ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Devasa Yardımlaşma Toplumu: Osmanlı (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=373972)

Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:13 AM

Devasa Yardımlaşma Toplumu: Osmanlı
 

Yavuz Bahadıroğlu


DEVASA YARDIMLAŞMA TOPLUMU: OSMANLI





Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine, hizmete vakfetmişti. Osmanlı, geçinebileceği kadarını kendi maişeti için ayırdıktan sonra, kalanını fakir-fukaraya dağıtırdı. Bu yüzden Osmanlı’da fakire ve dilenciye nadiren rastlanırdı.

Malum; hem dinî, hem de millî kültürümüzün temelinde “eşref-i mahlûkat” olarak “insan” var.
Medeniyet anlayışımıza, “Her şey insan için” görüşü hâkim. Bu merkezde eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki etmiş, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" prensibi içinde, hayırda yarışmış, bu ulvî ve küllî yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirmişler...
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı “hayır”da yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgası oluşturduğunu gösteriyor.
Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine, hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvî çabasından öylesine etkilendi ki, (belki birazcık abartıyorum) bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet farkı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Çünkü hayatın merkezi insandır. Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Kâinat hayata, hayat insana bakar.” Vakıf müesseseleri ise insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaradılış hikmetini kavraması gerekirdi. İnsanın yaradılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur’an olduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. Böylece Müslüman yüreklere vakıf fikri doğdu ve kısa sürede kültüre dönüştü.
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramakla mümkündür.
Belli ki bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Bu yüzden yirmi altı binden fazla vakıf kurdular. Bunlardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, Ortaçağ’da böyle bir çevre bilincinin oluşmasını takdirle anmamak imkânsızdır.

Yabancılar ne diyor?
Meşhur Fransız gezgin Du Loir 1654’te Paris’te yayınladığı değerli seyahatnamesinin 191. sayfasında şöyle diyor:
“Türkiye’de dilenci nadir görülür. Fransa’da herkesi bunaltan tembel dilencilerin Türkiye’de kimseyi taciz etmesine imkân yoktur.”
Bunun sebebini de Corneille Le Bruyn isimli yurttaşı açıklıyor:
“Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olduklarını ve hatta Hıristiyanlar’dan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Türkiye’de pek az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur.” (İsmail Hâmi Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul Kitabevi, 1961)
Gezgin Loir, Osmanlı toplumunun içinde yaşayarak yaptığı gözlemleri şöyle aktarıyor:
“İnsan cinsine ait olan Türk hayratı, cemiyetle ferde ve ölülerle dirilere şamildir. Bütün Türkiye'de imaret denilen misafirhâneler vardır: Buralarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilir. Şehirlerle yol boylarında imaretlerden başka her türlü şahsa kapıları daima açık duran kervansaraylar mevcuttur…
Zenginler, hapishanelere gidip borç yüzünden hapsedilmiş olanları kurtarırlar. Türklerin felaketzedelerle alakaları yalnız teselli sözlerine münhasır kalmayıp imkân buldukça fiiliyata da dökerler… Vebalılar dâhil (aynı tarihlerde Avrupa’da vebalılar ıssız adalarda ölüme terk edilirdi) bütün hastaları büyük bir şefkatle ziyaret edip muhtaç oldukları ilaçları gönderirler. Zaruretlerini söylemekten utanan fakirlerin ihtiyaçlarını misli görülmemiş bir ilgi ve gizlilik içinde araştırıp hemen yardım ederler.”

“Kaçık Türkler!”
Elisee Recus'un, 1880'lerde yayınladığı "Küçük Asya" isimli eserinde Osmanlı’nın yardımlaşma duygusu hakkında şu bilgiler verilmektedir:
"Osmanlılar’daki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türkler’le Rumlar’ın karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir."
Leylekleri rahatsız etmemek için ateş bile yakmayan hayvan sevgisinin kaynağını düşünmek gerekiyor. Her sevginin kaynağı Allah sevgisidir.
"Şunu da itiraf etmeliyim ki, Müslüman Türkler, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."
Bu tespiti İslâm ve Türk düşmanı Avukat Guer, şu itiraflarıyla misallendiriyor:
"İstanbul’da, sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Türkler’e bile rastlamak mümkündür..."
Onlar hayatın tümünü ibadet duygusuyla kucaklayan insanlardı
Peygamber-i Âlişan’ın “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” şeklindeki hükmüne ram olmuşlardı.
Toplumda kötü örnek yok.
Meşhur İngiliz gezgin ve yazar Thornton, Osmanlı insanının insana ve çevreye duyarlı yetişmesindeki temel etkenden söz ederek diyor ki:
“Türkler’in ahlakı, çocuklukta iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir.”

Üzüm üzüme baka baka kararır
Şimdi anlaşıldı mı, “hayır ve hasenat insanı” yetiştiremememizin sebebi? Meğer çocuklarımıza sadece öğüt veriyor, kendimiz bizzat örnek olamıyormuşuz.
Eski Türkler ise öğüt vermekle kalmıyor, öğütlerini bizzat yaşayarak çocuklara örnek oluyorlardı. “Örnek insan” ne topraktan biter, ne de gökten zembille iner; diğer örneklere bakarak yetişir. Atalarımızın, “Üzüm üzüme baka baka kararır” demeleri boşuna değildir.
Savaş halinde bile insanlara saygısız davranılmazdı. Eski Türkler, yani Osmanlılar, “insana saygı”nın Allah’ın kudret ve kuvvetine saygı olduğunu bilerek insana yaklaşır, onun “iki cihan saadeti” için ellerinden geleni yaparlardı. Bunu yaparken de hiçbir ön şart ileri sürmezlerdi…
Bir insanın Osmanlı toplumundan saygı görmesi için, Müslüman’ca inanması, Müslüman’ca giyinmesi, Müslüman’ca yaşaması şart değildi. Sadece “insan” olması yeterliydi. Bu yaklaşım yabancıları daima hayrete düşürür, devletler savaş halindeyken bile saygı gördüklerinden bahsederlerdi.
Kısacası, Osmanlı insanının insanı, hayatı ve kâinatı sevmesinin özünde “Allah sevgisi” ile Allah’ın sanatına duyulan saygının ifadesi vardı. Bu yaklaşımdan koptuğumuz ölçüde insandan, kâinattan ve hayattan da koptuk. Kendimizi de çevremizi de kirlettik. Zaten çevre kirliliği, yürek kirlenmesinin eseridir. Kendi varlığına saygı duymayan biri, “öteki”ne de, kâinata da, hayata da saygı duymaz.

“Hayat muavenettir”
Osmanlı asırlarında “hayat muavenet”ti (yardımlaşma). Olan olmayana verir, herkes ekmeğini kendisinden daha fakir olanlarla paylaşırdı. Bizim asırlarımızda ise hayat savaşa dönüştü: Durmadan kavga ediyoruz. Bu kavga mantığı içinde, altta kalanların canı çıkıyor. Büyük balıklar küçük balıkları yutuyor. Her koyun kendi bacağından asılıyor.
Müthiş bir benlik ve bencillikle kuşatılmış durumdayız. Bize dayatılan “Batılılaşma”nın nârına yanıyoruz. Hâlbuki Osmanlı asırlarında Batılı gezgin ve yazarlar, özellikle “yardımlaşma” anlayışımızı gıpta ile izler, kendi toplumlarına da örnek gösterirlerdi.
Osmanlı insanı, tam anlamıyla bir “hayır ve hasenat insanı”ydı. Kendisinden güçsüzlere ve düşkünlere yardımcı olmayı “insan olmanın şartı” sayar, cebindeki her kuruşta fakirin hakkının da bulunduğu düşüncesiyle cebindekileri fakir fukarayla bölüşürdü...
Osmanlı insanı lüks, ihtişam, gösteriş, tantana, tepeden bakma gibi dünyevî zaaflardan sıyrılmış, “mahkeme-i kübrada hesap verme” inancı içinde “kul”a dönüşmüştü.
Yüreği fanî lezzetlere değil, ebedî saadete dönüktü. “Ne yaparsan elinle, o gelir seninle” atasözüne uygun olarak hayır hasenata öncelik verir, geçinebileceği kadarını kendi maişeti için ayırdıktan sonra, kalanını fakir fukaraya dağıtırdı. Bu yüzden Osmanlı’da fakire ve dilenciye nadiren rastlanırdı.
Başta zekât ve fi*tre ol*mak üzere, yaygın yardım kurumları to*plum*sal barışın da di*nam*o*suy*du. Bu*nu yi*ti*rince barışı da yi*tir*dik...

Prof. Dr. Sinsi 08-02-2012 05:13 AM

Devasa Yardımlaşma Toplumu: Osmanlı
 

“Türkler’in ahlakı, çocuklukta iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir.”

Şimdi anlaşıldı mı, “hayır ve hasenat insanı” yetiştiremememizin sebebi? Meğer çocuklarımıza sadece öğüt veriyor, kendimiz bizzat örnek olamıyormuşuz.

Eski Türkler ise öğüt vermekle kalmıyor, öğütlerini bizzat yaşayarak çocuklara örnek oluyorlardı. “Örnek insan” ne topraktan biter, ne de gökten zembille iner; diğer örneklere bakarak yetişir. Atalarımızın, “Üzüm üzüme baka baka kararır” demeleri boşuna değildir.

Savaş halinde bile insanlara saygısız davranılmazdı. Eski Türkler, yani Osmanlılar, “insana saygı”nın Allah’ın kudret ve kuvvetine saygı olduğunu bilerek insana yaklaşır, onun “iki cihan saadeti” için ellerinden geleni yaparlardı. Bunu yaparken de hiçbir ön şart ileri sürmezlerdi…

Bir insanın Osmanlı toplumundan saygı görmesi için, Müslüman’ca inanması, Müslüman’ca giyinmesi, Müslüman’ca yaşaması şart değildi. Sadece “insan” olması yeterliydi. Bu yaklaşım yabancıları daima hayrete düşürür, devletler savaş halindeyken bile saygı gördüklerinden bahsederlerdi.

Nerdesin Ey Şanlı Ecdad. Ruhaniyetinle gel kucakla bizi! Kaybettiklerimizi Çöplüklerde arıyoruz!


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.