![]() |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
ÜÇ REJİM Bugün dünyada başlıca üç rejim var: Demokrasi, faşizm, komünizm. Bunları birer terim olarak kullanıyorum. Çünkü faşizm, nasyonal-sosyalizm ve falanjizm birbirinden biraz farklı ve milli sistemler olduğu halde ana prensipleri benzediği için hepsine birden faşizm diyorum. Komünizmi de umumiyetle sol cereyanları anlatmak için kullanıyorum. Komünizmin mutedil şekli olan sosyalizm aşağı yukarı dünyadan kalkmış ve umumiyetle komünizme çevrilmiştir. Bir kısmı da sağa kaçıp nasyonel-sosyalizm halinde millileştirilmiştir. Bu üç rejimin üçü de yabancı kaynaklıdır. Bundan dolayı bizim memleketimizde bu üç düşünceden birine taraftar olanları yabancı ajanlığı ile itham etmelerine yer yoktur. Demokrasinin doğuşundaki baslıca amil, eski Yunanın ve bilhassa eski Atina`nın hayat tarzı ve tarihi yürüyüşüdür. Kalabalık olmuyan ve hemen hemen hepsi birbirini tanıyan münevver vatandaşlardan mürekkep bir şehir devletinde, eğer o devleti daimi olarak tehdit eden bir dış tehlike yoksa ve o millet ( veya site ) mutedil sıcak bir toprakta yaşıyan ve konuşmasını çok seven insanlardan mürekkep olursa, demokrasinin kurulması için en uygun vasat mevcut demektir. Sert iklim topraklarda ve daimi dış tehlikelerle çevrili yerlerde demokrasi doğamazdı. Nitekim medeniyette bu kadar ileri giden eski Çinde, adaleti pek ileri götürmüş olan bazı Türk imparatorluklarında ve aşağı yukarı Atina kadar medeni olan Türk sitelerinde (Kaşgarya`da) hiçbir zaman için demokrasi doğmamıştır. Demokrasi her mesele için bol bol konuşup münakaşa ederek karar vermek rejimidir. Halbuki bu münakaşalar uzun zamanlara bağlıdır ve dış tehlikenin olmadığı zamanlarda olur. Nitekim eski Yunan topluluğunda da devamlı dış tehlikeler yüz gösterince demokrasi suya düşmüştür. Muhtelif demokrasiler içinde, bir milletin iç olgunlaşmasıyla ve kendi kendine elde ettiği demokrasi faydalıdır. İngiliz demokrasisi böyle bir iç olgunlaşma ile elde edildiği için bütün dünyada örnek tutuluyor. Başka milletleri taklid yolu ile, milletin yapısına uygun olmadan yapılan demokrasiler istibdad kadar zararlıdır ( örneğin: Fransa). Dünyada hiçbir siyasi, içtimai veya iktisadi rejim veya mezhep edebi olmadığı için demokrasi de muvakkattır ve değişmeye mahkumdur. Ancak her mezhep ve her fikir, yerini başkalarına bırakırken kendisinden bazı unsurları da yeni fikre veya mezhebe devrettiği için, demokrasinin bazı prensipleri de yeni rejimler veya mezhepler içinde yaşıyabilir. Yahut, demokrasi yaşamak için, daha yeni fikirlerden ve mezhepler bazı umdelerle aşlanarak azçok değişik olarak devam edebilir. Nitekim Ingiltere ve Amerika bu savaştan sonra demokraside bir inkilap yapılacağını sezdiren belirtiler çoğalmıştır. Demokrasinin müsamahakarlığı, evvelce kuvvetini teşkil ettiği halde bugün içindeki düşmanlarının beslenmesine yarıyor. Faşizm ve komünizm demokrasinin bu müsamahakarlığı sayesinde büyüdüler. Demokrasi buhranının sebeblerinden biri de bir ağırlık ve yavaşlık rejimi olmasıdır. Halbuki bugünkü hayat, bilhassa bazı safhalarında, çabukluk istiyor. Demokrasinin en büyük kusuru ise istidat, zeka ve kalite yerine kalabalığı koymasıdır. Faşizm, komünizmin taşkın ve gayri ahlaki hareketlerinin aksülamelidir. Milliyeti inkar eden, milletleri yıkmak için geleneğe ve mukaddesata düşmanlık güden komünizme karşı milli varlıklarını korumak isteyen milletlerin başvurdukları devadır. Hürriyetin, anarşinin, komünizmin doğurduğu düzensizliklere ve kargaşalıklara karşı başvurulan disiplin yoludur. Avrupa`da faşizm yalnız üç ülkede, komünizm tehlikesi içine düşmüş olan İtalya, Almanya ve İspanya`da doğmuştur. Demek ki faşizm içtimai bir panzehirdir. Faşizmin unsurları milli ülkü, milli gurur, gelenek ve dindir. Bazı esasları ilim gözüyle bakanlara aykırı gelse de ameli bakımdan halkın duygularını okşar ve komünizm çılgınlığına karşı dikilmiş olduğu için de makbul sayılır. Komünizm dünyanın hiçbir yerinde ekseriyetin reyiyle iktidar mevkiine geçememiştir. Halbuki faşizm Almanya`da ezici bir çokluğun reyi ile iş başına gelmişti. Demek ki halk yığınları faşizmi komünizme tercih ediyorlar. Nitekim ne faşizmin, ne de komünizmin iktidar mevkinde olmadıkları bazı ülkelerin millet meclislerinde faşist saylavların sayısı komünistlerden çoktu. Komünizm, vaadettiği şeylerin hiçbirisini yapamamış, bilakis iddialarının bir kısmından vazgeçme mecburiyetinde kalmıştır. Komünizm, cihansumul bir iddia ile meydana çıkmış, zamanla ri`cat ederek mahallileştirilmiştir. Faşizm, mahalli olarak savaşa baslamış, yavaş yavaş cihan ölçüsünde bir değer ve karakter almıştır. Komünizm tehlikesinin başladığı heryerde faşizmin ortaya çıkarak galebe çalması da üzerinde durulacak bir noktadır. Her ülkedeki faşizmin yapısı bir değildir. Türlü faşizmlerin birleşik noktaları milli mefahirden ve milli maziden örnek ve kuvvet almalarıdır. Faşizmin irtica ile ithan olunmasının sebebi budur. Bunun asrı feodalizm zihniyeti ve bir sınıfın diktatörlüğü diye anlamak doğru değildir. İtalyan faşizmi tuttuğunu başaramıyacaksa bunun sebeplerini Roma`nın bin yıllık esaretinde ve İtalyan milletinin melezliğinde aramalıdır. Milli ülkü ve milli gururla yuğurulan ve geçmişteki hakları arıyan faşizm savaşmak mecburiyetindedir. Bu onun için suç sayılamaz. Çünkü yaşamak isteyen herhangi bir rejim de savaşmak zorundadır. Nitekim Fransa, büyük ihtilali yapıp demokrasi ve cumhuriyeti kurduktan sonra herzamankinden daha çok savaşmıştır. Demokrat Ingiltere bile dupedüz ticaret harpleri yapmaktan çekinmemiştir. Komünist Rusya ise, içerde rejimini biraz sağlamlaştırdıktan sonra Polonya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Başkurdistan ve Türkistan`la savaşarak Polonya`dan başkasının ihtilallerine son vermiş, bu sefer de ilk önce, hariciye nazırları Molotf`un dedişi gibi Polonya`daki ırkdaşlarını kurtarmak üzere, Almanya tarafından zaten yere serilmiş olan Polonya`ya arkadan hücum etmiş, sonra küçük Fin ırkdaşlarımızla çarpışarak büyük bir zafer kazanmış, Romanya`yı tehdit ederek Besarabya`yı almış ve yine tehditle üç küçük Baltık devletini kendisine eklemiştir. Bunlar için kimse Rusya`yı ayıplayamaz. Çünkü hayat savaştır. Faşizmin, hayatta esas halin savaş oldugunu iddia etmesi biyoloji bakımından doğrudur. Bunu açık olarak ilan etmesini ya toyluğuna veya mertliğine vermelidir. Faşizmin en büyük kusuru tenkide müsaade etmeyişidir. Komünizm ( ve onun mutedil şekli ve anası olan sosyalizm) ise ezilen insanların haklarını güya korumak için ortaya atılmış, fakat ortaya atılırken milliyet gibi, ferdi mülkiyet ve din gibi bazı esaslı unsurları inkar etmek gafletine düşmüş ve bünyesine hiçbir inanca bağlı olmuyan menfaatçileri de karıştırarak büsbütün bozulmuş hayali bir meslektir. Bu mesleğin en büyük yanlışlarından birisi de kendi sistemini dünya ölçüsünde tatbike kalkmış olmasıdır. İzaha luzum yoktur ki insan topluluklarının hepsi aynı şartlar, prensipler ve kanunlarla idare edilemez. Milliyeti reddetmenin ne çıkmaz bir yol olduğuna ve sosyalizmin ancak "milli" olarak yaşıyabileceğine en büyük örnek Almanya olaylarıdır. Dünyanın her yerinde kuvvetli ve kültürlü milletler tarafından tahkir edilen, ezilen ve iş başına ancak zorla gelebilen sosyalistler "milli sosyalist" olunca Almanya`da seçimle ve ezici bir çoklukla hükümete geçmişlerdir. Çünkü milliyet maddi ve manevi bir şeydir. Irsi, ananevi, tarihi, biyolojik ve antropolojik bir keyfiyettir; inkar olunamaz. "Yaşamak için bir millete mensup olmağa lüzum yoktur" sözü insanlar için doğru değildir. Çünkü ancak hayvanların milliyeti yoktur. Birinci Cihan Savaşı`ndan sonra insanların sola doğru gittikleri sanılmıştı. Bu zan yanlış çıktı ve birkaç serbest seçim insanların bilakis sağa tamayül ettiğini açıkça gösterdi: Alman faşistleri, yani milli sosyalistler, serbest seçimle iktidar mevkiine geldi. 1936 sonkanununda yapılan Yunan seçiminde komünistler 300 saylavlıktan 15`ini, yani reylerin %5`ini kazanabildiler. Netice Yunanistan`da krallığın yeniden kurulması ve komünizmin yokedilmesi oldu. 1936 mayısında yapılan Belçika seçimlerinde sağlar 411, sollar 248 saylavlık elde ettiler. Solların da ancak 27 tanesi komünistti. Buna mukabil sağ tarafta bulunan ve yeni kurulup seçime ilk defa iştirak eden Belçika faşistleri 78 azalık kazanmışlardı. 1936 ikinciteşrininde yapılan Amerika seçiminde sosyalist ve komünistlerden bir tek saylav seçilmedi. İngiltere`nin güya sosyalist fırkası olan İş fırkasına gelince, bu, birçok memlekettelerdeki sağ partilerden daha milliyetçidir. 1936 Mayıs`ındaki Fransız seçiminde sosyalistler kazanmış idiyse de bu, Almanya`daki Hitler hareketlerinin karşılığı ve cevabı idi. Çünkü son zamanlarda Fransız milleti bozulmuş, isterik bir karakter almıştı ki bunun da sonu bozgun ve çöküş oldu. Sosyalizm ve komünizm 1936 Şubat`ı seçiminde 169 saylavlığa karşı 233 saylavlıkla İspanya`da kazandıysa da ömrü pek kısa oldu. Franko`nun temsil ettiği faşizm İspanya`yi temizledi. Franko`ya dışardan yardım yapıldığı ve bu sayede kazandığı söylenemez. Çünkü solcu İspanya`ya da aynı yardım, hemde deniz aşırı yerlerden değil, sınırlardan yapılmıştı. Komünizmin kısmen veya tamamen galebe çaldığı İspanya ve Rusya, medeni dünyanın en geri ülkeleridir. Zaten komünizm ileri ülkelerde hiçbir zaman tutunamamıştır. Geçen cihan savaşından sonra ileri ülkeler olan Macaristan ve Şili`de bir iki ay, daha geri olan İspanya`da iki yıl, en geri olan Rusya`da ise yirmi yil sürmüştür. İleri ülkelerde komünizmin tutunamadığına son örnek de Rusyadır. Rusya, Alman ve Amerikan mühendislerin yardımıyla yirmi yıllık bir çalışmadan sonra kültür ve teknik alanlarında bir hayli ilerleyince komünizme tahammül edememiş, hakiki komünizm taraftarı olan Trocki grubu tasfiye edilmiştir. Komünizm girdiği ülkelerde, mesela İspanya`da yapılan toptan öldürmeler insanlığın refahı için yapılıyor. Milli ve dini ülkülere toptan öldürmelerle varılabileceğini cihan tarihi göstermiştir. Fakat insani ülkülere kırgınlarla ve sertlikle varmak usulunun ne kadar çürük olduğunu da son çağ olayları ispat etmiştir. İnsanların refah ve saadeti için kömünizmden başka sınanmış çarelerin de bulunabileceğini dünyanın bugünkü durumu bize gösteriyor: İkinci cihan savaşından önceki Finlandiya ve İsviçre Cumhuriyetleriyle İsveç, Norveç ve Danimarka Krallıklarındaki refah , saadet ve düzende komünizmin hangi payü var? İsveç`in başında bir kralın ve içinde sermayedarların bulunması kuvvete, saadete, düzene engel olmuyor. Buna karşılık İspanya`nın komünizmi ve sosyalizmi onu uçurumun kıyısına kadar getirmişti. Demek ki suç yalnız rejim ve akidenin değil, insanların kendisinindir. Yüksek ahlaklı ve münevver insanlar mutlakiyetle de idare olsunlar yine hür ve bahtiyardırlar. Geri insanlar ne ile idare olunurlarsa olsunlar bedbaht ve esirdirler. Bundan dolayı komünizm (ve onun hafif şekli olan sosyalizm) millileşmedikçe dünyanın hiçbir yerinde tutunamayacaktır. Japonya`da bir milli komünist fırkası olduğunu da bu vesile ile hatırlatırım. Komünizmin cihandaki durumu ne olursa olsun Türkiye`de bu fikir vatan ve millet aleyhindedir. Hırslarını doyuramıyan cinsi ihtibaslar içinde kıvranan, arkadaşlarından geri kalan, yabancı kan taşiyan ne kadar şaşkın varsa hepsi komünisttir. Demokrasi yer yüzünden kalkarsa onun yerini tutacak olan kuvvet herhalde komünizm olmayacaktır. 29 İlkkanun 1941, Maltepe |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
SESSİZ HİZMET Demokrasiyle idare olunan memleketlerde partiler arasındaki didişme, millete yapılan hizmetleri büyük gürültü ile ilân ederek vatandaşlara anlatmak sonucunu vermektedir. Maksat oy kazanmak olduğu için her hizmet, vatandaşa, olduğundan daha büyükmüş gibi gösterilir, bunun için de hizmetlerin gürültüyle açığa vurulması gibi bir âdet doğar. Bu âdet, taklit kanunu gereğince, siyasi olmayan alanlara da bulaşır; böylece ticari ilân ve reklamlardan başlayarak memleketin her iş dalında geçer akça halini alır. Bunun pek çok örneğini her gün görmekteyiz: Yılın romanı, beklenen dergi, hâdise yaratacak piyes gibi mübalağalı reklamlar artık harcı âlem olmuştur. O kadar ki, mübalağa âdeta hayata girmiş, hakiki mübalağa için başka kelimeler aranmasına başlanmıştır. Fakat bu arada bir de gürültü etmeden yapılan hizmetler vardır. Bunlar hizmetlerini ve emeklerini büyütmezler. Yaptıklarıyla övünmezler. Kendilerinin var olduğunu işaret etmekle yetinip alanını millete bırakırlar: Millet isterse beğensin, isterse ilgi göstermesin. Bu türlü hizmetlerin, kendilerini çığırtkanlıkla ilân eden hizmetlerden daha faydalı olduğu muhakkak gibidir. Böyle sessiz sessiz çalışıp memleket kültürüne ve ahlâkına hizmet edenler konusunda iki örnek vereceğim: 1) İstanbul'da 20 yıldan beri "Türk Folklor Araştırmaları" adında aylık bir dergi çıkmaktadır. Folklorcu İhsan Hınçer'in idare ettiği bu dergi halk şairleri, halk âdetleri, evlenmeler, yemekler, bilmeceler, maniler, çocuk oyunları ve her türlü halkiyat üzerinde yayın yapmakta, Türkiye Türkleri'nin manevi-sosyal yapısını tesbit etmektedir. Yirmi yıldır çıkan bu dergiden kaç kişinin haberi vardır? Magazinleri, filim ve roman dergilerini kapışanlar, seks kitaplarına dünya kadar para verenler yanında bu sessiz, fakat ciddi dergiyi kaç kişi okumaktadır? Fakat buna rağmen bugün yüz binlerce nüsha basılıp satılan dergiler ve gazeteler unutulacak, "Türk Folklar Araştırmaları Dergisi" ise yarın Türk tarihi ve sosyolojisi için hazine değerinde bir ana kaynak olacaktır. Çünkü bu dergi bugün değişmek üzere bulunan Türk toplumunun asırlar öncesinden gelen âdetlerini ve hayat görüşünü arayıp bulmakta, onları kâğıda geçirerek ebedileştirmektedir. Folklor, ilk bakışta pek mühim değildir. Fakat aslında bir milletin iç yapısını gösteren bir ayna gibidir. Tarihçiler ve içtimaiyatçılar ondan mânâ çıkarmasını bilir. İhsan Hınçer memlekete yaptığı bunca hizmete rağmen bugün tanınmamakta, fakat hizmet yerine memleketin temeline balta savuran birçok vatan düşmanı yazar ve politikacı şöhretin doruğunda bulunmaktadır. Bununla beraber bu durum geçicidir. Yarın yerler değişecektir. 21. Yüzyıl sonlarında Türkiye'nin kültür tarihi yazılırken bu gösterişsiz dergi ile onun mütevazi sahibi ve dergide emeği olan yazarlar tarihe geçecek, bugün yaygarası göklere çıkan muzahrafat ise tarihin çöp tenekesinde lâyık oldukları yeri bulacaktır. 2) "Şevket Rado" adı işitilmiş ve tanınmış olmakla beraber onun da hizmetleri henüz gereğince kavranmış değildir. Çünkü Şevket Rado bir parti adamı veya şöhret yolcusu değildir. Şimdiye kadar bilhassa "Hayat" mecmuasındaki yazıları ve radyodaki konuşmalarıyla tanınmıştı, bu yazı ve konuşmalar milli kültür ve ahlâk bakımından çok değerli olduğu halde bunlar da lâyık olduğu ehemmiyetle karşılanmış değildir. Daima akıl, mantık, itidal ve ahlâk çerçeveleri içinde kalan, vatandaşlık, görgü ve insanlık öğütleri veren bu yazılar ve konuşmalar tamtam müziği arasındaki bir keman melodisi gibi kaybolmuş veya pek az işitilmiştir. Anlaşılıyor ki Şevket Rado da bugünden ziyade yarına hitap etmiştir. Yine onun çok mühim bir hizmeti, Başbakanla birlikte Rusya'ya yaptığı gezinin intibalarını yayınlamasıdır. Çok tarafsız bir görüşle yazılan bu eser kadar komünizme darbe vurmuş kitap pek azdır. Milli Eğitim Bakanlığı bir takım ıvır zıvır kitapları "Tebliğler Dergisi'nde tavsiye edeceğine bu kitabı liselerde sosyoloji derslerine yardımcı olarak okutsa büyük bir milli hizmet görmüş olurdu. Komünizmin iç yüzündeki maskaralık bu küçük eserde başarıyla dile getirilmiş, kızıl cennetin nasıl bir cehennem olduğu sakin bir dille anlatılmıştır. Şevket Rado'nun milli kültüre son hizmeti de 17. Asırda yazılmış tarihlerimizden Subhatü'l Ahbâr'ın Viyana nüshasını tıpkı basım olarak neşretmesidir. Eserin tarihi bilgi bakımından ehemmiyeti yoksa da Viyana nüshası nefis minyatürlü bir nüsha olduğu için Türk Güzel Sanatlar Tarihi bakımından fevkalâde mühimdir, Adem'le Havva'dan başlayarak bir çok efsanevi ve tarihi hükümdarların, bu arada, yüzü peçeli olmak şartı ile, Peygamber'in, dört halifenin, Türk padişahlarının nefis resimleri sıralanmakta olan ve hicri 1085 (milâdi 1675) yılına kadar gelen bu tarihteki son resim Dördüncü Avcı Sultan Mehmed'e aittir. Gayet güzel bir kâğıda pek güzel bir baskı ile basılan ve aynı nefasetteki, klâsik modellere uygun bir kapak içinde çıkarılan bu eseri ve benzerlerini aslında Milli Eğitim Bakanlığı'nın veya Türk Tarih Kurumu gibi müesseselerin yayınlaması beklenirdi. İstanbul kütüphanelerinde buna benzer pek çok sanat eserleri neşredilecekleri günü beklemektedir. Şevket Rado bir tanesini yapmakla bir çığır açmış ve Türk kültürüne büyük bîr hizmette bulunmuştur. Himmetini tebrik ederiz. |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
KİM MİLLİ KAHRAMANDIR? Kahramanlar tarihin her çağında saygı görmüş; her zaman her yerde kahramanlar yetişmiştir. Kahramanlık insan erdemlerinin en yücesidir. Milletlerin de kahramanları sayısınca itibar kazandığı ve dayanıklı olduğu bilinen gerçeklerdendir. Fakat sadece “kahraman” olmakla “milli kahraman” olmak arasında fark vardır. “Milli kahraman”, tesirini daha büyük çapta gösteren, gelecek yüzyıllara da kumanda eden, unutulmaz izler bırakan kimsedir. Milli kahramanlar, milletlerin hayatına yön verir. Milli kahraman olmak için yüksek makamda bulunmaya lüzum yoktur. Mesela 30 yıldan beni Amerikalılar’a ve Filipinliler’e teslim olmadan tek başına Lübang adasında yaşayan ve bugün 51 yaşında bulunan Japon Teğmeni Onoda da bir milli kahramandır. Onun, vaktiyle almış olduğu buyruğa uyarak direnmesinin gerçi Japon savunmasına hiçbir yararı dokunmamışsa da, temsil ettiği kahramanlık ruhu ile Japon milletine şeref ve gurur vermiş, tarihe ebedi bir kahraman olarak geçmiştir. Milli kahramanlar bir millete hız veren enerji kaynaklarıdır. Onlar olmadan büyük bilgin, dahi şair veya filozof yetiştirmenin değeri ve manası kalmaz. Hindistan, filozoflar ve şairler yetiştiren, fakat milli kahraman çıkarmayan ülkelerin nasıl yaşadıklarına iyi bir örnektir. Fakat şunu da unutmamalı ki milli kahraman yetiştirdiği takdirde halde onları unutan bir millet, hayvan sürüsünden biraz farklı bir yığındır. Ergeç başkaları tarafından güdülmeye mahkumdur. Milli kahramanları unutmak nasıl bir felaketse sahte milli kahramanları uydurmak da o kadar vahim bir rezalettir. Bu, hırsızlığı zeka, dolandırıcılığı deha saymakla eşit bir faziletsizliktir. Kendi eski tarihimizden örnek vermek gerekirse milattan önceki üçüncü yüzyılda, atını ve evdeşini verdiği halde vatan parçasını düşmana vermeyen ve Türk milletini yaratan Tanrıkut Mete’yi milli kahraman tipi olarak gösterebiliriz. O, yenmiş bir milli kahramandı. Yenilmiş milli kahraman tipi ise Kür Şad’dır. O delice kahramanlık olmasaydı Türkler Çin’de erimiş ve Türk devletine hakim olan zayıf Sırtaduşlar Çin’le başa çıkamayacağı için Türk milleti bugün yeryüzünden silinmiş olacaktı. Hepsi ölen 41 kişinin koca bir imparatorluğa dehşet salması onların nasıl milli kahramanlar olduklarının senedidir. O yenilmiş ve öldürülmüş milli kahramanlar daha sonraki zaferlerin ve bütün milli hayatın yaratıcıları olmuştur. Çünkü milli kahraman olmak için inanmak ve ölümü göze almak şarttır Yeni tarihimize gelince, bunun yalnız Kurtuluş Savaşı devresini alarak hangi milli kahramanları yetiştirdiğini düşünürsek vereceğimiz hüküm hiç tereddütsüz şu olacaktır. Kurtuluş Savaşı’nın iki milli kahramanı, en karanlık günlerde bile bu işin başarılacağına inanan Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal Paşa’lardır. Biri iyi silahlı Ermeni ordusunu onun yarısı kadar bir kuvvetle bozguna uğratarak, öteki bir destan savaşı olan Sakarya’yı ve imha savaşının en güzel örneği Dumlupınar’ı kazanarak bu payeyi almışlardır. Bu savaşların Türk ve cihan hayatındaki tesirleri hala devam etmektedir. Kurtuluş Savaşı’nın birçok kahramanı daha vardır. Fakat başta ünlü asker Mareşal Fevzi Çakmak olduğu halde bunların hiçbiri milli kahraman olacak ayarda değildir. Gerçekler balçıkla sıvanamaz. Hiçbir değeri olmayanları bugün milli kahraman ilan etseler bile yarın onlar o mevkiden indirilir. Stalin’in cesedi de aynı sebeplerle Lenin’in yanından alınarak yok edildi. Ötüken, 11 Mart 1974, Sayı: 3 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
DÜŞMANLARA KOZ VERİLİYOR 27 Mayıs 1960'tan sonraki ayların birinde, durumun Türkiye için siyasi bakımdan pek sağlam gözüktüğü bir sırada, Kıbrıslı bir öğrenci bana: "Rumlar yakında Türkler'e karşı harekete geçeceklerdir" demişti. Tecrübesiz bir gencin bu kanaatine katılmamış, bunu nerden çıkardığını sormuştum. Çünkü o zaman Ada'da ne 10.000 Yunan askeri ne de ağır silahlar vardı. Hatta yerli Rumlar bile henüz yeterince silahlanmamıştı. Böyle bir durumda Rumlar neye güvenerek Türklere saldıracaklardı? Bunu öğrenciye sordum: "Türkiye'deki iç çekişmelerden, milletin iki kampa ayrılmış olmasından faydalanacaklar" diye cevap verdi. Zaman genç öğrenciyı haklı çıkardı. Rumlar bütün fırsatları kullandılar. Biz burada birbirimizi yer ve edebi şantajlarla vakit geçirirken zayıf durumdan kuvvetli duruma geldiler. Dikkat olunursa bugün de aynı duruma gelinmiştir. Parti kavgaları, perde arkası oyunlar, Zonguldak olayları, mebus maaşlarına zam, solcu tahrikler, demeçler, tavizler, kitap toplamalar ve arkasından Kıbrıs Rum hareketi.... Yabancıya, hele düşmana koz vermede eşimiz yok. Kafalar işlemiyor. Siyasi tahmin yapan politikacı bulunmuyor. Üstelik de memleket mukeddaratını yönetenler ne kısa, ne de uzun vadeli bir milli siyaset güdemiyor. Günlük politika ile bir devlet ancak bu kadar idare edilir. Yunanlılar 10.000 askeri Kıbrıs'a sokmadan önce Türk çetecileri sokulacaktı. Onlar davranmadan önce azık ve cephane stokları yapılacaktı. Böyle ufak işlere tenezzül olunmayıp iç politika tertipleri, parti transferleri, sosyal adalet, reform, reform, yine reform gibi önemli ve büyük işlerle uğraşıldı. Ancak yumurta kapıya geldikten sonra Kıbrıs'a dönüldü. Şimdi pirincin taşını ayıkla bakalım. Savunmada kalkınmayı siyasi marifet sananlar, dişmanın teşebbüsü ile harekete geçenlere belki bir şey olmayacak. Millet tatlı bir uykudan sert bir darbe ile uyandığı zaman akıllar başa gelecek ama o zaman da iş işten geçmis olucak. Uyanalım. Elimizde daha çok imkanlar var. En iyi savunmanın saldırı olduğunu artık öğrenelim. Kendi kozlarımızı kullanalım. Basiretli yapılan her hareket beynelmilel cihan piyasasında yapanın yanına, haksız da olsa, kar kalıyor. Haklı davamızı yozlaştırmadan biz de öyle yapalım. Bunun neler olduğunu, iş başındakiler şüphesiz herkesten iyi bilir. İhtiyatkarlığı korkaklık derecesine getirmekle yalnız kaybederiz. Atılganlık, tehlikeyi göze almak, kazancın baş şarttıdır. Yaşamaya en çok hak kazananlar ölümü göze alanlardır. Ötüken, 15 Mart 1965 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
DÜŞMANA TAVİZ VERİLMEZ Taviz bir fedakârlıktır. Ancak dosta karşı yapılır. Düşmana verilen taviz bir nevi yenik düşmeden başka bir şey değildir. Taviz hangi düşmanı isteğinden vazgeçirmiş, hangi taviz veren kazançlı çıkmıştır ? Zaman kazanmak üzere geçici bir zaman için verilen taviz, taviz değil, karşı saldırı için bir gerilme ve gerilemeden ibarettir. Böyle bir düşünceyle yapılmayan, karşıdakini durdurmak, daha ileri gitmesini önlemek için verilen taviz yenilmektir. Bunun başka adı yoktur. İkinci Cihan Savaşı'ndan önce İtalya, Somali ve Eritre'ye asker yığarken bu hazırlığın Habeşistan'ı istilâ için olduğu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kesinlikle herkes tarafından bilinirken Habeşliler, sınıra asker toplamamak gibi bir tavizle İtalya'yı belki durduracaklarını ummanın cezasını çok acı şekilde çektiler. O taviz, yani o gaflet yerine, İtalya daha ilk yığınaklarını yaparken, iptidai ordularıyla Eritre ve Somali'ye saldırsalardı sonuç büsbütün başka olur, hiç olmazsa Habeşistan istilası yıllarca geriye kalırdı. İkinci Cihan Savaşı'ndan önce ve savaş sırasında Türkiye'nin Rusya'ya manevi alanda verdiği tavizler, devlet başkanı ağzıyla Türkçülük ve Turancılığın kötülenmesi Ruslar'ın Türkiye üzerindeki emellerinden hiçbirini durdurmadı. Türkiye'ye saldırmak için ilk hazırlıklarını alman ordularının Rusya'ya girmesi üzerine geri bıraktıkları gibi, ikinci hazırlıklarından da Japonya'da patlayan atom bombası üzerine vazgeçtiler. Bununla beraber doğu illerimizden bazılarıyla Boğazlar'da üs istemekten geri kalmadılar. Tavizin hiçbir güçlüğü çözmediğinin son örneği Kıbrıs meselesidir. Yunanistan gibi küçük ve âciz bir devlet bile tavizlere kanmamıştır. Çünkü düşmana taviz verilmez. Düşmana verilen taviz onun cüretini ve iştahını arttırır. Taviz, dostun gönlünü kazanmak için verilir. Düşmanın bir gönlü yoktur ki kazanılsın. Taviz vermeyi kabul eden, hele bunda devam eden, yenilmeyi kabul etmiş demektir. Taviz verene başkaları, kavga çıkarmadığı için belki aferin der ama kimse onu şerefli ve haysiyetli saymaz. Şerefliler taviz vermezler. Şerefin tavizi yoktur. Ötüken, 16 Aralık 1965, Sayı: 24 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
ASKERLİK VE DİSİPLİNLİ MİLLET Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük “Yaşamak için kavga” kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın askerî millet olmak geleneğini geliştirme amacını gütmektedir. “Artık savaş olmıyacak” gibi uyuşturucu telkinlerin, millî savunmamızı, gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz. Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanmak bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır. Türkçülük “disiplinli millet” taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir. Disiplinli millet tipinde istibdat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğu da yoktur. Disiplinli millet hayat telâkkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hattâ kılığı ve takvimi belli millet demektir. Orkun, 18 Ocak 1952 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
ALTIN ELBİSELİ ADAM" HAKKINDA YENİ BİLGİLER Ötüken'in eski sayılarından birinde, Sovyetler Birliğine dahil Türk Kazakistan Cumhuriyeti'nin başkenti Alma-Ata şehrine 50 kilometre uzaktaki Esik kasabası yanında bulunan bir mezardan ve bu mezardaki "Altın Elbiseli Adam"ın cesedinden bahsolunmuş tu. Almanya'da bulunan Kazak Türkleri'nden Hasan Oraltay beğ, altın Elbiseli Adam hakkında Kazak basınındaki yeni bilgileri bize göndermek lûtfunda bulundu. Biz de mühim konu hakkında Türkiye Türkleri'ni aydınlatmak için o bilgileri aktarıyoruz: Alma-Atâ'da "Leninşil Cas" (=Leninci Genç) (1) adında, Kazak Türkçe'siyle günlük bir gazete çıkmaktadır. Bu gazetenin 24 Ocak 1973 tarihli sayısında oralı Türkler'den Irım Kenenbayoğlu'nun "25 Gasır Burin Cazılgan Hat" (=25 Asır Önce Yazılmış Mektup) başlıklı bir makalesi yayınlanmıştır. Makalede "Altın Elbiseli Adam" hakkında bilgi vermekte, 400'den fazla altın eşya bulunduğu anlatılmakta, bunun nerde ve ne zaman keşfolunduğu hakkında evvelce verilen izahat tekrarlanmaktadır. Kenenbayoğlu bu mezarın, bu asrın başına İngiliz arkeologları tarafından bulunan Mısır firavunlarından Tutankhamon'un mezarıyla mukayesenin mümkün olduğunu söyledikten sonra mezardan çıkarılan eşyanın ehemmiyetine temas etmektedir. Kenenbayoğlu'nun bildirdiğine göre Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan yazı Moskova ve Leningrad üniversitelerine yollanmış, fakat onlar okuyamadıklarını bildirerek geri göndermişlerdir. Sonra bununla Kazak İlim Akademisi bilginleri, bilhassa Prof. Gayneddin Alioğlu Musabay ilgilenmiştir. Musabay yalnız Kazakistan çapında değil, bütün Sovyetler Birliği çapında eski Türk yazıtları bilgini olarak tanınmış ve pek çok eser vermiştir. Gayneddin Alioğlu Musabay bu yazıyı okumayı başarmış, Kazak İlim Akademisi Dil Enstitüsü'nün son dil haftasında açıklamalar yapmıştır. Musabay, Yenisey-Orkun Yazıtları ile Esik yazıtı arasında 1.000 yıldan fazla zaman farkı olduğunu bildirmiştir. Kazak bilgini burada şaşırtıcı bir fikir ileri sürmüş, her işaretin bir harfi değil, bir heceyi gösterdiğini söyleyerek yazıtın şöyle okunması gerektiğini bildirmiştir: Taza as tuvin agannın Eldi ege. Altın, eskerin Sagan ar eperedi. Casına cete Bakıtındı aşasın. Sav bol. Gayneddin Alioğlu Musabay'ın fikrine göre milâttan önceki 7-5. Yüzyıllarda Saka-Usun gibi eski Türk kavimlerinin ülkesinde yazı olduğunu bu gümüş kaşıktaki satırlar ispat etmektedir. Bu da Orkun yazısının bu Saka-Usun ülkesindeki yazının bir devamı ve tekâmülü olduğunu gösterir. Demek ki eski Türk alfabesi önce ideoramla başlamış, sonra hece yazısına dönmüştür. Elimizdeki bu kaşık yazısı da hece yazısının son çağına aittir. Bundan sonra hece yazısı harf ses yazısına dönmüş, bundan da bildiğimiz Yenisey-Orkun yazıtları doğmuştur. Gazetedeki makalede yazılı gümüş kaşığın mezara ne için gömüldüğü hakkında açıklamalar vardır. Safi gümüşten yapılan kaşığın sapı yoktur. Bu mezar daha önce açılmadığına göre sap çalınmış olamaz. Mezardan anlaşıldığına göre de buraya kırık dökük eşyanın konulması da âdet değildir. Mezardaki cesedin ya çok zengin birisine veya bir subaya ait olduğu anlaşılıyor. Bu durumda sapsız kaşığın, mezarda bulunan yiğit doğduğu zaman ona bir akrabası tarafından verilmiş hediye olması düşünülebilir. Leninşil Cas gazetesindeki makalede böyle bir hazinenin Sovyetler Birliği sınırları içinde bugüne kadar bulunmadığı, hatta dünyada bile bunun eşinin ancak Mısır'daki firavun mezarı olduğu belirtilmiştir. Amerika'da çalışan bir Türkistanlının bildirdiğine göre Amerika hükümeti, Musabay'ı davet etmiş, çok büyük bir para teklif ederek üç ay Amerikan üniversitelerinde ders vermesini istemişse de Ruslar izin vermemiştir. Yukarıdaki kaşık yazısının Türkiye Türkçe'sine çevrilişi şöyledir: Temiz çek tuğunu ağabeyinin Sağlam sahip (ol). Altın, askerin Sana şan verir. Yaşına yeterek (=büyüyerek) Bahtını aşasın. Sağ ol. Bu okuyuşta Kazak ırkdaşımıza katılmadığımız noktalar var. Bunların biri metinde "asker" ve "baht" anlamında "eskez" ve "bakıt" kelimelerinin geçişidir. "Asker" Yunanca'dan Arapça'ya, oradan da bize geçmiş bir kelime olup milâttan önce 5. Asırda Türkler arasında kullanılmış olması asla düşünülemez. Farsça bir kelime olan "baht"ın, "bakıt" şeklinde de olsa o zamanki Türkçe'de kullanılması mümkün değildir. Bundan başka eski Türkçe'deki "tuğ"' ve "sağ" kelimelerinin ki, bunlar ancak 16. Asırda bazı Türk ağızlarında ve bu arada Kazakça'da "tuv" ve "sav" şeklini almıştır, milâttan önceki asırlarda da "tuv" ve "sav" diye kullanılması kabul olunamaz. "V" harfi Türkçe'de sonradan teşekkül etmiştir. Bununla beraber Musabay'ın bir çığır açtığı muhakkaktır. Kutlanmaya değer. Ancak metnin yeni ve daha doğru bir okunuşa ihtiyacı bulunduğu da inkâr olunamaz. (1) Kazak Türkleri bizim Türkçe'mizde ve edebi Çağatayca'da başta bulunan "y" leri "c" olarak, "ş"leri de "s" olarak söylerler. Doğu ve Batı edebi lehçelerinde "genç" demek olan "yaş", Kazak Türkleri'nde bu sebeple "cas" olur. "Leninşil"in sonundaki "şil" de bizim Türkçe'mizde balıkçıl, adamcıl gibi kelimelerde kullanılan mensupluk takısının Kazak Türkleri'ndeki şeklidir. Ötüken, 1973, Sayı: 6 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
KAZAKİSTAN'DA BULUNAN MEZAR Türk Tarih Kurumu tarafından üç ayda bir yayınlanan Belleten'in Temmuz 1969 tarihli 131. sayısında (427. sayfada) "Milâttan Önce Dördüncü Yüzyıla Ait Türkçe Yazıtlar Bulundu" başlıklı kısa bir haber vardı. Tass Ajansı'nın Alma Ata kaynaklı bir haberinde bu yazıtlarda yapılan incelemelere göre bunların Milâttan Önce 4. Yüzyılda meydana getirildiği ve merkezi İle ırmağı bölgesi olan eski ve tek bir Türk devletinin varlığının ortaya çıktığı ilâve ediliyordu. Haberin sonunda da Türk Tarih Kurumu'nun Moskova'daki Türk Büyükelçiliğine ve Sovyet İlimler Akademisi'ne mektup yazarak bu husustaki yayınların gönderilmesini istediği ve bunlar geldikten sonra incelenerek edinilecek bilginin tarih kitaplarına geçmesinin sağlanacağı açıklanıyordu. Bu haber Türk tarihi bakımından çok mühimdi. Bu sebeple, daha sonra çıkacak olan Belleten'leri merakla bekledik. Fakat Ekim 1969 tarihli 132. sayı, Ocak 1970 tarihli 133. sayı ve Nisan 1970 tarihli 134. sayılar, hem de biraz gecikerek çıktığı halde bu eski Türk yazıtları hakkında hiçbir haber yayınlanmadı. Biz merakla beklerken, Ankara'da yayınlanan haftalık "Devlet" gazetesinin bir sayısında Hasan Oraltay'ın "Altın Elbiseli Adam" başlıklı makalesi bizi oldukça aydınlattı. Doğu Türkistan Kazak Türkleri'nden olup Almanyâ da bulunan ve Almanya'ya bol bol gelen "Kazakistan Cumhuriyeti" yayınlarını takip eden Hasan Oraltay bu konu üzerin de çok ilgi çekecek bilgiler vermektedir. Şöyle ki: Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İlimler Akademisi, Tarih-Arkeoloji ve Etnoğrafya Enstitüsü'nün Arkeoloji bölümü müdürü olan Kemal Akişoğlu yönetiminde, Kazakistan başkenti Almatı (=Alma Ata) şehrinin 50 kilometre yakınındaki Esik harabelerinde yapılan kazı sonunda altın elbiseli bir adam bulunmuştur. Bu adamın başlığı tamamiyle altınla süslenmiş ve altınların üstü at, arslan, yabanî koyun, geyik ve dağ keçisi resimleriyle işlenmiştir. Zırhı, ceketi, şalvarı, çizmesinin üst tarafları da altınlarla süslüdür. Bu altınlar okadar çoktur ki arkeologlar ilk önce bu genç adamın tamamen altından elbise giydiğini sanmışlardır. Kemeri ise som altındandır. Bu altınlar üzerindeki işlemeler büyük bir sanat eseridir. Sağ kolundaki kılıcı, sol tarafındaki bıçağının kını ve kamçısı da hep altınla kaplıdır. Kimyevî usullerle yapılan incelemelere göre altın giyimli adamın 18 yaşlarında olması gerekmektedir. Sağ elindeki iki altın yüzükten birinde insan resmi vardır. Bu mezarda 4.000 tane altın eşya bulunmuştur. Fakat bir de gümüş eşyalar vardır ki asıl mühim olanlar bunlardır. Çünkü bir gümüş kepçenin dibinde 26 harfli bir yazı görülmüştür. Bunlar bizim bildiğimiz Gök Türk (Orkun) yazılarına çok benzemekte, bazıları da onlarla ayniyet göstermektedir. Kazak Türkleri'nin tanınmış şair ve tarihçilerinden Olcas Süleymanoğlu, 25 Eylül 1970 tarihli "Kazak Edebiyeti" (=Edebiyatı) gazetesinde Altın Elbiseli Adam hakkında bir yazı yayınlamıştır. Olcas Süleymanoğlu bu yazısında "İşin mühim tarafı bu yazıların hangi dille yazılmış olduğudur' diyor. Olcas'a göre bu harfler, Orkun harflerinın başkangıcı ve eski şeklidir. Kendisi bu 26 harfli yazıda 8 kelimeyi okuyabildiğini söylüyor. Okuduklarının mânâsı şu: "Hakanın oğlu 23 yaşında yok oldu. Halkın şerefi de yok oldu". Burada sekizden fazla kelime varsa da eski Türkçe icazlı bir dil olduğundan bugünkü Türkçeye çevrilişi sırasında daha çok kelime kullanılmış olabilir. Devlet'teki yazıdan birkaç gün sonra, 14 Kasım 1970 tarihli Yeni Gazete'de "Arkeolojinin Ortaya Çıkardığı Yeni Gerçekler" başlıklı bir yazı yayınlandı. "Komsomolskaya Pravda"dan alınan bu yazı da aynı konu üzerindedir. Bu imzasız yazıda yapılan açıklamada bazı küçük farklar vardır. Hasan Oraltay'ın "Esik harabesi" dediği yere burada "Issık köyü" deniliyor ve mezarın tesadüfen bulunduğu anlatılıyor: Issık otobüs garajı genişletilirken buldozer çalışmaları sırasında mezar ortaya çıkmış. Mezarın üstündeki çatı Tiyanşan ormanlarından getirilmiş köknar kerestesiyle yapılmış. Yazılar gümüş bir bardakta imiş ve bardaktaki yazıdan şu mânâ çıkıyormuş: "Hanın oğlu yirmi üçünde öldü. Issık halkının başı sağ olsun". İlk iki kelime "khan uya" diye okunuyormuş ve han oğlu demekmiş. "Uyâ'nın hangi Türk lehçesinde "oğul" demek olduğunu bilmiyoruz. Bu günkü Kıgızca'da bu kelime "yuva" demektir. Kaşgarlı Mahmud'da da aynı mânâya gelir. Yalnız Gök Türkçede "kardeş, hısım" demek olduğu Hüseyin Namık Orkun'un eserinde kayıtlıdır (Bak: Eskı Türk Yazıtları, IV, 125). Bu sebeple bu ilk kelimeye "Han'ın kardeşi" diye çevirmek de mümkündür. Bir de eski Türkçede gırtlaktan okunan "h", yani "kh" harfı yoktur. Onun için "khan uyan'nın "kan uya" olması icab eder. 720 yıllarında dikilmiş olan Bilge Tonyukuk yazıtında "han" kelimesi "kan" şeklinde geçer. Fakat gazete haberleriyle kesin bir sonuca varmak imkânı olmadığı için Hasan Oraltay'dan o harflerin fotokopisini göndermesini rica ettim; derhal göndermek lûtfunda bulundu. Bu fotokopiye göre söz konusu kepçe veya bardaktaki 26 harf, 26 çeşit harf değildir. Buradaki yazıda bulunan harflerin sayısı 26 tanedir. Mükerrerler vardır. Orkun yazıtlarındaki "kalın R" harfinin aynı burada 6 tanedir. Orkun'daki "a, e" harfinin ters çevrilmiş şekli 2 tanedir. Sözün kısası burada 18 çeşit harf vardır. Baştaki ilk üç harfi "gan" yani "han" okumak mümkündür. Fakat iyice inceleme yapmadan herhangi bir hükümde bulunmak albette doğru olmaz. Ancak, Türk ırkının doğduğu bölgede bulunan eski bir mezarın, aksi kesin deliller bulunmadıkça, Türkler'e ait olacağı pek tabiidir. Orada görülen alfabenin Gök Türk alfabesinin iptidaî şekli olması da akla çok yatkındır. Daha çok Yenisey bölgesindeki mezarlarda bulunan harflere benzemektedir. Türkler'e ait olduğu ispat edilirse, Milâttan Önceki Beşinci yüzyıllara ait olan bu mezar ve yazı, Türk tarihinin Kunlar'dan öncesini aydınlatacak ve Türk yazısını 2.500 yıl önceye götürerek millî kültürün sağlam temellerini ortaya koymuş olacaktır. Ruslar'la yapılmış bir kültür anlaşması varken, üniversitelerin ve Türk Tarih Kurumu'nun oraya bir ilim heyeti göndererek Kazak ırkdaşlarımızla ortaklaşa ilmî çalişmalar yapması ne kadar iyi olurdu. Ötüken, 21 Kasım 1970, Sayı: 12 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
İLERİCİLER Disiplin, medeniyetin getirdiği bir davranış şeklidir. Medeniyetin doğurduğu meseleler birçok fedakarlığı gerektirdiğinden insanlar hürriyetlerinden, haklarından ve çıkarlarından vazgeçmek suretiyle bu disipline uyarlar. Bugünün medeniyetinde romantik hürriyet yoktur. Hürriyet yalnız vicdanlarda ve kafaların içindedir. Davranış hürriyeti geri kalmış toplumların işidir. Hürriyetin sınırsızlığı ise ancak hayvanlara mahsustur. Kendilerine "ilerici" ve kendileri gibi düşünmeyen herkese "gerici" diyen bir -----ler ve hayvanlaşmış insanlar topluluğu işte bu sınırsız hürriyeti istiyorlar. Bir topluluğu diri tutan disiplinlerden hiçbirini tanımak istemiyorlar. Kanunlarda işlerine gelmeyen maddeleri kaldırmak davasını güdüyorlar. Ahlakı tahrip etse dahi basının kayıtsız hürriyetini savunuyorlar. Serbest aşk istiyorlar. Kanunlar hürriyeti kısmak, yani insanları hayvanlıktan kurtarmak için yapılır. Kanunlar kötülük yapmak hürriyetini, toplumu yıkmak hürriyetini, ihtikar hürriyetini, cinayet hürriyetini önlemek için yürürlüktedir. Bir toplumu diri tutmak için gerekirse fikir hürriyetine de gem vurulur. Her toplumun ayrı mizacı, ayrı alerjisi, ayrı eğilimi vardır. Bunun dışına çıkılmaz. Çıkılınca rezalet ve fecaat olur. İsveç, Norveç ve Danımarka'da kadınlar için sun'i aşılama ile gebelik kanunu vardır. Aslına bakılırsa sağlam nesil yetiştirmek için bu usul pek yerindedir. Ama bu yerinde olan işi gel de Türkiye'de uygula bakalım. Yer yerinden oynar. Çünkü Türk Milleti'nin düşünüş tarzı, ahlak prensipleri ve insanlık gururu büsbütün ayrıdır. Basin hürriyeti de böyledir. Her şeyi sayıp söylüyemezsin. Basında fikir ve duygu değeri, bilim gerçeği, milli fayda unsuru olmalıdır. Bunların hiçbiri yokken, basın hürriyeti adına ahlak veya sinir bozucu, milli duyguyu incitici yazılar yazmakla hangi insani fayda sağlanır? Fikrin bir sıhhati olmak lazımdır. Erkek ve kız kardeşlerin birbirleriyle evlenmesini savunan fikir, fikir midir? Şu son günlerde Babeuf üzerinde koparılan fırtına kadar gülünç bir davranış olabilir mi? Acaba Babeuf dünyaya gelmeseydi insanlık, hatta Fransa ne kaybederdi? Bu adamın eserinde Türk kanunlarına göre suç unsuru bulan savcı yanılıyor da onu savunanlar mı doğru söylüyor? Yasa gerektirdi mi, Kürt Said'in eserleri nasıl toplatılıyorsa, Frenk Babeuf'ünküler de öyle toplatılır. Babeuf için gösteri yapan zavallılar bu davranışlarıyla tarihe geçeceklerine inanıyorlarsa ne mutlu onlara!... Hele mahkemeye kadar gelerek kendisini sanıklar arasına kattıran kahramana hiç diyecek yok. Yalnız küçük bir nokta: Bu muhteşem kabadayılığı sıkı yönetim zamanında yapmalıydılar. İlericilerin savunduğu serbest aşka gelince, onların istediği bu hürriyet yalniz ve ancak hayvanlarda vardır. Pagan Roma'nın serbest aşk yüzünden, nasıl rezaletlere sahne olduğu unutulmamalıdır. Dinlerin erkek-dişi ilişkileri üzerindeki baskısı da bu rezaletlere karşı sosyal bir tepkiden başka birşey değildir. İlerici-gerici tabirlerini komünistler çıkarmıştır. Eskiden terakkiperver ve mürteci kelimeleri vardı. Fakat bugünkü ilerici-gerici anlamında kullanılmıyordu. Bugün herkes tarafından kullanılan bu kelimeler aşınmış, manasız, medulsuz hale gelmiştir. Hele kendilerine ilerici diyen iğrenç maskaraları gördükten sonra namuslu insanlarda bu kelimeye karşı bir düşmanlık bile belirmiştir. İlerlemek, yurtta herkesi en aşağı ilkokuldan geçirmek ve dünya çapında üniversiteler kurarak dünya çapında bilginler yetiştirmektir. İlerlemek yurtta yüksek bir ahlak seviyesi ve aile düzeni, fertler arasında sevgi ve saygı yaratmak, her türlü ahlaksız ve anormal fert ve akımları tasfiye etmek, hak ve ahlak düşüncelerini kafalara sokmak, siyasi sınırlar dışında kalan soydaşlara yardım elini uzatabilmektir. Yoksa ilerlemek fikir ve düzen bozucu yazılar yazmak veya yazıları Türkçe'ye çevirerek milleti birbirine düşman sınıflara bölmek, çirkin ve ahlaksızca yayınlar yapmak, milli mukeddasatla alay etmek ve yabancılara sinsi sinsi uşaklık etmek değildir. Ötüken, 15 Aralık 1964 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
MANTIK ŞAHESERLERİ Halk Partili üç mebus, Bülent Ecevit, Ali İhsan Göğüş ve Coşkun Kırca, Millet Meclisi Başkanlığına bir kanun teklifi sunarak "Bakanlar Kurulunun yabancı memleketlerde basılmış eserlerden sakıncalı bulduklarını yurda sokmama yetkisi"nin kaldırılmasını istemişler. Bu yetki anayasada kabul edilen hürriyetlerle bağdaşmıyormuş. Adalet Partili mebus Gökhan Evliyaoğlu da kendi partisinin Meclis Grubu Başkanlığına verdiği önergede Halk Partililerin bu teklifini "olumlu" diye vasıflandırdı. Bu dört mebusdaki mantık mekanizması ibretle tahlile değer niteliktedir. Demek ki Türkiye aleyhinde de olsa Bakanlar Kurulu hiçbir eserin memlekete girmemesi için karar veremeyecektir. Mesela Kıbrıs davasında Yunanlıların haklı bulunduğunuö Hatay'ın Suriye'ye verilmesi gerektiğini, Atatürk'ün ahlaksız bir sarhoş ve Türk Milleti'nin soysuzlaşmış bir sürü olduğunu savunsa o eser Türkiye'ye girecektir. Bakanlar Kurulu "giremez" dedi mi, anayasaya aykırı davranmış olacaktır. İşte, hürriyet ve yobazlığın insanları nereye kadar düşürdüğüne ait şaheser örnekler.... Acaba dünyanın herhangi bir yerinde bu kadar sınırsız bir hürriyet var mı? Din uğruna bazen bilim gerçeklerini bile yasaklayan medeni ülkeler yok mu? Bu türlü eserlerin Türkiye'ye sokulmasıyla kaybımız ve sokulmasıyla kazancımız ne olur? Türkiye'de bir Atatürk Kanunu, bir Tedbirler Kanunu varken ve kimse bunlara ses çıkarmazken sen tut, dışarda basılan eserler yurda girsin diye teklif yap.İşte laf kıtlığında asma budamak buna derler. 27 Mayıs 1960'dan beri bir "anayasaya aykırı" tekerlemesi çıktı. O zaman bir ortaokulun haylazları kendilerini döndüren öğretmenin bu hareketini anayasa ya aykırı bulmuşlardı ya, bu her iki anlamı ile bay mebusların önergeleri de zihniyet bakımından bundan pek farklı değil. Bakanlar Kurulu bir bekçiler kurulu mudur? Bu kurul, Türkiye'ye zararlı yayınların girmesini önleyemeyecek olduktan sonra neye yarar? Özgürlük, mözgürlük, hepsini anladık... Fakat bunun sınırı yok mu? Elbette var. Var ama o sınırı kanunlar değil, insanların beyni, düşüncesi, vicdanı ve ahlakı çizer. Özgürlük diye Türkiye'de ne komünist propagandası yapılabilir, ne poliandri derneği kurulabilir, ne de sokaklarda çıplak olarak gezilebilir. Türkiye'de Atatürk'ün aleyhine yazılamadığı gibi İsrail'de Filistin'in Araplar'a geri verilmesinden, hürriyetçi Amerika'da da İsa'nın gayrimeşru bir çocuk ve Meryem'in zaniye olduğundan bahsedilmez. Çünkü hürriyetlerin şartı, zemini, zamanı ve toplumun çıkarlarına uygunluğu ilkesi vardır. Onu aştın mı hürriyet yobazı olursun. Hürriyet, güneş ışınları gibidir. Çoğu insanı çarpar, hatta öldürür. Şu mebuslar ne şahane sosyal demokratlar!... Vitamin eksikliğinden zayıf düşmüş bulunan Türkiye'ye bütün vitaminleri birden yutturarak onu bir anda diriltmek istiyorlar. Bunu yaparken zavallı zayıf Türkiye'yi ölümün kucağına atacaklarını hesaplayamıyorlar. Herhalde beyinleri anayasaya aykırı da ondan. Ötüken, 6 Mayıs 1965 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
KIZILELMA Bir milletin yürütücü kuvvetine “ülkü” denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür. Ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı “and” ve “uzak hedef” demek olan “ülkü”, topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler. Ülkü, ilkönce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlar ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir. Türk destanlarından çıkan anlama göre, Türklerin ülküsü, fetihler sonunda büyük ve üstün bir devlet kurarak bu devletin içinde bolluğa ve mutluluğa kavuşmaktır. Aşağı yukarı, her millet, aynı şekildeki milli gayelerin ardındadır. Milletlerin çapına, kaabiliyetine göre milli ülkülerin ayrıntılarında farklar olmakla beraber, ana çizgiler bakımından hepsi birbirine benzer: Büyümek ve rahatlığa kavuşmak! Türkler, kendi ülkülerine niçin “kızılelma” demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir. Kızılelma ülküsü, Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı, XI. Yüzyılda Anadolu’ya gelen, ençok bir milyon Türk, Bizans’ın Asya ve Avrupa’daki topraklarında rastladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik hrıstiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta “dördüncüsü Okyanusya’dır” üzerindeki teşkilat ve medeniyet şaheserini yaratamazdı. Milletlere milli inanç ve güvenç veren ülkünün ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için bugünkü olaylara bakmak yeter: 60 milyonluk bir millet olmalarına rağmen dağınık, teşkilatsız ve geri olan Araplar, milli ülküleri olan Arap Birliği düşüncesi sayesinde toparlanma yoluna girmişlerdir. Ülkülerinden aldıkları güçle, Filistin işinde İngiltere ve Amerika’ya kafa tutmaktadırlar. Ülkü sahibi millet oldukları için de dünyada itibarları ve değerleri artmıştır. Bizim için çok büyük isret ve ders olan şu olay, Arapların itibarını göstermesi bakımından manalıdır: Birleşmiş Milletler teşkilatının 11 üyeli Güvenlik Konseyi’nin beşi “Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin” daimi, altısı geçicidir. 1945 yılında, bu altı üyelik için seçim yapıldı. 900 yıllık büyük bir geçmişi ve tarihi olan, askeri devlet olarak nam kazanmış bulunan Türkiye bu seçimde ancak bir tek oy alarak Konsey’e giremediği halde, İngiliz işgalinden henüz kurtulamamış olan ordusuz, donanmasız Mısır, 45 oy alarak bu üyeliğe seçildi. Demek ki, o zamanki Birleşmiş Milletler teşkilatına dahil bulunan 50 devletten 45’i, Mısır’ı bizden daha itibarlı ve üstün görmüştü. 1946’da geçici üyelik için yapılan seçimde de, Türkiye’ye kimse oy vermediği halde, Suriye 45 oy aldı. Bir iki yıllık bir devlet olan o zamanki üç milyon nüfuslu Suriye’nin Türkiye`ye tercih edilmesinin sebebi açıktır: Suriye, bir ülkünün ardındadır. Yani prensip sahibidir. Bundan dolayı da, düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır. Yahudiler de, ülkü sahibi olmanın ikinci bir ibret verici örneğidir. Korkaklığı atasözü haline gelen bu millet, bugün, bir milli ülkünün ardında, herhangi bir millet kadar cesaretle çarpışıyor. Milli kahramanlar ve bu milli kahramanlar, idama mahkum edildikleri ve bağışlanma dileğinde bulunurlarsa ölümden kurtulacakları halde, İngiltere’den af dilemeyerek milletlerine şeref vermek suretiyle ölüyorlar. Bu milli ülkü sayesinde, Filistin’deki yarım milyon yahudi (O zaman Filistin’de yarım milyon Yahudi vardı), yalnız Araplarla değil, koca İngiltere ile savaşı göze alıyor, Amerika’ya meydan okuyor. Milli ülküye yapışmak sayesinde Yahudiler o kadar kuvvetlenmişledir ki, bugün İngiltere imparatorluğu onlara karşı bir şey yapamıyor. Tebaasında bir tek kişinin hapse atılmasını savaş sebebi saban İngiltere, bugün, İngiliz askerlerinin öldürülmesine, İngiliz subaylarının kaçırılıp dayak atılarak horlanmasına, masum İngiliz çavuşlarının Yahudiler tarafından canice asılmasına ses çıkaramıyor. Bütün bunların en önemli sebebi Arapların ve Yahudilerin olağanüstü kuvvetli olmasıdır. Bu kuvvet maddi değil, manevidir, Yani ülkü kuvvetidir. Kızılelma ülküsüne “tehlikeli maceracılık” diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudilere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek ve yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır. Biz ise bir yandan “bir Türk dünyaya bedeldir” vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkar ettik. Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve milli ülkü ile delilik diye alay ettik. Güvenlik Konseyindeki seçimler göstermiştir ki, kimseden bir şey istememek, herkesle hoş geçinmek, ittifaklar yapmak bir millete itibar sağlamıyor. Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. “Tarihi görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk” olmayı kabul etmeliyiz. Eski Asurlular, Hititler, Romalılar gibi haritadan silinmeye razı olmalıyız. Buna razı değilsek milli ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla birkaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz. Ülküler için “maddi faydası nedir?”, “uygulanabilir mi?” diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulmaz. Tanrı’nın varlığı da riyazi metod ile isbat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. Ülküler de böyledir. Kızılelma ülküsünün gerisinde savaşlar ve büyük sıkıntılar görüp de korkanlar bulunabilir. Kendi rahatı ve keyfi kaçmasın diye insanlık davası (!) güdenler, ülküyü inkar edenler her zaman, her yerde çıkabilir. Fakat bir milletin içinde büyük bir çoğunluk milli ülküye inandıktan sonra, geri kalanlar da ister istemez bu milli akıntıya uymaya mecburdurlar. Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların milli ülküyü güya milli çıkar adına baltalamasının önüne geçmektir. Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türküsü alır yürür. Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı? Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de “Kızılelma” kendisine yasak edildiği için marksizm ve kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor. Fakat artık bu devir kapanmıştır. Gittikçe uyanan milli şuur karşısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelmanın yolunu kapatamayacaklardır. Ziya Gökalp’ın mısraları düsturumuz olacaktır: Demez taş, kaya Yürürüz yaya... Türküz, gideriz Kızılelmaya. Kızılelma, 1.sayı, 31 Ekim 1947 --->: Nihal ATSIZ'ın Makaleleri frmacil sayfa 2iki --->: Nihal ATSIZ'ın Makaleleri |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
MUSA'NIN NECİP(!) EVLATLARI BİLSİNLER Kİ: Yahudi denilen mahluku dünyada Yahudiden ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez. Çünkü insanlık daima kuvvete, kahramanlığa ve iyiliğe tapındığı halde Yahudi zilletin, korkaklığın, kötülüğün ve seciyesizliğin örneği olmuştur. Dilimizdeki "Yahudi gibi", "çıfıtlık etme", "çıfıt çarşısı", "havraya benzemek", "Yahudiden yumurta alan içinde sarısını bulamaz" gibi sözler bu alçak millete ırkımızın verdiği değeri gösterir. Almanyadan kovulan Yahudileri kabul etmek misafirperverliğinde bulunan Fransada bile Yahudiler hakkındaki en basit iltifatın "pis Yahudi" terkibi olduğunu o memlekete gitmiş olan arkadaslarımız söylüyor. Almanya, Lehistan, Macaristan, Romanya gibi bazı memleketlerde ise Yahudi aleyhtarlığının nasıl yırtıcı bir şekil aldığını ve birgün bu memleketlerdeki Yahudilerin muhakkak kapı dışarı edileceğini hepimiz biliyoruz. Yahudi meselesini ilk halleden memleket Almanya olmuştur. Başka milletler bundan ders alacaklardır. İsveç gibi kendi halinde bir milletin bile Yahudi düşmanı olması bu menfur milletin bütün dünyada nasıl telakki olunduğunu ispat etse gerek. İstanbul'da çıkmaya başlayan Milli İnkilap mecmuasının Yahudilerin hakiki mahiyetlerini meydana koyan neşriyatı üzerine Yahudilerin arasında galeyan olduğunu, hatta onların Beyoğlunda gizli bir toplantı yaparak Milli İnkilap mecmuasına karşı mukabil cephe almak için bazı kararlar verdiklerini işittik. Yalnız bu hareketleri bile onların Türkiye'ye karşı besledikleri duyguları gösterir. Bir defa hükümetten gizli olarak toplantı yapmak kanuni bir cürümdür. Müddei umumiliğin dikkatini celbederiz. Saniyen kendi aleyhlerinde neşriyat yapılmamasını istiyorlarsa bu vatana sadık kalmağa mecburdurlar. Onlar her hareketleriyle ve çıfıt yaygaralarıyla bizden ayrı olduklarını daima bize anlatırlarken biz de herhalde onlara methiye yazacak değiliz. Biz Yahudilerin memleketti meş'um iktisadi ve ahlaki rölünü biliyoruz. Hatta mütareke yıllarında İstanbul'u süsleyen(!) İngiliz, Fransiz, Amerikan, İtalyan, Yunan ve Ermeni bayrakları arasında bir de Yahudi bayrağı olduğunu unutmadık. Eliza Niyego adındaki Yahudi kızının cenaze merasiminde yaptığı edepsizliği de kendileri unutmamışlardır. Bir maliye memuruna rüşvet teklif ederken Ankara'da yakalanan iki Yahudi avukatla, Türklüğü tahir yüzünden tevkif olunan Yahudi kızı meseleleri de onların namussuzluklarının son perdesini teşkil ediyor. Öyle, ikide bir Yahudileri Türkleştirme cemiyetleri kurarak bizi kandırmağa çalışacaklarına namuslu Türk tebaası olarak kalsınlar yetişir. Çünkü biz onların Türkleşeceklerini asla ummadığımız gibi bunu istemeyiz de. Çamur ne kadar fırına verilse demir olmuyacağı gibi Yahudi de ne kadar yırtınsa Türk olamaz. Türklük bir imtiyazdır, her kula, bilhassa Yahudi gibi kullara nasip olmaz. Onlara yapılacak ihtar şudur: Hadlerini bilsinler. Sonra biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz, daha ileri giderek onları korkuturuz. Malum ya ataların sözüne göre Yahudiyi öldürmektense korkutmak yektir. Orhun Dergisi, 1934, Sayı: 7 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
DIŞARIDAN GELMEMİŞ OLAN TEK DÜŞÜNCE Türkçülük düşüncesi, bu fikrin düşmanları veya her şeyle alay etmek alışkanlığında olan prensipsizler tarafından saldırıya uğrarken, yapılan sataşmaların başlıcaları şunlar olmuştur: 1- Bunlardan biri “Türkçülük” kelimesine olan itirazdır. İtirazcılar şöyle demektedirler: “Türkçülük de ne demek oluyor? Bunlar Türk mü satıyorlar? Sütçü, süt alan demek olduğu gibi bunun manası da Türk satan demektir. Böyle saçma bir düşünce olur mu?” Bu itirazın hiçbir ciddi tarafı olmadığı meydandadır. Çünkü kelimelerin sonuna gelen “ci, cı, cü, cu, çi, çı, çü, çu” ekleri, yalnız o nesnenin satıcılığını göstermez; türlü türlü manalara da gelir. En yaygın ve geniş anlamı ise sevgi, taraftarlık, mensupluk belirtmesidir. Nitekim “cumhuriyetçi” ve “kıralcı” kelimeleri cumhuriyeti ve kıralı satan değil, tamamen aksine seven, taraftarlık eden demektir. Bunun gibi “Türkçü” kelimesi de “Türkü seven”, “Türke taraftar olan” anlamına gelir. 2- İkinci ve pek olumsuz bir itiraz, Türkçülüğün, memleketteki başka unsurları gücendireceği fikridir. Bunun da hiçbir tutar yeri olmadığı ortadadır. Dünyanın hiçbir yerinde, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanın kendi düşüncelerini ve çıkarlarını açıkça ileri sürmekten alıkonmak istemesi görülmüş değildir. Bundan başka bir memleket, yalnız bir milletindin ve o milletin istek ve çıkarlarına göre idare olunur. Azınlıklar o ülkede, ancak, asıl sahiplerin milli haklarına baygı göstermek şartıyla adalet içinde yaşamak hakkına maliktirler ve hiçbir suretle, kendi özel ve milli şartlarını, çıkarlarını ileri süremezler. Hele memleketin asıl sahiplerinin hak ve çıkarları aleyhinde hiçbir dilekte bulunamazlar. Bu takdirde vatana ihanet etmiş olurlar. Türkiye’de, yüzde on gücenecek diye yüzde doksanı Türkçülük yapmakta alıkoymaya çalışmak, adeta, yüzde onun manevi diktatörlüğünü kurmak demektir. Böyle bir düşüncenin ahlakla ve kanunla ilgisi yoktur. Hiçbir türlü mantıkta da makbul bir prensip değildir. 3- Üçüncü ve makul gibi gözüken bir itiraz; Türkçülüğün, bütün dünya Türklerini ülkü edinmesi bakımından hayli, boş, hatta maceracı ve tehlikeli olması düşüncesidir. Bu da yanlıştır. “Hayali” demek, asla gerçekleşmeyecek ve gerçekleşmemiş demekse, Türkçülük hayali değildir. Türkçülük, Türklüğün geçmişteki haklarının mirasını istemek bakımından haklı, meşru ve tarihi bir davadır. Türkçülüğün istekleri, geçmişte birkaç kere gerçek olduğu için, “hayal olmamak” gibi bir dayanağı var demektir. Büyük milli ülkülerin hiçbirisi, gerçekleşmesi kolay işlerden değildir. Fakat hepsi birer birer gerçek olmaktadır. Hindistan ve İndonezya kaç yüzyıl sonra milli dileklerine kavuştular? Otuz yıl önce yalnız birkaç aydının kafasındaki hayal olan İndonezya bağımsızlığı nasıl gerçekleşti? Sekiz yüzyıllık bir tutsaklıktan, hatta dilini kaybettikten sonra, İrlandalılar, nasıl kurtulup, kitaplarda kalan milli dillerini diriltmeye koyuldular? Ya hele, dilleriyle anavatanlarını da kaybedip dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler, 2000 yıl sonra Filistin’de milli devletlerini kurup milli dillerini milli yazıları ile yazmaya başlamadılar mı? Bütün bunların yanında Türkçülük ülküsü ne kadar yumuşaktır? Türkçülüğün, maceracı olduğu hakkındaki iddia da hiçbir tarihi olaya dayanmamaktadır. Türkçülük, şimdiye kadar iş başına gelmiş değildir ki, maceracı olduğu denenmiş olsun. Sınırdışı ırkdaşlarını düşünmek, onların bizimle birleşmesini veya hiç olmazsa bağımsız olmasını istemek ise hiçbir zaman maceracılık değildir. Dünyanın bütün milletleri, hatta pek yeni devlet kuranları bile ilki iş olarak sınırdışı ırkdaşlarımızı düşünmek ve hele insan hakları beyannamesinden sonra, onların da insan haklarından faydalanması için teşebbüslere girişmekle yükümlüyüz. Soydaşlarımızı, sistemli bir şekilde yok edenlere savaşa hazırlanmak maceracılık değildir. Milletimizin ve insanlığın en kutlu hakları uğrunda Kore savaşına katılmak nasıl maceracılık değilse; Türklüğün, insanlığın, medeniyetin, mukaddesatın düşmanı olan Moskoflarla hesaplaşmayı düşünmek de öylece maceracılık değildir. Kore’de nasıl Türkiye savunulduysa, kendi sınırlarımızda da Türkiye, Türklük ve bütün insanlık korunacaktır. 4- Solcular tarafından yapılan bir itiraz da, Türkçülüğün dışardan gelme bir fikir olduğudur. Güya bunu Almanlar icad ederek Türkiye’ye sokmuşlar” Türkçülüğün ırkçılık ilkesi de, Hitler Almanyasının ırkçılığından alınma imiş! Yalnız Yahudilere karşı güdülen Alman ırkçılığı ile, her millete karşı bir korunma ilkesi olarak ileri sürülen Türk ırkçılığı arasında bir bağlantı bulunmadığı ve Türk ırkçılığının Alman ırkçılığından çok eski olduğu belgelerle meydandadır. Bir milli ülkünün, yabancı bir millet tarafından Türklere aşılandığı yolundaki bu itiraz, üzerinde durmaya değmeyecek kadar çürüktür. Gerçekte ise, bugün, Türkiye’de fikir akımları arasında yerli ve mili olan tek fikir Türkçülüktür. Faydalı veya zararlı olsun, ötekilerin hepsi dışardan gelmiştir: Komünizm, bize, Rusya’dan aktarılmış ve bir vatan ihaneti halini almıştır. Milletlerarası Yahudi aleti olan Masonluk, Balkanlar yolu ile Türkiye’ye girmiştir. Bugün itibarda olan demokrasinin vatanı İngiltere, sonra Fransa’dır. Epey taraftarı bulunan iktisadi liberalizm ve devletçilik de yabancı köklüdür. Bir zamanlar gazetelerde ve Meclis içinde taraftarları görülen Faşizm, İtalya ve Almanya’da doğmuştur. Hatta bugün Türklerce benimsenip milli bir hale gelmiş bulunan müslümanlık bile aslında Türk köklü değildir. Türk köklü tek fikir, tek ülkü yalnız Türkçülüktür. Bu bakımdan da milli şuurumuzun gelişmesi nisbetinde büyüyecek, güçlenecek ve atılışlar yapacaktır. Orkun, 13 Ekim 1950 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
EN SİNSİ TEHLİKE 1943 Haziran`ınında "En Büyük Tehlike" adı ile çıkan ve tifüsten korunma çarelerinden bahsediyor sanılarak halk tarafından kapışılan bir broşürde Türkçülük ve ırkçılık ülküsüne saldırılmış, Türkçülük yabancı malı bir düşünce diye gösterilmiş, Türkçülerle ırkçıların da yabancı devletlerin ajanları olduğu zimnen anlatılmak istenilmiştir. Bu broşürü yazan (daha doğrusu üstüne imzasını koyan) yoldaşın adı Erkman olduğu için kendisini ilk önce Alman Yahudisi sanmıştım. Çünkü bütün düşünceleri ve bizi lekelemek isterken kullandığı tabiye yahudice idi. Fakat Darüşşafakadan mezun olduğunu işittikten sonra bunun bir Müslüman öksüz olduğunu herkesle birlikte ben de oğrendim. Bu , milli şeref ve haysiyet öksüzü tarafından ihtiyatli bir dil ve güya Türkiye hükümetinin fikirlerini benimser bir eda ile yazılan broşürün içinde, şahsi ihtirasları uğrunda Türkiye`yi savaşa sürüklemek istiyen ve Türkçülükle ırkçılığı Almanlardan alarak bir vasıta gibi kullananlar arasında benim de adım geçiyor. Broşürde benim için "ırkçı Türkçülerin en küstah ve cür`etlilerinden biri olan Atsız" deniliyor. Benim için böyle denmesi hayatımın en büyük şereflerinden biridir. Çünkü Türklük düşmanlarının bana küstah demeleri ülküme sadık oluşumun, yolumda şaşmadan yürüyüşümün güzel bir tanığıdır. Bundan başka ırkçı ve Türkçü olmak da benim için ebediyen övünülebilecek sebeplerden biridir. Önüne durulmaz bir sel olan tarihi mukadderratın bizi götürdüğü noktayı ilk görenlerden biri isem bu benim için suç değil, övünçtür. Bu başlangıçtan sonra bir an için ülkümüzün duygularından sıyrılarak düşünelim: Türkçülük, acaba söylendiği gibi dışarıdan mı gelmiştir? Türkçüler Alman ajanı mıdır? Türkçüler faşist devletlerin Türkiye üzerinde hakimiyetine taraftar mıdırlar? Türk ırkçılığı Alman ırkçılığının kopyası mıdır? 1. Türkçülüğün yabancı malı ve İkinci Vilhelm Almanyası tarafından Türkiye`ye sokulmuş bir fikir olduğu hakkındaki iddia baştanbaşa yanlıştır. Bunu ileri sürenler zekadan mahrum değillerse, bozguncu fikirleri var demektir. "Türklerin başka uruklardan üstünlüğü" düşüncesi demek olan Türkçülük pek eski çağlardan beri Türkler arasında yaşayan bir ülküdür. Eserini 1077`de tamamlıyan Kaşgarlı Mahmud`da bu fikrin, bütün samimiyetiyle, yasadığı görülüyor. "Tanrı`nın Türkleri has ordusu saydığı ve tedip etmek istediği milletlerin uzerine Türkleri gönderdiği" fikrini, Kaşgarlı Mahmud, kitabında zikreder. Millet fikrini tanımıyan Müslümanlığın en koyu çağında, hilafet merkezi olan Bağdat`ta bu sözlerin yazılması Türklerde bir üstünlük duygusu olduğunu göstermez mi? Abbasi ordusundaki Türkler, Türkçeden başka dil bilmemekle övünürlerdi. Çünkü insan dili olarak yalnız Türkçe`yi tanıyorlardı. Mevlana gibi Acem kültürüyle yuğrulmuş ve acemce büyük eserler meydana getirmiş olan bir mutasavvıf bile acemce bir şiirinde "Türk gibi çevik ol, Acem gibi mıymıntılık etme" diyecek kadar Türkleri üstün görüyordu. 15`inci asırda yaşayan Türkistanli Alisir Nevai`nin Türkçeyi acemceden üstün tutması ve bunu ispat için eser yazması, ayni asırda Aydinli Visali`nin dilimizden yabancı kelimeleri atarak saf Türkçe ile şiirler yazmağa kalkması ve bu hareketin 16`ıncı asırda Nazmi ve Mahremi adinda iki şair daha yetiştirmesi hep aynı Türkçülük ve üstünlük duygusunun eski görünüşlerinden ibarettir. Tanzimattan sonra ise Türkçülük duygusu asrı bir şekil almıştır. Sebebi: Osmanlı hakimiyetinde yaşayan Hıristiyan ve Müslüman unsurların yavaş yavaş devletten ayrılmağa çalışması idi. Türk`e ancak Türk`ten fayda geleceğini münevverler kavrıyorlardı. İlk cağdaş Türkçü olan Ali Suavi (1839 - 1877) zamanında Ikinci Vilhelm henüz tahta geçmemişti. Ali Suavi 1877`de öldü. Ikinci Vilhelm ise 1888`de tahta çıktı. Halbuki Suavi siyasi, içtimai, tarihi fikirleriyle Türkçü ve Turancı idi. Kısa hayatında Fransa ve İngiltere`de bulunmuş, Almanya`ya gitmemişti. Zaten o devirde bütün temasımız hemen hemen yalnız Fransız kültürü ile idi. Türkçülüğün mutlaka yabancı bir memleketten geldiğini kabul etmek gerekirse İngiltere ve Fransa tarafından icad olunarak Türkiye`ye sokulduğunu iddia etmek daha akıllıca olur. Cünkü ilk cağdaş Türkçü olan Ali Suavi bu iki ulkede bulunmuş, onların kültürüyle beslenmişti. Türkçülüğün Almanlar tarafından çıkarıldığını iddia edenler bu fikrin yalnız İttihat ve Terakki fırkası tarafından yürütüldüğünü sanmaktan doğan bir yanlışa saplanıyorlar. Halbuki Tanzimattan sonraki çağdaş Türkçülüğün tarihine bakanlar bu düşüncenin pek yanlış olduğunu derhal anlarlar. Çağdaş Türkçülüğün 4 büyük şahsiyeti vardır: Ali Suavi, Süleyman Paşa, Ziya Gök Alp, Rıza Nur. Ali Suavi hem fikri, hem siyasi Türkçülük yapmıştır, Türkçülük kaygısıyla, yani Ayastofanos barışı gibi kötü bir barışın kabul edilmemesi için ihtilal çıkararak Çırağan sarayını basmış, fakat başaramayarak bu uğurda şehit düşmüş bir kahramandır. Almanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Süleyman Paşa ilmi Türkçülük yapmıştır. İlmi (tarihi) Türkçülük yaparken tanınmış Türkiyatçı Fransız De Guignes`nin tesirinde kalmıştı. Onun da Almanlarla hiçbir fikri ilgisi olmamıştır. Ziya Gök Alp ise bütün fikri gıdasını Fransız Durkheim`den almıştır. Asıl başarısı Türkçülük ülküsünü bir sistem haline getirmiş olmasıdır. Bu üç ilk Türkçüde ırkçılık fikirleri yoktur. Hatta Ziya Gök Alp ırkçılığa muarizdir (fakat düşman değil) . Rıza Nur ise mütedil bir ırkçıdır. Fransızcayı iyi bilen Rıza Nur Batı Kültürüne bu dil vasıtasıyla girmiş yıllarca Fransa`da kalmış, Almanya ve İngiltere`ye ancak kısa yolculuklar yapıp müze ve kütüphaneleri gezmiştir. Rıza Nur hem siyasi, hem fikri, hem de ameli Türkçülük yapmıştır. Yani maarif ve sıhhiye vekillikleri sırasında Türk olmuyan unsurları çıkarmış, bütün memurları öz Türklerden seçmeğe çalışmıştı. Görülüyor ki çağdaş Türkçülüğün dört büyük şahsiyetinden hiçbiri Alman kültüründen gıdalanmış kimseler değildir. Hiçbir millete aşırı sempatileri yoktur. Hepsinde de Türk milletinin üstünlüğü ve büyüklüğü düşüncesi hakimdir. Vicdanlı ve namuslu insanlar kabul ederler ki bu dört büyük ölü sağ olup da memleketin başında bulunsalardı her halde faşist devletlere: "Buyrun! Bu ülke sizin olsun. Dilediğinizi yapın." demezlerdi. 2. Türkçüler ırkçı ve savaşçı oldukları için "almancı" veya faşist yahut nasyonal sosyalist olmakla itham olunuyorlar. Bu düşünce de yanlıştır. Alman devleti ırkçı olmakla bütün ırkçıların almancı olması gerekmez. Bugün revaçta olan bütün siyasi ve içtimai fikirler yabancı malıdır. Demokrasi, faşizm ve sosyalizm ( keza onun aşırı şekli olan komünizm) fikirlerinden hiçbirisi Türklerden doğmamıştır. Acaba, bir Türk demokrasiyi kabul ettiği zaman niçin ingilizci sayılmıyor da faşizme taraftar olunca almancı olduğuna hükmolunuyor?Yabancı fikirleri benimsemek o fikrin çıktığı milleti benimsemekse Türkiye`de aşağı yukarı Türk yok demektir. Halbuki hakikat hiç de bu merkezde değildir. Demokrasi ve faşizm taraftarları "millet"i kabul ettikleri için hiçbir yabancı devlete Türkiye`nin kapılarını açmak istemezler. Fakat solcular (yani komünistler) "millet" denilen varlığı "yapmacık" saydıkları ve kabul etmedikleri için, bütün dünyanın bir "birleşik şuralar cumhuriyeti" biçiminde idare olunmasını istedikleri için, onlar Türkiye`nin kapılarını yabancı bir devlete açabilirler. Açabilirler değil, bunun için calışmaktadırlar... 3. Irkçı Türkçülerin hangi millete taraftar oldukları meselesine gelince: Türkiye vicdan ve düşünce hürriyetini kabul etmiş olduğundan bugün Türkiye`de her vatandaş şu veya bu millete taraftar olabilir. Taraftarlık demek, kendi milleti aleyhine olmadığı zamanlarda, o milletin başarısını istemek demektir. Yurttaşlar hükümetin siyasetini bozacak şekilde propaganda yapmadıkça veya daha ileri giderek fiiliyata geçmedikçe düşüncelerinde hürdürler. Irkçı Türkçüler Türk tarihinin verdiği hükümlere baş eğerek dostu ve düşmanı ayırmışlardır. Biz ırkımıza düşmanlık edenle etmeyeni, topraklarımızda gözü olanla olmuyanı biliyoruz. Bizim dostluğumuz ve düşmanlığımız bu esaslara göredir. Bize düşman olana düşman olduğumuz için kimse bizi ayıplayamaz. Irkçı Türkçülük siyasi bir fıkra olmadığı için ırkçı Türkçülerin gündelik siyasetle ilişiği yoktur. Bizim ülkümüz, davalarımız asırlıktır, millidir. Irkçı Türkçülere Alman ajanı demeğe gelince bu, namussuzca bir iftiradan başka şey değildir. Irkçı demek kendi ırkının üstünlüğüne inanmış adam demektir. Böyle bir adam nasıl olur da başka ırka ajanlık edebilir? Bunu biran düşünmek bile budalalıktır. 4. Bizim ırkçılığımızı da Alman yardakçısı olduğumuza tanık diye gösteriyorlar. Yoldaşlar şunu iyi bilsinler ki Almanya cihan haritasından silinip Almanlığın kökü kazınsa bile biz yine ırkçı kalacağız. Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır. Bu ırkçılık Türklüğün ihtiyaçlarından doğmuş olaylarla gelişmiş bir ırkçılıktır. Uzun, acı, denemelerden sonra anladık ki pasaport vatandaşlarından fayda yoktur. Atalarının kanıyla, diliyle, geleneğiyle bu toprağa bağlı olmuyan insanlar en ufak menfaati görünce ihanetten çekinmiyorlar. Biz bunun için ırkçıyız. Balkan savaşında Arnavutlar, Cihan savaşında Araplar ihanet ettiği için ırkçıyız. Selanik`i Yunanlılara tüfek atmadan teslim eden Tahsin Paşa ve Sevr paçavrasını imzalamaktan sevinç duyan Rıza Tevfik Arnavut olduğu için, Harp Okulu öğrencilerini zehirlemek isteyen Nazım Hikmetof Yoldaş Polonyalı olduğu için ırkçıyız. Irkçı olduğumuz için bizi Alman yardakçılığı ilen itham eden yoldaşlar Türkiye hükümetinin de ırkçı olduğunu unutmuş gözüküyorlar. Birçok okullara alınacak öğrencilerin Türk soyundan olmasının şart koşulmuş olduğuna acaba ne buyururlar? Örnek mi istiyorlar? İşte, Tasviri Efkar gazetesinin talebeye kolaylık olsun diye neşrettiği listelerde bazı okulların girme şartlarından birkaç örnek: 1. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü: Okula kabul şartlarından birincisi: "Türkiye Cumhuriyeti tebaasının ve Türk ırkından olmak" ( 13 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar). 2. Hava Gedikli Erbaş Okulu: Okula kabul şartlarının birincisi: "Anası ve babası Türk soyundan olmak" (14 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar) 3. Deniz Gedikli Erbaş Okulu: Okula kabul şartlarının birincisi: "Aslen ve neslen Türk olmak" (16 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar). 4. Askeri Orta Okul: Okula kabul şartlarının birincisi: "Anası babası Türk soyundan olmak" ( 20 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar) 5. Askeri Liseler: Okula kabul şartlarının birincisi: Türk soyundan gelmek" (22 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar). 6. Harp Okulları: Okula kabul şartlarının birincisi: "Türk ırkından olmak" ( 24 Temmuz 1943 tarihli Tasviri Efkar). Görülüyor ki ırkçı olmakla muhakkak faşist olmak gerekmiyormuş. Çünkü faşist olmuyan Türk hükümeti de ırkçılık yapmaktadır. Irkçı Türkçülerin istediği, bu ırkçılığı daha ileri götürerek bütün okulların Türk soyundan gelme talebe almalarını, hatta Türk fikir ve ahlak hayatında rol oynuyan bütün insanların Türk ırkından olmasını; bütün doktor, mühendis, mimar ve öğretmenlerin de kan bakımından Türk olmalarını temin etmektir. Ta ki bir Yahudi Sabiha Zekeriya çıkıp da "ben bu vatana babamın babasının babasının kanıyla bağlı değilim" diyemesin. 5. Şimdi benim hakkımda söylenenlere geliyorum: Bana faşist diyorlar. Kötü bir kasdı olmuyarak bunu ilk defa söylüyen Cihat Hikmet (=Cihan Baban) olmustur. Cihat Hikmet 1933`te "Hitler ve Nasyonal Sosyalizm" adıyla yazdığı bir kitabın 53-60`ıncı sayfalarında "Atsız Mecmua"nın son sayısında neşredilen programdan bahsederken Hitlerin programı ile bunun arasında benzerlikler buluyor ve 57`inci sayfada benim için "Türk faşist`i" tabirini kullanıyor. Atsız Mecmua`nın son sayısında (25 Eylül 1932 tarihli 17`inci sayı) neşredilen o programı ben arkadaşlarımla birlikte hazırladığım zaman (1925) Türkiye`de Hitlerin adını bilen yoktu. Hitlerin Türkiye`de tanınması 1930`dan sonradır. Hitlerin programıyla bizimki aynı olsa bile bu, nihayet koyu ırkçı ve miliyetçi düşünen insanların aynı sonuca vardıklarını gösterir. Cihat o kitabında bana faşist diyor, fakat beni itham etmiyordu. Yanıldığı nokta bizi Hitlerden mulhem sanmasıydı. Halbuki ben faşist değilim. Ben yalnız Türkçüyüm. Türk tarihinin içinde yüzüyorum. Diyebilirim ki her günüm 27 asrın içinde geçiyor. Bize kimin dost, kimin düşman olduğunu biliyorum. Onun için de hiçbir yabancı milleti sevmiyorum. Fakat bu duydu bazı milletlerin bazı meziyetlerini görmeme engel değildir. Çünkü sevgi başka şeydir, takdir başka şey...Bana faşist diyenlere şu manzumeyi takdim ediyorum. Bunun tamamı Sivas`ta çıkan "Yıldız Dağı" dergisinin 1 Mart 1939 tarihli 9`uncu sayısının 6`ıncı sayfasında basılmıştı: ADSIZ ŞİİR Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir; Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar. Yine şanlar alınıp nice canlar verilir, Yiğit akınımızdan yine dünya şaşalar. “Türk tarihi” denen kahramanlık şiirini Yeniden yazmak için harcayacağın kandır. Mısraların içinde en güzel ve derini Batıda “Niğbolu””, doğuda “Çaldıran”dır. Yine batılıların üçüncü Kosova’da Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını. Çekilince kılıçlar yeniden Haçova’da Param parça ederiz Cermenliğin haçını. Yine ufka açılır şanlı korsanlarımız, Bir Türk gölü yaparlar Akdeniz’in içini. Acı acı gülerek bu gün susanlarımız. Yarın rezil ederler Romalı’nın piçini. Arkasını yazmağa lüzum görmediğim bu manzumeden başka benim "Mussoline`ye Davetiye" adlı manzume de yüzlerce, belki binlerce kişinin elindedir. İstiyenlere de takdim ederim. Buna bir göz gezdiren iz`an sahipleri benim Türklük duygusundan ve milli gururdan başka hiçbir duyguya ve prensibe bağlı olmadığımı anlarlar. Hakkımda türlü türlü sözler söylüyen insanlara ve hakiki fikrimi soranlara şunu söylemek isterim ki ben ne faşistim, ne demokratım. Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeğe tenezzül etmiyecek kadar milli şuur ve gurura malik bir Türk`üm. Siyasi, içtimai mezhebim Türkçülüktür. 1 Ağustos1943, Maltepe |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
16 DEVLET MASALI VE UYDURMA BAYRAKLAR Son zamanlarda basında görülen haberlerle ve TRT`nin bastırdığı bir takvimle Türklerin şimdiye kadar 16 büyük devlet kurduğunu, bu yüzden Türkiye Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız bulunduğu iddiaları öne sürüldü. Her şeyimiz gibi tarihimiz de henüz kesin şeklini almış değildir. Türk tarihi nerden başlayıp hangi gidişi takip eder, kimler Türk`tür? Bunlar henüz belli değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bazı büyük şahsiyetlerin Türk olup olmadığı üzerinde bile tarihçilerimiz arasında birlik yoktur. Durum bu merkezde iken, şimdiye kadar 16 büyük Türk devletinin kurulduğu ve Türkiye`nin bunların vârisi olduğu hakkındaki iddia, şüphesiz, çok su götürür bir iddiadır. Şimdiye kadar 16 büyük Türk devleti kurulduğu hakkındaki kararı kimin verdiği belli değildir. Tarih bilginlerinin konusu olan bu konu için ciddi bir kurultayın toplanması gerekirdi. Böyle bir kurultay toplanmış değildir. Ayrıca bu kadar büyük ve tesirli bir fikir için yalnız tarih bilginlerinin toplanması da yeterli sayılmaz. Bu tarih mirasından söz edilirken işe milli kültür ve ülkünün taşıyıcıları olan kimselerin karışması da tarihî bir zarurettir . Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın 16 büyük Türk devletini temsil ettiği hakkında şimdiye kadar benim hiçbir bilgim yoktu. Bu gibi konularla ilgilenen birisi olarak ben bu sembolü bilmedikten sonra acaba bunu kimler biliyordu? Yoksa bu da bir millî sırdı da ancak şimdi mi açığa vurulması uygun görüldü? 16 Türk devleti efsanesini, sayın Tekin Ererin Ocak 1969`da kendi sütununda yazdığı "Türklüğün 16 Avizesi" başlıklı makaleden öğrendim. Bu makalede sayılan 16 devlet arasında Samanlılar gibi Türk olmayan devlet bulunduğu gibi Akkoyunlular, Karakoyunlular, Safeviler, Mısır Kölemenleri gibi büyük ve muhteşem Türk devletlerinden bahsedilmeyişi, hele cihan tarihinin en büyük imparatorluğu olan Çengiz devletinin anılmayışı konuyu daha başlangıçta sakat hale getirmektedir . Bundan başka 16 devlet telâkkisi bizim millî ülkümüze, büyüklük düşüncemize, süreklilik vetîremize aynı zamanda tarihî gerçeklere de şiddetle aykırı düşmektedir. 16 büyük devlet... Tabii, Karamanoğulları ve daha küçükleri gibi ötekilerini de sayınca bu rakam kabaracak, en aşağı 50 devlet olacaktır. 50 devlet kurmayı bir başarı saymak, ilk bakışta mümkün gürünebilir. Fakat madalyonun ters tarafına dönünce iş tamamiyle değişir. Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyetine kaldın?". Zoraki tarih bilginleri tabii bu sorunun cevabını veremeyeceklerdir. Çünkü tarihî gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte anayurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar. Bizi asıl ilgilendiren anayurdumuzdaki devlet olduğuna göre de konu bir veya iki devletin tarihinden ibaret kalmaktadır. Bu iki devlet Türkistan ve onun uzantıları olan doğu Avrupada kurulan devletle bugün Türkiye dediğimiz devletin kurulduğu Önasya bölgesindeki devletten ibarettir ve ikincisi birkaç defa birincisine tâbi olmak suretiyle tarihteki Tek Türk Devleti prensibini devam ettirmiştir. Tek Devlet düşüncesi sembolik de olsa son zamanlara kadar devam etmiş, meselâ Sultan Aziz zamanında Doğu Türkistan'dan Çinlileri atan Atalık Gazi Yakub Han, Türkiye Devletini kendisine metbû tanımıştır. Herşeyimiz gibi tarihimiz de henüz kesin şeklini almış değildir dedik. Bu yüzden okullarda çocuklarımıza millî tarih terbiyesi verilememektedir. Tarihlerde hâlâ Sümerler'in veya Hititler'in Türk olduğu hakkındaki hezeyan tekrarlanmakta, bunu inanmadan öğrenen çocukta millî tarih sevgisi diye bir şey kalmamaktadır. Türk tarihi bir bütündür. Devlet denilen nesneler ayrı hükümdarlar, hanedanlardır. Böyle olunca 16 Türk devleti masalı kendiliğinden yıkılır ve birbirinin devamı olan hanedanlarla Türk tarihindeki birlik karşımızda parıldar. Türk tarihinin devletler adı altında parçalara bölünmesinin millî psikoloji üzerindeki yıkıcı tesirini kimse düşünmüyor. Mazideki millî devamlılığa inanmayan kimsenin bugünkü millî devamlılıktan da ümitsiz olacağı hesaba katılmıyor. Halbuki biraz mantık ve anlayış sahibi olanlar Türk tarihinin aralıksız bir bütün olduğunu kendiliğinden kavrayabilir. Türkiye Cumhuriyeti gökten zembille inmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu`nun devamıdır. Osmanlı İmparatorluğu, İlhanlı Devleti'nin uç beyliğinden doğmuştur; demek ki onun devamıdır. İlhanlı Devleti Anadoludaki Selçuklu devletinin devamıdır. Anadoludaki Selçuklu devleti ile Batı Türkistan ve İrandaki Harzemşahlar devleti Büyük Selçuklu Devletinin devamıdır. Büyük Selçuklu devleti Karahanlıların, Karahanlılar Uygurlar`ın, Uygurlar Gök Türkler`in, Gök Türkler Aparların, Aparlar Siyenpelerin, Siyenpiler Kunların devamıdır. Bu devamlar kesintisiz, aralıksız bir tarihin kadrosudur. Yani biz, biri yıkılıp biri kurulan ayrı ayrı devletlerin değil, bir bütün halinde sürüp gelen bir devletin milletiyiz. Bazen aynı zamanda birkaç hanedanın birden bulunup Türkeli'nin ayrı bölgelerinde hakimiyet kurması ve hatta bunların birbiriyle çarpışması bu kaidenin bozulduğunu göstermez. Bu durum Türk siyasî hakimiyet nazariyesinin, merkeziyetçi olmayan devlet telâkkisinin icabından başka bir şey değildir. Çünkü, hiç olmazsa nazarî halde bile, bu hanedanlardan bir tanesi ötekiler üzerinde hâkimiyete maliktir. Buna rağmen bazen Türk tarihinde siyasî bütünlüğün parçalandığı olmamış değildir. Bunlar her milletin tarihinde görülen fetret zamanlarıdır. Bizim tarihimizin son zamanlarında Istanbul'da ve Ankara`da iki ayrı hükûmetin bulunması bunun tipik bir örneğidir. Tarihî gerçek budur. İlkokuldan üniversiteye kadar tarihin böyle okutulması, böyle gösterilmesi lâzımdır. Türkler'in kafasında bir tarih birliği, tek devlet şuuru bulunmalıdır. Fakat bu şuurun yerleşmesi için önce Milli Eğitim Bakanlığı'nda, onun Talim ve Terbiye Kurulu'nda bu şuurun bulunması icap eder. Son haftalarda TRT tarafından yayınlanan bir takvim aynı 16 devlet masalını tekrarlamak, üstelik 16 devlete 16 uydurma bayrak yakıştırmak bakımından dikkati çekmiştir. TRT umumiyetle sol eğilimli bir müessese olarak tanındığı için onun böyle Turancı bir takvim yayınlaması cidden şaşılacak bir davranıştır. Fakat 16 devletin her biri hakkında verilen bilgi ile Türk büyüklerine isnad olunan sözler yanlış veya uydurmadır. Meselâ: Büyük Kun İmparatorluğu'nun kuruluş yılı milâttan önce 204 olarak gösterilmiştir. 220 olacaktır. Kurucusu da Mete değil, Mete'nin babası Tuman Yabgu'dur. Mete'nin sözleriymiş gibi gösterilen Benden eyerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim; fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin, vermem sözleri böyle değildir. Mete doğu komşuları olan Tung-huların kıymetli bir at ile zevcelerinden birini istemelerini, devletin o andaki zayıflığı dolayısıyla kabul etmiş, fakat toprak isteklerini reddederek Tung-huları yenmiştir. At ve kadın verildikten sonra çorak bir toprak parçasının ne değeri olur diyen beğlere karşı da at ve kadın şahsıma aitti, verdim. Fakat toprak milletindir cevabını vermişti. Bu iki şekil arasında büyük fark vardır. Keyfî olarak değiştirilemez. Takvimin yaprakları altında Türk büyüklerine isnad olunan sözlerde de gelişigüzel tasarruflar olmuştur. Son zamanlarda sık sık görülen, Bilge Kağan`a ait Türk milleti titre ve kendine dön sözü de uydurmadır. Bu söz sadece Türk milleti! Düşün şeklindedir ve Bilge Kağan`ın ağzından söylenmiş olmakla beraber Yulığ Tegin tarafından yazılmıştır. Hele Gök Türkler'in en eski kağanlarından İstemi Kağan (yahut İstemi Bağatur Yabgu)'a isnad olunan erkekleri cesur, kadınları iffetli olan ulus egemen olur vecizesi tamamiyle uydurmadır. İstemi Kağan hakkındaki tarihî bilgi o kadar azdır ki bu az bilgi arasında onun bir vecizesine raslamak imkânsızdır. Bu yanlışlıkları birer birer saymağa ne imkân, ne de lüzum var. Fakat bayraklar hakkından konuşmak yerinde olacaktır . 16 muhayyel Türk devletinin l6 bayrağı da tamamen hayalî, uydurma ve yakıştırmadır. Bir kere , eski Türkler`de bayrak yok, tuğ vardır. Bayrak, tuğun gelişmesiyle daha sonraki yüzyıllarda doğmuştur. Yine bilindiği gibi eski Türklerde bir tek millî bayrak değil, türlü türlü bayraklar vardır. Osmanlı Türkleri`nin bayraklarından çoğu bilinmektedir. Her askerî birliğin, her korsanın, her kumandanın ayrı bayrağı olduğu malûmdur. Tek millî bayrak fikri yavaş yavaş gelişmiş ve bizim bugünkü bayrağımız bu son şeklini Sultan Abdülmecid zamanında almıştır. Uydurma bayraklar arasındaki Hun bayrağında ejder mi, semender mi, kertenkele veya dinozor mu olduğu belli olmayan acayip yaratık şeklinin yer alması Türk tarihi hakkında hiçbir bilgiye malik olmamak demektir. Ejder, Çinlilerin sembolüdür. Türkler'de ise kurt, doğan ve koyun kullanılmıştır. Yine bu takvimde Batı Hunlarının (Orta Asya Hunları`nın son çağı demek istiyorlar) sapsarı, Harzemşahların kapkara bayraklarının hangi muhayyileden doğup uydurulduğu da cidden meraka değer. Bir de Ötüken'in haritada şehir olarak gösterilmesi büyük bir yanlışlıktır. Bilindiği gibi Ötüken şehir değil, ormanlık bölgenin adıdır . Kaş yaparken göz çıkarmak buna derler. TRT bunca masrafla cidden güzel bir takvim çıkarırken Türk tarihi profesörlerine danışsaydı böyle yanlışlarla dolu bir eser yerine kütüphanelerde saklanacak bir eser meydana getirir ve büyük bir millî hizmet yapmış olurdu. Bunu yapmadığı için bu takvim gülünç bir nevheveslikten ileri gidemeyecek, daha kötüsü birçokları burada verilen bilgileri ve bayrakları doğru sanarak kendi millî tarihleri üzerinde çok yanlış fikirlere sahip olacaklardır. Ey Millî Eğitim Bakanlığı! Adının başındaki millî kelimesi doğru ise, bunun bizim anlamadığımız başka bir mânâsı yoksa önce sen Titre ve kendine dön de okullara bir millî tarih kitabı hazırlat ve Talim-Terbiye Dairesine Türk tarihinden anlayan bir iki seçkin üye bulup oturt. Türk çocuklarına Yunan, Roma, Bizans tarihleri yerine Türk tarihini öğret ve çamur gibi kâğıtlara basılıp eline alanda okuma zevki bırakmayan bugünkü müsabakalı (!) kitaplar yerine Türk ülküsüne uygun tek tarih kitabını yazdırarak yarınki nesillerin beynine millî tarih şuurunun çakılmasını sağla. Yoksa nahiyelerde lise, her şehirde yüksek okul açmakla Türkiye kalkınmaz. Kalkınmanın kuvveti önce yürekte doğar. Yürekteki kuvvet millî ülküye bağlılıkla sağlanır. Millî ülküye bağlılık için yurt ve tarih sevgisinin gönüllerde yaşaması lâzımdır. Millî futbol takımlarının listesini ezbere bilip de millî kahramanlardan haberi olmayan nesiller üniversitede, bugün görüldüğü gibi Türk bayrağını indirip yerine kırmızı bez parçasını asan şuursuz serseriler haline gelir. Türk milletinin kafası ve gönlü dinî (!), millî (!), sosyal (!) safsatalarla doldurulursa o artık Türk milleti olmaktan çıkar ve bu yakınlarda sık sık tekrarlandığı gibi Türkiye milleti veya Anadolu milleti haline gelir ki geçmişle ilgisi kesilmiş, mukaddesatsız, tekniği ileri olsa da kültürü ve ahlâkı olmayan bir Güney Amerika milletinden farkı kalmaz. Ötüken, 65. sayı, 1969 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
GAZA TOPRAKLARININ GAZİ VE ŞEHİT ÇOCUKLARI En eski zamanlardan beri gaza toprağı olan Türk Elleri dünyanın sonuna kadar da gaza yurdu olarak kalacaktır. Eski al bayrağımız, sonraki gök bayrağımız, bugünkü ay yıldızlı sancağımız nasıl gazalarla yanmış, delik deşik olmuşsa bu toprağın çocukları da öyle yanıyor, öyle delik deşik oluyor. Burda her şey bir savaştır. Tabiata karşı, düşmana ve hattâ Tanrıya karşı günümüz bir gazadır. Yuvasından, ocağından çok uzakta, bir çift şefkatli gözden mahrum olarak sınır boyunda ölen nefer nasıl bir gazanın kahramanıysa, ordunun başındaki keskin kumandan ve tarlasının içindeki dert köylü kadın da öyle bir gazanın granit heykelleridir. Bu yurt baştan başa şehitler ve gaziler diyarıdır. Bu vatan bir boydan bir boya tunç heykeller otağıdır. Ne hain komünistin propagandası, ne kahpe yahudinin casusluğu, ne sinsi melez vatan hainlerinin çirkefliği bu tunç heykelliği, bu sarp yalçınlığı deviremez. Bu ebedî heykeli artık, dünyanın nizamını kurmuş olan Tanrı bile deviremez. Çelik göğsü düşman mermileriyle kalbura dönen Kemalettin Sami Paşa'yı bugününün dünden kalan nankör nesli belki unutabilir. Çünkü onlar Namık Kemali ve Ziya Gök Alp'ı da unutmuşlar ve unutturmak istemişlerdi. Fakat bugünün yarına hâkim olacak nesli Çolak Kemal'in ruh büyüklüğünü örnek alarak maddîleştirecektir. Çolak Kemal!... Tıpkı Aksak Temür gibi büyük bir ad. Temür'e şeref veren Aksak lâkabını bir istihza silâhı olarak kullananlar bulunduğu gibi ona şeref veren çolaklığı da aynı şekilde öne sürmek isteyenler belki çıkacaktır. Halbuki ne mutlu vatan için çolak kalan büyük askere... Asıl eğlenilecek ve hattâ acınacak olanlar ruh topalları ve namus çolaklarıdır. Orhun, 1943, Sayı: 7 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
GENÇ KIZLARIMIZA ÇAĞRI Her sosyal yapı, kadın ve erkek dediğimiz iki cinsin birbirini tamamlamasıyla var olmuş bir bütündür. Tek başlarına düşünülemeyen bu bireyler, birlikte yaratıcı bir güç kazanırlar. Erkek, kadınla beraberken daha bahadır, daha erdemli ve daha bilge olmak zorunluluğunu duyar.Kadın da bir erkekle birlik olunca daha soylu, daha ince ve daha içlidir. Türk milletinin sosyal yapısını incelerken de Türk kadını ile Türk erkeğinin birbirini tamamlayan bir bütün oluşu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Eğer yurt ve millet işlerinde kadın, gücünü erinin gücüne kalmışsa başarı elde edilmiş; tersine kadın, umursamaz olmuşsa her şey yarım kalmıştır. Bu gerçeği bilen Türk milliyetçileri, daha savaşın başında, Türk kadınını - bilhassa genç kızlarımızı - kendi aralarında görmenin büyük mutluluk olduğunu inanıyorlar. Onun için de sizleri kendi yanlarına, savaş alanına çağırıyorlar. Ey genç Türk kızı; Atillalar, Alpaslanlar, Osman Beyler, Timurlar yaratıcı güçlerini hep sizin kucağınızda kazandılar, İbni Sinalar, Kaşgarlı Mahmutlar, Uluğ Beyler, Fuzuliler ve Barbaroslar sizden emdikleri sütün kudretiyle Türk tarihinin birer parlak yıldızı oldular. Siz, her çağda Türkçülük davasına kucak açıp süt verdiniz. Genç Türk kızı, Kurtuluş Savaşı yıllarında İnebolu'dan Ankara'ya dek uzanan yolları dolduran kağnı kafilelerinin bütün insanları cinsdaşlarınızdı. Yamalı yorganını çıplak çocuğunun değil, nem kapmasından korktuğu, mermi sandıklarının üstüne örten sizin veya benim anam veya bacımdı. O savaşın kadın Mehmetçikleri, tarihimizin birer adsız bahadırıdır. Ey genç Türk Kızı, Türk tarihinin büyük anıtlarında da sizin adınız, sizin ruhunuz var. Dünyanın en ince sanat eserlerinden biri olan Tac-Mahal sizden biri için yaratılmadı mı? Fuzuli veya Nedim'in şiirlerinde her biriniz kendinizi bulmuyor musunuz? Ankara'nın Zafer Anıtındaki mermi taşıyan kadın da yine sizden biri değil mi? Bugün Türk tarihinin yeni bir hamle çağı başlarken, sizleri aralarında görmek, sizlerden ışık, sizlerden inanç, sizlerden heyecan istemek Türk milliyetçilerinin en doğal haklarıdır. Türkçülüğün; sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerde kalkınmak için çadırlarını toplamış ve yeni ufuklara doğru göç hazırlığına başlamış damarlarınızdaki kanı ülkü yolunda karşı cinsin çabalarını katmak zorundasınız. Sizler de, Ankara'ya sırtında mermi taşıyan adsız dişi bozkurtlardan biri olunuz. Sizler de adı Zerrin Taç olan Kazvin'li Türk kızı gibi, inançlarınız uğruna, yüzünde tatlı bir gülümseme ile ateşe doğru erkek bir bozkurt gibi yürümesini biliniz. Bir kocamış kurt, delikanlı Türk'e olduğu kadar -ve hatta belki de ondan fazla- siz genç Türk kızlarının yaratıcı atılışlarına inanan bir kişidir. Sizler isterseniz, toplulukları göz kırpmadan ateşe ve Ölüme sürebilirsiniz. Sizler isterseniz o toplumları kalkındırmak için yapılan her savaş kolay ve rahat bir savaş olur. Sizler isterseniz önünüzde eğilmeyecek baş ve devrilmeyecek kudret düşünülmez. Ey Genç Türk Kızı, yarının mutlu ve büyük Türkiye'sini kendine ülkü edinen insanlar senin gücüne, senin inancına, senin desteğine muhtaçtırlar. Bu çetin yolda karşı cinsi - her zorluğu göze almış delikanlı Türk - yalnız bırakmamak sadece Ödevin değil, boyun borcundur da... Sen ona yardımcı oldukça tarihimiz yücelecek, sen, yüceleceksin... Ey genç Türk Kızı, istedikten sonra her şeyi başaracağına inanıyorum. Çünkü: "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur." |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
YALAN Hamit Şevket, ömrünün kışını yaşıyan, belki kırk yıllık bir hukukçudur. Bilhassa milletvekili olduktan sonra bir hukukçunun tartılı ve ölçülü konuşması, delilsiz iddialarda bulunmaması, vatandaş şeref ve haysiyetini düşünerek söz söylemesi lazımdır. 1944 Mayısında, komünist Sabahattin Ali'nin aleyhime açtığı dava Ankara mahkemesinde görülürken Savcı Hadi Tan, çok genç olmasına rağmen, Hamit Şevket gibi ihtiyarlara edebi ders olabilecek bir iddia serdetmiş; "Biz hukuk ve kanun adamları idama mahkum insanların bile haklarını korumağa mecburuz." demişti. 1951 Mayısında ihtiyar Hamit Şevket millet meclisinde herhangi bir tartışmayı mutlaka kazanmak hırsı ile konuşurken benim için "Hitlerimize tabi adam" tabirini kullanıyor ve benim "Sarhoşlar Gecesi" adlı eserimden bahsediyor. "Sarhoşlar Gecesi" adında bir eserim yoktur. Fakat Hamit Şevket bana bu isimde, yahut "Bunaklar Gecesi" isminde bir eserin ilhamını verebilir. Hamit Şevket, meclisteki beyanatında şöyle diyor: "Nihal Atsız'la Bulgaristan hududunda öldürülen Sabahattin Ali arasında bir hakaret davası vardı. Bana dediler ki: Milliyetçi ateşin bir genç olan bu adamın davasını senin gibi milliyetçilik yolunda anılmış bir avukata vermek istiyoruz, bunu al. Ben de (Memnuniyetle !) dedim ve vekaletini deruhte ettim." Bu sözler yalandır. Benim davamı ikimiz de milliyetçi olduğumuz için almış değildir. Hamit Şevket'le aynı yolun yolcusu olamam. O milliyetçi iseö mutlaka ben değilimdir. O'nun milliyetçi olduğu hakkındaki rivayeti de kendisinden menküldür. Bu memlekette onu milliyetçi diye tanıyan kimse yoktur. Vekaletimi bırakmış olması da benim ırkçı olduğumu öğrendiği için değildir. Vekaletimi terk ederken bana bir mektup yazarak, "bazı itimat ettiği dostlar"ının kendilerine benim Irkçı ve Turancı olduğumu bildiklerini yazmıştır. Millet Meclisindeki beyanatında ise bunu kendisine bir komşusunun bildirdiğini söylüyor. Hangisi doğru? Hiçbiri değil.... Bu itimat ettiği dostlar ve komşu hakikatte Falih Rıfkı idi ve Hamit Şevket'e Çankaya'nın emrini bildirmişti. İşte hakikat budur. Hamit Şevket bu emri yerine getirdi ve benim vekaletimi bıraktığını Falih Rıfkı'nın gazetesinde tantanalı bir şekilde ilan etmek gibi avukatlık ahlakının asla kabul etmiyeceği bir küçüklükte bulundu. İşte şimdi bu küçük ihtiyar, aradan yedi yıl geçtiği, ben askeri mahkemeden beraat kararı almış olduğum halde, yine bana "Hitlerizme tabi bir insan" diye saldırıyor, yine ölçüsüz konuşarak, aklınca, başımı belaya sokmak istiyor. Beladan çekinmiyorum, ve belanın "erbab-ı istihkak" aradığını, Hamit Şevket gibilere gelmek tenezzülünde bulunmıyacağını biliyorum. Buna rağmen, "Hitlerizme tabi bir adam" tabiri beni iğzap ediyor. Onun Hitlerizme tabi dediği adam vaktiyle: Tanıyoruz Atila'dan beri Cermeni, Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni? Senin dostun Cermanya'ya biz Nemse deriz; Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz. ve: Yine Batılıların Üçüncü Kosova'da Topraklara sererız, bir değil, birkaçını, Çekilince kılıçlar yeniden Haçova'da Paramparça ederiz Cermenliğin haçını, mısralarını yazmış, 1941'de yazıp mahkeme tahkikatına kadar herkese meçhul kalmış olan vasiyetnamesinde Almanlar'la İtalyanlar'ı da milli düşmanlar arasında oğluna saymış olan adamdır. Hamit Şevket bunları biliyor mu? Bilmiyorsa benim Hitlerizme tabi bir adam olduğgma nereden hükmeder? Saçlarım benzermiş.... Bu ahmakça iddia yıllardan beri birçok budalalar tarafından aleyhimde delil gibi kullanıldı. Hatta evimde Hitlerin resminin asılı olduğu bile söylendi. Ben, dışardan gelmiş hiç bir fikri kabul etmeğe tenezzül etmiyecek kadar milli gurur ve şuura sahip olduğumu, içtimai mezhebimin Türkçülük olduğunu vaktiyle yazarak ilan ettim. Daha ne yapabilirim? Saçım Hitlerinkine benziyormuş diye beni Hitlerci sanacak kadar budalalık gösteren binlerce, belki onbinlerce zavallıya ayrı ayrı mektup yazamam ya... Hamit Şevket asla unutmasın ki bu vatana bağlılıkta kendisini benimle bir tutamaz. Çünkü ondan fazla olarak ben bu toprağa ecdadımın kanı ve hatırasıyla bağlıyım. Orkun, 25 Mayıs 1951 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
VEDA Birçok Türkçünün maddi, manevi yardımıyla çıkmakta olan Orkun, onu idare edenlerin yorgunluğu yüzünden kapanıyor. Bu kararı verenlerin ızdırabı büyüktür. Uzun konuşma, tartışma ve danışmalardan sonra, yapılacak başka bir şey olmadığı için bu neticeye varılmıştır. Yurdun her tarafındaki genç Türkçülerin, bu sonuç karşısında duyacakları acıyı düşünmek bizi elem içinde bırakmakta ve bahta lanet etmeğe sevketmektedir. Türkçülüğün bayrağını, ilerde yeniden açmak üzere şimdilik kapatıyoruz. Bu bayrağın yeniden açılması, şahıs olarak mutlaka yine bizim idare edeceğimiz bir derginin çıkması manasında anlaşılmamalıdır. Türkçülük bayrağını yükseltenler yoruldukça, yıprandıkça, düştükçe o bayrak, bir adım geriden gelenler tarafından kavranacak ve Türkçülük ordusu, bir çığ gibi büyüyerek hep ileriye, büyük ülküye, Kızıl Elma'ya doğru yürüyecektir. Ülküler, milletlerin şuurudur. Ülküsüz millet, şuursuz insan gibidir. Bu memleket yıllarca, hain bir maksatla şuursuz yaşamaya mahkum edildi ve Türk ırkının şuurlu çocukları olan Türkçüler zindanlara takıldı. Hatta onların vatan ve millet haini olduğu ilan edildi. Türkçüler dünyadaki bütün Türklerin mazide olduğu gibi bir devlet halinde birleşmelerini ve Devşirme döküntülerinin yukarı mevkilere geçmemesini istedikleri için bu damgayı yemişlerdi. Bütün insanları Moskova buyruğu amele diktatörlüğü altına almak gibi hayvani ve ahmakça bir maksat ardında koşanlar ve onların yardakçıları mazide birkaç kere gerçekleşmiş olan Türk birliğinin yeniden kurulmasına "hayal" demek ihanetini de gösteriyorlardı. Gazete ve radyolarla bizim vatan haini olduğumuzu ilan eden soysuz soytarıların iç yüzü, Tanrı adaletinin dünyada tecellisiyle pek çabuk anlaşıldı. Hemen hepsi Devşirme döküntüsü olan bu hakiki vatan hainlerinin "vatan" dedikleri şey kendi köşkleriyle rahat ve huzurlarından ibaretti. Vatan hainlerinin darbelerine maruz kalan Türkçülük geriledi veya zayıfladı mı? Asla!... Tırpan yiyen otlar gibi daha gür, daha sık gelişti ve yurdun dört bucağına yayılarak bir tarlaya atılan tohumlar gibi filizlenmeye başladı.On iki asır önce yaşamış olan büyük Türk siyasi ve kumandanı Bilge Tonyukuk, ilk Türk tarihi demek olan yazıtında bir milletin başında serserilerin bulunmasını en büyük felaket diye anlatmakta ne kadar haklıdır! 1950'den önce uzun yıllar bu memleketin başında serseriler, hem de yabancı ve hain serseriler hüküm sürdü. Milletin sağlığını, servetini ve ahlakını o serseriler mahvetti. Bir gece içinde bizi Moskof sömürgesi haline getirecek planları o serseriler hazırladı. Fakat onlar bugün, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş bir hayasızlıkla milletten, vatandan, hürriyet ve demokrasiden bahsediyorlar. Türkçülük, bütün Türklerin tek devlet halinde birleşerek her bakımdan bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür. Bunun değişmez iki ana unsuru vardır: Irkçılık, Turancılık. Irkçılık ilk önce bir milli savunma vasıtasıdır: Türkelindeki azınlıkların kendi aralarında gizlice yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir korunma tedbiridir. Türkiyedeki Selanik Dönmeleri Türkleşmemek için asırlardır gizli tedbirler alırken, hiçbir kültürü ve mazisi olmayan bir takım küçük millet ve cemaatlar soyadı kanununun sarahatine rağmen, kendi soyadlarına kadar saklayıp ırkçılık yaparken, Yahudiler İsrail'in hakiki vatanları olduğunu türlü şekillerle ispat ederken Türkler de hiç şüphesiz devletin hakiki sahibi olarak bazı tedbirler almakta haklıdır. Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak daima üstün tarafın aleyhine olduğundan üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk'ün bazı üstün vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidai vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır. Birer müspet ilim olan antropoloji ve rasyolojinin ortaya koyduğu bu hakikatlardan siyasi düşüncelerle vazgeçemeyiz. İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz. Irkçılık en nihayet bir tarihi şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlıyarak kısa ömürlü cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir. Bütün bunlara bakarak Türkçüler, ırkçılığı değişmez bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu ırkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmiyen veya bilmezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları ölçüden ve laboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tayin manasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü tabiat bir müddet sonra melezliği tasfiye eder. Fakat bir ırk mütemadiyen başka ırklarla karışmakta devam ederse bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur. Irkçılık tehlikelidir diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan bir takım zavallılardır. Dünyanın her yerinde, hatta ırkçılık düşmanlığını kısmen bizim gafillere aşılayan İngiltere ve Amerikada bile mükemmel bir ırkçılık vardır. Amerikalılarla İngilizlerin ırkçılık düşmanı gözükmeleri İkinci Cihan Harbinde Almanların kendi ırklarının üstün olduğunu iddia edip bazı haklı neşriyatla Amerikan ve İngilizlerin karışma yüzünden düştükleri gösterince Anglosaksonlar siyasi rekabet ve kıskançlık sebebinden ırkçılığa düşman kesilmişlerdir. Fakat onların düşman olduğu ırkçılık resmi ve aleni Alman ırkçılığı olup gizli ve örfi Anglosakson ırkçılığı değildir. Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri artık bugün popüler bilgi haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük düşüren hareketler İslav asıllı Hurrem Sultan yüzündendir. Osmanlı tarihinde büyük gözüken bir takım sadrazamların hainliği artık gün gibi aşikar olmuştur. Gedik Ahmet Paşa Maktul İbrahim Paşa, Sokullu gibi büyük sayılan Devşirmelerin iç yüzü ve Devşirmelerden mürekkep Yeniçeri ordusunun haince rolleri gizli kapaklı bir şey değildir. Bütün bu hususları tafsilatiyle öğrenmeleri için Türkçülere, İsmail Hami Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi " adlı büyük eserini mutlaka okumayı tavsiye ederim. Balkan, Cihan ve İstiklal Harblerinin büyük ihanetleri ise herkesin bildiği şeylerdir. Bütün bunlardan sonra İsmet İnönü ve yardakçıları gibi münafık ahmakların ağzına yakışır. Irkçılığın aleyhinde bulunanlara şunu sormalı: - Kendinizi Çingene ile bir tutar mısınız? Bir Çingene ile evlenir misiniz? Çingene bir gelin veya damat kabul eder misiniz? - Evet derlerse mesele yok. Hayır derlerse ırk tefriki yapıyorlar demektir. Onların yalnız Çingenelere karşı yaptığı bu ayırmayı biz başkalarına karşı da yapıyoruz. Irkçılık, Anadolu Türklerinin içinde örf olarak yaşamaktır. Köy ve kasabalarda kaç yıl hatta asır önce oraya gelmiş olan bir yabancının bugünkü ailesi hala yabancı sayılmaktadır. Tamamiyle Türkleşen, Türkçeden başka dil bilmiyen ve kendisini başka bir millete mensup saymıyan bu türlü insanlara yabancı gözüyle bakmak Anadolu Türklerindeki kuvvetli ırk şuurunu gösterir. Demokrasinin bir "çoğunluk arzularını tahakkuk sistemi" olduğu unutulmamalıdır. Türkçülüğün ikinci unsuru olan Turancılık bütün Türklerin birleşmesi düşüncesidir. Bugün belki 40, belki 50, belki 60 milyon Türk var. Geniş bir vatana yayılmış olan bu Türkler mazide muhteşem rol oynamış, hareketli, kabiliyetli bir millettir. Sebebi her ne olursa olsun başka milletlerin hakimiyeti altına düşmüş olan bu Türkleri bir tek devlet halinde toparlamak düşüncesi kadar haklı ve makul ne olabilir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı hakimiyet altında kalmış olan millettaşlarını kurtarmak gayesini güderken Türkler neden aynı dileğin arkasında koşmasın? Yaratılıştan devlet kurucu olan Türkler için bu kadar büyük bir devleti kurup yaşatmak hayal değildir. Tiren, otomobil, uçak, telgraf, telefon ve radyonun olmadığı zamanlarda bile Türkler büyük devletler kurmuş asırlarca yaşatmışlardır. Dünyanın bütün Türkleri Türkiye'ye Kabe gibi bakıyor. Türkiye'nin kendilerini birgün kurtaracağı efsanesi, aralarında yaşıyor. Yalnız anayurtta ve zulüm altında yaşıyan Türkler değil, medeni ülkelerde yaşıyan Türkler de buraya hasret çekiyor. Geçen yıl Finlandiya Türklerinden bir genç kızla tanışmıştım. Bermutat gümrük vesairede gördüğü güçlüklere rağmen Türkiye'yi çok sevmişti. Finlandiya'da 1000 kadar Türk yaşadığını, hepsi zengin ve müreffeh olan bu Türklerin kendilerine çok iyi muamele eden dürüst ve asil Fin milletini sevmelerine rağmen buraya gelmek istediklerini, Finlerle katiyen evlenmediklerini, en büyük korkularının Türkçeyi unutmak olduğunu, Fin-Rus savaşında şehit olan altı yedi Türk'ün Finlandiya Türklerinin en seçme ve kültürlü gençleri olduğunu söylemişti. Bütün Türkleri kurtarmak milli hakkımızdır. Milli hakkımız olması bile bize karşı duyulan bu büyük sevgiden sonra insani vazifemiz haline gelmiştir. Milletleri büyülten şeyler milli ve insani asil hareketleridir. Zulüm altında inleyen tutsak Türkleri kurtarmak için yapılacak fedakarlıktaki ihtişam o kadar parlaktır ki bu parlaklık, Türklüğün ölmezliğinin senedlerinden biri olacaktır. Hiçbir ülkünün ardında olmayarak, yalnız yiyip içmeyi düşünmek ve yalnız bir gün için yaşamak insanlara hiçbir şeref vermez. Bu kadarını hayvanlar da yapar. İnsanlık, ülkü için ve yarın için yaşamak, bu uğurda fedakarlık etmek ve ölmektir. Ölümden hayvanlar kaçar. İnsan şeref için ve muhteşem saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır. Turancılık, bizimle akraba olan milletleri yani Moğol, Mançu ve Koralıları, hatta Finlerle Macarları da birleştirmek ülküsü değildir. Turan kelimesi ilim dilinde bazan Ural-Altay manasında da kullanıldığı için Turancılığın Ural-Altaycılık olduğu zannı da bazan hasıl olmuştur. Fakat hiçbir Türkçü böyle bir gaye gütmemiştir. Bizim Turancılığımız Türk'ün tarihi vatanı olan ve çoğu hala Türklerle meskun bulunan ülkeleri istiklale ve Türkiye ile birliğe kavuşturmaktır. Bu birliğin nasıl olacağı meselesi bizi ilgilendirmez. Çünkü o siyasi bir iştir. Bizim Turancılığımız ve ırkçılığımız yani Türkçülüğümüz ise siyasetin üstünde bir ülkü meselesidir. Demek ki Türkçülük bütün Türklerin birleşmesini ve Türklüğün yabancı ırk tesirlerinden korunmasını istiyor. Burada Türkçülüğün millet ve vatan tariflerinin ne olduğu meselesiyle karşılaşırız. Diğer bir tabirle Türk kimdir ve Türklerin vatanı neresidir?Türk, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de pek nadir ve arızı bazı istisnalardan sarfı nazar, o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması lazımdır.Türk olduğu halde anadilini kaybetmiş olan Polonya-Litvanya Türklerini, Türkçe bilmiyorlar diye Türklük kadrosundan çıkaramayız. Bunlar kan bakımından da, duygu bakımından da Türk oldukları için günün birinde kendi istekleriyle Türk dili kadrosuna gireceklerdir. Bazan, yabancı ülkede doğup anasını babasını kaybettiği için Türkçeyi unutanlar da vardır. Türk olduğunu bildikçe bu gibileri Türk' tür. Bir felaket yüzünden Türkçeyi kaybedenleri Türklükten çıkarmakla eşittir ki buna kimsenin hakkı yoktur. Türklerin bir millet olmak için mazide mukadderat birliğine, tarih birliğine ihtiyaçları yoktur. Türkiye Türkleriyle Türkistan Türkleri uzun zaman ayrı mukadderata malik olmuşlardır. Bundan onların ayrı milletler olduğu manası çıkmaz. Onlar günün birinde yine aynı mukadderata malik tek millet olacaklardır. Anadolu ve Azerbaycan Türkleri de uzun zaman ayrı yaşamışlardır. Fazla olarak Anadolu ile Azerbaycan, Azerbaycanla Türkistan, Türkistanla Anadolu, Türkistanla İdil-Ural, İdil-Ural'la Türkiye (yani İlhanlılarla Altun Ordu) bazan şiddetle çarpışmışlardır. Hele mezhep kavgaları yüzünden Anadolu ve Azerbaycan Türklerinin vuruşmaları pek feci olmuştur. Fakat bütün bunlar Türklerin tek millet olmasına mani değildir. Bugün tek millet olduğunda kimsenin şüphesi olmayan Anadolu Türklerinin vaktiyle Osmanlı-Karaman, Osmanlı-Akkoyunlu halinde birleşmelerine engel olmamışsa, yarın da öteki Türklerle Türkiyenin birleşmesi ve kaynaşması, önüne kimsenin geçemiyeceği tarihi bir zarurettir. Türkler aynı tarihi mukadderata malik değiller gibi görünüyorsa da bir bakımdan aynı tarihi makadderata sahip oldukları da söylenebilir. Çünkü ayrı siyasi parçalar halindeki Türklerden herhangi birinin başına gelen faciadan biraz sonra ötekiler de müteessir olmuştur. Mesela Kazan Hanlığının yıkılışı Türkistanın yıkılışına yol açmış, Kırım'ın çöküşü Türkiye'ye ağır kayıplara mal olmuştur. Bununla beraber Türklerde tarihi mukadderat meselesinin şuurlu bir şekilde mütaala olunduğunu gösteren hadiseler de vardır. Mesela Türkiye, Kırımın kurtarılması için 1786-1791 savaşını yapmış, Sultan Aziz de aynı denemeyi tekrarlamak üzere kuvvetli bir donanma hazırlamıştı. Doğu Türkistandan Çinlileri kovan Atalık Gazi Yakub Beğ Türkiye'yi metbu tanımıştı. Velhasıl bugün Türklerin mukadderatı birdir ve geçen her yıl bu mukadderat birliğini biraz daha kuvvetlendirmektedir. Bundan başka bizim de imza koyduğumuz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesindeki "milletlerin hür ve müstakil yaşamak hakkı" na Türkler; mazileri, kabiliyetleri, coğrafi ehemmiyetleri ve nüfusları bakımından başka milletlerden daha çok layıktır. Başka milletler koydukları imzanın şerefi için bizim bu hakkımızı kabule mecburdur. Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mecburuz. Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan şamanlıktan da bazı unsurlar alarak bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lüzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında birkaç yüzbin Şamani, birkaç yüz bin Hırıstiyan ve hatta birkaç bin Musevi Türk(Karayımlar) de vardır. Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten, Hırıstiyan Türkler olan Gagavuzların Türkiye'de yerleşenleri ekseriyetle Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir lazımesi saydıkları için yapmışlardır. Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamani ve Hırıstiyan Türkler Müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur. Vaktiyle Türkler arsında bir ayrılık unsuru olan Sünnilik-Şiilik meselesi de artık bahis konusu sayılamaz. Bunların hepsi Müslüman Türktür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları artık Türkler arasında ikilik doğuramaz. Bu Türklerin oturduğu yerler Türk vatanıdır. Türklerin devamlı devlet ve medeniyet kurduğu, Türk hatıraları ile dolu ülkeler yurdumuzdur ve bize aittir. Bu ülkelerin herhangi birinde Türklerin zorla sökülüp atılması bu hakkımızı götürmez. Mesela Kırım Türklerinin yok edilmesi veya Doğu Rumeli vilayeti Türklerinin sürülmesi hiçbir mana ifade etmez. Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistinden nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi çoğunluğu yaptılarsa biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştireceğiz. Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan meseleler; mesela iktisadi, sosyal ve hukuki görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir. Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya içtimai düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya, ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez. Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır.Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük "Yaşamak için kavga" kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın askeri millet olma geleneğini geliştirme amacı gütmektedir. "Artık savaş olmıyacak" gibi uyuşturucu telkinlerin, milli savunmamızı gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz. Dünyada savaşı kaldırmak düşüncesi asırlardan beri denenmiş, fakat tutmamıştır. "Roma Barışı" denen sözde barış sisteminin büyük kırgınlarla, askeri hazırlıklarla, zorbalıkla sağlanmış, fakat hiçbir zaman ömürlü olmamış bir sistem olduğu unutulmamalıdır. Hakiki askeri faziletlerin diriltilmesi ve ruhlarda kökleşmesi taraftarıyız. Askerlik kalıp işi değil, ruh işidir. Fakat kalıbın da ruha uygun olması şarttır. Bize fenalığı dokunmıyan milletlerin, fikirlerin ve fertlerin dostuyuz. Fakat hayatın yalnız sevgiyle yürüyeceğini sanmanın büyük bir gaflet olduğuna inanıyoruz. Dünyada her şey zıddı ile birlikte vardır. Bundan dolayı sevgiyle birlikte kin de bulunacaktır. Türkçülük bir bakıma göre de "Türkçülük düşmanları düşmanlığı" dır. Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her dine, her rejime, fikre, cemiyet, ferde düşmanız, "Kinimiz dinimizdir". Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanma bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır. Türkçülük "disiplinli millet" taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere zarar vermiyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir. Disiplinli millet tipinde iptidat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğu da yoktur. Disiplinli milletle milletin ahlak, gelenek, şeref ve arzularına aykırı hiçbir şey yapılamaz. Disiplinli millet hayat telakkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hatta kılığı ve takvimi belli millet demektir. Türkçülük, Türkelinin her bakımdan Türkleşmesi taraftarıdır. Bu sınırlar içinde yabancı bir şey kalmıyacaktır. Kayıtsız şartsız Türk kültürü hakim olacaktır. Bu bakımdan Türkçülüğün kendisine mahsus bir dil, tarih ve alfabe telakkisi vardır. Arınmış ve geliştirilmiş ve Türkçe istiyoruz. Dil kurultayı maskaralıklarının yadigarları temizlenecek, fakat bu arada elde edilmiş bazı müspet sonuçlar saklanacaktır. Bu alfabe Türkçeyi yazmaya ve geliştirmeye elverişli değildir. Buna, Türkçeyi yazmak için gerekli dört beş harf eklenecek, böylelikle Türkçe,bir zenci dili durumuna düşmek talihsizliğinden kurtulacaktır. Türkçülüğün tarih tezi eski milletleri ve hele Anadoluda yaşıyanları Türk saymak komedisinden tamamen uzak, bilim çerçevesi içinde milli bir görüştür: Türk tarihi Orta Asya'da Milattan önce 12'nci asıda "Şu" veya "Çu" larla başlıyan bir tarihtir. Bu tarih Mançuryadan Kırıma kadar uzanan bir anayurtta 11'inci Asra kadar sürmüş, 11'inci Asırda Türkiye dediğimiz Anadolu, Suriye, Irak, Azerbaycan ve Horasandan mürekkep ikinci bir anavatan teşekkül etmiştir. Türkçülük bakımından Aksak Temir-Yıldırım Bayazıd kavgası bir kardeş kavgasıdır. Türkçülük bakımından Türkiye tarihi Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı hakimiyetlerinin, şimdi de cumhuriyetin devam ettirdiği tarihtir. Tarihimizin Osmanlı çağı diğer iç ve dış gelişmelerle birlikte Türk ırkının Devşirmelerle iç savaşı şeklinde de mütalaa olunacaktır. Türkçülük Tanzimattan sonraki tarihimizin yeniden tedvin olunarak hakikatların ortaya çıkmasını ve yalancı kahramanların hakiki mevkilerini almasını ister. Türkçülük bütün fantezilerden uzak bir ciddiyet taraftarıdır. Devlet ve millet hayatında, fantezilerin millet aleyhinde olduğuna inanmıştır. Türkçülük, Türk ırkının tarihi ananesine dayanarak kadın hususunda hür düşüncelidir ve kadına saygı beslemektedir. Ancak kadının koket derecesine düşmesine de şiddetle aleyhtardır. Kadına saygı beslemek onu erkekle kayıtsız şartsız eşit tutmak manasına gelmez. Tanrının ayrı yarattığı iki cinsi bir tutmak tabiat kanunlarına aykırı bir eksantrikliktir. Kadınların her türlü öğrenimi yapmalarına ve bazı durumlar müstesna, her mesleğe girmesine taraftarız. Fakat aile yapısının korunması bakımından kadının her şeyden önce analık ve zevcelik vazifesini yapmasını isteriz. Türkçülük, memlekette sosyal bir adalet olmasına taraftardır ve hakiki adaletin sosyal olduğu kanısındadır. Millet fertlerini sağlık, geçim ve istikbal bakımından tatmin etmenin milliyetçilik şartlarından olduğu aşikardır. Türkçülüğe göre Moskof bizim barışmaz düşmanımızdır. Bu düşmanlığı tarih, mukadderat ve jeopolitik yaratmıştır. siyasetle ve yalanla bu düşmanlık kaldırılamaz. Onun için Türk ırkının hayatında yürütücü amillerinden biri olarak, zaten saklı bir halde yaşıyan Moskof düşmanlığının milletle beslenmesine taraftarız. Sevgiler gibi düşmanlıklar da milletleri diri ve ayakta tutar. Türk dışişleri bakanları arasıra Moskoflarla dostluk edebilirler. Türk milleti için böyle bir şey düşünmek milli menfaatlar aleyhinde düşünmektir. Moskof bizim ırk düşmanımız olduğuna göre Moskof emperyalizmi olan komümizm de en tehlikeli düşmanımızdır. Komünizm, Moskofluğa mal olmuş bulunduğundan ona taraftarlık vatan ihanetidir. Türkçülük bakımıdan en alçak vatan hainleri olan komünistlerin yok edilmesi şarttır. Masonluğu da düşman sayıyoruz. Masonluk, kökü dışarda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle tatmin olunmıyanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür. Başlangıçta Yahudilerin milli menfaatlarını gizli olarak korumak için kurulmuş, zamanla beynelmilel bir hale gelmiştir. Savaş halinde bulunan iki millete mensup Masonların, kendi devletleri aleyhine olsa bile birbirlerine yardım etmek mecburiyetinde olmaları bu zümrenin bütün milliyetçiliklere ve bu arada Türk milliyetçiliğine de düşman olduğunu göstermektedir. Onlar gizlice her yere el atıp orayı ele geçirmeğe çalışmakta ve muvaffak olmaktadır. Bugünkü "Türk Ocağı" nın umumi idaresi ihtiyar Masonların elindedir ve bu yüzden, vaktiyle milliyetçiliğe o kadar hizmet etmiş bulunan bu müessese artık hizmet edememektedir. Siyonizm, Yahudi ırkının huzurunu dünya milletlerinin huzursuzluğunda arıyan teşkilatlı bir insanlık düşmanı fikirdir. Kendisini bir devletin milli ülküsü göstermek yolundaki gayreti emperyalist arzularını gizlemek içindir. Birinci Cihan Savaşında, her türlü kılığa girerek Filistin Cephesindeki ordumuzu arkadan vuran ve düşmana casusluk eden Siyonistlerin ortaya koyduğu korkunç hakikat, Türkçüleri bu cereyana karşı da her zaman uyanık ve tedbirli bulunmaya sevketmektedir. Komünizm, Siyonizm ve Masonluk Türkiye'de bir sacayak halinde Türk düşmanlığı yapmaktadır. Türkçülük ağır, fakat sağlam bir şekilde ilerliyor. O, mesela Almanya'daki Nasyonal Sosyalizm gibi kısa bir zamanda birdenbire büyüyerek iktidara geçen cereyanlarla ölçülemez. Tedrici şekilde büyümesi sağlam ve gürbüz olacağının teminatıdır. Türkiye'de Ali Suavi, Süleyman Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur, Dr. Mustafa Hakkı Akansel gibi kalem sahibi Türkçüleri yetiştiren Türkçülük 3 Mayıs 1944 hareketiyle belki de memleketi komünizm tehlikesinden kurtarmıştır. 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, Türkçülüğün geçirdiği ilk ve oldukça çetin bir imtihandır. Bütün bu çekilen sıkıntılar verimsiz kalmış değildir. Bugün memlekette yer yer görülen Türkçü kıpırdanışlar ve davranışlar o çetin imtihanın sonuçlarıdır. Türkçüler birleşmek lüzumunu duyarak ayrı ayrı kurdukları dernekleri kaldırmışlar ve "Türk Milliyetçiler Derneği" adı altında tek teşkilat haline gelmişlerdir. Bugün memlekette 40 kadar şubesi bulunan bu dernek daha çok gençleri toplamakta ve Türkiye'ye şamil yeni bir Türkçü kaynaşmaya sebep olmaktadır. Bu teşkilatın yayılması ve kuvvetlenmesinde Orkun'un epey hizmeti vardır. Türkçülük şimdi gayri siyasidir ve daha bir müddet öyle kalması hayırlıdır. Şimdi bütün genç Türkçülere düşen vazife her şehir, kasaba ve kabilse köyde derneğin şubesini kurarak faaliyete geçmek ve Ankara'daki Genel Merkeze sıkı bir şekilde bağlanmaktır. El ve gönül birliğiyle çalışılırsa çok şeyler yapılabilir. Orkun 68 sayılık neşriyatı ile şimdiye kadar çıkmış olan Türkçü imzanın tanınmasına hizmet etmiştir. İstediğimiz kadar kuvvetli değildi. Fakat yine de bir şeydi. Orkun'da yarım kalan 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası tefrikası ilerde kitap halinde basılacaktır. Türkçülük fikir halinden teşkilat haline girerken, teşkilatı idare edenler sıkı durmaya ve uyanık bulunmaya mecburdur. Türkçülüğün soysuzlaşmaması için teşkilata girecek olanlar üzerinde titiz davranmak, aksıyanları merhametsizce atmak vazifeleridir. Türkçülüğü gösteriş vasıtası diye kullanan, fakat er meydanında kahpeleşenleri biz 1944-1945 Davasında bizzat gördük. Bir iman ve irade işi olan Türkçülüğün içinde imanı zayıf, karakteri çürük olanların işi yoktur. Türkçülük kemiyet değil, keyfiyet işidir. Az fakat öz kimselerden mürekkep bir Türkçü teşkilat sıkı bir disiplin altında çalışmak şartıyla ırkımızı terakkinin doruğuna ulaştırabilir. Bir veda yazısı olan bu makaleyi bitirirken genç Türkçülere bazı tavsiyelerde bulunmak isterim: Bugünkü şartlar içinde Türkçülerin yapacağı hareketlerin başında hepsinin, kendi meslek alanında çalışarak yükselmesi gelir. Her Türkçü kendi mesleğinin en yüksek derecesine veya rütbesine erişebilmek için ciddi ve sistemli şekilde çalışmalıdır. Başarı gösteremiyenler bezginliğe kapılmamalı, gerekirse meslek değişmeli, kendilerinden ümit kesenler arkadaşının yükselmesine yardım etmelidir. Yükselmeğe çalışmakta takip olunacak yol, Masonların başvurduğu gibi birbirlerini haklı haksız destekliyerek layık olmadığı yere yükselmek gibi --------ce bir yol değildir. Ehliyet göstererek yürümenin şerefli yoludur. Her mesleğin faydası ve ehemmiyeti olmakla beraber Türkçüler bilhassa Harb Okuluna, Mülkiyeye ve öğretmen okullarına girmelidir. Öğretmenlerin öğrencilere yapacakları milliyetçilik telkini ile memleketin geleceğine nasıl hakim olduklarını söylemeğe lüzum yoktur. Subaylar da kısmen öğretmendir. Bundan başka bizim yurdumuzda milli mukadderate hakim olan en mühim zümre subay sınıfıdır. Mülkiyeden çıkarak kazaların, vilayetlerin başına geçmek Türkçüler için mühim bir hizmet fırsatıdır. Türkçülerin düşüneceği ikinci bir mesele bir aile kurarak memlekete gürbüz ve Türkçü çocuklar yetiştirmek olmalıdır. Bunu anlıyarak genç yaşında evlenen ve çok çocuk yetiştiren Türkçülerin epey fazla oluşu ümit verecek, iç açacak bir vakadır. Daima çok çocuk ve gürbüz çocuk yetiştirmek prensibinin ehemmiyeti üzerinde uzun uzun konuşmaya luzum yoktur. Türkçüler evlenecekleri kızın sağlık ve ırk durumuna ve bu hususta aşka esir olmamaya dikkat etmelidir. Bu türlü ihmallerin kısa ömürlü evlenmelere yol açtığı örnekleriyle sabittir. Türkçüler teşkilatlanmalı, bunun için de daima Milliyetçiler Derneğini takviye etmelidir. Bu teşkilatta geçimsizlik göstermemeli, benlik davası gütmemelidir. Hür Türkçü kendi çevresini ikaz ve irşad etmeğe çalışmalıdır. Bulunduğu şartlar içinde nasıl bir Türkçülük yapacağını kestirmek o Türkçünün zekasına ve kabiliyetlerine aittir. Lüzum olursa Türk Milliyetçiler Derneğinin merkezlerinden sormalı, soramazsa vicdanına danışarak hareket etmelidir. Yanlışlar samimiyetle itiraf olunmalı, bir daha yapmamaya çalışılmalıdır. Genç Türkçülerin çoğunda bir milli kültür eksikliği bulunduğu gözden kaçacak gibi değildir. İmla yanlışları ve ifade bozuklukları bunu açıkça gösteriyor. Bu eksiklerin giderilmesine uğraşmak lazımdır. Milli kültürü zenginleştirecek eserleri okumak, hatta kabilse eski harfleri öğrenmek zaruridir. Eski harflerle yazılmış eserler hala büyük bir hazine halinde kapalı olarak durmaktadır. En mühim bir cihet de Türkçülerin kendi aralarında bir veya birkaç sandık kurmalarıdır. Gayet az paraların birikmesiyle başlıyacak olan bu sandıkların ilerde akla, hayale gelmez faydalar sağlaması muhtemeldir. Damlaya damlaya göl olduğu unutulmamalıdır. Bu sandıklar Türkçüleri mali güçlüklerden koruyacağı gibi Türkçü yayınlara da yol açar. Bu tavsiyelerimin hepsi ehemmiyetsiz şeylerdir. Fakat zamanla bunlardan mühim sonuçlar doğması beklenebilir. Orkun kapanırken onun çıkmasını ve yaşamasını sağlayan ülküdaşlarımıza teşekkür ederiz. Genç subaylardan liseli ve ortaokullu ülküdaşlara kadar bütün Türkçülerin gönülleri ve fikirleri aşağı yukarı bir buçuk yıl Orkun üzerinde birleşti. Orkun kuvvetli veya zayıf, her ne olursa olsun, biz, yani Türkçüler demek ki bu kadarmışız. Fakat ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ızdırap çekenler, ölenler bulundukça Türkçülük mutlaka muzaffer olacaktır. Yabancı hakimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın. Zevk ve sefa içinde yaşamak, içkiyle dünyayı hoş görerek zevk kadınlarıyla mest olmak, şehvet içinde kendinden geçmek de vardır. İstiyen onu, istiyen berikini tercih eder. Hayat ve ölüm... Bunların ikisi de güzeldir. Fakat esas ve ebedi olan ölümdür. Öteki bir rüya kadar geçici ve aldatıcıdır. Büyük ve esrarlı kainatın sinesinde yatmak... İşte bizim nasibimiz budur. Bu nasibimizi almadan önceki kısa rüya aleminde kendimizi ölüm kadar ebedi bir fikre vermek ve o fikir uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize, Tanrı Dağında bekliyen ecdat ruhlarına ve bizzat Tanrıya kavuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür. Bu ölümün güzelliği ile içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek hakikatı anlamaya da yardım edecektir. Ülkü yolunda ölenlerin, ebedi karanlık içinde kaybolurken hafızalarda bir ışık gibi parlamaları güzel, fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzakta bulunarak karanlıkta bir olmaları ondan daha güzeldir. Yaşamak sadece kısa bir an yaşamaktır. Ölüm ise kainatın ebediliğinde, hatıralarda ve gönüllerde asırlarca yaşamak, yahut hatıralardan ve gönüllerden de silinmekten sonra sonsuzlukta sonuna kadar yaşamakta devam etmektir. Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel, hatırlanmadan, gönüllerden silinerek, unutularak yaşamak ondan da ne kadar güzeldir. Her fedakarlık muhteşemdir. Fakat eserine imza koymamak, ülkü uğruna ad bırakmadan silinmek her şeyden daha muhteşemdir. Birleşmiş Milletler ideali uğrunda Kora'da şehitler vermek güzel bir şey, fakat Türkleri birleşmiş görmek için Kafkasyada, Azerbaycanda, Türkistanda, Altayda can harcamak şaheser bir şeydir. Türkçülük din gibi derin, tasavvuf gibi mistik bir sistemdir. Ondaki ihtişamı ve bu uğurda ölmekteki ululuğu ancak ruhunda istidat olanlar duyabilir. Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskofa karşı Köprüköy taarruzunu yapan Türk alayı gibi ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme sırasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Tanrı Türkü Korusun! Orkun Dergisi, 18 Ocak 1952, Sayı: 68 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
İSTANBUL'UN FETİH YILINA AİT BİR MEZAR TAŞI İstanbul'u zapteden Türk askerlerinden 18 kahramanın taşlarını saklayan bir mezarlık bakımsızlıktan yok olmak üzere. İstanbul'da, Şehzade Başında, Şehzade Başı Polis Merkezi yanında On Sekiz Sekbanlar Sokağı adında bir sokak var. Bakımsız ve tozlu olan bu sokakta küçük bir mezarlık var. Duvarının bir kısmı yıkılmış ve içini otlar bürümüş olmasına rağmen duvar kitabesiyle içindeki mezar taşlarından bir tanesi sağlam kalmıştır. Şimdiye kadar kimsenin dikkatini celbetmiyen bu mezar İstanbul'un en eski mezarıdır. Üzerinde İstanbul fethinin hicrî tarihi olan 857 tarihi vardır. Duvardaki kitabe yüksek olduğu için fotoğrafını almak kabil olmadı. Mezarlığın içinde iki tane lâhit varsa da birisinin taşı kalmamıştır. Öteki Sekban Kethüdası Hızır Oğlu Hamzaya aittir. Bununla beraber mezar taşındaki Kethüdâ-yi şühedâ-yi Sekban sözlerinden Hızır Oğlu Hamzanın mutlaka umum Sekban Kethüdası olduğu mânâsını çıkarmak doğru değildir. Bu söz, orada şehit düşen sekbanların kumandan, yahut en kahramanı mânâsına da gelebilir. İsmet Paşanın bir müddet önce eski eserleri korumak hususunda vilâyetlere gönderdiği tamim dolayısıyla eski eserler encümeninin ve İstanbul valisinin dikkatini celbederim. Bu mezarlık derhal mükemmelen tamir olunarak âbide haline getirilmelidir. Çünkü bundan 480 yıl önce şehit düşen Türk kahramanlarına ait olduktan başka İstanbul'un en eski Türk eseri de budur. Kitabenin ve mezarın yazıları fazla aşınmamış olduğu için bundan bir iki asır önce tamir olunduğuna hükmolunabilirse de, bu onların tarihî değerini küçültmez. Bilâkis atalarımızın millî mefâhire bizden daha saygılı davrandıklarını gösterir. Bu mezarlık, yakında yüksek adlarına bir âbide dikilecek olan 16 Mart Şehitleri meydanından 100 adım kadar uzaktadır. Burası imar için en çok 500 lira yetişir. Bu hususta Millî Türk Talebe Birliğinin de nazarı dikkatini celb ederim. Eğer hükümet kendilerine Çanakkale âbidesi için izin vermemek hususundaki inadında devam ederse, hiç olmazsa burasını tamir edip millî vazifelerini başka bir sahada itmam etsinler. Orhun, 1934, Sayı: 8 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
EN BÜYÜK TÜRK KAHRAMANI: KÜRŞAD Türk tarihi, dünyanın en hamasî şiiri, Türk kahramanları da o şiirin berceste mısralarıdır. Bir zafer şehrâhını dolduran heykeller gibi 26 asrı süsleyen bu ölmezler tümeni arasında bir teki bir millete şeref verecek ne büyük faniler gelip geçti. Tanrın Türk Tanrısı olduğuna, mavi gökle kara toprak arasındaki insan oğullarının yalnız Türklerden ibaret bulunduğuna, kendi ırklarının başkalarına hâkim olarak yaratıldığına inanan atalarımız için kahramanlık bir tabiat, fazilet bir huydu... Şimdi büyük adını saygı ile andığımız Kür Şad işte o kahramanlıkla faziletin şahlanmış örneği olan büyük Türk kahramanıdır. Millî ızdırapların şahlandığı ve şahsî ızdıraba karıştığı son yıllarda, ölmezler tümeninin zafer ve şeref şehrâhında hayalen çok dalaştım. Yarı masallaşmış çehresiyle Alp Er Tunga'dan, kahraman kadın Tomiris'ten başlayarak Pilevne kahramanı Gazi Osman Paşa'ya, Edirne kahramanı Şükrü Paşa'ya ve kurtuluş savaşının meçhul, fakat meşhur şehidine kadar bütün ölmezlerin önünden ihtiramla geçtim. Eskiden olduğu gibi yine Kür Şad'ı hepsinden büyük buldum. Çünkü o birçok büyüklerde görülen bazı küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi. Kür Şad, tarihimizde alevlerin, ışıkların, mehtapların ve yanardağların yanında gerçi parlamasıyla sönmesi bir olmuş geçici bir şahap gibidir. Fakat o geçici ışık tarihin gidişini değiştirmiş, kısa aydınlığında bize en büyük hakikati görebilecek fırsatı vermiştir. Bu hakikat ezeli ve ebedi kahramanlıktır. Tarih acayip bir ihtiyardır. Bazılarına tam hakkını verir. Bazı değersizlerden çok bahseder. Bazı büyükleri hiç anmaz. Bazılarından da yalnız bir kaç kelime söyler. Kür Şad bu sonuncularındandır. Onun hakkında bütün bildiğimiz: Türk milletini kurtarmak ve esir olan yeğenini Türk kağanı yapmak için kendisi gibi esir 40 arkadaşıyla birlikte Çin imparatorunun sarayına saldırdığı, fakat pek nispetsiz bir savaştan sonra can ve baş verdiğidir. Bu muhteşem saldırışın muhteşem kahramanlarını bilip tanısaydık ne hoş olurdu! Adlarını bile bilmediğimiz bu örneksiz fedailer acaba nasıl insanlardı? Kaç yaşlarında idiler? Hangileri hangi savaşlardan arta kalmışlardı? Anaları, babaları yaşıyor mu idi? çocukları var mıydı? Seviyorlar mıydı? Karıları, sevgilileriyle son defa neler konuşmuşlar, neler düşünmüşlerdi? Yazık, hiçbirini bilmiyoruz. Bildiğimiz yalnız şu: Yanardağ ruhlu, çelik iradeli kahraman Kür Şad... Bozkurt hanedânından yani kağanlar soyundan olduğu halde yeğenini tahta çıkararak Türk milletini diriltmek için kılıca sarılan Kür Şad... Bu nispetsiz çarpışmada zaferi sağlayacak tek yola giderek, yani düşmanın kalbine saldırarak ruh ve irade kuvveti kadar muhakeme gücüne de sahip olduğunu belirten Kür Şad... Başarılamayan bir ihtilâle rağmen düşmanın yüreğine korku ve dehşet salarak ırkı mahvolmaktan kurtaran Kür Şad... Sonra onun 40 şanlı arkadaşı... Bir hareketin değeri, verdiği sonuca göre ele alınırsa Kür Şad'ın hareketi Türklüğü yok olmaktan kurtardığı için Kür Şad büyüktür. Yapanın fedakarlığı ve kahramanlığı ile ölçülürse Kür Şad yine büyüktür. Velhasıl o çok büyüktür. Hiçbir kıskançlığın erişemeyeceği kadar büyük... Biz, bugünün Türkçüleri bu "kaybolmuş güneş"imizi 13 asrın karanlıklarından çekip çıkararak başımıza taç ettik. Şimdi o, büyük yarınımızı aydınlatıyor. Onun boşa gitmemiş okları 13 asrın ötesinden bize 41 kahramanın selamlarını getiriyor. Ve onların ruhları kendilerine doğru çelik ve kan tufanlarıyla yapılacak büyük bir yürüyüşü bekliyor. 1300 yıl önce dökülen Kür Şad'ın kanı ırkımızı yabancılar arasında erimekten kurtarmıştı. Bugün de onun hatırası Türklük ruhunu eriyip sönmekten kurtaracaktır. Vaktiyle onun at koşturduğu yerlerdeki meçhul mezarlardan bize gelen sesler "daha ne kadar bekleyeceğiz?" diye sorarken bizim yayladan "yakında geleceğiz" diye yükselen haykırışlar onlara karşılık veriyor... Sefil ihtirasların ve baykuş seslerinin söndüğü yarınki Türkelinde Kür Şad için ulu bir anıt düşünüyorum. Gösterişsiz, sade fakat metin, kayadan bir anıt... O anıtın önünde Kür Şad'a ve arkadaşlarına saygı olarak börk ve çizme giymiş, kılıç ve sadak takmış Türk gençlerinin, birbirine perçinlenmiş sarp bir yığın gibi dik adımlarla geçit resmi yaptığını düşünüyor ve 1300 yıllık gençler olan Kür Şad'la arkadaşlarının da, yaralarından hâlâ dinmeyen kanlar sızdığı halde, kendilerine çevrilen başlara gülümseyerek selam aldıklarını görür gibi oluyorum... Kürşad Dergisi, 1947, Sayı: 1 --->: Nihal ATSIZ'ın Makaleleri sayfa üç frmacil 3 --->: Nihal ATSIZ'ın Makaleleri |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasında şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk ülkesinin şark kısımları 630’da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtılarak milliyetlerini unutturmak, çinlileştirmek siyasetini takib ettiler. Kieli Han esareti izzetinefsine yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin şiddetinden intihar ettiler. Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk hükümdar sülâlesinden Kür Şad Türk devletini yeniden diriltmek için 639’da gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak için Çin İmparatorunu öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk prenslerinden Holuku’yu Türkeline Kağan ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay-tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin İmparatorun muhafızlarına saldırdı. Gayet kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeğe mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve öldürüldü. Bu işte dahil olamayan Holuku cenup vilayetlerine sürüldü. Fakat İmparatorluğun merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttu ki Türkleri çinlileştirmekten filan vazgeçerek onları Sarı Irmağının şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar. Bu suretle 681'deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu. Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar söylüyor. *** Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde bir çok kahraman görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi büyük fütühat yapmış, kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat bununla beraber tarih en büyük kahramanların bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir. Meselâ son asırlarımızın kahramanlarından Fatih, Yavuz ve Kanunî o kadar büyük oldukları halde ne kadar küçüklükler yapmışlardır. Şanlı Fatih’in sırf şehvet için yaptığı ahlaksızlıklar, kahraman Yavuzun şahsî ikbal için işlediği cinayetler ve büyük Kanunî’nin kadınlara âlet olarak düştüğü büyük yanlışlıklar olmasaydı hiç şüphesiz bizim gözümüzde daha büyük insanlar olacaklardı. Yine bazı kahramanlar da gelmiştir ki önceleri büyük yararlılık gösterip milleti yükselttikleri halde sonları fenalığa, sefahate dalmışlar ve iyi namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek bunu ödemişlerdir. Kapağan Kağan buna iyi bir örnektir. Kür Şad’a gelince o bunların hiçbirine benzemez. Kür Şad ne büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz birinci kahramanıdır. Tarihin herhangi bir yaprağına sıkışmış birkaç satırlık malûmattan Kür Şad’ın büyük rolünü çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini düşünmek lazımdır. Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak cephesinde, tek başına bir İngiliz süvari alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir millete şan verecek erler bulunur. Fakat zaman ve mekân şartlarını da nazarı dikkate alınca bunlardan hiçbirinin Kür Şad’a yetişemeyeceği teslim olunur. Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine dayayınca, birkaç misli düşmanla çarpışmak, herkes için olmasa bile, yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi menfaatini millî menfaatle birleştirerek mevki ve şeref için kabadayılık edecek insanlar da çoktur. Fakat ne mevki ne de şerefi düşünmeden, sırf millet için ve kendi kanı pahasına başkasını tahta çıkarmak üzere çekilen kılıcın sahibine saygı ile baş eğmek lâzımdır. Kür Şad, Kağan sülâlesindendi. Bu büyük kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile... 40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kahramanın yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk, cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır. Onların bu hareketine çılgınlık diyecek zavallılar bulunabilir. Çünkü kahramanlıktan nasibi bulunmayanlar ve hiç olmazsa kahramanlığı takdir edecek kadar asil seciyeli olmayanlar için kahramanlık budalalıktır. Fakat mensup bulunduğu milleti kurtarmak için hayatını harcayıp toprağa düşmek, kartal gibi göğe yükselmek demektir ki zahife gibi yerde sürünenler bunun mânâsını anlayamazlar. Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini millî varlık içinde eriten Gök Alp da öyledir. Türkistanda millî şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve rus makinalısına yürüyen Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta suikasd yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedaîler hiçbir yerde çıkmamıştır. Kür Şad’ın bu hareketi hiçbir netice vermeden sönseydi bile yine o en büyük kahraman sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle torunları olan biz, bugün Türklere edebî bir şan ve şeref kazandırmış bulunacaktı. Halbuki bu misli görülmeyen kahramanlık Çinlileri o kadar korkuttu ki onlar Çinde esir bulunan bütün Türkleri bir an önce Türkeline göndermekten başka bir şey düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki, Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad’ın kahramanca saldırışı olmasaydı Çinliler, tabii, Türkleri Çin’de alıkoyarak çinlileştirme siyasetinde muvaffak olacaklardı. Ve belki de bugün yer yüzünde büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir millete ileri atılış gücünü verebilmek için Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir. Bu türlü gözünü daldan budaktan sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile en müspet neticeyi almış sayılabilir. Çünkü bunlar millet için birer örnek ve birer remiz olurlar. Büyük geçmişinden ilham alan yüksek tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler yapmasını bütün samimiyetimle alkışlarken, büyük Namık Kemal’le büyük Gök Alp’ın ruhlarına, kendindeki büyüklükten yalnız bir parçasını tevarüs ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı bir gün yapmalarını, biraz daha yaşlı bir arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök Alp’ın ruhunu pek çok ve Kür Şad’ın ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu bir kütleden bunu beklemek hakkımızdır. Kür Şad 639’da öldü. Beş yıl sonra yani 1939 da, onun ölümünün 1300, yılında büyük bir Kür Şad günü için şimdiden hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes yazılsa ve büyük adına Üniversite meydanda tek parçalı sade bir taş kırık bir kılıçtan ibaret bir abide dikilse nasıl olur? Üniversite bir bilim ocağıdır. Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler delir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar. Üniversite bir bilim yeri, Kür Şad’da ömründe ok ve kılıçtan başka bir şey kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım Orhan Şaik’in dediği gidi: En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmış olanlardır. Kopuz Dergisi, 1939, Sayfa: 3 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
MİLLİ DEĞERLER VE MİLLİ RUH Yahya Kemal, Ziya Gökalp’la olan manzum bir şakalaşmasında: “Kökü mâzide olan atiyim” demişti. Bu dört kelimelik mısra, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düsturdur. Maziyi unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevî kanımızda, yani ruhumuzda olan istidatların, iyi ve kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur. Maziyi küçük görmekten hiçbir şey çıkmaz. Onu aşağılamak yanlış bir düşüncedir. Yeni doğmuş bebeği çirkin, akılsız, âciz diye sevmemek, onun sonra ne güzel bir şey olacağını düşünmeden yapılan nasıl bir haksızlıksa, kusurları olan maziyi sevmemek de öylece yanlış bir davranıştır. Gerçi mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdenin arkasında sönük ve korkunç başka perdeler de vardır. İnsanın henüz insanla hayvan ortası bir yaratık olduğu zaman hiç de övünülecek bir çağ değildir. Fakat ne yapalım ki bu böyledir. Yaratıcı kudretin bize çizdiği kaderdir. Onu değiştirmek kimsenin elinde değildir. Övüncümüz, millet veya kavim olduğumuz zamanlardan başlar. Çünkü artık yasa içinde, düzenle, erdemle, yardımlaşma ile, teşkilâtla, fedakârlıkla, savaşta ölümü göze almakla yaşanan bir hayat başlamış, yaşamak güzelleşmiştir. Bu güzel hayatın da çirkin tarafları yok mudur? Elbette vardır. Fakat bir aksak mısra için güzel bir şiir nasıl atılamazsa, sesi çok çirkin olan bir kemancı kızın sanatı nasıl inkâr olunamazsa, bir ameliyatta hastayı öldüren birinci sınıf bir doktor nasıl büyük hekim olmaktan çıkmazsa bir millet de mazisindeki çirkin taraflar yüzünden sıfıra indirilemez. Bir insanın tek bir sözüne, bir eskrimcinin bir hamlesine, bir kumandanın bir muharebesine bakarak da hüküm verilemez. Hüküm vermek için o insana, o sporcuya, o kumandana topyekûn bakmak gerekir. Atatürk’ün büyük kumandan olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ama Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda Suriye’de yenildi. Gazi Osman Paşa da büyük kumandandır. O da yenildi. Hem de tutsak düştü. Bunlarla Atatürk’ün ve Gazi Osman Paşa’nın büyük kumandan olmak vasfı gider mi? Gitmediğine en büyük senet, Moskof Çarı’nın Gazi Osman Paşa’ya kılıçla gezmek müsaadesini vermesi, İngilizlerin de Çanakkale Savaşı hakkındaki resmî tarihlerinin başında Atatürk’e yaptıkları ithaftır. Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi: Milliyetler mazilerden akıp gelen sellerdir. Mazide eşsiz bir güzellik vardır. Çünkü artık bir daha geriye gelmeyecektir. Çünkü orada hep ölüler yaşamakta ve suçlarından sıyrılmış olarak yalnız büyüklükleriyle bize bakmaktadır. Mazi güç kaynağı, fazilet ırmağıdır. Milletlerin, mazilerine sımsıkı sarılmaları elbette boşuna değildir. Toprak altından çıkan şekilsiz taş parçalarını değerlendirmek, tek duvarı kalmış bir yapıyı ayakta tutmak için didinmek bir yaşama savaşı, köklü olmak ülküsünün görünüşüdür. İskoçlar o acayip eteklikleri herhalde elâlemi kendilerine güldürmek için giymedikleri gibi İspanyollar da boğa güreşlerini vahşet olsun diye yapmıyorlar. Millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan biri de müziktir. Bazılarının dediği gibi müzik iptidaî insanın isterisinden doğmuş olsa bile artık güzel sanatların bir bölümü olarak hayata girmiştir. Çıkmaz; çıkarılamaz. Biz de tâ Hunlar çağından, yani milâttan önceki yüzyıllardan beri bir saray ve ordu mızıkası olduğu tarihî kayıtlarla bilinmektedir. Bir millî marş, bir askerî beste, melâli anlatan bir parça yahut neşeli bir ezgi fertleri, toplulukları, milletleri ruhlandırır, bazen kendinden geçirir. İnsanlar müzikle duygulanırlar, sevinirler, bazen de ağlarlar. Türk müziği, cihan devleti kurmuş bir milletin ruh olgunluğunu gösteren ağırbaşlı bir müziktir. Tabiî, onun her parçasına güzel denemez. Batı müziğinin her parçasına da denilemeyeceği gibi...Güzelin tarifi pek çoktur. Çünkü güzelin tartısı ve ölçüsü yoktur. Görende, duyanda büyük estetik tesir yapan şey güzeldir. Bu sebeple bir Türk’ün güzel bulduğu şeyle bir Batılı’nınki, bazen bir olsa da, çok defa aynı değildir. Bizim müziğimizin büyük üstadlarından biri “Itrî”dir. Millî ruhu terennüm etmiş, Türk’ün duygusunu dile getirmiştir. Itrî bir mazidir, semboldür. Türk müziğinin devidir. Türk Milleti günün birinde Müslümanlığı bıraksa bile nasıl Süleymaniye’yi sevecekse, müziği de hangi yolu ve yönü alırsa alsın Itrî’yi de öyle kutlayacaktır. Itrî bir mukallid yani bir çalgıcı değil, bir yaratıcı yani bir bestekârdır. Durum bu iken 27 Kasım 1971 tarihli Milliyet’te “Devlet Sanatçısı” Bayan Suna Kan’ın Itrî’yi de, tek sesli müzik dediğimiz Türk musikisini de yerin dibine batıran yazısını okuyunca hayretler içinde kaldık. Usta bir kemancı olan Suna Kan vaktiyle bir hârika çocuktu. Demek artık hârikalığı giderken sadece çocukluğu kalmış. Tek sesi hakir görmek nedir? Sindirilmemiş bir yükselmenin eseri... Müziğin ileri veya geri oluşunu yalnız tek ses veya çok sesle açıklama pek çocuksu bir izah değil mi? Caz müziği de çok seslidir ama bu, onu bayağı bir takırtı olmaktan kurtarmıyor. Ney de tek sesli bir müzik aletidir. Ancak ney, tarihimizde sadece bir müzik aleti olarak değil, aynı zamanda şanlı bir silâh olarak da yer almıştır. Çünkü, tahtından indirildikten sonra bir odada tutuklu bulunan III. Selim, çoğu gayrı Türk kölelerden meydana gelen bir kalabalığın, kendisini öldürmek üzere, odasına saldırdıkları sırada ney çalmakta idi ve kendisini o tek sesli müzik aleti ile savunmuştu. Suna Kan’ın küçümsediği kavuklu adamların çaldığı tek sesli mehterle ülkeler açıldı, teşkilât kuruldu ve İngiliz Toynbee’nin yer yüzünde kurulmuş iki buçuk imparatorluktan biri diye vasıflandırdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürü ve medeniyeti yüzyıllarca yaşadı (öteki imparatorluk Roma, yarım olanı da İngiliz İmparatorluğu’dur). Muhteşem bir tarihin müziğini küçük görmek o muhteşem maziyi de küçük görmek, kendisini bu milletten saymamaktır. Suna Kan, 22-23 Aralıkta Devlet konser salonunu “müzelik eserler” işgal ederse Devlet Sanatçılığı unvanını iade edecekmiş. Etsin!.. Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de kaybedecek değildir. Çünkü, o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır. Fakat dünyaya bir Itrî gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı. Çünkü, O, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı. Bir de her şeye Atatürk’ü karıştırmakla davalar çözümlenmez. Suna Kan’ın yaşı Atatürk’ün müzik hakkında konuşmalarını ve sözlerini bilecek kadar fazla değildir. Herhalde kendisine öğretenler var. şunu asla unutmasın ki Atatürk tek sesli müziği sevmeseydi, sofrasında bu müzikle şarkılar söyletmez, kendisi de söylemez, hatta Zeybek havası çaldırıp bizzat oynamaz ve tek sesli besteler söylesin diye Safiye Ayla’yı çağırtıp getirmezdi. Millî değerlerin modası geçebilir, müzelik olabilirler. Fakat yine saygı görürler. Beethoven de müzeliktir ama hakaret görmüyor, baştacı ediliyor. Bugünkü Avrupa’nın insanlıktan çıkmış gençleri Beethoven’i dinleyip anlıyor mu? Onlar ancak Pop müziği denen vahşi seslerle zıplıyorlar. Fakat Beethoven’in tarihte aldığı yeri sarsamıyorlar, sarsamazlar. Suna Kan’ın hücumlarına rağmen de Itrî tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, millî ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik ayakta duracaktır. (20 Aralık 1971), Ötüken, 1972, Sayı: 92 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
MİLLİ ŞUUR UYANIKLIĞI Millî şuur, bir milletin, kendini duyması ve bilmesidir. Hem duyguya hem de düşünceye dayanan millî şuur, bir milletin mânevî kuvvetlerinden en önemlisidir. Milletlerin hayatını koruyan dört savunma hattından en geride olanı yâni sonuncusu ve en mühimi millî şuurdur. İnsan uzviyetinin akciğer, karaciğer, kalp ve beyin nasıl dört önemli organı ise, bir milletin de ordu, bağımsızlık, dil ve milli şuur, dört büyük kalesidir. Bir millet, ordusunu kaybedebilir. Bağımsızlığını da kaybedebilir. Fakat, dilini sakladıkça, o millet yaşıyor demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş sayılır. Buna rağmen bir millet, dilini zorlayıcı sebeplerle kaybettiği halde, milli şuuruna sahipse, o millet kendisine zorla kabul ettirilen yabancı dile rağmen, gerçek kişiliğini bilir ve günün birinde bu millî şuur sayesinde, öz dilini yeniden öğrenerek gerçek benliğine döner. Bunun en güzel örneği Lehistan Türkleridir. Türkçe'yi yüzyıllardan beri unutup Lehçe konuştukları halde Türklüklerini unutmamışlardır ve günün birinde Türkçe konuşacaklardır. Millî şuurun uyuşuk ve uyanık olması, milletlerin yaşama kabiliyetleri ile orantılıdır. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, yabancı unsurların borusu ötmez. İdâre işlerinin başına önemli yerlere yabancı soydan kimseler gelemez. Orada "bilim", "milli menfaatin" emrindedir. Bilim, bilim için değil, milletin büyüklüğü ve şânı içindir. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, millet, yabacıyı kendisinden saymaz. Yabancı soydan olanlar, vatandaş ve tebaa olsa bile, yine yabancı sayılır. Ona güvenilmez. Yabancılarla evlenilmez. Hele yüksek tabakada bu evlenme hiç görülmez. Kânunlar, yalnız milli menfaati korumak ve milleti yükseltmek için yapılır. Tarih, yalnız milli şân ve şeref bakımından ele alınır. Geçmişe sövülmez. Yabancı milletler ve kimseler millî kadroya sokulmaz. Geçmişi, mefâhiri, ahlâkı, aileyi, seciyeyi, erdemi, kahramanlığı, milliyetçiliği açıktan açığa veya sinsice baltalayan yazılara, eserlere, filmlere, piyeslere, konferanslara izin verilmez. Millete hitâp eden ve halkı terbiyede rol oynayan müesseselerin başına o milletten olan iktidarlı, ahlâklı ve zekî insanlar getirilir. Milli şuur uyanık olunca iltimas, rüşvet ve haksızlık kalkar. Hizmeti olanların hizmeti inkâr olunmaz. Tarihi şahsiyetlere gerçek değeri verilir. Ne ufacık kusurları yüzünden dev gibi adamlar küçültülür, ne de gerçeğe dayanmayan büyüklükler dolayısıyla ahlâksız insanlar devleştirilir. Avukatlar millete hakâret etmiş yabancıların savunmasını üzerlerine almaz. Soysuzlaşmış tipler, yarı çılgınlar, millî dili doğru dürüst bilmediği halde kendini gençliğin önderi sayan manyaklar ve budalalar, gazete ve dergilerde, kendilerinden daha kuvvetli olanlara, fikir ve ülkü savunması perdesi altında, kendi cüce şahsiyetlerinin reklamını yapamaz. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde doktorlar sahte rapor vermez. Okula gelmeyen öğrenci hastaydım diye yalan söylemez. Millî şuurun olduğu yerde hiçbir zaman yalan söylenmez. Kadınlar ve erkekler aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak kutlanır ve saygı görür. Milli renkler her zaman ululanır. Bayrak katlanmak için bile yere değdirilmez. Atalar mezarlarında hayvanlar otlamaz ve hele fâhişeler ve yabancı kanı taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsâmaha görmez. Küçük büyüğün, öğrenci öğretmenin, memur amirin aleyhinde söz söylemez. Kadınlara saygı gösterilir. Kadınlar kokotloşmaz. Öğrenciler, milli heyecanla coşan bir yürek taşır. Fakat ciddî ve disiplinlidir. Öğretmenler iltimas yapmaz. Öğrenciler kopya çekmez. Herkes hakkına râzıdır. Dün okula başlayanlar bugün üstadlık dâvâsına kalkmaz. Görev kutsal tutulur. Millî şuurun uyanık olduğu yerlerde, dil kıskançlıkla korunur. Dilin kurallarını ve sözdizimini bozmaya kalkıp bunun hakkında yazı yazan çılgınlar alkışlanmaz,aksine tımarhâneye sokulur. Herkes kendi keyfince bir imla kullanmaz. Millî şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay,vatan haininden profesör, hekimden dilci, cahilden müverrih, yabancıdan vekil, serseriden ülkücü çıkmaz. Millî şuur, bir ışıktır. Yurdu aydınlatır ve gizli köşelere sinmiş olan bütün akrepleri açığa çıkararak, karanlıkta iş görmelerine engel olur. İnsanda beyin ne ise, millette de milli şuur odur. Ciğeri, karaciğeri, hattâ bazen kalbi kurşunla delinen bir adamın yaşadığı görülür. Fakat beyninden kurşun yiyen bir insanın yaşamasına imkân yoktur. Bunun gibi bir millet de ordusuz ve bağımsız yaşayabilir. Hattâ dilini kaybetse de ölmeyebilir. Yeter ki milli şuuru olsun. Millî şuur, bir milletin yaşama ifadesi, hayat kaynağı ve en kuvvetli silahıdır. XX. Yüzyılda millî şuuru olmayan milletler yıkılmaya mahkumdurlar. Kızılelma, 2 Ocak 1948, Sayı: 10 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
BİR ANSİKLOPEDİNİN BÜYÜK YANLIŞLARI Türkiye`de mânâsı bir türlü anlaşılamayan iki kelime "Türkçülük" ile "Turancılık"tır. İnsanlara bir düşünceyi, bir kavramı anlatmak çok güçtür. Beyinlere yanlış olarak kazılan bir şeyi düzeltmek için başlıca çare ciddî yayınlar olabilir. Türkçü olarak Türkçülük ile Turancılık kelimelerinin ne mânâya geldiğini birkaç defa açıkladığımız hâlde görülüyor ki maksadımızı anlatamamışız. "Türkçülük", Türk ülküsü, yani Türklerin her alanda her milletten üstün olması düşüncesi; "Turancılık" ise Türkçülüğün siyasî amacı, yani yer yüzündeki bütün Türklerin, geçmişte olduğu gibi, tek devlet hâlinde birleşmesidir. Tarih, ülkü ve millî irâde gücü hakkında hiçbir bilgisi olmayanlar buna "hayal" diye itiraz ediyorlar, fakat bir milleti birleştirmek ülküsüne hayal dedikleri halde bütün milletleri Moskova çevresinde birleştirmeyi gerçekleşebilir diye görüyorlardı. Büyük bir enerji kaynağı olan yüz milyonluk Türk milletinin birleşmesinde imkânsızlık görenler, iki bin yıllık tutsaklıktan sonra Yahudilerin kurduğu İsrail devletini görmemezlikten geliyorlardı. Daha kötüsü Turancılığı, Türkiye için macera, tehlike gibi görerek Turancıları Türkiye`nin mahvına sebep olacak insanlar diye tarif ediyorlardı. Turancılık, bağımsız Türklerin devleti olan Türkiye sınırları dışındaki Türkleri kurtarmak demek olduğuna göre önce Hatay`ın kurtarılması, sonra Kıbrıs`ın yarısına el atılması Turancılık değil de nedir? Kıbrıs`taki 100.000 Türk için savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki Türkler için çarpışmasın? Türkçülük ve Turancılık için gazete ve dergilerde yanlış ve kasıtlı yazılar çıkabilir. Nitekim çıkmıştır, çıkmaktadır. Siyasî parti mensupları tarafından da aleyhte, tahriflerle dolu sözler söylenebilir. Bunun en tipik örneği o zamanki Türkiye devlet başkanı İsmet İnönü tarafından 19 Mayıs 1944`te Ankara Stadyumunda söylenen mahut nutuktur. Fakat ilmî eserlerde ve ilmî çerçeve içinde kalması gereken ansiklopedilerde yalana, yanlışa, tahrife yer olamaz. Ansiklopedi asırlara hitap etmek gayesiyle çıkar. Çıkaranların fikriyatı ne olursa olsun, anlattığı konularda tarafsız kalmaya mecburdur. Bu onlar için ahlâkî bir görevdir. Bizi bu satırları yazmaya sevkeden sebep "1923-1973 Türkiye Ansiklopedisi" adıyla fasiküller hâlinde çıkan bir ansiklopedinin "Turancılık ve Türkçülük" maddesindeki büyük yanlışlardır. Türkçülük çok eski bir fikir akımı olup incelenmesi uzun çalışmalara bağlı olduğu halde bu ansiklopedide aceleyle ve dikkatsizce yazılan satırlarla anlaşılmaz bir hale getirilmiş, bu arada şahıslarımızı töhmet altında bırakacak sözler söylenmiştir. Aceleyle yazılmış olması, şüphesiz bu ansiklopedinin ticarî maksatla hazırlandığını gösterir. Fakat nâşirlerin kazanç arzusu başkaları hakkında yanlış, hele düşürücü bilgi sıralamak hakkını onlara asla vermez. Şimdi Türkiye'de pek çok ansiklopedi çıktığı ve bir ikisi dışında sathî ve değersiz olduğu için ben bunları alıp okumuyorum. Bahsettiğim ansiklopedinin Turancılık ve Türkçülük maddesini ihtivâ eden fasikülünü genç bir ülküdaş getirdiği için görebildim. 1360-11364'üncü sayfalardaki Turancılık ve Türkçülük maddesi çok yanlış yazılmıştır. Ansiklopediye bir madde yazan kimse veya kimseler her şeyden önce bahsettikleri kişinin veya kişilerin adlarını doğru yazmaya mecburdur. Halbuki bu maddede dört kişinin adı yanlış yazılmıştır. Benim adım "Nihal Atsız" olmayıp "Nihâl Atsız" olduğu gibi "Necdet Sançar"ın doğrusu "Nejdet Sançar", "Heybetullah"ın doğrusu "Hibetullah", "Faiz Hisarcıklı"nın doğrusu da "Fazıl Hisarcıklı"dır. Benim vaktiyle çıkardığım derginin adı "Atsız dergi" değil, "Atsız Mecmua"dır. Bu ufak gözüken yanlışlar ciddiyetsizliğin örneği ve acelenin neticesidir. Hiçbir suretle mâzur görülemez. Maddeyi yazan veya yazanların "Turan"ı bir şehir sandıkları da görülüyor: 1361'inci sayfanın orta sütunundaki şu cümleye bakın: "Her şeyden önce Millî Mücadelenin daha başlarında Misak-ı Millînin kabul edilmesiyle kutsal belde Turan`a bağlanan umutlar bir yana bırakılmış oluyordu. Arapça olan "belde" kelimesi Türkçe'de yalnız "şehir" anlamına geldiği için Turan`ı böyle tavsif etmek de hem acelenin, hem de bilgisizliğin eseridir. Fakat acele mazeret değildir. Turan, Türklerin yaşadığı bütün topraklardır. Hatta bugün bir tek Türk'ün barınmadığı Kırım gibi tarihî Türk yurtları da Turan'ın içindedir. Bu sebeple maddeyi yazan veya yazanların "Osmanlı ülkesinin turan olmadığı" hakkındaki sözleri de (1361'inci sayfa, sol sütun) doğru değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Türklerin yaşadığı bütün bölgeler Turan'ın parçaları olduğu gibi bugünkü Türkiye de bütünüyle Turan'ın bir bölümüdür. Ansiklopedinin bu yanlışları, ciddî bir eser için ayıp olmakla beraber bizim için mühim olan, Türkçülerin tahrikçi olarak anlatılması ve mahkeme huzurunda Turancılığı milliyetçilik diye diye izaha kalkışarak "milliyetçi" kelimesini kendilerine siper etmekle suçlandırılmasıdır. Türkçülük şüphesiz milliyetçiliktir ama özel mânâsı olan, her şeyin üstünde bütün Türk milletini düşünen, bunun dışındaki kavramlara ehemmiyet vermeyen bir milliyetçiliktir. Bugün Türk milletini Anadolu'da yaşayan Sünnî Müslümanlardan ibaret sayıp kendilerine "Anadolucu" diyen ir grup dahi milliyetçilik iddiasında bulunuyor. Gerçekte Türklükle Anadoluculuk bağdaşmayan, hatta birbirine düşman iki fikirdir. Bu sebeple Türkçülerin milliyetçilik kelimesi arkasına saklanmaları söz konusu olamaz. Gerçi 1944-1945 olaylarında ilk önce Türkçüleri mahkûm eden Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde bazı Türkçüler, Türkçülüğün milliyetçilikten başka bir şey olmadığını savunmuşlarsa da bu, Turancılığın ne olduğunu bir türlü anlamayan mahkeme heyetine ve bile bile Türkçülük düşmanlığı yapan savcı ve müteveffa Kâzım Alöç'e Türkçülük gerçeğini anlatmak içindi. Yoksa birçok Türkçü, bu arada bu satırların yazarı, mahkeme karşısında Türkçülüğü de, Turancılığı da, ırkçılığı da benimsediğini söylemekten çekinmiş değildir. Türkçüleri tahrikçilikle suçlamak gibi büyük bir ithâmı yapanlar bunu ispat edecek yazı veya başka belgeleri de göstermeye, müfterî olmaktan kurtulmak için mecburdurlar. Tahrikâtın mânâsı insanları kanundışı davranışlara kışkırtmaktır. Tahrikât denilen şey Türkçülerin çıkardığı dergilerdeki yazılarsa bunlar fikri yaymak için yapılan propagandalardır. Namuslu fikirlerin propagandası kanun ve ahlâk bakımından suç değildir. O halde bu tahrikât sözü yıllardır komünistlerin ve bir iki kere de İsmet İnönü'nün Türkçülere yönelttiği, aksi ispat edilmiş bir gevelemeden başka nedir? Bir diğer konu da Turancılık ve Türkçülük maddesini yazan veya yazanların "Türkler" hakkındaki şaşılacak bilgisizlikleridir. Şu satırlara bakınız: "Asıl amaç Türkiye`yi Almanya safında savaşa sokmak olmakla birlikte bu amaca ulaştıracak yöntemlerden biri olarak Almanya'daki esir Türkleri de bünyesinde toplamak üzere Türkiye ve Pakistan'daki Türkleri bir araya getirecek bir federasyon fikri el altından yayılıyor, Almanya ise böyle bir fikrin gerçekleşmesine inanmasa bile savaşa girmemekte direnen Türk hükümetinin karşısında böyle bir baskı grupunun çıkmasından yarar umuyordu. Bu defa olayın liderliğini Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan gibi kimseler yapıyor, bunların yakın çevresinde de ............................... yer alıyordu." Türkiye ve Pakistan'daki Türkleri bir araya getirmek... Böyle bir hezeyanı çocuklar bile yapmaz. Ancak Ansiklopediyi çıkaranlar galiba Pakistanlıları da Türk sayıyorlar. Türkiye`yi Almanya safında savaşa sokacak baskı grubu tek parti diktatörlüğü çağındaki üç beş öğretmen ve öğrenci mi idi? Türkçüler, meselâ yanı başlarındaki eski Türk vilâyetleri Irak'ta yaşayan birkaç yüz bin Türk dururken uzaktaki Pakistan`a mı gideceklerdi? Daha mühimi o zaman "Pakistan" diye bir devlet var mıydı? Varsa bile orada belki birkaç mülteciden başka Türk yaşıyor muydu? Bu saçmalar ancak Yahudi Dönmesi Komünist Sabiha Zekeriya Sertel'in hatıratına yakışan şeylerdir. Kazanç hırsıyla acele olarak çıkarılan ansiklopedilerde bu türlü yanlışlar kaçınılmazdır. İslâm ve Türk Ansiklopedileri yıllardır bitirilememişken kısa bir sürede bir ansiklopediyi tamamlamak yanlışları önceden göze almakla mümkün olur. Burada nâşirlere sorulacak bir soru var: Turancılık ve Turancılar hakkında kaynak bulamadılarsa yaşayan Turancılara başvurarak sağlam bilgiler elde edemezler miydi? Nâşirlerin bu türlü ansiklopediler ve ansiklopedik eserler yayınlamakla uğraştıklarını Hayat Tarih Mecmuası`nın Ocak 1974 tarihli sayısında Yılmaz Öztuna`nın "Dünya Tarihi Faciası" adlı yazısından öğrendim. Yılmaz Öztuna 12 ciltlik Türkiye Tarihi`nin müellifidir ve bu eser bugün mevcut Türkiye Tarihlerinin en iyisidir. Öztuna, nâşirlerin Dünya Tarihi adlı ansiklopedik eserlerinde, kendi kitabından isim zikretmeden pek çok aktarmalar yapıldığından haklı olarak şikâyet etmektedir. Hiç kimse kendi eserinin yağmalanmasından hoşlanmaz. Bilhassa bir müellifin tarihî buluşlarını alırken kaynak zikretmek yazarlık sanatının görgü kaidelerindendir. Demek ki nâşirler yakıştırırken bir yandan da Öztuna'da olanı aktarmış ve ad vermemiş durumuna düşüyorlar. Kaynak zikretselerdi ne olurdu? Eserlerinin veya kendilerinin değeri mi azalırdı? Bilâkis kamu vicdanında sevimli hâle gelirler, doğru iş yapmış olurlardı. Sırası gelmişken burada bir noktayı da aydınlatmak istiyorum: Türklerin kırk ülkede kırk devlet değil, Orta Asya ve onun devamı olan Doğu Avrupa'daki geniş bölgede bir, Önasya'da da diğer bir devlet olarak başlyıca iki devlet kurmuş olduğunu, şimdiye kadar devlet diye bilinen isimlerin hanedan adı olduğunu ilk defa ben yazmışımdır. Bu, Edebiyat Fakültesi öğrencisi iken Türk tarihini kavramaktaki güçlükleri görmekten doğan bir istekle yaptığım sıkıcı çalışmaların sonucudur. 1935'te yayınladığım "Türk Tarihi Üzerine Toplamalar" adlı eserimin önsözünde bu fikri savunduğum gibi, 1941 Ağustosunda çıkan "Çınaraltı" dergisinin ilk sayısındaki " Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır" başlıklı yazıda da aynı fikri daha sistemli ve düzgün bir şekilde kaleme almışımdır. Bu son yazı Afşın Yayınları'nın 8`incisi olarak 1966`da çıkan "Türk Tarihinde Meseleler" adlı kitabımda da vardır. Türkiye Ansiklopedisinde Turancılık maddesinin yanlışları bu kadar da değildir. Edebiyat Fakültesi asistanlığından Malatya ortaokuluna sürülüşüm Atsız Mecmua'daki yazlarım yüzünden değil, Birinci Tarih Kurultayında kendisine birkaç arkadaşla birlikte telgraf çektiğim Reşit Galip benden öc almıştır. Bir diğer yanlış da Halide Edib'in Turancı sayılmasıdır. "Yeni Turan" adlı bir roman yazmakla insan Turancı olmaz. Halide Edib daha sonraki yıllarda Türkçülük aleyhine dönmüş, İstanbul Üniversitesindeki profesörlüğü sırasında bunu bazı hareketleriyle göstermiştir. Gençliğinde modaya uyarak yazdığı "Yeni Turan" onu turancı yapıyorsa, o halde gençliğinde Millî Savaş heyecanına kapılarak "Yaralı Hayalet" manzumesini yazan Nâzım Hikmet`i de vatan şairi saymak gerekir. Oysa Nâzım Hikmet, bir numaralı vatan hainidir. Ötüken Dergisi, 11 Şubat 1975, Sayı: 4 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
NE YAPTIĞINI BİLMEYENLER Artık "anarşist" diye adlandırılan komünistlerin duruşmaları ilgi çekici bir şekilde sürüp gidiyor. Türkiye'yi yıkmak için kurulup adına "Dev-Genç" denilen teşkilatın başkanı, duruşma sırasında, perişan ruh halini anlatan sözler söyleyip davranışlarının manasız olduğunu kabul etti. 21 Mayısçılardan olduğunu öğrendiğimiz Yusuf Küpeli'de aşağı yukarı aynı şekilde konuştu. Anlaşılan şu: Bu gençler sosyal hastalıklara karşı aşısız oldukları için kendilerine zerkedilen yabancı emel mikroplarına dayanamayıp hastalanmış, ne yaptığını bilmez kişiler olarak yabancı düşüncelerin aleti haline gelmişlerdir... Bu dayanıksızlık yalnız genç anarşistlerde değildir. Biraz daha geriye bakınca görülen manzara aynıdır. 27 Mayıs hareketi denen ve sözümona devleti kurtarmak için yapılan ayaklanmanın devlet yönetimine getirdiği 38 kişiden 3 tanesi bugün vatan ihanetinden yargılanmaktadır: kültür ve fikir meselelerinde elifi görse mertek sanan Cemal Madanoğlu, Askeri katip İrfan Solmazer ve eski Piyade Yüzbaşısı Numan Esin. Yine bu 38 lerden Ebedî Senatör Ahmet Yıldız, karakol ve bankaların basıldığı, dükkanların yağmalandığı, bir polisin ölüp birkaç subayın yaralandığı anarşik 16 Haziran hareketi için "ayaklanma değildir" demişti. Yine, 38 lerden, MHP üyesi ve eski Jandarma Yüzbaşısı Ahmet Er, seçim propagandası yaptığı sırada Türkiye'ye nizâm-ı Muhammedi'yi getireceklerini söylemişti. Demek ki Türkiye'yi yönetecek olan 38 kişiden 5 inin fikir yapısı bu idi. O halde zavallı Sultan İbrahim'in suçu ne idi ? Aynı madalyonun öteki yüzündeki manzara da daha az acıklı değildir: 28 Mayıs günü, Ankara'da öldürülen Ali Balseven'in başına gelen iş yine sosyal hastalıklara karşı aşısız bir güruhun marifetidir: 1948 Maraş doğumlu olup sıkıntılı bir hayat mücadelesinden sonra Ankara Ziraat Fakültesine giren ve gözüpek, katıksız Türkçü bir genç olan Ali Balseven Milliyetçi bir partidir diye MHP ye girip bu partiden, Türkçü olmadığı kesinlikle anlaşıldıktan sonra çıktığı için üstüne çektiği düşmanlıklar sebebiyle ve kahbece öldürülmüştür. Balseven'i öldürenler bir kere nâmerd insanlardır. Merd olsalardı silahsız bir kişinin üzerine silahlı bir kaç kişiyle saldırmaz, görülecek hesapları varsa onu eşit şartlarda erkekçe vuruşmaya çağırırlardı. Sonra bunlar kuşbeyinli yaratıklardır. Bu davranışın kendilerine bir şey kazandırmayıp çok şey kaybettireceğini, Balseven gibi düşünenlere ise çok şey kazandıracağını düşünememişlerdir. Onlara hatırlatalım: Türkçülük kolay iş değildir. Geceleyin köşe bekleyip bir kişiye birkaç kişiyle saldırmak gibi rezaletlerin Türkçülükte elbette yeri yoktur. Türkçülük sözünün eri olmak, ettiği yemine sadık kalmak ve yalan söylememektir. Türkçü taviz vermez ve politika yapıyorum zannı ile "biz Yahudi aleyhtarı değiliz; çünkü onlarla hiç savaşmadık" gibi gülünç sözler söylemez. Türkçülük makam hırsı ile bağdaşmaz. Başkanlık vasıflarından mahrum insanların başkalarını kötüleyerek liderlik davası gütmeleri, hilekâr daltabanların oyuncağı olmaları kadar acıklı durum yoktur. Başkan olacak adamın bütün ömrü dimdik geçmiş olmalı, mazisinde kendisini küçük düşürecek bir zaaf bulunmamalıdır. Vaktiyle kendisini sorguya çekenlere "Hatamı anladım. Beni affetmenizi istirham ederim" diye mektup yazanların liderlik davası Don Kişot cakasından başka bir şey değildir. Böyle liderler ilk seçimde silinmeye mahkumdur. Yüksek tepelere kartal da çıkar, bazen yılan da çıkar ama kartal yükselerek, yılan sürünerek çıkar. Ötüken Dergisi, 17 Haziran 1975 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
YORULANLAR Bir yarış başladığı zaman, ilk anlarda bütün yarışçılar aynı hizada, aynı enerji ile koşarlar. Biraz sonra bir takımın azıcık geride kaldığı görülür. Daha sonra yarışçıların önde,ortada, arkada, en geride olmak üzere bir kaç gruba ayrılması mukadderdir. Fakat henüz hiç birisinde yılgınlık yoktur. Hatta zaman geçtikçe arkadakilerden bazılarının öndekilerden bazılarını geçmesi, öndekilerden bazılarının da kesilerek daha gerilere kalması olağandır. Nihayet kritik anlar gelir. Mesafe uzamış,ciğerlerle kaslar yorulmuş, sinir gücü yıpranmıştır. Artık bundan sonrası inanç, karakter ve şeref meselesidir. Turlar birer birer atlandıkça koşucuların arasındaki mesafeler çoğalacaktır. Yorulanlar birer ikişer,türlü bahanelerle yarışı bıraktıkları, onu şeref ve inanç meselesi yapanların ise yarışa devam ettikleri görülecektir. Yarışanların arasına bazılarının pek bitkin olduğu, fakat karakterleri icabı yarışı bırakmadıkları sezilecektir. Hatta bu bitkinler arasında,en ileride koşanlardan bazıları da vardır. Kimisi de maddi gücü elvermediği için çok geride kalmış olmasına rağmen ruh ve inanç kuvvetiyle yarışmaktadır. Uzun yarışı bitirenler, başlayanlara göre oldukça azdır. Hatta bunlar arasında yarışı bitirdikten sonra kalb durmasından ölenler de bulunabilir. İpi ilk göğüsleyenlerle son göğüsleyenler arasında bazen çok uzun zaman da bulunabilir. Fakat bu sonuncular maddi olarak kaybettikleri yarışta şeref ve karakter mükafatını kazanmışlardır. Bütün yarışlar böyledir. Yarış başlarken pek neşeli olanların,büyük bir hızla ileriye atılıp ilk hamlede diğerlerini geçenlerin, biraz sonra yorulup yarışı bıraktıkları çok görülmüştür. Yarışı terkedenler arasında da karakter farkı vardır. Soluğun tıkandığını, gücünün yetmediğini itiraf eden yiğit pek azdır. Çoğunluk yarış arkadaşlarında suç bulmak sevdasındadır. Bunlar yarış arkadaşları tarafından boyuna yollarının kesildiğini, kendilerine kasdi çarpmalar yapıldığını, deparda ötekilerin nizamsız olarak daha önce fırladıklarını söyler. Bunların aslı, faslı yoktur. Dünya durdukça yarışlar böyle olacaktır.kendisini ölçmeden yarışa katılan zayıflar, yarı yolda yarışı bırakacak, sonra bir bahane uyduracaktır. Mızıkçılık bir çok insanların mayasıdır. Kendi kendisini eğitemeyen insanlar yaşlanıp kocasalar bile mızıkçı çocuk olarak kalırlar. Mızıkçılık, kendi eksikliğini ve başarısızlığını başkasına atmak hastalığıdır. Kendisini atlet sanıp da yarışa giren kimse bu alandaki kabiliyetsizliğini bilmiyorsa ciddiyetten yoksunmuş demektir. Her yarış bir davadır. O davanın adamı olmak gerektir. Halterci ile güreşçinin koşuda işi ne? Onlar koşuya elverişsiz gövde yapılarıyla yarışabilirler mi? Halter ve güreş de spor olduğu için onları yarış sporu ile karıştırmak ne büyük gaflettir. Yük kaldırmak başka, koşmak başkadır. Ağırlık kaldıran adam halterci olabilir fakat yarışçı... Asla!... Yarışlar böyledir. Yarı yolda yorulup bırakanlar bulunur. Hatta yarışı terk etmeden önce yanındakine çelme atanlar da bulunabilir. Bunlar olağandır. Dünya durdukça yarışlar yapılacak ve onu şerefle bitirenler, az da olsa, daima bulunacaktır. Ötüken, 15 Haziran 1964 |
Nihal Atsiz'ın Makaleleri
TURANCILIK ROMANTİK BİR HAYAL DEĞİLDİR Türk milletinin ülküsü olan Turancılığı, herkesin dilediği şekilde anlattığı, bunu bir türlü romantizm diye gösterdiği göze çarpmaktadır. Millî ülkülerde onun şiir yönü olan bir romantizm bulunmakla beraber ülkü; aslında gerçeklere dayanan açık ve kesin amaçları olan bir duygular ve düşünceler sistemidir. Türkçü diye bilinen bazı yazarların Turancılıktan bahsederken, âdeta ürke ürke konuya değinmeleri Turancılığın ne olduğunu bilmeyenler üzerinde hiç de olumlu bir tesir bırakmıyor. Türk Edebiyatı Tarihi'nde mühim bir yeri olan "Fırtına ve Kar" gibi "Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi" gibi aruz ve heceyle yazdığı ölümsüz şiirlerle Türk Edebiyatının ölümsüzleri arasına giren Orhan Seyfi Orhon'un 2 Şubat 1968 tarihli son Havadis gazetesindeki "Turan Nedir" başlıklı yazısı turancıların asla kabul edemeyecekleri yanlış düşünceler bakımından bu yazıma konu olacaktır. Yazı şöyle başlıyor: "Çok değerli arkadaşım Tekin Erer'in en güzel misâlini vererek anlattığı gibi milliyetçilik bir Türk emperyalizmi hâlinde "Turancılık" yoktur. Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan olarak seçtiği yerdir." Bir kere Turancılıkla emperyalizmi karıştırmak büyük bir yanlıştır. Emperyalizm bir milletin başka milletleri hükmü altına alması demektir. O halde, Türklerin birleşmesi demek olan Turancılık neden Türk emperyalizmi oluyor? Bugün Türk topluluklarından birinin silâh kuvvetiyle öteki Türkleri yabancılardan kurtararak tek devlet halinde birleştirmesi emperyalizm midir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı devlet hakimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silâhlı ve silâhsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantizmdir ki makbul bir davranıştır. Sevr Barışı'nı kabule mecbur kalsaydık da Trakya ve İzmir'i Yunanlılara bıraksaydık, elli yıl sonra oraları kurtarmak için yapacağımız mücadele bir emperyalist savaş mı olacaktı? 100.000 Türk'ün yaşadığı yerleri kurtarmak için de silâha sarılacaktır. "Milliyetçilikte bir Türk emperyalizmi hâlinde Turancılık yoktur" demek, Turancılığı istememek, Türk birliğini şiir ve hayal olarak düşünmek demektir. Orhan Seyfi'nin yukarıya aldığım parçasında "turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan olarak seçtiği yerdir" cümlesi var. Peki, bu vatan şimdi nerede, ne durumda? Anadolu On Birinci Yüzyılda, kurtarmak için daha dün silâha sarıldığımız Kıbrıs On Altıncı Yüzyılda fetholundu; ya üzerinde doğup tarihe girdiğimiz topraklar ne oldu? Turancılık ülküsünün, Ziya Gökalp'ın bir manzumesiyle Türk şuuruna girdiğini söylemek de yanlıştır. Turancılık, yani bütün Türkleri birleştirmek ülküsü, milâttan öncesi üçüncü yüzyıldan beri vardır. Türk büyüklerinin, iç huzuru sağladıktan sonra ardında koştukları tek düşünce her zaman Türk birliği olmuştur. Ancak İslâmiyet bu düşünceyi bir miktar değiştirmiş, İslâmlığı korumak kaygısı Türk birliği ülküsünün zaman zaman az veya çok ihmâl ettirmiştir. Orhan Seyfi Orhon, yazısının bir yerinde de şöyle diyor: "Apaçık anlaşılır ki gençlere Türkçülüğün bayrağını getiren şair (yani Ziya Gökalp) eski tarih boyunca Türk ırkının yaşadığı ülkeleri zaptedelim demiyor, Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir. Türk milletini eski Türk tarihi içinde hatırlamaktır." Bu satırlar da baştanbaşa yanlıştır. Ziya Gökalp, eski Türk ülkelerini zaptedelim demedi diye bizim de aynı yerde saymamız icab etmez. Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü bugün için artık eksik bir Türkçülüktür. Zaman ilerledikçe o eksikleri tamamlayıp gedikleri kapatmaya mecburuz. Kaldı ki Gökalp eski Türk ülkelerinin zaptı taraftarıdır. Moskof'un ülkesi viran olacak; Türkiye büyüyüp Turan olacak! diyen odur. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir demek, Yunanlılar büyümek istedikleri halde biz istemiyoruz demektir ki bir millet için büyümekten korkmak kadar ölümcül düşünce olamaz. Bugün yoksul Asya ve çok geri Afrika milletleri bile büyüklük isteğinde, büyüklük ülküsünde iken bizim "Turancılığımız emperyalist düşünce değildir" dememiz tarihimizi kapatmaya karar vermekle birdir. Emperyalist değiliz ne demek? Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz. Türkistan'ı, İdil-Ural'ı Azerbaycan'ı, Kafkasya'yı, Kırım'ı ve Türklerin yaşadığı başka yerleri istemek emperyalizmse kutlu bir düşüncedir. Viyetnam'ın, hangi fikirle olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen savaşına alkış tutup altaylardan bahsetmeyi yeren soysuz hainler yanında, Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçü bir şairin Turan'ı romantizm olarak tavsifini hiç yakıştıramadım. Bu konuyu ele almışken öteden beri söylenen bir tekerlemeye de cevap vermek isterim: Turancılık bir maceradır. Bizi mahvediyordu. Bundan sonra böyle maceralara atılmak çılgınlık olur. Bunu iddia eden zavallılar hangi maceradan bahsediyorlar? Birinci Cihan Savaşı'ndan mı? Birinci Cihan Savaşı'nın Turancılık düşüncesiyle açıldığını iddia etmek hiçbir şey bilmemek, dünyadan habersiz olmak demektir. Yayınlanan tarih belgeleriyle artık iyice öğrenilmiştir ki, Türkiye savaşa girse de, girmese de Rusya, İngiltere ve Fransa, Türkiye'yi yok edip paylaşmaya karar vermişlerdi. Türkiye için Almanya ile birleşmekten başka çıkar yol kalmamıştı. O zamanki hükûmetin İngiliz ve Fransızlarla aradığı ittifak teşebbüslerine cevap bile verilmemişti. Şimdi, bu şartlar içinde girişilen savaş bir Turancılık savaşı mıdır, yoksa bir ölüm-dirim kavgası mıdır? Hiç şüphesiz, savaşı kazanmak için Turancılıktan da, İslâm birliği düşüncesinden de istifade edilmek istenmiş biri İngilizlere karşı silâh olarak kullanılmış, az çok da faydası görülmüştür. Fakat Turancılık fikri olmasaydı, Ziya Gökalp doğmamış bulunsaydı, bu kelime bilinmeseydi savaşın sonucu değişecek miydi? Birinci Cihan Savaşı sırf Turancılık ülküsü uğruna açılmış olsaydı bile onun korkunç sonu Turancılığın yıkılışını değil, uygulamadaki beceriksizliğini ortaya koyardı. Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı diriltecek olan ilâç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır. Tarihimiz boyunca, Müslüman olduğumuz için başımıza bin türlü belâ geldiği gibi bugünkü demokratik rejim yüzünden de 1960'ta geçirdiğimiz tehlike malûmdur. Bu kafa ile düşününce suçu İslâmiyete ve demokrasiye yüklemek icap eder ki ne dereceye kadar doğru olduğu ortadadır. Bütün bunlar ortada iken, Birinci Cihan Savaşı'nda Turancılık ülküsünden faydalanmak için yapılan bazı davranışların aksi sonuçla bitmesiyle Turancılığı ebediyen mahkûm etmek ne akıl, ne iz'an, ne iyi niyet, ne de insafla bağdaşamaz. Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardında koşmalarıdır. Türk milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlarını kurtarmak için yapacağı savaştır. Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok mânâya, düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur. Bunu söylerden de kimseden çekinmeyelim: Hakkımızı, atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da... Ötüken, Mart 1968, Sayı: 3 |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.