![]() |
En Büyük Fetih
EN BÜYÜK FETİH Muzaffer Taşyürek 630 yılının Ocak ayı... İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından biri. Şirk ve zulmetle kirlenen Mekke, tevhid sancakları taşıyan mümin ordusuna teslim oluyor. Mahzun bir şekilde öz yurdundan çıkarılan Son Peygamber, muzaffer bir komutan olarak binlerce müminle geri dönüyor. Yeryüzünün kalbi Kâbe’nin putlardan temizlenmesi, evrensel hakikatle insan arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasının en büyük adımlarından biri olarak tarihte yerini alıyordu. Kâbe putlardan temizlenirken, kalplerin de şirkten arınması için Allah Rasulü A.S. insanları şöyle uyarıyordu: “Lâ ilâhe illallah deyiniz, kurtulunuz.” Mekke’yi fetheden komutan, aynı zamanda şefkat abidesi bir elçi olarak gönülleri de fethediyordu. Dolayısıyla bu fetih, tarihteki herhangi bir savaş değil, insanlığın yaradılış gerçeğine döndürülmesi mücadelesinin bir dönüm noktasıydı. Hicretin sekizinci senesi. İki yıl önce Hudeybiye’de müslümanlar ve müşrikler birbirleriyle on yıl savaşmayacaklarına dair anlaşma yapmışlardı. Sahabilerin bir kısmı bu anlaşmanın müminleri kısıtladığını ve Allah’ın dininin yayılmasını yavaşlatacağını düşünüyordu. Allah Rasulü A.S. ise sabırlı olmalarını ve beklemelerini istemişti. Elbette işleri rabbinin yönlendirmesiyle olan Rasul’ün yaptığı bu anlaşmada da mutlaka büyük hikmet ve sırlar vardı. Hudeybiye ve Sır Perdesi İşte, Hudeybiye’den iki yıl sonra bu anlaşmanın ardındaki sırrın çözülmeye başlandığı günlerdi. Bir mucizeyle sır kapısı aralanmaya başladı. O Ramazan gecesi, Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz zevcesi Hz. Meymune’nin evinde namaz için kalktığı sırada üç kere “lebbeyk!” (davetine icabet ediyorum), üç kere de “nusirte!” (sen yardım edilmişlerden oldun!) buyurmuştu. Hz. Meymune R.A. “yanında biri mi var ya Rasulallah?” diye sorduğunda Peygamberimiz, kendilerinden kilometrelerce uzaktaki Kâaboğulları’nı kasdederek: “Şu Kâaboğulları’nın şairi feryad ederek bana sesleniyor ve imdatlarına yetişmemi istiyor. Kureyş müşriklerinin, kendilerine karşı düşmanları olan Benî Bekirler’e yardım ettiklerini söylüyor!” buyurdu. Aradan üç gün geçmişti. Huzaalılar’dan bir grup atlı sabah namazının peşinden Peygamberimiz’in mescidine ulaşarak saldırıya uğradıklarını bildirdiler: “Yetiş, ayağının tozu olduğumuz Peygamber Yetiş her zaman diri olan varlığınla! Diriliş bayraklarını taşıyan Şehit gömleklerini peşin giymiş Ateşten, sudan geçer gibi geçen Allah önünde her varı yok gören Dağlar üstünden erip Kentlere şafaklar gibi ağan Askerlerini yetiştir... “ Grubun başında bulunan Amr b. Salim şairdi ve yardım taleplerini böylesine veciz ifadelerle dile getiriyordu: “Allah’ın kullarını çağır, Acele gelip imdadımıza yetişsinler. İçlerinde Allah’ın Rasulü de olduğu, Bu zulme öfkesinden renkten renge girdiği, Savaşmaya hazırlandığı, Ve büyük bir ordunun başında olarak, Denizler gibi köpükler saçarak akıp gelsinler! Kureyş sözünde durmadı, ahdi bozdu, Bizi uykuda iken bastı, Bizi rükûda ve secdede öldürdüler.” Allah Rasulü Amr’ı dinledikten sonra ayağa kalktı. Ridasının eteklerini toplayarak: “Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a andolsun ki, kendimi ve ev halkımı neyle koruyorsam, bunları da onlarla koruyacağım!” O sırada gökte bir bulut göründü. Gök gürlemeye başladı. Peygamberimiz sözlerini şöyle tamamladı: “Bu gök gürlemesi, Benî Kâablar’a yardım işaretidir.” Allah sebebi yaratmış, müşrikler Hudeybiye anlaşmasını bozmuşlardı. Sır kapısı açılmıştı. Vahyin kalbi ve Son Peygamber’in doğduğu şehir, gerçek sahiplerini davet ediyordu. Şehirlerin Anası Kâbe ve yeryüzü. Birbirine bundan daha bağlı bir ikili gösteremezsiniz. Kâbe, yeryüzünün merkezi, varlığın da kalbi olarak kabul edilir. Kur’an Mekke için “Ümmü’l Kura” diyor. Yani bütün köy ve şehirlerin annesi. Bu anne peygamberlerin en yücesini bir ana rahmi gibi bağrında besleyip büyütmemiş miydi? Peygamberlerin babası, ilk insan, ilk peygamber Hz. Adem A.S. Kâbe’yi tevhidin mücessem bir delili olarak inşa etmişti. Kâbe tevhidin en şerefli binasıydı. Kur’an’da böyle diyordu: “Şüphesiz insanlar için ilk kurulan mabet, Mekke’de olandır. Ki o alemlere feyz ve hidayet kaynağıdır.” (Âl-i İmran/96) Ancak o Kâbe hâlâ Yüce Yaratıcı’ya ortak koşanların elinde bulunuyordu. Bina ediliş gayesinin dışında kullanılıyordu. İçerisi ve çevresi putlarla doluydu. Etrafında, bu binanın inşa edilmesini emreden Allah ’ın emirlerinin aksine her türlü günah işleniyordu. Cinayet, adam kaçırma, köleleştirme, faiz, alkol, fuhuş... kısaca gayri insani her türlü rezalet işleni yordu. Bu durum Rasulullah A.S.’a ve müslümanlara acı veriyordu. Vicdanlarını derinden sızlatıyordu. Ayrıca Mekke, başta Allah Rasulü A.S. olmak üzere Medine’ye hicret etmiş çoğu müslümanın ana yurduydu ve sıla özlemi gittikçe artıyordu. Artık bu mübarek beldenin kendi varoluş gerçeğine döndürülmesinin zamanı gelmişti. Bütün müslümanlar önüne geçilmez bir aşkla vahyin merkezine kavuşmayı arzuluyorlardı ve ‘ne zaman?’ diye soruyorlardı. Kalplerin en ince noktasına nüfuz eden, gönüllerden geçen her arzuyu bilen Allah, bu arzuya kavuşulacağını Habibi’ne iki sene önceden bildirmiş, müjdelemişti. İş, sebep ve zamanın sabırla beklenilmesine kalmıştı. Ve işte sebep gerçekleşmiş, vakit tamam olmuştu. Hz. Peygamber, Mekke’ye derhal bir elçi göndererek, yaptıkları haksızlığın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde Hudeybiye anlaşmasının sona ermiş olacağını bildirdi. Fakat Kureyş bu ihtara aldırış etmedi. Fiilen bozdukları anlaşmayı sözleriyle de tanımadıklarını söyleyecek kadar ileri gittiler. Sonraları bir ara yaptıkları hareketin yanlışlığını anlayarak Ebu Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Ebu Süfyan Medine’ye varınca önce kızı ve Rasulullah’ın eşi olan Ümmü Habibe’nin yanına uğradı. Fakat burada ummadığı bir tepkiyle karşılaştı. Ümmü Habibe R.A. babasının oturmak istediği minderleri kaldırarak: “Bu minderler Hz. Peygamber’e ait. Halbuki sen bir müşriksin. Rasulullah’a ait mindere oturamazsın!” deyince, Ebu Süfyan neye uğradığını şaşırarak Hz. Peygamber A.S.’a gitti. Ondan da tam bir cevap alamadı ve elleri boş Mekke’ye döndü. |
En Büyük Fetih
Sefer Hazırlığı ve Şaşırtmaca Hz. Peygamber Mekkeliler’in hazırlanmasına fırsat vermek istemiyordu. İnsanların en zekisi olduğunu bu seferde de göstererek kesin bir hedef bildirmeden sefer hazırlığı yapılmasını emretti. Stratejisi yine harekâtın hedefini gizli tutmak, her zaman zinde bir askeri güç bulundurarak saldırılara karşı uyanık olmak ve düşmanı ekonomik baskı altında tutmaktı. Hz. Peygamber A.S., bu strateji doğrultusunda Ebu Katade kumandasındaki bir askerî birliği herkesin beklentisinin aksine tam ters istikamete, Medine’nin kuzeyinde bulunan bir mevkiye gönderdi. Bu tam bir hedef saptırma idi. Bu arada Medine’de başka hazırlıklar da sürüyordu. Bu dönemde, bir müslümanın yapılan hazırlıkları Mekkeliler’e bildirmek istemesi, vahiy yoluyla Rasulullah A.S.’a bildirilmiş ve müslümanları uyaran şu ayetler nazil olmuştu: “Ey inananlar! Benim düşmanım ve sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçekleri inkâr ettikleri, Allah’a inandığınız için Rasul’ü ve sizi yurdunuzdan sürüp çıkardıkları halde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Eğer benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine/1) Nihayet Ramazan ayının onuncu günü iki-üç bin kişilik bir ordu Medine’den yola çıktı. Yoldaki katılımlarla bu sayı on bini buldu. Hz. Peygamber A.S. orduyu, zikzaklar çizdirerek belirli bir hedef göstermeden hareket halinde tutuyordu. Mekke yakınlarına sokulduğunda, amcası Abbas çıkageldi. Hz. Peygamber onu hoş karşıladı ve kendisine şöyle hitap etti: “Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de hicret edenlerin sonuncusu oldun!” Bu sözleriyle Mekke’nin artık müslümanlar tarafından ele geçirilerek, muhacir çıkaran şirk beldesi olmaktan çıkıp, tevhid beldesi olacağının mesajını veriyordu. Abbas R.A.’ın isteği üzerine onu Kureyşliler’i uyarmak için tekrar Mekke’ye gönderen Hz. Peygamber A.S., müslümanları gruplar ayırarak Mekke’nin çevresinde ateşler yakılmasını istedi. Böylece psikolojik tedbirlerle düşmanı iyice etkilemek istiyordu. Ateşler yandığında Mekke’deki korku ve endişe iyice artmıştı. Yakılan sayısız ateşle müslüman ordusu elli bin kişilik bir güç gibi görünüyordu. Hz. Abbas R.A. ile islam ordugâhına gelen Ebu Süfyanın gördüğü manzara karşısında aklı karışmıştı ama İslâm’ı kabul etmemekte hâlâ inat halindeydi. İslâm ordusunun yürüyüşünü seyrederken bir ara Hz. Abbas R.A.’a: “Ey Abbas, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar büyükmüş?” deyince, Hz. Abbas onu tekrar uyarmak zorunda kaldı: “Ey Ebu Süfyan bu saltanat değil, nübüvvettir, peygamberliktir.” Ebu Süfyan ordugâhtan ayrılırken müslüman olmuştu. Mekkeliler’i uyarmaya geliyordu. Harem-i Şerifte Hz. Peygamber’den aldığı yetkiyle Kureyş’e şöyle sesleniyordu: “Ey Kureyş! Muhammed karşı durulması imkansız, şimdiye kadar misli görülmemiş bir ordu ile geliyor. Kim Ebu Süfyan’ın evine girerse, güvendedir. Kim silahını bırakıp evine kapanırsa, güvendedir. Kim Kâbe’ye sığınırsa güvendedir.” İslâm ordusu, başlarında muzaffer komutanları Kainatın Efendisi A.S. olmak üzere, sekiz yıl evvel yurtlarından sürülüp çıkarılan Muhacirler’in, onlara ev sahipliği yapan Ensar’ın ve binlerce mücahidin dağları-taşları titreten tekbir sesleri ile Mekke’ye dört koldan girmeye başladı. Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son elçi, rahmet peygamberi A.S. Efendimiz devesinin üzerinde sık sık secdeye kapanıyor, büyük lütfundan ötürü Rabbine şükrediyordu. O, bu haliyle küçük cihadı büyük cihada döndürme mecburiyetinin mesajlarını veriyordu. Zaferlerden dolayı gurur ve kibir yerine, kul olmanın şuuruna işaret ediyordu. Kan dökülmesini ve yağmayı yasaklayarak gönüllerin fethini gerçekleştiriyordu. Şimdi Mekke sokakları tekbirlerle yıkanıyordu, Mekke dağları bu tekbirlere cevap veriyordu. Hz. Peygamber A.S. ihramsız olarak Harem-i Şerife girdi. Deve üstünde yedi defa tavafta bulundu. Elindeki asasıyla Hacerü’l-Esved’e istilâm etti. Sonra Kâbe’yi açtırdı. Asasıyla putları tek tek devirerek yüz üstü devirmeye başladı. Bir taraftan da “hak geldi batıl yok oldu” mealindeki ayeti okuyordu. Kâbe’nin içeindeki bütün putlar, resimler ve heykeller temizlendi. Hz. Peygamber bundan sonra iki rekat namaz kıldı ve dışarı çıktı. Dışarıda heyecan ve merakla kendisini bekleyenlere fetih hutbesini okudu: “Allah’tan başka ilâh yoktur. O birdir. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Allah vaadini yerine getirdi. Kuluna yardım etti. Aleyhimizde toplanan kitleleri yalnız başına dağıttı, hezimete uğrattı. İyi biliniz ki bütün üstünlük iddiaları, bütün mal ve kan davaları bugün ayaklarımın altındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah sizden cahiliye devri kibirlerini ve babalarla övünmeyi giderdi. İnsanlar Adem’dendir. Adem de topraktan yaratılmıştır.” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekten ve bir kadından yarattık ve sizi birbirinizi tanıyıp bilesiniz diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphe yok ki, sizin en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Allah her şeyi bilen ve her yaptığınızdan haberdar olandır.” (Hucurat/13) Yenilgiye uyrayanlar haklarında verilecek kararı endişe ile bekliyorlardı. Hz. Peygamber A.S. onlara nasıl bir muamele beklediklerini sorunca şöyle dediler: “Senden hayır umarız. Sen kerim bir kardeş ve alinecap bir oğulsun!” Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu: “Gidiniz! Siz serbest bırakılanlarsınız.” Bundan dolayı bu insanlar, serbest bırakılanlar anlamında “tulekâ” diye isimlendirildiler. Teslim olmaktan ve merhamet dilemekten başka yolları kalmayınca direnişi bırakıp İslâm’a teslim olan Tulekâ’nın bir çoğunun yakınları Bedir’de telef edilmişti. Daha sonraları müslümanlar arasında çıkan ihtilaflarda, bu çaresizlikten dolayı müslüman olmuş kişilerin büyük rolleri oldu. Fehit Hutbesi ya da İnsanlığa Bildiri Bütün insanlığa yönelik bir bildiri niteliği taşıyan Fetih Hutbesi’nde önemle vurgulanan hususların başında tevhid, yani Allah’ın birlenmesi geliyor, böylece bütün şirk kaynakları reddediliyordu. Cahiliyye adetleri olan kan ve mal davaları ortadan kaldırılıyor, ırkçılık ve sülalecilik haram sayılıyordu. Üstünlüğün temelinin takva olduğu, insanların ancak hayırda ve iyilikte, taat ve ibadette birbirlerine üstün olabileceği bildiriliyordu. Bu esaslar büyük fethin hemen sonrasında bildirilmek suretiyle, asıl fethin ruhlarda gerçekleştirilmesi ve nefislerde bulunan kötülüklerin arındırılması üzerinde duruluyordu. Böylece Allah Rasulü A.S., Mekke’yi fethederken gönülleri de feth ediyordu. Öğle vakti Bilal-i Habeşî R.A. Kâbe’nin üzerinde ezan okudu. Dün “Allah bir” dediği için Mekke sokaklarında sürüklenen köle Bilal, bugün Kâbe’nin damında “Allahuekber” diye tevhidi ilan ediyordu. İslâm’ın hakimiyeti bu seda ile bir kere daha pekiştiriliyordu. Namazdan sonra Hz. Peygamber A.S. Safa Tepesi’ne çıktı. Kureyş’ten isteyenlerin biatlarını kabul etti. Peygamberliğini ilan için çıktığında taşlanarak indirildiği bu tepede, şimdi kendisini taşlayanlarla biatlaşıyordu. Ne işkenceler, ne acılar çekmişti! Bir avuç müminle ne zorluklar göğüslemişti. Mekke aristokratları sahte tanrıları ve çıkarları uğruna ne korkunç işkenceler yapmışlardı! Ama o şimdi Rabbinin omuzlarına yüklediği büyük sorumluluğu yerine getirmenin huzuru ve mutluluğu içerisinde şükrediyordu. Hz. Abbas R.A.’ın dediği gibi; bu bir saltanat değil, nübüvveti, peygamberlikti. Ve Yüce Allah, Kitabında şöyle buyuruyordu. “Muhakkak sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih/24) |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.