ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   İslami Genel Konular (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=324)
-   -   Tarikatlar / Kültler / Mezhepler (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=1004679)

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Tarikatlar / Kültler / Mezhepler

» Alevilik

» Scientology

» Melamiyyeler

» Müsebbihelik

» Şeyhilik

» Vehhabiler

» Köle Kadınlar Tarikatı

» Edelweiss Tarikatı

» Tanrının Kurtuluşu

» Meyveş Nine Tarikatı

» Güneş Tapınağı

» Kaderiyye Mezhebi

» Nacilik

» Ahilik

» İsmailik Mezhebi

» Hariciler

» İmamilik

» Bayramilik

» Kızılbaşlık

» Mevlevilik

» Rafizilik

» İbazilik

» Sadilik

» Batinilik / Sabbah Kültü

» Sühreverdilik

» Mutezille Mezhebi

» Zeydiyye Mezhebi

» Caferi Mezhebi

» Cennet Yolcuları

» Masonluk

» Düsukilik

» Yılan Eğiticileri

» Gaudiya Vaişnavizm

» Anglikanizm

» Tanrının On Emri

» Sahaja Yogacılar

» Evrensel Yol (The Way)

» Mans Kutsal Kuralcıları

» Tanrının Çocukları

» Cennetin Kapısı

» Oshocular

» Celvetilik

» Hıristiyan Bilim

» İnsan Tapınağı

» Edebi Değerler

» Birleşik Kilise

» Branch Davidians

» Diyet Tarikatı

» Chino'nun Gerçek Adaleti

Başlık altında eklenen bölümler

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Alevilik İnanç ve ibadet Esasları

Aleviliğin inanç ve ibadet esaslarını görmeden önce, bu esasların günümüze hangi şekillerde ulaştığına değinmek gerekir.Alevilik günümüze sözlü ve yazılı olmak üzere iki kaynaktan ulaşmıştır. Sözlü gelenek nesilden nesile aktarılan bilgi ve uygulamalar ve Dedelerin günümüze ulaştırdığı bilgiler şeklinde günümüze ulaşmıştır. Sünni kitlelerin aksine eğitim kurumlarından yoksun kalan Aleviler inanç, gelenek ve kültürlerini daha çok bu yolla günümüze ulaştırmışlardır. Çevreyi temsil eden ve göçebe/ yarı göçebe kitlelerin oluşturduğu bu gruplar, resmi din anlayışına karşı bir dinsel anlayışı, yani heterodoksiyi temsil ediyorlar, toplumsal yapıları itibariyle, sünnî çevrelerin aksine, eğitim ve kültür kurumlarından yoksun bulunuyorlardı. Bektaşî dergâhlarında ise belli bir organizasyon bulunmaktaydı. Bu dergâhlarda bulunan bektaşî dervişleri ve onların nüfuzundaki kitleler, Ocakzade dedelerin faaliyette bulundukları kitlelerle kıyaslanmayacak ölçüde kurumlaşmış idiler. Bu durumu arşiv belgelerinden rahatlıkla görebiliyoruz. Ocakzade dedelerin faaliyette bulunduğu yerlerde yaşayan kitleler Bektaşî dergâhlarından daha farklı bir organizasyona tabi bulunmaktaydılar. Bu kitleler arasında, bilgiler, yazılı olmayan yani sözlü geleneğe dayalı bir şekilde nesilden nesile aktarılıyordu. Merkezi iktidarların bu kitleler üzerindeki baskısı ve zaman zaman gerçekleşen sürgünlerin yarattığı olumsuzluklar bu kitlelerin yaşamlarının her alanına yansımış, örneğin cem ayinleri büyük bir temkinle ve gizlilik içerisinde yapılır olmuştur.

Alevi Yol ve Erkânının günümüze ulaşmasının ikinci kaynağı ise yazılı kaynaklardır. Ancak bu kitlelerin sosyal yaşamlarının doğal bir sonucu olarak, sahip oldukları yazılı eserler de oldukça sınırlıdır. Alevî köylerinde yaptığımız araştırmalarda, daha çok dede evlerinde nefeslerin ve deyişlerin yer aldığı kitaplar (Cönkler), Menakıb-ı İmam Cafer-i Sadık, Hutbe-i Düvaz-deh İmam/Menakıb-ı Seyyid Safi, “Küçük Buyruk” olarak da bilinen “Dergah-ı Ali’de Seyyid Abdülbaki Efendi’nin Erenlere Muhib olan Temiz İnançlı Müminlere Gönderdiği Mektup” başlıklı bir kitapçık, Makalat-ı Hacı Bektaş-ı Veli ve Vilayet-name adlı el yazması (Osmanlıca) eserlerin varolduğunu biliyoruz. Oysa sünnî kesimler yüzyıllara yayılan zaman sürecinde medreseler ve şeyh-mürid ilişkisi çerçevesinde birçok eğitim kurumlarına sahip olmuş, bu şekilde yüzlerce eser kaleme alınmıştır. Bektaşi dergâhları eğitim faaliyetleri ve araçları bakımından da, ocakzade dedelere bağlı Alevilerle kıyaslanmayacak ölçüde kurumsallaşmış idiler.Dergahlarda yüzlerce cilt eser bulunurken Alevi köylerinde sadece Dede evlerinde elyazması kitaplar bulunurdu.

Aleviler’de İnanç Anlayışı

Alevilerde inanç ve ibadet anlayışının kendine özgü yönleri bulunmaktadır. Bu anlayışın temeli biçimden çok özü esas almasına dayanır. Biçimsel anlamda ibadetin bir araç, olgun insan olmanın ise esas amaç olduğu kabul edildiğinden cemlere katılmak, oruç tutmak yetmez. Eline, diline, beline bağlı olmayan, en kutsal varlık olan insanı sevmeyen, olgunlaşmamış insanların ibadetleri de boşunadır. Bu kişiler Cem törenlerine alınmadıkları gibi toplumdan da dışlanırlar.Alevi inancının temeli Hak-Muhammed-Ali sevgisine dayanır.

Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve Oniki İmam Sevgisi

Bilindiği üzere Alevilik Hz. Ali, Ehl-i Beyt ve Oniki İmam sevgisine dayanır. Ehl-i Beyt sözcük olarak ev halkı demektir. Ev halkı yani Ehl-i Beyt Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den oluşmaktadır. Ehl-i Beyt halk arasında Pençe-i Al-i Abâ olarak da adlandırılır.

Oniki İmamlar, Alevilerin Hz. Muhammed’den sonra önder olarak tanıdıkları Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın soyundan gelen kişilerdir.Oniki İmamların adları sırasıyla şöyledir:

1- İmam Ali
2- İmam Hasan
3- İmam Hüseyin
4- İmam Zeynel Abidin
5- İmam Muhammed Bakır
6- İmam Cafer Sadık
7- İmam Musa Kazım
8- İmam Ali Rıza
9- İmam Muhammed Taki
10-İmam Ali Naki
11-İmam Hasan Askeri
12- mam Mehdi

Alevilere göre müslümanlar Hz. Muhammed’den sonra 73 fırkaya ayrılacaklar ve Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenlerin dışındakiler cehenneme gideceklerdir. Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenler Fırkayı Naciye veya Güruh-u Naci olarak adlandırılır.

Demek ki Ehl-i Beyt sevgisi Aleviliğin esasını oluşturur. Tevella ve teberra anlayışı da bu sevgiden kaynaklanır. Tevella Ehl-i Beyti, Oniki İmamları, Ondört Masumları, Onyedi Kemerbestleri ve onların yolundan gidenleri sevenleri sevmek, teberra ise onları sevmeyenleri sevmemektir.

Ondört Masum

Muhammed Ekber, Abdullah b. İmam Hasan, Abdullah b. İmam Hüseyin, Kasım, Zeynelaba, Kasım b. Zeynel-abidin, Ali Eftar, Abdullah b. İmam Cafer Sadık, Yahya el-Hadi, Salih, Tayyib, Cafer b. Muhammed Taki, Cafer b. Hasan Askeri, Kasım b. Muhammed Taki.

Onyedi Kemerbest

İmam Hasan, İmam Hüseyin, Hadi-i Ekber, Abdülvahid, Tahir, Tayyib, Türab, Muhammed Hanefi, Abdurrauf, Ali Ekber, Abdülvahab, Abdülcelil, Abdurrahim, Abdülmuin, Abdullah Abbas, Abdülkerim, Abdüssamed

Dört Kapı Kırk Makam

Dört Kapı Kırk Makam şeklindeki Kâmil(olgun) insan olma ilkelerini Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin tespit ettiğine inanılır.Hacı Bektaş “Kul Tanrı’ya kırk makamda erer, ulaşır, dost olur.” buyurmuşlardır. Bu ilkeler aşama aşama insanı olgunluğa ulaştırır. Bir başka yoruma göre ise şeriat anadan doğmak, tarikat ikrar vermek, marifet nefsini bilmek, hakikat Hakkı özünde bulmak yollarıdır.

Dört Kapı şunlardır:

1.Şeriat
2.Tarikat
3.Marifet
4.Hakikat

Her kapının on makamı vardır:

Şeriat kapısının makamları:

- İman etmek,
- İlim öğrenmek
- İbadet etmek
- Haramdan uzaklaşmak
- Ailesine faydalı olmak
- Çevreye zarar vermemek,
- Peygamberin emirlerine uymak
- Şefkatli olmak
- Temiz olmak
- Yaramaz işlerden sakınmak

Tarikat kapısının makamları

- Tövbe etmek
- Mürşidin öğütlerine uymak
- Temiz giyinmek
- İyilik yolunda savaşmak
- Hizmet etmeyi sevmek
- Haksızlıktan korkmak
- Ümitsizliğe düşmemek
- Ibret almak
- Nimet dağıtmak
- Özünü fakir görmek

Marifet kapısının makamları

Edepli olmak
Bencillik, kin ve garezden uzak olmak - Perhizkârlık
- Sabır ve kanaat
- Haya
- Cömertlik
- İlim
- Hoşgörü
- Özünü bilmek
- Ariflik

Hakikat kapısının makamları

- Alçakgönüllü olmak
- Kimsenin ayıbını görmemek
- Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek
- Allah’ın her yarattığını sevmek
- Tüm insanları bir görmek
- Birliğe yönelmek ve yöneltmek
- Gerçeği gizlememek
- Manayı bilmek
- Tanrısal sırrı öğrenmek
- Tanrısal varlığa ulaşmak

Üç sünnet yedi farz

Alevilerin kutsal kitaplarından “Buyruk”larda yazıldığına göre Alevi yolunun temeli üç sünnet yedi farza dayanır. Bu temel esaslara uymak zorunludur. Üç sünnet yedi farz şunlardır:

Üç Sünnet

Dilini tevhid kelimesinden ayırmaya
Gönlünden düşmanlığı gidere, kimseye kin ve kibir tutmaya, kıskançlık etmeye, hırsına uyup şeytana gönül vermeye.
Sözü Hakkın kudreti ola, kimseyle kavga etmeye, kimseye düşmanlık yapmaya

Yedi Farz

Çok sır saklaya
Talip binbir ise, bir otura ve bir dilden söyleye
Hakkın terazisine itaat ede, yaptığı bir günaha bin özür ve niyaz eyleye, kimsenin gıybetini etmeye ve yalan yere and içmeye, yalan söylemeye
Mürebbi hakkına itaat ede, emrine uya
Kuşak kuşana, halifeden el alıp, tövbe eyleye
Musahibini hakikatte Hak cemiyetine eriştire
Halife’den tac ve kisvet kabul eyleye. Özünü şeyhlere ulaştıra
Bu yol üzere olmayofu diye inanmayasanız. Bir kişi bunca farzdan ve sünnetten düşse, ona derman yoktur, sürgün olur, yüzü karadır.

Oniki Şart

- Cömertlik
- Mutluluk
- İbret
- Gayret
- Sohbet
- Mürüvvet
- Şefkat
- Şefkat
- İkram
- Tevella
- Teberra

Oniki İşlek

- Evvel kendi özünü hassas etmektir
- Marifet tohumunu ekmektir
- Şefkat beslemektir
- Rıza eteğini tutmaktır
- Hikmet sıfatını sem etmektir
- Özünü hizmet hürmetin saklamaktır
- Özünü mukarribiyle hudetmektir,
- Özünü sabır ehline vermektir
- Muhabbet kilesiyle ölçmektir
- Takva değirmeninde özünü arındırmaktır
- Su ile yuğurmaktır
- İradet tennurunda pişmek ve ihlas sofrasına girmek , özünü dervişlere ve fukaralara sarfetmektir.

Eline Diline Beline Hakim Olmak

Eline, diline, beline hakim olma kuralı Alevilerin yaşamları boyunca uymaları zorunlu ahlak sisteminin adeta simgesidir. Eline bağlı olmak, elinle koymadığını almamak, diline bağlı olmak gözünle görmediğini söylememek ve beline hakim olmak haram olan cinsel ilişkiye girmemektir. Bu kural Alevi toplumunun çok güçlü ahlak sisteminin özetidir ve Alevi Yolu Dedelerimizin deyimiyle “kıldan ince, kılıçtan keskindir”. Yolun bu kurallarına uymayanlar düşkün sayılırlar. Düşkünler toplumdan soyutlanırlar, işledikleri hatanın durumuna göre değişik şekillerde cezalandırılırlar.

Alevi toplumunda kadın-erkek yaşamın her alanında eşittir. Çalışırken de, ibadet ederken de kadın erkek birliktedir. Sünni geleneğin aksine tek eşlilik esastır. Başlık parası gibi uygulamalar kabul edilmez. Kadın olsun erkek olsun eşinden şikayetini Dedeye iletebilir, suçlu bulunursa düşkün edilir. Alevilerde sosyal yaşamın her alanında kadının da erkekle birlikte ve eşit olarak yeralması bunu çekemeyenlerce çeşitli iftiralara da konu olmuştur.

Ayin ve Merasimler (Muharrem,Hızır Orucu, Cemler)

Her toplumun önemli anma ve toplanma günleri bulunmaktadır. Alevilerin de böyle kutsal ibadet ve bayram günleri vardır. Cemler düzenli olarak yapılan ibadetlerdir. Cemlerin yanısıra Sultan Nevruz, Muharrem Orucu, Hızır Orucu, Hıdırellez, Kurban Bayramı, Abdal Musa Lokması da Alevilerin önemli günlerindendir. Aleviler Ramazan Orucunu tutmazlar. Şimdi sırasıyla bunlar üzerinde duralım:

İlkbaharın başlangıcı ve Hz. Ali’nin doğumu sayılan Nevruz (21 Mart) akşamı Sultan Nevruz olarak adlandırılır ve Cem yapılır.

Alevilerce Kerbela Olayı’nın anlamı büyüktür. Yine kış aylarında Abdal Musa Lokması düzenlenirdi. Abdal Musa Lokması için evler dolaşılarak lokmalar toplanır, kurbanlar kesilir cem yapılır, ertesi gün pişen lokmalar dağıtılırdı. Abdal Musa lokmasının topluma yararlı olacağına, ürünlerin bereketli olacağına inanılırdı. Hz. Hüseyin’in acımasızca şehid edilmesinin anısına yüzyıllardır Muharrem ayında oruç tutulur. Muharremin birinci günü başlanan oruç Oniki İmamlar aşkına oniki gün tutulur. Ondört Masumlar için fazladan oruç tutanlar da vardır. Muharrem Orucu sırasında Hz. Hüseyin’in susuz şehid olması anısına su içilmez, kurban kesilmez, traş olunmazdı. Akşamları Kerbela olayını anlatan kitaplar okunurdu.

Şubat ayında ise üç gün Hızır Orucu tutulurdu.

Her yıl 6 Mayıs günü Hızır İlyas günü kutlanır.Hızır karada, İlyas ise denizde zor durumda kalanlara yardım ederler inancı vardır. Bu nedenle Aleviler arasında “Yetiş Ya Hızır” deyimi yerleşmiştir.

Alevilerde kurban geleneği de yaygındır. Cemlerde, Hızır orucunda, Abdal Musa törenlerinde ve Kurban Bayramında kurbanlar kesilir.

Ancak “yol bir sürek binbir” sözünden de anlaşılacağı üzere Anadolu’nun değişik bölgelerinde yaşayan Aleviler arasında bu dinsel ibadetlerin uygulanmasında çok küçük farklılıklar bulunmaktadır.

Cem

Aleviliğin temel ibadeti “Cem” dir. Alevi Cemleri daha çok hasat döneminden sonra yapılır. Cemlerin cuma akşamları yapılması gerekir. Cuma akşamı Alevilerce perşembe akşamına verilen addır. Alevi Dedeleri talipleri köylerde ziyaret ettiğinde Cem yapılacağı duyurulur. Ceme katılacak olanlar yanlarında niyaz veya lokma adı verilen yiyecekler getirirler. Cemler büyük evlerde yapılır. Dede cem yapılacak yerin başköşesinde bulunan posta oturur. Cemde Oniki hizmet vardır. Bu oniki hizmetin sahipleri şunlardır:
- Dede(Mürşid)
- Rehber
- Gözcü
- Çerağcı(Delilci)
- Zakir(Aşık)
- Ferraş(Süpürgeci)
- Sakka(İbriktar)
- Kurbancı(Sofracı)
- Pervane
- Peyk(Davetçi)
- İznikçi(Meydancı)
- Bekçi

Cem töreni Oniki hizmetin yerine getirilmesinden oluşan kutsal bir ibadettir. Cem içerisinde semah da edilir, Pir Sultan’dan, Hatayi’den, Kul Himmet’ten deyişler söylenir. Lokmalar dağıtılır. Kerbela Olayı anılır. Cem’de musahipler görülür, düşkünler dara kaldırılır, toplumun önünde haklı haksız belirlenir, suçlu olanların gerekli cezaları verilir. Cemlerde verilen cezalara uyulur, aksi halde toplum dışına itilmek kaçınılmazdır.

Bu belli günlerde yapılan ibadetlerin dışında Anadolu’nun değişik merkezlerinde de her yılın belli günlerinde törenler düzenlenmektedir. Bunların en bilinenleri şu şekildedir: Hacı Bektaş Veli Törenleri, Abdal Musa Törenleri(Antalya), Veli Baba Törenleri(Isparta), Hamza Baba Törenleri(İzmir), Şücaettin Veli(Eskişehir) Törenleri, Pir Sultan Törenleri(Sivas), Hıdır Abdal Törenleri (Erzincan). Bu törenlere Türkiye’den ve yurtdışından yüzbinlerce insan katılmakta ve adeta bir festival havası içerisinde kutlanmaktadırlar.

Kaynak : Yrd.Doc.Dr.Ali YAMAN

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Scientology (Bilim Kilisesi)

Batı dünyasının en büyük kültlerinden (ki artık yeni bir din olma aşamasına geçmiş bulunuyor)birisi olan Scientologistler, 1954 Şubat’ında, Los Angeles’te, 1911 Tilden, Nebraska doğumlu, Lafayette Ronald Hubbard ve on sekiz havarisi tarafından kuruldu. Hubbard, iki yüzden fazla bilim–kurgu, gerilim, polisiye, macera romanı ve bir o kadar da makalesi olan bir yazar. “Dianetics” ve “Scientology” araştırmalarının temelini 1938’de kaleme aldığı “Excalibur” başlıklı makalesi teşkil etmektedir. “Excalibur,” efsanevi Britanya Kralı, Yuvarlak Masa şövalyelerinin başı King Arthur’un kayadan çekip çıkarttığı güç sembolü bir kılıcın adı. Bizim kültürümüzdeki, örneğin, “zülfikâr” olarak düşünülebilir.

Scientologistler, “Zihin Kontrolü”nü “Auditor” dedikleri “Denetçi”ler aracılığı ile uyguluyorlar. Denetçiler, külte katılmak isteyenlere kişiye–özel istişare programları hazırlıyorlar. İstişarenin amacı, taliplinin hayatını gözden geçirmesi, kendisiyle yüzleşme yeteneği kazanması. Üye adayı, böylece hayatına damgasını vurmuş olan enigmaların/olayların etkisinden kurtuluyor ve “Clear” yani “Berrak” oluyor. ‘Berraklık’ mertebesine erişen talibin bir sonraki aşaması müridlik. Buradan “OT” dedikleri mertebeye geçiliyor. “OT” bedenini ve zihnini terk edebilen “Thetan,” yani ruh. Thetan, “bakmadan görebiliyor, işitmeden duyabiliyor,” vs. Bu çerçevede, Scientology’de kitaplı dinlerin İsa dahil tüm peygamberleri ve Buda gibi diğer büyük dinî liderler, “Berraklık” mertebesinin biraz üstüne çıkmış insanlar olarak kabul görüyorlar. Allah’ın varlığına inandıklarını ifade ediyorlar, ancak sıfatlarını belirtmiyorlar. Cennet, cehennem yok. Reenkarnasyon var. “Berraklık” mertebesine ulaşan kişinin doğum–ölüm silsilesinden kurtulacağı telkin ediliyor. Denetçi’nin uyguladığı program, ayrıntılı ve ödünsüz. Seanslarda “Elektro–psikometre” denilen bir özel bir aygıt kullanılıyor. “Elektro–psikometre”nin patenti Volny Mathieson isimli bir kült üyesi tarafından 1966 yılında alınmış. “Aygıt,” denetçiler tarafından üyelerin “ruhsal sıkıntı merkezlerini saptamak için kullanıyor.”

Hubbard, 2. Dünya Savaşı’nda Deniz Kuvvetleri’nde görev yaptı ve hemen ardından Gönüllüler İdaresi’ne “intihar eğiliminden” ve “ciddi olarak zarar görmüş” hafızasından yakındı. Bununla birlikte, Hubbard orta derecede başarılı ikinci sınıf bir bilim kurgu yazarıydı. Yıllar sonra, kilisesinin broşürleri onu yanlış olarak savaşta harekatlar sırasında sakatlanmış ve kör olmuş, iki kez öldüğü duyurulmuş ve mucize sonucu Scientology sayesinde şifa bulmuş “aşırı başarılı” bir 2. Dünya Savaşı kahramanı olarak tanımlıyordu.

Hubbard, 1950’de, tarikatın kutsal metinlerinden biri olan Dianetics: Modern Akıl Sağlığı Bilimi’ni yazdı. İçinde “dinleme” dediği kaba psikoterapatik bir tekniği tanıtıyordu. Ayrıca konuşulan konular geçmişlerini çağrıştırırken deride oluşan elektriksel değişimleri ölçmek için dizayn edilmiş (“E–metre” denilen) basitleştirilmiş bir yalan makinesi icat etti. Hubbard mutsuzluğun eski travmaların neden olduğu zihinsel aberasyonlardan (ya da “engramlar”dan) türediğini iddia ediyordu. E–metreyle yapılan danışmanlık seanslarının engramları ortadan kaldıracağını, körlüğü tedavi edeceğini, hatta kişinin zekasını ve görüntüsünü de geliştirebileceğini iddia ediyordu. Hubbard takipçileri için her biri daha da pahalı olan yeni basamaklar üretmeyi sürdürdü. 1960’larda insanların 75 milyon yıl kadar önce Xenu adlı zalim bir galaktik hükümdar tarafından dünyaya sürülen ruh kümelerinden (ya da “tetanlardan”) yapıldığı kararını yayımladı. 1967’de çalışan bir Dahili Gelir Servisi, tarikatın ana kilisesinin vergi muafiyetini ortaya çıkardı. 1971’de bir federal mahkeme Hubbard’ın tıbbi tezlerinin uydurma olduğuna ve E–metre dinlemenin artık bilimsel bir müdahale olarak adlandırılamayacağına hüküm verdi. Hubbard buna tümüyle dine yönelerek, tarikatın ilginç ayinlerine ilk düzenleme koruması arayarak karşılık verdi. Kiliseler inşa edildi, ayrıcalıklar “misyon”, bağışlar “sabit bağış” ve Hubbard’ın karikatür kitabındaki kozmolojisi “kutsal metinler” oldular.

Günümüzde Scientologistler

“Scientologistler”in sekiz milyon üyesi olduğu hesaplanıyor. Üç bin kiliseleri, yüz yirmi ülkede misyoner irtibat ofisleri var. Grubun beyanına göre Scientology’nin 50.000 aktif üyesi bulunuyor. Scientology, bugün 40 yaşındaki, liseden terk ve ikinci kuşak bir kilise üyesi olan David Miscavige tarafından yönetiliyor.

Scientology Kilisesi takipçilerinden bir kısmı Hollywood’da da güçlü bir ekip kurdu. Taraftarlar arasında ; Tom Cruise ve John Travolta, aktrisler Kirstie Alley, Mimi Rogers ve Anne Archer, Palm Springs işletmecisi ve göstericisi olan Sonny Bono, jazzcı Chick Corea ve hatta çizgi karakter Bart Simpson’ın sesi Nancy Cartwright gibi ünlülerde bulunmaktadır.

Yakın zamanlarda uzun yıllar tarikat yandaşı olan yüzlercesi – pek çoğu ruhen ve bedenen kötüye kullanıldıklarından şikâyet ettiler – kiliseden ayrıldılar eleştirilerini dile getirdiler. Bazıları Scientology kilisesini dava etti ve kazandı; diğerleri 500.000 $’lık kefaletlerle davadan vazgeçtiler. Pek çok davada yargıçlar kiliseyi “şizofren ve paranoyak” ve “ahlaksız, fesat ve tehlikeli” olarak etiketlediler. Günümüzde halen akımın bir çok üyesi finansal yolsuzluk yapmakla (bu yolsuzlukların miktarı bazen 500 milyon $ civarındadır) yargılanırken bir yandan da akım gittikçe güç kazanmakta taraftar sayısını arttırmaktadır.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Melamiyye

Bir İslamiyet dini hareketidir. Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir. Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir.

Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır. Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır. Birinci dönem Melâmîlik, Melâmetiye adıyla tanınır. İlk defa Nişabur'da hicrî III. asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b. Ahmet b. Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir.

Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin Vahdet-i Vücud görüşünün derin etkisi vardır. Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değer vermezler. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar. En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir. Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır. Özel giysileri ve tekkeleri yoktur. Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar.

Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir. Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır. Birbirlerinin yardımına koşarlar. Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der.

Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV. asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V. ve VI. asırlarda gelişen tarikatları etkilemiştir.

Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır.

1. Devre: Kassariye Melâmîliği. Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği. Hicri III. yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır.

2. Devre: Bayramiyye Melâmîliği. İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir. Bunun yerini, hicri IX. asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır. Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur.

3. Devre: Nuriyye Melâmîliği. Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII. asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
MÜŞEBBiHE

Allah'ı yarattıklarına benzeten İslamiyet dini hareketidir.. Cehm b. Safvan (öl. 128/746) Allah'ın sıfatlarını inkâr edip tatile saptıktan sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır.

Abdu'l-Kahir el-Bağdadî (öl. 429/1037). Müşebbihe'yi iki kısma ayırır. Biri; Allah'ın zatını O'nun dışındakilere benzetmiştir. Öteki ise; O'nun sıfatlarını, O'nun dışındakilerinin sıfatlarına benzetmiştir (el-Bağdadî, el-Farku Beyne'l-Fırak, Beyrut (t.y.), s. 225). Allah'ın zatını insanlara benzetenlerden, Abdullah b. Sebe' Ali'yi ilâh olarak vasıflandırmıştır. Müşebbihe'nin bir çok fırkaları vardır. En meşhurları ise, Hişâmiyye fırkasıdır. Müşebbihe denildiğinde ilk akla gelen bu fırkadır. Bu fırkanın ilk kurucusu Hişâm b. el-Hakem'dir. Daha sonra gelen Hişâm b. Sâlim el-Cevâlikî de aynı yolu izlemiştir.

Hişâm b. el-Hakem, Mutezilî Ebu'l-Hüzeyl ile aralarında geçen bir tartışmada Allah'ın cisim olup boyutlarının bulunduğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış olduğunu iddia etmiştir (Şehristânî, a.g.e., II, 21).

Hişâm; İslam Peygamberinin "Kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır" "Senin benim yanımda durumun, Hârun'un Mûsâ'nın yanındaki durumu gibidir. Ne var ki benden sonra peygamber yoktur". "Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır" gibi sözleriyle Ali'yi kendisinden sonra halife tayin ettiğini iddia etmiştir. Ayrıca Ali'nin masum olduğunu, yanılma ve bilgisizlikten, gafletten tamamen uzak bulunduğunu ileri sürmüştür (el-Malatî, Ebu'l-Huseyn Muhammed b. Ahmed, et-Tenbih ve'r-Redd alâ Ehli'l-Ehvâi ve'l-Bida ; Beyrut 1968, s. 25).

Allah'ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler ise, Mutezile'den Basralı ekolden bazı kimselerdir ki bunlar, Allah'ın iradesinin insanların iradesi gibi olduğunu, Allah'ın konuşmasının da insanların konuşması gibi ve aynı nitelikleri taşıdığını söylemişlerdir (el-Bağdâdî, a.g.e., s, 229-230).

Gerçek Müşebbihe Allah'ın zat ya da sıfatlarını yaratıkların zat ve sıfatlarına benzetip bunların aynı niteliklere sahip olduğunu söyleyen fırka olmakla birlikte; bir takım mütâlaalarla ban fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla şuçlamışlardır. Meselâ, Mutezile, Ehl-; Sünnet mensuplarını âhirette Allah'ın görüleceğini söylemeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul etmeleri sebebiyle Müşebbihe olmakla suçlamışlardır. Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim olduğunu, belli bir mekânda ve belli bir yönde olduğunu söylemekle eş anlamlıdır ve bu sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler Müşebbihedir. (İbnu Ebi'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belağe, Beyrut (t.y.), I, 19)

----------------------------------------------------------

Şeyhilik

Kurucusu Şeyh Ahmed Ahsa (öl.1827) olan İslami tarikat. Onun inancına gör imamlar tanrısal kimselerdir, onların gövdeleri ölümlü, tinleri ölümsüzdür.Gövdenin ölümü yokluk değil dağılmadır, tinde dağılma yoktur. Tanrısal bir töz olduğundan bütündür. Bütün bilgiler İmam’ın gönlündedir, İslam dininin benimsediği önsüz yazgı, levh-i mahfuz denen saklı belge İmamın gönlüdür, orada tüm nesneler önceden kurulmuş düzen gereği vardır.

Bu düzen Kuran, imama tanrısallık kazandıran tözdür, açıkçası tanrı’dır. Tin ölümle daha iyi, daha yetkin bir gövdeye geçer, orada sonsuzca kalır. Bu dünyanın dışında başka bir dünya, ahiret yoktur. İnsanlar bu konuda imama uymadığından yanılmıştır.

Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU

-----------------------------------------------

VEHHABILIK

Es-Seyhu'n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab'in (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düşünceleri çevresinde oluşan dinî, siyasî hareket. Harekete Vehhabilik adi karşıtlarınca yakıştırıldı. Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini Ibn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı. Arap yarımadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır.

Muhammed Ibn Abdülvehhab'in düşünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanışmasıyla (1744) siyasi bir hareket niteliği kazandı. Ibn Abdülvehhab, Deriye'de düşüncelerini Emir Muhammed'in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düşüncelerle Arabistan'a hakim olma imkânını kazanıyordu. Çünkü Ibn Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helal olduğunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanın getirdiği ganimet olgusuyla yandaşlarını çoğaltıyor, gücünü artırıyordu. Ibn Abdülvehhab'in ölümünden sonra hareketin siyasî niteliyi daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürüldü.19. yüzyılın baslarına gelindiğinde (1811) Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Halep’ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.

Vehhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşayı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Pasa, oglu Tosun komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vehhabilerin elinden kurtardı (181213). Daha sonra bizzat Emir Abdülaziz’in üzerine yürüdü. Emir Abdülaziz’in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Afi Pasa'nin kumandanı İbrahim pasa, Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderdi. Bunların İstanbul’da asılarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı.

Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başardı. Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdar olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı.

Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan.1. Dünya Savaşı’nın arkasından Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926). 20 Mayis 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti. Böylece Abdülaziz bin Suud, Suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz’ı egemenliği altına altı. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir.

İnançları

Vehhabiliğin din anlayışı, Muhammed bin Abdülvehhab'in üzerinde önemle durduğu tevhit (Allah’ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır. Ibn Abdülvehhab'a göre tevhid, kullukta Allah’ı bir tanımaktır. Tevhid kelimesini (lâ ilâhe illallâh) söylemek Allah'tan başka tapınılan şeyleri tanımadıkça bir anlam taşımaz. Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Tevhid üçe ayrılır. İlki, Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah’ı Rablıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah’ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah’ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak, İslam Peygamberi’nin döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah'tan başkasından yardim dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür, can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır.

Bu tevhid anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır. Bunlardan birisi, Peygamberden şefaat talebinde bulunulamayacağıdır. Şefaat, Allah'a özel bir haktir. Bu nedenle Peygamberden doğrudan şefaat talep etmek, onu Allah'a ortak tutmaktır. Nitekim müşrikler de Allah’ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olmuşlardır. Şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir. Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır. Bir takım şeyhlerin, velilerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve aracı kılınmaktadırlar. Bu da açık bir şirktir. Çünkü günah'in yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, isleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur.

Vehhabiliğin en önemli özelliklerinden birisi de bid'adlar karşısındaki tutumudur. Ibn Abdülvehhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her şey bidattir. Bir bidat çıkaran melundur ve çıkardığı şey reddedilmelidir. Bid'adlarin çoğu insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Peygamberin kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir. Şirke neden olmamaları için, mezar ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Peygamber'in anisini yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-i şerif ziyaretleri yapmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk kosmatir. Mevfit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, tas vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmaz, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardim dilemek gibi şeyler de tamamıyla şirke neden olan bid'adlardandir. Riya için namaz kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare yapılması da terk edilmesi gereken bid'adlardır..

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:40 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 

Goreans & Kaotian Tarikatı
(Köle Kadınlar Tarikatı)

İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Durham’ın banliyölerinden Darlington kasabası, Marki De Sade’ı anımsatan, sado-mazo ilişkiler yumağı ile sarsılıyor son günlerde. İnsanların sessiz, sakin bir yaşam sürdüğü kasaba, sado-mazo seksi yaşam biçimi yapan ilginç bir tarikatın ‘merkezi’ olma sıfatıyla, yerel ve yabancı basının manşetlerinde yer alıyor.
Darlington’luların yaşamını altüst eden tarikatın adı Kaotian. 31 yaşındaki İngiliz Lee Thompson’ın liderliğindeki tarikatın özelliği ise kadınlara tasma takılıp seks kölesi gibi davranılması.
Durham polisine ilk ihbar, kasabanın kasabından geldi. “Dükkândan içeri, tasmayla bir kadını sürükleyen adam girdiğinde şoke oldum. Adam gayet sakin, sosis istediğini söyledi. Kadın ise, köpek gibi ‘dört ayak’ üstünde, sessizce duruyordu' diyen kasabın ardından, yaşlı bir kadın, boynuna tasma takılmış bazı kadınları bir eve girerken gördüğünü söyledi. Polis daha sonra, Kanadalı 29 yaşındaki genç bir kadının kendi rızası dışında zorla bir evde alıkonulduğu ihbarını aldı. Ancak verilen adrese baskın yapıldığında, ortada rıza dışında gerçekleşen bir olay olmadığını görüldü. Çünkü söz konusu Kanadalı kadın internette chat yaparken tanıştığı tarikat üyelerine gönüllü olarak katılmıştı; ancak tarikatla yaşamaya başladıktan bir süre sonra Amerika’daki bir arkadaşına geri dönmek istediğini ancak pasaportunu yakmış olduğundan artık ülkesine de dönemediğini haber vermişti. Sonuçta polis genç kadına ülkesine dönebilmesi için bürokratik işlemlerde yardımcı oldu. Ancak hiçbir suç unsuruyla karşılaşmadıklarından, başka bir müdahalede bulunamadılar. Çünkü bütün üyeler, ‘kendi rızaları dahilinde’ tarikata katılan ‘erişkinler’ olduklarından, polisin yapabileceği bir şey yoktu.
Diğer ihbarlar ise çocuklarının Kaotian mezhebinin ‘tam zamanlı’ üyesi olabilmek için okulu, evi ve aileyi terk ettiğini anlatan endişeli ebeveynler tarafından yapılmıştı. Bunlardan biri 18 yaşında ‘Star Trek’ fanatiği, yakın arkadaşlarının ifadelerine göre bugüne kadar hiç kız arkadaşı olmayan, ileride bilgisayar teknisyeni olmayı arzulayan Zachary Nichodemous adındaki gençti. Zachary, iki ay önce Essex’in Harlow kasabasındaki evini terk edip Darlington’daki tarikat merkezine taşınmıştı. “Tek istediğim oğlumun evimize dönmesi' diye gözyaşı döken annesine karşılık Zachary, “Hayatım boyunca hep bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüştüm, sonra internette Bay Thompson’la tanıştım, bana Kaotian’ları anlattı, işte hayatım boyunca hep aradığım ve bulamadığım şey buydu' diye memnuniyetini ifade ediyordu.
Şikâyetleri dinleyen Durham polisi ‘gönüllü köle’lerden sıkılmış olacak ki bir daha harekete geçmeyecekleri şeklinde bir açıklama yaptı.
Peki, Darlington’daki bu küçük grup dışında tüm İngiltere’de yaklaşık 25 bin üyeleri olduğu söylenen, polisi ve medyayı şaşkınlık içinde bırakan Kaotian’ların temelleri hangi felsefeye, kökene dayanıyor? Kaotian’ın aslında Goreans adında daha büyük başka bir tarikattan ayrılmış olduğu söyleniyor. Kadınları seks kölesi gibi gören her iki grubun da ortak noktası ise John Norman adında Amerikalı bir klasik edebiyat profesörü tarafından 1960’larda yazılmış ‘Gor Günlükleri’ (Chronicles of Gor) adıyla yayımlanan kitaplardan esinlenmeleri.
Felsefe, sado-mazoşizm ağırlıklı erotizm ve bilimkurgu öğeleri taşıyan 26 serilik ‘Gor Günlükleri’, ‘Gor’ adı verilen Karşı-Dünya’daki yaşamı anlatıyor. Gor, Güneşin ters tarafında ancak Dünya’yla aynı yörüngede olan bir gezegen. 1966 yılında yazılmış olan ilk kitap John Norman’ın alter-egosu olduğu düşünülen Tarl Cabot’un bu gezegendeki maceralarını anlatıyor. Güneş sisteminin gizlenmiş gezegeni Gor’daki bu kahramanın maceraları aslında barbarlık, ileri teknoloji ve bilimin birbirine karıştığı vahşi bir toplumun anlatıldığı bir arka fon görevi görüyor. Gezegende Nietzsche’vari bir doğal düzen savunularak gücün, becerinin üstünlüğü vurgulanıyor. Bu hiyerarşiden ve cinsiyetler arasındaki ayrımları analiz etmeye çalışan evrimsel psikolojinin farklı bir kullanımından yola çıkılarak ‘itaatkâr’ olması gereken kadının ‘üstün’ erkeğin doğal bir yardımcısı, daha doğru ifade etmek gerekirse ‘köle’si olduğu belirtiliyor. Zaten Gor Günlükleri’nde bu inanış olay örgüsüyle de doğrulanıyor: Savaşların sonunda kahraman erkekler tarafından köleleştirilen -vaktiyle kahraman- kadınlar doğadaki konumlarını ve esas görevlerini keşfedip mutluluk içinde yaşıyorlar. Zaten John Norman ve Goreans’ların tepki toplamalarının esas sebebi de kendilerinin ‘doğayı şereflendirmek’ olarak tanımladıkları bu prensipleri. Kitaplarda kullanılan terminolojinin, imajların hepsi sado-mazoşist bir alt-kültürü temsil ediyor. Kendilerine Goreans ya da onlardan ayrılan grubu temsilen Kaotian adını veren gruplar da işte bu Gor dünyasındaki yaşam tarzını benimseyen insanlardan oluşuyor.
‘Gor Günlükleri’nin yaratıcısı, yazarlıkta kullandığı takma isim John Norman olan, 1931 doğumlu John Frederick Lange Jr. Kendisi ABD’nin ünlü Princeton Üniversitesi’nde doktora yapmış, New York’taki Queens College of the City University of New York’ta öğretim üyeliği yapan bir felsefe profesörü ve klasik edebiyat araştırmacısı.
Romanlarında Gor dünyasını bitki örtüsü, canlıları, kültürel gelenekleri, vs. bakımından karmaşık detaylarla tasvir eden Norman etnografiyle de ilgili olduğundan gezegeninin nüfusunu Roma İmparatorluğu, eski Yunanlı, yerli Amerikalı, Viking gibi daha başka birçok farklı ırk ve kültürden insandan oluşturmuş. Serinin her kitabı bu karışık toplumun bir parçasını anlatmaya ve böylelikle gizemli gezegenin üstündeki örtünün bir kısmını kaldırmaya yarıyor. Bu arada Gor’un insanlarının mimari ve tıp gibi alanlarda ileri derecede uzmanlaştıklarını, hatta yaşam süresini uzatmayı bile becerebildiklerini belirtmek gerekiyor. Ancak Gorlular ulaştırma ve silah teknolojisi konusunda ancak klasik bir Akdeniz Medeniyeti kadar ilerleme gösterebilmişler. Adı Cem Yılmaz’ın ünlü G.O.R.A.’sına benzeyen Gor gezegeninin yerçekimi kuvveti de Dünya’dan daha düşük.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bütün bunlar bir yana, gezegenin en çok tartışılan özelliği tabii ki Gor’daki kadınların sosyal durumu: Gorlu kadınlar sistematik olarak erkeklerin her anlamda bütün arzularını yerine getirmekle yükümlü köleleri durumundalar. Gezegende kölelik kurumunun ortaya çıkışı geçmişe dayanıyor: Gor’da erkekler ve kadınlar arasında bir savaş yaşanıyor. Kadınlar savaşı kaybediyor. Gorlu erkekler öldürülmeleri gereken kadınlara daha farklı bir yenilgi cezası vermeye karar veriyorlar. Kadınların çok güzel olarak yaratılmalarına ancak erkeklerin kölesi olmaları hükmüne varılıyor.
Tabii bu işin hikâye kısmı, çünkü belirttiğimiz gibi zaten bütün bunların ötesinde Gor’un yaratıcısı Norman, kadınların doğaları gereği erkeklere boyun eğmek için dünyaya geldiklerine ve mutluğu ancak bu durumu kabullenerek bulabileceklerine inanıyor.
Zaten Gor’un Günlükleri serisinin bazı sado-mazoşist grupların bu kadar hoşuna gitmesinin sebebi de bu gönüllü boyun eğme, sahip-köle mevzularını bolca barındırması.
Serinin son kitabını 2001 yılında yayınlayan Norman, 1970 sonlarından 1980 başlarına kadar Amerika’da inanılmaz bir popülerlik yakalıyor, Gor Günlükleri milyonlarca adet satış yapıyor. Hatta sosyologlar o yıllardaki bu hızlı yükselişi şöyle analiz ediyorlar: Amerika’da bu yıllarda, erkek-egemen sado-mazoşist pornografinin açık yani alenen tüketimi mümkün değilken, alternatif sosyal ve seksüel arayışlara yönelen isyankâr ve yabancılaşmış Amerikan toplumu Norman’ın kitaplarını rahatlıkla tüketebiliyor.
Ancak 1980 ve 1990 ortalarında durum değişiyor. O dönemde artan politik doğruculuk, özellikle de feminizmin yükselişi okuyucuları ve bazı çıkar gruplarını Norman’ın kitaplarının satışına karşı harekete geçmeye yöneltiyor. Norman’ın kitapları insanları kadın düşmanlığına teşvik ettikleri gerekçesiyle çok ciddi tepkiler çekmeye başlıyor. Bu sürecin sonunda Norman’ın kitapları kitapçıların ve kütüphanelerin raflarından kaldırılmaya, kitapları yayınlanmamaya başlıyor, hatta Norman yayınevlerini kendisini kara listeye aldıklarından dolayı suçluyor. Ancak 1990’ların sonlarında Sado-mazoşizmin daha kabul edilir bir hale gelmesiyle Norman ve Gor Günlükleri’nin kaderi bir kez daha değişiyor. Bu sosyal kabullenme ve internetin adeta patlaması normal yayın kanallarında olmasa da sanal ortamda Norman’ın yarattığı yaşam tarzının ve fikirlerinin yeniden popülarite kazanmasına sebep oluyor. Goreans tarikatı üyeleri internette bir araya gelmeye, gruplar oluşturmaya ve küçük yayıncıların girişimi ve desteğiyle Norman’ı geri getirmeye çalışıyorlar.
Herkesi şoke eden Kaotian Tarikatı’nın Darlington’daki lideri Lee Thompson ise bu felsefeyi ve üyelerin gönüllülüklerini bir röportajında şöyle ifade ediyor: “Kölelerim ev işlerini görüyor, alışveriş yapıyor ve cinsel arzularımı tatmin ediyorlar. Benim için ‘hasta’ diyorlar ama ben yaptığımın kötü olduğunu düşünmüyorum. İnsanların benden korkması için bir neden yok.' Şimdiye kadar tam sekiz kızla köle-efendi ilişkisi olduğunu açıklayan Lee Thompson, bu ilişkilerini şöyle açıklıyor: “Birçok insan bunun sadece sekse dayalı bir şey olduğunu düşünüyor ama aslında verdikleri her türlü hizmet buna dahil. Bütün bunları efendileri için yapıyorlar. Bu da, konu seks olduğunda da kızların kendilerine söylenen her şeyi yapmaları anlamına geliyor, ama tabii ki bütün bu yapılanlar tamamen gönüllü ve güvenli. İnsanlarla tanışmak için internet chat odalarını kullanıyorum ve oralarda tanıştığım kızlar bu konularda bayağı istekli gözüküyorlar.' Bu arada Lee Thompson İngiltere’nin Kuzeydoğu bölgesinde Berwick’ten York’a kadar olan bir bölgede yaklaşık 350 tane Kaotian takipçisinin bar ve pub’larda düzenli olarak buluştuklarını da ifade ediyor.

--------------------------------------------------------------

Edelweiss Tarikatı

Eduardo Gonzales Arenas bu tarikatın kurucusuydu. “Delhais” gezegeninden geldiğini iddia ediyor ve esas adının “Alain” olduğunu söylüyordu. Geliş amacı 1992 ‘de yaşanacak olan büyük nükleer felaketten dünyayı kurtarmak idi. Kurtulanları uzay gemileri ile “Delhais” eg*türecekti. Tarikatına girenlerin vücudu kızgın demirle dövmeleniyordu. Dövmedeki sembol ise UMMO gezegeniydi.

Eduardo’nun kendi cemiyetini kurmadan önce hırsızlık ve sahtekarlıktan başı derde girmişti. Daha sonra uzaysal liderliğe soyunduğu günlerde de, grubun kadın ve erkeklerine cinsel tacizde bulunmak başta olmak üzere 28 ayrı suçtan yargılandı ve toplam 168 yıl hapis cezası aldı. 6 yıl hapiste yattı ve sonra delil yetersizliğinden şartlı olarak serbest bırakıldı. Daha ilerki tarihlerde İbiza’ya yerleşti, Geceleri devam ettiği eşcinsel barlarda, yanında İbiza’da tanıştığı Joan Marti adlı sorunlu bir müridi ile görünüyordu. Joan, daha sonraları sağda solda, kendisine zorla tecavüz ettiği için Eduardo’yu öldüreceğini ve intikamını alacağını söylemeye başladı ve sununda da bir gün Eduardo’nun boğazını keserek onu öldürdü.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Tanrının Kurtuluşu Tarikatı

Tayvan'da kurulmuş olan bir UFO tarikatıdır. Liderleri 41 yaşındaki Chen, eski bir sosyal Bilimler öğretmeni… En iyi iki arkadaşı ise Hz.İsa ve Buda’nın onların bedenlerinde yaşadığına inandığı iki genç tarikat müridi idi... Tanrı ise zamanı geldiğinde dünyaya inecek ve Chen’in vücudunu araç olarak kullanacaktı!!! Bu tarikatın 150 müridi geçtiğimiz aylarda tüm mal varlıklarını satarak Teksas’ın Garland bölgesine yerleşti. Bu yöreyi “Tanrının Ülkesini” (God’s Land) çağrıştırdığı için seçmişler.

En son söylemleri ;
“31 Mart 2005 yılında Tanrı bir UFO ile dünyaya inecek ve televizyona çıkacaktı.” Ama sanırım Tanrı, bu gezisini biraz ertelemiş olmalı ki bu söylemleri gerçekleşmedi. Tarikat üyeleri üzerlerine her zaman giydikleri beyaz elbiselerini hiç çıkarmadan hala heyecanla bu ziyareti bekliyorlarmış. İntahar gibi bir vukuatları şu ana kadar yok.
__________________

Uzaylı Meyveş Nine’nin Tarikatı

Amerika'daki bir UFO tarikatı mensuplarının, 130 yaşında öldüğünden dolayı uzaylı olduğuna inandıkları “Meyveş Nine”nin köyü Trabzon, Sürmene’dedir. Buradan yaklaşık 30 dakika içinde beton düzgün bir yoldan Meyveş ninenin köyüne ve evine ulaşılabilir. Meyveş Nine Kırım savaşı sırasında çocukken bir gemiyle Sürmene'ye kaçan bir ailenin çocuğu. Öldüğünde 130 yaşında çok dinç ve sağlıklı bir insanmış, Yörede anlatılanlara göre Meyveş Nine insanlara şifa vererek, onların hastalıklarını iyileştirebilen, öldüğü güne kadar, bahçesinde çalışan, sesi tıpkı bir genç kız sesi olan, iyilik timsali bir insanmış.

“Meyveş Nine” nin hikayesi, NASA'da akademisyen olarak çalışan ve onun torunu olan ve Prof. Dr. Alaattin Yıldız’ın uzun yaşamla ilgili bir arkadaşı ile yaptığı sohbet sırasında, arkadaşına ninesinin 130 yaşında öldüğünü ve bu yaşa kadar nasıl zinde ve genç kalabildiğini anlatmasıyla dünyanın ilgi odağı haline gelmiş ve bu olayın gelişimi sonucunda Amerika'daki UFO tarikatı mensupları bir fon kurup Sürmene'de Meyveş nine adına bir anıt mezar inşa etmek için girişimlerde bulunmuşlardır, Hatta anıt mezarın projesini İsrail'deki soykırım anıtının mimarı olan Derek Cooper'a yaptırmışlar bile… Bir internet sayfası dahi bulunan Meyveş ninenin anıt mezarı çeşitli sebeplerle yapılamamış ama köyde şu anda bildiğimiz türden bir mezan var.

-----------------------------------------------------

Güneş Tapınağı (Solar Temple)

1984 yılında kurulan Kültün kurucuları Luc Jouret (1947-1995) ve Joseph Di Mambro (1924-)dur.1995’te Fransa’nın Vercors bölgesinde yanarak kömürleşmiş 16 ceset bulundu. Bunlarda kendi istekleri ile bu intihar yolunu seçmişlerdi. Grup liderleri Luc Jouret’de kendi isteği ile yaşamına son verenlerin arasında bulunuyordu. 1994 yılında “Güneş Tapınağı” ndan 53 kişilik bir başka grup daha toplu olarak intihar etmişti.

UFO’lar ile yakın ilişki halindeydiler, grup liderleri Proxima adlı bir gezegenden gelen uzaylı varlıklardan bilgi alıyordu. Uzaylı varlıklar yaklaşmakta olan kıyametten tarikat üyelerini kurtaracakları sözünü vermişlerdi. Yakın UFO ve uzaylı temasları yaşıyorlardı ve daha sonra ileri gelen, zengin tarikat yöneticilerinden birinin elinde Amerika’dan getirttiği çok gelişmiş hologram efektleri yaratan cihazların(!) bulunduğu ortaya çıktı

1989 yılında en az toplam 442 üyesi olduğu sanılan kültün yayılış alanı ise şöyleydi. İsviçre 90, Fransa 187 ,Kanada 86 ,53 kişi ise Martinik, ABD ve ispanyada yaşamaktaydı. Yukardada aktarıldığı gibi bunlardan 66 kişi toplu olarak 2 kez toplu olarak intihar etmştir.
__________________

Nacilik

İslamiyette Sünnilik inançlarının bir kısmını benmsemiş bir kuruluş – tarikat- dur. Bu kuruluşa göre tanrı birdir, yaratıcıdır, önsüz-sonsuzdur, ölümsüzdür. Muhammed O’nun elçisidir, ondan önce gelen peygamberlerde tanrı elçileridir. Kur an doğru yoldur. Bütün iyilikler tanrıdan gelir, yazgı yargı günü vardır , Ancak , insanda tekil istenç ( cuz-i irade) bulunmaktadır. İnsan bu tekil istençle tanrısal istence ( külli irade) katılır. Kötülük tanrıdan değil, tekil istenci olan insanın davranışlarından kaynaklanır.

Bu düşünceleri benimsemesine karşın , Nacilik Ali’nin imam olması gerektiğini, onun soyuna yaraştığı kanısındadır. Nacilik On İki İmam İnancına bağlıdır. Onu sünnilikten ayıran başlıca özellik budur. Bu nedenle Bektaşiler , kendileri Naci Topluluğu (gürüh-i naci) derler, bu da “kurtulmuş topluluk” anlamındadır.( Naci ; kurtulmuş demektir.)

Kaynak :İ.Z.EYÜBOĞLU
__________________

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Kaderiyye

Kader inancını reddeden düşünce ve inanç akımı. Bu adlandırma, akım üyelerinin Allah’ın belirlediği kader yerine (İslamiyete göre) insanin belirlediği bir kadere inanmaları ve fiilleri Allah'a değil insana isnat etmelerinden dolayı yapılmıştır. Tam bir düşünce ve inanç okulu durumuna gelmesini sağlayacak bir sistematiğe sahip olmayan Kaderiyye akımınin görüşleri çeşitli kişilerce temsil edildi ve giderek Mutezile okulunun temel tezleri arasına girerek varlığını sürdürdü.

İslam mezhepler tarihçilerine göre Kaderiyye akımına Emevi halifelerinden Abdülmelik Ibn Mervan döneminde Haccâc tarafından öldürülen Ma'bed ibn Halid el-Cüheni (ö.80/699) öncülük etti. Tabiûn bilginlerinden olan ve Hasan Basri'nin derslerini izleyen el-Cüheni'nin Kader konusundaki düşüncelerinin yaygınlık kazanmasında ünlü Mutezile bilginlerinden Amr b. Ubeyd'in önemli etkisi oldu. Kaderi düşüncelere yön veren etken, ilmi olmaktan çok siyasi niteliklidir. Emevilerin yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla Cebr düşüncesinden yararlanmaya, çalışmalarına karşılık, bu yönetime muhalif kişiler onların anladıkları anlamda bir kadere, dolayısıyla onların yönetimine karşı çıkıyorlardı. Nitekim el-Cüheni'nin öldürülmesine kader konusundaki düşünceleri değil, Abdurrahman b. Es'as'in Emevilere karşı başlattığı isyana katılması neden olmuştu. Mevcut yönetime karşı muhalefet, eylemlerini Allah’ın takdiri ile açıklayan Emevilerin uygulamalarından dolayı sorumlu olduklarını savunan tüm ilk Kaderilerin ortak özelliğidir.

Kaderiyye inançları el-Cüheni'den sonra, Hişam b. Abdülmelik (H.105-123) tarafından önce dili, sonra başı kestirilerek öldürülen Gaylan b. Müslim el-Kipti ed-Dimaski tarafından daha sistemli bir biçimde savunuldu. Bu nedenle Gaylan, Kaderiyye'nin gerçek kurucusu sayılır. Gaylan'ın öldürülmesinden sonra Kaderiyye bağımsız bir akım olarak varlığını sürdüremedi, ancak kadere ilişkin düşünceleri kısmen değiştirilerek Mutezile tarafından savunuldu. Bu nedenle Kaderiyye kimi zaman Mutezile içinde bir kol gibi görülmüş; kimi zaman da Mutezile, Kaderiyye olarak adlandırılmıştır.

Kaderiyye bağımsız bir okul durumuna gelemediği için bir düşünce sisteminden söz edilemez. Ancak bu akım içinde yer alan kişilerin kader ve buna bağlı olarak insanin özgürlük ve iradesi, Allah’ın iradesinin insanin fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birleştikleri söylenebilir. Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varlıktır. Bu nedenle eylemlerinden sorumludur. Ne Allah’ın irade etmesi ve yaratması anlamında, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlamında bir kader vardır. İnsan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtiği eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratır. Allah bu eylemi önceden belirlemez., iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çıkısında bir etkisi yoktur. Allah insanin eylemlerini ancak ortaya çıktıktan sonra bilebilir.

Kader konusu çevresindeki bu ortak inançların dışında Kaderiyye ye bağlanan kimi farklı görüşler de bulunmaktadır. Ne ki bunlar bir akım olarak Kaderiyye ye değil, kaderi inançları benimseyen farklı kişilere ait görüşler durumundadır. Mezhepler tarihine ilişkin eserlerde Kaderiyye'den ayrılan kollara ait görüşler gibi sunulan bu düşünceler de söyle özetlenebilir: Kaderiyye'den bazılarına göre iyi işler (hasenât) ve iyilik (hayr) Allah’tandır, ancak kötü işler (seyyiât) ve günahlar (masiyet) Allah'a isnad edilemez. Mufavvida adıyla anılan bazı Kaderilere göre, insan Allah’ın hiçbir yardımı ve yönlendirmesi (hidâyet) olmaksızın iyi olan her şeyi yapabilme gücüne sahiptir. Allah insana yapabilme gücünü (istitaat) tam ve mükemmel olarak vermiştir. Bu güçle insan inanmak-inkâr etmek, yemek-içmek, oturmak-kalkmak, uyumak-uyanmak gibi istediği her işi yapabilir. Bazı Kaderiler Allah’ın zina çocuğunu yaratmasını veya onu takdir etmesini veya dilemesini veya onu önceden bilmesini inkâr ederler. Bunlar bütün hayatini hırsızlık eden ve haram kılınmış şeyleri yiyen bir insanin bunu Allah’ın rızkı olarak elde ettiğini kabul etmez ve Allah’ın helâl olanın dışında rızk vermeyeceğini savunurlar. Kimi Kaderiler de Allah’ın insanların ecellerini ve rızklarını belirlediğini kabul ederler. Bunlara göre, bir insani öldüren kişi, o insanı ecelinin gelmediği bir vakitte öldürmekle, eceline kavuşmasına engel olmuştur. Bu durumda ölen insanin rızkı, elde edilmemiş bir durumda kalmıştır.

Başta bazı tabiûn bilgini olmak üzere çeşitli İslâm ilimlerinde isim yapmış birçok ünlü bilgin Kaderiyye akımı içinde sayılmıştır. Bir bölümünün sonradan Kaderi düşüncelerden vazgeçtiği söylenilen bu ünlü isimlerden bazıları şöyle sıralanabilir: Benzeyen harfleri birbirinden ayırmak üzere tek ve çift nokta usulünü bulan dil bilgini Nasr b. Asım, Medineli bilgin Ata b. Yesâr, Kur'an'ın hiziplere bölünmesi üzerinde çalışmış Halid b. Midan, başta tarih olmak üzere birçok alanda eserler yazan Vehb b. Münebbih, ilimde Hasan Basri ile karsılaştırılan Mekhûl, tefsir alanında otorite sayıları Katâde, tefsirde Mücâhid'in ravisi olan Ibn Ebi Necih, ünlü tarihçi ibn ishâk, Amr bin Fa'id, Fazl er-Rakasi, Abbad bin Mansur.
__________________

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Ahilik
Ahilik, alışılagelen anlamda bir tarikat değil, bir uğraş örgütüdür. Belli kuralları, koşulları, inanç geleneği bulunan, din e bağlı tarikattan apayrı özelliği olan, bir kurumdur. Ancak, tasavvufla, tarikatlarla ilgili araştırıcılar, bu kurumun benimsediği birtakım ilkelerle tarikatlar arasında yakınlık gördüklerinden, Ahilik de bilinen tarikatlar arasında yer aldı. Ahilik'in hangi yılda, kimin çabasıyla kurulduğu kesinlikle bilinmiyor. Birtakım "Fütüvvetname"lerde bulunan bilgilere dayanılarak bu kurumun epey eskiye götürüldüğü görülüyor.

Ahiliğin Kurucusu Ahi Evran

"Ahi" sözcüğünün anlamı konusunda da açıklığa varılmamıştır. Kimi araştırıcılara göre, "ahi" sözcüğü Asya Türkçe sinde "eli açık"anlamına gelen "akı l ahı" dan türemiştir "eli açıklık" demektir, bundan dolayı da bu kuruluşun kökeni Türk topluluklarıdır.Başka bir sava göre "ahi" sözcüğü Arapça "kardeşim" anlamına gelen "ahi"den türemiştir, dolayısıyla kurucusu Araplardır, kökeni Ali'ye değin gider. Nitekim Ahilik'ten söz eden yapıtların "fütuvvetname" olması, "fütuvvet" sözcüğünün Arapça "genç" "yiğit", eli açıklık gençlik" gibi karşılıkları olması bu kanıyı pekiştirir. Sözcüğün kökenini araştırmak, kurucusunun kim olduğunu açıklamaya yetmez burada. .

Ahilik, kökü ne denli eskiye giden bir kavram olsa da, yaygın bir kuruluş niteliğinde l0'ncu yüzyıldan sonra ortalıkta görülmektedir. Anadolu' da. ise Selçuklular çağında, onlardan sonra etki_lik göstermiştir. Selçuklularda da, Osmanlılarda da bir tarikat niteliği taşımaz, bir iş kuruluşu özelliği içerir. Belli ilkeleri, düzeni, aşamaları, giriş-davranış törenleri bulunan bir uğraş örgütüdür. 13. yüzyılda en etkili çağını yaşayan ahilik, daha çok Ankara dolaylarda gelişmiştir. Başlıca özelliği yalnız Türkler arasında varlığını sürdürmesi, Ali'ye bağlanması, dahası alevi bir kuruluş olmasıdır. Bu örgüt Batı'(la görülen, Osmanlılarda yasal bir kurum niteliği taşıyan "lonca" özelliği gösterir. Anadolu'da, bu örgütün öncüsü Ahi Evren Veli'nin l299'da Osman Gazi'ye kuşak bağladığı söylentisine bakılırsa 13.yy. sonlarında yaşadığı anlaşılır.

Ahilik'te, temel ilke, örgüte girenlerin kesin eşitliğidir, bütün örgüt üyeleri birbiriyle "kardeş" sayılır, küçükten büyüğü (yaş, aşama bakımından) doğru sınırsız bir saygı vardır. Bu saygı örgüt kuralları gereğincedir. Ahilik, bir örgüt olduğundan ona her isteyen giremez, girecek alanda belli nitelikler aranır. Örgüte, örgütten yetkili bir kimsenin aracılığı, onayı, önerisi üzerine girilir. Belli kurallara göre uygulanan bir giriş töreni vardır. Bu törenin temelini. saygı-sevgi sözünün eri olmak doğruluk -yiğitlik-gövde yapısı bakımından alımlılık bg., özellikler oluşturur. Aktöre bakımından küçültücü, yerilmeye, kötülenmeye elverişli bir nitelik taşıyan kimse kesinlikle bu örgüte giremez. Örgüte giren kimsenin, belli aşamalara göre yükselmesi, bütün aşamalarda başarı gösterdikten sonra "şeyh" olması gerekir. Şeyh olmak ise zamana, örgütte belli görevleri yerine getirmeye, uzman olmaya bağlıdır. Örgüte girmesi uygun g6rüİen kimseye, belli bir törenle "kuşak" (şed) bağlanır. Bu kuşak bağlamanın anlamı, örgütün bir üyesi olmak, kendini örgüte vermek, örgüt kurallarına uymak, yasalarına bağlanmak demektir.

Ahilik'te dinsizlerin, dedikoducuların, falcıların, yıldızlara bakarak geleceği bilmek-bildirmek isteyenlerin, peygamberlere saygısızlık edenlerin, hamam tellaklarının, çığırtkanların (dellalların), Pişekarların (bir işte öncülük -açıklayıcılık edelilerin), kasapların, cerrahların, bayrak taşıyıcıların (alemdôr) başkalarının kargışlayanların (beddua edenlerin), hırsızların (bir nesneyi değerinden yükseğine satanların) yeri yoktur. Bu on iki nitelikten birini taşıyan kimseler, örgütte olsa bile (sonradan), bir daha alınmamak üzere koyulur. Ahi olabilmek için de şeriat, tarikat, marifet gibi üç alanda bilgi edinmek gereklidir. Bu bilgilerin varlığı saptandıktan sonra. gence kuşak (şed) bağlanır. .

Kuşak bağlamanın on iki koşulu vardır. ilim (bilgi), am el, (Eylem), sabır (katlanma), rehnuma (yalgösterici), şükrüllah (Allaha şükretmek), ihlas (kurtuluş), iç arınmışlığı, kötülüklerden uzak kalmak. Kuşak bağlamanın (şed) öteki koşulları şunlardı: Tövbe, mücahede (çaba gösterme), yakın dostluk (kesin dostluk), sadakat (bağlılık), tevekkül (kendini Tanrı'ya, inanca verme), terki adet (alışkanlığı bırakma), Kuşak bağlanırken üç kural daha vardır: Şeyhlerin katına eli-boş gitmemek ayrıca.her zaman yıkanmış olmak, buyruğu yerine getirmek, yasağı uygulamak. Kuşak bağlamada beş peygambere uymak, onları benimsemek gerekir: Adem, Şid, Nuh, İbrahim Hz.Muhammed Peygamberlere "salavat" getirilir, "Fatiha" okunur. '

Şeriatın ise yalan söylememek, zina etmemek, içki içmemek uğruluk etmemek gibi dört koşulu vardır.

Örgüte girmek isteyen kişiye, özel törende, dört kişi seçtirilir. Bu dört kişi, ona uğur getirmek için, nefes vermek için (örgütle tinsel güç kazandırmak için), dört simgesel kişidir: Usta, yol atası sağ yol yoldaşı, sol yol kardeşi. Bu dört kişi, istekliye tinsel bakımdan öncülük eden, yardımına koşan, yol gösteren kimsedir. Kuşak sarmış, örgüte girmiş kimsenin şu nitelikleri de taşıması gerekir: Sözünü ölçülü; yerinde söylemek, değer bilir olmak bu nitelikte sürekli bulunmak, açık yardım sever olmak, güler yüzlü olmak, tatlı dilli olmak, kimsenin arkasından koğuculuk etmemek.

Ahi şeyhlerinde bulunması gereken. nitelikler, uyulması gereken koşullar da şunlardır:

. Hakk' a inanmak
. Halk içinde ölçülü, duyarlı olmak
. Benliğini öldürmek, bencillik etmemek
. Ululara hizmet eylemek
. Buyruğu ,altındakine yumuşak yürekle davranmak
. postlara öğüt vermek
. Dervişlere su vermek (sakilik etmek
) . Bilginlere karşı alçakgönüllü olmak
. Düşmanlara hoş görünmek,
. Bilgisizin karşısında susmak.

Ahilik'in, bütün topluluk ta uygulanması, genel bir kural niteliği taşıyan altı ilkesi daha vardır:

. Elini açık tut
. Sofranı açık tut
. Gözünü bağlı tut
. Kapını açık tut
. Belini bağlı tut
. Dilini bağlı tut...

Bu altı ilke, örgütün genel aktöre düzenini temel öğelerdir. İlk ikisi yardım etmeyi, eli açık davranmayı, eli sıkılıktan kaçınmayı, yedirip içirmeyi dile getirir. Üçüncüsü, başkalarının işine karışmamayı, tüm olup biteni görmemeyi, dördüncüsü konukseverliği, son ikisi de kendine egemen olmayı, duyguların, tutkuların boyunduruğu altına girmemeyi öğütler.

Ahilik, Selçuklulardan Osmanlılara gelinceye değin varlığını, özelliğin korumuş, daha sonra yozlaşmaya, çevreyi tedirgin etmeye başlamıştır. Bu da, koyu bir Sünni anlayışa dayanan Osmanlı yönetiminin, Alevilik'e karşı duyduğu derin tepki yüzündendir. İmparatorluğun kuruluş döneminde gelen Osman, Orhan, Birinci Murat gibi üç padişah Ahi kuruluşundandı. Yıldırım Bayazıd, Çelebi Mehmed 'Zeynilik tarikatına girerek Sünni inançların, devlet düzeninde egemen olmasına bir giriş sağladılar. Onlardan sonra gelen padişahların, Abdülaziz dışında (bıı Padişah Bektaşi idi.) hepsi Sünni tarikatlara bağlanmıştır. Yalnız Vahdeddin'in ne olduğu bilinmiyor.

AHİLİK'TE EĞİTİM – ÖĞRETİM

Bir uğraş kurumu olan Ahilik'te eğitim-öğretim yaşanan gerçekler_ dayalı bir içeriktedir. Bütün öğretilenler, yaşamda uygulanabilecek niteliktedir, belli bir amaca yöneliktir. Bu eğitimin üç ayrı dalı vardır:

. Bilgi edinmek için uygulanan öğretim,
. Bir uğraş alanında yetişmek için sürdürülen eğitim,
. Savaş gereksinimlerini karşılayacak nitelikte eğitim..

Ahi örgütüne giren gencin bu üç dalda yetişmesi gerekirdi.Bu dalların ayrı öğreticileri vardı. Bu örgüte giren gencin Ahi ocağında (zaviye) bir ustası, bir yol atası, iki de yol kardaşı olurdu. Bu öğretim - eğitim kuruluşu uzmanlarca yürütülür" her yetkilinin kurum içinde belli bir aşaması, sanı vardı. Öğretim iki aşamalıydı. Birinci aşamada okuyup yazma, matematik, Türkçe, tarih, Kur'an, fütüvvetname; ikinci aşamada yazın, yaşamöyküleri, tasavvuf, Arapça-Farsça, müzik, oyun öğretilirdi. Bu öğretim-eğitim aşamalarından sonra ordu eğitimi başlardı. Ata binmek, kılıç, kargı, ok kullanmak gibi savunma, savaş alanlarını ilgilendiren işler görülürdü.Bunun da Ahi görmek, şeyh görmek, öğretmen görmek gibi uç koşulu vardı. Burada "görmek" sözcüğü çalışmak, tanımak, çalışacağı kimseyi seçmek, onup. değerini kavramak' gibi değişik simgesel anlamlar içerir, yetki almak karşılığı söylenirdi. Ahilik eğitiminin temeli kardeşlik,yiğitlik, insanları sevmek, eşitlik, iş aktöresi, örgüte bağlanmak gibi altı ilkeye dayanır. Bunların dışında "sofra töresi" uygulanırdı. Bu töreye göre temiz olmak,yıkanmak, saygılı davranmak, yemek yenen yere ayakkabıyla girmemek, lokmaları ağzı şişirtecek biçimde almamak, kemikler sofranın üstüne koymamak, ekmeği yemeğin suyuna çok batırmamak, sofrada kaşınıp sümkürmemek, ağzını sesletmemek, kendine düşenden çoğunu aramamak, yeterince yemek, kendi önünden yemek (yemek ortak sofrada, bir kapta yendiğinden) gerekliydi.

Ahilik'te uğraşın öncüsü bir peygamberdi, bu nedenle iş, uğraş kutsal bir eylemdi.

Adem - tarımcı
Şid - hallaç
İdris - terzi
Nuh - marangoz
Hud - alışverişçi
Salih - deveci
İbrahim - sütçü
İsmail - avcı
İshak - çoban
Yusuf - saatçı
Musa-çoban
Zülküf - ekmekçi
Lut - tarihçi
Üzeyir - bağcı
İlyas - culhacı
Davut – zırhçı
Lokman - otacı (hekim)
Yunus - balıkçı
İsa - gezgin
Muhammed - alışverişçi

Uğraşlar incelenince, A1ılIik'te berber, kasap, hamamcı, bg.işlerle ilgili öncülerin yer aImadığı görülür. Bu işlerle uğraşanlar örgüte giremezdi.

Ahilik'in, Anadolu'da öncüsü olarak Ahi' Evren Veli gösterilir, ancak birliğin kurucusu o değildir., Ahi Evren, 13'üncü yüzyıl sonlarına değin yaşamıştır, ilk örgütü Ankara'da düzenlemiştir. Bu örgüt'ün iç düzenine göre, bir uğraş türünün başında bir yetkili bulunur, işçileri o yönetir, yönlendirir. Işçilerin, başlangıçtan ustalığa değin yükselme aşamalarını yönetir. Çalışamayacak durumda olanlara, yaşlılara örgüt düzenine göre bakılır, onların geçimi sağlanır, yatacak yer bulunur. Örgütten kovulmamışsa, Ahi olan ölünceye değin kurumun içinde kalır. Ustalık aşamasına gelince, yeni bir iş tutmak, ,yetkilinin vereceği yetkiye bağlıdır. Yeni iş, yeni bir törenle açılır, düzenlenir. İş, işyeri kutsaldır, saygınlığı dokunulmazdır.

Ahi Evren'in yaşamı söylencelerle, olağanüstü olaylarla süslenmiş, doğal gerçeğinden uzaklaştırılmıştır. Onda, Anadolu insanın sevdiği .kimseyi nasıl gördüğünün, yaşattığının belirtileri açıklığa kavuşmuştur.

Ahilik, IS' inci yüzyılda yavaşlamış, özellikle Yeniçeri Ocağı kurulduktan sonra etkinliği yitirmiş tek tek kişilerin benimsediği bir yol olarak biraz ,daha sürmüşse de, toplum kurumu olma özelliğinden uzaklaşmıştır. Ancak Ahilik'in, bir tarih kurumu olarak, büsbütün ortadan kalkmadığı, bir gelenek olarak sürdüğü tartışma götürmez. Osmanlı toplumundaki bütün iş kuruluşları (esnaf örgütleri) Ahilik'in biçim 'değiştirmiş kol1arıdır. Osmanlı toplumunda usta-çırak geleneği, iş kolunda küçüğün büyüğe kesin saygısı, karşılıklı yardımlaşmalar , uğraş dayanışmaları hep Ahilik'in ürünleridir. Bu alanda yapılacak bilimsel, düzenli, geniş boyutlu bir çalışma, Ahilik Örgütünün Anadolu tarihinde de ne denli etkili, verimli, kapsamlı olduğunu gösterecektir. Oysa bu kurum, bugüne değin, bilimsel bir açıdan görülmemiş, bilimsel, önyargıdan uzak bir anlayışla ele alınmamıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
İSMAİLİLİK

Kurucusu, genellikle "imam" diye anılan İsmail 'in Halife Ali'nin torunlarından olduğu 8 inci yüzyılda yaşadığı söylenir. Kimi kaynaklara göre İsmail, Oniki İmamdan Cafer Sadık'ın en büyük oğludur. İsmail şaraba düşkün olduğundan yerine Musa Kazım getirilmek istenmiş se de, buna karşı çıkılmıştır.

Londra'daki ismaili Merkezi

İsmail'in kurduğu İsmaillik siyasal bir topluluktur, kaynağı imamlık (yönetim) sorunudur, eski, çoktanrıcı inançlardan esinlenmiş, İslam inançlarına aykırı bir içerik kazanmıştır. Bu kuruluşun ilkelerini düzenleyen Abdullah bin Meymun 'dur, mezhebin genel ilkeleri şunlardır:

* İmamlık İsmail'den, sıra ile soyuna geçer, başkasının yönetimi eline alması yasaya, inanca aykırıdır.

* İmamlar yanılmazdı, yaptıkları da, söyledikleri doğrudur, tartışılmaz. İmamın sözlerinden kuşkulanmak, onları tartışmak kurala aykırıdır.

* İmamın tüm sözü Kur'andır, buyruğu tanrı buyruğudur.

* İmam, yeryüzünde, tanrı'nın elçisidir, onun yerine geçen (tanrının yerine) yüce varlıktır (/ıalifetııllah). İmam, tanrı ışığının yoğunlaştığı ulu bir varlıktır.

* İmama bağlanmak dindir, zamanın özüdür, mezhebin çekirdeğidir.

Tasavvufla Şiilik'i birbirine karıp karıştıran İsmaililik, İslam ülkelerinde "gizli imamlık " adı verilen inancı geliştirmiştir., Bu inanca göre imam nesnelleşmiş, insan biçimine girmiş tanrı'dır, ona karşı çıkmak doğrudan doğruya tanrı'yı tanımamaktır, tanrıya karşı çıkmaktır.

İsmaililik'te işini, özellikle kuruluş la ilgili olanları, gizli tutmak ilk koşuldur. Yedi sayısı kutsaldır, evrende, peygamberlerde yedi aşamayı gösterir. Adem, Şit, Nuh, İbrahim, İsmail, Muhammed, Ali bu dizinin temelidir. Gökler yedi kattır, yerler yedi kattır, gezegenler yedidir. Bütün bunlar "yedi" sayısının önemini, taşıdığı gizli anlamı gösterir. İsmaillilik'e göre Muhammed son peygamber değildir, ondan sonra da peygamber gelmiştir; ancak "ben peygamberim" diye ortaya çıkmamıştır. Namaz, oruç, hac, zekat, kelime-i şahadet (tann'mn birliğine inanma) gibi beş koşul geçersizdir.

İsmaililik yanlıları, Peygamber'in kızı Fatıma'nın soyundan geldiklerini ileri sürerek, Mısır' da Fatimiler Devleti'ni kurdular. Kimi kaynaklar, Fatimi Devletini kuranların İranlı olduklarını, İsmaililik'in ikinci kurucusu sayılan Abdullah'ın soyundan geldiklerini bildirir.

İsmaili Ağa Han Üniversitesi Mezunları (Hindistan)

İsmaililik'te kurtuluşa girmek için gizli tutulan, belli aşamalar vardır. Birinci aşama, kuruluşa girmek için istekli olanın uyarılması, kendisine giriş yolunun öğretilmesi; ikinci 'si İslam dininin geçersizliği, Muhammed'in son peygamber olmadığı, üçüncüsü ağzını tutmak, kuruluşun gizemlerini kimseye söylememek, dördüncüsü istekliye yedi imamdan sonra yedi peygamberin bulunduğunu (yukarda adı geçen/er), beşincisi de olayların önemli olmadığını öğretmektir.Bu arada Kur'an okutulup öğretilir. Altıncı aşama İslam dininin koşullarının gereksizliği, yedinci aşamada İsmaililik'i özü anlatılır, bütün peygamberi ortaya çıkaranın Ali olduğu söylenirdi.

Bu mezhepte, çağrıcı (dai) denen görevliler vardır, bunlar; Anadolu, İran, Hindistan, Türkistan gibi birbirinden uzak ülkelere yayılmış, kuruluşun genişlemesine çalışmışlardır. Bunların en ünlüleri, Eba Hatım, Ahmed Nefesi, Ebu Yakub Siczi, Ahmed bin Keyyal bg. kimselerdir. İsmaililik, daha sonra Hasan Sabbah'ın kurduğu Batinilik'le Karamita adlı topluluğu etkilemiştir.

İsmaililerin Ünlü Başkanı Ağa Han

İsmailik'in Meymuilik (Meymuiye), Muhammedilik (Muhammediye), Tahrimilik (Tahrimiye) gibi kolları vardır. Hindistan İsmailililerinin en ünlü başkanı Ağa Han ' dı, onun ölümünden sonra yerine sırayla oğulları geçmiştir. Günümüzde Ağa Han'ın anısına verilen başta Mimarlık olmak üzere birçok dalda ödül verilmektedir.
__________________

HARİCİLİK

Havaric sözcüğü "haric"in çoğuludur; dışa çıkanlar, dışta kalanlar demektir. Gerçek anlamı Sünnilik'le Şiilik'ten ayrılanlardır. Bu mezhebin, ortaya çıkışı Sıffın Savaşı'nda görülür. Sıffın Savaşı'nda Ali üstün durumdaydı, bunu istemeyenler olayı yatıştırmak, karşı yanı yenilgiden kurtarmak için barış yapılmasının daha uygun olduğunu ileri sürerek işin içinden sıyrılmaya çalıştılar. Bu nedenle, durumu incelemek için birer yargıcı (hakem) seçtiler, Ali de bu görüşü benimsedi. Üstün durumdayken, barış yaparak olayı yatıştırma yanlısı olmayanlar, Ali'nin bu eğilimine karşı çıktılar, onu gerçekçi olmamakla iki yanlı davranmakla suçlayarak karşıt bir tutum takındılar. Ali'nin inancından kuşkuya düşerek, onu inan yenilemesi için baskı altına almaya kalktılar. İstekleri yerine gelmeyince Ali'den, onun topluluğundan ayrıldılar. İşte bu olay nedeniyle kendilerine "ayrılanlar" anlamında "Havariç" dendi.

Hariciler (Havarie) çöllerde yaşayan, konar-göçer bağımsız topluluklardı, İmamlık yüzünden savaş istemiyorlardı Bu nedenle, imamlık uğruna savaşan Ali ile Muaviye'ye karşı çıktılar, onları ağır bir dille yerdiler, kötülediler. Bu mezhebe göre savaş gereksizdir, inanç, için kan dökmenin dine yararı yoktur. İslam dinini savaşla yaymaya kalkışmak, imamlık sorununu bir savaş nedeni durumuna getirmek, islam inançlarının özüyle bağdaşmaz, bu yüzden savaş yanlış bir yoldur. Böyle yanlış bir yola girdikten sonra, üstün durumdayken, karşı yanın isteğine uyarak uzlaşma yapmak, barış sağlamak ise inancın köksüzlüğünden, yüzeyselliğinden dolayıdır.

Havaric mezhebinin, özde bir, görünüşte ayrı kolları vardır. Bu kolların hepsi de Ali'ye karşıdır, onun da, soyunun da İslam inançlarına yürekten bağlı olmadığı kanısındadır. Bu kollar şunlardır ;

1- Acarade kolu. Kendi içinde Etrafilik (Etrafiye), Hamzavilik (Hamzaviye), Hazmilik (Hazmiye), Hulefilik (Hıılefiye) , Malumilik (Malumiye), Mechulilik (Mehıliye), Meymunilik (Meymuniye), Mukrimilik (Mukrimiye), Sealibilik (Sealibiye), Sealibe-i Mabe diye, Şibanilik (Şibaniye), Şeibilik (Şeibiye) gibi kolları vardır. Kurucularının adlarıyla anılan bu kollara göre Ali' de, soyu da iyi insanlar değildir, yanlış yoldadır. Bir doğru insan imam olabilir, imamlığın bir yada birkaç kişinin tekelinde bulunması İslam dininin özüyle bağdaşmaz. İş karşılığı çıkar sağlamak (rüşvet) en aşağılayıcı davranıştır.

2- Bikesilik kolu. Bu kola göre inanç dille açıklanırsa yeter, başka neden aramanın gereği yoktur. Çocuklar suç (küfr) ile inançta babaları gibidir.

3- Esferilik (Esferiye), tapım (namaz, oruç) gereksizdir, dahası suçtur, dinden ayrılmadır.

4- Ezrakilik (Ezrakiye) koluna göre Ali'yi öldüren iyi bir iş yapmıştır, inancın gereğini yerine getirmiştir. İlk dört halife, kadınları, yandaşları kötü, çıkarcı, yalancı kimselerdir. İman dille açıklanırsa yeter, birtakım tapım kurumlarını oluşturma gereği yoktur.

5- İbazilik (İbaziye) kolu kendinden olmayanları dinsiz sayar, Ali yalancıdır, çıkarcıdır. Bu kolun da Hafisilik (Hafisiye), Harsilik (Harsiye), Raiba, Yezidilik (Yezidiye) gibi yan-kolları vardır.

6- Muhme koluna göre de Ali suçludur, yanlış yoldadır, yandaşları dinsizdir.

Bu kollar Kuzey Afrika dolaylarında, Irak'ta, Zengibar' da yaygındır. Bu durum da, inançla yaşama biçimi arasındaki bağlantıyı gösterir.

------------------------------------------------

İMAMİLİK

Ali'nin imam olması gerektiğini, bunun Peygamber'in buyruğu, dinin özü anlamını, içerdiğini savunan görüşe İmamilik denir. Bunun kaynağı Peygamberin ölümünden sonra ortaya çıkan "imamlık" sorunudur. Bu kuruluşa göre, peygamber sağlığında, birkaç kez Ali'yi kendi yerine imam olarak görevlendirmiş, onu eylemsel olarak imam yapmıştır. Öyleyse bu geleneğe uymak sünnettir. Burda sünnet, Peygamberin yaptığını yapmak, yapmadığını yapmamak, onun sözlerine, eylemlerine uymaktır. Oysa, onun ölümünden sonra, sözü yerine getirilmedi, sünnete uyulmadı, seçime gidilerek Ebu Bekir imam (halife) olarak görevlendirildi. Ondan sonra gelenler de sünnete uymadılar, Osman, Ömer imam seçildi, hepsinden sonra Ali imamlığa getirildi. Oysa ilk imam olması gereken Ali'ydi.

İmamilik, halife seçiminden doğmuş, sonraları daha geniş boyutlara ulaşmış, yayılmış, yeni bir içerik kazanarak mezhep kılığına girmiştir.

------------------------------------------------------

BAYRAMİLİK

Bayramilik, Hacı Bayram Veli tarafından 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında kurulan ve önemli bir yere sahip tarikatlardan biri. Adını Hacı Bayram Velî ( [1429)'den almıştır. Hacı Bayram, 1352 yılında Ankara Çubuksuyu civarında bugünkü söyleyişiyle Solfasol (Zü't-Fadl) köyünde doğmuştur. Asıl adı Numan'dır. Şeyhi ile Kurban Bayramı'nda tanıştığı ve çok mütevazi olduğundan Bayram adını almış ve bu adla ün yapmıştır. Babası, Koyunluca Ahmed adında bir köylüdür, Safiyüddin ve Abdal Murat isminde iki küçük kardeşi vardır. (M. Ali Aynî, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1343, s. 50).

Çocukluk hayatı hakkında fazla malûmat sahibi değiliz. Onun meşhûr olması o zamanlarda çok büyük bir kıymet taşıyan müderrisliğiyle başladı. Görev yeri Melike Hatun'un yaptırdığı Kara Medrese'dir.

Hacı Bayram, Kayserili Şeyh Hamîdeddin b. Musa (Somuncu Baba)'ya (815/1412) intisâb ederek ondan feyz aldı. Şeyhinin neş'e ve kemâline olan aşkının sonucu hep onunla birlikte oldu, onunla birlikte Şam ve Mekke'ye gitti. Hac görevini yerine getirerek Aksaray'a geri geldiler. Hacı Bayram şeyhinin irtihâlinden sonra Ankara'ya döndü. Gazalî'nin (ö. 505/1111), Bağdat Nizamiye Külliyesi'nden ve Molla Câmî'nin (898/1492) görev yaptığı medreseden ayrıldıkları gibi Hacı Bayram Velî de Kara Medrese Müderrisliği'nden çok geçmeden ayrıldı.

Bu sıralar Anadolu halkı üzerinde Muhyiddin İbnü'l-Arabî (638/1240) Celâleddîn-i Rûmî (672/1273), Sadreddin Konavî (673/1274) ve şeyhi Hamideddin'in nüfûzları hissediliyordu. Hacı Bayram'ın tasavvuf terbiyesinin yanına müderrisliği de eklenince, fikirlerini yayması çok kolay oldu. İrtihalinden sonra da Bayramîlik adıyla ün salan bu tasavvuf ekolü (tarikatı)'nü, yetiştirdiği müridleri idame ettirdiler. (Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 34).

Bayramîlik, tasavvuf tarihinde gözle görülür bir yer tutmuştur. Tarîkat denilen olgu bir görünümdür. Bunun hayat sahnesine çıkışı ve devamlılığı, ondaki öz'e bağlıdır. Bunun yanında, başta bulunan şeyhin şahsiyeti, teslimiyeti, fedakârlığı ve kendisine intisâb edenlerin kemmiyet ve keyfiyet açısından durumları da göz ardı edilemez. Tabiî bir diğer önemli faktör de, o sıralarda mevcûd olan ortam ve şartlardır. Bunlar bir arada bulunduğunda bir tasavvuf ekolü oluşur ve sahnede görevine başlar. Tasavvuf alanında bütün tarikatlarda görülen öz, müntehâ nokta olan melâmettir. Melâmet ise, bir cümleyle ifade edecek olursak nefsi kınamak ve Hakk'ı yüceltmektir. Yani, Tevhîd-i Zât'a varmaktır. Bunun tahakkuku, meşrûiyyet dairesinde olur. Hacı Bayram Veli'de bunları rahatlıkla görürüz.

Silsilesi: Bayramîlik, bir koldan Bayezid Bestamî'ye (261/874) çıkar. Diğeri, bilhassa Halvetîler ve Melâmîler tarafından kabûl edilen silsile olup Hasan Basrî'ye uzanır. Birinci silsile, Ebu'l-Hasan Zarafânî'den Nakşıbendiyye silsilesine ulaşır. Bayramîlik'te Aleviyye ve Sıddıkiyye nisbeti vardır.

Bayramîlik, kendisinde sesli ve sessiz hatî ve cehrî zikri toplamıştır. Sesli zikri Halvetîlikten, sessiz zikri de Nakşîlikten aldığı kabul edilir.

İhtiyârî ve ıztırarî ölümle zevk edilen vahdet-i vücûd olgusuna inanmak, bu tarikatın fikrî alandaki önemli özelliğidir. Vahdete inanmak diğer tarikatlarda; sonunda varılan bir netice iken; Bayramîler'de, henüz işin başında iken bulunması gereken bir husustur. Bu inanç, zamanla oluş haline gelmelidir. Fenâfillah mertebeleri diye de adlandırılan ve Tevhîd-i Ef'âl (Fiillerin birlenmesi), Tevhîd-i Sıfât (Sıfatların birlenmesi) ve Tevhîdi Zât (Zâtın birlenmesi), yani sırayla; her fiilin fâilinin, her sıfatın mevsûfunun Allah olduğu ve Allah'tan başka gerçek varlık bulunmadığı şeklinde özetlenen Tevhîd anlayışına çok önem verilir. Hacı Bayram bu Tevhîd mertebelerini "bilmek", "bulmak" ve "olmak" diye ifade eder (Mehmet Demirci, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul 1987, s. 39).

Bayramîlik, dünya hayatında kimseye yük olmamayı, alınteriyle kazancı esas alır. Bizzât Hacı Bayram, Ankara'da geçimini ziraatle sağlamıştır. Bayramîlik'te aynı zamanda, başkasının da geçim zorlukları karşısında yardımına koşmak prensibi vardır. Bu husus ile ilgili olarak Hacı Bayram'ın üç aylarda halktan zekât toplayıp fukarasına dağıttığı bilinmektedir. Bu davranış aynı zamanda nefsi kınamaya da işaret sayılabilir.

Bu tarihî gerçeklerin ışığı altında tasavvufî düşünce ve pratik hayat anlayışında görüldüğü üzere, gerek özel hayatında, gerekse devlet büyükleriyle olan ilişkilerinde Hacı Bayram Velî' yi maneviyata aşırı düşkün mistik bir mutasavvıf olmaktan çok, hayatın pratik ve yaşanılır gerçeğine kolayca uyum sağlayabilen, dünyayı ihmal etmeyen, müridlerini son derece disiplinli yetiştiren, çalışma ve hayat mücadelesini teşvik eden, günün büyük kısmını tarlada, bağda çalışarak geçirip zamanında muntazam ibadetini ve zamanında da işini gücünü yerine getiren plânlı bir hayat adamı olarak görüyoruz.

Bayramîlik geleneklerine gelince onları şöylece özetleyebiliriz: Tekke veya bir mecliste toplanmak, oniki rekâtlık bir teheccüd namazı kılmak, sonra zikir halkası oluşturmak, kudûm çalarak çarşıyı dolaşmak. Zikirlerinde "Lâ ilâhe illâllah" derlerdi.

"Gönüle varmak" diye adlandırılan zikirde, gözler kapanır, nefes tutulur ve başlar sağa sola sallanırdı. (Mehmet Demirci, a.g.e, s. 39).

Tarikatın esasları; cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilâhi olarak ifade olunabilir. (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983, s. 181).

Bayramîliğin Hacı Bayram'ın ölümü üzerine iki kola ayrıldığı kabul edilir. Bir kısım, zikr-i cehrîyi kabul ederek Hacı Bayram'ın halifesi Ak Şemseddin'e (864/1459) bağlanmış; bir kısmı da diğer halîfesi Bursalı Ömer Dede'ye (880/1475) uyup, zikir ve vird gibi şeylerden, özel giyimden, hatta tekkelerden bile feragat ederek Melâmî adını almıştır.

Bayrâmîlik adıyla ün salan tarikat, Ak Şemseddin koluyla yayılmıştır. Bilhassa Anadolu'da Ankara, İstanbul, Bolu, Bursa, İzmir ve Kastamonu'da yayılmış ve özellikle Türk tasavvuf çevrelerinde etkili olmuştur. Bayramîliğin yukarıda zikrettiğimiz iki şubesinin yanında, ayrıca Tennûriyye, Himmetiyye, İseviyye ve Hamzaviyye kolları vardır. Aziz Mahmud Hüdâî'nin kurduğu Celvetîlik de Bayrâmîlik'den doğmuş ve onun devamı sayılmıştır.

Bayrâmîlik, kurucusunun şahsiyeti dolayısıyle büyük etki bırakmıştır. Onun yetiştirdiği ünlü kişilerden Ak Şemseddin, Mehmed ve Ahmed Bîcan, Melâmiyye-i Bayramiyye müessisi Ömer Dede ve diğerleri, Anadolu'da İslâmî varlığın korunmasında da büyük tesirler icra etmişlerdir. Hacı Bayram Velî, Yunus Emre tarzında ilâhiler yazmıştır. Hacı Bayram Velî' nin (k.s) kabri, önemini ve değerini yükselttiği Ankara'da kendi adıyla anılan camün avlusundadır. Onun meşhur ilâhilerinden biri şöyledir:

"Çalab'ım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde,
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nağihan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde
Ol şârdan oklar atılır, gelir ciğere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde
Şâkirdleri taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
Çalab'ın ismin anarlar o taşın her pâresinde
Bu sözü ârifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram, kendi banlar ol şarın minaresinde. "

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
KIZILBAŞLIK

Kızılbaşlık, Şii mezhebinin bir kolundan olanlara verilen ad.

Kızılbaş'ların bulunduğu yerler: Trakya'da Dobruca, Deliorman, Edirne ve Kırklareli; Anadolu'da Eskişehir çevresi, Balıkesir, Narlıdere (İzmir), Sivas, Çorum, Mecitözü, Sungurlu, İskilip, Divriği, Tunceli, Malatya, Erzincan, Erzurum, Antalya ve Hatay. Genellikle yalnız kendilerinin bulunduğu köylerde yaşarlar.

Sünnilerle karışık Kızılbaş köyleri pek azdır. İran'ın batısında Luristan ve Kürdistan'da, Azerbaycan'da Tebriz, Makû, Maverai Kafkas'ta, küçük topluluklar halinde Hemedan, Tahran, Mazenderan ve Fars'ta «Ehlihak» adı altında yaşayan Kızılbaşlar vardır. Tahtacılar ve Anadolu'da «Abdal» adı verilerek halk arasında «çingene» oldukları söylenen göçebeler de Kızılbaştır.

Şah Haydar ve oğlu Şah İsmail'e yardım eden boyların adlarıyla ilgili olarak Kızılbaşlardan Makû'dakilere Karakoyunlular, Urmiye'dekilere Abdalbeyliler, Luristan'dakilere Gulyai, Tebriz'dekilere Gûrran, Karadağ'dakilere Şamlular, Karabağ'dakilere Milliler adı verilmiştir. Anadolu'daki Kızılbaşlar kendilerine Şah Safi süreği derler. Bektaşiler Kızılbaşlara «sofu sürekleri» adını vermiş ve «yol bir, sürek bir; sürek olsun, çörek olsun, Ehlibeyti sever olsun» sözleriyle Kızılbaşların inanışlarını benimsediklerini belirtmişlerdir.

TARİH

Kızılbaş adı Şiiliğin bu koluna mensup olanların ilk zamanlarda kızıl taç ve hırka giymelerinden dolayı verilmiştir. Sasaniler çağında Zerdüşt dinine bağlı Mazdek taraftarlarının benimsediği bu kıyafet, İslâmiyetten sonra Bâtıniler tarafından kabul edilmişti. Bâtınilere bundan dolayı muhammere (kırmızı elbise giyenler) adı verilir. Şiiliğin imamiye mezhebini benimseyen ve Safevi devletini kuran Erdebil safilerinin 12 dilimli kızıl taç giymeleri bu geleneğin devamıdır. Safiyeddin Erdebili'nin torunlarından şeyh Cüneyd (öl. 1460) Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki Şii-Bâtıni boyları ile Sımavna kadısı oğlu Bedreddin taraftarlarını kendi çevresinde toplayarak giriştiği dini-siyasi hareket sırasında öldürüldükten sonra Erdebil sufileri Cüneyd'in oğlu şeyh Haydar'a pir olarak bağlandılar.

Taraftarlarınca «Tanrı'nın Zuhuru» sayılan şeyh Haydar 12 dilimli kızıl taç giyiyor, kızıl sarık sarıyordu. Müritleri de derecelerine göre aynı tacın sarıklı ve sarıksız çeşitlerini giyiyordu. Şeyh Haydar'dan sonraki Safevi şahlarına bağlı olan zümreye Sünniler tarafından Kızılbaş adı verildi. Sünni-Şii çekişmeleri yüzünden Anadolu'da halk arasında Kızılbaş adı verilen topluluk aleyhinde çeşitli söylentiler yaygınlaştı; Kızılbaş adı, ahlâk telâkkilerine aykırı davranan kimse anlamında kullanılmaya başladı.

XV. yy.dan itibaren gelişen Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Anadolu'daki Kızılbaşlar İran'a sıkı bir bağlılık gösterdiler. İran'dan gelen Kızılbaşlar Anadolu'da Osmanlı devleti aleyhinde propagandalara giriştiler. Anadolu'da zaman zaman Kızılbaş ayaklanmaları çıktı: Anadolu beylerbeyi Karagöz Paşayı yenecek kadar kuvvetlenen ve veziriazam Hadım Ali Paşa tarafından mağlup edilen Şahkulu'nun (öl. 1511) isyanı, Selim I'in Çaldıran seferinden (1514) önce bastırmak zorunda kaldığı Kızılbaş ayaklanmaları, Süleyman I zamanında sadrazam İbrahim Paşanın bastırdığı Kalender ayaklanması (1527), Suriye'den gelerek Güneydoğu Anadolu'da 50,000 taraftarıyla harekete geçen ve Bozok'a yolladığı halifesi aracılığıyla Kızılbaşları ayaklandıran Yalancı Şah İsmail'in faaliyeti v.d. bu hareketlerin başlıcaları arasında sayılabilir.

İNANÇLAR

Kızılbaşlar şeyh Safiyeddin Haydar'ı pir tanır. İnanç ve törelerinde Bektaşilikten gelen etkiler çoğunluktadır. Fakat Kızılbaşlık Bektaşilik gibi benimsediği inançlara bağlanan herkesin girebileceği bir tarikat değildir. Kızılbaş olmak için mutlaka Kızılbaş soyundan gelmek gerekir. Bundan dolayı Kızılbaşlık bir tarikat değil, kapalı bir mezhep sayılır.

Bektaşiler, Kızılbaşları meydanlarına kabul etmezler, buna karşılık Kızılbaşlar Bektaşileri genellikle kendi âyinlerine kabul ederler. Bektaşi olmak isteyen Kızılbaşlara, tarikata aldıkları bütün yabancılara uyguladıkları işlemi uygularlar. Bugün Kızılbaşlar iki kola ayrılmıştır: birinci kol geleneğe uygun şekilde kendi ocaklarına bağlıdır. Bunlara Purut adı verilir. Dönük adı verilen ikinci kol, Bektaşi çelebilerine bağlanmıştır. Kızılbaş inancı çoğunlukla gelenek ve göreneğe dayanır. Bu inanç ana çizgileriyle «deyiş» ve «ayet» denilen nefeslerde (hece vezniyle dörtlükler halinde söylenmiş dini şiir) dile getirilir. İnancın temeli halife Ali'nin Tanrı sayılmasıdır.

Kızılbaşlar halife Ali'nin adını da anarak kelime] şahadet getirirler. Allah, Hz. Muhammed ve Ali'yi tek bir varlık sayarlar; Tanrı'nın, Hz. Muhammed ve halife Ali suretinde göründüğünü kabul ederler. Kızılbaş menkıbeleri halife Ali'nin Hz. Muhammed'den üstün olduğunu anlatır. Mirac'ı, Hz. Muhammed'in Ali'ye ait sırra ermesi şeklinde yorumlarlar. Âyini cem adını verdikleri törenlerinde Mirac'ı anar ve hareketleriyle canlandırırlar.

Kızılbaşlar Ali'yi Tanrı, Hz. Muhammed'in vârisi ve müridi, ümmetin imamı sayar; Oniki İmam ile birlikte bunların erginlik yaşına gelmeden öldürülmüş erkek çocukları olduklarını kabul ettikleri 14 masum'a inanırlar. Bağlandıkları 3 sünnet şunlardır:

1. Dilden tevhit kelimesini bırakmamak;
2. Kibir

lenmemek, kin tutmamak;
3. Gönül kırmamak, kimseye düşmanlık beslememek.

Yedi farzları da şöyledir:

1. Sırrını saklamak;
2. Öteki Kızılbaşlarla birlikte olmak;
3. Yalan söylemekten ve aleyhte bulunmaktan kaçınmak;
4. Hizmette bulunmak;
5. Mürebbisine itaat etmek;
6. Musahibini gözetmek;
7. Halifeden taç ve kisvet giyinmek.

Bunları yerine getirmeyenler, topluluk içinde sopa yemek ve halife ile mürşide para vermek gibi cezalara çarptırılır. Kızılbaş inancında tevellâ (halife Ali ile çocuklarını sevmek, onları sevenleri sevmek) ve teberra (halife Ali ile çocuklarını sevmeyenleri sevmemek) önemli yer tutar. Alışverişte doğruluğa büyük önem veren Kızılbaşlar terazinin insanı yanıltabileceğini kabul ettikleri için ancak taneyle ölçülebilecek şeyleri satarlar. Bu yüzden bazı yerlerde «Kızılbaşlar terazi tutamaz» denmektedir. Kızılbaşlıkta kadın boşamak haramdır.

Kızılbaşlar altı dini dereceye bağlıdır:

1. Halife : Safeviler zamanında doğrudan doğruya İran'dan gönderilirlerdi. Son zamanlarda Hacıbektaş tekkesindeki Dede baba tarafından seçilen betası çelebileri halifeliğe getirilmeye başlandı. Son halife, Kurtuluş savaşında Atatürk tarafını tutan Ahmed Cemalcddin Çelebi idi;

2. Dede : Kızılbaşların dini işlerini yönetir. Hz. Muhammed'in soyundan geldikleri kabul edilir. Dedeler, ocak adı verilen ailelere mensuptur. Ocaklar şu Kızılbaş büyüklerinin soyuna bağlı sayılır: Abdal Musa, Ağuiçen, Ali Şeydi Otman, Celâl Abbas, Dede Garib Musa, Gözü Kızıl, İmam Rıza, Karadonlu Can Baba, Pir Sultan, Sarı Saltuk, Seyyid Ali, Seyyid Baba, şeyh Bircan, şeyh Çoban, şeyh Samit v.d. Ocakların bazıları birbirine bağlıdır;

3. Mürebbi : Dini işleri görmek, davalara bakmak, adak toplamak, kurbanları kesmek için dede tarafından tayin edilir;

4. Rehber : Din törenlerini yönetir. Gelenek ve göreneği iyi bilen herhangi biri bu görevi yerine getirebilir;

5. Musahip : Ergenlik çağına gelerek özel törenle tarikata kabul edilecek kimsenin yol göstericisine denir. Birine musahip olmak, görgü gecesi yapılan musahip kavline girme töreniyle başlar;

6. Talip : Ocaktan olmayan, yeni halife Ali soyundan gelmeyen bütün Kızılbaşlara denir.

DİN TÖRENLERİ

Kızılbaşlar muharrem ayında Kerbelâ olayını anmak için 12 gün, şubat ayında Ali'nin bir görünüşü saydıkları Hızır için 3 gün oruç tutar. Kızılbaşların din törenleri kış aylarında olur. Çift sürme ve harman zamanı sona erdikten sonra dedeler taliplerin törenlerini yönetmek için köy köy dolaşır. Dedenin uğradığı köyde bir ev hazırlanır ve cuma geceleri, âyini cem adı verilen görgü âyini yapılır.

Bu törende, dede, ocak yanına oturur, talipler yaş sırasıyla iki yanına dizilir. Arkada kadınlar yer alır. Guyende adı verilen sazcılar dedenin yakınına oturur. Gece yarısı sohbetten sonra başlayan törende özel bir şekilde eller yıkanır, Oniki İmam için nefesler okunur. Zikir yapılır. Miracname okunur. Sema yapılır.

Dedenin iki eliyle tuttuğu erkân adı verilen kayın ağacından sopanın altına birbiriyle musahip olanlar ikişer ikişer yatar; sembolik olarak ölme, rehber tarafından yıkanma, dedenin duasıyla yeniden hayata kavuşma canlandırılır. Tevhit okunur. Ortak bir tastan su içilerek Hüseyin'e selâm verilir, katiline lanet edilir. Gülbank çekildikten sonra sofra serilerek hazırlanan kurban eti yenir. Yemekten sonra cuma geceleri tarikin durduğu yerde mum yakılması için para toplanır.

Perşembe geceleri sorgu âyini yapılır. Gene gece yarısı, sohbetten sonra başlayan bu törende 12 imam için nefesler okunur. Musahip kavline girmiş olanların sorguları yapılır. Suçu veya birbirinden şikâyeti olanlar bildirilir. Dede bunları yargılayarak hüküm verir.

Musahip kavline girme töreni, görgü gecelerinde yapılır. Musahip kavline girecekler rehber tarafından boyunlarına bir çevre geçirilerek dedenin önüne götürülür. Musahip kavline girmek için evli olmak gerekir. Dedenin önüne götürülenlerin karıları birbirinin kocasının eteğini tutar. Rehber, şeriat, tarikat, hakikat, marifet erenlerine selâm verir. Dede musahiple yanındakinin «ellerine tek, dillerine pek, bellerine berk» olmalarını öğütler. Sembolik ölme ve yıkanma hareketi tekrarlanır ve bellerine tarikle 12 defa vurulur.

Kızılbaşlar, nevruzu (21 mart) Ali'nin doğum günü sayar ve büyük bayram olarak kutlar. O gün Abdal Musa adına kurban kesilir. O akşamki toplantıdan sonra dede, köyüne döner. Yaz ayları boyunca âyin yapılmaz. Kızılbaşlar Hac ziyareti yerine XV.-XVIII. yy.larda şeyh Haydar'ın mezarının bulunduğu Erdebil'e giderlerdi. Ziyaret yerleri sırasında halife Ali'nin yattığı Necef, Hüseyin'in yattığı Kerbelâ, Musâl Kâzım ile Muhammed el-Taki'nin yattıkları Kâzımı ye v.d. vardır. Kızılbaş büyükleri arasında yer alan Hacı Bektaş, Abdal Musa, Hüseyin Gazi, Seyyid Battal'ın mezarları da ziyaret yerleridir.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:41 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
MEVLEVİLİK

Mevlevilik, Mevlânâ Celâleddin Rûmi adına, oğlu Sultan Veled tarafından kurulan tarikatın adı.

Mevlânâ Celâleddin Rûmi (1207-1274) dostlarının katıldığı özel toplantılar düzenler, tasavvufi ve dini sohbetler yapar, şiir söyler, zikrederek sema ederdi. Zamanla bir tören niteliği kazanan bu toplantılar belli kurallara, belli görüş ve düşünce ilkelerine bağlandı. Toplantılarda ney, kudüm ve benzeri çalgıların çalındığı zikirler, törenler daha derli toplu ve ölçülü yapılmaya başlandı.

Kısa bir süre içinde geniş bir alana yayılan, halk ve özellikle çağın aydınları arasında büyük bir ilgi uyandıran bu toplantılara katılanların sayısı arttı. İran, Arabistan ve Anadolu'nun birçok yerinden gelerek toplantılara katılanlar, katılmak isteyenler, Mevlânâ'ya karşı derin bir sevgi ve saygı duyanlar oldu. Zamanla bu özel toplantılar sınırlandırıldı: belli kurallara, düzenli törenlere bağlandı.

Mevlânâ'nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled, aynı yoldan giderek, babasının düzenlediği toplantılara ve bunlarda yapılan sema, zikir ve benzeri törenlere, bir tarikat niteliği kazandırdı. Törenlere katılmak, toplantılarda bulunmak, sema meclisine ve zikre girmek için birtakım değişmez ve Mevleviler arasında yaygın olan kurallar koydu. Zamanla bunlara resmi bir nitelik kazandırdı. Mevlânâ'nın oturduğu yeri (sonradan tekke adını aldı) genişletti. Bu toplantılar, önceleri yalnız Konya'da yapılıyordu.

Mevlânâ'nın görüşlerini, düşüncelerini benimseyenlerin sayısı çoğalınca, merkez olan Konya tekkesinin izniyle başka illerde de tekkeler, Mevlevihaneler açılması için izin çıktı. Zamanla Anadolu'da olduğu gibi, komşu İslam ülkelerinin birçok ilinde Mevlevihaneler, tekkeler açıldı.

Mevlevilik, Sünni tarikatlar arasında en yaygınlarından biri oldu. Mevlânâ ve oğullarının sağlığında dostluğunu kazanan bazı yakınlarının gömüldüğü Konya Mevlevihanesi, Kubbei Hadre (veya hazret) [Yeşilkubbe] diye anılan türbe, tarikatın merkezi ve kutsal makamı olarak benimsendi, saygı ve sevgi gördü.MEVLEVİLİĞİN ÖZÜ VE ANLAMISünni tarikatların en büyüklerinden biri sayılan Mevlevilik, Tanrı ile evrenin birliği görüşüne dayanır. Tanrı, yarattığı evrende görünüş (tecelli) alanına çıkar. Evrende var olmak, Tanrı'nın bir görünüşü'dür. Gerçek varlık Tanrı'dır. Her şey Tanrı'dan gelir, sonunda gene Tanrı'ya dönecektir. Tanrı, bir bütünlük içinde evreni kuşatır. Tanrı'dan başka varlık yoktur.

Mevleviliğin benimsediği ve Mevlânâ'nın eserlerinde dile gelen bu anlayış, yeni değildir; varlık birliği (vahdeti Vücut) görüşüne dayanır. İnsanda, ruh denen, tanrısal bir öz vardır. Evren yaratıldıktan sonra bu öz, insan varlığının ortaya çıkışı sonucu, bedene girdi. Öz yurdundan, tanrısal ülkeden ayrıldı. Şimdi, geldiği yere kavuşmanın derin özlemi içinde çırpınır durur. Ruh, insan varlığının en yüce özüdür.

İnsana insanlık değeri kazandıran bir cevher'dir. insanı gerçeğe ulaştıran, tanrısal özün sırlarına erdiren, akıl değil aşktır. Aşk, insanın özünde, Tanrı'ya karşı duyulan en derin bir özlem niteliğini taşır. Aşkın özünde dile gelen, sezgidir. Aşk ile sezgi birbirini bütünleyen iki manevi güçtür. Onlar birbirinden ayrılmaz, biri ötekini gerekli kılar. Sezgi ile aşk, insan ruhunun kavrayış, anlayış gücüdür; bilme, öğrenme yeteneğidir.

İnsan, yalnız aşk ile olgunlaşır, gerçekleri, tanrısal sırları kavrayabilecek olgunluğa (kemale) ulaşır. Bütün yaratıklar, gök katları (felekler) bu aşk ile dönerler (sema ederler), kendi dillerince (hal diliyle) Tanrı'yı anarlar (zikrederler). Tanrı, sürekli yaratış eylemi içinde olan, daima kendini yenileyen, bütün varlık evrenini bir yüce bütünlük içinde kuşatan som iradedir, som sevgidir, nurdur.

Her türlü tanımın, açıklamanın, anlatımın üstündedir. Onun varlığı, insan aklının sınırlarını, kavrayış yeteneklerini aşar. insan, gönlünü aşk ile, Tanrı sevgisi ile doldurursa, Tanrı'yı gönlünde duyar, gönül gözüyle görür, gönül diliyle konuşur. Tanrı aşkı insanın içine dolunca, insan, Tanrı'dan başka bir varlık görmez olur. Her an kendinin Tanrı katında olduğunu, her anının, her yanının Tanrı ile dolduğunu sezer, gönlünde duyar. İnsan, Tanrı'nın dile geldiği, söz ve ses olarak tecelli ettiği bir varlıktır, kelâmullahı nâtık'tır. Tanrı'nın, konuşan, söyleyen kelâm'ıdır.

Tanrı, değişik biçimler içinde, ayrı ayrı niteliklerle görünüş alanı'na çıkar. Bu yüzden insanın evrende gördüğü değişik varlık türleri, renk, ses, uyum (ahenk), düzen, güzellik gibi nitelikler Tanrı'nın görünüşünden başka bir şey değildir. İnsan, aşk ile basamak basamak Tanrı'ya yükselir, belli kemal aşamalarına (mertebelerine) ulaşır. Ulaştığı her aşamada, Tanrı'yı ayrı bir görünüş niteliği'nde sezer. Bu bakımdan aşk ile yükselmek, kemal ve irfan sahibi olmak, Tanrı'ya yaklaşmak anlamına gelir. Bütün insanlar, yeryüzünde edindikleri bilgi (aşk ile kazanılan bilgi) derecesine göre Tanrı'yı yansıtan birer varlık oldukları için, insanı sevmek, Tanrı'yı sevmektir.

Mevleviliğin sevgiye dayanan insan anlayışı, insana varlık türleri içinde ayrı bir değer ve önem vermesinden dolayıdır. İnsan, evrenin özü (zübdei âlem), varlık bütününün söyleyen dili, gören gözüdür. Mevlevi tarikatına göre, bütün evren ve insan, toprak, ateş, hava ve su gibi dört ana ilkeden kuruludur. Göklerle insanın özü, yapısını kuran ilkeler birdir, eştir. Ancak, felekleri yöneten yasalar ayrıdır. Çünkü onlar, bir bakıma manevi aşamalardır.

Yaratılmışlar içinde en yücesi insandır. İnsanın yüceliği, Tanrı'ya yakınlığından, gönlünün bir tanrısal görünüş (tecelli) alanı olmasından ileri gelir. Tanrı, insanı birtakım ilâhi özlerle, yüce nitelik ve yeteneklerle donattı. Varlıklar içinde onu yüce kıldı. İşte bunu anlama ve bu yüceliği kavramaya irfan denir. İrfan, aşk ve sezgi ile kazanılır. Gönlünde aşk ateşi, ruhunda Tanrı sevgisi bulunmayan, bunu, derin anlamı kavrayamaz; insanın özünde saklı ilâhi sır'a eremez. Bu sıra ermenin yolu «aşk ile yanmak, aşk ile pişmek»tir.

Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri muhabbet değildir, Tanrı'ya duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız bağlılığı gerektiren sevgidir, sonsuz coşkunluktur. Mevleviliğin düşünce ve görüş bakımından Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının dolaylı olarak etkisi altında kaldığı, hem Mevlana’nın hem de onun ardından gelenlerin eserlerinde geçen tasavvuf kavramlarından açıkça anlaşılır. Mesnevi'de. Divanı Kebir'de, Sultan Veled'in, Ulu Arif Çelebi'nin eserlerinde görülen bütün tasavvuf kavramları Plotinos'un geliştirdiği Yeni-Eflatun'cu felsefe akımının düşünce ürünleridir.

İslâm dünyasında dinle musikiyi, dar bir alanda resmi bağdaştıran, ibadette musikiye yer veren ilk tarikat Mevleviliktir denebilir. Ney, kudüm, nısfiye, rebap, daha sonraları tambur ve başka sazlarla dini nitelikte tören düzenleyen, zikreden, sema meclisine giren, ilâhiler okuyan, şeriatın katılıklarına yumuşaklık katan Mevleviliktir. Bu niteliği yüzünden Mevlevilik bazı noktalarda şeriatla çatışır. Birçok devlet büyüğü ve sultanın Mevlevi oluşu, tekkelere gidişi, şeriatın, her alanda Mevleviliğe baskı yapmasını önlemiştir.

Mevleviliğin temel ilkeleri, genellikle on iki konuda toplanır:

1. insanlığa hizmet etmek;
2. başkalarına her zaman iyi ve güzel davranışın örneği olmak;
3. Mesnevi okumak ve mutasavvıf olmak;
4. aklı iyi kullanmak, hikmet sahibi olmak;
5. dindar olmak;
6. içini her zaman temiz tutmak;
7. Mevlânâ'yı pir tanımak;
8. Mevlânâ'nın yolundan ayrılmamak;
9. Tanrı'dan, Hz. Muhammed'den sonra Mevlânâ'ya bağlanmak, ona gönülden inanmak;
10. bilim edinmek, bilgili olmak;
11. alçakgönüllü, sabırlı, güler yüzlü ve nazik olmak;
12. maddi ve manevi bakımdan temiz olmak.

Bunlar Mevleviliğin değişmez kurallarıdır. Mevlevi tarikatına giren, çile dolduran herkesin bunlara uyması gereklidir.

Mevlevilikte bir de âyini cemi Mevlevi denen tören vardır. Daha çok geceleri yapılan ve bir sohbet niteliğinde olan bu törene dedelerden başka, tarikata giren muhibler de katılır. Bu töreni, meydancı dede yönetir. Kapının başına şeyhin kırmızı postu konur. Sonra öteki postlar sırayla dizilir. On sekiz şamdan, dokuzarlık iki sıra halinde yerleştirilir. Yatsı namazı kılındıktan sonra meydancı dedenin âyini ceme selâ çağrısı üzerine tören başlar. Neyler çalınır, sema âyinine başlanır. Önceleri bir sanat ve eğitim yeri olan Mevlevi tekkeleri, zamanla bu niteliklerinden uzaklaştı. Tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla çalışmalarına son verildi.

Mevlana Türbesi

Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin Konya'daki türbesi. Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin ölümünden sonra Alemeddin Kayser ve Muiniddin Pervane ile karısı Gürcü Hatun tarafından yaptırıldı (1274).

Mimarı Bedreddin Tebrizi'dir. Çevresindeki mescit, semahane, meydanı şerif, matbah, derviş hücreleri, şadırvan, şebi aruz havuzu ve çelebi dairesiyle bir külliye halindedir. Külliyeyi meydana getiren yapılardan esas türbe binası Selçuklu devrine, türbenin yivli gövdesi ve külahı ile giriş koridoru, çelebi mezarları, post kubbesi Karamanoğulları devrine, mescit, semahane, türbeler, derviş hücreleri, matbah ve şadırvan ise Osmanlı devrine aittir. Türbenin bugünkü şekli; kare planlı bir zemin üzerinde üç tarafı kemerli ve bir tarafı kapalı mekân halindedir. Bu mekânın üzerini 16 dilimli sivri bir külah örter.

Külahın tepesinde bir hilâl içinde Mevlevi sikkesi bulunan yüksek bir alem vardır. Külahın üzerini firuze çiniler kaplar. Külaha Yeşilkubbe denir. Yeşilkubbenin altında Mevlânâ'nın ve oğlu Sultan Veled'in gök mermerden yapılmış üstü puşide ile örtülü sandukaları vardır. Türbenin bir «mumyalık» kısmı da vardır, cephede bugünkü Gümüş Eşik'in altında bulunan bu kısmın kapısının XVIII. yy.da örülmüş olduğu bilinir. Çapraz tonozla örtülü olduğu sanılan bu kısımda Mevlânâ'nın na'şı mumyalanarak muhafaza edildi.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:42 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 


Rafızilik

Rafızilik, Ebubekir ile Ömer'in halifeliklerini kabul etmeyen Şiilik kolu.

Rafızilik, VII. yy. ortalarında yahudi asıllı İbni Sebe tarafından kurulan, halife Ali ve evlâdına aşırı ölçüde bağlanan, sünni mezhebinin bütün görüşlerine karşı çıkan bir inançtır. Genellikle Şii mezhebinin fırkalarından biri sayılır.

Hz. Muhammed'in ölümünden sonra ortaya çıkan halifelik meselesi Müslümanlar arasında birtakım anlaşmazlıkların doğmasına yol açtı. Bazısı Ali'nin halife olması gerektiğini, Hz. Muhammed'in sağlığında onu kendisine halife olarak seçtiğini ileri sürdü. Müslümanların çoğu, özellikle Ebubekir'i tutanlar bu görüşe karşı çıktıkları için Ali halife olamadı. Halifelik makamına sırayla Ebubekir, Ömer ve Osman geçti. Ali, ancak onların ölümünden sonra halife olabildi. Bu yüzden, anlaşmazlık büyüdü.

Ali'yi tutanlar Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye'ye karşı direnişe geçtiler. Halifelik konusundaki anlaşmazlığı din anlayışına bağlayan İbni Sebe sonradan Rafızilik diye anılan görüşlerini üç noktada topladı: 1. Hz. Muhammed bir peygamber olduğuna göre ölmemiştir. O da İsa peygamber gibi günün birinde tekrar yeryüzüne gelecektir. Buna inanmayanlar, Kur'an'ın gerçek anlamını kavrayamayanlardır.

Kur'an’ın biri zahiri (görünüşte), biri de batıni (içrek) olmak üzere iki anlamı vardır. Onun görünüşteki anlamına bağlananlar, özünü bilmedikleri için, bu gerçeği anlayamamışlardır. Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye Ali'nin hakkını yediler. Hz. Muhammed'in yolundan ayrıldılar. Ali ölmedi, tekrar dünyaya dönecek, insanlara adalet dağıtacak, Allah'ın yolunu gösterecektir; 2. her peygamberin bir vasisi vardır. Hz. Muhammed'in vasisi de Ebu Talib'in oğlu Ali'dir.

Hz. Muhammed'den sonra Müslümanların başına geçmek, onları yönetmek görevi Ali'nindir. İmamlık hakkını Ali'nin elinden alanlar, İslam dinine göre büyük zalimlerdir. Ali'nin hakkını ilk defa inkâr eden Ebubekir, sonra sıra ile Ömer, Osman ve Muaviye'dir; 3. Allah, Ali ve evlâdında görünüş alanına çıktı. Onların özünde Allah'ın bir cüz'ü saklıdır (hulul). Bu yüzden Ali, belli bir anlamda Allah'dır. Allah, Ali'nin kişiliğinde göründü, onun dilinden konuştu, öyleyse Ali'ye inanmak Allah'a iman etmek; Allah'a inanmak Ali'ye iman etmektir.

İbni Sebe'nin bu düşünceleri kısa bir süre içinde geniş bir çevreye yayıldı, özellikle İranlılar tarafından kolaylıkla benimsendi. Bu inanca bağlananların kimi Ali'yi bir ilâh, kimi de Nebiyyi nâtık (konuşan peygamber, yeniden ortaya çıkan bir resul) olarak kabul ettiler. Her iki görüşe göre Ali'ye itaat etmek bir din borcudur, bir tanrısal buyruktur. Ali'ye inanmayan, onun izinden yürümeyen Müslüman değildir, din açısından suçludur.

Rafıziliğe göre Kur'an, görünüş bakımından bir kabuktur; gerçek, bu kabuğun içinde gizlidir. Namaz, zekât gibi din görevlerinin amacı Hz. Muhammed ile Ali'yi sevmektir. Hz. Muhammed ile Ali'yi candan sevenler namaz kılmış, zekât vermiş sayılır. İslâm dininde muharremat adı verilen yasaklar Ebubekir ile Ömer'in yolundan gitmek, hatmiye mezhebinden olanlara karşı çıkmak, direnmek demektir.

Sünni mezhebine aşırı ölçüde bağlı kalan bazı İslam bilginleri, Rafıziliğin İslam birliğini parçalamak için ortaya atılan siyasi bir görüş olduğunu ileri sürerler; fakat Rafızilik, daha çok, eski İran dini inançlarının İslam dini ilkeleriyle kaynaştırılması sonucu doğdu. Bu yüzden, İslamlığa karşı siyasi değil, dini bir direniş, karşı çıkış niteliğindedir.

İBAZİLİK

Yazgıya bağlanan, Haricilik'ten doğan bir kuruluştur. Bu kuruluşa göre tanrı, bütün evreni, onun kapsadığı varlık türlerini yaratmıştır. Bütün bu yaratılanlar tanrısal birliğin kanıtlarıdır. Öyleyse tanrı birliğini anlamak için, önce bunları tanımak gerekir. Ancak, Sünnilik'in ileri sürdüğü bütün görüşler de doğru değildir. Burda tanrının yüceliğini anlamak için, birtakım tapım biçimlerini kurumlaştırmanın, onlara genel - kesin geçerlik tanımanın gereği yoktur, tanrıyı bilmek için, onun yarattıklarına bakmak yeter.

İbazilik'in kurucusu İbaz bin Abdullah'a göre, ona inanmayanlar suçludur, ancak dinsiz değildir, onlarla evlenilebilir, kalıtları(miraslan) alınabilir. İbazilik'in sonradan ortaya çıkan Harisilik (Harisiye), Hafisilik (Hafisiye) adlı iki kolu daha vardır, ancak aralarında önemli bir ayrılık yoktur.

Sadilik

Tarikatın kurucusu Şeyh Sadeddin Cevahirü’l-Şeybanî 1197 de Kudüs yakınlarında doğdu, 1301 de Urfa’da öldü. Önce Kadirilik le bağlantı sağladı, onun ilkelrini törenlerini öğrendi, sonra kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. Tarikatın düzenli bir kuruluş niteliği kazanmasını sağlayan oğlu Yunus’tur. Babasının yerine geçen Şeyh Yunus tarikatı genişletmiş, geliştirmiştir.

Sadilik ‘te “devse / üstüne basma” denen tören temel ilkedir. Toplu törenlerde dervişler yüzü koyun yere yatar, şeyh üzerlerine basarak geçer , kimi zaman bunu ata binerek yapar. Yüzükoyun yatan dervişlerin üzerinden atla geçmek, onlarda benliği, kendini beğenmişliği, tutkuyu yok etmek, alçak gönüllü kılmak içindir. Törenler toplulukla sürdürülür, Tanrı adları anılır, şeriatın bütün kurallarına uyulur.

Sadilik ‘in ; Acizilik (Aciziye), Selamilik (Selamiye), Tağlebilik (Tağlebiye), Vefaılik (Vefaiyye) adlı dört kolu vardır.

Sadilik ‘in İstanbulda oldukça geniş bir alana yayıldığı, yirminin üstünde tekkesinin olduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.

Sadilik Kütüğü

- Hasan Basrî
- Habib Acenmî
- Davud Taî
- Maruf kerhî
- Seriüs-Sakatî
- Cüneyd Bağdadî
- Ebu Ali Ruziyarı Ahmed
- Ebu Osman Mağrii Said
- Ebu Kasım Guürgani Ali
- Ebu Bekir Kusî
- Ebul-Vefa İbrahim
- Ebu said Endülüsi
- Ebül-Medinü’l Mağribî
- Yunus Şeybanî
- Mezid Şeybanî
- Abdullah Şeybanî
- Sadeddin Cevahirü’l – Şeybanî . . .

Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:42 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 


Batinilik

Kurucusu Hasan Sabbah 1O49'da İran'ın Rey'de doğdu, 1134'te Kazvin dolaylarında Alamut kalesinde öldü. Yemen' den göçerek Rey'de yerleştiği söylenen Ali bin Mehmed'in oğludur. Babasının Şafii mezhebinden, Horasanlı bir Türk ailesinden olduğu söylentisi de vardır. Hasan Sabbah, ondört yaşına değin babasının gözetimi altında din bilgileri edindi, sonra o dönemin ünlü İslam bilginlerinden İmam Muvaffak Nişaburi'nin öğrencisi oldu; onun bulunduğu medresede gökbilim, matematik öğrenimi gördü. Arkadaşları arasında, sonradan İran'ın en ünlü ozanlarından biri olan Ömer Hayyam ile Selçuklular'ın veziri Nizamülmülk vardı. Hasan Sabbah, sonraları, bütün çalışmalarını tasavvuf üzerinde yoğunlaştırdı, özellikle Batinilik denen, Yeni- Platonculuk, Alevilik gibi kuruluşlardan, çoktanrıcı inançlardan oluşan akımı yeniden düzenlemeye, ona siyasal bir nitelik vermeye başladı. Çalışmalarını kolaylıkla sürdürebilmek için; 1090'da İran'ın Kazvin bölgesinde, yüksek bir tepenin üzerinde, sarp kayalıklarda kurulu Alamut Kalesi'ne çekildi, orasını yeniden onarttı, sağlamışlardı. Çevresin de toplananlara kendisinden insanları mutluluğa kavuşturmak, ölümsüzlüğe ulaştırmak, cenneti yeryüzünde kurmak için görevlendirildiğini, bu görevle ilgili bütün yetkileri özel olarak tanrı' dan aldığını etkileyici bir dille anlatmaya koyuldu. Onlara, daha önceden döğülmüş haşhaş katılmış bal şurubu içirip, kendinden geçirttikten sonra, türlü çiçeklerin bulunduğu havuzlu bir bahçeye taşıtırdı. Bu bahçede yarı çıplak genç, güzel kadınlar dolaşır, ayılmaya başlayan erkeklerin çevresinde gezer, onları etkiler, sonra bir bardak şurup daha vererek yeniden bayıltırlardı. Yeniden bayılan kişi, gene ilk bayıldığı yere götürülür, ayılıncağa değin bırakılırdı. Ayıldıktan sonra, kendisine gördüklerinin gerçek olduğu, düş olmadığı, ölünce oraya gideceği söylenirdi.

Hasan Sabbah, bu yolla kendine bağladığı insanların sayısı Kazvin, Rey yörelerini etki altına alacak bir güç oluşturunca, saldırılar düzenlendi, ülkenin dört yanına yayılan fedaileri aracılığıyla içlerinde Nizamülmülk'ün de (1092) bulunduğu kendisine karşı olan birçok devlet adamını gizlice öldürttü. Selçuklu Sultanı Melikşah bir mektup göndererek Hasan Sabbah'tan bu ortalığı karıştırıcı işlerden vazgeçmesini. istedi. Hasan Sabbah, ondan korkmadığını, tanrı'nın kendisiyle olduğunu bildiren bir karşılık gönderdi. Sultan Melikşah'ın onu ortadan kaldırma girişimi lO92'de ölmesiyle yarıda kaldı. Daha sonra Sultan Sencer'de Hasan Sabbah'ı yok etmek için çalışmalara başladı. Ancak Hasan Sabbah'ın fedaisi olan gözdelerinden biri gizlice Sultan'ın yastığı üstüne hançer saplanmış bir mektup bırakınca korktu, saldırıdan kaçındı. Hasan Sabbah, öldüğü 1134 yılına değin saldırılarını sürdürdü, 1256'da Hulagu Han Alamut kalesi'ni yıklı, bütün Batinileri kılıçtan geçirdi.

Hasan Sabbah'ın siyasal bir kuruluş olarak geliştirdiği Batınilik birtakım sayılara, sayıların yorumlarına dayanır. Genellikle tin, insan, us, evren, tanrı, uzay, boşluk, bilgi, imamlık, oluş gibi konular üzerinde durur. Batinilik'e göre tin iki türlüdür. Birincisi iyi, ikincisi kötüdür. İyi tinler, gövdeden ayrılır, salt ışık olan yüce, tanrısal evrende mutluluğa ulaşır. Ancak bu evren, içinde yaşanan evrenin dışında değildir. Kötü tinler ise gövdeden gövdeye geçer, değişik biçimlere girer, yeryüzünde boyuna acı çekerler. Ölüm linin gövdeden ayrılmasıdır. Tin gövdede bulunduğu sürece yaptıklarından sorumludur. Bu nedenle, iyi ise ışık evrenine, kötü ise başka bir gövdeye gider.

Batınilik'te evren önsüz-sonsuzdur, yaratılmamıştır. Evren,kendi bütünlüğü içinde, dokuz evreni kuşatır. En yüksek aşamada bulunana "sabık" denir, bundan basamak basamak inilerek, usun bulunduğu alana gelinir. Us, bu dokuz evren dizisi dışındadır, sürekli olarak değişir. Dinin ileri sürdüğü gibi evrenin dışında, bir öte evren (ahiret) yoktur, yargı günü yeniden dirilme, gerçek değildir. Evrende mutlu yaşayan cennette mutsuz olan ise cehennemde demektir. Tanrı yaratıcı nitelik taşıyan bir doğal güçtür, tektanrıcı dinlerin ileri sürdüğü gibi gerçeküstü yoktan var edici, bir varlık değildir. Onun yargılayıcı bir özelliği de yoktur.

Batınilik'in üzerinde durduğu en önemli konu "imamlık"'tir. Ona göre imam, geçmiş, şimdi, gelecek üç boyutlu bir süre içindedir. Bütün olup bitenleri bilir, bilgisinin sonu, bilme yeteneğinin sınırı yoktur. İmam insanla ilgili bütün eksikliklerden, suçlardan, uyumsuzluklardan sıyrılmış yüce bir varlıktır. O, Kur-an'ın görünüşe göre olan (zahiri) anlamını içe (batın) dönüştürecek bir güçtedir. Gerçeklik usla değil, imamın öğütleriyle, önerdiği yöntemle kavranabilir. İmama, gönülden bağlanan bir kimsenin, Kur'an, hadis buyruklarına uyma gereği yoktur. İmam zamanın ışığı, evre_in kavrayış gücüdür. İmam boyuna gelir gider, ölür dirilir. Ancak bu ölüm, sözcüğün görünüş anlamıyla değil, iç anlamıyla bağlantılıdır. Kişinin mutluluğu imama olan bağlantısı ile ilgilidir. Bütün gönlüyle imama bağlanan kimse mutlu, ondan ayrılan ise mutsuzdur.

Hasan Sabbah'ın çevresinde toplananlara aşılamaya çalıştığı ahlak öğretisi dört aşamalıdır. Bunlara el- İsme, el- Mehdiye, el- Takıyye, el-Ric'a denir. EI-İsme arınmışlık, olgunluk, her türlü eksiklikten sıyrılmış anlamındadır, imamla ilgilidir. Ona uymayı, onu suçlamamayı gerektirir. EI-Mehdiye kurtuluş demektir. Batinilik'e göre, günün birinde Mehdi adlı kurtarıcı gelecek, insanları mutluluğa kavuşturacak, yeryüzünden bütün kötülükleri, eksiklikleri, geçimsizlikleri giderecektir. Mehdi'nin bilgisi sonsuz, gücü sınırsızdır. EI-Takıyye İslam dinine bağlı görünerek gerçek inancını, düşüncesini gizlemek anlamını içerir. Şeriat baskısından, yasaklarından kurtulmak için kişi gerçek düşüncesini içinde saklamalı, kendini açığa vurmamalıdır. EI-Ric'a ise Mehdi'nin ortaya çıkışı ile ondan önce sonra gelen bütün imamların. geri döneceklerini bildirir. İmamlar ölmezler, tinsel evrende ölümsüz1tiğe kavuşmuş yüce kişiler olduklarından, Mehdi'nin yeniden evrene dönüşünü beklemektedirler.

Kendileri de bu mezhepten olan Batınilik konusunda çalışan kimi düşünürlere göre; kardeşler arasında evlenme doğaldır, bu konuyla ilgili yasaklar doğaya aykırıdır.

Batinilik'te on sayısı ile yirmi iki harf kutsaldır. İnançla, varlıkla ilgili bütün sorunlar bu sayı ile harflere göre açıklanır. Bu sayı ile harfler varlık türlerini, onların özelliklerini oluş biçimlerini, niteliklerini, birbiriyle olan ilişkilerini yansıtır. Bu konuda Batınilik'le Hurufilik birleşir. Bu iki kuruluş da Pythagoras'la Orpheus inançlarından kaynaklanan Kabalacılık'tan etkilenmiştir.

Batınilik, kimi araştırıcıların ileri sürdükleri. gibi, yalnız siyasal bir kuruluş değildir, çok eskilere giden inançlardan oluşan bir birikimin İslam düşüncesine karşı direnişidir. Bu birikim, kendisini yok sayan, geçersiz kılmaya çalışan İslam inançlarının, özdeş eleştiri ölçüsüne dayanarak özgün olmadığını, onların da daha eski birikimin sonucu olduğunu ortaya atarak, kendini savunur. Batıniliğe göre İslamda ; Bütün mutluluklar, kıvançlar, sevgiler, sevgiler, dahası esenlik verici içkiler cennette vardır. Orada birbirinden güzel kızlar (hııriler), delikanlılar (gılmanlar) dolaşmakta, usun, düş gücünün sınırlarını aşan bir mutluluk ortamı inananları beklemektedir. Özellikle yeşil' e duyulan susamışlığın özünde, çölde yanan, bir gölgede dinlenerek serinliğin mutluluğuna ermenin özlemi vardır. Bu özlem, çoktanrıcı dönemlerden süzüle gelen inançların biçim değiştirerek tektanrıcı dinlerin özüne girmiştir. Nitekim Batinilik'te yapıldığı söylenen birtakım işlemlerin de bu inançlardan kaynaklandığı bellidir. Hasan Sabbah'ın "fedai'lerini uyuşturucu içkiyle bayıltması, bayılan insanı çiçekli, yeşil, güzel bahçeye taşıtıp ayılıncaya değin orada bıraktırması ayılan adamın çıplak güzel kadınlara karşılaşması, onların elinden içtiği bir uyuşturucu içkiye yeniden bayılınca ilk bayıldığı yere taşınması, orada ayılması; bu durumun kendisine Kuran’ın bildirdiği cennet diye anlatılması gibi olaylar, islam dininden esinlenmektedir.

Batinilik, toplumsal bir örgüt olarak ortadan kaldırıldıktan sonra, etkisini daha geniş bir alanda sürdürmüştür. Bu olay da kimi alevi kuruluşların yardımıyla olmuştur. Yazın alanında Batınilik'ten esinlenenlerin sayısı az değildir. Şiilikte, belli konarda, Batinilik'in görüşlerinden esinlenilmiş, birçok ozan bu konuyu değiştirerek işlemiştir. Mevlevilikte bu etki açıktır. Şems Tebrizi gibi Mevlana da etki açıkça görülmektedir. Onun "Cennet'le ilgili tasarımları, insan mutluluğunu, içkiyi, sevgiyi konu edinen kimi şiirleri Batinilik etkisinden uzak değildir. Bu konuda, zaman sürecine bağlanmak yanıltıcıdır. Hasan Sabbah, Batınilik'in yaratıcısı değil, bir örgüt olarak kurucusudur. Batinilik, bir inanç niteliğinde, çok eskilere gider. Sözgelişi Zünnun Mısri, Maruf Kerhi, Bayezıd Bistami, Cüneyd Bağdadi, Hallac Mansur gibi tasavvuf insanları Batınilik'i oluşturan öğelerden çok etkilenmiş, esinlenmiştir.

Anadolu'da, Batinilik etkileri Yunus Emre, Caferi, Sami,Kazım, Hayderi (son dördü 16'ncıyy.da yaşamıştır) gibi ozanIarda görülür;

Ali emriyle gelmişdir vücuda âlem ü adem
Ali hükmiyle olmuşdur ne kim pinhân u peydâdır
Ali'dir sırr-i Sübhâni Ali'dir âlemin câni
Ali'dir gevhıerin kânı Ali /ıem kâ'r-ı deryâdır
Ali şol lâmekandır kim münezzehıdir kamu şeyden
Ali şol binişândır kim /ıer eşyada hüveydâdır

........................

Ali'dir cami-i Kıır'ân Ali'dir rahmet-i Ralımân
Ali'dir menbâ- ihsân ki bimânend ü yektâdır

Caferi'nin bu dizelerinde Ali, sayılan nitelikleriyle, tanrı'dır. Ozan, tanrı'da bulunduğuna Kur'an kanıt gösterilerek inanılan ne varsa, Ali'ye yüklemektedir. Ona göre Ali, Kur'andır, Ali tüm yerdedir, Ali gizlidir, açıktır, Ali insanlara "rahmet" eyler, bağışlar, her türlü nitelikten üstündür.

Batınilik, tanrısal nitelikleri insana indirger, Ali'yi de tanrısal insanın en yetkin örneği olarak görür (belli bir anlamda). Bundan başka, eski İran inançlarından, özellikle Zerdüştçülük'ten de geniş ölçüde yararlanır. Gerçekte Batınilik, yeni bir inanç kurumu olarak ortaya çıkma savında olmasına karşın, eskinin yeni görünme çabasıdır.

Prof. Dr. Sinsi 10-28-2012 07:42 AM

Tarikatlar / Kültler / Mezhepler
 
Sühreverdilik

Tarikatın kurucusu Şeyh Şahabeddin Ömer Sühreverdi 1148’de doğdu, 1235’te Bağdat ‘ta öldü.Özellikle amcası Şeyh Ziyaeddin Ebu Necib Sühreverdi ‘den tasavvuf bilgileri edindi, tarikat kurallarını öğrendi. Sonra Bağdat ‘a giti, orada kendi adıyla anılan Sühreverdilik (Sühreverdiye) tarikatını kurdu. Sühreverdilik kimi araştırmacılara göre , Halvetilik ‘in kaynağıdır. Bu nedenle Halvetilik ‘i oluşturan bütün kurallar bu tarikatte vardır.

Sühreverdilik , Sünni inançlara dayanan, Kuran ile hadisleri temel sayan bir kuruluştur. Kurucusu Şahabeddin yılda bir hacca gider , şeriatın önerdiği bütün kuralları yerine getirirdi. Kendisi İslam bilgileine aşırı bir eğilim gösterdiğinden, bu tarikate girenlerde bu durum bir ilke niteliği kazanmıştır. Sühreverdilik ‘ in tekkede düzenlenen özel törenlerde benimsediği ilkeler şunlardır :

- Şeriatın bütün isteklerini yerine getirdikten sonra tanı adlarını anarak nışlarını sürdürmek

- Bütün varlıkları Allah ın yoktan yarattığına günün birinde gene tanrı buyruğuyla yokolacağına inanmak.

- Yargı gününe bedenin geçiciliğine , tinin ölümsüzlüğüne, Allah ‘ın önsüz-sonsuz oluşuna, cennet-cehenneme inanmak.

- Aklın eksikliğini, tanrısal tözü bütünüyle kavrayamayacağını, tanrısal varlığın aklın sınırlarını aştığını bilmek.

- İnanın aydınlatıcı yönlendirici, yol gösterici bir ışık gibi hr nesneden üstün olduğuna, onsuz bir görülemeyeceğine inanmak.

- İnsanın arınması, doğru yolu bulması, kendini tanıması, gerçeği gerçek olmayandan ayırması ancak inanın aydınlığında olanaklıdır. Gerçeği kavramak, tanrısal varlığın yüceliğini anlamak için içe kapanış, derin düşünmeye dalış gereklidir.

Sühreverdilik müridleri bu ilkeleri uygulamak için özel törenler düzenlerler. Törenler şeyhin denetimi altında, düzenli topluluklarla yapılır. Görevler, tarikata ilk girenden, şeyhe değin belli aşamalara göredir. En yüksek aşamada şeyh bulunur. Şeyhin başlıca üstünlüğü bilgisinin genişliğidir, bilgisiz, yalnız kulaktan bilgilerle dolma bilgilerle yetinen bir kimse şeyh olamaz. Tarikata girmek yalnız nış için değil bilgi edinmek, bilgin olmak içindir.

İnsan , bilginin aydınlığında aşama aşama yükselerek, ışıkların ışığı, bilgilerin bilgisi olan Tanrı ‘ya varır. Bu varış tinseldir.nesnel değildir. Sühreverdilik , içeriği dolayısıyla, birçok bilgin, aydın yetiştirmiş bir kuruluştur. Öteki sünni tarikatlerin aksine özellikle Nakşbendilik, Kadirilik gibi toplumsal olaylara pek karışmamışlardır.

Sühreverdilik Kütüğü

- İmam Ali
- Hasan Basri
- Habib Acemi
- Davud Tai
- Maruf Kerhi
- Seriü-s Sakati
- Cüneyd Bağdadi
- Mümşadü’l Deynuri
- Muhiddin Nuri
- Mehmed Bekri
- Vecihetü’l Kadi
- Ömer Bekri
- Ebülnecib Sühreverdi
- Ömer Şahabeddin Sühreverdi . . .

Kaynak : İ.Z.EYÜBOĞLU


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.