ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Bunları Biliyor Musunuz ? (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=488)
-   -   Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=549115)

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:10 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 

Sadaka Taşları Osmanlı'da sokaklarda bulunan içi delik sütunlardı. Buraya zengin para bırakmak, fakir de ihtiyacı kadar bir para almak için elini sokardı.(Hepsini niye alsın ki yarın orda gene para var) Böylece halk arasındaki fakirler perişanlıktan kurtulmuş oluyor. Ve sadaka verenlerin ibadetleri ihlaslı olmuş oluyor. Ne veren kime verdiğini, ne alan kimden aldığını bilmiyor çünki.

Şu anda sadaka taşlarından sadece biri duruyor. O da Üsküdar'da Gülfem Hatun Camii´nin avlusunda

Atalarımızın kabul edip hayatlarına taşıdıklarına baktığımızda verilen sadakalarda ve yapılan iyiliklerde ‘sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi’nin bize ait bir düstur olduğunu görüyoruz.

Kur’an-ı Kerim, başa kakmanın, sadakanın değerini, minarenin tepesinden kuyunun dibine düşüreceğini gösteriyor. Bakara Sûresi’nde, “Tatlı soz ve kusurları bağıslama, peşinden başa kakma yoluyla incitme gelen sadakadan çok daha iyidir.” (Bakara, 2/263) buyurularak başa kakmanin sadakanın değerini sıfirlayacağı ifade ediliyor.

Toplumda, yapılan iyilikler bu anlayış içinde olunca, başa kakma ve yaptığı iyilikten dolayı başkalarına üstünlük taslama gibi problemler olmayacaktir. Dinin ruhunu iyi kavrayan Müslümanlar ‘Yaptikları hayrin içine riya girer, iyilik yaptikları kimseler eziklik hissederler’ diye son derece hassas davranmışlardır.

Bu hassasiyetin ürünü olarak bugün bildiğimiz bir uygulama vardır Osmanlı doneminde: Sadaka taşları.

Sadaka taşı, yaklaşık iki metre boyunda mermer bir sütun. Üstünde bir çukur var.

Dış görünüşü genelde bu şekilde olan sadaka taşları sosyal hayatın en önemli icatlarındandır. Yapılan iyiliklerin başa kakılmamasi ve muhtaç insanların da ezilmemesi icin enfes bir yoldur sadaka taşları.

Umumiyetle geceleyin veya kimsenin olmadığı bir dönemde hali vakti yerinde olanlar buraya ihtiyaç sahipleri için sadakalarinı bırakırlardı.

Bir insan sadaka vermekle hayır yapıyordu; ama kime iyilik yaptığını da bilmiyordu. Karşısında ezilen iki büklüm olan insanlar olmuyordu böylece. Derdini kimseye açamayan hakiki bir fakir, ihtiyacı olunca oraya geliyor ve o da yine kimseye halini açmadan oradaki paranın ihtiyaci kadarını alıyordu. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadar. Çünkü o biliyor ki, kendisi gibi ihtiyacı olan başka insanlar da var. Bu sadakayı verenin de meçhul olmasi sebebiyle kimsenin karşısında yüz suyu dökme ve ezilme durumu da olmuyor ve duasını da tanımadığı, bilmediği bir insana gönderiyordu.

Tavir ve davranislarını dinin ruhundan alan atalarımız gercekten ince anlayış sahibi insanlardı. Sadece sadaka taşları değil, her birisi ayrı bir inceliğin ürünü olan ayni ve nakdi yardimlar da bizim kültürümüzün ürünleri.

Yüzsüzlük edip insanlardan isteme hususunda geri duran insanlarin ihtiyaçlarini giderme adına mükemmel bir buluş.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:10 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 
Osmanlı'da sadaka taşları varmış, ihtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın ; şehadetleriyle, sadece ihtiyacı kadarını alırmış. Aynı şey . yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan konaklarda da uygulanır, yolcu eğer ihtiyacı varsa yatağının başucundaki keseden alabilirmiş. Binitine ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirmiş.
Eskiden "Kapıyı kapat!" denilmezmiş. Allah (c.c.) kim-! senin kapısını kapatmasın diye düşünülürmüş. "Kapıyı ( ört, ya da sırla" denilirmiş. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edebdenmiş.
"Lambayı söndür demezlermiş. Allah (c.c.) kimsenin ışığını söndürmesin. "Lambayı dinlerdir" derlermiş. Lamba yakılmaz, uyandırılırmış. Uyuyan birisi uyandırılmak İçin sarsılmaz veya adı ile çağırılrnazmış. "Agah ol erenler" derlermiş. Nezaket, incelik, edeb her işin başı imiş de ondan... Ona eren uyanık olurmuş. İnsanların sözü kesilmez, işaret ve işmar edilmez, fısıltılar, gizli konuşmalar hoş karşılanmazmış.
Hanımlar "Efendi" derlermiş beylerine, "siz" derlermiş. Hanımefendiliklerini gösterirlermiş. Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırmış. Yerdeki haşerata basmamaya özen gösterdiği '. için, adı "Karınca basmaz Efendiye çıkan insanlar varmış.
Kapıdan çıkarken arkasını dönmemek, geri geri çıkmak edebmiş. Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. "Git bir daha gelme!" der gibi değil de. "Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsun" eler gibi dizilirmiş.
Canlı cansız her şeyin bir hatırı varmış. Bediüzzaman, kendisine arkadaşlık eden, vefa gösteren eski elbisesinden bir parçayı koparıp alırmış. Yumurtayı ucundan, çok az kırar, fazla kırmayı tahrip olarak düşünür, tahribin hiçbir türünü sevmezmiş.
Eskiler hayatı o kadar nurani, o kadar temiz, o kadar manâlı yaşarmış.
"Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler, Ölçülü uzaklıkta yakın beraberlikler." diye tarif eder Üstad N. Fazıl bu hali...
Eskiler "Edeb Ya Hu!" derler, Onu görüyor gibi yaşamaya çalışırlarmış. O varken başkasına bakmaz, Onu unutmuş gibi hallere girmezlermiş. Ezel ve Ebed Sultanı'nın huzurunda nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlermiş. "Bizi takip eden, her halimizi perdesiz, en¬gelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!" der gibi, o mânâyı hatırlatmak İçin her yere "Edeb Ya Hu!" yazarlarmış. "Allah'ın huzurunda edeb" demekmiş bu... insan nerede olursa olsun Allah'ın huzurunda değil midir?

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:10 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 
Sadaka TaşlarI"

Sadaka vermenin zarif yöntemi


Dedelerimiz onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için ince ve farklı bir yardım metodu geliştirmiş: Sadaka Taşları
Türk Milleti, milli hasletlerindeki yüksek değer ölçüleriyle İslam Dini'ni özümleyişi ve ulaştığı sentezle insan, son derece önemli sevgi ve saygı odağı haline getirmiştir. Bunun olumlu tezahür ve tecellileri olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta, kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir.
Osmanlı iffet ve hayâsından dolayı fakirliğini gizleyenler; onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, ince ve farklı yardım, destek ve himaye yol ve metotları bulunmuştur. Onlara "alan el" olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak için, gayet zarif yardım şekilleri geliştirmiştir. Böylece "alan el" hicaptan, "veren el" de gurur ve riyadan korunmuştur. İşte, her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma vasıtalarından birisi, hatta bir bakıma birincisi, "Sadaka Taşları"dır.
Sadaka Taşları", Türk mahallelerinin birer centilmenlik anıtıdır. Olanca güzelliklerine ve zarafetine rağmen değişen şartlar sebebiyle giderek ihmal edilen, zamanla unutulup mukadderatına terk edilen bu fazilet abideleri konusunda bu güne kadar geniş çaplı bir araştırma yapılmamıştır.


Mermer sütunların ardında bekleyen bağışlar

"Sadaka Taşları", farklı çap, ebat, şekil ve türde olmakla beraber genellikle beyaz renkli, silindirik, çoğu antik mermer sütunlardır. Yere, dikine gömülmüşlerdir.
Yerden yükseklikleri genellikle 120-130 cm kadardır. Ama çevrelerinde uzun yılların getirdiği zemin dolma veya aşınmaları ile bu yükseklik değişebilmektedir. Çoğunluğu da dolguları sebebiyle daha kısa görünmektedir.
Günümüze çok azı ulaşabildiği için sayıları hakkında kesin rakam vermek mümkün olmayan "Sadaka Taşları"nın üç beş semtte bir adet bulunduğu düşünülüyor. Genellikle gözden, kalabalıktan uzak; el-ayak çekildiği saatlerde vereni, alanı bulunan bu görevli taşların daha çok şu mekânlarda bulundukları tespit edilmiş durumda:
1. Üç beş semtin birleştiği bir köşede. Üsküdar İmrahor'daki örnekte olduğu gibi.
2. Fakir, muhtaç, hasta insanların barındığı yapıların önünde. Üsküdar Miskinler Tekkesi'ndeki gibi.

3. Yardım, adak niyetiyle gidilen bazı tekke, dergah, zaviye, mezarlık, türbe gibi sınanmış yerlerin yakın çevresinde. Konya'daki Gevraki Hoca Türbesi'nin de bulunduğu Yağlıtaş Mezarlığı köşesindeki; Bulgur Tekkesi'ndeki İşkal aman (Şeyh Elman) Türbesi önündeki; Kadınhanı'ndaki "Yeşil pabuç" örnekleri gibi.
Konya Mevlana Müzesi'nin batı avlusundaki (hamüşanındaki) madeni paraların atıldığı Şeb-i Arus Havuzu da bu gruba girer.
4. Bulaşıcı hastalığa duçar olanların bulundukları yerlerde. Bulaşıcı hastalığa yakalanmış hastalara yardımda bulunurken bulaşma tehlikesi göz önünde bulundurularak, yardımların ulaşmasında Sadaka Taşları kullanılmıştır. Miskinler Tekkesi'ndeki gibi.
5. Mescit, cami gibi mabetlerin yakın çevresinde. Daha çok avlunun bir kenarında veya camiin köşesinde. Yahyalı (Kayseri)'deki Şeyh Yahya Türbesi ile yanındaki Ulu Cami'nin müşterek avlularındaki ile, Konya Sarıyakup Cami'nin harem kapısı önündeki örnekleri gibi.


Muhtaç olduğunu alan kanaatkâr fakirler

Sadaka Taşları'na yardımlar iki türlü yapılıyordu:
1. Nakdî: Para yardımı özellikle uçup kaybolmaması için de kağıt para (kayme) yerine madent paralar bırakılarak gerçekleşirdi.
2. Aynî: Giyim, kuşam eşyaları ve çeşitli besinler bırakılırdı.
Yaşlıların anlattıklarına göre buradaki enteresanlık, fakir ve muhtaçların taşta birikenlerden sadece ihtiyacı olan şeyleri ve muhtaç olduğu miktar kadarını alarak, diğerlerini başkalarına bırakmaya özen göstermeleridir. Bu kanaat ve diğer-gamlık her türlü takdire layıktır. Burada dikkati çeken bir nokta da, bir semtin fakirlerinin başka bir semtin Sadaka Taşı'na; başka semtin fakirlerinin ise bu semtinkine gelip, ihtiyaçlarını karşılayabilmeleridir.

Günümüzde Sadaka Taşlarının büyük kısmı bir kenarda unutulmuşlardır. Bir kısmı da, değişen dünya şartları ve sosyal, kültürel hayat sebebiyle kullanılmaz hale gelmişlerdir. Sadece yaşlıların yorgun hatıraları arasında kalan taşlar, yanlış belediye faaliyetleri; istimlâkler, yol, meydan, kaldırım çalışmaları sırasında ya bir kenara yan yatırılıp veya ters yüz edilip itilmişler veyahut da tamamıyla yok olup gitmişlerdir. Kullanılmadıkları için neye yaradıkları bilinmediğinden kıymeti ve görevi idrak edilemeyen bu fazilet abidesi taşlarımızdan mevcut olanlarının koruma altına alınması; adının ve görevinin bir etiketle belirtilmesi; yeni nesillere tanıtılması gerçekten takdire şayan bir hizmet olacaktır.
Çeşitli vakıflarca yönetilen imâret, aşevi, hânigâh, zâviye, han, kervansaray gibi daha birçok yardımlaşma ve dayanışma müesseselerinin yanı sıra "Sadaka Taşları", yaygın uygulama alanı sayesinde farklı, renkli ve zengin bir el ele, gönül gönüle verişi sembolize ediyordu.
Aziz Türk Milleti'nin kültür ve medeniyet tarihinde övüneceği hiçbir şeyi olmasa bile, insanı onore etme konusunda gösterdiği, "sadaka Taşları"yla sembolleşen incelik ve zarafetinin, övünmeye yeterli olduğuna inanıyoruz.

Sevgili Yard. Doç. Dr. Hasan ÖZÖNDER den alıntıdır araştırmaları için binlerce teşekkürler


Elimde ve benim araştırmalarımda elde ettiğim ve sevgili woTurkey dostlarınında destekleyeceği Konyadaki Sadaka taşlarını burada toplamak Konya başlığında en güzel yerini alacağına inanıyorum.


Fotoğraf arşivimde tesbit ettiğim Meram köprüsü başındaki sadaka taşı şimdilerde yok.


.
(+)

Ferhuniye Beşarebey Camii girişinde ki sadaka taşı

.
(+)



.
(+)

Hacı Fettah Camii Karşısındaki Taatlı su çeşmesi yanındaki Sadaka taşı.

.
(+)



.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:10 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 
SADAKA TAŞI
Tanyeri ağarmış, duru ve tertemiz havada parlak yıldızlar seçiliyordu, iki ay önce yağan kar yoğunluğunu kaybetmeden, kuru zemheri ayazında tozlaşmış ve uçuşuyordu. Camiden çıkar çıkmaz soğuk, iliklerine işleyivermişti. En çok da dizindeki kurşun yarası üşürdü, sanki dizinin içinde kalan kurşun bütün soğuğu emiyor sonra bütün bacağını soğutan bir buz parçasına dönüyor, ayağının aksamasını artırıyordu. Bu kurşun yüzünden kurtuluş savaşında şehitlik nasip olmamış ve zafer sevincini yaşayamamıştı. Adımlarını hızlandırdı. Ocağım beni ısıtır, dedi. İçindeki kasvet dağılmamıştı, her gün taze bir başlangıçtır. Bu gün inşallah dükkâna bir müşteri gelir, umudunda yürüyordu. Bu yıl kış çok erken gelmiş kar ve soğuk Konya’yı teslim almıştı dört aydır köy yolları çevre yollar kapalıydı gelen giden, alışveriş yapan yoktu. Kışın ortasında kim ne yapsın nalı, beli, çapayı, küreği. Bu düşünce içini yine bunalttı, Yinede onu, ümit yaşatıyordu, geçen cuma hutbesinde hoca efendi bu konuyu anlatmıştı. Allahın Rahmetinden ümidinizi kesmeyin ..
Yusuf aksayarak yürürken yazgısını düşünüyordu. Bozkır’lı fakir bir ailenin ortanca oğlu idi. Dağda ekecek toprakları çok azdı, geniş aileyi geçindirmek zordu onu küçük yaşta, karın tokluğuna bir nalbanttın yanına çırak vermişlerdi. Askerliğe kadar çalışmış, seferberlikte sevinçle vatan görevine koşmuştu. ordunun atlarına nal yetiştiriyor bazen de cephede savaşıyordu, ama dizine giren kahpe kurşun onu arkadaşlarından ayırdı. Şimdi artık o bir harp malûlü idi. köyde ne iş nede para vardı. Kendisi gibi garip Meryem’le evlenmiş şehirde iş vardır diye, Konya ya göçmüşlerdi. Buldukları iki odalı ve izbesi olan kerpiç eve yerleştiler tek servetleri olan ala ineği izbede besliyor, geçimlerine az da olsa katkısı oluyordu.
Konya ya göçeli bir yıl bile olmamıştı geçen bahar gelmişler, Gevrâki hanındaki küçük dükkânı vakıf tan çok ucuza kiralamış ve işe koyulmuştu. Kimseyi tanımıyordu, Konyalılar çok yardım sever insanlardı tanınsın müşteri tutsun diye yerli esnaf destek olmuş ona müşteri göndermişlerdi, bütün kazancını malzemeye, hurda demire ve kömüre yatırmıştı.
İşler yoluna girmek üzereyken erken gelen kış, her şeyi altüst etti. Evi için gerekli kış hazırlığını yapamamıştı, köydeki akrabalarından gelen az miktardaki un, mercimek, nohut fasulye ve bulgur bitmek üzereydi. Karısı yokluğa alışkındı belli etmiyor ve adına yaraşır bir tevekküldeydi. Komşularına bile halini belli etmezdi ikramları bile geri çevirir, niyetlim derdi. Karı koca bir aydır oruçluydular. Dükkâna gelmişti. Hemen ocağını körükledi, dükkânda işlenmemiş demir de azalmıştı kömür biraz daha idare eder diye düşündü. Acaba alan olurmu düşüncesi ile her gün yeni bir şey imal ediyordu. Kapı kol demirleri, sürgüler, kalas çivileri, ip kazıkları, muhtelif çapalar, açık kapalı nallar, kova sapları. Bu soğukta boş durulmaz dedi işe koyuldu. Hem düşünüyor hem çalışıyordu.
Geldiğini görmemişti kalın sesi ile ürktü.
—Esselamü Aleyküm usta kolay gelsin.
Kapıdaki adam uzun boylu zayıf, saçı, sakalı simsiyah, sade giyimli, döşü açık, esmer, yüz hatları keskin, kalın kaşları çatık, mavi gözleri ürpertici ve esrarengizdi. Uzun saçlarını başına sarık gibi dolamıştı. Elinde uzun ve kalın bir âsası vardı.
Ürkerek selamını aldı. Hayırdır inşallah dedi içinden.
Adam içeri girdi gözlerini Yusuf un gözlerine dikti, bakışları ürkütücü idi, sanki Yusuf un beyninin içine bakıyordu. Çok ciddi bir ifade ile:
Biliyonmu usta …Taşların hepsi ölmüş.. Kanları kaçmış.. Bembeyaz kesilmişler..Taşlar ölmüş…Bu ayazda kaskatı duruyorlar…Ölmüşler… Dedi..
Yusuf irkildi hiçbir şey anlamamıştı, birazda korkmuştu.
Deli dedi içinden deli ye çattık sabah sabah..
Adam sanki içini okumuş gibi hiddetlendi.
—Ne delisi be adam ..Ben sana taşlar ölü diyorum duymadın mı?.
Yusuf un korkusu artmış ne diyeceğini şaşırmıştı. Bakakaldı.
Adam: Bekle dedi.. Tekrar geleceğim… Ve dönüp gitti…
Yusuf elindeki çekici bütün gücü ile sıkmaktan elinin uyuştuğunu fark etti, parmakları gevşerken dizleri titriyordu.
Hayırdır İnşallah dedi. Adamın gözlerini unutamıyordu.

Adamın kim olduğunu nereden geldiğini kimse bilmiyordu adını sorana söylemezdi,
Konyalı esnaflar saçlarından dolayı ona SAÇLI HOCA derlerdi. Meczup olarak bilirler, pek ilişmezler ve hoş tutarlardı, hiç dilenmez, her şeyi kabul etmezdi. Esnaflar arasında dolaşır,
Cemaatle namaza devam eder, bazen safta kendinden geçer gözyaşları ile namaz kılardı. Canı istediği zaman kısa süreli çalışır verilen her işi kusursuz yapardı.
Sabah oruçlu olduğunu söyler ama ikindi vakti orucunu yediği olurdu.
Orucunu neden bozdun diye soranlara kızar ..
—Mide orucuydu ondan bozdum, sana ne… Diye çıkışırdı.
Saçları ile ilgili sorulara hiç cevap vermezdi, saçlarının uzunluğu beline kadardı ve devamlı başının üzerine dolar bu görünüm onu daha da esrarengizleştirirdi.
Bir seferinde gözlerini siyah bir bezle kapatmış bir hafta gece gündüz, âma gibi, elindeki değneğinin yardımı ile dolaşmıştı.
Soranlara… Gözlerime ceza verdim ..Orucumu bozdular.demişti.
onunla en çok konuşan Fahri Efendi Hazretleri idi ,bazen dergahtaki odasında baş başa görüşürler ikisi de ne konuştuklarını söylemezlerdi..
Fahri Efendi, saçlı hoca için; Derviştir, meczup bilin, hoş tutun, ilişmeyin derdi.
Bu günlerde saçlı hoca hareketlenmiş her yere girip çıkıyor, esnafları dolaşıyor, sabah namazlarını her gün bir başka camide kılıyor, kabirlerin arasında ve mahalle aralarında dolaşıyor, çocuklarla konuşuyor, bazen ortadan kayboluyor, tekrar görülüyordu.
Devamlı ölü taşlardan söz ediyor, kimse buna bir anlam veremiyordu.
Esnaflara çıkışmaya başlamıştı. Sabah namazlarını cemaatle kılın camiye gidin, dışarısı soğuk diye tembellik etmeyin, taşa toprağa fakire nazar edin.
Ölü taşların çoğu gömülü.. Çıkartın diriltin..
Taşları öldürdünüz… Sizde öleceksiniz..Defteriniz dürülecek..Temelli öleceksiniz..Bunu uzun zaman söylemiş sonra da.
—Bu cuma sabah namazına Hacı Fettah camisine gelmeyenin ruhu ölecek, ruhu ölecek…
Sokak aralarında dolaşıyor aynı şeyleri tekrarlıyordu.
Herkesi bu soğukta Hacı Fettah kabristanına bitişik camiye çağırıyor, üstelik korkutuyordu.
Çarşı esnafı, mahalleli tedirgin olmuştu.
Fahri Efendi bilir sırrını deyip ona koştular. O da bir anlam verememişti çünkü bir gün önce hışımla dergâha gelmiş ona da aynı şeyleri söyleyip gitmişti.
Meczupların ısrarında hikmet vardır, Cuma günü sabah namazını Hacı Fettah ta kılalım,
Görelim Mevlâ neyler neylerse güzel eyler. Demiş. Tüm esnaf ve halkta buna uymuştu.
O gün Hacı Fettah Camisi sabah namazında tamamen dolmuş, fakat saçlı hoca yoktu. Herkes bir anlam verememişti.
Cami çıkışında, kapının önünde, elinde asası, her yeri kar ve çamura bulanmış, başına topladığı siyah saçları açılıp darmadağın ve beline kadar sarkmış, soğuktan bembeyaz olmuş yüzü ve o sabit bakışları ile duruyordu. Cemâat şaşkındı,
Saçlı hoca, Fahri efendiyi görünce elinden tuttu, sessizce camiye bitişik mezarlık duvarının yanına götürdü. Taş duvarın altı oyulmuş kar ve toprağı temizlenmişti duvarın altında uzunca, yuvarlak bir mermer sütün vardı.
—işte dedi.. Ölü taş burada buraya gömmüşler. O nu diriltin… Bunu söylerken sesi boğuklaşmıştı, gözleri yaşarmıştı.
Fahri Efendi birden saçlı hocaya sarılıverdi, başını saçlı hocanın göğsüne dayadı, ağlamaya başladı, bir yandan,
—Vay benim sırlı dervişim bumuydu kaç gündür derdin, şimdiye kadar anlayamadım, affet beni… Diyor ona daha sıkıca sarılıyordu.
Cemaat bir kez daha şaşkınlığın suskunluğundaydı.
Kısa boylu bembeyaz sakallı şeyh ve uzun ince boyu ve beline kadar dökülmüş saçları ile iki zıt adamın sarmaş dolaş ağlaşmaları. Onları büyülemişti.
Fahri Efendi saçlıyı elinden tuttu, cemaate.
—Girin camiye size anlatacaklarım var dedi.
Ve başladı anlatmaya…
Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’inde birçok yerde ve defalarca, bizlere hakiki Müslüman olmanın yollarını göstermiş, Müslümanları tarif etmiş ve: Onlar ki namaz kılarlar, oruç tutarlar ve kazançlarından zekât verirler, sadaka verirler, komşularına akrabalarına yardım ederler,
Çalışamayacak durumdaki miskinleri, yetimleri ve halini kimseye söyleyemeyen, fukara-i sabirîn yani sabreden fukaraları bulup doyururlar. Ve bunu sadece Allahın rızasını kazanmak için yaparlar ve verdikleri için gururlanmaz, kimseye söylemezler.
Sağ ellerinin verdiğinden sol ellerinin haberi olmayacak şekilde davranırlar. Der.
Bunu bilen ve tam olarak idrak etmiş olan. Büyük ve Asil Ecdadımız, Müslüman Türk.
Asaleti, fazileti, necabeti, ahlâkı, tefekkürü, hassasiyeti ile en güzel çözümü bulmuş. Ve sadaka taşlarını düşünmüş ve uygulamıştır.
Farklı çap ebat şekil ve türde olmakla beraber, genellikle beyaz renkli; silindir şeklinde ve çoğu eski dönemlerden kalan ve insan gözü hizasında olan sütunlar bulunup, şehir ve kasabalarda; Çeşme civarı, cami yanı, hastane güzergâhı, tekke önü gibi herkesin gelip geçerken rahatlıkla görüp ulaşacağı yerlere dikine yerleştirilmiş. Bazılarını
İse daha büyük bir hassasiyetle, vereni de alanı da kimsenin göremeyeceği tenha yerlere koymuşlar ve bu taşlara
SADAKA TAŞI. Denmiştir.
Bu bakımdan sadaka taşları, necip milletimizin ruh derinliklerinden gelen, ince düşüncesinin
Olgunluğunun, insana olan saygısının taşa sirayeti, taşta tecelli ve tezahürüdür.
—Ey cemaat… Bilirsiniz.
Konya ya ışık ve renk veren hak ve hakikat güneşi Mevlana’nın yüksek mesajları ile
Konyalı şuna inanır:’’ Bir insanın kalbini kırmak, Kâbe-i Muazzama’yı yıkmaktan çok daha büyük günahtır. Çünkü Kâbe, Azer’in oğlu İbrahim peygamber tarafından, taştan, çamurdan yapılmıştır. Tarihi boyunca çeşitli sebeplerle yıkılıp yeniden yapılmıştır. Amma…
Müminin kalbi nazargâh-ı İlahi’dir.. Yere göğe sığmayan yüce Allah’ın sığındığı tek beyti yani evidir. Bu yönden müminin kalbi Kâbe’den çok daha değerli ve mübarektir.
Kişilerin gönlünü, kalbini, izzet-i nefsini, onurunu, vakarını, kişiliğini değil kırmak, incitmek bile yanlıştır. Bunu idrak eden ecdadımız, evinden çıkarken vereceği sadakayı, hayrı, avucuna veya kolunun altına alır, sadaka taşının yanından geçerken onu yavaşça kimseye göstermemeye gayret ederek, bırakıp uzaklaşırdı. Bırakılanlar daha çok para idi ama çeşitli türde yiyecek ve eşya da olabiliyordu.
Herkes işine dalıp, sokaklar tenhalaşınca başka semtin fakirleri gelip bu semtin.
Buranın fakiri ise başka bir semtin sadaka taşına giderek taşta birikenlerden, sadece
O günkü ihtiyacı olan miktarda parayı alıp uzaklaşırlardı. Fakir, diğer muhtaçları da düşünerek, Kalanını onlara bırakıyordu.
Böylece alan el veren el belli olmuyor, gurur, kibir, eziklik ve mahcubiyet ortadan kalkıyordu.
Deprem, sel, felaket, kıtlık kötü hava, insanları muhtaç duruma düşürür işte o zaman bu taşlardaki sadakalar yaraya merhem olurdu.
—Ey cemaat.
İşte bu nakış gönüllü, saçlı dervişimiz bunu bize aynı nezaketle anlatmak istedi, ama bu güne kadar anlayamadık. O duvarın altındaki taş eskilerin sadaka taşıdır. Doğrudur, ölüdür. Şimdi bize yakışan bu taşları bulup diriltmektir aslına döndürmektir.
Cemaat ağlıyordu, saçlı hocaya sarılıp af dileyenler vardı. O ise sessiz ve mahcup tu.
Konya seferber oldu, köşe bucak sadaka taşı arandı, bulunanlar ihyâ edildi, lüzumlu görülen yerlere yenileri kondu.
Her gün önünden geçip gittikleri. ‘’Bu taşın burada ne işi varda konulmuş.’’ Denilen taşların ne olduğu anlaşıldı.
Saçlı hoca, canlanıvermiş yüzündeki kasvet dağılmıştı. Fahri Efendi fakir ve muhtaçları bulup, haberdar etme işini saçlı hocaya vermişti. Hoca bunların sırrını saklamakta eşsizdi.
Ayrıca devamlı esnaf arasında dolaştığı için herkesin durumunu da bilirdi.
Mahalleleri dolaşıyor zengin fakir herkese adres tarif ediyor, kimin alacağı kimin vereceği belli olmuyordu. Kadınlarda coşmuştu. Kimileri askerden dönecek oğlu için taşlara börek adıyor, bazıları çorap, atkı örüyor kararınca hizmete katılıyorlardı.
Saçlı hoca o günlerde uğradı Yusuf’un dükkânına.
Bu sefer Yusuf saçlıyı kapıda görünce korkmadı.
Saçlı hoca selam vermiş, yarın yatsı namazında Şeyh Elman (ışgalaman) camisinde ol, tekrar uğrayacağım demiş ve ayrılmıştı.
Yusuf olanları biliyordu, saçlının dükkânına uğramasından buruk bir sevinç duymuştu.
Yusuf ve Yusuf gibi onurlu fukaraların gönlü genişlemiş, geçim sıkıntıları kalmamıştı.
Yusuf ‘un evinde mütevazı ocağı tütüyor ve asla israfa kaçmıyorlardı.
Soğuk kar ve kış’ la gelen sıkıntı atlatılmış. Bahar eriyen karlarla bereket getirmiş, otlar ekinler diz boyu uzamış ağaçlar meyve yükü olmuş, alışveriş artmıştı Yusuf sadaka taşlarından aldıklarını kuruşuna kadar kaydetmiş ve beş katını mümkünse on katını vermeyi adamıştı.
İşleri açıldı, büyük bir azimle çalışıyor ve asla sadaka taşlarını unutmuyordu.
Artık alan el, veren el, olmuştu. Saçlı hoca ile beraberce gönüllü çalışmışlardı.
Köyünü unutmadı caminin köşesine yaptırdığı taşı diktirdi, köylülere sadaka taşının ne olduğunu gözyaşları ile anlattı.
Saçlı hocanın ökseği Anadoluda ki küllenen ateşi canlandırmıştı.
Saçlı Hoca O günlerin mutlu telaşlarında sır oldu, Bir gün nasılsa döner, derviştir âdetidir dediler, telaşlanmadılar.


Bütün Anadolu’yu esir alan zorlu kış Erzurum’da bu yıl daha zorlu geçmiş, geç gelen bahar yüreklere su serpmişti.
Hasankale’ye bağlı Alvar köyü imamı ve Ruslarla giriştiği çete savaşları ile’’ EFE ’’olarak ta bilinen, Koca şeyh Muhammed Lütfi Hazretleri, sabah namazından beri telaştaydı.
— Uşaklar hazır olun, yolda misafirimiz var, yorgun ve karnı açtır. Çorba, aş hazır edin ballı sıcak süt hazırlayın, canım, yoldaşım geliyor.
Hane halkı misafire alışıktı ama telâşa alışık değillerdi. Onu hiç böyle heyecanlı, görmemişlerdi. Onlarda geleni merak ediyorlardı. Efe’nin gözleri anayoldan köye doğru kıvrılan ince toprak yoldaydı.
Nihayet beklenen misafir göründü, Efe Hazretleri onu köy girişinde karşıladı, esmer uzun boylu yağız adamın, gözleri yaşarmıştı mavi gözlerinde edep, hayranlık ve özlem vardı. Hiç konuşmadan hürmetle şeyhin ellerini tuttu avuçlarını koklayarak öperken, gözyaşları döküyordu. Şeyh Efendi de ağlıyordu kısık bir sesle, sadık Yunusum benim, evladım, yarenim
Hoş geldin özlemişiz seni diyor, özenle, sımsıkı taranmış ve ensesinden bağlanıp ceketinin içine uzanan siyah saçlarını koklayarak öpüyordu.
Konuşacakları çok şey vardı yemek hazır oluncaya kadar, şeyhin hücresine çekildiler.
Derviş Yunus, Konya’nın meşhur Saçlı hocasıydı. Meczup görünümünden eser kalmamış, bakışları, yüz ifadeleri değişmiş, durgun ve olgun bir ifade gelmiş, yüzünün güzelliği ortaya çıkmıştı. Alvar’ın çevre köylerinden birinde doğmuş, anası onun doğumunda ölmüştü. Babası da genç yaşta ince hastalığa yakalanmış öleceğini anlayınca yetim kalacak tek oğlunu sağlığında, Efe Hazretlerine emanet edip, kısa süre sonra vefat etmişti.
Asıl adı Memiş’ti, Efe hazretleri bu ana baba yetimini kendi oğlu gibi kabul etti, Taptuk Emre’nin Yunus’u vardı. Sen de benim Yunus’um ol. Adını Yunus koydum demişti.
Hane de herkes onu benimsedi. Dergâhta yetişti. Arapça, Farsça, edebiyat, şiir, Kur’an bilimleri, hendese öğrendi. Yetiştiğine karar verilince, görevi icabı Anadolu’nun yolunu tutmuştu.
Efe Hazretleri Yunus un ellerini tuttu, özlemi hala geçmemişti.
—Konya’dan Fahri Efendi gardaşımdan mektup aldım, görevini başarı ile tamamladığını öğrendim. Aferin evlat. Biliyorsun yeni bir devlet kurduk, senelerdir ihmal ve fakirlik çeken halkımızın her derdine devlet henüz yetişemez, kendimizden olan kayıpları bulup, çıkarıp devletin işini kolaylaştırmalı hemde. Geçmişimizi yaşatmalı ve bir daha unutmamalıyız.
Şimdilik dinlen, saçlarını kestir, sakalını kısalt onlar vazifen icabı idi, görevleri tamam oldu.
Yunus’un yüzünde belli belirsiz sevinç dalgalandı belli etmemeye çalıştı.
Bundan geri… Dedi. Efe Hazretleri, bakışları derinleşti, yüzü gölgelendi, bundan sonra işler zorlaşacak Yunus can. Dedi. Zorlaşacak.
Sadaka taşları işe yaramayacak Ahâlide, ahlak azalacak, bina çoğalacak, zina çoğalacak.
Başka şeyler gerek.
Odanın duvarındaki gömme dolabı açtı, büyükçe ve ağır bir kese çıkardı, yunus’un önüne koydu.
Burada bin altın var Yunus can, memleketin her yerinden, bu derdi hisseden vatan evlatlarından geldi, büyük emanettir. Sahip olacağından eminim.
Şimdiki görevin Kayseri’de. Orada. Tüccar olacaksın sadık, dürüst, güvenilir, sevilir, yardımsever, Müslüman.
Vakıf kuracaksın sadaka taşlarından daha çok iş görecek. İşsize ekmek değil, iş verecek,
Okul verecek, fabrika verecek.
—Bu günlük bu kadar şimdi dinlenme zamanı dedi.
Hücreden el ele çıktılar…


Sadaka taşları araştırmalarına destek veren
hikaye sahibi Kemal Elitemiz beye teşekkürler.

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:11 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 
1970’li yıllarda Kütahya’da öğretmenlik yaptığım sırada, bir tarih dergisinden öğrendim ilk defa SADAKA TAŞI’nı… Prof. Dr. Süheyl Ünver’in bir yazısından... Hoca, sadaka taşının ne olduğunu anlatmış.
Boyu 1 - 2 m., çapı 30 cm civarında bir taş... Çoğunlukla yuvarlak... Üstünde küçük bir oyuk... Bu oyuğa imkânı olanlar sadakalarını koyuyor, muhtaç olanlar da ihtiyacı kadar alıyor. Yardım eden ve yardım alan birbirini görmüyor, bilmiyor, tanımıyor. Daha mühimi, kamuoyu kimin sadaka verdiğini, kimin aldığını bilmiyor… Sanki kimse sadaka vermiyor ve kimse sadaka almıyor. Zaten tenha bir köşede... Kim görecek gideni... Görse bile sadaka vermek için mi, almak için mi gittiği anlaşılamaz. Cemiyetin sağlamlığına bakın, muhtaç olmayan almıyor, alan da ihtiyacı kadar alıyor.
Daha sonra köyüme geldiğimde (Bilecik Kurtköy) Yukarı Cami önünde bu taşın bir benzerini gördüm. Kimse ne işe yaradığını bilmiyor. Köyün tenha bir köşesinde bulmuşlar ve getirip cami avlusuna dikmişler. Kimsede ona ait hatıra ve bilgi yok. Ama bu taşta bir şey olduğu hissedilmiş… Getirip cami önüne dikmişler. Daha sonra iki tane daha bulundu... Bir köyde üç tane...
Kilitli kasaların soyulduğu, ince kapkaç becerilerinin arttığı, her gün yeni bir hırsızlık kurnazlığının, hokkabazlığının ve hilesinin ortaya çıktığı, şirketlerin, bankaların, devlet kasasının hortumlandığı bir devirde; reklâmı olmayacaksa zırnık verilmeyen bir devirde kolayca ulaşılacak bir yere para konması ve oradan da sadece muhtaç olanın ihtiyacı kadarını alması, kolay anlaşılacak bir şey değil…
Sadaka taşını Bilecik Anadolu Lisesi'ndeki öğrencilerime anlatmıştım... Çok etkilenmişler. Okuldan mezun olunca bir grup arkadaş, ona benzer bir yardımlaşma sistemi düşünmüşler aralarında... Grup halinde Bilecik’te bir bankaya gitmişler. Demişler, biz ortak bir hesap açacağız. Bu hesaba imkânı olanlarımız para yatıracak, muhtaç olanımız da buradan istediği kadar çekecek. Hesap tek, kimse kimsenin ne kadar yatırdığını ve çektiğini bilmeyecek… Kimin yatırdığı ve kimin çektiği de bilinmeyecek… Bir kişi kendi hesabına para yatırıyor ve alıyor gibi… Banka müdürü gülmüş bunlara… Hattâ alay etmiş. Çok üzülmüşler ve kızmışlar. Öyle ki, adamı dövmeye bile kalkışmışlar. Neyse ki, düşüncelerini uygulamamışlar. Dedim ya, bu devirde sadaka taşını anlamak bile kolay değil. "Bir elin verdiğini öbürünün bilmeme" asaleti kaybolmuş bir kere...
Bu sene köyümde kırlarda, yaya bir saat kadar mesafede bu taşın bir benzeri bulunmuş… Taş kırılmış... Kırıklar, alnından vurulmuş şehit gibi, yan yana toprağa serilmiş. Demek kırlarda bile sadaka taşı varmış...
alıntı..

Prof. Dr. Sinsi 08-23-2012 02:11 AM

Osmanlıda Sadaka Taşı Oldugunu Biliyor Musunuz
 
1970’li yıllarda Kütahya’da öğretmenlik yaptığım sırada, bir tarih dergisinden öğrendim ilk defa SADAKA TAŞI’nı… Prof. Dr. Süheyl Ünver’in bir yazısından... Hoca, sadaka taşının ne olduğunu anlatmış; çeşitli yerlerden birkaç tanesinin de resmini neşretmiş…
Prof. Dr. Süheyl Ünver’in
Sadaka Taşı


Boyu 1 - 2 m., çapı 30 cm civarında bir taş... Çoğunlukla yuvarlak... Üstünde küçük bir oyuk... Bu oyuğa imkânı olanlar sadakalarını koyuyor, muhtaç olanlar da ihtiyacı kadar alıyor. Yardım eden ve yardım alan birbirini görmüyor, bilmiyor, tanımıyor. Daha mühimi, kamuoyu kimin sadaka verdiğini, kimin aldığını bilmiyor… Sanki kimse sadaka vermiyor ve kimse sadaka almıyor. Zaten tenha bir köşede... Kim görecek gideni... Görse bile sadaka vermek için mi, almak için mi gittiği anlaşılamaz. Cemiyetin sağlamlığına bakın, muhtaç olmayan almıyor, alan da ihtiyacı kadar alıyor.
Daha sonra köyüme geldiğimde (Bilecik Kurtköy) Yukarı Cami önünde bu taşın bir benzerini gördüm. Kimse ne işe yaradığını bilmiyor. Köyün tenha bir köşesinde bulmuşlar ve getirip cami avlusuna dikmişler. Kimsede ona ait hatıra ve bilgi yok. Ama bu taşta bir şey olduğu hissedilmiş… Getirip cami önüne dikmişler. Daha sonra iki tane daha bulundu... Bir köyde üç tane...
Kilitli kasaların soyulduğu, ince kapkaç becerilerinin arttığı, her gün yeni bir hırsızlık kurnazlığının, hokkabazlığının ve hilesinin ortaya çıktığı, şirketlerin, bankaların, devlet kasasının hortumlandığı bir devirde; reklâmı olmayacaksa zırnık verilmeyen bir devirde kolayca ulaşılacak bir yere para konması ve oradan da sadece muhtaç olanın ihtiyacı kadarını alması, kolay anlaşılacak bir şey değil…
Sadaka taşını Bilecik Anadolu Lisesi'ndeki öğrencilerime anlatmıştım... Çok etkilenmişler. Okuldan mezun olunca bir grup arkadaş, ona benzer bir yardımlaşma sistemi düşünmüşler aralarında... Grup halinde Bilecik’te bir bankaya gitmişler. Demişler, biz ortak bir hesap açacağız. Bu hesaba imkânı olanlarımız para yatıracak, muhtaç olanımız da buradan istediği kadar çekecek. Hesap tek, kimse kimsenin ne kadar yatırdığını ve çektiğini bilmeyecek… Kimin yatırdığı ve kimin çektiği de bilinmeyecek… Bir kişi kendi hesabına para yatırıyor ve alıyor gibi… Banka müdürü gülmüş bunlara… Hattâ alay etmiş. Çok üzülmüşler ve kızmışlar. Öyle ki, adamı dövmeye bile kalkışmışlar. Neyse ki, düşüncelerini uygulamamışlar. Dedim ya, bu devirde sadaka taşını anlamak bile kolay değil. "Bir elin verdiğini öbürünün bilmeme" asaleti kaybolmuş bir kere...
Bu sene köyümde kırlarda, yaya bir saat kadar mesafede bu taşın bir benzeri bulunmuş… Taş kırılmış... Kırıklar, alnından vurulmuş şehit gibi, yan yana toprağa serilmiş. Demek kırlarda bile sadaka taşı varmış...
Prof. Ahmet Akgündüz, Bilecik’te dekan olduğu sırada bir konferans vermişti. Sadaka taşından da bahsetti. Bilecik’te 3 tane olduğunu söyledi. 3 tanesi her nasılsa görülmüş… Araştırılıp bulunmuş değil.
Nüfus sayımı sebebiyle Bilecik’in Okluca köyünde de iki tane görmüştüm. Aynı bizim köydeki gibiydi. İnternete girdim bir de ne göreyim, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar insanlığın en kalabalık olduğu coğrafyada sadaka taşı var.
Özel bir araştırma yapmadan bu bilgileri elde ettim. Hem de kolayca... Demek o kadar yaygın. Belli ki, belli bir bölgeye ait değil. Bir imana ait... Osmanlı’nın hakim olduğu her yerde mevcut. Sadaka taşını, "Bir elin verdiğini öbürü bilmemeli" emri (ve bu minval üzere olanlar) yonttu ve dikti…
Sadaka taşını icat eden ve yüzyıllarca kullanan bir millet ona bugün, uzaydan gelmiş bir madde kadar yabancı. Kimse bilmediği gibi, ben dedemden dinledim, bu taş şu işe yarıyormuş gibi bir duyumu olan bile yok. Ama Türkmenistan’da halâ yaşadığını gören var... Millî Gazete’de neşredilen bir yazıdan öğrendim: “Aşkabat yakınlarındaki Göktepe şehitliğinde bulunan Kurbanmurat Türbesi’nin yanında bir de Sarıca Sofi’nin kabri vardı. Kabrin baş ucunda bir kadın sabahın erken saatlerinde oturmuş Kur’an-ı Kerim okuyordu. Kabrin yanında yuvarlak küçük bir taş, taşın altında kağıt ve madenî paralar gördük. GAP inşaatın şoförlerinden mihmandarımız Çağrı beye sorduk. Bize verdiği cevap çok enterasandı: 'Burada yatan muhterem zat, sizde Yunus Emre ne ise bizde Sarıca Sofi odur. Ahmet Yesevî hazretlerinin talebesi olduğuna rivayetler vardır. Derviş ve ozandır. Birçok kimseye zor zamanında yardım ettiği rivayet edilir. Yani o bir gönül sultanımızdır. Kabrin yanındaki küçük taşa sadaka taşı deriz. Ziyaretçiler, gönlünden geçen miktarda parayı taşın altına koyarlar. İhtiyacı olan da gelir o parayı alır' Sarıca Sofî’nin ve bütün erenlerin ruhuna Fatiha okuyarak oradan ayrıldık.” (Selâmi Çalışkan / Necmettin Çakmak; Millî Gazete, 23.04.2005).
Cemiyetimiz nereden nereye gelmiş... Şu hale bakın... Soygun, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık haberlerini dinledikçe sadaka taşı aklıma geliyor. Şu yüksek medeniyete bakın... Asıl hayran olunması gereken, sadaka taşını icat eden cemiyetten çok, onu yoğuran ruhtur. Bu sebeple, madem bir kere olabilmiştir, bir kere daha öyle bir cemiyet meydana getirilebilir...
Sadaka taşlarının hizmeti bitmiş değil... Bugün yeni bir vazife daha yapıyor... Dün merhametin, şefkatin, inceliğin, zarafetin timsali idi, bugün de, cemiyetin dünle bugününü anlamada mihenk taşı… Daha mühimi... Kendi insanî değerlerinin idrakinde olmadığı için başka “kriterler” peşinde koşanların abesini ve gülünçlüğünü ve tutunulmaya çalışılan "kriterlerin" hiçliğini de gösteren bir mihenk taşı…
Mihenk taşı; çakmak taşı cinsinden siyah bir taş; altın veya gümüş üzerine sürülünce, bıraktığı çizgilerden bu madenlerin saflık dereceleri anlaşılıyor. Yani mihenk taşı, herhangi bir şeyin saflığını test ediyor. Sadaka taşı da dünkü cemiyet meydanındaki güvenlik seviyesinin somut bir delili olarak, bugünkü “kamusal alanda” maruz kalınan tehlikeleri daha iyi anlama imkânı veriyor. Gül gibi huzurlu bir hayat mümkünken, sokaklarda ürkek bir tavşan olmaya mahkûm edildiğimizi öğreten, dünle bugünün itirazı mümkün olmayan netlikte "somut" olarak gösteren bir mihenk taşı...
Sadaka taşı hakkında benim gördüğüm en eski yazı 1967 tarihli. Bundan önce dikkati çeken olmadığını kabul etsek bile aşağı yukarı 40 yıldır gözler önünde. Yeraltından çıkardığı fındık kadar taşları bile müzeye koyan zihniyet, sadaka taşına “Fransız” kalmış. Bizdeki her tarihî eseri dışarıya kaçıranlar da öyle... Çünkü o, alelade bir taş değil. Görenler, diğer tarihî eserlerde olduğu gibi demek eskiden böyle bir taş da varmış deyip geçemeyecek. Her an, “lisan-ı hal” ile konuşacak ve onları tedirgin edecek olan bir "kürsüyü" nasıl koysunlar müzeye? Sömürgeci Batı hele, hiç koyamaz. Eşkiya ininde sadaka taşı, olacak şey mi? O, miadı dolmuş bir taş değil, vazife başında olan bir mihenk taşı...
Batılı, kendisinde olmayan bu değere karşı sessiz kalabilir, onu görmezden gelebilir. Ama hiçbir cemiyet, kendi değerlerini inkâr ederek, yok farzederek bir yere gelemez. Böyleleri kimseden de saygı göremez; herkes tarafından küçümsenir. Kendisi bile kendisine saygı gösteremez.
Sadaka taşı, “bir elin verdiğini öbürü görmemeli” buyuran Kâinat Efendisi’nin (bu minval üzere olanlarla beraber), asırları aşan mucizesi... Emrin uygulanabilirliğini, bütün cemiyeti sarabilirliğini gösteren bir mucize... Onun için mihenk taşı... Türk milletine, onu icat etmek ve asırlarca kullanmak şerefi yeter!.. Bir şeref varsa vebali de vardır. Başımızı taşlara vurmadan, sadaka taşından ders alalım.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.