![]() |
Sultan Abdülhamid'den...( Okumanızı Tavsiye Ediyorum
Sultan Abdülhamid'den Müthiş Bir Anı... “Onlar ki İmana Edip Takvâ’ya Ermişlerdir.” (Yunus.63) Saat 03.00 sıralarında idi Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı. - Arabacı! Arabacı yatağından fırladı. Atlar koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı. Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü. Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu. Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti. Elinde yalın kılıcı vardı. Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı. Formaliteler bir kenara bırakılmış bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki. Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya. Hırsından yerinde duramıyordu. Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı. Sert bir sesle: - Sür evladım hadi çabuk ol… Arabacı şaklattı kırbacı. Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı. Bir sultan bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi? Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan; - Daha hızlı yavrum daha hızlı şu sokağa sap şuradan gir… Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu. Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar evler kurt kuş hal ile daha daha hızlı diyordu. Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne? Arkadan itekliyor sanki. Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu. Bir hoş oluyordu. Öylece yol aldılar. Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri; - Şu çatal kapının önünde dur! Diye emir verdi. Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı. Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta. Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından ürkek tedirgin isteksizce sordu; - Kim o? Sultanın beklediği an gelmişti. Bir çırpıda indirdi kılıcı. Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına. O koca Sultan derin bir oh çekti. Rahatlamış hırçınlığı gitmişti. Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını müşfik bir sesle emir verdi. - Hadi yavrum saraya… Sarsmadan… El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan. Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı. Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne? Ne garip bir yolculuktu bu? O adam kimdi? Sultan neden boynunu vurmuştu. Giderkenki o hışım haşmet mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne? Çözebilmiş anlayabilmiş değildi. Saraya girmişlerdi. Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı arabacıya yaklaştı sessizce. Arabacı bilmiyorum diyebildi. Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi. Yatağındaydı ama uyuyamıyordu. Bir iş vardı bu işte. Adil adaletli dini bütün bir hükümdardı. Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti. Herkesi okşar hoş tutardı. Af ve müsamahayı çok severdi. Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin. Sultanı hiç böyle görmemişti. Düşünüyordu; neden kendisi gitti? Neden gecenin o saatinde gitti. Giderkenki o acelecilik neydi? Merak içini kemiriyordu. Hele o yoldaki haller. … Çok tuhaf şeyler olmuştu. Olup biteni gidip öğrenmeliydi. Kalktı belli etmeden giyindi hırsız gibi sessizdi. Bir at seçti kendisine. Yavaşça çıktı saraydan. Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı. Bir solukta vardı aynı eve. Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı. Zayıf cılız ürkek bir kadın sesi titreyerek sordu: - Kim o? - Teyze aç hele bir olaya şahit oldum. Beni mazur gör uyku tutmadı. Meraktan kurtar nedir bütün bunlar? Kadın heyecanla hayretle kapıyı çabucak açtı. Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı. - Yavrum evladım kimdi o? Madem gördüm diyorsun ne olur söyle. - Kim olduğunu sorma! Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır. Merakımı giderirsen ne ala yoksa sen beni görmedin ben seni. Kadın üzülmüştü. O büyük zatı öğrenememişti. Mahzundu boynu büküktü. Hıçkırıklar içinde boğuluyordu güçlükle konuştu; - Peki madem öyle o sır seninle kalsın. Kapıyı ardına kadar açmıştı kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi. Güçlükle konuştu - Bu benim oğlumdu içkili gelmişti bana tecavüz etmek üzereydi Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım. Sonunu sen biliyorsun. Arabacı donup kalmıştı. Aman ’ım böyle bir şey olabilir miydi? Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi. Söylenenler beynini tırmalıyordu kulakları uğulduyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığıla kaldı. Neden sonra kendine geldi. Biraz sakinleşmişti. Onca yolu nasıl gelmişti bilemedi. Düşünüyordu. Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu. O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti? Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi. Kim demişti? Nasıl demişlerdi? Hafsalası almıyordu. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Görünüşte bir kafa kopmuştu. Ama o çözmüştü her şeyi. Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi. Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi kim bilir? Aklı karmakarışıktı. Demek her şey böyle idi. Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya manevi bir dünya manevi bir hayat vardı. O artık ehlince malum o hayatı o hazzı istiyordu. Nasıl da farkına varamamıştı. Ne büyük bir gafletti. Deryanın yanında bulunup damladan istifade edememek ne acı diye düşündü. Dünyanın geçici aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı perdenin altını görmeli diyordu. Artık içi içine sığmıyordu coşmuştu. Dağa taşa haykırıyordu: - Asıl hayat bu bu hayatı tanımak yaşamak lazım. O hazzı tatmalı içeri girmeli O’nunla olmalı; Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ta Rab! Nasib et!.. Nasib et!.. “ŞÜPHESİZ İNSANLARDAN ’A YAKIN OLANLAR VARDIR.’’ (KÜTÜB-İ SİTTE:6065) |
Sultan Abdülhamid'den...( Okumanızı Tavsiye Ediyorum
Çok duygulandım..sağol kardeşim.. Sultan Abdulhamid'in Ramazan halleri 16/9/2009 -Kategori: Sultan Abdulhamid Osmanlı Sultanı II. Abdulhamid hakkında bugüne kadar çok şey okudunuz. Peki onun Ramazan ve Bayramlarda neler yaptığına dair bilginiz var mı? Yoksa buyurun: Sultan II. Abdülhamid’in itimat ettiği adamlarından İzzet Holo Paşa’nın damadı olan Ahmet Semih Mümtaz, 1908 Meşrutiyeti sonrasında, İttihatçıların tehditlerinden çekinip, kayınpederi eşi ve çocukları ile Fransa’ya kaçmış. Babası; Takvim-i Vekayi Nâzırlığı, Beyrut, Bursa vali-likleri, İstanbul şehreminliği görevlerinin yanı sıra Damad Ferid’in sadrazamlığı döneminde kısa bir süre Dahiliye Nâzırlığı da yapmış olan Reşid Mümtaz Paşa (1856-1924); annesi Çerkez asıllı Şadıfeza Hanım olan Ahmet Semih Mümtaz, yazılarında “Semih Mümtaz S.” imzasını kullanmış. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı bürokrasisinde önemli görevlerde bulunmuş devlet adamları yetiştiren ve “Mümtazefendiler” olarak tanınan Eğin kökenli bir ailenin mensubu olan Mümtaz, 28 Nisan 1956 tarihinde İstanbul'da öldü. Fransa'da tam olarak ne işle meşful olduğu bilinmiyor ancak Bohem bir hayat yaşadığı tahmin ediliyor. Ahmet Semih Mümtaz’ın uzun yurtdışı ikametinden dönüş tarihi olan 1937’den sonra gazetelerde yazdığı hatıralardan derlemiş olduğu iki kitabı yayınlanmış. Konuları itibariyle oldukça dağınık derlemeler olduğu göze çarpan bu eserler şunlardır: Hatıralar, (Türkiye Yayınevi, Canlı Tarihler Dizisi, İstanbul, 1944) ve Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler (Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1948) Kapı Yayınları geçtiğimiz yıl onun yazılarından bir derleme olan "Sultan II. Abdülhamid ve Zamanı" adlı eseri yayınlamıştı. Bu sene ise Kurtuba Kitap aynı yazarın kaleminden eski Ramazanları anlatan bir kitap yayınladı. İsmail Dervişoğlu'nun derlediği Evvel http://<font color="#bd3232">zaman İ...anları</font> adlı kitap, içinde bulunduğumuz ayın anlam ve önenime binanen raflarda yerini aldı. Haber 7 kitap dünyası olarak eski Ramazanlara özlem duyanların, Osmanlı Döneminde ramazanlarda hangi gelenek ve göreneklerin nasıl eda edildiğini şaşkınlık ve ibretle okuyabileceği bu eserde Sultan II. Abdülhamid'in Ramazan hallerinden önemli ayrıntılar yer aldığını fark ettik. Ançak kitap sadece Abdulhamit üzerine kurulmuş değil. Sokaklardan konaklara, Saray ahalesinden, eğlence erbablarına kadar pek çok alanda İstanbul'un eski ramazanları nasıl yaşadığına dair oldukça ilginç anılar ve bilgiler yer alıyor. Bu anılar arasında bir döneme damga vurmuş ünlü isimlerin özel hayatlarından da ilginç kesitler yer alıyor. Biz size haber değerini göz önüne alarak, bir haber metnine kafi miktarda bilgiyi derleyip, aktarmakla yetindik. İşte Tarihin en çok konuşulan ve araştırma yapılan bir döneminden, farklı bir gözden farklı bir sultanın Ramazanlık hallerinden bir kaç kesit: ORUÇ TUTMAMAK ŞİDDETLE YASAKTI 1908 Meşrutiyeti’nden sonralara kadar dahi alenen oruç tutmamak (nakz-ı siyam) şiddetle yasaktı. Benim içinde doğduğum ve yetiştiğim devride padişah Sultan II. Abdülhamid hem halife sıfatıyla hem de itikaden dinde mübalâtsızlığın hem günah hem de tehlikeli olduğuna kani olduğu için İslam dünyasının merkezi hilafeti ve saltanatı olan bir memlekette ve şehirlerde oruç tutmayanlara müsamaha taraftarı değildi. Bundan dolayı Zaptiye nâzırına ve Merkez Kumandanına ve valilerle ordu kumandanlarına sıkı emirler verir, sokaklarda ve umumi yerlerde oruçsuzları cezaya çarptırırdı. Bir taraftan da ramazan ve bayram maaşlarını vaktinden evvel muntazaman verdirmek ve bol bol saraya iftara gidenlere diş kiraları dağıtmak, fukaraya sofra sofra yemek tevzi ettirmek, kışları kömür dağıttırmak ve emsali iyiliklerin ifasında ısrar ederdi. RAMAZANDA İSTİBDAT KALKARMIŞ Herkesin herkesle sık görüşmesinden kuşkulanan padişah ramazanlarda iftarlara, topluluklara, konuşmalara ve sabahlara kadar halkın ayakta bulunmasına asla müdahale etmez, ortalığı daha serbest bırakırdı. Yalnız vükela yani nâzır paşalar ve emsali büyükler pek birbirlerine gitmez; çünkü gidemezlerdi. Şehzade saraylarında iftarlar pek hususi gibi olurdu. İŞSİZLİK YOK TABLACILIK VARMIŞ Fakat sultan sarayları dolar, boşalırdı. Sarayların has hususi mutfaklarından çıkan yemekleri yerlerine taşımak için -olduğu gibi söylüyorum- beş bin tablakâr vardı. O adamlar işsiz güçsüz sokaklara düşüp birbirlerini bıçaklayacaklarına tablakârlıkla iş görür, hem aylık, hem de bol bol bahşiş alırlardı. Bir kârları daha vardı. Ramazan için pişirilen o hadsiz hesapsız yemekleri tablakârlar kendi hesaplarına satarlardı ve buna müsaade edilirdi. PADİŞAH VÜKELAYA NEDEN TOPLU İFTAR YAPTIRMAZMIŞ Sultan II. Hamid gibi vehimli bir padişah bile ramazanda halka tam bir hürriyet verir ve bununla övünürdü. O, yalnız kendi vükelasının hatta birbirlerinin iftarına gitmelerine müsaade etmezdi. Çünkü toplanırlarsa bir fesat çıkarırlar diye korkardı. Mahremlerine söyle derlermiş: “Herifler beceremedikleri işlerinin mesuliyetini bana yüklerler, kendilerini temize çıkarmak için ters bir şeyler yaparlar. Onlara emniyet edilmez. Amcam ve kardeşim etti de ne oldu malum…” HALKA DOKUNMAZDI Yoksa halka dokunmazdı. İftar âlemleri namaz arası camilerde buluşmak, hafızları topluca dinlemek, vaizlerin etrafını doldurmak, hiçbir manie tesadüf etmezdi. Yalnız nasın ortasında nakz-ı siyam edenler zabıta-i mânianın elinden güç kurtulurdu. Veya ekalliyetlerin lehçesini taklit ederek yakayı sıyırırlardı. ABDÜLHAMİD YEMEK DÜŞKÜNÜ DEĞİLDİ "Benim çocukluğuma ve çok gençliğime tesadüf eden zaman içinde yemesini içmesini bilir kişiler bugünden fazla idi. Çünkü onlar gourmand=obur değil, gourmed=yani zaika erbabından idiler. Ağızlarının tadını bilirlerdi. Gourmandlardan bir zat tanımıştım; doldurduğu tabağını uşakları zorla önünden çeker götürürlerdi. O bağırırdı amma dinlemezlerdi. Aman Allah’ım. Nasıl yemek yerdi hâlâ gözümün önündedir. Fakat bu zat-ı muhteremin iftarları o kadar mutena hem mükemmel idi ki Sultan II. Abdülhamid kilercilerine bazen beğenmediği bir yemek olursa “Aşçılar oraya gitsinler, öğrensinler” dermiş. Halbuki sultan II. Abdülhamid hiç de yemek düşkünü değildi. Çok sevdiği amcası Sultan Abdülaziz’den iki şey tevarüs etmemişti. Bir, dedikodu sevmemek; iki, yemek merakı... RAMAZAN'DA HERKESE DİŞ KİRASI "... Sultan II Abdülhamid birçok sebeplerle, ramazanlara fevkalade ehemmiyet verirdi. Evvela dindardı. Bu mübarek ayı tesid eder, ona hürmet ederdi. Muntazaman oruç tutar, Kur’an-ı Kerim okur, namaz kılar ve bunu böyle yapanlara ayrıca para verir, severdi. Mübarek ayın hulûlünden evvel kilercibaşıyı çağırır, ona emirler verir, sofralar ve yemekler ve her akşam iftara davet ettiği askerlere verilecek iftariyeler üzerinde zihin yorar, âdeta mönüleri kendisi hazırlardı. Saray-ı hümayununda iftara gelecek misafirlerin hizmetine verilecek olan sofracıların elbiselerine kadar meşgul olur, alaturka setre mi yoksa redingot mu giymelerini münakaşa ederdi..." "Sultan II. Hamid Yıldız Sarayı’nda yüzlerce misafirine her akşam iftar verir, İstanbul’daki askerleri birer birer ve tabur tabur iftara getirtir ve cümlesine ayrı ayrı bir maaş nispetinde iftariye verirdi. Daha doğrusu bir maaş nispetinde iftariye almak sarayda iftara giden herkese nasip olurdu..." "...Amma ramazanlarda hemen herkesi hatta askerleri iftara çağırır, diş kirası dağıtırdı. Bunu bazı konaklar da yapar, diş kirası dağıtırlardı. Gümüş paralar, çil altınlar şeklen dahi ne kadar güzel idiler. Alması da vermesi de tatlı idi vesselam...." ABDÜLHAMİD İFTARİYELİK ALTINLARI DA KESELERİNİ DE TEK TEK YIKATIRMIŞ "...Ve hele bu adamları fevkalade temiz olmalarını isterdi. Çok titiz ve hem de temizdi bu padişah. O kadar ki iftariye olarak kendi göndereceği çil altınları tekrar yıkattırır, kurutturur, gözünün önünde kırmızı atlas keselere koydurtur, ağızlarını mühürlettirirdi. Banknotları da bezlerle sildirtir, sonra zarflara yerleştirirdi. Üzerlerine de zamklı mührünü (A.H.) yapıştırırdı. Saray-ı hümayuna iftara gitmek için davet vaki olmazdı. Amma gidecekler aşağı yukarı zamanlarını bilirlerdi. Nâzırlar, kendilerine mahsus olan odada, diğer zevat da başkâtibi ve beylerin veya Kızlarağası’nın yahut mabeyincilerin veya yaverlerin odalarında kurulan sofralarda iftar ederlerdi. Bu oda sahipleri de odalarına gelenleri efendilerine yani hünkâra haber verirlerdi. Esasen kapıcılar alelusul saraya gelenlerin isimlerini yazmakla ve Mabeyn-i Hümayun müdürüne ulaştırmakla mükellef idiler. İFTARA GELMEYENLERİ TEK TEK BULURDU! Her ne ise… Bunlar böyle olurdu. Padişah da iftara gelenlerin kimler olduğunu öğrenirdi. Bu da böyle idi: gelmeyenleri merak eder, hasta mıdırlar, nedir diye tahkik ettirirdi. Bilasebep gelmeyenler olursa şüphelenirdi. Çünkü evhamı galipti. İftara yahut muayedeye gelmeyenleri nasıl buluyor, ne zaman görüyor, anlıyor diye herkes hayret ederdi. En yakınları bile… İkici kâtibi olan kayınpederimden “Bu padişahın, değil insan, çerçöp bile gözünden kaçmaz, Allah belalarını versin casusların, adamcağıza rahat vermezler ki” mülahazasını belki yüz defa işitmişim-dir. Bir defasında “Çerçöp ne demektir” diye sor-muştum. “Onu da sen anla” demişti. Ramazanda Sultan II. Abdülhamid’i saray ve iftarlar ve iftariyeler ne kadar meşgul ediyorsa iftara gidenleri de alacakları “atiye-i seniyeler, iftariyeler” meşgul ederdi. Acaba daha mı çok, yoksa az mı olacak? Tabiatıyla hele paraları aldıktan sonra o enfes yemekler daha kolay hazm olunurdu..." ABDÜLHAMİD'İN BAYRAM MEŞGULİYETİ Sultan II. Abdülhamid’in bir de bayrak meşguliyeti vardı. Yaşlarına ve derecelerine göre çocuklarına hediyeler, oyuncaklar, çiçekler verdirir; kadınefendilere, haznedarlara ve saraylılara yine hediyeler ve ihsanlarda bulunur; şekerler, şekerlemelerle dolu antika kaseler doldurtur ve muayededen sarayına döndükten sonra âdeta çocuk gibi çocuklarla haşır neşir olurdu. Diğer saraylarda da şehzadeler, sultanlar buna benzer hareketlerde bulunurlardı. Sadrazamların, nazırların, paşaların, beylerin, zenginlerin hatta fakirlerin evleri, konakları, neşeler ve Safalar içinde yüzerdi. Şehrin bayram eğlencelerinden bir de tiyatroları, ortaoyunları, meddahları, karagözleri, mevsimine göre değişen mahallerde saz küme fasılları; bağlarda, çayırlarda güreşleri, davullarla zurnaları, Taksim ve Tepebaşı bahçelerinde fevkalade numaralar arz eden orkestralar ve saire idi. BAYRAM NAMAZINDAN ÖNCE EL ÖPTÜRMEZDİ Sultan II. Hamid’in bir merakı da bayram namazını eda etmezden evvel kimseyle bayramlaşmamaktı. Harem dairesinde bile kimsenin el etek öpmesine müsaade etmezdi. Bayram sabahı adet edindiği vakitten daha erken uyanır; her sabah yaptığı gibi hamama girer; acele giyinir; selâmlığa çıkardı. Yol üzerinde olduğu için olacak, bunu adet edinmişti. Bayram namazlarını Beşiktaş’ta Sinan Paşa Camii’nde kılar; namazdan sonra yine saltanat arabasına binerek Dolmabahçe Sarayı’na gelirdi. On, on beş dakika istirahattan sonra gayet hafif bir kahvaltı eder, muayede salonuna girer, tahtına otururdu. Tahtın sol tarafına, biraz sola meyilli oturur, yanı başında duran sırmalı saçağı tutan zat kimse onunla konuşur, emirler verir ve derhal muayedenin yani resmi tebrikin başladığı görülürdü. "... Salonun üst katındaki balkonda Mabeyn-i Hümayun muzikası hafif hafif güzel havalar çalardı. Yalnız şeyhülislâm .. efendi feraşet-i Şerife vekili ve Şerif Abdi-İlâh Paşa salonunun ortasından hünkâra doğru gelirken müzik dururdu. Bundan sonra patrikler de ayrı ayrı arz-ı selâm ve davet ederlerdi. Salonun üst katındaki balkonun bir kısmı mühimi de kafeslerle çevrilmiş olarak sultanlara ve misafir hanımlara tahsis olunduğundan onlar da burada muayede resmini seyrederlerdi." ÇOCUKLARLA OYNAMAYI ÇOK SEVERDİ .. Hele çocuklarda konuşmak kendisine bir zevk olurdu. Bayram, kandil gibi vesilelerle çocuklara oyuncaklar verirdi. Muhasibi Nadir Ağa’nın hüsnü tabiatından ve zevkinden emin olduğundan oyuncakları, her alışverişi ona yaptırır, sık sık Beyoğlu’na yollar doğramacılığı sevdiği ve bildiği cihetle de bazı hediyelerinin muhafazalarını Sultan Hamid bizzat yapardı. SARAYDA BAYRAMLAŞMA NASIL OLURDU? Tahtın bulunduğu mahalle ve hünkârın oturduğu tarafa doğru iki ayak keçesi serilirdi. Herkes birbirini takiben sıra ile bunun birisi üzerinden hünkârın yanına doğru gider, saçağı öper, diğer keçeye geçer, selâm vere vere, arka arka yürüyerek gözden kaybolur, teşrifattaki yerine gider ayakta dururdu. Sadrazamdan başlayarak bütün rical-i devlet mertebelerine nazaran bu tebriki ifa ettiği, aheste hareket edildiği, ayrıca maiyet-i seniye erkân ve efradı dahi bu salonda hünkârı tebrik ettikleri cihetle ister istemez vakit uzar, herkes de yorulurdu. Hele hünkâr… Binlerce kişiye selâm vermekte bazıları ile konuşmakla ve esasen konuşmaksızın duramadığı içi her gün fazla yorulurdu. . KURBANLARIN YALDIZ DÖRTTE BİRİ SARAY YEMEKLERİNE AYRILIRDI Kurban bayramlarında Yıldız Sarayı’nın mutfak meydanlarında yüzlerce kurban kesilirdi. Her koyunun yalnız dörtte biri saray yemeklerine ayrılır, üst tarafıyla fakirler kayrılırdı. Bunun bir de dini teşrifatı vardı. Halife sıfatıyla hünkâr Hz. Peygamber için zebhedilen kurbanın zephi resminde bizzat hazır bulunur. Kendisi ve ailesi için kesilecek kurbanlar içinde birkaç kişiye vekâlet verirdi. Eyüp Sultan, Eğrikapı, Topkapı, Fatih ve emsali fakirlerine et gönderilmesini ısrarla emrederdi. Biz Dolmabahçe Sarayı’ndaki muayede bittikten sonra Yıldız’a çıkarken görürdük. Yollar saraydan aldıkları etleri yüklenenlerin kalabalıklarıyla ve konuşmalarıyla nevama müteharrik bir hâl alırdı. (Haber 7) |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.