ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Özel Günler ve Tebrikler (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=560)
-   -   Mehmet Akif'in Doğumunun 137. Yılı Bugün. (20 Aralık 1873) (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=113898)

Şengül Şirin 12-20-2010 12:27 PM

Mehmet Akif'in Doğumunun 137. Yılı Bugün. (20 Aralık 1873)
 
1 Eklenti(ler)
Bugün Mehmet Akif'in doğum günü


MEHMET AKİF ERSOY KİMDİR?

http://frmsinsi.net/attachment.php?a...1&d=1292837252


20 Aralık 1873 tarihinde İstanbul'un Fatih ilçesinde doğan ve yok olmanın eşiğine gelmiş bir millete "Korkma" diyerek zor zamanlarda konuşmanın erdemini tüm yeryüzü coğrafyasına haykıran Mehmet Akif'in doğumunun 127. yılı bugün.


Türk, şair. İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur. İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı.

1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı. 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı.

1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı. 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti.

I. Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı.

Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi. Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi. Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü.

Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür. Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir. Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır. Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur. Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür. Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir. Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir.

Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur. Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar. Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir.

Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar. Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir.

Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir. Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir. Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır. Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur. Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır. Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır. Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.

MEHMET AKİF'İN BİLİNMEYENLERİ

27 Aralık'ta vefatının 74. yılında anacağımız milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, edebiyat tarihinde adı en çok anılan isimlerden biri. Şiirlerini bir araya getiren Safahat da Türkiye'de en çok basılan, satılan kitaplardan...

Buna rağmen hakkında bilinmeyenler olması, hayatıyla ilgili yeni bilgilerin, hiçbir yerde yayımlanmamış şiirlerinin çıkması şaşırtıcı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ tarafından hazırlanan '1453' dergisinde Yusuf Çağlar, Âkif hakkında yazılan metinlerde sadece bir paragraf ile geçiştirilen bir konuyu ele alıyor. Şairin Darülfünun'daki muallimliğinin izlerini Osmanlı Arşivleri'ndeki belgeler ve arkadaşı Ispartalı Hakkı Bey'e gönderdiği mektup eşliğinde sürüyor. 1912'de gönderilmiş "Sebilürreşad'ın hem müfessir hem şairbaşısı Mehmet Âkif" imzalı mektupta Âkif, kendisinin bir önceki sene okuttuğu derse Ferid (Kam) Bey'in seçildiğini, bu vazifenin Hakkı Bey'e nasip olmadığını söylüyor. Âkif, "Senin için iş çoktur. Zift gibi malın olsun, Erzincan'dan kel çeker!" diyor. Derginin sayfalarında Mehmet Âkif'in, 1908'den 1913'e kadar devam eden Darülfünun edebiyat öğretmenliğiyle ilgili önemli bir hatıra; 1911 yılına ait Darülfünun mezunlarını gösteren 'hatıra-i cemiyet' fotoğrafı da yer alıyor.

'Darülfünun Muallimi Olarak Mehmet Âkif' başlıklı yazının bir de sürprizi var: Âkif'in daha önce yayımlanmamış bir şiiri. "Yarın behemehal gelmenizi rica eylerim. Yediye kadar evde kudûmünüze intizar edeceğim ruhum kardeşim." notuyla yine Hakkı Bey'e gönderilen şiirin Âkif'in el yazısıyla olan aslını Yusuf Çağlar, 2007 yılında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hediye etmiş. Farsça bir dörtlükle son bulan şiirde Mehmet Âkif, 'topraklar ilkbaharın feyziyle zümrüde dönerken, gelecek kaygısıyla ızdırab çekmenin doğru olmadığını' ifade ediyor.

Şengül Şirin 12-20-2010 12:29 PM

Cevap : Mehmet Akif'in Doğumunun 127. Yılı Bugün. (20 Aralık 1873)
 


20 Aralık 1873 tarihinde İstanbul'un Fatih ilçesinde doğan ve yok olmanın eşiğine gelmiş bir millete "Korkma" diyerek zor zamanlarda konuşmanın erdemini tüm yeryüzü coğrafyasına haykıran Mehmet Akif'in doğumunun 127. yılı bugün.

Mehmet Akif, bir millet şairinden öte, bir ümmet şairi olarak o günlerden, bugüne şöyle sesleniyordu:

“Hani, ey kavm-i esaret-zede, muhtariyet?
Korkarım, şimdi nasibin mütemadi haybet
Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa
Kimi bin türlü fecaatle çekilsin kucağa
Birinin ırzı heder, diğerinin kanı helal
İşte ey unsur-i isyan, bu elim izmihlal
Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti
Hani milliyetin İslam idi… Kavmiyet ne!
Sarılıp dursaydın a milliyetine
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri”
“Arabın Türke; Lazın Çerkeze yahut Kürde
Acemin Çinliye üstünlüğü mü varmış? Nerde!
Müslümanlık da “anasır” mı olurmuş ne gezer
Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor peygamber”(Safahat, Üçüncü Kitap; “Hakkın sesleri”)

İstiklal Şairimiz, bize “neyi, nasıl kaybettiğimizi” de acı ifadelerle söylemişti yine yıllarca önce.

“Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Birbirinden farklı bu kadar akvamı
Aynı milliyetin altında tutan İslam’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyettir
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez
İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti
İşte İran’ı da taksim ediyorlar şimdi”
Müslüman, fırka belasıyla zebun bir kavmi
Medine Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?”(Safahat, İkinci Kitap; Süleymaniye Kürsüsünde)

Mehmet Akif, birçok tartışmayla, sorunla kıvrılan bellerimizi doğrultmamız için bize çözüm önerisini de sunmuştu, belki aşağıdaki mısraları okurken “Arap” yazan yerlere bu coğrafyayı oluşturan her unsuru yazarak okumamız en doğru okuma şekli olacaktır:

“Türk Arapsız yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir
Veriniz baş başa… Zira sonu hüsran-ı mubin
Ne hükümet kalıyor ortada billahi, ne din!”(Safahat, Üçüncü Kitap; “Hakkın sesleri”)

Üstat nelerden korkmamız gerektiğini de açık yüreklilikle bizlere haykırmıştı yine:

"Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak;

Kendi asudeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak;
Sözünde durmamak, yalan sözden çekinmemek
Kuvvetin meddahı olmak, acizi hiç söyletmemek
Mübtezel bir çok merasim; eğilip bükülmeler, yatmalar
Şaklabanlıklar, gösterişler, ardı ardına aldatmalar
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler arasında ciddi açık
Enseden arslan kesilmek , cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle bir zillet görmedi"

Mehmet Akif Ersoy, özgüvenini yitirmiş bu coğrafya halkına adeta “Kalk” diyordu… “Silkin ölü toprağından…”

“Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa
Bu altımızda yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa ufukları bir kızıl sarsar
Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi ki koşan Çerkez’in, Laz’ın, Türk’ün
Arap’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün
Değil mi sine de birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!
Şu karşımızdaki mahşer de böyle haşrolacak
Yakında kurtulacaktır bu cephe… Kurtulacak!”(Safahat, Beşinci Kitap; “Berlin Hatıraları”)

Ve son olarak ölmeden önce Üstat'ın Yedigün (Kandemir Bey) dergisinde 1936'da yayımlanan son röportajı:

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum

-Özledin mi bizi Üstat ?

Dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.

Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?

Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;

Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…

-Hasret

Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;

-….Çok acı…

-Ya kavuşmanın sevinci ?

-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..Ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.Hiç bir şey göremedim.

-Ve kendi kendine söylüyor;

-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.

Hastalığı akla geliyor;

Karaciğerim, dalağım şişmiş..Geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?

Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.

Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan ’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık..

Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız büyüktü’

Yorgun ,susuyor..

-İstiklal Marşı`nı nasıl yazdınız ?

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;

-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...

Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.Zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu var ki ‘İstiklal Marşı` nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’

Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.

Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın…

Derleyen: Emrah ATİLA


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.