ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Bir Tutam Hikaye (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=456)
-   -   Türkülerimiz Ve Hikayeleri (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=9772)

virüs 02-27-2007 11:44 PM

Türkülerimiz Ve Hikayeleri
 
1-)Misket türküsünün hikayesi

Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe...

Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye.

Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir.

Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye.

Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye...

Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar.

Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın.

Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor. Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor.

Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor. Osman Efe, sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor.


Güvercin uçuverdi
Kanadın açıverdi
Elin oğlu değil mi
Sevdi de kaçıverdi

A benim aslan yarim
Duvara yaslan yarim
Duvar cefa götürmez
Sineme yaslan yarim

Güvercinim uyur mu
Çağırsam uyanır mı
Yar orada ben burda
Buna can dayanır mı

A benim hacı yarim
Başımın tacı yarim
Eller bana acımaz
Sen bari acı yarim

Caminin müezzini yok
İçinin düzeni yok
Çok memleketler gezdim
Misget'ten güzeli yok

Daracık daracık sokaklar
Misget şeker topaklar
Pul pul olsun dökülsün
Seni öpen dudaklar

Caminin ezan vakti
İçinin düzen vakti
Ben Misget'i yitirdim
Sonbahar gazel vakti

Gökte yıldız sayılmaz
Çiğ yumurta soyulmaz
Üçer avrat almayan
Hiç erkekten sayılmaz

virüs 02-27-2007 11:45 PM

Hekimoğlu
 
2-)Hekimoğlu

Hekimoğlu derler benim de aslıma
Aynalı martin yaptırdım narinim kendi nefsime
Konaklar yaptırdım döşetemedim.
Ünye de Fatsa bir oldu narinim baş edemedim

Konaklar yaptırdım mermer direkli
Hekimoğlu sorarsan narinim demir yürekli
Bahçe armut dibinde kaymak yedin mi
Hekimoğlu'nu görünce narinim budur dedin mi

Çiftlice Muhtarı puşttur peze..enk
Hekimoğlu geliyor narinim uçkur çözerek
Hekimoğlu derler bir ufak uşak
Bir omzundan bir omzuna narinim yüz arma fişek

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu'na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu'yla görüşmeye başlamıştır.

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu'na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu'yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu'nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu'yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

Hekimoğlu'nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu'nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu'nu bir türlü ele geçiremezler.

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu'nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu'ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu'ya
kadar geliyor ve burada ölüyor.

Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü'nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
Bu yüzden Hekimoğlu'nun, adı, Hekimoğlu'nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir

virüs 02-27-2007 11:46 PM

Zahidem
 
3-)Zahidem


Neşet Ertaş'ın en sevilen türkülerinden biri de "Zahide'm" . Ertaş'a "Zahide'nin kim olduğunu sorduk". "Herkesin bir Zahide'si var" yanıtını verdi. Yine sorduk:
-Sizinkisi hangisi?
-Sevdim kavuşamadım... Zahide'm türküsünü çığırdım... Türkü çok tutuldu... Sonra baktım, başka türkücüler, Zahide'm türküsüne yeni yeni dörtlükler eklemeye başladılar... Zahide'm türküsü uzadıkça uzadı.. Sanki destan olup, çıktı... Meğer, herkesin bir Zahide'si varmış.
-Ya sizinki?
-Benimki, boynumu bükük koyan bir eski aşk hikayesi.






Zahidem

Zahide kurbanım n'olacak halim
Yine bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin

Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçek Dağı döktü m'ola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahide'den güzeli

Gurbet ellerinde esirim esir
Zahide kurbanım hep bende kusur
Eğer anan seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır

virüs 02-27-2007 11:47 PM

Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz
 
4-)Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz


Rize'nin şimdiki adı Portakallık olan Haldoz mahallesindeki bir düğünde kardeşinin bıçakla karnından yaralanması üzerine, kendisine haber verilen Sandıkçı Şükrü olay yerine giderek kardeşini kanlar içinde buluyor ve kardeşini yaralayan Abdi Ağa'nın uşağını (bir anlatıma göre de Abdi Ağayı) orada vuruyor.

Bu olay üzerine hapishaneye düşen Sandıkçı Şükrü bir süre sonra bazı arkadaşlarıyla birlikte hapishaneden kaçıyor ve dağa çıkıyor.

Sandıkçı Şükrü, dağa çıktıktan sonra, yönetimle işbirliği yaparak kendisini hileyle zehirlemek isteyen biriyle karısı Fadime'yi elinden almak isteyen başka birini öldürüyor. Sandıkçı Şükrü'nün adı bu olaylardan sonra daha da yaygınlaşıyor. Fakirlere bir şey yapmaması zenginlerle mücadele etmesi yüzünden halk tarafından da seviliyor ve destekleniyor. Bu ve benzeri erdemleri yüzünden kendisine yardım edenler çoğalıyor.

Sandıkçı Şükrü'nün türküde adı geçen Perilizade adında zengin birine haberler göndererek, yoksullara mısır dağıtmasını istediği, yoksa kendisini cezalandıracağı tehdidinde bulunduğu söylenir. Nitekim Sandıkçı Şükrü'nün isteğini yerine getirmeyen Perilizade'nin mısırlarını adamlarına toplattırdığı ve yoksullara dağıttırdığı yaşlılarca da anlatılır.

Rize'nin Camiönü (Arkotil) mahallesinden Hüseyin Kutlu adında Sandıkçı Şükrü dönemine yetişmiş bir yaşlı "Çevrede başı belaya giren Sandıkçı'nın yanına geliyordu. Sandıkçı hem geleni koruyor, hem yardım ediyordu" diyor.

Kardeşiyle birlikte, türküde adı geçen Urusba (şimdiki adı Uzunkaya) köyünde eski bir kahvede otururken, zaptiyeler çevresini sarıyorlar. Zaptiye Çavuşu Abbas Çavuş Sandıkçı'nın teslim olmasını istiyor, ancak Sandıkçı kabul etmeyerek Abbas Çavuş'tan çekip gitmelerini istiyor. Zaptiye Çavuşu da bunu kabul etmeyince çatışma çıkıyor. Sandıkçı ve kardeşi Zaptiye Çavuşu ile birkaç zaptiyeyi öldürerek kaçıyor.

Sandıkçı Şükrü'nün bu olaydan sonra bir ara yakalanıp zincire vurularak batıya gönderildiği fakat kapatıldığı yerden atlayıp Rizeli sandalcılar tarafından kurtarıldığı anlatılır. Sandıkçı Şükrü'nün Sinop kalesinde tutukluyken denize atladığı ve kurtulduğu anlaşılıyor.

Sandıkçı Şükrü'nün yakalanmaması ve her geçen zaman içinde daha çok halk desteği sağlaması üzerine Trabzon Valisi Kadir Paşa önemli sayıda adam toplayarak Sandıkçı'nın üzerine gönderiyor. Sandıkçı'nın üzerine gönderilen süvariler, Kolcu kayıklarının Reisi Varilcioğlu Sadık'ı da yanlarına alıyorlar. Sandıkçı Şükrü Of ilçesinin İkizdere köyü yakınlarındaki Sanlı adlı bir mezrada bir yaşlı kadının evinde otururken ihbar ediliyor. Çevresi atlılarca sarılıyor. Varilcioğlu da yanlarında.

Sandıkçı Şükrü teslim olmak istemiyor. Fakat eskiden tanıştığı Varilcioğlu Sadık teslim olursa öldürülmeyeceğini söyleyerek onu ikna ediyor. Sandıkçı Şükrü de buna inanarak tüfeği elinden teslim oluyor. Fakat Varilcioğlu ile zabtiyeler teslim olarak önlerinde yürüyen Sandıkçı Şükrü'yü arkadan kurşunlayarak öldürüyorlar.

Türkülerden, gövdesinin şehre getirilerek halka gösterildiği anlaşılıyor.

Sandıkçı Şükrü'yü doğrudan gören ve tanıyan Refii Cevat Ulunay, ondan "Yaptıklarına pişman olmuş, fakat affedilmeyeceğini bildiği için teslim olmayan mert bir insan" olarak sözediyor.

1843-1909 yılları arasında yaşamış Rizeli Kahya Salih adında dinci ve tutucu bir şairin de Sandıkçı Şükrü'yle ilgili bir destanı bulunuyor. Karadeniz Türkçe'siyle yazılan destanda "Şükri dedikleri bir merd eşkıya"nın "Devlet hükümatina" kurşun attığı için öldürüldüğü anlatılıyor.


Eşkiya Dünyaya

Sene 1341 mevsime uydum
Sebep oldu şeytan bir cana kıydım
Katil defterine adını koydum
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sen üzülme anam benim dertlerim çoktur
Çektiğim çilenin hesabı yoktur
Yiğitlik yolunda üstüme yoktur
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize de mesken oldu Sinop'un hanı
Firar etmeyilen buldum amanı
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç gün üç gece göründü Rize
Karşı ki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

Bir yanımı sardı müfreze kolu
Bir yanımı sardı Varilcioğlu
Beşyüz atlıylan kestiler yolu
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

virüs 02-27-2007 11:48 PM

Yüksek Yüksek Tepelere
 
5-)Yüksek Yüksek Tepelere

Çok eski bir söylentiye göre Malkara köylerinden birinde Zeynep adında çok güzel bir kız vardr. Onun güzelliği dillere destandır .

Günün birinde , Zeynep´in köyünde büyük bir düğün olur.Bu düğüne çevre köy ve kasabalardan insanlar cağrılır.oyunlar eğlenceler yapılır.Gösterilerin en önemliside at yarışlarıdır . Bu düğüne ,üc gün üc gece yol teperek gelen Ali adında bir genç iyi bir at yarışçısıdır.Bu gencin gözü bir ara Zeynep´ e ilişir ..Yüreğinde sıcak nehirler dolaşmaya başlayan Ali köyüne döndüğünde durumu babasına açar, aldığı olumlu cevap karşısında aile büyükleri ile Zeynep´i istemeye gelirler.

Kız babası-anası kızlarını uzak yere vermek istemeselerde kısa zamanda düğünleri olur..
Zeynep gelin olduktan sonra yedi sene ailesini kardeşlerini ve köyünü göremez ...
Tüm yalvarmaları boşa giden Zeynep´in yüreğindeki hasret günden güne büyüyerek dayanılmaz bir hal alır.
Zeynep artık teselliyi Türkülerde bulur .Ezgiler yakmaya başlar .Kına gecelerinde ve düğünlerde söylediği türkülerle gelinleri kızları büyüler..

Zeynep´in evi köyün en yüksek tepesindedir ,türkülerini oradan söyler..
Kocası Zeynep´in hasretine aldırış etmez sevgisi çoktan bitmiş itip kakmalar başlamıştır ..
Zeynep kocasının bu tutumundan yataklara düıer ...Sonunda köy halkı Zynep´in anne ve babasının gelmesine karar verir, kocasının da baska çaresi kalmamıştır ..
Uzun yolculuktan sonra Zeynep´in anne ve babası gelirler ..Zeynep son nefesinde yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsünü anasına babasına mırıldanır .Çevresindeki tüm insanlar duygulanıp göz yaşı dökerler .
Hasretini biraz olsun gideren Zeynep için çok geç kalınmıştır .O bir daha yataktan kalkamaz.Türküsü de o günden bu güne söylenip durur.

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsada gelse
Kardeşlerim yollarımı bilsede gelse

virüs 02-27-2007 11:50 PM

Arda Boylarında Kırmazı Erik
 

6-)Arda Boylarında Kırmazı Erik


Tekirdağ'ın Kayı köyünden genç bir kız ve bu kızın bir sevgilisi vardır. Fakat kızın ailesi istemeye geldiklerinde kızlarını bu gence vermezler. Aynı köyden bir başka genç ile kızlarını evlendirmeye karar verirler. Düğün günü gelip çatar ve kına gecesi geline kına yakılır. Gelin bu evliliğe karşı olduğu için ertesi gün sabaha karşı herkes uykuda iken kendini denize atar. Halk arasında genç kızın arkasından sevgilisinin de kendisini öldürdüğü söylenmektedir.


Arda boylarında kırmızı erik
Halime'nin ardında on yedi belik

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni

Alıverin feracemi anneciğim diksin
O gıymatlı İsmail’ e kendisi gitsin

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni

Uy uyan Recebim senin olayım
Ardalar aldı ya nerde bulayım

Arda boylarına ben kendim gittim
Dalgalar vurdukça can teslim ettim

Ah anneciğim ah anneciğim yaktın ya beni
Şu genç yaşta denizlere attın ya beni

virüs 02-27-2007 11:52 PM

Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun
 

7-)Yarim İstanbul'u Mesken Mi Tuttun


Güz güneşi sarı sarı devriliyordu o ikindi üzeri de uzaklardaki mor dağların ardına. Elinde su testisi, köyün çeşme başında, sıraya girmişti. Yedi yıl önce beş altı yaşındaki kızlar şimdi varmışlardı on iki , on üçlerine. Düğün davulları aynı gün birlikte döğülen Hatça'yla Zalha'nın üçüncü çocukları koşup oynuyorlardı.

Derin bir iç geçirdi.

Bir çocuğu olsaydı bâri. Oğlan değil, kızı. O zaman olsaydı şimdiye yedi yaşında. Çeşmeden su getirmese bile, evde aşa muşa el atar, ortalığı toplar, anasına can yoldaşı olurdu. Ama İstanbul gurbetinde yedi yıldır eylenen eri, istemezdi kız evlât. Erkek olmalıydı çocuğu. Erkek olmalı babası gibi bilekli, kocaman kocaman elli, ayaklı, kaşı gözü kudretten sürmeli. On yaşına varmadan, çifte çubuğa el atmalıydı. Yedi yıldır İstanbul gurbetinde eyleşen böyle isterdi oğlunu. Babasının soyunu sürdürmeli, köy çocuklarıyla dere kıyısında güleş tutup, kendi akranlarını yere kabak gibi vurmalıydı:
Gene derin bir iç geçirdi.

Yedi yıl, yedi koca yıldır İstanbul dedikleri güzeli bol, seyranı renkli İstanbul'da ne bekliyor da gelmek bilmiyordu? Sakın orda gül yüzlü, bal dudaklı, kara kaş kara gözlü bir güvercin göğsü topukluya... Ağlıyası geldi birden. Düşünmek istemiyordu bunu. O pençeli, o tuttuğunu koparan, o boylu poslu erkeğinin bir İstanbul kızına tutulup ondan dolayı sılasını unuttuğunu öğrense öldürürdü kendini. "Vallaha öldürürüm!" dedi içinden sert sert. "Günahı, vebali varsa ona. Kaba sakal hoca tevatür günah dediydi vaazda. Hele böyle bir şey olsun...."

Yanında bir karaltı. Kendine gelerek gözlerinin yaşardığına dikkat etti, sildi elinin tersiyle gözlerini.

Resullarin Emine anaydı gelen:

- Ne o kınalı kekliğim benim? dedi. Öksüzüm, yavrum. Ne ağlıyon? Telâşlandı:
- Yoook, ağlamıyorum nene...

Gün görmüş, umur sürmüş kırış kırış nene inanmadı:
- Ağlıyon kınalı kekliğim, sürmelim ağlıyon. Ben bilmem mi ne diye ağladığını? Vefasızın diktiği fidanlar meyveye geldi. Onunla gurbete gidenler yedinci sefer dönüyorlar sılaya. O nerde? Hani?

"Kınalı keklik" gene derinden bir çekti. Güneşin yarı yarıya derildiği mor dağlara baktı. Gözlerinden yuvarlananlara dur diyemiyordu gayri. Varsın aksınlardı Nene'nin dediği gibi, öksüze bu dünyada gülmek yoktu. Keten yelekli, burma bıyıklısı İstanbul gurbetinde belki de bembeyaz bir istanbul kızıyla unutmuştu sılasını. Dili de varmıyordu ama, unutmasa ne diye yedi yıldır dönüp gelmesin? Dönüp gelmedi diyelim, insan iki satır bir şeyler de mi yazamazdı? İlk gittiği aylar nasıl yazıyordu? Demek unutmuştu? Unutmuştu demek ha? Hıçkırdı. Genç, yaşlı kadınlar, ellerinin kınasıyla çiçeği burnunda kızlar toplandılar başına. Sormadılar hiçbir şey. Biliyorlardı. Sorup da ne diye yüreğini büstübün kaldırsınlar? Biri:
- Sus bacım, dedi. Sus! Bir başkası:
- Gözlerinden döktüğüne yazık!

Sağdan soldan herkes bir şey söylüyordu:
- El oğlu değil mi? En iyisinin köküne kibrit!
-Vallaha Amasyanın bardağı, biri olmazsa biri daha bence..
- En doğrusu bu ama....
- Dinlemiyor ki!
- Bu gençlik, bu tâzelik...
- Yedi yıl, yedi yıl anam. Dile kolay. İnsan eksik eteğini yedi yıl sılasında unutur mu?

Sıkıldı, bunaldı. Ağlamıyordu artık. Zaman zaman bu: Mâdem erkeği İstanbul gurbetinde yedi yıldır unutmuştu onu, o da varsın istidayı boşansın bir güzel, varsındı bir başkasına. Elini sallasa ellisi, başını sallasa...

Duramadı karıların arasında. Onüçünde bulup yitirdiği, yirmisine vardığı halde bir türlü geri dönemiyeni içinden bir sızı bir geçti. Testisini koydu çeşmenin iplik gibi akan suyunun altına. Testi dola dursun, gittiyse keyfinden mi gitmişti. İstanbul'a? Gözü kör olasıca yokluk. Düşmanına avuç açtıran yokluk yüzünden, birkaç para kazanıp öküzü ikileştirmek, birkaç dönüm tarla daha alıp babadan kalan bir kaç dönümüne eklemek için. O gece, o gece işte, nasıl yatırmıştı koluna! Nasıl okşamıştı saçlarını, neler demişti? İstanbul gurbetine gidecek, çok değil yazı orda geçirip, güze, olmazsa kışa koynunda desteyle para, dönecek. O zamana kadar bir de oğlu olmuş olursa, eh gayri, keyfine son olmıyacaktı!.

Başındaki beyat örtüyü çenesinin altında çözüp yeniden bağladı.
Yedi yıl, yedi koca yıl!
Kocasının isteğince bir oğlu olaydı bâri..

Testisinin dolup taşmakta olduğunun farkına bile varmadı: Bir oğlu olsa o zamandan bu zamana, altı yaşında mı olurdu? Bösböyük, palazlanmış delikanlı. Akranlarıyla dere kenarında güleş mi tutardı? Babası gibi pençeli olur da akranlarını yere kapak gibi mi vururdu? Ekimde tarlaya birlikte mi giderler, hasat vakti düveni birlikte mi sürerlerdi? Babasının kokusunu mu taşırdı?
- Kınalı keklik kaldın gene. Bak testin doldu, taşıyor!

Kendine geldi. İnsanoğlunun aklına şaştı. Gözleri testisindeydi güya. Testisinde olduğu halde, görememişti dolduğunu.

Çekti lülenin altından. Güldü acı acı.

Tuttu evinin yolunu. Tuttu ya, şimdi de aklından köyün yaşlıları, gençleri kaynaşmağa başlamıştı. Her kafadan bir ses:
- Deli anam deli bu!
- Doğru bacım, deli..
- Beni yedi yıldır sılamda unutacak da..
- Ben de hâlâ yolunu bekliyeceğim onu ha?

Sonra kafa kafaya, fısıl fısıl bir konuşma. Ah bu konuşma, ah bu konuşmalar... Evden içeri girerken, Dursunların Hacı'yı hâtırladı elinde olmıyarak. İnce, kapkara kaşları yıkıldı sinirli sinirli. Testiyi bıraktı kapının yanına, geçti pencerenin önünde dayandı duvara sağ omzuyla. Odada kimse yoktu, tek başınaydı ya, deminki karılar, kızlar, orta yaşlıların hayalleri doldurmuştu odayı. Alev saçan bakışlarıyla sanki topuna haykırdı:
- Dursunların Hacı, Kara Hacı başınızda parçalansın. Atın yerine eşeği bağlamıyacağım işte, bağlamıyacağım!

Kara Hacı da neydi ki sırma bıyıklı Ali'sinin yanında? Değil yedi yıl, on yıl dönmese sılasına, onu gene unutamazdı işte!

Güz güneşi çoktaan devrilip gitmişti mor dağların ardına. Gece iniyordu köye ağır ağır. Loş oda farkına varılmaksızın kararıyor, derinleşiyordu. Derken bu yandaki kapkara dağların ardından bakır kızılı kocaman bir ayın tekeri gözüktü. Sonra ağır ağır yükseldi göklere, ufaldı, bakır kızılını yitirdi, pırıl pırıl yanmağa, saz örtülü dumanlarıyla kerpiç evleri süslemeğe başladı.

Canı ne yemek istiyordu, ne de su.

Gel desen gelmez miydim? Şu güzellerin doldurduğu elmastan kadehleri ben dolduramaz mıydım?

Ali bakıyordu, sadece bakıyordu.

Oysa hem ağlıyor, hem söylüyordu:
- Ketenden yeleğini bile ben dikmedim miydi? Benim gibi bir öksüze dünyayı haram etmeğe nasıl kıydın? Yiğitliğine yakışır mıydı gurbette beklemek dayanacak özümün tükendiğini anlamadm mı?

Ali susuyor, boyuna susuyordu. Taştan ses çıkıyor, Ali'den çıkınıyordu. Sözlerinin ardını getirdi ağlıya ağlıya:
- İnsafsız yedi yıl oldu sen gideli, diktiğin fidanlar meyvaya geldi tekmil. Birlikte gittiklerinizin tümü yedişer sefer geldiler sılalarına. Buraların güzelleri çoktur ama sana yaramaz. Durmadın sözünde Ali'm. Sözünde durmayana erkek demezler biliyor musun? Kavlimizde gidip de dönmemek varmıydı vefasız?

Fakat Ali hiç ses vermeden bakmış bakmış, sonra çekip giderken duman olmuştu âdeta. Bağırmıştı ardından, bağırmış, bağırmış... Fakat Ali...

Uyandı. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti Kalktı yaslandığı yerden:
- Hayırdır inşallah, dedi.

Kalktı usulcak, gitti kapıya, örttü, kalın tahta sürgüsünü itti. Ne olur ne olmazdı. Kara, kuru Hacı kötü dadanmıştı çünkü. Köy bakkalında kafayı çekip elinde saz, düşüyordu tek gözden ibaret evininin yakınlarına. Daha bir günden bir güne ne kapısına dayanıp böyle böyle demiş, ne de çeşmeye giderken, yahut da tarlanın yolunu tek başına tuttuğunda yolunu kesmişti. Kesmemiş, lâf da atmamıştı ama, köyün cadı karıları pek yakıştırmışlar onu Kara Hacı'ya! Yedi yıldır İstanbul'u mesken tutan vefasızını düşüne düşüne uykuya varıverdi. Dünya çoktan silinmiş, ay devrini tamamlayıp elini eteğini çekmişti dünyanın göklerinden.

Devrile kaldığı yerde mışıl mışıl uyuyordu.
Uykusunda düş.
Düşünde İstanbul gurbeti. Taşı toprağı altındandı İstanbul gurbetinin. Ali'sini aramağa gitmişti düşünde. Bulmuştu da. Güzellerin arasındaydı. Bir kıyıdan bakıyordu. Güzellerden biri dizine başını koyup uzanmıştı boylu boyunca. Bir başkası gümüş bir kupayla şarap veriyor, daha bir başkası da dudağından öpmeğe uzatıyordu dudaklarını.

O zaman, o zaman işte, gizlendiği kıyıdan çıkıvermişti. Ali şaşırmış, bırakıp güzellerini, koşmuştu yanına. Açmıştı ağzını Ali'sine, yummuştu gözünü:



- İstanbul'u mesken mi tuttun?
Bu güzelleri gördün beni unuttun mu?
Sılasına gelmeğe yemin mi ettin yoksa?
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun aman
Gördün güzelleri ben unuttun aman
Beni evinize köle mi tuttun aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman
Yarim sen gideli yedi yil oldu aman
Diktigin fidanlar meyveye döndü aman
Seninle gidenler silaci oldu aman
Gayri dayanacak özüm kalmadı aman
Mektuba yazacak sözüm kalmadı aman


virüs 02-27-2007 11:54 PM

Ah Bir Ataş Ver
 
8-)Ah Bir Ataş Ver


Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları
4 Nisan 1953, Saat 02:15

Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı. Sessiz, soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi.





Ah Bir Ataş Ver

Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen salın gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği

Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği

virüs 02-27-2007 11:56 PM

Çarşambayı Sel Aldı
 

9-)Çarşambayı Sel Aldı

Ahmet, Abdal Deresi'nin kıyısındaki yoksul köylülerden birinin oğluydu. Kara sevdası karşılık bulmuş, Melek ona kalbini açmıştı. Nişanlandılar ve Ahmet askere gitti. Ağa oğlu Mehmet Ali, Melek'e göz koydu. Melek, Mehmet Ali'yi reddedince, ağa oğlu ve adamları tarafından dağa kaldırıldı. Kötü haberi alınca firar eden Ahmet, silahını alıp, yollara düştü. Gece gündüz Melek'i aradı. Bir gün yağmur yağdı, Yeşilırmak taştı. Çarşamba bir anda göle döndü. Sel, Canik Dağları'ndan aşağı bir çığ gibi, önüne kattığı herşeyi sürükledi. Selin ardından hayat yeniden normale döndü. Abdal Deresi'nin Yeşilırmak'a döküldüğü yerde ahali toplandı. Derenin nehre bağlandığı yerdeki kayanın üstünde, selin getirdiği iki kişinin cesedi görüldü. Cesetler, Melek ve Ahmet'e aitti. Elele tutuşmuş öylece yatıyorlardı. Rivayete göre büyük kaya parçası, yedi yerinden ayrıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırdı. Ahali dua etti. Dualar, yıllardır can alan, insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.' Çarşamba'yı sel aldı' türküsü de, o acı mırıltılardan doğdu. Kayanın bulunduğu yere daha sonra bir su değirmeni kuruldu ve o yöre 'Değirmenbaşı' olarak anıldı. Ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez'de tekrarlanan gelenek, 1970'lerde değirmenin yıkılmasına kadar sürdü.





Çarşamba'yı sel aldı
Bir yar sevdim el aldı
Keşke sevmez olaydım
Elim koynunda kaldı

Oy ne imiş ne imiş
Kaderim böyle imiş
Gizli sevda çekmesi
Ateşten gömlek imiş

Çarşamba yollarında
Kelepçe kollarımda
Allah canımı alsın
O yarin kollarında

Oy ne imiş ne imiş
Kaderim böyle imiş
Gizli sevda çekmesi
Ateşten gömlek imiş

Çarşamba yazıları
Körpedir kuzuları
Allah alnıma yazmış
Bu kara yazıları

Oy ne imiş ne imiş
Kaderim böyle imiş
Gizli sevda çekmesi
Ateşten gömlek imiş

virüs 02-27-2007 11:56 PM

Cemalim
 
10-)Cemalim


Türkü, öldürülen Cemal'e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal'le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal'in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife'nin daha sonra evlendiği Hayrullah'tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir. Cemal'in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

Ürgüp'ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal'in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

Ağıt, Şerife'nin ikinci kocası Hayrullah'ın sonraki yıllar Refik Başaran'a "Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın." diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah'ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah'ı da etkiler. Şerife'nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal'i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.



Cemalim

Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez
Kıratım acemi konağı tutmaz
Oğlum da pek küçük yerimi tutmaz

Cemalim Cemalim algın Cemalim
Al kanlar içinde kaldım Cemalim

Ürgüp'ten de çıktığımı görmüşler
Taşkadı'nın pınarına inmişler
Beni öldürmeye karar vermişler

Cemalim Cemalim algın Cemalim
Al kanlar içinde kaldım Cemalim

Cemal'in giydiği ketenden yelek
Al kana boyanmış don ile gömlek
Bize nasip değil ecelnen ölmek

Cemalim Cemalim algın Cemalim
Al kanlar içinde kaldım Cemalim

virüs 02-27-2007 11:58 PM

Dersini Almış Da Ediyor Ezber
 
11-)Dersini Almış Da Ediyor Ezber

Yozgat şehri 1760 yılı başlarında Bozok Yaylasının, yeşillik, etrafı ormanlarla çevrili içinde binbir çeşit kuşun ötüştüğü bir sahada kurulurken; Yozgat halkı o zaman yarı göçebe ve sürülerini besleyerek hayvancılıkla uğraşır, hayatlarını bu yoldan sağlarlardı. Bu ozanların çoğunluğunu Sorgun ilçesindeki ozanlarımız oluşturmaktadır.

Bozok yaylasında otlayan bu sürülerin birini de Sürmeli Bey adında bir Türkmen Yörüğü otlatırdı. Halk tarafından sevilen bu yanık sesli halk ozanı elinde kavalı, sırtında sazı Yozgat'tan Akdağmadeni'ne uzanan ormanların içinde sürüsünün içinde dolaşırdı. Bazen bir çamın dibine rastlanır. Sazının tellerini konuşturur bazen bir derenin kenarında kavalını çalar, aşık olduğu gönlünün sevgilisini düşünürdü.O sevgili ki güzelliği Bozok yayla'sına yayılmış, ahu gözlü, sürmeli kaşlı, ay yüzlü bir dilberdi. Babası bir Türkmen beyi idi ve çok sert bir adamdı. Sürmeli Bey, ailesini salarak, babasından sevdiğini istetir, mağrur adam, kızını bir çobana vermeye yanaşmaz. Araya beyler, ağalar girer ama boşuna, bir türlü gönlü olmaz kızın babasının ve iki sevgili birleşemezler.

Üzüntüsünden sürüsünü bırakan Sürmeli Bey alır sazını eline beşçamlar mevkiinde kendine bir dergah kurar. Aşkını, yanık türküleriyle dağlara ağaçlara anlatır. Küser otağına, obasına ve Akdağlar'a kadar uzanan çamların arkasında onu bir daha gören olmaz. Dertli kavalına üflediği, işli sazına söylettiği nameler kalır geriye. O gün bu gündür dillerde yankılanır Sürmeli Bey'in türküleri.




Dersini Almış Da Ediyor Ezber
Dersini almış da ediyor ezber
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler
Aman aman ben yarelendim aman

Bu dert beni iflah etmez del'eyler
Benim dert çekmeye dermanım mı var
Aman aman sürmelim aman

Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne
Havada bulutun ağdığı gibi
Aman aman ben yarelendim aman

Çiğ düşmüş de gül sineler ıslanmış
Yağmurun güllere yağdığı gibi
Aman aman sürmelim aman

Yozgat'ı sel almış Soğluk'u duman
Sıtkınan severim billahi inan
Aman aman ben yarelendim aman

Ölünce mezara girdiğim zaman
Ben susuyum kemiklerim söylesin
Aman aman sürmelim aman

virüs 02-27-2007 11:59 PM

Urfalıyam Ezelden (Ömer)
 
12-)Urfalıyam Ezelden (Ömer)


Ömer çok yakışıklı, yiğit, iyi ata binen, kılıcının sahibi, çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan, halay çeken bir gençtir. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiştir. Ömer'siz bir düğün, sıra gecesi düşünülemez. Ömer'in baş bağlaması da meşhurdur. Sırmalı puşu bağlar. Puşunun kenarlarındaki püsküller doğadaki çiçeklerin tüm renklerini sanki başında toplamıştır. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşer, yüzünde. Ömer hangi düğüne giderse gitsin, Halayın başına geçti mi silah sesleri ve genç kızların zılgıt sesleriyle yer gök inler. Ömer toplumu öylesine etkilemiştir ki;

Ömer'i anlatan türküler yakılmıştır.



Urfalıyam Ezelden (Ömer)

Urfalıyam ezelden
Gönül geçmez güzelden
Göynümün gözü çıksın
Sevmez idim ezelden

Ağam olasın Ömer
Paşam olasın Ömer
Yetim kalasan Ömer
Benim olasan Ömer

Urfa bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Urfayı hak saklasın
Bir yarim var içinde


Urfa bir yana düşer
Zülüf gerdana düşer
Bu nasıl baş bağlamak
Her gün bir yana düşer


Dağdan akıyor seller
Sallanır sırma teller
Yüreğin taştanmıdır
Bana acıyor eller

virüs 02-27-2007 11:59 PM

Katip Türküsü
 
13-)Katip Türküsü


Elazığ tahrirat kaleminde küçük bir memur olan Mehmet ismindeki gencin Fikri adındaki bir genç tarafından öldürülmesi üzerine yakılan bu türkünün hikayesi de şöyledir:

Anadolu'nun birçok yerlerinde, sosyal hayatın bir zorlaması olarak ortaya çıkan dost tutma olayı vardır. Halkın hoş karşılamaması ve geleneklere aykırı düşmesi yüzünden gayri meşrü aşk çevrede hoş karşılanmaz. Sevmek ve sevilmek arzularıyla kaynayan hovardalar, halkın aşırı tassubuna rağmen yine de bir çözüm getirdiğine inanıldığından sermaye kadınlarının kurmuş olduğu genelevlerde dost, sevgili tutarlardı. Tutarlardı diyorum, bugün artık bu gibi olaylar olmamakta, ayrıca türkümüzün konusu olan olay da bundan 60-70 sene evvel geçmektedir.

Sara adındaki sermaye kadının evinde bulunan ve güzelliği, çekiciliği, kıvraklığıyla gençleri baştan çıkarmada usta olan Zinnete isimli yosma ile Katip Mehmet arasında da işte böyle bir ilişki vardır. Zinnete, bu özellikleriyle bir çok gencin kanına girmiş, bir çok yuvanın yıkılmasına sebep olmuş bir dilber, Mehmet ise genç, yakışıklı. Olay akşamı Katip yine Sara'nın evine gider. Kapının açılmaması karşısında kafası bozulan Fikri ve arkadaşları kapıyı kırarak içeri girerler. Fikri belinde taşıdığı hançeri çektiği gibi Katip'e saplar. Katip oracıkta ölür. Fikri ve arkadaşları hapse atılır, belli süre sonunda çıkarlar. Çıktığının ertesi günü gece karanlığında yüksek bir köprüden düşen Fikri, boynu altında kalarak ölür. Bu acıklı olay üzerine de bu ağıt yakılmıştır.

Katip Türküsü

Mezireden çıktım ağrıyor başım
Dumdum kurşunuyla serildi leşim
Buna sebep olan arap kardaşım
Di değme de değme yaram derindir
Yaram sağalırsa mevlam kerimdir
Mezireden çıktım yıldız ışılar
Katibi vurmuşlar kanı fışılar
İmdada gelmiyor hayın komşular

Saranın evleri Toptop'a bakar
Katibi vurmuşlar al kanlar akar
Bir mahle katibin yoluna bakar

Atımı bağladım ben bir dikene
Tükettin ömrümü ömrün tükene
Benden selam olsun "kefen diken"e

Toptop'un önünde perteğin yolu
Fikri bey geliyor liveri dolu
Katibi vuran da İbiş'in oğlu

Anam yoğurdumu ayran eylesin
Çıkıp yücelerden seyran eylesin
Yoluma bakmasın, hicran eylesin

Sabahleyin kalktım çantama baktım
Melul mahzun alıp atıma taktım
Anama uymadım bağırımı yaktım

virüs 02-28-2007 12:01 AM

Bebek
 
14-)Bebek

Elmalı'dan çıktım yayan
Dayan hey dizlerim dayan
Emmim atlı, dayım yayan
Bebek beni del eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Vakit sabahın seheri. Köyün köpekleri acı acı havlıyor. Düşmana saldırır gibi havlıyor köpekler. Biraz sonra köyde ışıklar yanmaya başlıyor. Köylüler çıralar yakıp, fırlıyorlar dışarı. İlkin ağıllara koşuyorlar. Hırsızlar mı bastı köyü, yoksa kurtlar mı indi dağdan... Belki de Zeybek Karasu'lu geçiyordur köyün kıyısından. Çok geçmeden gün ağarıyor. Her şey ayan beyan görünüyor. Köyün karşısındaki Çatalçam sırtlarına yörükler konmuştu. Bütün sırt koyun sürüleri, deve katarlarıyla doluydu. Kara çadırların önünde, iri isli köpekler kıvrılmış yatıyordu. Yörük kızları, kollarında tulumlar, ağaç bakraçlarla dereye suya iniyorlardı. İlerdeki Boztepe'de dört beş atlı bir şeyler konuşuyorlardı. Bunlar Oba Bey'i ve Obanın ileri gelenleriydi.

Kuşluğa doğru güneş yükselip çadırlara gitmeye başladı. Çamların altına kilimler serildi, minderler döşendi. Kıl poturlu yörükler, yırtmaçlı entarili kadınlar çadırlardan çıktılar. Gölgelere oturdular. Öğleye doğru Yörük Bey'i obaya indi. Çamların alaca gölgesinde, otları, suları gözden geçirdi. Sonra da yanındakilere "Burada fazla kalamayız. Otlar kurumuş, sular çekilmiş. O güne kadar buradan göçüp Seki'ye konaklayacağız" deyip atını mahmuzluyor. Varıp çadırına giriyor, çok geçmeden av kuşamlarıyla çıkıyor dışarı. Atına atlayıp sırtlarına kovuyor.

Köylüler yörüklerin gelişine hem seviniyor, hem üzülüyor. Üzüntüleri şundan ki; yörük deyince akla koyun, deve, keçi, at gelir. Malı bol olur yörüğün. Zaten geçimi de bunun üstüne. Mal da söz anlamaz ki, ekindi, bağdı, bahçeydi girip ziyan verir. Bunun için köylü, yörüğü istemez. Ama, elindeki üzümünü buğdayını satması için de sevinir yörüğün geldiğine. O günde öyle oldu. Köy kızları omuzlarına aldılar sepetleri, üzümüdü, incirdi taşıdılar yörük çadırlarına. Üstelik bayram yakın olduğu için, para gerekliydi herkese.

Fadime de evdeki iki sepet üzümden birini yüklendi omzuna. Yetim kardeşlerine bayram giysileri alacaktı üzüm parasıyla. Bir yandan alacaklarını düşünüyor, öte yandan dilinde türküsü çadırlann bulunduğu Çatalçam'a doğru yürüyordu. Çadırlara yaklaşırken, obanın köpekleri havlayıp, sardılar çevresini. Ne yapacağını şaşırdı ilkin. Sonra yanındaki taşa ilişti gözü. Sıçrayıp taşın üstüne çıktı. Bir yandan da bağırıyordu. Çok geçmeden, en yakın çadırdan yaşlı bir kadın çıktt. Köpekler huylandı. Fadime'yi taşın üstünden indirip çadırına aldı. Bir yandan soğuk ayran; bir yandan höşmerim sundu konuğuna. Biraz sonra da Oba Beyi geldi atıyla. Avladığı keklikleri uzattı anasına. Sonra da atını bağlayıp, girdi çadırına. Fadime'ye ilişti gözü. Anası "Yanıkhan'dan üzüm getirmiş satmaya. Köpekler çevirdi de zor kurtardım" dedi. Beyin bakışlan Fadime'nin iri kara gözlerine takıldı. Bir süre ayıramadı. Sonra, "Üzüm kaç okka?" dedi. Fadime, utangaç utangaç "Çekilmedi" dedi. Oba Bey'i "on okka saysak nasıl olur?" deyince "Hayır on okka geçmez. Hak geçer" diye cevapladı. Bey "Bizim okkamız, terazimiz yoktur. Biz de el ölçü, göz terazidir. Benim gözüm o kadar tuttu. Eksiği artığı varsa, birbirimize helal ederiz deyip parayı uzattı Fadime'ye. Sonra yola kadar uğurladı. Bir yandan da "Senin üzümlerin çok iyi. Yine getirsen alırım" diye tenbihledi. Fadime de; "Bir sepet daha kaldı. Onu da bayram sonu getiririm" deyip seke seke indi bayırı. Bey arkadan baka kaldı. Çadırına döndüğü zaman içinde bir eziklik, gönlünde bir hoşluk duydu. Kendince kurdu Fadime'yi. Nasıl da ceylan gibi seke seke koşuyordu. Ya o kaş, o göz. Bizimkilere hiç benzemiyor diye, alıp verdi, alıp verdi. Anası, oğlundaki bu değişikliği farketmedi ilkin. Ama öyle dalgınlaşmıştı ki Bey. Anasının söylediklerini duymuyor, dalıp dalıp gidiyordu. Anası "Oğul n'oldu sana? Dediklerimi duymuyorsun. Ne dediğini de bilmiyorsun. Köy kızı aklını mı çeldi, nedir?" Bey, "Yok be ana. Güzel bir kız ama, bilmem ki" diyor.

Bir yandan bilmem ki diyor, öte yandan av bahanesiyle Fadime'nin köyüne iniyor sık sık. Gözleri onu arıyor. Anası tümden karşı bu işe. Nedeni de: aşiret töresine aykırı. Daha Kıroba Aşireti'ne yabandan kız girmemiş. Obanın erkeği, obanın kızıyla evlenmiş o güne dek. Hem oğluna, dayısının kızını almayı kurmuş anası. Kızın anasıyla da konuşmuş meseleyi. Şimdi bu köy kızı araya girerse, işler tümden bozulacak diye düşünüyor.

Gün günü eskitip, bayrama ulaşıyor. Bayrama ulaşıyor ya, aşiret arasında da homurtu dolaşıyor giderek. "Biz buraya on günlüğüne konmuştuk. Bu gün onbeşinci gün oluyor. Daha hareket yok. Bey'den ses çıkmıyor. Sürüler otlaktan aç dönüyor. Kimi hayvanlar zehirli ot yeyip ölüyor. Daha ne kadar bekleyeceğiz burada". Dalga dalga yayılıyor söylenti. Varıp Oba Beyinin anasının kulağına ulaşıyor. Anası çekiyor Bey'i çadıra. "Oğul aşeritte ikilik oldu. On günlüğüne konmuştuk, on beşi geçti. Ne suyu su; ne otlağı otlak. Daha ne bekliyoruz burada".

"Hele birkaç gün daha sabretsinler, bizim de bir düşündüğümüz var" deyip kesiyor anasının sözünü Bey. Oba töresi böyle. Kimse de ağzını açıp itiraz etmiyor. Beyin aklı da Fadime'de. Bayram geçince üzüm getirecekti. Daha görünmedi, diyor kendi kendine. Gözleri de köy yollarında. Derken bir sabah görünüyor Fadime. Yanıkhan'dan Çatalçam'a çıkan yolda görünce Fadime'yi, bir koşu varıp karşılıyor Bey. Karşılıyor da omuzunda ki sepeti alıyor. Çadıra yürüyorlar. Obadakiler şaşkın. Oba Bey'inin bir köy kızının ayağına koşmasını kimse iyi karşılamıyor. Anası, Fadime'nin çadıra girmesiyle suratını asıyor. Yarım ağız "hoş geldin" deyip, işine dalıyor. Fadime şaşıp kalıyor. İlk gelişindeki izzet ikram nerde, şimdiki surat asıklığı nerde? Sıkılıyor Fadime. Tatlı dil, güler yüz görmediği çadırdan kaçmak geçiyor aklından. Oba Bey'i durumu anlıyor. Sevdiği ile saydığının arasında Bey. Anasına bir şey diyemiyor. Fadime'ye sadece mahcup mahcup bakıyor. Sonunda, sepetteki üzümü boşaltıp, para kesesindeki tüm parayı boşaltıyor avucuna Fadime'nin. Fadime şaşkın,aldığı parayı avuçlayıp çıkıyor çadırdan. Ağır ağır iniyor Çatalçam'ı.

Öte yandan Bey'de bir keder, bir üzüntü. Söylemeye başlıyor kendi kendine:
Yaylaları yuvalı
Güzeller yaylalı
Fadime gibi görmedim
Anamdan doğalı

Anasının korktuğu başına gelmişti. Fadime'ye tutulmuşlu oğlu. Onun sevda türküsüne, maniyle karşılık verdi:
Ben bu yaylara yayla mı derim
Başı pare pare kar olmayınca
Ben böyle güzele, güzel mi deriim
Aslı türkmen, soyu bey olmayınca

Böylece Bey'in gönlünü Kıroba'ya çekmek istiyor. Ama Bey hiç oralı değildi. Sanki kendine söylenmiyordu. Varsa Fadime, yoksa Fadime. Fırsatını bulunca da tüfeğini omuzlayıp, köy yolunu tutuyordu. Köy çocuklarından öğrendiği Fadime'nin evinin önünden geçiyor, belki görürüm umuduyla, dolanıp duruyordu köy yollarında. Köy gençleri tedirgin. "Bey'se beyliğini bilsin. Yabanın yörüğü kızlarımızla dalga geçmesin" diyorlar. Köy büyükleri bakıyor ki işin tadı kaçık. Fadime'nin yüzünden, köylülerle yörükler birbirine girecek. "Bir çare bulalım" diyorlar.

Öte yandan Bey'in anası da oba büyüklerini çadırında toplayıp durumu olduğu gibi anlatıyor. O güne dek, Kıroba soyunda görünmeyen bu durum, tüm obadakileri derinden üzüyor. Söyleniyorlar "Obada erlik yufkalaştı mı? Yangınlık yanımızdan geçmezdi. N'oluyor törelere" diyor kimisi; kimi de "Köylü kancığı göçebeye gerekmez. Çarığı çayda kalır köy kızının" diye karşı çıkıyor. Sonunda Oba Beyi'nin amcası kalkıyor ayağa. Ağır ağır, tane tane konuşuyor. "Obaya antlıyız. Suyun akıntısına gidelim. Bunu bilip, bunu hayır belleyelim. Bey'imizi isteğiyle everelim. Obanın ayağı bağdan kurtulsun" deyince herkes boyun eğiyor. Kimse karşı çıkmıyor. Kıroba Aşireti'ne ilk kez yabandan bin kızın gelmesi, böylece kabul ediliyor obada.

Anası, haberi Beye ulaştırınca çok seviniyor Bey. Seviniyor da tez elden köy imamına haber salıp, çağınıyor. Fadime'nin istenmesi, düğün, nişan işini imamsa bırakıyor Bey.

Fadime derseniz, olan bitenden habersiz. Başında büyüğü de yok. Kendinden küçük iki kardeşiyle kalıyor. Üç-beş dönümlük bahçesini de köylünün yardımıyla ekip yetiriyor. Oba Beyi nin kendisine talip olacağını aklından bile geçirmiyor. Ne zaman ki, imam koşa koşa gelip "Müjdemi isterim: Oba Bey'i, Allah'ın emriyle talip oluyor sana" deyince anlıyor meseleyi. Anlıyor da bir şaşkınlaşıyor, bir donuyor. Ne diyeceğini bilemiyor. Ama hangi kız istemez, anlı şanlı Kıroba Aşireti'ne gelin olmayı.

Fadime durumu öğrenince şaşkınlaşıyor ilkin, susuyor. Köyünü, alıştığı çevresini, kardeşlerini düşünüyor. Üç-beş hısım akrabadan başka, başında büyüğü de yoktur Fadime'nin. Sahipsizliğini, yoksulluğunu düşününce, için için seviniyor.

Köylü derseniz "Başına talih kuşu kondu. Kime kısmet olur böylesi. Koca Kıroba Aşireti'nin gelini olacak. Bir eli yağda, bir eli balda. Develer, koyunlar, keçiler sürü sürü. Kısmetli kızmış Fadime" diyor kimi. Kimi de : "İnsanın sonu iyi gelsin. Anasız babasız yetimleri büyüttü. Onlara analık, babalık yaptı. Tanrı gönlünce verdi. Sonu da iyi oldu Fadime'nin" diyor. Köy Muhtarı ile imamı da ortalığa düşüp, işi tez elden bitirmeye çalışıyortar. Fadime'nin hısımlarıyla konuşuyorlar. Rızalık altyorlar. Sonunda köyün büyükleriyle, obanın ileri gelenleri bir araya gelip, Allah'ın emriyle istiyorlar Fadime'yi. Düğün gününü kararlaştırıyorlar. Yörük düğünü de düğün olur hani. Bir yandan davul zurnalar; bir yandan çengiler... Sonunda Yanıkhan'lı Fadime, Kıroba Bey'in çadırına gelin ediliyor. Fadime'ye gelinlik yakışıyor. Güzelliğine güzellik katılıyor. Obadakiler buruk. Kimisi "Yarın görürüz Fadime'yi. Yörüğün göçüne dayanamaz, ilmik ilmik dökülür. Ne deveyi ıhtırır, ne tuluğu şişirir.. Koyunu keçiyi de yörük kadar bilmez köy kızı" diyor; kimi de, "Bey'in kaderi böyleymiş. Eliyle etti, boynuyla çeksin. Olan oldu." deyip işi oluruna bırakıyor. Üç gün, beş gün, bir hafta, on gün daha kalıp, çadırları yıkıyor Kıroba Aşireti. Aşiret dediğin bir yerde oturup kalamaz. Yem, yiyecek tükenir. Mallar toprağa saldırır yoksa. Açlık, hastalık getirir sürüye. Kırım kırım kırılır mallar. Onun için sık sık yer değiştirir yörük. Otlağın yeşilini, suyun bolluğunu seçip konaklar. Çatalçam sırtlarını da zaten kel etmiştir hayvanlar. On günlüğüne konup Fadime'nin yüzünden takılır kalmıştır oba.

Oba yükü yükler. Develer katar olur, sürüler yola dizilir. Fadime'yi tutar bir ağıt. Kolay mı doğup büyüdüğü, koşup oynadığı köyü terketmek. Dostu ahbabı, hısmı, arkadaşı bir bir dolaşıp, helallık alıyor. Teselli buluyor. "Nasıl olsa döner dolaşır, yine gelirsiniz. Yörüğün konağı olmaz. Çatalçam'ın suyu kurumaz, Bozpete'nin yeşili solmazsa yolun uğrar buraya. Vargit yolun açık olsun. Bizi unutma. Gelenle haber ilet, gönlünde yaşat bizi "deyip teselli ediyorlar. Fadime kardeşlerini de alır, koyulur yola.

Şurası senin, burası benim dolanıp durur Oba. İlkin zor gelir Fadime'ye. Ama zamanla alışır. Tam bir yörük olur. Kaynanasıyla da arası düzelir.Obadakiler de sever sayar Fadime'yi. Kocası derseniz, araları çok iyi. Bir güne bir gün, kötü söz duymuyor kocasından. Yazın yaylaya çıkıyor oba, kışın da ovaya iniyor. Günler su gibi akıp gidiyor. Üç yıl, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor. Üç yıl geçiyor ya, Fadime'de bir şey yok daha. Yani ki doğurmuyor. Obayı bir dedikodu sarıyor. "Fadime kısır, doğuramaz" diyorlar. Kaynanası ilkin karşı koyuyor dedikodulara. Sonunda o da mırıldanmaya başlıyor. "Soyumuz sopumuz kuruyacak. Neslimiz tükenecek. Şunca yörüğü bıraktı da, köy kızıyla evlendi. Muradımızı gözümüzde koyacak" diye dövünüyor anası. Oba kızları da "Oh olsun. Bunca yörüğü bıraktı da, köy kızı getirdi. O da kısır çıktı" diyor. İçin için yıkılıyor Fadime. Alıyor veriyor, alıyor veriyor. Elinden bir şey gelmiyor ki. Adaklar adıyor. Muskalar yazdırıyor. Ama boş. Kimden bir umutlu söz duysa koşuyor yanına. Konuşuyor da okutup üfletiyor, yazdırıp takıyor boynuna. Ama boş. Kimsenin yüzüne bakamıyor obada.

Gelip evliliğin yedinci yılına dayanıyor. Dilediği de yedinci yılda gerçekleşiyor. Fadime'nin yüklü olduğu, kulaktan kulağa dolaşıyor obada. Beyin keyfine diyecek yok. Anası derseniz, soğuktan sıcağa vurdurmuyor elini. "Sen yüklüsün, işleri bırak. Kıran girmedi bunca aşirete. Çalışıp yetirsinler' diyor. Sık sık konup göçmeyi de bırakıyor aşiret. Çobanlar sürüleri uzak kırlarda otlatıp, akşam olunca getiriyorlar obaya.

Uzun sözün kısası, vakti saati gelince, nur topu gibi bir oğlu oluyor Fadime'nin. Üç gün üç gece şenlik yapıyor oba. Yeniliyor, içiliyor. Davarlar kurban ediliyor, kazanlar kaynatılıyor. Oğlunun adını "Ali" koyuyor Bey. Babasının adı yerde kalmasın istiyor. Ali de Ali! Topaç gibi. Bir seviyor ki anası, yerlere kondurmuyor. Ali'nin kırkını geçince, göçe karar veriyor oba. Ne zaman ki kırk gün doluyor, törenle yıkıyorlar çocuğu. Leğenine gül suyu döküp, kırkduası okuyorlar üstüne. Ertesi gün sabahına da yol hazırlığına başlıyor oba. Denkler denkleniyor; yükler yükleniyor. Develer katarlanıp, koyunlar sürüleniyor. Akşama doğru da oba tüm hazırlığını tamamlayıp, yola koyuluyor. Develerin en yükseği, en başı yumuşak olanı da Karamaya. Fadime, Karamaya'yı bir güzel tımar ettiriyor, süslüyor. Dizlerine takurdaklar, boynuna büyük havan çanını takıyor. Ak kundağında uyuyan bebeğini de bir ala kilime sarıp, çadırın eşiğinde duran yeşil çam beşiğe yerleştiriyor. Beşiği de devenin havut ağacına asıyor. Koyuluyorlar yola. Karamaya'nın ipi, Fadime'nin elinde.

Akşamın serinliğinde yolculuğun tadı başka olur. Hele yol, iki tarafı ağaçlık, yemyeşil bir yol olursa. Hele hele yol boyunca, ala kargalar, akşam kuşları, sığırcıklar, serçeler vızır vızır gezerse katarın üstünde, doyum olmaz yolculuğa. Doyum olmaz ya; Fadime de oğlunu göresiyor. Karamaya'yı ıhtınp, doya doya öpmek sevmek geliyor içinden. Ama, yol ağaçlık, karanlık üstelik. Bekliyor ki sabah olsun. Sabaha da bir şey kalmadı. Elmalı'ya konacak oba. Bey önceden gidip, konak yerini seçecek, obayı da orada bekleyecektir. Sabah oldu olacak. İki köpek sesleri duyuluyor. Biraz sonra da Elmalı görünüyor. Oba ağır ağır giriyor Elmalı'ya. En arkada da Fadime'nin devesi Karamaya var. Fadime sabırsız. Bir an önce deveyi ıhtırıp, oğlunu kucaklamak istiyor. Oba hareketli. Herkes devesini ıhtırıp, yükünü boşaltıyor. Gök çimenlerin üstü ana-baba günü. Bir yandan ak sürüler dönüyor, bir yandan güzel yürük kızları sağa sola koşuyor. Fadime de ağır ağır ıhtırıyor, ıhtırmasıyla da haykırıp bağırması bir oluyor.

"Yavrum Ali'm yok. Ali'min beşiği boş. Ali'm yok" diye feryat ediyor, herkes ona koşuyor. Bakıyorlar gerçekten Karamaya'nın havut ağacına asılı olan beşiğin içi boş. Yeller esiyor Ali'nin yerinde. Fadime saçını başını yolmaya başlıyor. Oba büyükleri tez elden atlarını döngeri edip yollara düşüyor. Emmiler, dayılar düzülüyor yola. Kimi atlı, kimi yayan, dönüp yolları tarıyorlar. Dayı al atını herkesten önde sürüp, aralıyor diğerlerini. Fadime de yayan yapıldak düşüyor yollara. Geçtikleri yollarda umudu. Bir yandanda ağlıyor. Hem ağlıyor, hem söylüyor. Bebek oy, diyor. Ninni diyor. Diyorda diyor.

Gün akşama yakınken, dayı Çiçek Dağı'nı tutuyor. Tutuyor ki, yol karardı kararacak. Yol boyu da sıra sıra ağaçlar. Ağaçların üstünde de kuşlar. Allı yeşilli cıyak cıyak kuşlar. Ta uzaklardaki bir ağacın tepesinde de bir küme kuş. Ama alıcı, yırtıcı kuş bunlar. İnip inip kalkıyorlar ağacın üstüne. Dayı mahmuzluyor atını. Bir solukta varıp ulaşıyor ağaca. Varıyor ki, ne görsün. Bebeğin kundağı bir ağaçta asılı. Bebeğin sarılı olduğu kilim, kanlar içinde sarkıyor ağaç dalından. Kol bezi dolanmış kalmış ağaç dalına. Kuzgunlar, leş kartalları da inip inip kalkıyor ağaca.

Dayı atıyla ağacın yanına vardığt zaman, artık bebek eski bebek değildir. Bebek demeye bin şahit gerek. Bebek gözsüz olur mu? Göz yerinde iki oyuk kalmış sadece. Derileri de lime lime. İlkin sarsılmış dayı. Sonunda toplamış kendini. Arkadan gelen Fadime'yi döşünmüş. Tez elden bir çukur kazıp, gömmüş bebekten kalanları. Bir tek kol bezi asılı kalmış dalda. Sonra da döndürüp sürmüş atınt. Çok gitmeden karşılaşmışlar Fadime'yle. Anlatmış durumu dayı. Atına terkileyip, sürmüş obaya. Terkilemiş ya, Fadime feryat fıgan içinde.Obada herkes yaslı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Bey derseniz, konak yerine dönmemiş daha. Habersiz olanlardan. Beyin anasının elleri dizlerinde. Arada bir de başını döğüyor. Fadime yerden yere atıyor kendini. Sonunda gözlerinden ırayıp bir kuytuya çekiliyor.

Derler ki, obadaki son günü oldu bu Fadime'nin. Akşamın karanlığında, el ayak çekildikten sonra, ortalardan kayboldu Fadime. Bir daha da gören olmadı. Ama bebeğin asılı kaldığı ağacın yakınından geçenler günün her saatinde, yanık içli bir kadın sesinin ağlayan, ağlatan yankılarını duydular uzun süre. Bu, oğlunu yitirdikten sonra, delirip dağlara düşen Fadime'nin sesidir diyor duyanlar.

Elmalı'dan çıktım yayan
Dayan hey dizlerim dayan
Emmim atlı, dayım yayan
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Kol bezin dalda bulduğum
Adını Ali koyduğum
Yedi yılda bir bulduğum
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Gökte yıldızlar ışılar
Kuzgunlar üleş bölüşür
Çadırda düşman gülüşür
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Deve var deveden yüce
Deveyi yüklettim gece
Nic' edeyim aman nice
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Kaynanam samur kürklü
Develeri kahve yüklü
Yad-yaban değil Yörüklü
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Çadın cibiş kılından
Pazvandı çıkmaz kolundan
Kurtulamam ben dilinden
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Tuzladan aldım tuzunu
Akdağ' a serdim bezini
Kargalar m'oydu gözünü
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Ak memeden sütler akar
Kavim kardaş yola bakar
Yasımız obayı yıkar
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Deveyi deveye çattım
Yuları boynuna attım
Bebeği dağlara attım
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktt kül eyledi

Ala kilime sardığım
Yüksek mayaya koyduğum
Yedi yılda bir bulduğum
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Havada kuzgun dolaşır
Kargalar leşi bölüşür
Kara haberi ulaşır
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi

Tabancamın ipek bağı
Baban bir aşiret beyi
Kanlım oldu Çiçekdağı
Bebek beni del'eyledi
Yaktı yaktı kül eyledi


Kaynak:
Yaşar Özürküt
Öyküleriyle Türküler 1
İstanbul, 1999

virüs 02-28-2007 12:03 AM

Ala Geyik
 
15-)Ala Geyik


Alageyik türküsü bir efsanedir her yörede her bölgede anlatılır.. Çukurova ‘da Halil ile Zeynep, Manisa ovasında Fatma kızla Mustafa’nın öyküsüdür anlatılan.. Ama aynı minval, aynı tutku.. aynı aşk..

Zamanlardan bir zaman Anadolu’nun bol ormanlı sarp yamaçlı dağlarının kıyısında bir avcı genç yaşarmış. İki tutkusu varmış bu gencin. Biri sevdiği kız..ötesi geyik avı, sürek avı.Avdan vazgeçmesi imkansız, yarsız yaşaması ölüm demekmiş. Sık sık tüfeği omzunda ormanlara vurur, dağlara koşar, sürek avına koyulurmuş. Günlerce köye eve uğramazmış. Genç ceylanların, sürmeli geyiklerin korkulu düşüymüş. Vurdu mu iki çatal boynuzun ortasından vururmuş geyikleri.. Dağda ormanda kara bir gölge gibi kayıp gidermiş.. Geyik avı tekin değildir.. Anayı yavrusundan ayıran av ağır vebal getirir. Ama avcılık bir tutkudur.. Gözü karartan bir yangındır. Taş kesilir yürek ..

İşte o genç avcı bir kez Alageyik görür bir yamacın başında. Güneşte de ayışığında da parlamaktadır bir masal perisi gibi orda.. Gözünü ondan alamaz delikanlı avcımız. Koşar peşinden. Alageyik durur, tüfek omzunda nişan alır genç, geyik sırra kadem basar. O dağ senin, bu tepe benim günlerce yalnız onu arar gözleri.. Geyik bir vardır bir yok.. bir görünür bir kaybolur.. Köy halkı çocuğu merak ederler, genç geyiğin peşinde, köylüler onun.. tüfek seslerini dinleyip iz sürerek genci bulurlar sonunda.. Hala pusuya yatmış Alageyiği gözlerken onu alıp köye götürürler. Geyik avından vazgeçirmek için sevdiği kızla hemen evlensin diye düğün dernek kurarlar. Gencin hoşuna gider. Genç kızın gözlerindeki aşk ateşi yüreğini yalazlandırır. Gerdeğe girerler.. İşte o sırada tam seccadede namaz kılıp kalktıkları sırada pencerede bir hayal görür genç. Alageyiğin hayali.. Işığı odaya düşer gibi.. Duvardan tüfeğini kapar atlar pencereden dışarı.. Alageyik bir hayal, bir serap.. Bir aynalı düş ki genç avcı, damatlığı üstünde onun peşinde.
Ertesi sabah bir uçurumun altında bulunur ölüsü delikanlının.. Kimi der Alageyik atlayınca uçurumdan kendi de geçmeye kalktı kimi der bütün vurulan geyiklerin laneti genç avcıyı muradına eremeden yaktı..



Bende Gittim Bir Geyiğin Avına
Geyik Çekti Beni Kendi Dağına
Tövbeler Tövbesi Geyik Avına



Siz Gidin Kardaşlar Kaldım Burada
Aman Anam Burada
Siz Gidin Avcılar Kaldım Burada
Aman Anam Burada

Ben Giderken Kaya Başı Kar İdi
Yel Vurdu Da Erim Erim Eridi
Ak Bilekler Taş Üstünde Çürüdü



Urganım Kayada Asılı Kaldı
Esbabım Sandıkta Basılı Kaldı
Nişanlım Sılada Küsülü Kaldı



Kayanın dibine çadır kursunlar
Çifte davul çifte zurna vursunlar
Nişanlımı kardeşime versinler

virüs 02-28-2007 12:04 AM

Ezo Gelin
 

16-)Ezo Gelin

"Gaziantep" dendi mi, ne düşer aklınıza? Yiğitlik mi, Antep fıstığı mı, baklava mı?

Bana, bunların yanısıra folkloru anımsatır, bu sevilesi ilimiz. Kızlı-erkekli halk oyunları gelir gözümün önüne; dizgisi de, ezgisi de sağlam türküleri gelip konar dilimin ucuna. Dalar gider; Antep türkülerinde Muzaffer Akgün'ü, Lohan'lı Ökkeş'i, Şerif Akbağ'ı dinler gibi oluyorum: "Antep'in etrafı gül ile diken, ayrılıktır benim belimi büken" ya da anlı-şanlı "Karayılan". Sonra, öyküye sığmayıp türküleşen; ağzınıza layık bir çorbaya bile ad olan "Ezo Gelin", Antep yöresinde anıldığı adıyle "Özey Gelin".

Bu ünlü ve paylaşılamayan halk türkümüzün öyküsünü, kalemimin döndüğünce özetlemek istiyorum size. Hemen belirteyim: Bu konudaki bilgileri, Kilis'li folklor uzmanı dostumuz Mazlum N. Kılıçkıran'la birlikte taradığımız Barak ovası köylülerinden; Gaziantep kültürünün rakipsiz avukatı Cemil Cahit Güzelbey'den; Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Hulusi Yetkin'den ve Gaziantep folkloru konusunda çok değerli yapıtlar ortaya koyan Mehmet Solmaz'ın "Ezo Gelin" adlı kitabından aldım.

Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin, 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu. Babası, Bozgeyikli oymağından Emir Dede, anası Elif'tir. Nüfus kaydında halen bekar görünen Ezo'nun, üçü erkek, üçü kız, altı kardeşi daha vardır.

Ezo, erken gençliğinden itibaren, güzelliğiyle dikkatleri üstünde topluyordu. O kadar ki; düğünlerde gözler, gelinden çok onun üzerinde gezinirdi. Ezo'yu, birçok zenginin yanısıra, (o zamanki) Halep (ilimiz)in Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyz'oğlu Memey (Mehmet) istiyordu. Takdirde yazılan tedbirde bozulmazmış; Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu, ne de teyz'oğluyla...

Anlatanlar, Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Öykümüze geçmeden, Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım:

-Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler, iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış.
-Öyle güzelmiş ki Ezo, bakanlar bakmaya doyamazlarmış.
-Öyle güzelmiş ki, bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi, Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp, Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış.
-Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla, düşmanları barıştırırmış,
-Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş...

Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence (efsane) olurken, Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu. Bu, komşu Beledin köyünden, "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü. Şitto'nun bağlaması, akarsulara "Siz şırıldamayın, ben şırıldayım"; sesi de bülbüllere, "Siz şakımayın, ben şakıyayım" diyen cinstendi. Tekmil Barak ovasında düğünler kambersiz oluyordu da, Şitto Hanefi'siz olmuyordu. O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma ben doğayım" diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı.

Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı. Düğüne Zöhre (Ezo) de, Şitto da çağrılıydılar elbet. Düğünde tüm gözler gelini de güveyiyi de unutup, Ezo ile Şitto'yu izledi. Şitto, Ezo'ya gönlünü kaptırdı. Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu. Bu nedenle, Ezo'ya dünür yolladı.
Hanefi, ala ala "Düşünelim"cevabı aldı.

Araya acımasız zaman girdi. Bu ara Şitto, kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le, yörenin töresi olan "Değişik" uygulamaya karar verdi. (Bu töreye göre, bir erkek,hısımlarından bir kızı bir arkadaşına verir, arkadaşının hısımı bir kızı alır. Böylece iki tarafta çevrede "Kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur.) Şitto halası Hazik'i (Hatice'yi) Mehmet'e verecek; buna karşılık, Mehmed'in kızkardeşi Selvi'yi alacaktı. Araya girenler girdi; bu "Değişik" gerçekleşemedi. Öyle ki; Şitto Hanefi, eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu.

Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı. Saray insanda olmalı..." Şitto'nun doğru dürüst evi bile yoktu ama, yüreğinde Ezo geziniyordu. Eşin dostun araya girmesiyle, Ezo Şitto'ya çatıldı. "Ele gelin gelir, bize kalın gelir" demişler. Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti. Çünkü, Şitto Ezo'yu almasına karşılık, Ezo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti. Alan razı, veren razı....

Güzün ortanca ayında iki düğün birden kuruldu. Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu. Zurna öttü davul vuruldu... Alındı, verildi; iki köyde, gerdeğe girildi. Sen sağ ben selamet. Bu demektir ki iki köy de iki mutlu yuva kuruldu.

Şitto ile Ezo, sizlere layık bir mutlu yaşamı sürdürüyordu. Ağızlarının tadı yerindeydi yani. Gel gelelim, mutlulukları göze geldi.

Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi. Yemediler - içmediler, dedikodu yaptılar. Atalarımız "Söz taşıma, taş taşı" demiş ama, bazı kendini bilmezler söz taşıdılar. Hatta kendileri söz uydurup getirdiler, götürdüler...

Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo, Şitto öykülerini bir cümlede özetler. "Kötü talih geç buldum; tez yitirdim..."

Şitto,Ezo'yu boşayınca "Değişik" töresince halası,Hazik de geri döndü. Şitto Hanefi,bu acı ayrılışı da yarısının ağzından şöyle anlatır; "Bizim böyle olmamız dostlarımızı acındırıyor,düşmanlarımızı sevindiriyordu."

Efsanesel güzel Ezo, Şitto Hanefi (Açıkgöz) den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı. Yörenin ağızbirliği etmişcesine anlattıklarına göre Ezo, bu süre içinde daha bir serpildi, daha bir güzelleşti. Öyle ki; görenin gözü kalırdı. Nasıl anlatmalı; O bir ışıktı da, tüm erkekler, onun çevresinde pervane kesilmişlerdi.

Genç-yaşlı, zengin-fakir, nice talibi çıktı Ezo'nun. Her talibi, tek tüy isteyen Hz. Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği, neyi var neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun. Ezo, tam altı yıl, evlenme önerilerini geri çevirdi.

Sonunda, ailesinin de ısrarı üzerine, kendisine genç kızlığından beri talip olan Teyz'oğlu Memeyle evlenmeye yanaştı. Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin, Carablus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu.

Ezo 1936 yılının güzünde, Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti. Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey, bacısı Selvi'yi, Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti.

Ezo'yla Meme'yin iki kızları oldu. İlki, fazla yaşamadan öldü. "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır.

Ezo'nun, ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi. Ne var ki; "Gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da. Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der. Ezo da, Kozbaş'tan Türkiye'yi, Uruş'u görüyordu. Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu ama, bunlar özlemini azaltmıyor, pekiştiriyor, dayanılmaz hale getiriyordu. Yakınları onun "Vara öleyim, tek yurdumda kalaydım" dediğini anlatırlar.

Ezo bir de "Göreceksiniz, gurbetlik beni öldürecek" der ve öldüğünde, hiç olmazsa Türkiye'yi; Uruş köyünü görecek bir yere gömülmesini dilerdi.

Dediği de oldu. Suriye'ye gidişinin yirminci yılında, 1956 güzünde Ezo yatağa düştü. Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu, herkes gibi kendisi de biliyordu. Ezo, kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu. Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor, tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu.

Ve Ezo Gelin, güz yağmurlarının düştüğü bir cuma, yatsı vakti son soluğunu soludu.

Eşi ve yakınları, vasiyetini dikkate alarak, onu; arasıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler.

Mezarı oradadır şimdi... O kum ülkesinde.

Kaynak: Öyküleriyle Halk Türküleri (Notalı) - Hamdi Tanses


Cemil Cahit Güzelbay
Gaziantep



Ezo Gelin 1

Ezo gelin, benim olsan seni vermem feleğe
Güzel yosmam başın için salma beni dileğe
Anası huridir de kendi benzer de meleğe
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

Ezo gelin çık Suriye dağlarının başına
Güneş vursun da kemerinin kaşına kaşına
Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle

Çık Suriye dağlarına bizim ele eleyle
Gel bahtı karam gel sıladan ayrı yazılım gel

virüs 02-28-2007 12:05 AM

Denizin Dibinde
 
17-)Denizin Dibinde

Burdur’dan Antalya’ya doğru giderken yaklaşık 38 km. uzaklıkta bulunan Arvallı, yeni adı ile Bağsaray köyünde geçer hikaye.

Hikayeye göre Hatçe isminde bir güzel kadın köyün meydanındaki duvarında çift oluklu pınar bulunan bir evde oturur. Türküde sözü geçen pınar bu pınardır.

Hatçe güzel ve alımlı bir köy güzelidir. Köyün çobanı Hatça’ya gönlünü kaptırır. O da çobanı sever. Ne var ki Hatçe evlidir.Kader onları bir türlü bir araya getirmemiştir. Her ne kadar olumsuzluklar çok olsa da aşklarına engel olamazlar ve bir zaman sonra birlikte kaçmaya karar verirler. Çobanla birlikte kaçarak Antalya’ya yerleşirler. Yaklaşık 5 ay sonra yakın bir köyde (Kayış) de buna benzer bir olay gerçekleşir ve İbrahim Can isimli mahalli sanatçı bu türküyü yakar.


Denizin Dibinde (Hatça)

Denizin dibinde demirden evler
Ak gerdanın altında çiftedir benler
O kınalı parmaklarda o beyaz eller
Yolcuyu yolundan eyleyen dilber

Ovalara duman inmiş göremedin mi
A kız kendi saçını öremedin mi
Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz
Gel seninle gezelim ince belli kız

Arvalı'nın önünde pınarlar harlar
Hatçam çıkmış pencereye ay gibi parlar
Ben Hatça'yı yitirdim dumanlı dağlar
Gözlerimin pınarları durmadan çağlar

Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor
Hatça'yı görenler sevdalanıyor
Onu onu onu onu onu onuna
Ben de yandım Hatça'nın basma donuna

Yüce dağbaşında ekin ekilmez
Yağmur yağmayınca kökü sökülmez
Ellerin köyünde kahır çekilmez
Doldur doldur ağuları içelim Hatçam

Ovalara duman inmiş göremedin mi
A kız kendi saçını öremedin mi
Alçaklara karlar yağmış yükseklere buz
Gel seninle gezelim ince belli kız


Seyfettin Türkol
Burdur

virüs 02-28-2007 12:06 AM

Kar Mı Yağdı Kütahya'nın Dağına
 
18-)Kar Mı Kütahya'nın Dağına

Bundan yıllar önce o yılki kazancı kötü olan bir aile Ilıcaya gidemeyeceklerini anlayınca bir çare ararlar ve sonunda evlerinin çatı kiremitlerini satıp döndüğümüzde çalışır tekrar alırız diyerek, Ilıcaya gitmeye karar verirler. Biraz da yazın son dönemi olan güze denk gelir herhalde ki Ilıca’ya giderler. O devirde şimdiki gibi vasıta çok olmadığından, bir atlı araba veya fayton birilerini götürdüğünde dönerken de başkalarını getirdiği gibi , bir başkalarından da “ bizi falan zaman götürüver “ diye sipariş alırlarmış. Bilhassa Ilıca şehir merkezine en uzak kaplıca olduğundan oraya giden bir aile şehire 2 – 3 ay gelmezmiş. Bu olayın kahramanı aile de biraz zamanı uzatırlar ve Kütahya’ya döndüklerinde karşıdan bakıyorlar dağlar karla kaplı “ eyvah yandık “ çığlıklarıyla bir an önce evlerine koşarlar. Kapıyı açtıklarında tüm eşyalarının (Yatak , yastık , yorgan , kilim , minder , giyecekler v.b) kar sularından perişan hale geldiğini görüp otururlar ve başlarlar ağlaşmaya ;

Kar mı yağdı
Kütahya’nın dağına aman
Ateş düştü
Ciğerimin aman , bağına hey!

Diyerek ağıtlar yakarlar. Bu ağıt zaman içinde dilden dile dolaşarak türkü haline gelmiş ve Kütahya folklorunde birinci zeybek oyunu olarak yerini almıştır.


Kar Mı Yağdı Kütahya'nın Dağına

Kar mı yağdı Kütahya'nın dağına
Ateş düştü ciğerimin bağına
Gül donatmış şalvarının ağına

Kayırma sevdiğim gün böyle kalmaz
Yanar yüreğimin ateşi sönmez

Çubuğum yok yol üstüne uzatsam
Dermanım yok yar yolunu gözetsem
Menendin yok seni kime benzetsem

A dağlar ey dağlar laleli dağlar
Elleri koynunda bir gelin ağlar

Melek misin yeşil donlar giyersin
Cellat mısın tatlı cana kıyarsın
Çocuk musun el sözüne uyarsın

Açıldı çiçekler gelmedi yazlar
Elleri koynunda bir gelin ağlar



Ahmet Akıncan
Kütahya

virüs 02-28-2007 12:08 AM

İzmir'in Kavakları
 
19-)İzmir'in Kavakları


Çakıcı Efe Ege Bölgesinde halkın dilinde dilden dile efsaneleşen bir kahramandır. Osmanlı’nın son zamanlarında devlet iradesinin iyiden iyiye kaybolduğu yıllarda (1800-1900) halk kendi kahramanlarını, kendi kurtarıcılarını çıkarmıştır. Kimileri bu boşluktan yararlanarak zalimlikler yapmışlar kimileri de adalet dağıtan güçlü yürekli halk kahramanı olmuşlar. Bu devirde Ege Bölgesinde’de Efelik çok meşhurmuş.

Çakıcı Efe de İzmir, Denizli, Aydın civarında hüküm sürmüş bir Efe’dir. O zamanlarda yaşadığı bölgede o kadar güçlenmiş ki Osmanlı ile egemen olduğu bölge konusunda resmi anlaşma yolları bile aramıştır. Çakıcı çoğu zaman dağlarda, kimi zamanda halkın yanına inerek zalimi durdurmuş, adalet dağıtmış, zenginden alıp fakir vermiştir. Bu sebeple halkın gönlünde de taht kurmuştur. Cesur hareketleriyle halkın gözüne girmiştir. Kimi zamanda düşmanla işbirliği yaptığı söylentisi çıkmışsa da halk onu hep sevmiş ona yapılan bu türküyle ismi ölümsüzleşmiştir.

İzmir'in Kavakları 1

Aradılar sordular
Birg içinde buldular
İnce tuzak kurdular
Yar fidan boylum
Kamalı'yı vurdular

İzmir'in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı
Yar fidan boylum
Yıkarız konakları

Bahçelerde kalem var
Arkamızdan gelen var
Kalkın gidelim efeler
Yar fidan boylum
İçimizde ölen var

Selvi senden uzun yok
Yaprağında düzüm yok
Kamalı da Zeybek vuruldu
Yar fidan boylum
Çakıcı'ya sözüm yok


Ekrem Güyer
İzmir

virüs 02-28-2007 12:09 AM

Kiziroğlu Mustafa Bey
 
20-)Kiziroğlu Mustafa Bey

Bu türküyü dinleyen herkesin kafasında bir soru belirir. Kim bu Kiziroğlu Mustafa Bey ? Köroğlu ile ne ilgisi var? Bu türküyle ilgili birçok söylenti var ama en ilginci sanırım bu. Kizir, Kars'ın Susuz kazasına bağlı bir köydür. Bu köy Kısır dağlarının geniş eteklerine kurulmuştur. Köyün dört bir yanından ise soğuk pınarlar akar. Köy düz toprak damlı evlerden oluşmaktadır ve köyün hakim bir yerin de de bir kale kalıntısı vardır. Köylüler Kiziroğlu'nun kalesi derler buraya. Kiziroğlu bu köyde yaşamış ve bura da efsaneleşmiştir derler.

Küçükken at binip kılıç kuşanır
Söylentiye göre şimdiki Kiziroğlu Köyü’nün yerinde bir birinden uzak yirmi yirmi beş kadar ev bulunmaktaymış. Bölge dağlık ve ormanlık olduğu için insanları da bu nedenle olacak ki çok serttir. O zamanlar burada yaşayan insanların başında bulunan kişiye "Kizir" derlermiş. Kizir Muhtar demektir. Gün gelmiş zamanın kizirinin ünü tüm Anadolu'ya yayılmış. Tüm kötüler ondan korkar olmuş. Gel zaman git zaman Kizirin bir oğlu olmuş. Daha küçükken iyi at biner, kılıç kuşanır olmuş. İşte Kiziroğlu Mustafa Bey bu çocuk. Bütün çocukluğu Kısır Dağı’nda at binip avlanmakla geçmiş Mustafa'nın. O da babası gibi büyüyünce namlı bir yiğit olmuş, haksızlık ve adaletsizliklerle savaşmaya başlamış. Zaten onun bulunduğu çevrede kimse haksızlık etmeye cesaret edemezmiş ya .

Köroğlu doğuya gelir
O sırada doğuya gelen Köroğlu Kısır Dağları’nda Ferro deresine yerleşir, amacı doğudaki haksızlıkları yok etmek. Bir gün Köroğlu bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür, "Burada ki adaletsizlikler de benden sorulur" der ve gider orada bir kale kurar. İşlerinden dolayı bir müddet köyünden ayrı kalan Kiziroğlu köye döndüğünde Köroğlu’nun kalesini görür. Sinirlenir. Köroğlu’nun yanına gider, sertçe çıkışır "Sen kim olasın ki benim yurdumda saltanat süresin" Her ikisi de bir birlerini kötü insan olarak bilirlermiş. Köylülerin söylemesi böyle.

Yiğitlerin kavgası
O zamanın adaletine göre iki yiğit dövüşür, galip gelen diğerini öldürüp savaşı kazanırmış. Köroğlu ve Kiziroğlu günlerce at üstünde kavga etmişlerse de yenişememişler. Kılıç kavgasında ve güreşte de yenişememişler. Mustafa Bey’in atı Ala Paça da Köroğlu'nun atı Kırat’la güreş-mekte. Mustafa Bey şöyle bir geri bakmış ki ne görsün atı Ala Paça Köroğlu’nun atını alt etmiş duruyor. "Ola benim atım Köroğlu'nun atını alt etmiş, ben Köroğlu'nu alt etmezsem halim nic' olur" deyip gayrete gelmiş Köroğlu'nu yere vurmuş. Tam kamasını çekmiş vuracağı sırada Köroğlu "Dur yiğit, bana biraz mühlet ver yiğitlerimi göreyim karımla helalaşayım" demiş. Mustafa Bey bırakmış. Köroğlu eve gidip olanları karısına sazıyla sözüyle anlatmaya başlamış.

Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu

diye...Köroğlu geciktiği için evine kadar gelen Kiziroğlu kapı aralığından türküyü duyunca duygulanır ve utanır. Kapıyı çalıp içeri girer. Mustafa Bey’i karşısın da gören Köroğlu her şeyin bittiğini düşünürken Mustafa Bey sarılıp onu öper. "Sen benden daha yiğitsin Köroğlu" der. Köroğlu da "Ben artık buradan gideyim burada senin gibi mert ve yiğit biri varken kalmak olmaz" der ve köyü terk edip batıya gider.

Anadolu insanının takdiri
Köroğlu'nun Bolu Dağları’ndan çıkıp ta Kars'a gelmesi o zamanın koşullarında olanaksız gibi. Ama halk düşüncesi iki yiğidi Doğu Anadolu da önce çarpıştırıyor sonra barıştırıyor. Bu, Anadolu insanının kahramanlarına, haksızlıklara direnenlere verdiği değeri gösterir. Kiziroğlu öyküsü tepeden inmemiştir, böyle bir yiğit yaşamış ün almıştır. Halk da bu söylenceyle Kiziroğlu'nu saygı ve sevgiyle anmaktadır.


Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim, Paşam kim, Nigar kim,
Hanım kim
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu

Bir fendinen geldi geçti, peh peh peh!
Hışmı dağı deldi geçti, hey hey hey
Ağam kim, paşam kim... Nigâr kim, Hanım kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir Bey’in oğlu
Zor Bey’in oğlu…

virüs 02-28-2007 12:11 AM

Debreli Hasan (Drama Köprüsü)
 
21-)Debreli Hasan (Drama Köprüsü)


Drama köprüsü Hasan dardir geçilmez
Soguktur sulari Hasan bir tas içilmez
At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Mezar taslarini Hasan koyun mu sandin
Adam öldürmeyi Hasan oyun mu sandin
At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

Drama köprüsü Hasan dardir daracik
Çok istemem Yanko Corbaci bin bes yüz liracik
At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
Drama mahpusunda Hasan Kara kedi dinlesin

Drama köprüsünü Hasan gece mi geçtin
Ecel serbetini Hasan ölmeden mi içtin
At martinini Debreli Hasan daglar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.

TÜRKÜNÜN HİKAYESİ

Debreli Hasan, Drama'da yetismis. Debreli namiyla mübadele öncesi donemde Drama-Serez-Sarisaban bölgelerinde faaliyet göstermis bir halk kahramani eskiyadir.

Drama köprüsünü,o devrin haksizlikla para kazanan halki ezen zenginlerinden aldigi haraçla yaptirmistir. Debreli Hasan'in yasadigi,donem kesinlikle bilinmemekle beraber Cakircali Efe ile çagdas oldugu görüsleri,hatta atistiklarina dair hikayeler onun 1870-1920 yillari arasinda Makedonya daglarinda egemen oldugunu göstermektedir. Bu konuda halk arasinda söylenen menkibeye göre;Selanikli Yahudi bir tüccar ticaret için Izmir'e gidecektir."Eger bu civar daglarda hükümran olan Debreli'den geçsen, Ege daglarinda Cakircali'dan geçemezsin. "denir, kendisine. Nitekim de öyle olur.

Debreli'nin çetesinde pek çok kisi yoktur. Bilinen Kara kedi namiyla bir tek kizani oldugudur. Halka onu sevdiren eskiya kisiliginin en ustun tarafi ise fakirlere yardim etmesi,bilhassa birbirini seven yoksul gençleri evlendirmesidir. Bu konuda söyle bir menkibe de vardir. "Evlenmek niyetinde olan dagli bir genç,tek danasini almis, Iskece pazarina inmektedir. Yolu, Debreli Hasan tarafindan kesilir. Delikanlinin evlenmek için parasi olmadigini anlayanca Debreli kendisine dügün için yetecek parayi verir ve ayrica danasini satmamasini salik verip ugurlar."

Makedon daglarinin Debreli'si sonunda padisah affina ugrar veya söylentiye göre mübadelede güvenlik güçlerinin elinden kaçmayi basarir ve Türkiye'ye göç eder.

Kisacasi Rumeli Türklerinin gönlüne yerlesmistir efsanesiyle Debreli Hasan.

virüs 02-28-2007 12:12 AM

Ormancı Türküsü
 

22-)Ormancı Türküsü

Muğla'nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan damlar, öfke seli karışır. Uğursu hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür.

Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli'yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar olmadığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar'ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan'a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan'a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar'dan ister. Muhtar:
-Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda:
-Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsaade et, der.

Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı'ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak'ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı'nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet'in, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak'ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur!

Muhtar, Ormancı'nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer.

Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik'i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik'i, tahta bir sal üzerinde Muğla devlet hastahanesine götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey'e:

Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der.
Veli Bey:
-O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa'yı yanına çağırarak:
-Ben ölüyorum hakkını helal et. der.
Mustafa:
-Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır.
Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı'ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister.
Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris'te ölür.

Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla merkeze yerleşir.

Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli'yi tek
kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar'ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir'e yerleşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam etmekteler.

Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa'ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü ''Ormancıdır.'' Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları, tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir.

Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise ''Bay Mustafa" adı ile yer almıştır.

Ormancı Mehmet'in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık
duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur.
Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.




Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya
Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

Gevenes' in ortasında, değirmen döner,
Değirmenin suları, dağından iner,
Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner,
Tevfik' in feryatları, yürekler deler,
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

Gevenes' in suları hoştur içmeye,
Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye,
Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere,
Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

*Derlemeyi yapan Kemal Erdinç.

virüs 02-28-2007 12:13 AM

Yemen Ağıdı
 


23-)Yemen Ağıdı

Havada bulut yok, bu ne dumandır.
Mahlede ölü yok, bu ne figandır.
Ana ben ölmedim, bu ne şivandır

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.
BURASI HUŞTUR YOLU YOKUŞTUR
GİDEN GELMİYOR ACEP NEDENDİR

Kışlanın ardında redif sesi var,
Bakın çantasına acep nesi var,
Bir çift kundurası bir al fesi var.

Kışlanın önünde üç ağaç incir,
Kolumda kelepçe boynumda zincir,
Zincirin yerleri ne yaman sancır

Kışlanın önünde sıra söğütler,
Zabitler oturmuş asker öğütler,
Yemene gidecek bu koç yiğitler

Kışlanın ardını duman bağladı,
Analar babalar kara bağladı
Yemene gidene herkes ağladı.

Kışlanın ardında yüzüyor kazlar,
Ayağım ağrıyor yüreğim sızlar,
Yemene gidene ağlıyor kızlar.

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.

Kışlanın ardında bir kırık testi,
Askerin üstüne sam yeli esti,
Gelinlik tazeler umudu kesti.

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir


Hikayesi:

Osmanlı Yemen topraklarını ülkesine kattıktan sonra buradaki hükümranlığını sürdürmek için çok şehit vermiştir. Yemen merkezden uzak olsa da kutsal toprakları elde tutma uğruna bir çok şehit verilmiştir. Müslüman toprağı olmasına karşın, Yemen İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmıştır. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’dan asker sevki yapmaktadır. Çarpışmalar o kadar, şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen’e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini bilmektedirler. Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber alamamışlardır. Hatta bazı askerler yıllar sonra savaş bitse de bu topraklardan geriye dönememişler, sağ kalabilenler orada yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Bu acıyla Yemen Türküsü o devirlerde halkın dilinden düşmemiş etkilerini ve izlerini günümüze kadar bu türküyle taşımıştır.


virüs 02-28-2007 12:17 AM

Ordumuz Gitti Muş'a Dayandı
 
24-)Ordumuz Gitti Muş'a Dayandı


Osmanlı Rus savaşları sırasında Urfa'nın Viranşehir mevkiinde çok kuvvetli nüfuz sahibi Milli aşiret reisi Hamidiye Paşaları'ndan İbrahim Paşa'dan devrin Padişah'ı bir ordu teşkil ederek Erzurum'a gelmesini emretmiş. İbrahim Paşa da mahiyetindeki aşiretlerden ve diğer aşiretlerden Urfa'nın yerlisinden bir ordu kurarak Diyarbakır üzerinden Bitlis ve Muş oradan da ilgili yerlerine gitmek üzere yola çıkmışlar. Muş'a geldiklerinde Urfa'lı ailenin bir tek çocuğu olan çavuş vurulmuş, o ara Urfa'ya göre hava da çok soğukmuş ve bu nedenle de çok acı çekmekteymiş. Birliklerini komuta eden Yüzbaşı da o ara başka bir göreve gitmiş ve daha dönmemiş. Durumun vahametinden dolayı yaşamaktan ümidi kesen Urfalı Çavuş "Ordumuz gitti Muş'a dayandı'' türküsünü yaparmış. Diliyle ifade edemediği duygularını türküye dökmüş. Bu savaşa katılan Urfa'lı birçok yiğit şehit olarak geri dönmemiştir.



Ordumuz Gitti Muş'a Dayandı



Ordumuz gitti Muş'a dayandı
Daşı toprağı kana boyandı
Bitlisi gördüm yüreğim yandı

Ağlama aney belki gelirem
Ölüm olmazsa seni görürem

Hasan kalası bir uca kala
Etrafı aney canlı kerbela
Yüzbaşım gitti gelmedi hala


Estege bindim oldum süvari
Bir anam vardır başı belalı
Bir çavuş düşmüş mavzer yaralı

virüs 02-28-2007 12:18 AM

Şu Milas'ın İçinde
 
25-)Şu Milas'ın İçinde


Yüksel, Milas Orta Okulu’nda okuyan körpecik güzeller güzeli bir kızdır. İbrahim ise astsubay okuluna gitmeye hazırlanan bir delikanlı.

İbrahim genç kızın güzelliğine hayran kalır ve ona delicesine aşık olur. Aşkını kabul ettirebilmek için aylarca okul çıkışlarında Yükseli bekler. Her akşam onu evine kadar takip eder ve yolun sonuna geldiğinde arkasından buruk bir şekilde bakarak sessizce geri döner.

Her karşılaştığında genç kıza aşkına ısrarla anlatır ama hiçbir zaman karşılık bulamaz. Tek taraflı platonik bir aşktır İbrahim’in aşkı. Öte yandan kızın aile yapısıyla delikanlının aile yapısı arasında dağlar kadar fark vardır. Üstelik Yüksel, İbrahim’e hiçbir zaman yakınlık duymaz, hiçbir zaman olumlu cevap vermez. Durumu ailesine bildirir, rahatsızlık duyduğunu, önlem alınmasını ister.

Gönlü genç kızın gönlüdür. Sevmez sevmez.

Ama işin içinde bir kara sevda vardır. Zaten nedenleri olmasa bazı sevdalara "kara sevda" denir miydi hiç?

İbrahim’in Yüksel’e yaklaşması yasak, ama gönül ferman dinlemiyor ki. Bir gün İbrahim’i Askeri okuldan ararlar. Astsubay olmak için her şey hazırdır. İbrahim gitmeden önce son kez Yüksel’in yolunu keser ve onu ne kadar çok sevdiğini defalarca söyler, ısrarla kendisini beklemesini ister. Ama kızın cevabı her zamanki gibi çok sert ve net olur; "Hayır!... Seni istemiyorum. Zorla güzellik olmaz."

Bundan sonra her şeyi göze almış olan İbrahim kızın evinin kapısını zorlayarak açar, mutluluktan ve yaşamdan ümidini kesmiş, gözü kararmıştır. Elindeki bıçağı genç kıza defalarca saplar.

Ortaokul öğrencisi güzeller güzeli, körpecik bir kız olan Yüksel hayatının baharında ölümle kucaklaşır. İbrahim ise sonucu biliyormuş gibi yanında getirdiği zehiri içerek kendi hayatına da sonlandırır ve acılar içinde can verir.


Şu Milas'ın İçinde

Şu Milas'ın içinde ben bir tek güldüm
Goncalarım açmadan soldum döküldüm
Gençliğime doymadan yar için öldüm
Hazan yaprağı gibi birden döküldüm

Gönül verdiğim kızın adı Yüksel'di
Can verirken feryadı da arşa yükseldi
Kabahat ne ondaydı ne de bendeydi
Alnımıza yazılmış bu bir eceldi

virüs 02-28-2007 12:21 AM

Telli Senem İle Yazıcı Oğlu Osman Ağa
 
26-)Telli Senem İle Yazıcı Oğlu Osman Ağa

Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Çeken Bilir Ayrılığın Derdini
Bülbül Kaça Aldın Gülün Nargını
Gül Alıp Satmanın Zamanı Değil

Yaprak Gazel Olmuş Duruyor Dalda
Vefasız Güzelden Bize Ne Fayda
Bu Ayda Olmazsa Gelecek Ayda
Ölürüm Vazgeçmem Sevdiğim Senden

Selvinin Dalları Boyundan Uzun
Yavrular Gözüme Bir Salkım Üzüm
Ölmeden Görseydi O Yari Gözüm
Koyun Kuzu Kurban Olur O Zaman
Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
Her biri bilinmez bir mezar şimdi.Mezar taşları ürpertir,ürkütür insanı.Ama beni,o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vucutları,yüreklerinin çektikleri,katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep.Mezar taşlarından daha fazla.“Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” demiş ozan.Demişya! Ne yürekten demiş,ne Doğru demiş.Anadolum benim.Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz.Gam ile dert ile yogrulduğumuz.Gök gözlü,güneş yüzlü,derin sözlü,yarım özlü.Ekmek’ini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan.Kor yürekli, demir bilekli,başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı,sadık,vefakar,örük saçlı, uzun boylu yapalakların,tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların,efsanelerin, lav gibi fişkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların, ve dillere destan aşıkların diyarı anadolum. Anadolum benim.Kerem ile Aslı’sı var,Ferhat ile şirin’i var, Leyla ile Mecnun’u var,Elif ile Mahmut’u, Sürmeli bey’i, Şah İsmail’i, Sümmani’si var. Dil hangi birine döner,yürek hangi birine katlanır.Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıpta başedebilirki.

İşte Senem ile yazıcı oğluda bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.

Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökce gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneş’in kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı.Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayip indi.Arkasinda uzanan kervana dur etti ve bagırdı. “Konak yerimiz buradır.At lar baglana, denkler çözüle tez elden çadırlar kurula ALLAH hayıra getire dedi”Yigitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler.Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir at’tan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere.Altına kilim serildi.Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere.Omuzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi.Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı.İran ipeğindendi tüm giysileri. Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı.Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, gürenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış,böyle bir ceylana raslamamışlardı.Yayla böyle bir güzel görmemişti.

Tez elden çadırlar kuruldu.Atlar kuzular koyunlar çayır’a salındı.Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu.Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine.Ay orta yere gelip dolandı.Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu yapalak’a.Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.

Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır’a yörüklerin gelip yerleştikleri.Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi.Birkaç ay kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi.Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi.Ağa yanına bölge büyüklerini toplar,kadın’ını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu. Yine öyle oldu. Tanır’ın şanlı Bey’i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarınada oğlu Osman’ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler.Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri.Koşup ağaya haber verdiler.Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi,ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı.Bir hançer gibi dikildi karşılarına.Başı yularda iki eli böğründe Daha buyrun diyemeden, ziyaretcilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osmana takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar. Bakıştılar.

Buyrun dedi yörük bey’i.Yanında hala,yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü.Senem dedi: Atı tut kızım.Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin bey’i ile hanım ağasının atının yularına sarıldı.Kadında Osmanda indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular.Hoş geldiniz edildi.Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki genc’in aklı ve gözleri bir an bile ayrımadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit.İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman’a.Yazıcı oğlu Osmanda; Baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.

Akşama kadar kalındı yörük yaylasında.Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi.Ama Senem le Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine.Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır’a dogru yola çıktıkları zaman,Osman yüreğinden bir parçanın yapalakta kaldığını hissetti.Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildigini sandı. Günler akıp geçti.Ne Senem nede Osman unutamadılar birbirlerini.Bir bahane bulup yeniden gidemedi Osman yörük çadırına.Senem obadan dışarıya ayak atamadı.

Ama seven yürek neler etmezki, her şeyin çaresi bulundu.Bir yörük kadını yardım etti bey kızına Bey oğlu atlayıp atına Seneme koştu.Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri,Daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.

Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı.Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular.Senem seviyordu ama çaresizdi.Biliyorduki babası oba dan dışarı kız vermezdi.Töreler böyleydi.Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. Kaçalım dediler bir gün. Yok dedi Senem. Kaçalım dedi oğlan yok dedi Senem. Ben böyle bir ateşle yana yana ölürümde kaçmam.Kaçıp yere yıkmam başını babamın.Babamın başını yere yıkamam. Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.

Bir yiğit sararıp solar erir giderde,bir bey kadını hatun ana’sı hissetmezmi.Gayrı sordular, Osman anlattı.Bir tek oğlanın derdine çare bulmak,onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası.Etraf çevrelerden ağalar toplandı.Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp varıdı yörük ağasına. Bir sevinç bir umut düştü içine senemin,bir sevinç doldurdu içini Osman ağanın.Ne kaldıki aha bugün olsa yarın kavuşuverirler.Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular. ALLAH'ın emriyle dediler kızını istediler.ALLAH yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim,iletiriz kararımızı.İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola,böyle bir beyin gelini ola.Ama töreler dediler.

Umut içinde döndü dünür kafilesi.Bir yangın düştü içine yörük beyinin.Ama ölürde törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi.Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor.Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı.Onlar basmadan biz kaçmalıyız dedi oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.Ve Senem içi kan ağlıyor.Bir ölüden farksız.Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalaktan.Bir gecede toplandılar gittiler.

Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı.Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı , bir ölüden ferksız oldu Osman. Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi.Aylar yıllar sürdü bu arayış.Ama ne yörük kervanının izine raslandı, nede Senemden bir haber alındı.

Yıllar geçti aradan yandı yıkıldı Osman, ama Senemden bir haber alamadı.Talih’i her gün biraz daha karardı.Bir düğünde bir gözünü kaybetti.Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.Günler yel gibi geldi geçti.Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem’i.On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senemden.

Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; Köyün çerçicisi bir ermeni vardı.O geldi koşarak yanına. Ağam dedi! Ağam kurban olam haberler neki haberler.Desem yıkılırmısın yoksa sevinirmisin. Eski bir yaraya tuz mu atarım. Anlat dedi Yazıcıoğlu.Anlat hele ne istersin.Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git.

Kozan’daydım dedi ermeni çerçi, mal satardım. Açmış oturmuştum ****mı, buğday almış kumaş verirdim.İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma.Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın.Oğuk dedi nerelisin.Tanırlıyım ana dedim. Osman ağayı bilirmisin dedi.Bilirim elbet dedim.İnsan köyünün ağasını bilmezmi?

Kuşağından bir çıkını çıkarttı.Aha bu lapatan’ı elime tutuşturup, Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir.Kimseye yar olmamıştır.Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de,Ama gayrı her şey geçti.gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana, Gayrı sen bilirsin dedi ermeni
çerçi. Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı.Osman Ağanın içinde kaynar bir şey aktı.Altınlar tarlalar verdi ermeni çerçiye.At hazırlattı, yanında iki adam düştü kozanın yoluna. Osman Ağa Senem le buluştumu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda,Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa;Önce osman ağanın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek. Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar genç'lere Senem ile yazıcıoğlu Osmanın sevdalarını anlatırlar hep.

virüs 02-28-2007 12:25 AM

Hastanme Önünde İncir Ağacı
 

27-)Hastanme Önünde İncir Ağacı

Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç asker'de vereme yakalanır. Hava değişimi olarak Yozgat'a (Akdağmadeni) gelir. Sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Genç tedavi için İstanbul'da hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi cenazesini Yozgat'a getiremez., İstanbul'da kalır.





Hastane önünüde incir ağacı

Doktor bulamadı bana ilacı

Baştabib geliyo zehirden acı

Garip kaldım yüreğime dert oldu

Ellerin vatanı bana yurt oldu

Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza

Başına koysun, karalar bağlasın

Gurbet elde kaldım diye ağlasın

virüs 02-28-2007 12:28 AM

Zülüf Dökülmüs Yüze
 
28-)Zülüf Dökülmüs Yüze


Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kirtillar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen Ata’yi bildin dediler


Dizinde siziydi anamin derdi
Tokaci saz yapti elime verdi
Yeni bitirmistim üç ile dördü
Baban gibi sazci oldun dediler

O zaman babamdan ögrendim sazi
Engin gönül ile Hakk’a niyazi
O yasimda yakti bir ahu gözü
Mecnun gibi çölde kaldin dediler

Zalim kader devranini dönderdi
Tuttu bizi Ibikli’ye gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadim meydanda köçek dediler

Anam Döne Ibikli’de ölünce
Tam bes tane öksüz yetim kalinca
Besimiz de Perisan olunca
Babamgile burdan göçek dediler

Yürüdü göçümüz Teflege dogru
Bu hali görenin yaniyor bagri
Üç aylik çoçugun çekilmez kahri
Bunlara bir ana bulun dediler

Yozgat’in Kiriksoku Köyü’ne vardik
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adi Arzu dediler bir ana bulduk
Iste bu anadir buldun dediler

En küçük kardasi kayip eyledik
Onun için gizli gizli agladik
Üstelik babami asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldin dediler

Zalim kader tebdilimi sasirtti
Heybe verdi dalimiza devsirtti
Yardim etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalin dediler

Yerköy’den Kirikkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüs aldik
Kirsehir’e varinca kemani çaldik
Aferin arkadas çaldin dediler

Yarin aski ile artti hep derdim
Babami bir yere dünür gönderdim
Baslik çok istemisler haberin aldim
Istemiyor yarin seni dediler

Kirsehir’de yedi sene kalinca
Dügün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralinca
Ankara’ya gider yolun dediler

Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yi buldum
Epeyce eglestim, evinde kaldim
Yüz lirayi verip bir yatak aldim
Etti isen böyle buldun dediler

Bir ev kiraladim münasip yerde
Kaldi kavim kardas hep Kirsehir’de
Bu ask hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler

Yarin aski ile döndüm saskina
Arada içerdim yarin askina
Canan acimaz mi garip dostuna
Buna da içeriye alin dediler
Bu hasretlik duygusu Türkü babanin sanatina olumlu etki yaparak, memleketin tasina, topragina, insanina hasret ve özlemle dolu pek çok türkünün dogmasina sebep oldu.
Ana vatanimsin, baba yurdumsun
Ozanlar diyari sirin Kirsehir
Uzak kaldim gurbet elde derdimsin
Hasretin bagrimda derin Kirsehir.
Felegin yazdigi kara yaziynan
Çok yürüdüm bagrimdaki siziynan
Kara kaslariynan, kara gözüynen
Asik etti beni birin Kirsehir

Gerçekten de “gönül” kelimesinin Ertas’in sahsi lügatinde çok özel bir yeri var. O adeta, tipki Yunus gibi, Haci Bektas-i veli gibi kendisini”gönüller yapmaya” adamis biri... “gönül”ün geçmedigi türküsü yok dense yeri...
Su garip halimden bilen isveli nazlim
Gönlüm hep seni ariyor neredesin sen
Tatli dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni ariyor neredesin sen
Bir baska türküsünde:
Küstürdüm gönlümü güldüremedim
Baharim güz oldu yazim kis oldu
Gönüle yarini bulduramadim
Baharim güz oldu, yazim kis oldu

TÜRKÜNÜN HİKAYESİ
1960’li yillardan itibaren ismi baglama ile birlikte anilan, sadece genis halk kesimlerinde degil, ciddi musiki çevrelerinde de taktir ve hayranlikla dinlenen Neset Ertas’i farkli bir baglamda degerlendirmek gerekiyor. Çünkü o da aslinda tam bir yöre sanatçisi, yani mahalli bir sanatçi olmasina ragmen yaygin söhreti ve söyledigi türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde taninan biri olarak digerlerinden ayrilir.
Iste Neset Ertas Orta Anadolu bozkirlarinin tam göbeginde, “ay dost deyince yeri gögü inleten” gönül delisi bir babanin evladi olarak 1938’de Kirtillar’da dünyaya gelir. Hiç çocuk sahibi olamadigi ilk karisi Hatice’yi genç yasinda kaybeden Muharrem Ertas, ikinci evliligini Kirtillar köyünden Döne ile yapar ve bu evlilikten, Necati, Neset, Ayse, Nadiye ve muhterem adinda bes çocugu olur. Kirtillar nüfusunun tamami abdallardan ibaret olan bir asiret köyüdür. Köyün çevrede “abdallar” adiyla anilmasi da bundan olsa gerek. Daha alti yedi yaslarinda iken, kendisini yöre dügünlerinin aranilan sanatçi babasi Muharrem Ertas’in sazi önünde oynarken bulan Neset Ertas, hayatini, bir nevi hayat destani diyebilcegimiz 1960’li yillarda

virüs 02-28-2007 12:30 AM

Bir Cigara İç Oğlan
 
29-)Bir Cigara İç Oğlan

Dillerden düşmeyen türkülerimizden birisi de "Bir Cigara İç Oğlan" dır. Bu türkü de Siverek'e ait yer adları, yörenin şivesi ve deyimleri bulunduğu için başka yörelere mal edilmesi mümkün olmamıştır.
Siverek'in meşhur mevkiilerinden Hacı Pınar düzünde dükkanı olan Bakkal Mahmud'un güzel mi güzel bir kızı vardır.
Olayın yaşandığı dönemde Siverek'te bulunan Süvari alayında askerlik görevini yapan bir genç Hacı Pınarındaki Bakkal Mahmud'un dükkanının önünden geçerken, babasına yardım için dükkanda bulunan kızı görünce mıhlanır kalır.
Gözü kızdan başka birşey görmez olur. Kız da bunun farkına varır. Asker bundan sonra sık sık alışveriş bahanesi ile oradan gelir gider. İki genç birbirine vurulmuşlardır. Gençlerin tavırları komşularının da dikkatini çeker. Kizin babası da işin farkına varır. Asker kızı babasından ister. Ancak bu yabancı gence verecek kızı yoktur babanın. Kız derdini türküye döker ve oğlana "Şimdi söyleyeceklerini duyunca üzülmemesi için", "Bir cigara(sigara) iç oğlan" iç ki üzüntün biraz azalsın, "Gel kapıdan geç oğlan", "Beni sehen(sana) vermezler" boşuna uğraşma beni sana vermezler der. Bu sevdaya dayanamazsın ,erimeni ve yıkılmanı istemiyorum. "Bu sevdadan geç oğlan" diye sevdiğinin umudunu kesmesini ister. Oğlan ise, içindeki sevda ateşini "Hacı Pınar'ın düzü, felek ayırdı bizi" deyip kızı vermeyen anne babayı feleğe benzeterek sitemini dile getirir. "Bakkal Mahmud'un kızı, yaktı yandırdı bizi" dizeleriyle bu sevda ateşinin yüreğini yakıp kavurduğunu dile getirir. Kız ise oğlanın kendisine de sitem ettiğini sanarak "Oğlan seni seviyem, kimselere demiyem" diyerek oğlana sevdalı olduğunu belirtir. "Anam babam vermiyor da onlara edemiyem" sözleriyle, istemeyenin kendisi olmadığını, anasının babasının vermediğini ve onlara da gücünün yetmediğini anlatmaya çalışmaktadır.

Nihayet babasının kızı vermeyeceğini anlayınca kızla anlaşarak kaçmaya karar verirler. Sözleştiği bir gece kızı atına attığı gibi kaçırır ve kendi memleketine götürür. Araya yıllar girer. Çoluk çocuk derken barışırlar. Daha sonra Şanlıurfa'nın Ceylanpınar ilçesine yerleşirler. Hayatlarının sonuna kadar burada yaşarlar.

Bir Cigara İç Oğlan
Bir cigara iç oğlan
Gel kapıdan geç oğlan
Beni sehen vermezler de
Bu sevdadan geç oğlan di gel gel

Oğlan seni seviyem
Kimselere demiyem
Anam babam vermiyor da
Onlara edemiyem di gel gel

Hacı Pınar'ın düzü
Felek ayırdı bizi
Bakkal Mahmud'un kızı da
Yaktı yandırdı bizi di gel gel

Kekliğim avla beni
Dağlara salma beni
Gece yanında uyut
Gündüzler bağla beni di gel gel

virüs 02-28-2007 12:34 AM

Hey On Beşli
 

30-)Hey On Beşli

Taş döşeli yollardan şakırtılı at arabalarının gelip geçtiği demlerde Tokat bir dağ içindeyken, gülü bardağı içindeyken, yüzü kaleye bakan ahşap evlerden birinin şenliğiydi Hediye, üç eteği sırma işleme, başı Tokat işi yazmalı, yazmasının ucu pembe oyalı. Endamı fidandan narince, boyu gül ağacı misali küçücük, alımlı, edalı bir kızcağız.

Kınalı Kazova üzümlerinin toplanıp pekmez yapıldığı aylarda Tahtaoba Köyü'nün saygın ailelerinden birinin oğlu Hüseyin görüverdi onu. Tenhada buluştular, iki gencin yüreği birbirine ısındı.

Çok geçmedi aradan, Tahtaoba'dan dünürcüler geldi Hediye kızın evine. Köy ağası babanın biricik oğlu Hüseyine'e istediler onu. ''Yaşı küçücük ''dedi anası ''Baba ekmeği yemedi doyuncaya dek''. Ekleyeceklerini söyledi oğlan tarafı. ''Bizim oğlumuzda yeni yetme...Söz edelim, aht verelim, bakleyelim. Gül yanaklı Hediye bu yaz gelinimiz olur.''

Tez büyür kuzu misali, kız kısmının da yuvadan kuş misali kanatlanıp tez uçanı makbuldür. Hele talibi Tahtaoba'nın efendilerindense, bol haneye geln gidecekse, anasının babasının adını saydıracaksa fırsat kaçırılmaz. ''oldu'' dedi büyükleri. Hediyenin ak ellerini bu bahar kınalayacaklardı. Madem insan evladıydı isteyen, hayır işte acele etmek en güzeliydi. Verdiler Hediye'yi bıyıkları yeni terlemiş Hüseyin'e. Şerbetini içtiler, sözünü kestiler. Tahtaoba'nın ağası koçlar kurban etti. Hüseyin, endazesi on yedi kuruşa mor kadifeden fistanlık kumaş aldı Hediye'ye. İpek bürüğe bürüdüler genç kızı, boynuna gümüş hamaylılar, alnına Hamidiye paralar taktılar. Bakır tepsilerin arkasını tıkırdatarak oynadı kadınlar.

Kış geçmeden yaprak küpleri basıldı. Erik ezmeleri, tarhanalar, sebze kuruları, bulgurlar, setikler, yarmalar hazırlandı. Bahar başında toplanıp yazıda kurutulmuş madımaklar çıkınlandı. Kasım yağmurları Yeşilırmak'ı coşturmadan tahtaları kararmış ahşap evlerin dış kapıları kapatıldı. Baba evinde artık misafir muamelesi gören Hediye çeyiz teleşına düştü. Kafesli pencerenin önündeki sedirde oturup yoldan geçen herkesi ''Belki Hüseyin'dir'' ümidiyle süzerek küçücük ellerinin ak parmaklarındaki iğne ile al yazmaları, kara yazmaları renk renk, çiçek çiçek oya ile çevirdi. Ayvalar toplanırken ayıldı haber. Ateş düşmedik ocak bırakmayan seferberlik memleketin her köşesinden yine delikanlıları istiyordu. Bu kez yaşı on sekize değmiş delikanlılarda... Şehirden şehire, köyden köye haber uçuruldu. Sırtını kayalara dayamış Tokat'da titredi bu havadisle. Bin üç yüz on beş doğumlular kışlada toplanacaklar. Karayağız Türkmen delikanlıları kalktı geldi, zıpkalı Karadeniz uşakları beşer onar gruplar halinde akın etti çevre köylerden, kimini Çanakkele'ye yazdılar,kimini Filistin'e, kimini Yemen'e. Gözü yaşlı duacı analarla sabırlı yavuklular kaldı geride. Ardından bir maşrapa şu döktükleri delikanlıları için yanaklarından süzülen yaşlarını yazmalarının ucundaki gül oyalarına sildiler. Geride kalan kalbi kırık yavuklular içlerindeki yangını türkü yaptı. On sekizlik yiğitlerin ardından ağlayarak söylediler.
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı.
Tahtaoba Köyü'nden bölüğe çağırılan gençlerin arasında Bey Hüseyin'de vardı. Al atını topuklayıp ayrıldı köyünden yaşıtlarıyla birlikte. Tokat'ta Örtmeliönü'ndeki kararmış tahtalarla kaplı evciğinin kapısını çaldı önce. Sözlüsünün ana babsının elini öptü. Göz ucuyla baktı utançtan yüzü kızaran Hediye'ye. ''Vatan borcu ödeme zamanı, sağlıcakla kalın. Dua edin çocuklarınız için. Döner gelirsem ahtımdayım. Çift davullar çaldırıp toy yaparım.'' dedi onalra. Sonra helallik dileyip ayrıldı Hediye'nin evinden. Başını çevirip tekrar tekrar ardına bakarak sürdü atını.
Gidiyom gidemiyom
Seni terk edemiyom
Sevdiğim pek küçücük
Koyupta gidemiyom.
Boynunu büküp asker yolu bekleyen bir sürü genç kızdan biriydi artık Hediye. Her gece dua ederek baş koyduğu yastığını sabaha kadar gözyaşlarıyla ıslattı. Günleri saya saya, aylar sonra yerine varabilen sarı zarfların içinden bir hayır haber alma ümidiyle bekleyerek geçirdi mevsimleri. Hasretini nakış nakış döktü iğne oyalarına, dantel perdelere, kilim tezgahlarında dokunan cecimlere. Tokat'ın çıplak dağlarını bembeyaz karlar örttü önce, sonra karlar çağıl çağıl eridi, kuru ağaçlar canlandı, tomurcuklandı, yapraklandı. Asmalar gözyaşı gibi salkım üzümlendi. Kah Batmantaş Köyü'ne bir ateş koru gibi kara haber düştü, kah Yatmış'a, kah Hampınar'a Salavatlarla uğurladıkları delikanlılarının toprağa düştüğü haberini alan kara bahtlı analar, kara çatkılı yavuklular, dul kalan tazeler maşrapalarla su döküp ıslattıkları kapı önlerini gözyaşlarıyla suladılar. Memlekette yangın düşmedik ocak kalmadı. Eli yüreğinde uyandı her sabah Hediye. Komşu kadınlara rüyalarını tabir ettirdi. Mahsun mahsun yollara bakıp bir haber bekledi karayağız Hüseyin'inden, uçup giden turnalardan haber umdu. Sabah esen serin rüzgara selam asıp yolladı. Çok mu uzktı Yemen dedikleri yer, şu çıplak dağların ardına gitse bulurmuydu yarini? Buluverse al kanlı yarelerini sarar mıydı pembe çevirmeli ipek mendiliyle? Bekleyiş derde dönüştü. Gelen her şehadet haberiyle kavuşma ümidi biraz daha kırıldı. Analar, askere gitmiş babalarını soran bebelere ''Az kaldı, dönecek.'' derken ciğerleri sızım sızım sızlar oldu. Seneler geçiverdi yüzlerde çizgi bırakarak. Yiğitsiz kalmış evleri bekleyen köpekler yabancıya ürkmez olmuştu artık. Dağlarda eşkıyalar peydahlandı. Asker kaçakları, arsızlar, hırsızlar kol gezmeye başladı ortalıkta. Bir gün falanca köyden baskın haberi geldi, bir gün filancı köyden. Para eder herşeyi toplamışlar, yiğidinin yasını tutan taze gelinleri dağa kaldırmışlar, ıssıza çökertmişler. Hükümet başedemiyormuş artık onlarla. Şehirlerde, kasabalarda kimse kimsenin selamını almaz olmuş. Güven diye birşey kalmamış. Hediye'nin anasıyla babası yanlarına çağırdı. Utana sıkıla açtılar endişelerini ona. ''Kara yazgılı kızım, dört yaz bitti bir haber yok Tahtaobalı'lı Hüseyin'den. Böyle susup beklemekle olmaz. Haberini alıyoruz nice yiğitlerde şehit olduğu halde evine haber uçurulmazmış. Kim gitti de geri geldi ki bu Yemen denen ilden? Devletimiz her gün il il geri çekilirmiş. Biz artık kocadık. Namusundan endişeliyiz. Yama ustası Emin sana talip oluyor. Erkeğin yaşlısı olmaz, Emin Efendi zengin bir tüccardır. Oğlu uşağı yok, koca evde bir fidai başın olacak. Biz gitmenden yanayız. Git evini ocağını kur. Yuvanı bil sende. Dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir sözlüyü beklemekle olmaz.'' Bahtsız Hediye yaşın yaşın ağlayarak çıkardı parmağındaki söz yüzüğünü. Ana babasının isteğine olmaz diyebilecek bir kız yok o zamanlar, kötü yazgısını kabullenip oturdu. Birkaç hafta sonra sessiz bir törenle Dimorta hanı'nda yazmacılık yapan altmışına gelmiş Emin Efendi'ye nikahladılar onu. Son güne kadar Hüseyin'in döndü, haberini alma ümidiyle bekledi kızcağız, türküler mırıldanıp pencere kafeslerinin önünde ağladı, ağladı.
Gidiyom işte bende
Bir arzum kaldı sende
Ayva olup sarardım
Din iman yok mu sende
Çifte davullu hayallerine yandı Hediye. Gelin kınası görmemiş küçücük elleriyle sildi göz yaşlarını. Bir kaç kez görüp yüreğine nakşettiği Hüseyin'in yasını tutmasına fırsat olmadan, kızıl işlemeli bindallı giymeden gelin olup Emin Efendi'nin evine girdi.

Tokat bezlerine tahta kapılarla desen vuran yazma ustalarındandı Emin Efendi. Uzun beyaz sakallı, yün papaklı, vaktinden önce çökmüş bir koca esnaftı. Yamru yumru elleriyle yazma desenledikten sonra Meydan Cami'sinde namazını eda etmeden evine gelmeyen bir yalnız adam... Önceki evliliğinden olan çocuklarının her birinin şehitlik haberi gelmişti çeşitli cephelerden. Değil Hediye kızın tazeliğini, dünyayı hediye verseler içinde ölen yaşama sevinci dirilesi değildi. Hediye kız bu kocamış erin vakitsiz ayazlarla çiçekleri dökülmüş bir kiraz ağacı gibi mahsun kederli Hediye kadın olup çıkıverdi.

''Hayalde gör düşte gör, hele bir de düş de gör'' demiş ya eskiler, insanın işi bir kez ters gitmeye görsün nasıl da yağar başına belalar yağmur misali. Yüzünü güzel yaratmıştı Mevla ama talihi kötüydü Hediye kızın. Yaşlı olsada kadrini kıymetini bilen, başına kapak olan, namusuna sahip çıkan erini Azrail alıp götürdü çok geçmeden. Daha evleneli bir yıl olmadan dul kaldı Hediyecik. Aniden uçuverdi Emin Efendi.Bir öğle üzeri kapıyı çalan çırağı ''Yenge, Emin emmi öldü'' diye haber getirdiği zaman felaketi ir çığlıkla karşıladı. Tokat'ın örfüydü ya cenazeyi hemen hazırlayıp bekletmeden defnettiler. Vakitsiz açılan güllere döndü Hediye. Tazecik yüzünü zamansız soldurdu kötü kaderi. Şad olup gülmeden yas bağladı, gelinlik giymeden dul kaldı, çiçek açmadan hazan olmuş dallar misali yeşillerden allardan soyunup karalara büründü. Tokat'ın orta yerinde Yeşilırmak çağıl çağıl akarken, Hediye kadın akıtıp oturdu köşesinde.

Ölüm acısı geçip yasını unutmadan yalnızlıkla baş başa kaldı bahtsız kız. Emin Efendi'nin malının mülkünün idare edilmesi gerekliydi. Yaşlı adamın bıraktığı çarkı tek başına çevirmeliydi. Yuvasını bırakıp baba evine dönse evini ocağını ne yapacak? İyi kötü benimsemişti yeni hayatını, hem baba evine sığamadığı için evlendirmemişler miydi onu. Kocasından kalan malın mülkün icarıyla geçinip giderdi. İbadet edip ölümü beklemekti bundan sonra ona düşen.

Ne Hak'tan, ne hükümetten korkusu kalmamıştı azgın çeteler komadı Hediye'yi yasıyla başbaşa. Şehrin kıyısında koskoca konakta tek başına yaşayan bu taze dulda çokça para olmalıydı. Hem kimi kimsesi yok. Koruyanı sahip çıkanı bulunmayan bu kadıncağızın malına mülküne el koymak kolaydı. Ay karanlık bir gecede koca evin çift kanatlı kapısının önüne vardılar. Bakır tokmağını tıklattılar yavaşça. Masum kadın kapıyı açmaya korkunca omuzladılar hep beraber. İçeri daldılar azgın kurt sürüsü misali, sepet sandık dağıttılar, feryadına çığlığına kulak vermeyip sırladılar Hediye'yi.Hoyrat eller dağdan dağa dolaştırdılar onu. Zorla sahip oldular, kirli elleriyle birbirine sundular, kalaylı siniler üzerine çıkartıp el çırparak oynattılar. Nice zaman sonra gönülleri geçti kızdan, bastıkları başka köylerden başka talihsiz tazeleri görünce bir sabah atın arkasına atıp Tokat'a getirdiler onu. Tan yeri kırmızı bir utanç içindeyken sabah namazında dönen yaşlılar kaldırıma düşmüş bir kız buldular. Üstü başı yırtılmış ağlayan biçarenin başına toplanıp konuştular da bir el uzatıp ''Kalk'' demediler.
Tokat yolu kaldırım
Düştüm beni kaldırın
Sevdiğimin uğruna
Vurun beni öldürün
Hediye'nin adı kötü kadına çıktı gayri.
Yemen'den Çanakkale'ye nice kez ciğer delici kurşunlara uğrayıp, ihaneti, zulumeti, açlığı, hastalığı yaşayıp da geri dönen olur mu?... Hak Teala kulun alnına ölümü yazmayınca olur işte. Gözü yaşlı Anadolu'nun ''Giden gelmiyor'' diye türküler yaktığı cephelerde kah vuruşarak, kah esir düşerek seneler geçiren Hüseyin dağın, taşın çiçeğe büründüğü bir bahar başında çıkıp geliverdi memleketine. Tahtaoba'dan savaşa yollanmış bin üç yüz on beş doğumlu yirmi delikanlıdan bir o sağ kalmıştı. Yüzü yaylaya bakan, içinden boz bulanık seller akan köyün girişinde madımak toplamaya koyulmuş tazaler tanıyamadı bu hırpani kılıklı adamı, köpekler seğirtti üzerine. ''Benim ben! Memleket aşırı diyarlara gönderdiğiniz Hüseyin'im ben. Hak alnıma yaşa yazmış, kaderde size kavuşmak varmış, döndüm... Emmi, dayı kızları, yad el değil bu gelen. Bey oğlu Hüseyin'im ben.'' Köyün genci yaşlısı kuşattı çevresini, boynuna boğazına sarıldılar. Ardına düşüp evine götürdüler onu. Yolun otu çiçeği sarıldı yorgun ayaklarına. Ağsıvayla sıvanmış bahçe duvarının önünde yabancı bir erkeği görünce yaşmaklanacak oldu... Hüseyin'in anası. Sonra sekiz yıldır ağlaya ağlaya ferifi tükettiği gözlerinden çok yüreğiyle tanıdı oğlunu. Kollarını açıp ''Oğlum'' diye inledi. Tahtaoba Köyü şenliği durdu o gün. Savaşa yolladıkları yirmi civanın yerine geriye dönen bu bitkin genç için toy vuruldu, düğün kuruldu, kurbanlar kesildi. Anası başındaki kahır kasnağını çıkardı. Seferberliğe giden de geri gelirmiş demek...
Bekledi Hüseyin. Susup bekledi birilerinin Hediye'den bahsetmesini. Ne anası, ne bacısı adını anmadı gelinlerinin. ''Yoksa ahtını bozup kocaya mı verdiler sözlümü ? diye bir kuruntu zihnini yakıp geçti. Olamazdı ama aht vardı ortada. Hem ailesi verecek olsa da yavuklusu çiğnemezdi yar hatırını. Dayanamadı, töreyi bozup sordu sonunda.
-Ana Hediye'm nasıl?
Gözlerini oğlundan kaçırıp başını iki yana salladı anası. Birilerine
ilenerek döğündü.
-Hediye'yi sorma oğul, kız kısmı bunca sene duru mu? Uçurdular yuvadan,
alıcı kuşlar kaptı onu.
Anlayamadı Hüseyin. Söz vermişti ana babası, nasıl uçururlardı yuvadan. Anasının ağzından daha fazlaca gidemedi ama bin bir türlü kuruntuyla geçirdi geceyi. Sabah Tokat'a giden at arabasına binip Örtmeliönü'ndeki ahşap evin önüne geldi. Kalbi pıtır pıtır atarak sekiz yıldır kavuşmayı düşlediği yavuklusunun evini seğirtti uzaktan. İşte çoğu şey bıraktığı gibi duruyor. Gözeler şırıldıyor yol ortasındaki arktan. Hediye'nin bahçesinde kirazlarda çiçek açmış. Evin kafesli penceresinden yavuklusu onu seğrediyor belkide. Siyah perçemleri lal yanağını gölgeliyordur. Öyleyse ne demek istemişti anası. Bakır kapı halkasını vurdu elleri titreyerek. İçeride ses soluk yok, bir daha denedi, yine cevap veren olmadı. Geri çekilip pencerelere baktı, kimsecikler görünmüyordu. Karşı evin önünde kendisini seğreden bir adama sordu,
- Evdekiler nerede?
- O evdekiler buradan ayrılalı çok oluyor.
- Nereye gittiler ki?
- Geyras'ta bir çiftliğe.
- Ya Hediye
- Hediye'ye ne olduğunu bilmeyen mi var Tokat'ta. Kötü yola düştüydü yosma.
El elinde eğlence olduydu. Laf söz ettiler çevreden. Gözümle görmedim ama
birileri alıp, götürüyormuş bazan. Ana babası utancından terk etti buraları
zaten. Hediye'de alıp başını gitti. Dedikoduya dayanamadı dediler. Hatta
giderken söylediği mani kızların dilinde.
Gidiyom elinizden
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden
Can alıcı kurşunlara uğradığında bu kadar yıkılmamıştı Hüseyin. Er başına iş gelir demiş ya atalar, böylesi işte gelirmiş demek. Eli ayağı kesiliverirmiş insanın, yıldırım çarpmışçasına yanarmış demek. Karşısındaki adamın anlattıklarını duymuyordu artık. Sekiz yıldır yüreğinde muhabbetini sakladığı, uğrun uğrun hasret çektiği yavuklusunun sesi kulaklarında çınlıyordu. Vedalaşmaya geldiğinde pencerede beliren gölgeyle hatırlıyordu onu. Cephede üzerine top mermisi düşüp parçalanan dostları geldi gözlerinin önüne. O mahşerin içindeyken bile ölümü istemeyen delikanlı bir haberle ölüden beter hale gelirmiş demek.
Ah dönmez olaydım sılaya. Başımın üzerinde vızıldayan kurşunlardan biri yüreğimi parçalasaydı keşke. Canlı canlı kumlara gömülen dostlarımın içinde bende olsaydım. Geri dönmeye sevinmek ne gafletmiş meğer, diye inledi. Ardını döndü konuştuğu adama. Yedi düvel düşmanın yıkamadığı yiğit, omuzları düşmüş bir şekilde döndü köyüne.
Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sende dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi on yediye
Az mı geldi gönderdiğim hediye
Bundan böyle Hüseyin'e bahtsız yiğit dediler.''Sevdiceği hoyrat ellerde dolaşırmış, yarine haram olmuş.'' dediler. Örtmeliönü'nün nazlı güzeli, yüzü hiç gülmeyen bir kadın olmuş. Sekiz yıldır hasretini çeken yavuklusu kan kusar olmuş da yabanın destursuzu safasını sürermiş. Aldı başını gitti Hüseyin. Hediye gibi onun nereye gittiğini bilen çıkmadı.
Bereketli elleriyle kızgın sac üzerinde çökelekli gözleme yapan reyhan kokulu Türkmen kadınları bir türkü mırıldanır ki nağmesini duyan, mutlu kızın türküsü sanır onu. Bilinmez ki dünyanın yedi köşesinde gök esin misali tutam tutam biçilen Anadolu evlatlarının yasıdır anlatılan. Çok değil, iki nesil önce al fistanlı bir yosma , çakır gözlerinden akan yaşı kına görmemiş elinin tersiyle silip söylerdi bu türküyü. Irmaklar gibi çağıl çağıl ağlardı söylerken. O da kayıplara karıştı Tokat'ın yitirdiği yağız yiğitlerle beraber. Hac Dağı'nda yatan kırk kızlar kadar meçhul artık.
Üfleme ateşi sönmüş külleri oğul. Kabuk bağlamış yaraları kakşatma. Sus, bilen olmasın Hediye'nin hikayesini. İçleri kıpır kıpır olarak ünlesin kızlar. Varsın onu bir cilveli yosmanın türküsü sansınlar. Hangi yarayı sarmadı zaman, hangi gözyaşı kurumadı toprağa düşünce? Yitirdiğimiz hangi canın yası bizle kaldı ki? Kapat bu bahsi balam, ört kimsenin bilmediği ayıbı. Hediye namuslu bir kadındı.
Cepheden dönen Hüseyin bir daha yavuklusunun yüzünü gördü mü bilmiyoruz. Yahut bildiklerimizi söylememek belki en iyisi. Şuarası kesin ki onların kara bahtını Tokat'ın ipek bürüklere bürünmüş fidanlara benzeyen kızlar türkü yapıp söyledi. Tarihler yazmadı savaşa giden gençlerin geride bıraktığı yüreği yaralı kızların acısını. Onların hatırasını yaşatacak anıtlar dikilmedi hiçbir yere. kara sevdalı gençlerin her biri yaşadı, kocadı, dünyayı terk etti ama halkın hafızası o felaket günlerinde solup gitmiş gülleri canlı tuttu. O gün bu gündür Tokatlı bir güzele vurulana derler ki;
Tokat bir dağ içinde
Gülü bardağ içinde
Tokat'tan yar sevenin
Yüreği yağ içinde.

Hey On Beşli
Tokat
Hey On Beşli On Beşli,
Tokat Yolları Taşlı.
Onbeşliler Geliyor,
Kızların Gözü Yaşlı.

Aslan Yarim Kız Senin Adın Hediye,
Ben Dolandım Sen De Dolan Gel Beriye,
Fistan Aldım Endazesi On Yediye.

Giderim İlinizden,
Kurtulam Dilinizden.
Yeşil Bas Ördek Olsam,
Su İçmem Gölünüzden.

Aslan Yarim Kız Senin Adin Hediye,
Ben Dolandım Sen De Dolan Gel Beriye,
Fistan Aldım Endazesi On Yediye.

Gidiyom Gidemiyom,
Sevdim Terk Edemiyom.
Sevdigim Pek Gönüllü,
Gönlünü Edemiyom.

Aslan Yarim Kız Senin Adin Hediye,
Ben Dolandım Sen De Dolan Gel Beriye,
Fistan Aldım Endazesi On Yediye.

virüs 02-28-2007 12:35 AM

Pencereden Bir Taş Geldi
 

31-)Pencereden Bir Taş Geldi

Elazığ'ın koca Mustafa Paşa mahallesinde oturan Bekir hoca'nın genç ve güzel bir karısı vardır. Bekir hoca Harput'ta namusuyla ve iyiliğiyle tanınan yumuşak başlı temiz bir insandır. Karısı ise gençliğin verdiği tecrübesizlikle evli olduğu halde komşularından, soylu bir aileden olan genç, yakışıklı Mamoş (Mehmet) ile ilişki kuracak kadar toydur daha. Mamoş'la Bekir hoca'nın karısı arasındaki sevgi gittikçe alevlenir. Etrafta bunu sezmeye başlamıştır. Fakat sevdalılar buna rağmen her şeyden habersizdirler. Fırsat buldukça buluşur, konuşur, sevişirler. Bekir hoca bunun neye varacağını hesaplamaktadır.
Bir gün karısına Harput'a gideceğini ve akşam dönmeyeceğini söyler. Bu fırsattan yararlanan genç kadın Mamoş'u eve davet eder, yerler içerler, eğlenirler. Bekir hoca ise Harput'a gitmemiştir. Karanlık basınca eve gelir ve sessizce kapıyı kendi anahtarıyla açar, sevdalıların bulundukları odaya gelir. İçerden onların eğlenceli çığlıklarını duyar, tabancasını çekerek odaya girer. Girer girmez tabancasını ateşler Mamoş'u kalbinden, karısını da ağzından vurarak öldürür. Bu olaydan sonra Bekir hoca zaptiyeye teslim olur. Adli bir heyetin eve gelip olayı yerinde incelemelerinden sonra duruşma
sonunda Bekir hoca beraat eder.




Pencere'den bir taş geldi,
Ben sandım ki Mamoş geldi.
Uyan Mamoş, uyan uyan,
Başımıza ne iş geldi.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Penceresi yeşil yaprak,
Mamoş giyer kara kapak.
Kör olasın Bekir hoca,
Yatağımız kara toprak.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Pencere'nin önü çardak,
Rakı içtik bardak bardak.
Körolasın Bekir hoca
Koymadın ki murat alak.
Eyvah Mamoş, eyvah eyvah
Tabip getir yarama bak.
Evlerinin ardı kavak,
Yağmur yağar ufak ufak.
Kör olasın Bekir hoca,
Ağzımdaki kurşuna bak.
Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.
Dışkapıyı araladın,
Ah bahtımı karaladın.
Kör olasın Bekir hoca,
Mamoş'uda yaraladın.
Di kalk Mamoş di kalk, di kalk
Başımıza yığıldı halk.
Mamoş paltonu tutayımmı?
Hayrın için satayımmı?
Mezarında boş yer varmı?
Ben'de gidip yatayımmı?
Eyvah Mamoş, eyvah Mamoş
Tabib getir imdada koş.
Malatyalı Kalender

virüs 02-28-2007 12:37 AM

Çanakkale İçinde
 

32-)Çanakkale İçinde

Anadolu halkının kahramanlığını destanlaştırdığı savaşlardan biri de Çanakkale cephelerinde olur. Büyük imkansızlık içinde verdiği bu çetin mücadelede, bağımsızlığı için gerektiğinde çok şeyler yaratabileceğini bütün Dünyaya bir kez daha anlatmıştır.
Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa ve Rusya ile, İttifak Devletleri dediğimiz Almanya, Avusturya ve İtalya'nın birbirleriyle savaşmasıyla başlar. Almanya'ya saldırabilmesi için Rusya'nın silah ve cephane ihtiyacı vardı. Bunun için Boğazlar yoluyla Rusya'nın İngiliz ve Fransız kuvvetleriyle birleşmesi gerekiyordu. Oysa ki Osmanlı Devletinin harbe girmesi üzerine Çanakkale boğazını geçmek için Osmanlı Devletine Çanakkale'de cephe açmaları gerekti. İtilaf Devletlerine ait bir donanma 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkıştı. Burada kahramanca çarpışan Türk kuvvetleri karşısında büyük kayıplar vererek geri çekildi. Bu sefer Gelibolu yarımadası'nın çeşitli yerlerine kuvvetler çıkararak karadan İstanbul'a yürümeyi denediler. Ne yazık ki yapılan sayısız hücumlar Türk süngüsü karşısında eriyip gidiyordu. Son olarak büyük bir taarruzla Gelibolu yarımadası üzerinden Marmara'ya ulaşmayı denediler. Ansızın yaptıkları bu taarruz da Anafartalar ve Arıburnu, bölgelerinde benzeri görülmemiş bir müdafaa ile durduruldu. Türkleri bu cephelerde yenemeyeceklerini anlayan düşman buraları terk ederek çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Yüzbinlerce şehit verdiğimiz bu savaşın bütün Anadolu'da heyecan uyandırması, bu savaşa doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden hasılı yurdun dört bucağından gönüllü asker gitmesindendir.


Çanakkale İçinde
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah
Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde toplar kuruldu
Vay bizim uşaklar orda vuruldu
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir dolu testi
Analar babalar umudu kesti
Of gençliğim eyvah

virüs 02-28-2007 12:43 AM

Yemen Ağıdı
 
33-)Yemen Ağıdı


Havada bulut yok, bu ne dumandır.
Mahlede ölü yok, bu ne figandır.
Ana ben ölmedim, bu ne şivandır

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.
Burası Huş'tur yolu yokuştur

Giden gelmiyor acep nedendir

Kışlanın ardında redif sesi var,
Bakın çantasına acep nesi var,
Bir çift kundurası bir al fesi var.

Kışlanın önünde üç ağaç incir,
Kolumda kelepçe boynumda zincir,
Zincirin yerleri ne yaman sancır

Kışlanın önünde sıra söğütler,
Zabitler oturmuş asker öğütler,
Yemene gidecek bu koç yiğitler

Kışlanın ardını duman bağladı,
Analar babalar kara bağladı
Yemene gidene herkes ağladı.

Kışlanın ardında yüzüyor kazlar,
Ayağım ağrıyor yüreğim sızlar,
Yemene gidene ağlıyor kızlar.

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.

Kışlanın ardında bir kırık testi,
Askerin üstüne sam yeli esti,
Gelinlik tazeler umudu kesti.

Aho yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir


Hikayesi:

Osmanlı Yemen topraklarını ülkesine kattıktan sonra buradaki hükümranlığını sürdürmek için çok şehit vermiştir. Yemen merkezden uzak olsa da kutsal toprakları elde tutma uğruna bir çok şehit verilmiştir. Müslüman toprağı olmasına karşın, Yemen İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmıştır. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’dan asker sevki yapmaktadır. Çarpışmalar o kadar, şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen’e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini bilmektedirler. Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber alamamışlardır. Hatta bazı askerler yıllar sonra savaş bitse de bu topraklardan geriye dönememişler, sağ kalabilenler orada yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Bu acıyla Yemen Türküsü o devirlerde halkın dilinden düşmemiş etkilerini ve izlerini günümüze kadar bu türküyle taşımıştır.



Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.