir netice alamadılar. Hiç bir savaşta bu kadar çok arabuluculuk yapılmamıştır. |
İran'da Şah'ın Devrilmesi: Yeni Rejim
İran'da Şah'ın Devrilmesi: Yeni Rejim
1970'li yılları bitirip 1980'li yıllara başlarken Orta Doğu, üç büyük ve mühim hadiseye şahit oldu: İran'da Şah'ın devrilmesi, Sovyet Rusya'nın Afganistan'ı işgali ve Irak-İran Savaşı. Bu üç hadise, Orta Doğu'nun stratejik yapısını da değiştirmiştir. Bu büyük değişmenin başlangıcını şüphesiz, İran'da Şahın'ın devrilmesi ve yerini bambaşka mahiyetteki bir rejimin ve aynı şekilde farklı bir dış politikanın alması teşkil etmektedir. İran'da monarşin'in yıkılması, beklenmedik bir şekilde ve çok süreçli olmuştur denebilir. Karışıklıklar, 1978 Ocak ayından itibaren şiddetlenmiş ve 1979 Ocak aylnda Şah ülkeyi terketmek zorunda kalmış ve Şubat ayında da monarşik rejim yerini Humeyni liderliğindeki yeni bir rejime bırakmıştır. Fakat bu kadar hızlı bir gelişmenin sebepleri ise daha gerilere gitmektedir. Sebepler İran'ın gelişmelerinde 1973 yılı, yani petrol krizi, mühim bir yer işgal eder. Çünkü petrol krizi İran'ın da Şah'ın da kaderini tayin etmiştir. İran feodal bir yapıya sahipti. Büyük toprak sahiplerinin yanında 2 milyona yakın aile topraksızdı. Din faktörü İran'da daima müessir olmuş ve mollalar ve Ayetullahlar sosyal yapı içinde ağırlıklarını daima hissettirmişlerdir. Şüphesiz bunlar, çağdaşlaşmanın ve modernleşmenin en büyük engeli idiler. Sivil ve asker, bir aydınlar kitlesinin varlığı bir gerçekti. Fakat, 1941 yılındanberi ülkeyi demir bir yumrukla idare eden Şah Muhammed Riza Pehlevi, bunları kendi etrafında toplamasını bilmişti. Bilhassa Ordu, Şah'ın dayandığı en büyük destekti. Bu şartlar içinde Şah'ın giriştiği bazı reform hareketleri çok zayıf kalmıştır. 1960'ların başında teşebbüs ettiği toprak reformu da beklenen neticeyi vermemiş ve derde devaolamamıştı.İşte bu atmosfer içindedir ki, 1973 petrol krizi ile petrol fiyatları roket hızı ile yükselmeye başladı. Tabi İran'ın petrol geliri de beklenmedik bir şekilde arttı. Bu zenginleşme ile beraber de, İran toplumunun göze çarpmayan hastalıkları ve rahatsızlıkları da su üstüne vurdu. Petrol gelirinin hızla artması İran'ın ekonomik kalkınma hızını yüzde 10 gibi gayet yüksek bir seviyeye çıkardı. İran en kısa zamanda gelişmiş ülkeler arasındaki yerini alacahttp://crytc.uwinnipeg.ca/images/mah...evolution2.jpgk gibi görünüyordu. İran Şah'ı ülkeyi bölgenin en büyük askeri gücü yapmak üzere, çok yakın münasebetler içinde olduğu Amerika'ya milyarlarca dolarlık silah sipariş etti. İran gözlerini Basra Körfezi'nin tüm hakimiyetine çevirdi. Bu askeri politika ile beraber ekonomik kalkınma ve sanayileşme politikasına da hız verdiği bir gerçektir. Her iki alanda da yürütülen bu çabalar, esas itibariyle Batı'ya dayanmaktaydı. Bunun içindir ki, 1978 yılı geldiğinde, ülkede, 50.000'i Amerikalı olmak üzere 100.000 bin kadar yabancı uzman bulunuyordu. Fakat ne var ki, bu kalkınma, çağdaşlaşma ve modernizasyon çabaları, din çevrelerinin tepkisine sebep olmaya başladı. Bir defa modernleşme bu çevreler tarafından, İran halkının geleneksel toplum değerlerinden uzaklaşması şeklinde yorumlandı. Batı'ya yöneliş, milli ve manevi değerleri terketme şeklinde telakki edildi. Diğer taraftan zenginleşme ile beraber Batı ile ekonomik ve teknolojik yakınlaşmanın bir diğer neticesi de ekonomik alanda kendisini gösterdi. Sanayileşme ve şehirleşme, kırsal alandan şehire akını hızlandırdı. Bu ise, tarımın zayıflamasına ve tarımsal üretimin düşmesine sebep olduğu gibi, şehirlere akın, şehirlerde bir işsiz kitlesinin ortaya çıkması neticesini verdi. Tarımsal üretimin düşmesi ve paranın bolluğu, gıda maddeleri ithalatını ve hatta lüks tüketim malları ithalatını hızlandırdı. Sade 1978 yılında İran'ın ithal ettiği gıda maddelerinin değeri 2 milyar doları bulmaktaydı. Bunun yanında, enflasyon meselesi ortaya çıktı. 1978'de enflasyon nisbeti yüzde 35'e çıkmış, buna karşılık kalkınma hızı da yüzde 3.5'a düşmüştü. Enflasyon ise sosyal ve ekonomik dengesizlikleri arttırdı. Bir halde ki, tüketimin yüzde 40'ı halkın yüzde 10'una aitti. Bu ekonomik sıkıntı ve meselelerin karşısında Şah'ın politikası ve idaresi iki prensibe dayanıyordu: Birincisi, kendisiyle beraber olanlara, kendisini destekleyenlere her türlü maddi imkan ve refahı sağlamaktı. Bu ise, ülkede rüşvetin ve suistimalin ayyuka çıkmasına sebep oldu. Bir halde ki, Şah'ın kendi ailesi mensupları dahi rüşvetin ve suistimalin içinde boğulur hale geldiler. Bunlar bir çok şirketlerin hissedarı idiler. Tabiatiyle rüşvetin bu hale gelmesi halkın gözünden, bilgisinden ve nihayet tepkisinden kaçamazdı. Şah'ın politikasının ikinci prensibi ise, kendisinden olmayanları ve kendisine karşı gelenleri, yani muhaliflerinin en küçüğünü dahi, acımasız bir şekilde ezmekti. İran'ın meşhur gizli istihbarat teşkilatı SAVAK bu politikanın en müessir vasıtası ve İran halkının korkulu rüyası olmuştu. Bu şartlarda rejime karşı çeşitli muhalif grupların ortaya çıkması Tabi bir netice idi. Bilhassa sol gruplar 1975-1976'dan itibaren terörist faaliyetlere başlamışlardı. Bu sol grupların en eskisi, komünist Tudeh Partisi idi. Fakat terörist faaliyetlerin en aktif kuruluşları da, ilerici İslamcı Mücahidin-i Halk ile, Marksist-Leninist Fedadayin-i Halk idi. Ortada ise, 1977 Aralık ayında kurulan ve aydınları, öğrencileri içine alan, Şah'ın yetkilerinin sınırlanması ile siyasi hürriyetlere taraftar, anayasacı bir kuruluş olan Milli Cephe Kuvvetleri Birliği veya kısa adı ile Milli Cephe bulunuyordu. Milli Cephenin liderleri Dr. Kerim Sanjabi ile Şahbur Bahtiyar idi. Profesör Mehdi Bazargan'ın İslamcı karakteri ağır basan İran Kurtuluş Hareketi de Milli Cepheye dahil küçük bir gruptu. Bunların sağında ise, en kuvvetli grup olarak, İran'ın milli, geleneksel ve Şii karakterine ağırlık veren, dolayısiyle Batı kültürüne karşı çıkan, İran'ın İslam Hukukuna, yani Şeriat'a göre idare edilmesini ve kanunların Şeriat'a uygunluğunu kontrol edecek beş kişilik bir din adamları heyeti oluşturulmasını isteyen dinciler grubu geliyordu. Liderliğini Ayetullah Ruhullah Humeyni ile Ayetullah Said Kasım Şeriatmedari'nin yaptığı bu grup, İran'da mevcut 180.000 molla ile, nüfuzları geniş olan Bazaari'ler yani çarşı esnafı ve endüstrileşme ve şehirleşmenin neticesi büyük şehirlere yığılmıhttp://crytc.uwinnipeg.ca/images/mah...evolution3.jpgş bulunan ve işsiz kitle tarafından desteklenmekteydi. Humeyni Şah'a karşı muhalefeti dolayısiyle 1963 yılındanberi Irak'ta yaşamaktaydı. 1963 yılında Irak'a iltica etmek zorunda kalmıştı. Bununla beraber, kitleler üzerindeki nüfuzu ve tesiri çok büyüktü. Bu sebeple, 1978 sonbaharında İran'daki ayaklanmalar iyice genişleyince, İran'ın isteği üzerine, Irak Humeyni'yi ülkesinden çıkardı ve Humeyni Ekim ayında Paris'e geçip muhalefet karargahını orda kurdu ve ayaklanmaları oradan idare etti. Daha mutedil bir karaktere sahip olan Şeriatmedari ise, Irak'daki Azeri Türklerindendi ve Kum şehrinde yaşamaktaydı. Gelişmeler Rejime karşı muhalefetin, ayaklanmaya dönüşmesi, 1978 Ocak ayında Kum şehrinde patlak veren ayaklanmalarla olmuş, Şubat ayında da Tebriz'e ve diğer şehirlere sıçrayarak bütün yıl boyunca genişleyerek 1978 yılında hükümet kuvvetleriyle halk arasındaki çarpışmalarda 2.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Burada hemen şunu belirtelim ki, ayaklanmalara ve çatışmalara iki kuvvet hakim olmuş ve rejimi de bu iki kuvvet yıkmıştır: Cami ve petrol kuyuları. Cami dinci kuvvetlerin hareket noktası, yani aşırı sağın bir çeşit karargahı, solcu grupların kışkırttığı grevlerle de petrol kuyuları solun en kuvvetli vasıtası olmuştur. Şah'ın siyasi gücü petrol parasına dayandığı için, sol Şah'ın altından bu gücü çekip almak için, grevler vasıtasiyle üretimi düşürmüştür. Bir halde ki, günde 6 milyon varil olan petrol üretimi 1978'in sonunda 700.000 varil düşecektir. 1978 Ağustos ayındaki İsfahan çatışmaları ile, İran'ın iç karışıklıkları bir dönüm noktasına gelmiştir. Bundan sonra hadiseler hızla akmaya başlamıştır. Bir yandan İsfahan'da sıkıyönetim ilan edilirken, öte yandan durumu yatıştırmak için başbakanlığa mutedil bir şahıs olan Cafer Şerif-İmami getirildi. Şerif-İmami 1979 Haziranında genel seçimler yapmayı vaad etti ise de halkı yatıştıramadı. Ülkenin her tarafında Şerif-İmami aleyhine geniş gösteriler başladı. Bunun üzerine Tahran ve diğer 10 büyük şehirde de sıkıyönetim ilan edildi. Bu ise, gösterilerin ve çarpışmaların daha da artmasına sebep oldu. Gerek kamu sektöründe, gerek petrol kuyularında grevler başladı. Şerif-İmami 5 Kasımda istifa etmek zorunda kaldı ve 6 Kasımda General Gulam Riza Azhari yeni hükümeti kurdu. Azhari hükümeti ile birlikte Şah da bir çok taviz vermeye başladı. Siyasi mahkumlar serbest bırakılarak, siyasi muhalifler için af ilan edildi. İslami takvim kabul edildi. Şah ailesi mensuplarının iş hayatına girmesi yasaklandı. Şah da radyoda yaptığı bir konuşma ile hatalarını itiraf etti. Fakat bunların hiçbiri çözüm getirmedi. Bu tavizler halkı yatıştıracağı yerde, bir bakıma Şahı daha da zayıf duruma düşürdü ve çarpışmaları ve kaynaşmaları daha da şiddetlendirdi. Bu arada, halkın elinde Humeyni'nin Paris'ten gönderip ülkeye gizlice giren bildiriler dolaşıyordu. Humeyni,http://hercules.gcsu.edu/~hedmonds/i...20hostages.jpg İslam adına halkın kanını dökmesini istiyor ve askerlere de halk ile birleşmesini söylüyordu. Azhari hükümeti ancak iki ay dayanabildi. 6 Ocak 1979'da yeni kabineyi Dr. Şahpur Bahtiyar kurdu. Bahtiyar 17 maddelik bir hükümet programı ilan etti. Bu program, bir takım hürriyetleri getirdiği ve rejimin sertliğini giderecek pek çok tedbirleri ihtiva ettiği gibi, dini liderlerin devlet idaresinde daha fazla rol almasını sağlayacak esasları da ihtiva ediyordu. Keza İsrail'e petol satışı durdurulacak ve Arap devletleri ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı ile de daha yakın münasebetler kurulacaktı. Bahtiyar hükümeti ile beraber, İran'da Şah'sız bir idare de başladı. Zira, hadiseleri bir türlü kontrol altına alamayan Şah, bir taviz daha vererek, geçici bir süre için ülkeden ayrılmaya karar verdi. 16 Ocak 1979 günü İran Şahı Muhammed Riza Pehlevi ve eşi Şahbanu Farah Tahran'dan ayrıldılar. Gerçekte bu, İran'da monarşinin fiilen sona ermesi idi. Her ne kadar, 9 kişilik bir Niyabet Konseyi kurulmuş ise de, artık her şey bitmişti. Şahın ülkeden ayrılması, ayaklanmanın kesin zaferi idi ve bundan dolayı da bütün ülkede bir bayram sevinci ile kutlandı. Artık her şey Humeyni'nin kontroluna geçiyordu. Bahtiyar'ın başbakanlığı kabul etmesi Humeyni'yi kızdırmıştı. Bu sebeple o da, Bahtiyar hükümetini meşru saymayıp, onun yerine İslam Devrim Konseyi'nin kurulduğunu 13 Ocakda ilan etmişti. Bu duruma göre iki ayrı hükümet mevcut oluyordu. Onun için Mehdi Bazargan Humeyni ile Bahtiyarı uzlaştırmak içir arabuluculuk yapmaya çalıştı. Fakat Bazargan Ordu ile Humeyni arasında da arabuluculuk yapmak istedi. Zira, Ordu genellikle Şaha bağlıydı. Şahın ayrılmasından sonra Ordu'nun durumu ehemmiyet kazanıyordu. Bir ara Ordu'nun müdahale edeceği söylendi ise de bu gerçekleşmedi. Lakin, Ordu Humeyni tarafına da geçmedi. 1 Şubat 1979 günü lider Humeyni özel bir uçakla Paris'ten Tahran'a geldi ve 3 milyon kişi tarafından büyük gösterilerle karşılandı. Humeyni'nin ilk işi 4 Şubatta Mehdi Bazargan'ı geçici bir hükümetin başkanlığına tayin etmek oldu. Humeyni İslam Devrim Konseyinin başı olarak hareket ediyordu. Şahpur Bahtiyar ise Bazargan hükümetini tanımayınca, iki hükümetin taraftarları arasında Tahran'da çatışmalar çıktı. Lakin bu da uzun sürmedi. Çünkü Ordu komutanları 11 Şubatta tarafsızlıklarını ilan ederek, askerlerini kışlalarına çektiler. Esasında bilhassa Hava kuvvetleri daha başlangıçta Humeyni tarafına kaymaya başlamıştı. Ordu'nun geri çekilmesi karşısında artık Bahtiyar için de yapılacak bir şey kalmamıştı. Şimdi İran'da Humeyni rejimi başlıyordu. Humeyni rejimi üç büyük mesele ile karşı karşıya kalmıştır. Birincisi yeni rejimin müesseselerinin kurulması ve otoritenin tesisi idi. Bunun yapılması çok zaman almıştır. Bundan dolayı da İran'ı sokak idare etmeye başlamıştır. Yeni rejimin militanları, ki kendilerine Devrim Muhafızları diyorlardı, kurdukları Devrim Komiteleri ile bir süre her şeye hakim olmuşlar ve ülke, tam manasiyle sokak keyfiliğinin idaresi altına girmiştir. Keyiflerine göre, bir takım insanları yakalayıp hapse atmışlar ve eski rejimin tarafları olduğundan şüphe ettikleri bir çok insanı uydurma mahkemelerde yargılayıp idam ettirmişlerdir. Bu yolla binlerce insan öldürülmüştür. Mesela Milletlerarası Af Teşkilatının 1981 Ekiminde bildirdiğine göre, 1981 yılının Haziran-Ekim döneminde 1.800 kişi, 1979 Şubatından yine bu tarihe kadar 3.350 kişi bu şekilde idam edilmiş bulunuyordu. Böylece İran bir dehşet ve korku ülkesi haline gelmiştir. Şah'ın ve Savak'ın yerini yeni bir Şah ve yeni bir Savak almıştır. Yalnız değişik isimlerle. Bununla beraber, rejime bir hukuki şekil vermenin zarureti de açıktı. Önce yeni rejimin şeklini tahttp://www.bildirgec.org/imaj/ordoab...ept-8-1978.jpgyin etmek gerekti. Bunun için 30-31 Mart 1979'da yapılan bir referandum, yani halk oylaması neticesinde, halkın % 99 oyu ile monarşiye son verilerek, İran İslam Cumhuriyeti ilan edildi. 3 Ağustosta da, yeni Anayasayı kabul edecek 73 üyeli Konsey seçimi yapıldı. Anayasayı Humeyni, ayrı bir komiteye kendisine göre hazırlatmıştı. Konseyin görevi önüne konan tasarıyı incelemekti. Mamafih Konsey, anayasada, bilhassa etnik gruplara bazı haklar tanıyan bir takım değişiklikler yaptı. Bu anayasa 1979 Aralık ayında halk oyuna sunulup kabul edildikten sonra, 1980 Ocak ayında da cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve cumhurbaşkanlığına, halk oylarının % 75'i ile, 1960'lardanberi Humeyni'nin çok yakını olan ve Paris'te Sorbonne Üniversitesinde ekonomi öğrenimi görmüş olan Dr. Bani Sadr seçildi. 14 Mart ve 9 Mayıs 1980'de de, iki safhalı olarak, Meclis seçimleri yapıldı. Meclis seçimlerini, bir bakıma yeni rejimin resmi partisi olan ve mollaların ve din adamlarının desteklediği Cumhuriyetçi İslam Partisi çok büyük çoğunlukla kazandı. Meclis başkanlığına da, 31 Ağustos 1981'de Mücahidin-i Halk teröristleri tarafından düzenlenen bir suikastte öldürülecek olan Muhammed Ali Recai seçildi. Recai 1980 Ağustosunda Başbakanlığa getirildi. Bu ise, Bani Sadr'ı destekleyen merkezciler ile, Recai liderliğindeki aşırı sağcı ve dinciler arasında bir mücadelenin açılmasına sebep oldu. Bu mücadelede bilhassa, 1980 Eylülünde patlak veren Irak-İran savaşı ile kendisini gösterdi. Cumhurbaşkanı Bani Sadr, bir iktisatçı olarak, boş sloganlar yerine, ekonomik tedbirlerin alınmasını istiyordu. Recai ise, başbakan olduğu halde işi bir takım heyecanlı sloganlarla yürütme yoluna gitmek istedi. Halbuki, bu sırada petrol gelirleri iyice azalmış, işsizlik artmış ve enflasyon nisbeti yıllık % 50'ye çıkmıştı. Bani Sadr ile Recai arasındaki bu mücadelede, sol gruplardan komünist Tudeh Partisi, tamamen dincileri ve dolayısiyle Recai'yi desteklemekte idi. Buna karşılık İlerici-İslamcı Mücahidin-i Halk BaniSadr'ın arkasında yer aldı. 1981 Mart başından itibaren, Bani Sadr ile Recai arasındaki mücadele, taraftarlarının Tahran sokaklarında çatışmalarına kadar vardı. Bu çatışma karşısında Humeyni ağırlığını Bani Sadr tarafına koydu ve 16 Martta yayınladığı bir bildiride Bani Sadr'ın silahlı kuvvetler başkomutanlığını teyid etti. Bu, Bani Sadr için büyük bir destekti Lakin Meclis Reca'iyi destekliyordu. Onun için, bir süre sonra Humeyni desteğini Bani Sadr'dan çekti ve Bani Sadr'ı 10 Haziran 1981 de Başkomutanlıktan ve 21 Haziranda da Cumhurbaşkanlığından azletti. Bundan sonra Bani Sadr izini kaybettirdi ve daha sonra Paris'te ortaya çıktı. Bani Sadr'ın çekilmesi ile, aşırı sağcı dincilerle, sol gruplar karşı karşıya kalmıştır. Bundan dolayı, bilhassa Bani Sadr'ı destekleyen Mücahidin-i Halk ile Devrim Muhafızları arasındaki çatışmalar daha da artmış ve Muhammed Ali Recai dahil, dincilerin ileri gelenlerinden bir çoğu Mücahidin-i Halk'ın tertip ettiği suikast ve sabotajlarda hayatını kaybetmiştir. Bu durum 1982 yılı ortalarına kadar devam edecektir. Humeyni rejimine karşı gelenlerden Marksist-Leninist Fedayin-i Halk, esas itibariyle kuzey batı İran'da, kürtlerle beraber hükümet Kuvvetlerine ve Devrim Muhafızlarına karşı silahlı mücadele yapmaktaydı. Bunun dışında, küçük gruplar olarak Peyker ve Ramandegan gibi Maoist gruplar da yeni rejimin karşısındaydı. Yine küçük fakat çok teşkilatlı bir grup olarak da Furkan ise, koyu dinci ve fanatik bir kuruluş olarak, din adamlarının politikaya karışmasının karşısında idi ve bir çok öldürme hadiselerinin faili idi. Ayrılıkçı Ayaklanmalar Yeni rejim bu iç muhalefet gruplarının yanında, daha ihtilalin ilk gününden itibaren de etnik grupların muhalefeti ile karşılaştı. Etnik grupların başında, sayıları 11http://nasiriphotos.com/blog/blogimg...evolution2.jpg-15 milyon arasında bulunan Azeri Türkleri, 3-4 milyon kadar tahmin edilen Kürtler ile Kuzistan Arapları gelmekteydi. Daha 1979 Martından itibaren bu büyük etnik kitleleri ayaklanmalarının yanında, Kümbet-i Kavusta Türkmenlerin, Pakistan sınırına bitişik Balucistan ve daha yukarda Sistan bölgelerinde de ayaklanmalar başgöstermiştir. Bu etnik grupların Humeyni rejimine karşı ilk ayaklanmalarının 30-31 Mart halk oylamasına rastlaması manidardır. Bu etnik gruplar, yeni rejim içinde muhtariyete sahip olmak istediklerini ifade etmişlerdir. Etnik gruplardan ilk tepki kürtlerden geldi. Daha 1978 yılının sonbaharında, Şah'ın otoritesi çökmeye başladığı zaman, Sunni Kürtler Mehabad bölgesinde güya bağımsız bir devlet kurmuşlar ve Humeyni işbaşına geçtikten sonra da Humeyni'nin kararnamelerini hiçe saymışlardır. Bunun neticesi olarak bu bölgedeki kürtler ile Humeyni'ni Devrim Muhafızları arasında ilk günden itibaren silahlı çatışmalar çıkmıştır. Bu çatışmalar 1979'un yaz ve sonbahar aylarında da devam etmiştir. 1980 yılının Nisan ve Mayıs aylarındaki çarpışmalar ise en şiddetlisi olmuştur. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Bani Sadr 14 Mayıs 1980'de Kürtler için bir muhtariyet planını prensip olarak kabul ettiğini açıkladı ise de, çarpışmaları önleyemedi. 1980 Eylülünde Irak ile İran arasında savaşın çıkması üzerine Kürtlerin hareketi de sona ermiştir. Mamafih kürt ayaklanmasının daha ileriye gidememesinin iki sebebi daha vardır: Biri, kürtlerin de kendi aralarında gruplara bölünmüş olmasıdır. Mesela bunlardan bir kısmı Abdurrahman Kasımlu liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisini desteklerken, bir kısmı da Sunni lider Şeyh İzzeddin Hüseyni etrafında toplanmıştır. İkincisi, Türkiye ve Irak'ın kürt ayaklanmalarını dikkatle takip etmeleridir. 1975'ten önce İran Şahı kürtleri Irak'a karşı kullanmıştı. Fakat Irak şimdi aynı şeyi İran'a karşı yapmadı. Türkiye ve Irak'ın bu tutumu İran'ın işini kolaylaştırmıştır. Irak kürtlere herhangi bir yardımda bulunmadı ise de, sınırlarına bitişik ve esas itibariyle İran'ın petrol bölgesini teşkil eden Kuzistan'daki Arapları Humeyni rejimine karşı kışkırtmıştır. Irak'ın 1980 Eylülünde İran'a savaş açmasında Kuzistan faktörü mühim rol oynayacaktır. Azeri Türklerine gelince: Şah'ın devrilmesinde Azeri Türkleri ile liderleri Ayetullah Şeriatmedari'nin mühim rolü olmuştur. Azeri Türklerinin çoğunluğu Şii idi ve Şeriatmedari, dini kıdem bakımından Humeyni'den önce gelmekteydi. Bu sebeple, daha ilk günden itibaren Humeyni Şeriatmedari'den çekinmiş ve bunun neticesi olarak da, iki lider arasında sürtüşmeler başlamıştır. Şeriatmedari, Şii din adamlarının merkezi hükümette bu derece aktif ol almalarının karşısındaydı. Bu görüş ayrılıkları şiddetlenince, Azeri Türkleri daha organize hale gelmek için Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi'ni kurdular. Bundan sonra Humeyni ve Devrim Muhafızları ile çatışmalar daha da şiddetlendi. 1979 Aralık ayında yapılan anayasa referandumunu Azeri Türklerinin yüzde 80'inin boykot etmesi üzerine Humeyni taraftarları Şeriatmedari'nin Kum'daki evine saldırdılar. Tebriz'de de Devrim Muhafızları saldırılara başladılar ve çatışmalar iyice şiddetlendi. 1980 Ocak ayında da devam eden bu çatışmalar sonunda Devrim Muhafızları, Müslüman Halkın Cumhuriyetçi Partisi'nin Tebriz'deki genel merkezini bastılar ve bir çok kişiyi öldürdüler. Bunun üzerine Parti dağıtıldı ve Şeriatmedari de Humeyni ile mücadeleyi gevşetti. Mamafih, 1981 yılı içinde Tebriz'de zaman zaman çatışmalar eksik olmadı. 1982 yılında da Şeriatmedari göz hapsine alındı. Dış Meseleler Humeyni rejimi içerde çeşitli istikametlerden gelen muhalefet ile uğraşırken, dışarda da bir takım devletlerle münasebetleri her gün biraz daha bozuldu. Yeni rejim kendi tutumu ile başına bir takım meseleler çıkardı. Bunların başında, İran'ın komşulariyle ve bilhassa çoğunluğu Sunni olan Arap ülkeleriyle münasebetlerinin bozulması gelir. Humeyni'yi Arap dünyası içinde ilk destekleyenler Suriye, Libya, Güney Yemen gibi sosyalist mahiyetteki rejimlerle Filistin Kurtuluş Teşkilatıdır. Humeyni'nin daha ilk günden itibaren Amerikan düşmanlığın kendisine bayrak yapması, İsrail ile münasebetlerini kesmesi ve Filistinlileri desteklediğini açıklaması, bu devletlerle kendisi arasında müşterek bir zemin yaratmıştır. Buna karşılık, Basra Körfezi ülkeleri ile Suudi Arabistan gibi muhafazakar ve monarşik ülkelerle halkının çoğunluğu Sunni olan Irak, Humeyni'nin Şii rejimini endişe ile karşılamışlardır. Bir defa İran'da monarşinin devrilmesi bu ülkeler halkına da örnek olabilirdi. İkincisi, en çok Irak'da olmak üzere, bu ülkelerin hepsinde de bir miktar Şii nüfus yaşamaktaydı. Nitekim, 20 Kasım 1979 günü Mekke'de bir grup fanatik insan kutsal Kabe'yi basarak işgal ettiler. 250 kişi kadar olan grubun çoğunluğunu Suudi bedevileri teşkil etmekle beraber, aralarında başka Arap ülkelerinin vatandaşı olan öğrenciler de vardı. Grubun lideri kendisini Mehdi ilan etmişti. Kabe'nin camIIni işgal etmiş olan bu gruba karşı silahlı mücadele camiin tahribatına yol açacağı için, işgalcilerin ele geçirilmesi iki haftalık uğraşmayı gerektirdi. Neticede 75 kişi ölü olarak, 170 kişi de sağ olarak ele geçirildi ve sağ kalanlarda ölüme mahkum olup idam edildiler. Bu hadise sırasında, bu işte Humeyni'nin parmağı olduğu iddiası yayılmış ise de, bunun kesin delilleri bulunamamıştır. Yalnız, Humeyni'nin de daha ilk günden itibaren Orta Doğudaki Şii'leri ve monarşik rejimlerdeki halkı ayaklanmaya teşvik ettiği de bir gerçektir. Nitekim bu kışkırtmalar sonucu, 1979'un Eylül ve Ekim aylarında Irak'da, Kuveyt'de ve Bahreyn ile Suudi Arabistan'ın Hasa eyaletinde, Şii kaynaklı ayaklanmalar olmuş ve bunlar hemen bastırılmıştı. Tabi bu gelişmeler İran'ın komşuları ile olan münasebetlerinde uçurumlar yarattı. Bunun yanında, 4 Kasım 1979 günü, Humeyni taraftarı öğrenciler Tahran'daki Amerikan büyükelçiliğini bastılar ve elçilik personelinden 63 kişiyi rehin aldılar. Öğrenciler rehineleri serbest bırakmak için, o sırada kanser tedavisi için Amerika'ya gelmiş bulunan İran Şah'ının İran'ahttp://www.spokesmanreview.com/iraq/...back_war32.jpg teslim edilmesini istiyorlardı. Bunu ise Amerika'nın kabul etmesi mümkün değildi. Rehinler meselesi Amerika'yı güç bir duruma soktu. Amerikalı diplomatları kurtarmak için kuvvet kullanma yoluna gitse bunun bir takım tepkileri olacağı gibi, Humeyni'yi Sovyet Rusya'nın kucağına atılmaya da zorlayabilirdi ki, Amerika bunu göze alamadı. Fakat İran'ın bir çeşit haydutluk sayılabilecek hareketi karşısında da susup oturmak da, Amerika gibi bir süper-devlet için haysiyet kırıcı idi. Bu sebeple Amerika dolaylı vasıtaları kullanmaya karar verdi. Önce Amerikan bankalarında milyarlarca dolar olan İran paralarını dondurdu. Arkasından Pasifik Okyanusundaki Amerikan donanmasından bir kısmını, İran üzerinde bir manevi baskı olmak üzere Umman Denizine çekti. 1980 Ocak ayında Güvenlik Konseyinden İran'ı kınayan bir karar çıkarmak için harekete geçti. 7 Nisan 1980'de İran'la münasebetlerini kesti. 17 Nisanda Amerikan vatandaşlarının İran'a gitmeleri yasaklandı. Amerika'nın isteği üzerine Avrupa Ekonomik Topluluğu (EEC) 22 Nisanda, gıda maddeleri ile tıbbi malzeme hariç, İran'a Ekonomik sanksiyonlar tatbikine karar verdi. Fakat bu tedbirlerin hiç biri İran'ın rehineler meselesindeki tutumunu yumuşatmadı. İran Şahın ve dışardaki parasının kendisine teslimini istiyordu. Bunun üzerine Amerika, 24 Nisanda Umman Denizindeki donanmadan kalkan 8 helikopterle 90 kişilik bir ekibi, rehineleri kurtarmak üzere, İran topraklarında, Tahran'dan 400 Km. mesafede bir noktaya indirdi. Fakat bu kurtarma operasyonu, Amerika için tam bir fiyasko oldu. Çünkü indirme sırasında üç helikopter arıza yaptı. Hemen arkasından bir uçak iniş sırasında helikopterlere çarptı ve parçalandı. 8 Amerikalı öldü ve 5 kişi de yaralandı. Bunun üzerine askerler, operasyona girişmeden hemen geri çekildi. Bu başarısızlık Amerika'nın prestiji için ağır bir darbe olmakla beraber, dünya kamu oyunu da rehineleri kurtarmak için harekete geçirmiştir. Mesela 17-22 Mayıs günlerinde İslamabad'da toplanan 11'inci İslam Konferansı, Amerika'nın kurtarma operasyonunu bir askeri saldırı olarak kınamakla beraber, İran'dan da rehineler meselesini halletmesini istedi. 18 Mayısta Avrupa Ekonomik Topluluğu, üyelerini, İran'a karşı ekonomik sanksiyonları sıkı bir şekilde tatbike çağırdı. Milletlerarası Adalet Divanı, 24 Mayısta, İran'dan, rehineleri serbest bırakmasını isteyen bir karar aldı. Karar Amerika'nın müracaatı üzerine alınmıştı. 25-26 Mayısta, Avusturya Cumhurbaşkanı Dr. Bruno Kreisky, İsveç Sosyalist Parti lideri Olaf Palme ve İspanya Sosyalist Parti lideri Felipe Gonzales'ten kurulu bir Sosyalist Enternasyonal heyeti Tahranı ziyaret ederek rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamaya çalıştı. Lakin bunların hiç birinden bir netice çıkmadı. Bu safhadan sonra Cezayir'in aracılık faaliyeti başladı. Fakat şurası bir gerçektir ki, 22 Eylül 1980'de Irak-İran savaşının çıkmaşı, İran'ın rehineler meselesindeki tutumuna çok tesir etmiştir. Çünkü, Humeyni daha önce, Amerika’nın İran’a karşı yaptığı hataları itiraf ederek özür dilemesini isterken, şimdi bu şartından vazgeçti. Ceyazir'in aracılığı ile Amerika, dondurulmuş olan İran alacaklarının serbest bırakılmasını kabul edince, bir kısmı çeşitli sebeplerle daha önce serbest bırakılmış veya kaçmış olan rehinelerden geriye kalan 52'si 21 Ocak 1981 günü, yani Başkan Reagan'ın Amerika'nın 40'ıncı başkanı olarak göreve başlamasından birkaç dakika sonra, Tahran'dan Amerika'ya doğru havalandılar. Milletlerarası politikanın enteresan bir kabusu böylece sona ermişti. |
Lübnan İç Savaşı 1975-1976
Lübnan İç Savaşı 1975-1976Bu iç savaş Lübnan'ın son otuz yıllık tarihinde beşinci iç savaş olmuştur. Bu iç savaşların sonuncusu 1955'de meydana gelmişti. Lübnan'ın bu kadar sık bir şekilde iç karışıklıklara ve iç savaşlara maruz kalmasının arkasında, ülke halkının farklı dinlere ve bu dinler içinde de farklı mezheplere bölünmühttp://www.country-data.com/frd/cs/syria/sy01_06a.jpgş olması ile, bu din ve mezhep ayrılıklarının siyasi düşünce gruplaşmalarına dönüşmüş olması yatmaktadır. Bu dini ve siyasi bölünmüşlüğe, bir de, 1970'de Ürdün'de bir vatan ele geçirmek isteyip de başarı sağlayamayan ve gözlerinı Lübnan'a çeviren ve kendi içinde de bir çok siyasi gruplaşmalara ayrılmış olan Filistinlileri de ekleyecek olursak, Lübnanın yürekler acısı manzarası kolaylıkla ortaya çıkar. Hemen belirtelim ki, 1975 Nisanında Lübnan'da çatışmalar başladığı zaman, ülkede, kendi içindeki bölünmüşlüğü ile 300.000 Filistinli mülteci ve 5-7 bin Filistin gerillası bulunmaktaydı. Kaldı ki, Filistinlilerin dışında, Lübnan'da her din veya mezhep grubu ile siyasi grubun da kendisine mahsus Milis teşkilatı, yani, askeri kuvveti vardı. Bu ise, Lübnan'da, en küçük bir anlaşmazlığın bir silahlı çatışmaya ve bir iç savaşa dönüşmesini kolaylaştıran çok mühim bir faktör olmuştur.
Lübnan'da 1975-76 iç savaşı çıktığında, mevcut olan siyasi gruplaşmalar genel hatları ile şöyledir: Sol Gruplar: Bunların en kuvvetlisi Kemal Canbulat'ın ilerici Sosyalist Partisi'dir ki, esas itibariyle Güney Lübnan'daki Dürzi'lere dayanmakta olup, yine Güney Lübnan'da 3.000 kişilik bir milis kuvveti vardı. Bunun dışındaki sol gruplar ise şöyle sıralanmakta idi: 1) Nasırcı sosyalistler. 2) Suriyeci ve Irakcı olmak üzere ikiye ayrılan Baas'cılar. 3) Suriye milliyetçilerinin desteklediği Suriye Halkçı Partisi. 4) Marksist-Leninist'ler ki, buna Lübnan Komünist Partisi ile Lübnan Komünist Hareketi dahildi. Sol grupların içinde Hıristiyanlar olmakla beraber, bunlar temelde Müslümanlara dayanmakta idi. Mutedil Müslüman Gruplar: Bunlar genellikle Sunni Müslüman gruplarıdır. Raşid Kerami'nin Arap Kurtuluş Partisi, Saib Salam'ın Reformun Öncüleri, Kemal Esad'ın Şİİ'lerden meydana gelen Sosyal Demokratik Partisi, Suriye taraftarı Alevi Gençlik Teşkilatı bu gruba dahil bulunmaktaydı. Muhafazakar Hıristiyan Gruplar: Bu grupta iki büyük siyasi parti söz konusu idi. Bunlardan biri, Pierre Cemayel'in Falanjist partisi olup 10.000 kişilik bir milis kuvvetine sahipti. İkincisi ise, eski cumhurbaşkanlarından Camille Chamoun'un Milli Liberal Partisi idi ve 2.000 kişilik bir milis kuvveti vardı. Dördüncü grup siyasi kuruluşlar ise, daha önce Ürdün İç Savaşı dolayısiyle belirttiğimiz ve sayıları 10'u bulan çeşitli teşkilatlardı. Bütün bu dini ve siyasi bölünmeler ve bu bölünmelerin askeri kuvvetini teşkil eden milis kuvvetleri karşısında da, Lübnan Ordusu'nun kuvvetinin de ancak 15.000 kadar olduğunu ve ayrıca bu ordu içine de siyasi ve dini bölünmelerin girdiğini de belirtelim. Bu ordu, bir dış savunma kuvveti olmaktan ziyade, iç güvenlik için eğitilmişti. Başkomutanı genellikle Maruni, subaylar çoğunlukla hıristiyan ve askerlerin çoğunluğu da Şii idi.http://www.princeton.edu/pr/pwb/97/0...22-beirut2.gif Bağımsızlığın başlangıcından itibaren, Lübnan'ın devlet ve siyasi yapısı da, bu dini ve siyasi bölünmelere göre düzenlenmişti. Fransız sömürgeciliğinden kalan bu siyasi sisteme göre, o zamanlar halkın çoğunluğunu teşkit eden Hıristiyanlar Milli Meclis ve hükümette de çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Cumhurbaşkanlığı, Hıristiyanların en geniş bölümünü teşkil eden katolik Maruni'lere veriliyordu. Başbakanlık daima Sunni Müslümanların ve Meclis Başkanlığı da Şii'lerin idi. Memuriyetler de keza, bu din ve mezhep genişliğine göre dağıtılmaktaydı. Hıristiyanların bu siyasi yapı içindeki imtiyazlı durumları, onlara toplumda ekonomik ve sosyal üstünlük ve güç de kazandırmıştı. Müslümanların durumu ise iyi değildi. Bundan dolayı huzursuzdular. Halbuki zamanla Müslümanlar çoğunluk olmuşlardı. Fakat siyasi sistem değişmemişti. Müslüman kitlesi de üç esas mezhebe ayrılmıştı. Sunni'ler, Şii'ler ve Dürzi'ler. Daha önce de belirttiğimiz gibi, sol fikirler esas itibariyle Müslüman gruplar içinde yayılmıştı. Lübnan iç savaşı, 1975 yılının Şubat ve Mart aylarında Hıristiyan-Müslüman çatışması ile başladı. Hükümetin balık avı imtiyazını bir Hıristiyan şirketine vermesi üzerine, Sidon şehrinde, halkın çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar hükümet ve Hıristiyanlar aleyhine gösterilere başladılar. Bir süre sonra, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında, bir çok kişinin öldüğü ve yaralandığı, bir hafta süren çatışmalar oldu. Bu çatışmalarda Filistinliler Müslümanlara silah temin etmiştir. Bir haftalık çatışmaların sonunda iki taraf arasında bir ateş-kes sağlandı. Fakat Nisan ortalarında çatışmalar daha da şiddetlendi ve bu sefer Beyrut'a sıçradı. 13 Nisan günü Beyrut'un kenar mahallelerinde bir otobüs dolusu Filistinliler, Cemayel'in Falanjistlerinin saldırısına uğradı ve bütün Filistinliler öldürüldü. Bunun üzerine Beyrut'ta bir hafta süren kanlı çarpışmalar oldu. Bu sefer her iki taraf da ağır silahlar kullanmıştı. Bu çarpışmalara paralel olarak Sidon ve Trablus'ta (Tripoli) genel grevler başladı. Beyrut'ta sağlanan ateş-kese rağmen, Hıristiyan-Müslüman çatışmalarının arkası kesilmedi. Çarpışmalar ülkenin diğer yerlerine de yayıldı. O kadar ki, Nisan-Temmuz arasındaki dönemde vukubulan çarpışmalarda 2.300 kişi ölmüş ve 16.000 kişi yaralanmıştır Temmuz ayından itibaren çarpışmalar şekil değiştirmeye başladı. Her iki taraf da, stratejik üstünlük sağlamak amacı ile Beyrut'un mahallelerini işgale başladılar. Beyrut'taki bu bölünme, ülkenin diğer yerlerine de yayıldı. Her iki taraf da, ülkenin stratejik bölgelerini kendi kontroluna almak için harekete geçti. Ülkede başlayan bu bölünme ve iç savaş, yabancı işadamlarının ve zengin Lübnanlıların ülkeden kaçmalarına sebep oldu. Yabancı bankalar ve şirketler, Orta Doğu'nun en büyük ticaret ve bankacılık merkezi olan Beyrut'ta çekilmeye başladılar. Yerli halk ise, çarpışmalardan canını kurtarabilmek için dağlara sığındılar. Aynı zamanda Orta Doğu'nun eğlence merkezi de olan Beyrut ve yine Orta Doğu'nun İsviçresi denen Lübnan, artık yavaş yavaş sönüyordu.http://www.pixelpress.org/benefit/benefit_pict.jpg Mayıs ayının ortalarında Cumhurbaşkanı Süleyman Franjiye, bir milli birlik kabinesi kurması için Raşit Kerami'yi başbakanlığa getirdi. Kerami, bütün din gruplarının temsilcilerini içine alan bir kabine teşkil etti ve gerçekten Müslümanlarla Hıristiyanları uzlaştırmak için çaba harcadı. Fakat muvaffak olamadı. Müslümanlar Anayasa'nın değiştirilerek kendilerine Hıristiyanlarla eşit haklar verilmesini istediler. Hıristiyanlar ise, anayasa değişikliği yapılmadan önce, Müslümanların silahlarını teslim etmelerini istediler. Buna da Müslümanlar yanaşmadı. Bunun üzerine, yukarda da belirttiğimiz gibi, Temmuzdan itibaren çarpışmalar daha da şiddetlendi. Çarpışmaların genişlemesi ise, Filistinlileri aktif hale getirdi. Bir halde ki, çarpışmalar nerdeyse Hıristiyanlarla Filistinlilerin mücadelesine dönüştü. Şimdi Hıristiyanlarla Filistinliler karşı karşıya geliyordu. Aralık ayında Falanjist kuvvetleri Beyrut'un doğu ve kuzey mahallelerinde bulunan Filistin kamplarına saldırmaya başladılar. Bunun üzerine Filistinliler de Beyrut'un kuzeyindeki Hıristiyan köylerine saldırdılar. Nihayet Suriye'nin müdahalesi ve aracılık yapması ile, Hıristiyanlar Müslümanların isteklerini kabul ederek, iki taraf arasında, 21 Ocak 1976'da bir uzlaşma ve anlaşma meydana geldi. Buna göre Milli Mecliste Müslümanlarla Hıristiyanlar eşit sayıda temsil edilecek, memuriyetlerde din esasına göre kota sistemi kaldırılacak, cumhurbaşkanı yine Marunilerden olmakla beraber, Başbakanı Cumhurbaşkanı değil, Milli Meclis seçecekti. Bu anlaşma gereğince Elias Sarkis 1976 Mayısında Cumhurbaşkanlığına seçildi. Bu anlaşmaya rağmen Lübnan iç savaşı durmadı. Bu sefer Hıristiyanlarla Filistinliler arasında anlaşmazlık çıktı. Şöyle ki: Diğer Arap devletlerinin baskısı sonucu, Lübnan hükümeti ile Filistin gerillaları arasında 1969'da ve 1973'de iki anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmalara göre, Filistinliler kendi kamplarının dışında da faaliyette bulunabilecekler, İsrail'e bitişik olan Güney Lübnan'a serbestçe girebilecekler, kendi kamplarını dış saldırılara, yani İsrail saldırılarına karşı savunabilmek için havan topları, ağır makinalı tüfekler ve uçaklara karşı füzelere sahip olabileceklerdi. Şimdi Hıristiyanlar Filistinlilerin ülkeden çıkmasını veya bu haklarının kaldırılmasını istediler. Durum bu safhada iken, ülkenin üçte ikisini kontrolları altında tutan solcu Müslümanların ve Filistin gerillalarının kışkırtması ile Lübnan ordusunda, Ahmed el-Katib adında bir Müslüman subayın liderliğinde ayaklanma çıktı. Mart ayında meydana gelen bu ayaklanmada, çoğunluğu teşkil eden Müslüman askerler, hemen hemen üçte ikisi Hıristiyan olan subayları atıp, yerlerine Müslüman subaylar getirdiler. Bu hadiseden sonra artık bir Lübnan Ordusu kalmamıştı. Hıristiyanlarla Filistinliler arasındaki çarpışmalara gelince: Bu çarpışmalar bütün yaz ayları boyunca devam etti. Bunların en şiddetlisi Haziranda, Beyrut'ta Hıristiyan kesiminde bulunan Tal al-Za'tar mülteci kampına Maruni kuvvetlerinin saldırması ile başladı. Tal al-Za'tar uzun süre dayandıktan sonra Temmuz ortalarında düştü. Bu hadise Filistinlileri, çarpışmaları durdurmaya yöneltti. Bütün bu çarpışmalar olurken ve bilhassa 1976 yılı içinde, Suriye her seferinde bir kısım kuvvetini Lübnan'a sokarak, tarafların arasına girmeye ve ateş-kes sağlamaya çalışmıştı. Bundaki bir maksadı da, Filistin gerillalarını ve Filistin Kurtuluş Teşkilatını kendi kontrolu altına almaktı. Bundan dolayı, Suriye'nin Lübnan'a asker sokması,http://www.country-data.com/frd/cs/syria/sy01_06b.jpg Mısır ve Irak gibi Arap ülkeleri tarafından tepki ile karşılandı. Mamafih, Suudi Arabistan ve Kuveyt'in aracılığı ile, 1976 Ekiminde Riyad'da yapılan Arap zirvesinde, Lübnan'da sayıları 30.000'e çıkmış bulunan Suriye kuvvetlerinin Arap Barış Gücü adı ile görev yapması kararlaştırıldı. Yani bu kuvvetler, Suriye'yi değil, bütün Arap ülkelerini temsil etmiş oluyordu. Ayrıca Lübnan'daki Filistinlilerin de 1969 ve 1973 anlaşmalarına uymaları prensibi kabul edildi. Lübnanın iç düzenini bozmayacaklardı. Arap ülkeleri Arap Barış Gücü'nün masraflarını üzerlerine aldıkları gibi, Lübnan'ın tamiri ve kalkınması için de bir fon kabul ettiler. Lübnan iç savaşı burada bitti, ama Lübnan'ın çilesi burada bitmedi. Bir defa, Elias Sarkis'in bütün çabalarına rağmen ülkenin birlik ve bütünlüğünü sağlamak mümkün olmadı. Çünkü, bu tarihten sonra Filistin Kurtuluş Teşkilatı ülkenin tek hakimi gibi oldu. 30.000 kişilik Arap Barış Gücü, adındaki Arap kelimesine rağmen, gerçekte Suriye işgal kuvvetleri idi. Bir yanda Filistinliler ve Müslümanlarile, öte yanda Hıristiyanlar arasındaki anlaşmazlık ve mücadele de ortadan kalkmadığına göre, bu şartlarda ülkenin birleştirilmesi elbetteki mümkün olamazdı. Lübnan iç savaşının bundan da daha mühim neticesi, ülkeyi İsrail'in karşısına çıkarmasıdır. Zira, bu tarihten sonra, Filistin gerillaları, Suriye kuvvetlerinln de himayesinde, İsrail topraklarına karşı saldırılarını iyice arttıracaklardır. Bir halde ki, Güney Lübnan tamamen Filistin gerillalarının kontrolu altına girecektir. Filistinlilerin saldırılarına da İsrail, her zaman yaptığı gibi, misliyle karşılık verecek ve bundan da Lübnan zarar görecektir. Keza bu mücadele sadece gerillalar ile İsrail arasında değil, zaman zaman da, hava muharebeleri şeklinde İsrail ile Suriye arasında ve Lübnan havalarında cereyan edecektir. Filistin gerillaları ile İsrail arasındaki mücadele, altı yıl sürdükten sonra, nihayet, 6 Haziran 1982 günü İsrail Güney Lübnan'ı işgal ederek Beyrut'a girecektir. İsrail'in Lübnan operasyonu, Lübnan'ın Filistin gerillalarından temizlenmesini sağlayacak ise de, bu sefer Lübnan'ın güney yarısı ve başkentini İsrail'in işgali altına sokacaktır. |
Sovyet Rusya'nın Afganistan'ı İşgali
Sovyet Rusya'nın Afganistan'ı İşgalihttp://z.about.com/d/worldnews/1/7/7...fghanistan.jpg
1970'li yılların sonunda, hem Orta Doğu bölgesinin ve hem de milletlerarası münasebetlerin, İsrail ile Mısır'ın barışmasından da daha mühim hadisesi, 1979 Aralık ayı sonundan itibaren Sovyet Rusya'nın Afganistanı işgal etmesidir. Çünkü, İsrail-Mısır barışı, İsrail'in güneyini güvenlik altına almak suretiyle bir stratejik avantaj sağlamış ise de, daha sonraki gelişmelerin de gösterdiği gibi, hem İsrail ve hem de diğer Arap ülkeleri açısından, bölgenin genel yapısında büyük bir stratejik değişiklik meydana gelmemiştir. Fakat aynı şeyi Afganistan'ın Sovyet Rusya tarafından işgali için söylemek mümkün değildir. Çünkü Afganistan'ın işgali, İran'da Batı taraftarı Şah rejiminin yıkılıp, geleceği soru işaretleri ile dolu ve o sırada iç bölünmelerin tehdidi altına girmiş bulunan Humeyni ihtilali ile aynı yıla rastlamıştır. Yani, İran'ın son derece zayıf ve çalkantılı bir durum içinde bulunduğu bir sırada Sovyetlerin Afganistan'ı işgali, Sovyetler'e, Basra Körfezine, Orta Doğu petrollerine ve Hind Okyanusuna inmek imkanını kazandırıyordu. Bu ise, Batı Asya ve Orta Doğunun stratejik yapısında mühim değişme ihtimalini ortaya çıkarmaktaydı. Aynı zamanda Türkiye için de tehlikelerle dolu bu ihtimalin, başta Birleşik Amerika olmak üzere hem Batı'da ve hem de Orta Doğunun muhafazakar petrol üreticisi ülkelerinde heyecan ve telaşa ve aynı zamanda da bir takım politika değişikliklerine sebep olması bundandır. Afganistan tarihinin bir takım hususiyetleri vardır. Bunların başında ülkenin daima çalkantılar içinde bulunması gelir. Fakat bu çalkantıların ve istikrarsızlıklarının birinci sebebi ise, ülkenin feodal ve kabile hayatına dayanan bir sosyal yapıya sahip olmasıdır. Kabile mücadele ve rekabetleri, Afganistan'ın siyasi istikrarına çok tesir etmiştir. Afganistan'ın bir diğer hususiyeti ise, ülkenin stratejik pozisyonudur. Çünkü Afganistan, Batı Asya ile Orta Doğu ve Orta Asya ile Basra Körfezi ve Hind Okyanusu arasında bir geçit noktasıdır. Ülkenin bu stratejik ehemmiyeti, ülke etrafındaki büyük devletler arasında bir mücadeleye sebep olmuştur. Büyük devletlerin Afganistan üzerindeki bu mücadeleleri de, ülkenin karakteristiğini teşkil eden siyasi istikrarsızlığın bir başka sebebidir.http://www.theworld.org/files/images/Carro-Panjshir.jpg Nihayet, Afganistan hakkında yapılacak herhangi bir değerlendirmede ihmal edilmemesi gereken bir nokta da, İslamiyetin, halkın inancında çok derin bir şekilde yer etmiş olması ve bunun da sosyal ve kültürel hayata istikamet vermekte olduğudur. Afganistan'ın milletlerarası politikanın mühim bir konusu haline gelmesi, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren olmuştur. Çarlık Rusyası'nın 1854-1856 Kırım savaşı yenilgisinden sonra bütün faaliyetini Orta Asya'da genişlemeye tevcih etmesi ve Orta Asya'daki Türk devletlerini yıkarak güneye doğru sarkması, kendisini, Hindistan'ın kuzey sınırları üzerindeki güvenliği endişesi içinde bulunan İngiltere ile karşı karşıya getirmiştir. Bu mücadele, 1907 İngiliz-Rus anlaşması ve bu anlaşmanın Afganistan'ı İngiltere'nin kontrolü altına bırakması ile neticelenmiştir. 1917'de Çarlığın yıkılması ve Rusya'da Sovyet rejiminin kurulması üzerine Afganistan İngiltere'ye karşı Sovyet Rusya'ya dayanma yoluna gitmiş ise de, bu da fazla sürmemiş ve 1933'ten itibaren Afganistan hem İngiltere ve hem de Sovyet Rusya'ya karşı, bir çok Orta Doğu ülkesinin yaptığı gibi, Nazi Almanyasına dayanmaya başlamıştır. 1945'ten sonra Afganistan'ın geçirmeye başladığı iç gelişmeler, zincirleme bir şekilde, 1979 sonunda ülkenin Sovyet Rusya tarafından işgali ile neticelenmiştir. Bu gelişmede ağırlık noktası, Afganistan'ın tarihinde en uzun hükümdarlık yapan Muhammed Zahir Şah'tır. Zahir Şah, 1933-1973 yılları arasında 40 yıl kadar hükümdarlık yapmıştır. 1953 Eylülünde, General Muhammed Davud Han, kansız bir darbe ile Başbakanlığı ele geçirdi ve 1963 Martına kadar sürecek olan on yıllık bir diktatörlük tesis etti. Davud Han'ın dış politikada ilk yaptığı iş, Sovyetlere yanaşmak oldu. Afganistan'ın Sovyet nüfuzu altına girmesi esasında Davud Han'ın diktatörlüğü zamanında olmuştur. Davud Han zamanında Sovyetler Afganistan'a çok geniş ekonomik ve askeri yardım yapmışlardır. Fakat ne var ki, Davud Han'ın Sovyetlere bu derece dayanma politikası halkın tepkisi ile karşılaştı ve kendisine karşı muhalefetin artmasına sebep oldu. Bunun üzerine Davud Han 1963 Martında istifa etmek zorunda kaldı.http://www.doubletruckmagazine.com/i...afiles/l26.jpg Kral Zahir Şah Davud Han'dan yakasını sıyırdıktan sonra, 1964 Eylülünde yeni bir anayasa ilan etti. 18 ayda bir komite tarafından hazırlanan ve Loya Jirgah yani Millet Meclisi tarafından kabul edilen bu anayasa, esasında çok demokratik bir anayasa idi. Amerikan anayasasından örnek alarak kuvvetler ayrılığı prensibini benimsemiş idi ve çok partili hayatı öngörmekteydi. Esasında bu anayasa, Afganistan gibi muhafazakar ve kabile hayatına dayanan bir ülke için fazla ileri gitmişti. Belki de bu sebepten, Zahir Şah anayasayı tam olarak tatbik yoluna da gitmedi. Bu da aydınların tepkisine sebep oldu. Mamafih 1965 ve 1969 seçimleri bu anayasa ile yapıldı. 1965 seçimlerinde Meclise girenlerin çoğunluğu muhafazakardı. Marksist kesimden Babrak Karmal da seçilenler arasında idi. 1964 Anayasası en çok Marksistlerin işine yaramış görünüyor. 1966 Nisanında Nur Muhammed Taraki tarafından Halk adlı bir gazete yayınlanmaya başladı. Bütün solcular bu gazete etrafında birleşti. Fakat halktan gelen tepkiler üzerine Halk gazetesi Mayıs ayında savcılıkça kapatıldı. Bu hadise sol hareket içinde bölünmelere sebep oldu ve Babrak Karmal liderliğindeki Parçam (Perçem veya Bayrak) Halk'tan ayrıldı. Karmal, 1968 Martından itibaren Parçam adı ile kendi gazetesini çıkarmaya başladı. Bunun arkasından 1968 Nisanında bir grup daha Halk'tan ayrılarak Şule-i Cavid adı ile bir başka gazete yayınlamaya başladılar. Parçam Moskova taraftarı iken, Şule grubu Çin tarafını tutuyordu. Bir süre sonra Parçam grubu da bölünmüş ve Tahir Badakşi liderliğindeki bir grup Parçam'dan ayrılarak Sitem-i Milli'yi kurmuşlardır. Sitem-i Milli, bilhassa kırsal alanların kalkınmasında Mao'nun sistem ve felsefesini benimsemişti. Bunlar olurken, Muhammed Davud Han, 17 Temmuz 1973'de yeniden bir darbe yaptı ve monarşiyi devirerek ülkede Cumhuriyet ilan etti. Kendisi Cumhurbaşkanı ve Başbakan oldu. Davud Han'ın bu darbesi geniş bir gençlik kitlesi, reform taraftarları, Sovyet Rusya'da eğitim görmüş subaylar ve Marksistler tarafından hararetle desteklendi. Yalnız bu subaylar, Marksist olmaktan ziyade milliyetçi solculardı. Solcular başlangıçta Davud Han'ı desteklemekle beraber, bir süre sonra araları açıldı. Çünkü Davud Han otoktratik bir idare ve şahsi diktatörlüğünü tesis etmişti. Ülkenin tek siyasi partisi, kendisinin lideri bulunduğu Hizb-i Inkılab-ı Milli idi. Mamafih, Davud Han yeniden Sovyetlerle çok yakın münasebetler kurduğu için, Moskova çok memnundu.http://www.ldesign.com/Images/Essays...troops_lrg.jpg Solun Davud Han ile arası açılınca, Halk ve Parçam grupları 1977 Temmuzunda tekrar birleşerek Davud Han'a karşı mücadeleye başladılar. Bu ise Davud Han ile solcuların münasebetlerini daha da gerginleştirdi. Neticede, Afgan Marksistleri askerleri de yanlarına alarak, 27 Nisan 1978 sabahı yaptıkları bir darbe ile Davud Han'ı devirdiler. Darbeciler 28 Nisanda da Afganistan Demokratik Cumhuriyeti'ni ilan ettiler. Darbenin liderleri, Nur Muhammed Taraki, Hafizullah Amin, Babrak Karmal ve General Abdülkadir idi. Darbeciler 30 Nisanda 35 kişilik bir ihtilal konseyi kurdular. Konseyin başkanı ve aynı zamanda da başbakan Nur Muhammed Taraki idi. 21 kişilik bir kabine kurulmuştu. Bunun 11 üyesi Halk Partisine, 10 üyesi de Parçam grubuna mensuptu. Kabinenin üç üyesi Sovyet Rusya'da eğitim görmüş subaylardı. Ülkenin şimdi tek siyasi partisi, Halk ve Parçam'ın birleşmesinden meydana gelen Afganistan Demokratik Halk Partisi (Cemiyet-i Demokratiki-yi Halk) idi. Görünen odur ki, İhtilal Konseyi Başkanı, Başbakan ve Başkomutan Taraki, daha ilk günden, diğer sol grupları iktidardan uzaklaştırıp, Halk Partisi'nin tam hakimiyetini kurmaya karar vermişti. Bunun için de müsait bir zaman gelmesini beklemiştir. Nihayet, 1978 Temmuzunda, yani darbeden üç ay kadar sonra, en büyük rakibi Babrak Karmal'a darbeyi vurdu ve Babrak Karmal, Başbakan yardımcılığından ve Demokratik Halk Partisi Genel Başkan yardımcılığından alınarak Prag'a büyükelçi yollandı. Esasında Karmal, uçağa silah tehdidi ile bindirilmiştir. Karmal ile beraber, yakın arkadaşları da görevlerinden alınarak çeşitli büyükelçiliklere tayin edilmiştir. Bunlar, iki ay sonra büyükelçilik görevlerinden de azledilmiştir. Karmal Moskova'ya sığınmış ve Moskova Karmal'ı, Taraki'ye karşı bir koz olarak elinde tutmuştur.http://upload.wikimedia.org/wikipedi...fghanistan.jpg Sıra şimdi askerlerden kurtulmaya gelmişti. Taraki bunu da gerçekleştirdi. 20 Ağustos 1978'de, Milli Savunma Bakanı ve 27 Nisan darbesinin aktif elemanlarından General Abdülkadir bu görevinden alındı. Milli Savunma Bakanlığını Taraki kendi üzerine aldı ve Başbakan Yardımcılığına da, Dışişleri Bakanlığı üzerinde kalmak üzere Hafizullah Amin'i getirdi. Taraki 1978 sonbaharından itibaren Sovyetlerle çok yakın bir işbirliğine girişmiştir. Sayıları 5.000'i bulan her alandaki Sovyet uzmanları akın akın Afganistan'a gelirken, pek çok Afganlı da Sovyet Rusya'ya görderildi. Taraki Moskova'ya yaptığı ziyarette, 5 Aralık 1978 günü, Sovyet Rusya ile 20 yıl süreli bir Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması imzaladı. İki devlet arasında askeri işbirliği, dolayısıyla ittifaka yakın bir bağ kuran bu antlaşmanın bilhassa 4'üncü maddesi, Sovyetlerin 1979 Aralık ayında Afganistan'ı işgaline dayanak olmuştur. Zira bu maddeye göre, taraflar, karşılıklı olarak, ülkelerinin güvenliğini, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak için, birbirleriyle danışma içinde olacaklar ve karşılıklı muvafakat ile gerekli tedbirleri alacaklardı. Taraki, Parçam'ı ve askerleri yolunun üzerinden temizlemiş ve Sovyet Rusya'yı da yanına almış olmakla beraber, karşısına çok ciddi bir engel dikilmişti ve bu engel de Taraki'yi yıkacaktır: Bu da Afgan milliyetçilerinin komünist rejime karşı direnmeye başlamalarıdır. Taraki, muhafazakar Afgan halkının komünizme karşı tepkisini tahmin ettiği için, dini ibadete mümkün olduğu kadar geniş bir serbesti tanımış ve nüfuzlu din adamları ile geniş bir diyalog kurmaya çalışmıştır. Halkı rejimin yanına çekmek istemiştir. Kur'an ile Marksizmi birarada yürütmek istemiştir. Fakat halkın direnişini önleyememiştir. Milli direnişin ilk işaretleri, 1978 Eylülünden itibaren ülkenin doğu bölgelerinden gelmeye başladı. Halk Taraki rejiminin memurlarını öldürmeye başladı. Hadiseler kısa sürede genişleyerek bir iç savaş halini aldı. 1979 Martı geldiğinde 28 vilayetten hemen yarısında Müslüman Milliyetçiler (Mücahidin) hükümet kuvvetleri ile çarpışıyordu. Başkent Kabil'de bile zaman zaman silahlı çatışmalar görülmekteydi. Ülkenin her tarafından bir çok direniş grupları ortaya çıktı. Afgan ordusundan kaçan bir çok subay ve asker de milliyetçi direnişçilere katılmaktaydı.http://upload.wikimedia.org/wikipedi...id-MANPAD.JPEG Taraki'nin milliyetçi direnişlerle başedememesi üzerine, Hafizullah Amin 1979 Martında başbakanlığı üzerine aldı. Bu esasında Taraki'ye karşı bir darbe idi ve Taraki buna sesini çıkaramadı. Amin, direnişi bastırmak için Sovyetlerden artan bir şekilde yardım almaya başladı. Sovyet askerleri Afganistan'a gelmeye başladı ve hatta zaman zaman milliyetçilerle çarpışmalara girmek zorunda kaldılar. 16 Eylül 1979 günü Kabil'de silahların patladığı dört saatlik bir toplantıda Taraki öldürüldü ve Hafizullah Amin iktidarı ele geçirdi. Amin'in iktidarı ile beraber, milliyetçi mücadeleyi bastırma işini Sovyetler kendileri üzerlerine aldılar. O kadar ki, Aralık 1979 ayında Afganistan'da zaten 20 bin kadar Sovyet askeri bulunuyordu Bu arada Amin halkı yatıştırmak için, genel af ilan etmek gibi bir taviz politikasına başladı. Bir taraftan da Taraki taraftarlarını temizliyordu. Amin'in de bu işi beceremiyeceğini anlayan Sovyetler, 24 Aralıktan itibaren uçaklarla Kabil havaalanına asker indirmeye başladılar. Üç gün süren bu faaliyetten sonra 27 Aralık 1979 günü Sovyet askerleri hükümet dairelerini işgal ettiler. Oyuna getirilmek suretiyle iki Afgan tümeni de silahtan tecrit edildi. Afganistan Sovyetler tarafından işgal ediliyordu. 27 Aralık günü Babrak Karmal Sovyet Rusya'dan radyo vasıtasiyle Afgan halkına yaptığı konuşmada, "hürriyet günü"nün geldiğini ve yeni bir Afganistan'ın doğmakta olduğunu bildirerek, halkı yeni hükümeti desteklemeye davet etti. Kendisi ancak 1 Ocak 1980'de Kabil'e gelmesine rağmen, 28 Aralık günü, Babrak Karmal başkanlığında bir İhtilal Konseyi'nin kurulduğu ve Karmal'ın aynı zamanda Afganistan Demokratik Halk Partisi'nin de genel sekreteri olduğu açıklandı. Yine aynı açıklamada, Hafizullah Amin'in İhtilal Mahkemesi kararı ile idam edildiği de bildirildi. Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgali bütün dünyada ve bilhassa Batı'da büyük heyecan ve tepki ile karşılandı. Çünkü Afganistan'ı ele geçirmekle Sovyetler, Basra Körfezi ve Orta Doğu petrolleri istikametinde mühim bir ilerleme kaydetmiş oluyorlardı. Eğer İran sağlam bir durumda olmuş olsaydı, Sovyetlerin elde ettikleri bu stratejik avantajın ehemmiyeti azalabilirdi. Yerleşmemiş bir devlet otoritesi ve çeşitli etnik grupların başkaldırması ile 1979 yılının sonunda İran'ın durumu gözönüne getirilirse, Sovyetlerin ne büyük bir stratejik avantaj elde ettikleri kolaylıkla anlaşılır. O günden bugüne İran, dış darbelere karşı koyabilecek bir duruma gelmediğine göre, Sovyetlerin bu avantajı değerini hala koruyor demektir.http://upload.wikimedia.org/wikipedi...ghanistan.JPEG Şah'ın devrilmesi ile, Amerika'nın Orta Doğuda mühim bir dayanağı kaybetmesi ve arkasından da Afganistan'ın Sovyetler tarafından işgali, Amerika'nın Orta Doğu hakkındaki stratejik değerlendirmelerinde büyük değişiklikler yapmıştır. Şimdi Orta Doğu petrolleri Sovyet Rusya'nın yakın tehdidi altına giriyordu. Bu sebeple, Amerika, Körfez petrollerine bir saldırı halinde hemen savaş alanına sevkedilmek üzere, 300 bin kişilik bir Hızlı İntikal Kuvveti (Rapid Deployment Force) teşkiline başladı. İkinci olarak, 1980 yılı başından itibaren Başkan Reagan'ın idaresi ile birlikte, Amerika Arap-İsrail barışını gerçekleştirerek bölgeye bir istikrar getirmek için çabalarını arttırdı. İşgali takip eden gelişmeler ise şöyle özetlenebilir: Başkan Carter 28 Aralık 1979 günü yaptığı konuşmada, Sovyetlerin Afganistan'ı işgalini, "milletlerarası hukuka aykırı" "kaba bir müdahale" diye isimlendirdiği gibi, 3 Ocak 1980'de de Senato'ya gönderdiği bir mesajda, SALT-II anlaşmalarının müzakeresinin ertelenmesini istedi. Senato bu teklife hemen uydu ve bugüne kadar bu anlaşmaları tasdik etmedi. Dolayısiyle SALT-II'de yürürlüğe girmemiştir. Amerika'nın bu tepkisine Sovyetlerin verdiği cevap ise, milletlerarası politikada eşi görülmemiş bir pişkinlik örneğidir. Tass Ajansı 30 Aralıkta Aleksey Petrov imzası ile yayınladığı bir makalede, Afganistan'ın işgalini, daha önce sözünü ettiğimiz, 1978 tarihli Sovyet-Afgan dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği antlaşmasının 4'üncü maddesine dayandırmış ve Afgan hükümetinin isteği üzerine bu ülkeye asker sevkedildiğini söylemiştir. Afgan hükümeti ancak 28 Aralıkta Sovyetlerden resmen yardım istemiştir. Halbuki Sovyetler 24 Aralık günü Kabil'e asker indirmeye başladılar ve Sovyet askerleri de 27 Aralık günü hükümet binalarını işgal ettiler. Brejnev de, 12 Ocak 1980 günü Tass Ajansı vasıtasiyle yayınlanan bir mülakatında, Afganistan'ı, dışardan gelen silahlı bir saldırıya karşı korumak ve Afganistan'ın milli bağımsızlığını, hürriyetini ve şerefini savunmak için bu ülkeye asker sevkettiklerini söylemek gibi ikinci bir pişkinlik örneği verdi. Afganstanın Sovyetler tarafından işgali, en fazla, bu ülkenin komşusu olan Pakistan'da ve Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam ülkelerinde heyecana ve endişeye sebep oldu. Afganistan'ı işgal etmekle Sovyet Rusya şimdi Pakistan için doğrudan doğruya bir tehlike haline geliyordu. Pakistan'ın kuzeyinde zayıf bir Afganistan'ın yerine, şimdi Sovyet Rusya gelip oturmuş olmaktaydı. Bunun Pakistan'ın güvenliği için ne derece sakıncalı bir durum olduğu açıktır.http://upload.wikimedia.org/wikipedi...ghanistan.JPEG Bir diğer nokta da, Sovyetlerin Afganistan'ı işgali üzerine, binlerce ve binlerce Afganistanlının komünizmden kaçarak Pakistan'a ve İran'a iltica etmeleridir. Daha Hafizullah Amin 1979 Eylülünde darbe yaptığı zaman bir çok Afganlı ülkeden kaçarak Pakistan'a sığınmıştı ki, bunların sayısı daha o zaman 400.000 kadardı. Sovyet işgalinden sonra kaçış daha da hızlandı. O kadar ki, 1982 Şubatında Pakistan'a sığınmış bulunan Afganlıların sayısı 3 milyonu bulmuştu. Bu kadar çok insanın bakımı da Pakistan ekonomisinin sırtına yüklenmiştir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler de mültecilerin bakımına katkıda bulunmuş ise de, masrafın yarısı yine Pakistan'ın üzerinde kalmıştır. Bazı petrol üreten Arap ülkeleri ve bilhassa Suudi Arabistan da Pakistan'a yardım etmiştir. İran'a sığınan mültecilerin sayısı ise 500 bin civarında kalmıştır. İşte bu sebeplerle, Pakistan Güvenlik Konseyini harekete geçirerek, Sovyetlerin Afganistan'dan çekilmesini sağlamak için Güvenlik Konseyi'nden karar çıkarmak istedi ise de, çıkacak karar Sovyetlerin aleyhine olacağı için, her defasında Sovyetler tarafından veto edildi. Bunun üzerine Pakistan iki kuruluşu harekete geçirerek Sovyetlere baskı yapmak istedi. Birincisi B.M. Genel Kurulu idi. Genel Kurul 14 Ocak 1980 de aldığı bir kararda, Sovyet Rusya'nın adından bahsetmeksizin, yabancı kuvvetlerin Afganistan'dan çekilmesini ve mültecilerin evlerine dönmelerinin sağlanmasını istedi. 104 lehde, 18 aleyhte ve 18 çekimser oyla kabul edilen bu kararda Sovyet Rusya'nın adının zikredilmemesi, şüphesiz üzücü idi. Tabi Sovyetlerin de Afganistan meselesinde ilk başarısı oluyordu. Pakistan ve Suudi Arabistan bir yandan da İslam Konferansını harekete geçirdiler. İslam Konferansı Dışişleri Bakanları 27-29 Ocak 1980 günlerinde, Pakistan'ın başkenti İslamabad'da olağanüstü bir toplantı yaptılar. Toplantı sonunda yayınlanan kararda, B.M. Genel Kurulu'nun kararından çok farklı olarak, Sovyet Rusya açıkça mahkum ediliyor, Sovyetlerin müdahalesi için "işgal" deyimi kullanılıyor, Sovyet askerleri çekilmedikçe Babrak Khttp://www.radionetherlands.nl/asset...es/mujahid.jpgarmal hükümetinin tanınmaması isteniyor, İslam ülkeleri Afganistan ile diplomatik münasebetlerini kesmeye davet ediliyor, Afganistan'a komşu olan İslam ülkeleri ile dayanışma içinde olduğu bildiriliyor ve komünist rejime karşı mücadele eden Afgan milliyetçilerine de her türlü yardımın yapılması isteniyordu. İslam Konferansı 11'nci normal toplantısını yine İslamabad'da 16-22 Mayıs 1980 günlerinde yaptı. Fakat Ocak ayına nazaran havanın şimdi daha yumuşadığı görüldü. Çünkü, bu toplantıda alınan kararlarda, Sovyet Rusya yine mahkum edilmekle beraber, meseleye "siyasi çözüm" bulmak amacı ile, "ilgili taraflarla" görüşmek üzere, İran ve Pakistan Dışişleri Bakanları ile İslam Konferansı Genel Sekreterinden meydana gelen bir "Aracılık Komitesi" kuruldu. Babrak Karmal, kendi hükümeti resmen tanınmadıkça, bu Komite ile görüşmeyi reddetti. Bundan sonra da İslam dünyası Afganistan konusundaki eski heyecanını kaybetti. O günden bugüne meseleye bir "siyasi çözüm" aranmaktadır. 1980 Ağustosunda Polonya'da Dayanışma sendikasının hürriyetçi hareketinin patlak vermesi, Batı'nın dikkatini Afganistan'dan Avrupaya çevirdi. Bilhassa Batı Avrapa için Polonya Afganistan çok mühim idi. Bununla beraber, Afganistan meselesini her vesile ile ortaya atmaktan geri kalmayan devlet yine Amerika olmuştur. Fakat Polonya hadiselerinin Sovyet Rusya'ya Afganistan'ı kazandırdığı da bir gerçektir. Ne var ki, Amerika'nın Vietnam bataklığı gibi, Sovyetler de Afganistan bataklığının içine saplanmışlardır. Afganlıların milliyetçi direnişi o kadar sert olmuştur ki, Sovyetler Afganistan'daki kuvvetlerini daha 1980 yılında 85 bine çıkarmak zorunda kalmışlardır. 1980 yılının sonuna kadar da, ölü ve yaralı olarak 15.000 kayıp vermişlerdir. Buna rağmen, 1982 yılında dahi ülkeyi tamamen kontrolları altına almış değillerdi. Afganistan Sovyetler için insan ve para yiyen bir savaş makinası haline gelmiştir. Diğer taraftan, Afganistan'ın işgalinin iki mühim neticesi daha olmuştur. Bunların birincisi, Pakistan'ın stratejik ehemmiyetinin artması ve bu ülke üzerinde Sovyet tehdidi ihtimalinin ortaya çıkması üzerine, Amerika ile Pakistan arasında, bir süredir iyi gitmeyen münasebetlerin bir yakınlaşmaya dönüşmesidir. Pakistan Dışişleri Bakanı'nı 1981 Nisanında Amerika'ya yaptığı ziyarette, Amerika'nın beş yıl için 2.5 milyar dolarlık yardım yapması kararlaştırılmıştır. Bir diğer netice de, Pakistan ile Suudi Arabistan arasındaki yakınlaşmadır. Pakistan şimdi Suudi Arabistan için de ehemmiyetli olmaya başlamıştır. Pakistan ile Suudi Arabistan arasında askeri bakımdan da bir işbirliğinden söz edilmiştir. |
Ürdün İç Savaşı
Ürdün İç Savaşıhttp://grm.haaretz.co.il/hasite/imag...g.1004.2.1.jpg
1970 yılının yaz aylarında patlak vermiş olan Ürdün iç savaşı, esasında, Ürdün'e sığınmış bulunan Filistin gerillaları ile Ürdün Ordusu arasında meydana gelen çatışmalardır ve bu iç savaş sonunda Filistin gerillaları duruma hakim olsalardı, Ürdün'de krallık rejimi sona erebilir ve Filistinliler için de yeni bir vatan sağlanmış olabilirdi. Görünen de odur ki, Filistin gerilla teşkilatlarının bu iç savaşı kışkırtmaktaki maksadları da bu idi. İç savaşı başlatan çatışmalar, Amman'ın 10 mil kuzeyinde bulunan Zerka mülteci kampındaki Filistinlilerle Ürdün Ordusu askerleri arasında 7 Haziranda başlamıştır. Zerka hadiselerinin ertesi günü, George Habbash (Habbaş)ın lideri bulunduğu, Marksist-Leninist, Filistin'in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi (Popular Front for the Liberation of Palestine-PFLP) gerillaları da başkent Amman'a saldırarak bir çok noktaları kontrolları altına aldılar. Bunun üzerine Amman'da dört gün süren kanlı çarpışmalar oldu. El Fetih gerillaları da Ürdün askeri birlikleri ile çatışmaya girdiği için, El Fetih ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı lideri Yassir Arafat ile Kral Hüseyin arasında, Filistinli mültecilerin kamplarına dönmeleri ve bütün mahpusların serbest bırakılmalarını öngören bir anlaşma yapılmış ise de, Habbaş bu anlaşmayı kabul etmemiş, bütün antigerilla kuruluşlarının dağıtılmasını, Ürdün askerinin kışlasına dönmesini ve hapisteki bütün komandoların da serbest bırakılmasını istemiştir. Habbaş'ın gerillaları, bu isteklerini kabul ettirmek için, 10 Haziranda, Amman'daki İntercontinental ve Philadelphia otellerini basarak, buralardaki yabancıları rehin almışlardır. Bu arada da, Amman'daki Amerikan Büyükelçiliğinin siyasi kısım şefi Maurice Draper da Habbaş'ın gerillaları tarafından kaçırılmıştır. Habbaş bu faaliyetini fazla sürdüremedi. El Fetih'in baskısı üzerine 11 Haziranda çarpışmalara son verdi ve 12 Haziranda da rehineleri serbest bıraktı. Bu suretle Ürdün iç savaşının başlangıç safhası sona eriyordu.http://www.newjerseysolidarity.org/r...apt15img03.gif Lakin, Ürdün'ün iç tablosunda şimdi şu manzara ortaya çıkıyordu: Kral Hüseyin'in otoritesinin yanında, Arafat liderliğindeki El Fetih ile Habbaş liderliğindeki Filistin'in Kuruluşu için Halk Cephesi de birer kuvvet olarak sivrilmekteydi. O kadar ki, 16 Haziranda, Ürdün'deki gerilla teşkilatları biraraya gelerek, bütün komando gruplarının temsilcilerinden oluşan 6 kişilik bir ortak organ, bir "İdare Komitesi" kurdular. El Fetih lideri Arafat ile Habbaş'tan başka, bu komiteye Filistin'in Kurtuluşu İçin Demokratik Halk Cephesi lideri Nayef Hawatmeh, küçük gerilla teşkilatlarının temsilcileri olarak Dafi Jamani ve Dr. İssam Sartawi ve Filistin Kurtuluş Teşkilatı'nın temsilcisi olarak da Kemal Nasır üye olarak katılmaktaydı. Gerilla teşkilatları bu şekilde biraraya geldikten sonra, bunların Ürdün'deki statüleri konusunda Ürdün hükümeti ile üç hafta süren müzakereler yapıldı ve neticede 10 Temmuz 1970'de 16 maddelik bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile komandolar Ürdün topraklarında tam bir hareket serbestisi kazanıyorlardı. Ayrıca, Ürdün hükümeti gerillaların İsrail'e karşı faaliyetlerini destekleyecekti. Buna karşılık komandolar ve gerilla kuruluşları da, Ürdün'ün güvenliğine ve disipline saygı göstereceklerdi. 10 Temmuz anlaşması da duruma bir çözüm getiremedi. 26 Ağustostan itibaren gerillalar ile Ürdün askerleri arasında yine çatışmalar patlak verdi. Bu sefer gerillaların liderliğini Arafat yapıyordu. Onun arkasında ise Mısır, Suriye ve Irak bulunuyordu. Anlaşılıyordu ki, bu üç Arap devleti Kral Hüseyin'i devirmeye ve Ürdün'ü Filistinlilere bir yurt yapmaya kararlı idiler. 1 Eylülde Kral Hüseyin'e karşı bir suikast yapıldı ise de, başarılı olamadı. Bu üç ay içinde yapılan ikinci öldürme teşebbüsü idi. 26 Ağustosta yeniden başlayan çatışmalar, 17 Eylülden itibaren tam bir iç savaş haline geldi. Çünkü taraflar artık, tanklar ve toplarla muharebe ediyordu. 20 Eylülde, Ürdün silahlı kuvvetlerinin duruma hakim olmaya başladığı bir sırada, Suriye zırhlı birlikleri Ürdün'ün kuzey sınırlarından içeri girerek Ürdün ordusu ile muharebeye başladı. Suriyeliler 250-300 tankla saldırıya geçmişlerdi. Amerika ile münasebetleri çok iyi olan Kral Hüseyin'in karşılaştığı bu durum Amerika'yı harekete geçirdi. Zira Hüseyin hem İngiltere'den ve http://www.safran-arts.com/art/mid-K...-of-Jordan.jpghem de Amerika'dan yardım istedi. Amerika, Kral Hüseyin'in zor bir duruma düşmesi halinde müdahale etmek üzere, bazı uçak gemileri ve helikopter gemileri ile deniz piyadesi taşıyan bazı savaş gemilerini Doğu Akdeniz'e gönderdi. Amerika, karadan da müdahale etmek üzere İsrail'i harekete geçirdi. İsrail'in müdahale ve yardımını Kral Hüseyin de biliyordu ve bunu kabullenmişti. Kaldı ki, kendisi istemişti de. Bu vesile ile belirtelim ki, 1978 Eylülündeki Camp David anlaşmalarında ve daha sonraki Amerikan barış teşebbüslerinde Arap-İsrail barışı için Ürdün'e ağırlık verilmesinin sebebi budur. Zira Hüseyin, Mısır, Suriye ve Irak gibi "devrimci" veya "devirici" rejimlere karşı, İsrail'de bir denge veya güvenlik unsuru görmüştür. Bilhassa 1970 iç savaşının ve Filistin gerillalarının yarattığı tehlikenin Kral Hüseyin'in bu konudaki görüş ve hislerini daha da kuvvetlendirdiği şüphesizdir. Bununla beraber, Hüseyin'in genel İsrail politikasında Arap karakterinin ağır bastığı da bir gerçektir. Amerika bir yandan bu tedbirleri alırken, bir yandan da Suriye konusunda Sovyetlere uyarmada bulunmuştur. Amerika'nın ve İsrail'in müdahale hususundaki kararlılığı, Sovyetleri Suriye üzerinde baskıya veya uyarmaya sevketmiştir. Gerek bu durum, gerek Ürdün ordusunun Suriye kuvvetleri karşısındaki başarılı direnmesi üzerine Suriye kuvvetleri dağınık bir şekilde geri çekilmek zorunda kaldı. Bu başarı üzerine Kral Hüseyin 23 Eylülde ateş-kes ilan etti. Her iki taraftan da ölü ve yaralı sayısı 15.000 olarak tahmin ediliyordu. Arap devletlerinin de aracılığı ile Kral Hüseyin ile Arafat arasında 27 Eylülde resmen bir ateş-kes anlaşması imzalanmıştır. Mamafih, çatışmalar hemen kesilmeyip daha bir süre, zaman zaman vukubulmak üzere, devam etmiştir. Ne var ki, Kral Hüseyin hem tahtını ve hem de vatanını Filistin gerillalarının saldırısından ve kaybetmesi ihtimalinden kurtarmıştı. |
Yemen İç Savaşı
Yemen İç Savaşıhttp://www.american.edu/TED/ice/images4/cpmf06war.jpg 1960-1980 arasındaki milletlerarası politika gelişmelerini bir takım ana bölümlere ayırmak gerekirse, şu söylenebilir: Bu gelişmeler üç temel konu etrafında toplanabilir. Bunlar, Doğu Batı münasebetleri ve buna bağlı olarak silahsızlanma ve Detant, Vietnam Savaşı ve bunun doğurduğu güney-doğu Asya gelişmeleri ve nihayet, Orta Doğu gelişmeleridir.
Bunlardan ilk ikisinde şu anda bir durgunluk mevcut olup, bu iki konu bir bakıma "stabilize" olmuş, yani bir hareketsizlik dönemine girmiştir denebilir. Fakat, üçüncü konuyu teşkil eden Orta Doğu gelişmeleri ise, devamlı bir hareketlilik ve bir dinamizm içinde, günümüz milletlerarası politika gelişmelerinin gündeminin başında yer almaya devam etmektedir. Şimdi, Orta Doğu'nun son yirmi yıllık gelişmelerine bir göz atalım. Yemen iç savaşı, 1962'de başlamış olup 1970'lerin sonuna kadar devam etmiş olan, gayet karmaşık bir gelişmeler zinciridir. Aynı zamanda, Orta Doğuyu bölünmelere, gerginliklere ve çatışmalara sevketmiş bir hadisedir başlamıştır. İmam Yahya, Yemenin kuzeyindeki Şii mezhebine mensup Zaidi'lerdendi ve hükümdarlığında da hep Zaidi'lere dayanmıştır. Halbuki Güney Yemen halkı Sünni Müslümanlardan Şafi'lerdi ve bunlar İmam Yahya'ya daima karşı gelmişlerdir. Aralarında geçimsizlik vardı. Bunun neticesi olarak, 1948 Ağustosunda çıkan bir ayaklanmada İmam Yahya öldürüldü ve yerine İmam Ahmed geçti. İmam Ahmed Suudi Arabistan'ın da yardımı ile ayaklanmayı bir kaç hafta içinde ve çok kanlı bir şekilde bastırdı, Zaidi'ler sadece başkent San'a da 3000 kişiyi öldürdüler. Bununla beraber, İmam Ahmed'e de yönelen suikastların ve darbe teşebbüslerinin arkası kesilmemiştir. 1955 Nisanında ve 1959 Mayısında başarısız darbe teşebbüslerinden sonra, 1961 Martında da bir suikaste maruz kalmıştır. Yemen'de monarşiye karşı hareketlerin ortaya çıkmasında, 1952 Temmuzunda Mısır'da monarşinin askerler tarafından devrilmesi büyük rol oynamış görülüyor. Zira monarşiye karşı olan aydınların büyük çoğunluğu bu tarihten sonra Kahire'de toplanarak Hür Yemenliler hareketini başlatmışlardır. Yine büyük bir kitle de güneyde Aden'de Halk Sosyalist Partisi'ni kurmuşlardır. 1958 Temmuzunda Irak'da da monarşi devrilip General Kasım'ın komünist eğilimli idaresi başlayınca, bir kısım Yemenliler de Bağdat'a gitmişler ve orada teşkilatlanmaya çalışmışlardır. İmam Ahmed 19 Eylül 1962'de öldü ve yerine oğullarından Muhammed el-Bedr tahta geçti. 38 yaşındaki yeni İmam, 20 Eylülde radyodan halka yaptığı konuşmasında, esaslı reformlar yapacağını ve Yemen'in fodal hayatını çağdaşlaştıracağını ilan etti. Fakat el-Bedr bu söylediklerini yapamadan bir hafta sonra, 27 Eylül 1962'de Albay Abdullah Sallal liderliğindeki bir askeri darbe ile düşürüldü. Fakat Muhammed el-Bedr saraydan ve San'adan kaçmaya muvaffak oldu. İşin garip tarafı Muhammed el-Bedr hükümdar olur olmaz, Sallal'ı Genelkurmay başkanlığına getirmişti. Darbe başarılı olur olmaz, beş kişilik bir ihtilal konseyi kuruldu ve hem bu Konsey'in başkanlığına, hem Başbakanlığa ve hem de Yemen Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığına Sallal getirildi. Konsey, yeni rejimin amaçlarını şu şekilde açıkladı: Monarşinin sona erdirilmesi ve sosyal adalete dayanan bir cumhuriyet rejiminin kurulması, kabile anlaşmazlıklarının giderilmesi, halkın kendi kendini idare edecek şekilde teşkilatlandırılması, ordunun modernleştirilmesi ve ülkede kapitalizmin yerleştirilmesi, fakat tekellerin önlenmesi. Yapılan açıklamalara göre, dış politikada da, Arap milliyetçiliği ve Arap ülkeleri ile dayanışmaya ehemmiyet verilecek, Arap Ligi güçlendirilecek, Birleşmiş Milletler Antlaşması desteklenecek ve Yemen'in bağımsızlığını tanıyan bütün ülkelerle dostluk münasebetleri geliştirilecekti. Sallal darbesi ile 28 Eylül 1962'den itibaren Yemen'de Cumhuriyet ilan edilmekle beraber, bu Cumhuriyeti yürütmek kolay olmadı. Zira darbe sırasında kaçmış olan İmam el-Bedr, onbeş gün sonra Yemen'in kuzeyindeki dağlık bölgelerde ortaya çıktı ve etrafına topladığı kuvvetlerle Sallal rejimine karşı mücadeleye başladı. Kralcılarla Cumhuriyetçiler arasındaki Yemen iç savaşı bu şekilde başlamış oluyordu. Yemen'deki darbe ve arkasından gelen iç savaş Arap dünyasını ikiye böldü. Yeni cumhuriyeti ilk tanıyan Mısır ve Başkan Nasır oldu. Irak, Suriye, Lübnan, Sudan, Tunus ve Cezayir yeni rejimi tanıdılar. Suudi Arabistan, Ürdün ve Fas, yani üç monarşi, yeni Yemen rejimini tanımadılar. Tabiatiyle hem Suudi Arabistan'ın ve hem de Ürdün'ün bir diğer endişesi ise, komşu ülkede başgösteren bu gelişmelerin kendi ülkelerine de bulaşması ve sıçraması ihtimali idi. Bu sebeple, bu iki ülke, Sallal rejimini tanımadıkları gibi derhal İmam Bedr'e yardıma başladılar. Esasen bu sırada Cidde'de İmam taraftarları bir "sürgünde hükümet"de kurmuşlardı. Başkan Nasır ise, Sallal'ı desteklemek üzere, 4 Ekimden itibaren Yemen'e Mısır askeri göndermeye başladı. Yemen iç savaşı uzadıkça, Nasır da, Amerika'nın Vietnam bataklığına girmesi gibi, Yemen bataklığı içine gömülmeye başlayacaktır. 1967 Haziranında Arap-İsrail savaşı patlak verdiği ve Mısır, İsrail saldırısına uğradığı zaman, Mısır'ın Yemen'de 70-80 bin kadar askeri bulunuyordu. Nasır'dan sonra Başkanlığa gelen Enver Sedat da Yemen'deki askeri harekata katılan Mısır komutanlarındandı. Sallal rejimini destekleyen büyük devletlerin başında da Sovyet Rusya geliyordu. Yemen Cumhuriyet hükümeti, 27 Aralık 1962'de Sovyet Rusya ile iki tane ekonomik yardım anlaşması imzalamıştır.Buna karşılık Amerika tarafsız kalmış ve hatta bir ara Kralcılarla Cumhuriyetçiler arasında aracılık teklifinde dahi bulunmuştur. Başkan Kennedy'nin 1962 Kasımında yaptığı, Mısır kuvvetlerinin Yemen'den kademeli olarak çekilmesi ve buna karşılık da Suudi Arabistan'ın yardımlarını Kralcılardan çekmesi teklifi, Sallal tarafından kabul edildi ise de, Kralcılar tarafından reddedildi. Arap ülkelerinin Yemen iç savaşı karşısında bölünmeleri, bunların birbirleriyle olan münasebetlerini de gerginleştirdi. Ürdün'ün Suudi Arabistan'ın ue Kralcı'ların yanında yer alması, Mısır'ın Ürdün üzerindeki hücum ve baskılarını arttırdı. Ayrıca, Mısır uçakları da zaman zaman Suudi toprakları üzerinde uçmaya başlamıştı. Bu sebeple, 4 Kasım 1962'de Ürdün ile Suudi Arabistan arasında bir askeri ittifak imzalandı. Mısır, Ürdün-Suudi ittifakını cevapsız bırakmadı ve 10 Kasım 1962'de, Başkan Sallal ile Mısır Başkanlık Konseyi üyesi General Enver Sedat arasında bir Yemen-Mısır Ortak Savunma Paktı imzalandı. Bu Paktın imzasından sonra Yemen'in Suudi Arabistana karşı tutumu sertleşti. Sallal 13 Kasımda verdiği bir demeçte, Arabistan yarımadasındaki sınırların, koloniyalizmin yarattığı sun'i sınırlar olduğunu söyledi ve "güzel topraklarımızı Suudi'lerden kurtaracağız" dedi. Sallal, daha içerde durumunu sağlamlaştırmadan Suudi Arabistan topraklarına göz koymuştu. Tabi bunu yaparken Mısıra güvenmekteydi. Bundan dolayı, Amerika Avrupadaki jet filolarından bir kısmını Suudi Arabistana gönderdiği gibi, Yemen veya Mısır saldırısına karşı bir uyarı olmak üzere, bir savaş gemisini de Cidde limanına gönderdi. Bunun üzerine Mısır ve Yemen tutumlarını yumuşatmak zorunda kaldılar. Bu yumuşama üzerinedir ki, Amerika, biraz önce sözünü ettiğimiz ve netice vermeyen aracılık teşebbüsünde bulundu. Yemen iç savaşı dolayısiyle birbirlerine cephe almış olan tarafların bu tutumları, iniş çıkışlarla, yani zaman zaman gerginleşerek ve sertleşerek, zaman zaman yüzeyde bazı yumuşamalar göstererek, 1967 Haziranındaki Arap-İsrail savaşına kadar devam edecektir. Yemen iç savaşı ve Orta Doğuda doğurduğu gerginlikle, barışın bozulması ihtimali dolayısiyle, Birleşmiş Milletler de yakından alakadar olmuştur. Bilhassa 1963 ve 1964 yıllarında Güvenlik Konseyi, Mısır ve Suudi Arabistan'ın Yemen'den ellerini çekmesini sağlamak (disengagement) için çeşitli kararlar almış ve formüller ortaya atmıştır. Fakat bunların hiçbirisi netice vermedi. Buna mukabil, 1964 yılında Yemen meselesinde bazı müsbet gelişmeler de ortaya çıktı. Bir defa, Arap dünyası içinde çıkan bu gerginlik diğer Arap devletlerini rahatsız etmeye başladı. Zira, Yemen meselesi dolayısiyle bir kısım Arap ülkeleri birbirleri ile çatışırken, öte yandan Arap dünyasının İsrail ile münasebet veya meseleleri de gerginlik göstermeye başlamıştı. Dolayısiyle bir bütün olarak çabaların İsraile yönetilebilmesi için, kendi aralarındaki anlaşmazlıkların bir an önce sona erdirilmesi gerekirdi. Bu sebeple, 13-16 Ocak 1964'de Kahire'de 13 Arap devletinin katılmasiyle yapılan Arap Zirve Konferansında ve 5-11 Eylül 1964'de yine Kahire'de yapılan ikinci Arap zirvesinde, dolaylı veya dolaysız Yemen meselesi de ele alındı. Hatta Mısır, Suudi Arabistan ve Yemen Cumhuriyeti liderleri arasında temaslar da yapıldı. Bunlardan bir netice alınamadı ise de, bu temasların havayı yumuşattığı görüldü. Bu atmosfer içinde, Cezayir Başkanı Bin Bella ile Irak devlet Başkanı Abdüsselam Arif'in aracılık gayretleri neticesinde, Kralcıların ve Cumhuriyetçilerin temsilcileri Sudan'da bir yerde 1-3 Kasım 1964'de biraraya gelerek, bir ateşkes anlaşması imzalayabildiler. Buna göre, 8 Kasımdan itibaren ateş kesilecekti. Gerçekten ateş kesildi. Lakin Yemen'in bütünlüğünü gerçekleştirecek tedbirlerin tatbikatında anlaşamadıkları için ateş-kes tekrar bozuldu. Başkan Nasır'ın Cidde'de 22-24 Ağustos 1965 günlerinde Suudi Arabistan Kralı Faysal ile yaptığı iki günlük görüşmelerden sonra Cidde Anlaşması adını alan bir anlaşma imzalandı. Buna göre Suudi Arabistan Kralcılara yapmakta olduğu yardımı kesecek ve Mısır da, 23 Kasım 1965'de başlamak üzere on ay içinde Yemen'deki bütün kuvvetlerini geri çekecekti. Bu arada "Yemen'deki bütün milli kuvvetlerin" temsilcilerinden meydana gelen 50 kişilik bir konferans 23 Kasım 1965'de Harad'da toplanacak ve en geç 23 Kasım 1966'da yapılacak bir plebisitle Yemen halkı istediği hükümet şeklini kendisi tayin edecekti. Bu anlaşmadan sonra Mısır ve Suudi Arabistan münasebetleri de bir bahar havasına girdi. Fakat bu bahar da uzun sürmedi. Çünkü, Harad Konferansı bir aylık bir çalışmadan sonra, hiç bir anlaşma sağlayamadan dağıldı. Kralcılarla Cumhuriyetçilerden hiç birisi görüşlerinden fedakarlığa yanaşmadılar. Tabi çatışmalar yeniden başladı. 1966 sonunda ise Mısır ile Suudi Arabistan tekrar çatışma durumuna girdiler. 1966 Ekiminde bir kısım Mısır uçakları Suudi Arabistan'ın bazı limanlarını bombardıman ediyordu. Fakat bütün bu gelişmeler olurken gerek Cumhuriyetçilerin gerek Kralcıların da kendi içlerinde bölünmeler ve çatışmalar cereyan etmekteydi. Öyle ki, Yemen iç savaşı, iç ve dış unsurları ile tam bir arap saçı haline geldi. 1967 Arap-İsrail Yemen iç savaşına çok kısa bir süre için bir durgunluk getirebildi. Lakin tarafları birbirine yaklaştıramadı. O kadar ki, Nasır bile, Yemen'deki Mısır kuvvetlerinin ancak bir kısmını israil savaşı için geri çekti. Yine büyük kısmını orada bıraktı. Fakat Arap-İsrail savaşından sonra, Yemen iç savaşında da değişiklik meydana gelmeye başladı. Bir defa, Nasır 1967 Kasımından itibaren, kendisini Yemen bataklığından kurtarabilmek için kuvvetlerini geri çekmeye başladı. Bu Sallal'ın durumunu da zayıflattı. 1967 Kasımında Sallat, Yarbay Muhammed el-Iriani liderliğindeki subaylar tarafından iktidardan düşürüldü. Yeni rejim, Suudi Arabistan da dahil bütün Arap ülkeleri ile yakın münasebetler kurmak istediğini açıkladı. Bu, müsbet bir gelişme idi. Buna karşılık Kralcılar arasındaki anlaşmazlıklar da artmaya başladı. 1967'den itibaren Kralcıların Cumhuriyetçilere karşı giriştiği saldırılar zayıflamaya ve başarısız olmaya başladığı gibi, Kralcıların içinde de İmam el-Bedr'e karşı muhalefet de gittikçe arttı. 1967 Arap-İsrail savaşı ve bu savaşta Mısır'ın uğradığı hezimetin, Nasır'ı Yemen'den çekilmeye sevkettiği anlaşılıyor, çünkü İsrail meselesini görüşmek üzere 1967 Ağustosunda Hartum'da yapılan Arap zirvesinde, Nasır, Suudi Arabistan'a Yemen konusunda anlaşma teklif etti. Bu teklif kabul edildi ve Nasır ile Kral Faysal arasında 31 Ağustos 1967'de yapılan Hartum Anlaşması ile, Mısır 9 Aralık 1967 tarihine kadar bütün askerini Yemen'den çekmeyi ve Kral Faysal da Kralcılara yaptığı yardımı durdurmayı kabul ediyordu. Gerçekten Mısır Aralık ayı başında bütün askerini Yemen'den çekti. Bununla beraber, uzlaşma hemen gerçekleşmedi. Cumhuriyetçiler ile Kralcıların çatışmaları daha bir süre devam etti ve 1969 yılından itibaren çatışmalar hafiflemeye başladı. Bu arada yeni bir gelişme oldu ve biraz aşağıda değineceğimiz üzere, solcu rejimi ile Aden'de Güney Yemen Cumhuriyeti ortaya çıktı. Bu gelişme Suudi Arabistan'ı daha fazla korkuttu ve Kralcılarla Cumhuriyetçiler arasında aracılık yaparak, barış görüşmelerinin gerçekleşmesini sağladı. 1970 Nisanında gerçekleşen anlaşmaya göre, Cumhuriyetçiler hem hükümette ve hem de Milli Danışma Konseyinde ve bazı diplomatik postlara tayinde, İmamcılara da yer verecekler ve İmam el-Bedr ailesinin de Yemen'e dönmesine müsaade edeceklerdi. Bu anlaşma üzerine Suudi Arabistan 23 Temmuz 1970 tarihinde Yemen Arap Cumhuriyeti'ni resmen tanıdı. Amerika da 1972 yılında tanıdı. Fakat bu sefer, Güney Yemen, Yemen Arap Cumhuriyeti'nin başına dert oldu. 13 Haziran 1974'de Albay İbrahim el-Hamidi bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi ve Suudi Arabistan ve Amerika ile yakın münasebetler kurdu. Lakin 1977'de bir suikastte öldürüldü. Yerine geçen kişi de kısa bir süre sonra, solcu Güney Yemen'in adamları tarafından öldürüldü. Kaynak : Fahir ARMAĞANOĞLU - 20.Yüzyılın Siyasi Tarihi |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.