![]() |
Davud Kelimesindeki Hikmet-İ Vücudiyye
DAVUD KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ VÜCUDİYYE Bil ki, nübüvvet ve risalet, özel bir ilahi lütuf olduğundandır ki, şeriat getirici nübüvvette (kişisel çabayla) edinilmiş hiçbir şey yoktur. Allahu Teala, onlara verdiği bu bağışları, (yaptıkları herhangi bir şeye) karşılık olarak vermiş olmadığı gibi; bu bağışından dolayı onlardan bir karşılık da istemez. Dolayısıyla O’nun nebi ve resullere vermesi, lütuf ve bağış yoluyladır. Bundandır ki, “Biz ona –İbrahim’e– İshak ve Yakub’u bağışladık” [En’am Suresi, 6/84] dedi. Ve Eyyub’a ilişkin olarak, “Biz ona ehlini ve onlarla birlikte olanların mislini bağışladık” [Sâd Suresi, 38/42] dedi. Ve Musa’ya ilişkin olarak da, “Biz rahmetimizden kardeşi Harun’u Nebi olarak bahşettik” [Meryem Suresi, 19/53] dedi. Bunun benzeri başka örnekler de vardır. Ve nebi ve resulleri önceden (ayan-ı sabitelerinde) çekip çeviren, onları hallerinin genelinde veya çoğunda (ayan-ı hariciyelerinde) sonradan da çekip çevirir [tevelli]; ve bu, O’nun Vehhab İsminden başkası değildir. Ve Davud’a ilişkin olarak, “Biz Davud’a katımızdan üstünlük verdik” [Sebe Suresi, 34/10] dedi; ve bunu ona, karşılıkta bulunması isteğiyle vermedi. Ve bu sözettiği şeyi (yani, üstünlüğü) ona bir karşılık olarak verdiğini bildirmedi. Bunun karşılığında şükredilmesini istediğinde ise, bunu (Davud’dan değil) –Davud’a ilişkilenmişliklerini vurgulayarak– “âl-i Davud”dan istedi — ki, (kendileri için aydınlatıcı bir ışık olan) Davud’a bağışlanan şeye şükretsinler. Ve bu bağış, Davud için karşılıksız bir nimet ve lütuftur. Âl-i Davud içinse, kendilerinden karşılık isteniyor olduğundan, böyle değildir. Bundandır ki, Hak Teala şöyle buyurdu: “Ey âl-i Davud, şükredin; ve kullarımdan pek azı şükredicidir” [Sebe Suresi, 34/13]. Nebilerin Allah’ın kendilerine bağışladığı ve hediye ettiği şeylere şükretmelerine gelince, Allah’ın bu yöndeki bir isteği üzerine değil, kendiliklerinden şükrettiler. Nitekim Resulallah (sav), Allahu Teala’nın, kendisinin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamış olmasına şükür olarak, ayakları şişinceye kadar namaz kıldı. Ve kendisine (bütün günahları bağışlanmış olduğu halde niçin böyle yaptığı) sorulduğunda şöyle karşılık verdi: “Şükredici bir kul olmayayım mı?” Ve Nuh hakkında da şöyle buyurdu: “O çokça şükreden bir kuldu” [İsra Suresi, 17/3] — ama Allah’ın kullarından pek azı böyledir. Allahu Teala’nın Davud’a verdiği ilk nimet, kendisine verdiği, içerisinde bitişen harfleri olmayan ismidir. Dolayısıyla –dal, elif ve vav harflerinden oluşan– bu ismi vermekle onu bu alemden ayırdığını bize bildirdi. Öte yandan, Muhammed’i (sav) hem bitişen, hem de bitişmeyen harflerle isimlendirdi. Dolayısıyla onu Kendisine kavuşturdu ve onu alemden ayırdı — böylece onun isminde her iki hali de birleştirdi. Aynısını Davud için de yapmakla birlikte, bunu onun isminde değil, mana yönünden yaptı. Allah, bunu, Davud üzerine Muhammed (sav) için özgü kıldı; ve bunu, Muhammed’in (sav) her yönden eksiksiz olduğuna dikkati çekmek için yaptı — ve aynı durum onun “Ahmed” ismi için de geçerlidir. Ve bunun böyle olması Allah’ın hikmetindendir. Sonra Davud’a yönelik lütfuna ilişkin olarak, dağların onu yankılayarak onun tesbih edişiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ettiklerini söyledi. Ve Davud için, dağların onu yankılayarak, amelleri Davud için olabilsin diye onunla birlikte tesbih etmelerini bir lütuf olarak bahşettiğini söyledi — ve kuşlar da aynı şekilde böyledir. Ve (Allahu Teala) Davud’a kuvvet verdi ve onu bu kuvvete sahip olmaklıkla niteledi. Ve ona hikmeti ve hak ile batılı birbirinden ayırmayı [fasl-ı hitab] verdi. Sonra, Allahu Teala ona en büyük lütuf ve yakınlık mertebesi olan halifeliği özgü kıldı. Öyle ki, kendisi gibi olan diğer nebiler için bu nitelemede bulunmadı. Şöyle dedi: “Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde sen insanlar arasında hak ve adalet ile hükmet ve hevaya uyma..” –yani, hüküm verirken, Benim vahyimden başka bir şeylerin hatırına gelmesine izin verme– “..ki bu, seni Allah’ın yolundan..” –yani, resullere vahyettiğim yoldan– “..saptırır” [Sâd Suresi, 38/26]. Sonra, Hak Sübhanehu, Davud’a edeb göstererek, “Allah’ın yolundan dönüp şaşıran kimseler için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azab vardır” [Sâd Suresi, 38/26] dedi ve “Eğer Benim yolumdan dönüp şaşıracak olursan, senin için şiddetli bir azab vardır” demedi. Ve eğer sen, “halifelik Âdem’e de özgü kılınmıştı” diyecek olursan, biz, Âdem’in halife olmaklığının Davud’unki kadar kesinlik taşımadığı karşılığını veririz. Ve Allahu Teala meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” [Bakara Suresi, 2/30] demiş, ama “Ben yeryüzünde Âdem’i halife kılacağım” dememiştir. Ve eğer böyle demiş olsaydı bile, bu, Davud’a söylediği, “Biz seni halife kıldık” [Sâd Suresi, 38/26] sözü gibi kesinlik ifade etmezdi. Bunu izleyen ayetlerde Âdem’in adının anılmış olması, Âdem’in Allah tarafından halifeliğe özgü kılınan kişinin ta kendisi olduğuna delalet etmez. O halde, Allahu Teala kullarından haber verdiğinde, sen (nazar-ı basiret ve cem’iyet-i kalb ile) kalbini Hakk’ın verdiği haberlere çevir. Ve yine, İbrahim Halil’e, “Ben seni insanlara imam kılacağım” [Bakara Suresi, 2/124] dedi — ama “Seni insanlara halife kılacağım” demedi. Ve gerçekte biz biliriz ki imam olmaklık, halife olmaklıktır — ama yine de ikisi aynıdır denilemez. Çünkü doğrudan doğruya “halifelik” sözcüğünü kullanmış değildir. |
Davud Kelimesindeki Hikmet-İ Vücudiyye
Ve sonra halifelik doğrudan doğruya Davud için anıldığında ise, hükümde halife kılındı — ve (hükümde halifelik ancak bütün İsimleri muhit ve cami olan Allah İsmine mazhariyetle olduğundan) bu, ancak Allah’tan olabilecek bir şeydir. Allahu Teala Davud’a şöyle dedi: “İnsanlar arasında Hak ile hükmet” [Sâd Suresi, 38/26]. Ve Âdem’in halifeliği bu mertebede değildir. Âdem’in halifeliği, ilahi hüküm kuvvetiyle mahlukat üzerinde Allah’ın naibi [halifesi] olmak biçiminde değil, daha önce halifelik mertebesinde olan kimsenin ardılı [halifesi] olmak biçimindedir. Ama iş böyle olmasa bile, bizim söylediğimiz şey, halifeliğin Davud’a özgü kılınmış olması ve sadece Davud’dan açıktan açığa halife olarak bahsedilmiş olmasıdır. Allah’ın yeryüzünde, halifeliği Allah’tan olan halifeleri vardır ve bunlar resullerdir. Ama bugün halifelik Allah’tan değil, resullerdendir. Çünkü bugünkü halifeler ancak resulün kendileri için getirdiği kadarıyla hüküm verirler ve bunun dışına çıkmazlar. Ama burada, Resul’ün (sav) getirdiği şeriattan hüküm verme konusunda ancak (ilim ve mertebe bakımından) bizim gibi olanların bilebileceği bir incelik vardır: Halifeliği Resul’den (sav) olan kişi, hükmü Resulallah’ın (kendisine) aktarması yoluyla alır ya da –aslı yine Resulallah’tan aktarılan– ictihad yoluyla alır. Ve bizim aramızda hükmü Allah’tan alan kişiler vardır. Bunlar tam da (doğrudan Allah’tan) aldıkları bu hükümle halifelikleri Allah’tan olan kişilerdir. Ve onlar hükmü, Resul’ün (sav) hükmü Allah’tan aldığı gibi, aynı şekilde (doğrudan) Allah’tan alırlar. Bu (halifelikleri Allah’tan olan) kişiler, verdikleri hükümlerin Resul’ün verdiği hükümlerle çelişmemesinden dolayı zahirde resule tabidirler — tıpkı ahir zamanda inecek ve hükmedecek olan İsa’nın durumunda olduğu gibi ve yine tıpkı, kendisine, “O nebiler Allahu Teala’nın yol gösterdikleridir; o halde sen, onlara gösterilmiş olan yola uy” [En’am Suresi, 6/90] denilen Nebi Muhammed (sav) gibi. Böylesi bir kişinin, doğrudan Allah’tan aldığıyla bildiği şey kendisine özgüdür ve (aldığı bu şey, Resul’ün aldığının aynı olduğundan) Resul’e aykırı değildir. Ve bunda, kendinden önce gelen resullerin şeriatını doğrulayan Resulallah’la (sav) aynı konumdadır. Böylelikle bizler, Resul’den öncekilere vahyolunmuş şeriatlara değil, Resulallah’ın onları doğrulamasına tabi oluruz. Ve Resul’ün Allah’tan aldığı hükmün aynısını halifenin Allah’tan alması da böyledir (yani, bu durum Resul’ün, önceki nebilerin hükümlerini Allah’tan almasına benzer). Dolayısıyla biz halifeye keşf diliyle “Allah’ın halifesi” ve zahir diliyle de “Resul’ün halifesi” deriz. Ve Resul (sav), kendi ümmeti içerisinde halifeliği Rabbinden alan kimseler olduğunu bildiğinden dolayı herhangi bir kişiyi halife tayin etmedi. Böylelikle, Resulallah (sav), getirilmiş hükümde uyuşmakla birlikte, Allahu Teala’dan halife olan kimseler olduğunu bildiğinden, işin (yani, halifelik işinin) önünü kapamadı. Böyle olunca, Allahu Teala’nın yarattıkları arasında, resullerin aldığı şeyi, Resul’ün (sav) ve resullerin aldığı kaynaktan alan halifeler vardır. Ve bu halifeler, kendilerinden önde gelenin üstünlüğünü bilirler. Çünkü Resul, hükümleri çoğaltabilir olduğu halde, halife –bir resul olmadığından dolayı– hükümleri çoğaltamaz. Kendisine ilim ve hüküm olarak ancak Resul için getirilmiş olan şey (kadarı) verilir. Sen İsa’yı görmez misin ki, Yahudiler –bugün bizim Resul’e göre halifenin durumu hakkında söylediğimiz gibi– İsa’nın, Musa’nın şeriatı üzerine eklenti yapmayacağını zannederek, ona iman edip onu doğruladılar. Ama İsa, resul olduğu için Musa’nın doğruladığı bir hükme eklenti yaptığında veya bir hükmü geçersiz kıldığında, kendisi hakkındaki itikatlarına ters düştüğü için, buna tahammül edemediler. Ve işin hakikatini bilmediklerinden dolayıdır ki, İsa’nın öldürülmesini istediler. Bu kıssa, Allah’ın yüce Kitabı’nda bize bildirilmiştir. İsa resul olduğunda yerleşik bir hükmü geçersiz kılmakla veya bir hükme eklenti yapmakla eklentiyi kabul etti — geçersiz kılma, hiç kuşkusuz hükme yapılan bir eklentidir. Günümüzdeki halifeliğe gelince, böylesi bir şey sözkonusu değildir. Halife, ancak Muhammed’in (sav) dile getirdiği şeriatı değil, ancak içtihad yoluyla yerleşik kılınan hükümleri geçersiz kılabilir veya bunlar üzerine eklenti yapabilir. Kimi zaman bir halifenin (görünüşte) Hadis’e aykırı bir hüküm verdiği görülür. Bunun, içtihaddan kaynaklandığı sanılırsa da, durum böyle değildir. Böylesi bir durumda, imam keşf yönünden sözkonusu haberin Nebi’den (sav) olduğu konusunda emin değildir — eğer bu haberin Nebi’den (sav) olduğu kesin olsaydı, bununla hüküm verirdi. Bu hadis, adil insanlar tarafından bir diğerine aktarılarak gelmiş olsa bile, adalet sahibi bir kimse vehim ve anlam kayması konusunda hatasız değildir. |
Davud Kelimesindeki Hikmet-İ Vücudiyye
Böylesi şeyler günümüzdeki bir halife için sözkonusudur — tıpkı İsa için sözkonusu olacağı gibi. Çünkü İsa indiğinde, özellikle de şeriatın ve Resul’ün (sav) üzerinde olduğu indirilen tek bir hüküm hakkında imamların hükümleri birbirine ters düştüğü konularda içtihad hükümlerinden çoğunu kaldıracak ve böylelikle Resul’ün (sav) getirdiği şeyin gerçek suretini özgün biçimiyle ortaya koyacaktır. Ve şurası kesin olarak bilinir ki, eğer vahiy inecek olsaydı, elbetteki bir vecih ile inerdi ve bu vecih ilahi hükümdür. Ve bunun dışında kalanlar imamların içtihadlarıdır ki, bunlar –eğer onları Hak yerleşik kıldıysa– bu ümmetten darlığın giderilmesi ve Allah’ın hükmünün genişlemesi için yerleşik kılınmış olan şeriattır. Ve Resulullah’ın (sav), “Eğer iki halifeye biat edilecek olursa, bunlardan birini öldürün” sözüne gelince; bu (hadis) elinde kılıç bulunan zahirdeki halifeye ilişkindir. Ve her ne kadar birbirleriyle uyuşsalar bile, bu iki halifeden birinin öldürülmesi gerekir. Manevî halifelik için ise bu sözkonusu değildir, manevî halifelikte öldürülme sözkonusu değildir — öldürülme ancak zahirdeki halifelik için geçerlidir. Ve her ne kadar zahirdeki halife, manevî halifenin makamına sahip değilse de –eğer adaletli ise– Resulallah’ın halifesidir. Dolayısıyla, zahirdeki iki halifeden birinin öldürülmesi (hakkındaki hüküm) iki ilah varolduğunun sanılmaması yönündeki aslî hükmün gereğidir — “Ve onlarda Allah’tan başka ilahlar olsaydı..” –birbirleriyle uyuşsalar bile– “..fesada neden olurlardı” [Enbiya Suresi, 21/22]. Ve biz biliriz ki, bunların birbirleriyle uyuşmadıkları bir durum sözkonusu olduğunda bunlardan ancak birinin hükmü egemen olurdu. Dolayısıyla hükmü egemen olan hakikatte ilahtır ve hükmü egemen olmayan değildir. Ve biz buradan biliriz ki, bugün alemde egemen [nâfiz] olan bütün hükümler hiç kuşkusuz Allah’ın hükümleridir — bunlar her ne kadar şeriat denilen ve zahirde yerleşik olan hükümlere aykırı olsalar da, bu böyledir. Çünkü alemde olup biten her şey ilahi meşiyyetin hükmü üzeredir; yerleşik kılınması ilahi meşiyyetten olan yerleşik şeriatın hükmü üzere değildir. Bundandır ki, şeriat ayrıca yerleşik kılınmıştır. Çünkü meşiyyet şeriatın yerleşik kılınmasını dilemiştir; yerleşik kılınan bu şeriat doğrultusunda amel edilmesini dilemiş değildir. Meşiyyetin hükümranlığı büyüktür. Bundandır ki Ebu Talip el-Mekkî meşiyyeti “Zat’ın Arşı” olarak adlandırmıştır, çünkü (meşiyyet) zatından dolayı hükmü gerektirir. Dolayısıyla varlıkta meşiyyet dışında ne bir şey ortaya çıkabilir ne de bir şey ortadan kalkabilir. O halde, “isyankarlık” olarak adlandırılan şey yoluyla ilahi emre karşı gelindiğinde, bu karşı gelinen emir, yaratılışsal emir [emr-i tekvinî] değil, aracı (yani, nebi) yoluyla gelen emirdir. Dolayısıyla hiçbir kimse, O’nun meşiyyet yönünden olan emriyle ortaya çıkan hiçbir fiiline karşı gelemez. Karşı gelme ancak aracı yoluyla gelen emre yönelik olabilir. Öyleyse anla! Meşiyyet yönünden olan emir, hakikatte, fiilin onun eliyle zahir olduğu kişiye değil, (kulun kendi ezeli istidadının gerektirdiği) fiilin ayn’ının varedilmesine yöneliktir. Dolayısıyla (bu fiilin) ortaya çıkmaması olanaksızdır — ama (elbette ki) bu özgül mahalde (yani, kulda). İmdi (kuldan zahir olan fiil) kimileyin (emr-i teklifî’ye itibarla) ilahi emre karşı gelme olarak ve kimileyin de (emr-i tekvinî’ye itibarla) ilahi emre uyma ve itaat olarak adlandırılır. Böylelikle fiil, (şehadet aleminde) kendisinden ortaya çıkan şeyden dolayı, (emr-i teklifî’ye uygun düşüp düşmediğine göre) övülür veya yerilir. Ve iş bizim dediğimiz gibi olunca (yani, emr-i meşiyyet itibarıyla hiçbir kimsenin Hakk’a karşı gelmesi sözkonusu olmayınca), o halde bütün yaratılmış olanlar–birbirinden farklı türlerde olmak üzere– saadete yönelmişlerdir. Ve Hak Teala bu makamdan rahmeti, her şeyi içine almaklıkla tabir etti; ve hiç kuşkusuz ki rahmet, ilahi gazabın önüne geçmiştir — ve öne geçen, önce gelir. İmdi kula (teklifî emre karşıt amelinden dolayı) sonradan hükmeden (yani, gazab), kula eriştiğinde, ona, önce gelen (yani, rahmet) Anlayışlı kimse, söylediklerimizi müşahede eder Ve eğer anlayışsızsa, bizden alsın. Ve iş bizim söylediğimizden başka değildir, öyleyse söylenene güven. Ve bizim bulunduğumuz hal üzre ol Size açıkladığımız şey Hak’tan bizedir, Ve bizim size hediye ettiğimiz şey bizden sizedir. Demirin (Davud tarafından) yumuşatılmasına gelince, bu, ateşin demiri yumuşatması gibi, katı kalplerin de sakındırma ve tehditle yumuşamasına benzer. Demirin yumuşatılması güç değildir. Güç olan, taştan daha da katı olan kalplerin yumuşatılmasıdır, çünkü ateş taşı çatlatır ve toz haline dönüştürür ve fakat onu yumuşatamaz. Ve Allah, bir şeyin kendisinin ancak kendisiyle korunabileceğine ilişkin bir tenbih olarak, kendisine zırh yapabilsin diye Davud için demiri yumuşattı. Ve zırh, kişiyi mızrak, kılıç, bıçak ve ok uçlarından korur; dolayısıyla sen demiri, demire karşı bir korunak kılarsın. Böylelikle Muhammedî şeriat, “Senden Sana sığınırım” sözüyle geldi. Öyleyse, anla! Bu, o halde, demirin yumuşatılmasının sırrının ruhudur ve O, Müntakim’dir, Rahîm’dir ve Başarıya Eriştirici’dir. hükmeder ve rahmet, kendisini önceleyen bir şey olmadığından, kula erişir. Ve bu, “Allah’ın rahmeti gazabını geçti” sözünün anlamıdır. Böylelikle rahmet, kendisine erişen üzerine hükmeder; çünkü rahmet herşeyin ona doğru yol aldığı nihaî gayede durur. Gayeye erişmek kaçınılmazdır, dolayısıyla rahmete erişilmesi ve gazabdan ayrılınması kaçınılmazdır. Ve rahmet, kendisine erişen herşeye, bu herbir şeyin halinin verdiği şey doğrultusunda hükmeder. Ahmet Baydar |
Davud Kelimesindeki Hikmet-İ Vücudiyye
Enes b. Mâlik (ra)'den, Resûlullah (sav)'ın Cebrail'e (as) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Niçin Mikâil (as)'i hiçbir vakit gülerken görmüyorum?". Cebrail (as): "Ateş yaratıldığı günden beri Mikâil hiç gülmemiştir ki." demiştir. İsmaîl b. Abdullah b. Ebû'l-Muhacir'den şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Dâvûd Peygamber, çok ağladığından dolayı kıvranıyor ve 'Bırakın beni, ağlama günü gelmeden kemiklerin yakılacağı, sakalların tutuşturulacağı gün gelmeden önce ağlayayım. Bırakın beni, Allah'a asla isyan etmeyen, emrolundukları işi derhal yerine getiren güçlü meleklere benim için emir verilmeden önce ağlayayım' diyordu."[ Ibnu'l-Mübârek, ez-Zühd s.166.] Hasan'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahım Peygamberi Dâvûd (as) şöyle demiştir: 'Ya Rabbi! Vücudumdaki kıllardan her birinin ikişer tane dili olsa, gece ve gündüz, bütün zamanlarda Seni zikretseler, yine de bana verdiğin bir nimetin hakkını edâ etmiş olamam.' Muğîre b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'ın Peygamberi Dâvûd (as), Allah Teâlâ'ya: "Ya Rabbi! Bu gece seni benden daha uzun süre zikreden bir kulun oldu mu?' diye sormuş. Allah Teâlâ, ona vahyederek, kurbağanın ne iyi bir yaratık olduğunu bildirmiş ve, 'Ey Dâvûd ailesi, şükredin; kullarımdan şükreden azdır'[Sebe'34/13.] âyetini indirmiştir. Dâvûd (as), Ya Rabbi! Sana (layıkıyla) şükretmeye nasıl güç yetirebilirim ki! Nimeti veren, onunla rızıklandıran, sonra nimet üstüne nimet vererek artıran Sensin. Nimet de Senden, şükür de Senden, nasıl olur da ben Sana şükretmeye takat getirebilirim?' dedi. Rab Teâlâ o zaman 'Ey Dâvûd, şimdi beni hakkıyla tanıdın, bildin' diye cevap vermiştir. Ebû Bekir el-Ca'd'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Duyduğuma göre Dâvûd (as) şöyle demiştir: Ya Rabbi! Sırf Senin rızan için kederli birini taziye edenin mükâfaatı nedir?' Cenâb-ı Hak: 'Ona Takva elbisesi giydirmemdir'. Dâvûd (as): 'Peki sadece Senin rızanı güderek bir cenazenin gömülmesine iştirak edenin mükâfaatı nedir?' Cenâb-ı Hak: 'Onun cenazesine de meleklerin tâbi olması ve ruhlar içerisinde Benim onun ruhuna rahmet etmemdir.' Dâvûd (as): 'Ya Rabbi! Yalnızca Senin rızanı taleb ederek bir yetimi ya da bir düşkünü gözeten kimsenin mükâfaatı nedir?' Cenâb-ı Hak: 'Gölgemden (Benim gözetimimden) başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde onu arşımın gölgesinde gölgelendirmemdir.' Dâvûd (as): 'Ya Rabbi! Peki Senin haşyetinden gözleri dolup taşan, ağlayan kimsenin mükâfaatı nedir?' Cenâb-ı Hak: 'En büyük korku gününde onu güvende kılmam ve yine onu cehennemin kaynar ateşinden muhafaza buyurmamdır.[ İbnu'l-Mübarek, ez-Zühd, s. 164.] demiştir." Malik şöyle demiştir: "Dâvûd (as); 'Ey Allahım! Muhabbetini bana canımdan, kulağımdan, gözümden, ehlimden ve buz gibi soğuk sudan daha sevimli kıl' demiştir." el-Cerîrî şöyle demiştir: "Duyduğuma göre, Dâvûd (as) Cebrail'e (as); 'Ey Cebrail, en faziletli gece hangi gecedir?' diye sormuş. Cebrail (as) da; 'Ey Dâvûd! Bilemiyorum. Fakat şunu söyliyeyim, seher vaktinde arş titrer, sallanır' demiştir." Ubeyd b. Umeyr'den şöyle rivayette bulunulmuştur: "Davud'un (as) gözyaşlarından çevresinde bir bahçe oluşmuş. Allah Teâlâ ona vahyederek: 'Ey Dâvûd, malını ,mülkünü, evlad-u iyâlini artırmamı ister misin?' demiş. O da: Yâ Rabbi, (sadece) beni bağışlamanı isterim' demiştir."[ age.s. 163.] Ömer b. Abdurrahman, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğine şahit olduğunu söylemiştir: "Dâvûd (as), hata ettiği zaman gözyaşlarından (ağzına isabet edenler) hariç, yemek yememiş, içeceklerini de ancak gözyaşları ile karışık içmiştir." Ömer b. Abdurrahman, Vehb b. Münebbih'in şöyle dediğine şahit olduğunu söylemiştir: "Dâvûd (as): Ya Rabbi! Ben güneşin hararetine tahammül edemiyorum; ateşinin sıcaklığına nasıl dayanırım! Ya Rabbi! Ben Senin rahmetinin sesine (gök gürlemesine) tahammül edemiyorum; azabının sesine nasıl dayanacağım?' demiştir."[ İbnü'l Mübarek ez-Zühd s.123.] Ömer b. Abdurrahman, Dâvûd (as)'un, dualarında: "Ey Allahım! Beni (Seni) unutacak kadar fakir kılma(dığım gibi), (Sana karşı) azgınlık edecek kadar da zengin etme" dediğinin kendisine söylenildiğini haber vermiştir. Ca'fer Ebû İmrân el-Cevnî'nin şöyle dediğine şahit olduğunu haber vermiştir: "Ebû İmran: 'Sana davacıların haberi ulaştı mı? Ma'bedin duvarına tırmanıp, Davud'un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan korkmuştu..? âyetini okumuş ve 'Davud'un yanına gelmişler ve o da onlardan korkmuştu'[Sâd sûresi 38/21.] dedikten sonra, Korkma, biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme, bizi dosdoğru yola götür' dediler.[ Sâd sûresi 38/22.] (Şeklindeki[Muhammed b. Osman b. Müsebbih eş-Şeybânî Ebû Bekir'dir. Ca'd diye bilinmektedir. Arab dili ve Kıraat âlimidir. Bağdatlıdır. Eser lerinden bazıları: Hukûku'l-lnsân, en-Nâsih ve'l-mensûh, Ma'âni'l-Kur'ân, el-Müzekker ue'l-müennes v. lt.288 b 901 de vefat etmiştir. [Kitabın birinci baskısından mütercimler]]devamım zikrederek şöyle demiştir ) 'Davalıların oturduğu kuma (yere) oturun' demiş ve onlar da gösterilen yere oturmuşlardır. Dâvûd (as/un 'Anlatın bakalım' demesi üzerine, birisi: 'Bu kardeşimin doksandokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken 'Onu da bana ver' dedi ve tartışmada beni yendi.[ Sâd sûresi 38/23.] dedi. Dâvûd (as), bu işe şaşıp kaldı ve: Yemin olsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuş*tur. Doğrusu ortakçıların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler...[ Sâd sûresi 38/24.] deyiverdi. Diğeri ona çıkışarak: 'Ey Dâvûd! Belki sen kafası sopayla kırılacak adamsın' dedi ve kalkıp gittiler. Dâvûd (as), derhal hatâsından dolayı azarlandığım anladı ve olduğu yerde secdeye kapanarak kırk gün, kırk gece farz namazlar hariç olmak üzere kafasını hiç kaldırmadı. Öyle ki sonunda eli, yüzü ve dizleri yara bağladı. Bir melek gelerek! 'Ey Dâvûd! Ben Rabbinin elçisi*yim, Sana, seni bağışladığım, artık kafanı kaldırmanı söylüyor' dedi. Dâvûd 'Nasıl olur ya Rabbi! Sen adaletle hükmedersin, Sen Deyyan olansın ve Senin katında hiç bir zâlimin zulmü geri bırakılmaz, nasıl olur da beni bağışlarsın?' dedi. O vaziyette Allahm dilediği zamana kadar bırakıldı. Daha sonra bir başka melek gelerek Dâvûd (as)'a, 'Ey Dâvûd! Ben Rabbinin sana gönderdiği kişi*yim, Rabbin sana diyor ki: 'Sen ve beraberinde bir çocuk kıyamet gününde Bana geleceksiniz. Bunu Bana davalaşacaksınız. Ben de senin aleyhinde hükümde bulunarak, ona hakkını vereceğim. Sonra da ondan hakkını bağışlamasını isteyeceğim, o da hakkını Bana verecek, Ben de onu cennetime koyacağım, tâ ki hoşnud olsun. Sonrada seni bağışlayacağım' Dâvûd (as): 'Şimdi Senin gerçekten beni bağışladığını bildim, ya Rabbi' demiştir." Abdurrahman b. Bûzriye şöyle de mistir: "Zebur'da Dâvûd (as) ehlinin üç kısım oldukları bildirilmiş ve 'Müjdeler olsun günahkarların yoluna girmeyenlere, müjdeler olsun zâlimlerin emri*ne boyun eğmeyenlere ve müjdeler olsun serkeş, battal kimselerle düşüp kalkmayanlara!' denilmiştir." Hasan, Dâvûd (as)'un; "Ya Rabbi! En güzel rızık hangisidir?' diye sorduğu, onun da: 'Elinin emeği olan, ey Dâvûd!' diye cevap verdiğini rivayet etmiştir. Atâ b. es-Sâib'in, Ebû Abdullah el-Cedelî'nin şöyle dediği*ne şahit olduğu rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ, Davud'a (as) vahyederek, 'Ey Dâvûd! Beni sev, Beni sevenleri de sev ve Beni de kul*larıma sevdir!' demiştir. Dâvûd (as), Ta Rabbi, bu nasıl olur, Seni seveceğim fakat nasıl onlara sevdireceğim?' demiş. Cenâb-ı Hak; 'Beni anarsın ve beni ancak en güzel biçimde zikredersin' demiştir. Mesleme'den şöyle rivayet edilmiştir: "Dâvûd (as) Allah Teâlâ'ya: Ya Rabbi! Senin şükrüne ancak, yine Senin nimetinle erişip dururken, ben Sana nasıl şükredeceğim?' demiş, Allah Teâlâ da ona vahyederek, 'Elindeki nimetlerin benim tarafımdan verildiğini biliyor musun?' demiş. O da, 'Evet, ya Rabbî, biliyorum karşılığını vermiş, bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Ben senin bu durumundan, şükür olarak razı oluyorum' demiştir." Ebû'l-Celed'den Allah Teâlâ'nın Dâvûd (as)la şöyle vahyettiği yolunda bir rivayette bulunulmuştur: "Ey Dâvûd! Sıdk (mertebesine erişen) kullarıma söyle, kendilerini beğenip te amellerine fazla güvenmesinler. Zira kullarımdan herhangi birini hesaba çeker adaletimle muamelede bulunursam, mutlaka azabıma duçar olur. Hatâ eden kullarıma da müjdele, çünkü Benim vazgeçip bağışlayamayacağım büyüklükte hiçbir günah yoktur." Ebû'l-Celed'den şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Dâvûd (as), (bir gün) birisine emrederek insanları cemaatle namaza çağırmasını istemişti. İnsanlar da Dâvûd (as)'un o gün vaz-u nasihatta bulunup dua edeceğini bilerek, hep beraber (namaz için) çıkmışlardı, Dâvûd (as) yerini alınca: 'Allahım bizleri bağışla' dedi ve çekilip gitti. 'Ne oluyor size, neyiniz var?' şeklinde sordular. Bunun üzerine bir kısmı: 'Allahın Peygamberi sadece dua etti, sonra da çekilip gitti ha!' dediler. Diğerleri: 'Sübhanallah! Biz bu günün ibadet, dua, va'z-u nasihat ve terbiye günü olacağını zannediyorduk. Demek sadece dua etti, öyle mi?' diye söylendiler. Allah Teâla, Davud'a (as) vahyederek: 'Kavmine tebliğ et, çünkü onlar senin duanı azımsadılar. Ben kimi bağışlarsam onun hem dünya hem de âhiret işlerini yoluna koyarım' dedi." Hâlid b. Sabit er-Rib'î, "Dâvûd (as)'un Zebur'u denilen, Zebur'un giriş kısmım buldum, orada: 'Hikmetin başı Allah korkusudur (yazılıydı.)" demiştir. Ebû's-Selûl'ün şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Dâvûd (as), mescide gelir ve İsrailoğull arından en köhne halka hangisi ise onların yanma gider otururdu. Sonra da, (kendini kasdederek) 'Miskinlerin ortasında bir miskin' derdi." İbn Abbas (ra), Allah Teâla'nın Dâvûd (as)'a vahyederek: "Zâlimlere söyle Beni anmasınlar. Çünki Beni ananı anmaya ahdettim. Benîm onları anmam ise sadece onları lânetlememdir" dediğini rivayet etmiştir. Eyyûb el-Filistînî şöyle demiştir: "Dâvûd (as)'un Mezmûr'unda (yani Zebur'da) Allah Teâla'nın, 'Biliyor musun, kullarımdan kimleri bağışladım?' diye Davud'a (as) sorduğu, onun da: 'Kimler, ya Rabbi?' diye karşılık vermesi üzerine Allah Teâlâ'nın, 'Bir günah işlediği zaman, mafsalları çatırdayan (son derece pişman olan) kimselerdir, işte böyle olan kimseler üzerine gü*nah yazmamalarını meleklerime emrederim' buyurduğu, yazmaktadır. Urve, babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Dâvûd (as), hurma yaprağından sepet imal eder, sonra onları çarşıya gönderip satarak elde ettiği para ile geçimini temin ederdi. KİTABU'Z-ZÜHD İMAM AHMED B. HANBEL |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.