ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye. (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=893737)

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 

Konu İçeriği
A
Acemi Ocağı
Adliye (Adalet Teşkilatı)
Ahîlik
Akıncılar
Anadolu Eyaleti
Asâkir-i Mansüre-i Muhammediye
Asesler (Ases Teşkilatı)
Aşiret Mektebi
Âyan Meclisi
Azaplar (Azap Teşkilatı)
B
Bâbıâlî
Baltacılar (Zülüflü Baltacılar)
Baruthane
Beylerbeyi
Bostancı Ocağı

C, Ç
Cebeci Ocağı
Cemiyetler
Cerrahhâne-i Âmire
Cuma Dîvânı
Çarşamba Dîvânı

D
Darphane (Darphâne-i Âmire)
Dârülaceze
Dârülbedâyi
Dârüleytâm
Dârülfünün
Dârülhadîs
Dârülmuallimât
Dârülmuallimîn
Dârüssaâde Ağası
Dârüşşafaka
Defterdar
Derbend Teşkilatı
Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân
Dîvân-ı Hümâyun
Donanma-yı Hümâyun
Düyun-u Umumiye

E
Emniyet Teşkilatı
Encümen-i Dâniş
Enderun (Enderün-u Hümâyun)
Eyalet

F, G
Fener Rum Patrikhanesi
Garb Ocakları
Gelibolu Acemi Ocağı

H
Hamidiye Alayları
Harem
Hasoda
Hazîne-i Evrak (Osmanlı Arşivi)
Hazîne-i Hâssa
Hekimbaşı
Hilâl-i Ahmer
Humbaracı Ocağı

İ
İdadî
İhtisab
İmaret
Islahhâne
Islahiye Teşkilatı
İttihat ve Terakkî

K, L
Kadı
Kapıkulu Ocakları
Kapıkulu Süvarileri
Kaptan-ı Derya
Kaptanpaşa Eyaleti
Kara Kuvvetleri
Kazasker
Kervansaray
Kubbealtı
Lağımcı Ocağı
Lonca

M
Mabeyn
Maliye Nezareti
Matbah-ı Âmire
Meclis-i Mebusan
Meclis-i Vükelâ
Mehter (Mehterân)
Mekteb-i Osmânî
Miskinhâne
Mühendishâne
Mülkiye
Müslüman Türklerde Medrese

N, O
Nakîbü'l-Eşrâf
Nişancı
Osmanlılarda Basın

R
Redif Teşkilatı
Reisülküttap
Rumeli Eyaleti

S, Ş
Sadâret Kaymakamı
Sadâret Kethüdâsı
Sadrazam
Şehremini
Sekbanlar
Şeyhülislâm
Şirket-i Hayriye
Solaklar
Subaşı

T
Teşrifatçılık
Timar
Timarlı Sipahi
Top Arabacıları Ocağı
Topçu Ocağı
Topkapı Sarayı
Tulumbacılar
Türk Ocakları
Türk Ordusu

V,Y,Z
Vakıf
Vezir
Voynuk Teşkilatı
Yıldız Mahkemesi
Zaptiye

Türk ve Osmanlı Kurumları
A

Acemi Ocağı
Kapıkulu ocaklarına ve özellikle Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulan teşkilat.

Rumeli’de arka arkaya elde edilen zaferler sonucu sınırları genişleyen Osmanlı Devleti, daha fazla askere ihtiyaç duyuyordu. Mevcut kuvvetler ihtiyaca yetmiyor ve elde devamlı bir ordu bulunması gerekiyordu. Bu itibarla, esirlerden faydalanmak gayesi ile 1362 senesinde kadıasker (kazasker) Çandarlı Kara Halil ile ulemâdan Karamanlı Molla Rüstem’in gayretleriyle, Sultan Birinci Murad devrinde, Pençik Kanunu gereğince Acemi Ocağı, Gelibolu’da kuruldu. Daha önceleri, savaşta esir alınanlar, kısa bir eğitimden sonra yeniçeri yazılıp savaşa gönderilirdi. Sultan Birinci Murad zamanında, esirler önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında süvari askerlerini taşıyan gemilerde beş-on sene acemi oğlanı olarak çalıştıktan ve uzun bir eğitimden geçtikten sonra Yeniçeri ocağına kaydedilmeye başlandı.

Acemi teşkilatına, acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Biri, harpte esir edilen esirlerin beşte birinden, diğeri ise Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristiyan çocuklarından ki, buna “devşirme” denirdi. Devşirme kanunu ile Hıristiyan tebaa evladından asker toplanarak, gayrimüslim olan Rumeli halkı, yavaş yavaş Müslüman olacak ve bu askerlerle de Türk ordusu biraz daha kuvvetlenecekti. Kuruluşunda Gelibolu’da bulunan acemi ocağının merkezi, fetihten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Gelibolu ocağının başında, Gelibolu ağası vardı. Gelibolu Acemi Ocağı'nın mevcudu, önceleri dört yüz idi; daha sonra beş yüz olmuştur. İstanbul Acemi Ocağı'nın mevcudu ise, önceleri üç bin kadardı, on altıncı asırda bu sayı, dört bine çıktı. Yeniçeri mevcudu arttıkça, acemilerin miktarı da artıyordu. On altıncı asır sonlarında, Bostancılarla birlikte sekiz-dokuz bine çıkan acemilerin, 17. asır başlarındaki adedi, 9406 idi.

Acemi Ocağı, on yedinci asır ortalarından sonra ehemmiyetini kaybetti. Yeniçeri Ocağı, 1826 yılında Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırılınca, bu ocak da kapanmış oldu.

Adliye (Adalet Teşkilatı)
Türklerin, İslamiyet'i kabulden önceki zamanlarda kurmuş olduğu devletlerde, bağımsız bir adlî teşkilat yoktu. Yargı, kanun koyma ve devlet işlerini yürütme, devlet başkanının şahsında birleşmişti.

İslamiyet'i kabulden sonra kurulan Karahan, Gazne ve Selçuklu devletlerinde, adlî teşkilatın, İslam hukukunun tesiriyle bağımsızlığa kavuştuğu görülür. İslam hukukunun esas alındığı eski adlî teşkilat, Osmanlı Devleti zamanında gelişmesini tamamladı.

Osmanlı Devleti adliye teşkilatının başında, şeyhülislam bulunurdu. Şeyhülislamdan sonra gelen ikinci büyük makam, Kadıaskerliktir (Kazaskerlik). Ordunun adaletle ilgili işlerine bakan bu makam, diğer adli işlerde de üst yargı makamı ve şeyhülislamın yardımcısı idi. Birinci Murad zamanında kurulan bu makama, ilk defa, Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa getirildi. 1480’den sonra kazaskerler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri olmak üzere ikiye çıkarıldı. On yedinci yüzyıla kadar, kazaskerler, veziriazamın teklifi üzerine tayin edilirdi. Daha sonra, tayin yetkisi, veziriazamın onayı olmak şartıyla şeyhülislama verildi.

Adalet teşkilatının üçüncü basamağında kadı bulunurdu. Kadılık, İslam hukukunun uygulanmasıyla görevli makamdı. Kadıya, dinî hükümlere göre hükmetmesinden dolayı, hâkimü’ş-şer' denirdi. Başlangıçta İznik ve Bursa’da olmak üzere, iki kadılık vardı. Daha sonra, ele geçirilen yerlerde yeni kadılıklar kuruldu. Kadı, şer'i mahkemelerin başı idi. Kadılar arasında, yukarıdan aşağıya doğru inen derecelenme vardı. Bunlar, başlıca iki sınıfa ayrılırdı. Birincisine kaza kadıları, ikincisine sancak ve eyalet kadıları denirdi.

Şer’i mahkemelerde, kaza kadısı adına, değişik görevlerde bulunan kimselere “naib” denirdi.

Osmanlı adalet teşkilatı tamamen bağımsız olup, adalet işleri, ilmiye sınıfının elinde idi. Kadı, aynı zamanda belediye reisi idi. Mahkemeler, şeyhülislamın kontrol ve yetkisinde idi. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, şeyhülislamın yardımcıları idi. İkisi de Divan-ı hümayun üyesi, yani bakan idi. Kazaskerler, ayrıca haftada 5 defa, makamlarında, yüksek davalara bakarlardı.

Rumeli civarındaki kadılar Rumeli, Anadolu (Asya) tarafındakiler Anadolu kazaskerine tabi idiler. Kadı, dava esnasında müftiye (fetva veren kişi) danışabilirdi. Ancak, bunun fetvası ile bağlı değildi. Müftinin fetvası, adli sicile işlenir ve kadı'nın teftişi de dikkate alınırdı. Bir kadı'nın verdiği kararı, ancak İstanbul’daki kazaskerler, yahut Divan-ı hümayun temyiz edebilirdi. On sekizinci asrın başına kadar Osmanlı Devletinde siyasi, dini, mali, askeri, örfi ve şer’i bakımdan birinci derecedeki merci, Divan-ı hümayundur. Divan-ı hümayun öyle bir yerdi ki, burada, dil, din, mezhep, milliyet bakımından insanlar arasında hiç fark gözetilmezdi. Devletin her yerindeki kişiler, haklarını aramak için Divan-ı hümayuna baş vurabilirdi. Bu durumda divan, bir yargıtay veya yüksek mahkeme manasına gelmektedir. Divan-ı hümayun üyeleri, aynı zamanda yüksek adaleti bilen kimselerdi. Budin’deki vatandaşın, İstanbul’da temyiz davası açması zordur. Herhangi bir haksızlığı, halkın, toplu olarak, o bölgenin en büyük mülkî amirine, yani sancak beyi veya bizzat beylerbeyine şikâyet etme hakkı vardır. Mülkî amirce mutlaka müfettiş tahkikatı yaptırılır; bilerek veya rüşvetle haksız hükmettiği anlaşılan kadı'nın istikbali mahvolurdu.

Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi; ancak, medreselerin en yüksek kısmından mezun olmadıkça, kadı olunamazdı. Memleket dahilinde 2500 kadar kaza (ilçe) vardı. Kadı; hakim, kaymakam ve belediye başkanı vazifelerini görürdü. Kazalar, nahiyelere bölünürdü. Nahiyedeki kadı yardımcısı olan naib, hakim, belediye başkanı ve nahiye müdürü vazifelerini görürdü. Sancak merkezlerinde (il) “molla” denilen büyük kadılar bulunurdu. Bunlar, buraların hakimi ve belediye başkanı idiler. Eyalet merkezi olan büyük şehirlerde “büyük molla” denilen kadılar vazife görürdü.

Osmanlı Devletinde, tevzi edilmeyen (yerine getirilmeyen) adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı Devleti’nin hızlı yargıdaki şöhreti, bütün dünyada biliniyordu. D’ohsson; “iki veya üç celse nadirdir. Ekseri davalar, bir celsede hükme bağlanır” demektedir. Ricault; “En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa’da olduğu gibi, hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez” demektedir.

Uyuşmazlık, mahkemeye gitmeden aile meclisi, eşraftan zatlar, esnaf kethüdaları (sendika başkanları) tarafından çözülürdü. Halkın yapısı, ihtilaf çıkarmaya müsait değildi.

Kazasker mahkemesinde kararı bozulan kadı, çok kötü sicil almış olurdu. Terfi imkânı kapanırdı. Eğer, kararının bozulma sebebi, rüşvet alması ise, kadı, ulema mesleğinden çıkarılırdı.

On altıncı yüzyıla ait bir teftiş evrakında, kadıların halka eziyet, rüşvet alma, kadılık bölgesini terk etme, yazmış olduğu hüccetlerde (delillerde) karışıklık olması, savaş zamanlarında ihmalkâr davranma gibi sebeplerle görevlerden alındığı yazılmaktadır.

Şer’i mahkemelerin yanında Müslüman olmayan tebaanın davalarına bakan mahkemeler de vardı. Tanzimat'la birlikte, ticaret mahkemeleri kurulmuştur. Yine Tanzimat'la gelen yeniliklerden olarak, batı usulünde kurulan adliye teşkilatının bağlı olduğu en yüksek makam, Adliye Nezareti olmuştur. Bu nezaret, 1868’de kurulmuştur.

Cumhuriyet devrinde ise adliye teşkilatının başına, 3 Mayıs 1920’de, Adliye ve Mezahib Vekaleti getirildi. Daha sonra bu, Adalet Bakanlığına dönüştü.

Ahîlik
Selçuklu Türkleri'nde, dinî ve millî birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler gören içtimaî (sosyal) bir teşkilat. Arapça "kardeşim" manâsına gelen ahî ile Türkçe "cömert, eli açık" manâsında olan akı kelimeleri ile yakınlık göstermekte ise de, hangisinden geldiği belli değildir. Her iki kelimeden de gelmesi ihtimal dahilindedir. Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşayan Türklerin, esnaf ve sanatkârlarının birliğini, çalışma esas ve usullerini teşkil eden, sosyo-ekonomik bir Türk kurumudur.

Ahilik, ihtiva ettiği hizmetler bakımından cömertlik, mertlik ve mürüvvet manâlarına gelen fütüvvet teşkilatının daha da gelişmiş bir şekli olarak görülmektedir. Sonraları esnaf ve sanatkârlar birliğine unvan olarak verilmiştir. On birinci asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya girmeye başlayan Müslüman Türkler (Selçuklular), Türkistan’da ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygın fütüvvet ilkelerini de beraberlerinde getirdiler. Bu ilkeler arasında bilhassa; Müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hatâ ve kusurlarını affedip, husumet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek, kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek, başta gelmektedir.

Diğer taraftan Horasan ve Mâverâünnehir’deyken Fahreddin-i Razî, Ahmed Yesevî ve Şihabüddin Sühreverdî gibi büyük âlimlerden ders alan Ahi Evren (1171-1262), daha sonra Anadolu’ya gelerek, Kayseri’de yerleşmiş ve halkı irşad vazifesine başlamıştı. Kayseri’de debbağlık yapıp, elinin emeği ile geçinen Ahi Evren, Türkistan’dan gelen bilhassa esnaf teşekküllerini bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdı. Fütüvvetnamelerden faydalanarak, teşkilatın bir nevi yönetmeliğini yazdı. İslam ahlâkını esas alan bu yönetmeliği, esnaf ve sanatkârlar arasında tatbik etti. Onlar arasında İslam ahlâkına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Böylece “ahilik teşkilatı” ortaya çıktı. Diğer taraftan, hocası Evhadüddin Kirmanî’nin kızı olan hanımı Fatma Bacı da kadınları yetiştirip “Baciyan” grubunu teşkil etti.

Ahilik teşkilatı sayesinde, Anadolu’da Rumlar ile Ermenilerin elinde olan sanat ve ticaret hayatına, zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Ayrıca ahiler, yaptıkları zaviyelerde, Müslüman tüccar ve esnafın ahlaki terbiyesi ile de uğraştılar. Ahi zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı.

Ahiler, içtimaî hayattaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç halinde gazalara ve memleket savunmasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzey-batısında katliamlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyanın siyasî haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbir aldılar. Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak, Anadolu insanını, Moğollara karşı gaza aşkı ile doldurarak; cihad yolunda Allahü tealanın rızasından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücadele ettiler.

Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muharebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahiyi şehid ettiler. Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahi Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler.

Kısaca "sulhta muallim, muharebede asker" olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahiler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara, maddî ve manevî güç ve moral vererek Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dinî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldular.

Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliğinin emrine koşan ahilerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini, ahi erkekleri, kadınlarını da Fatıma Bacının yetiştirdiği bacıyan grubu terbiye etti. Böylece, üç kıtada altı asır at koşturacak olan, istikbaldeki Osmanlı neslinin temelini attılar.

Bu esnada itibarlı bir ahi olan Şeyh Edebali, Osman Gazi ile yakın münasebetler kurup, kızını ona verdi. Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigâr, ahilerden olup, vezirleri Alâeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahi idiler. Böylece ahilerden bir kısmı âlim, kadı olarak ilim sahasında, bir kısmı vali ve komutan olarak idarî ve askerî alanda, bir kısmı da ticaret ve sanat alanında hizmet vermeye başladılar. Ahilerin; İslam'ın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayata sahip olmak, istişare etmek (karşılıklı danışmak, tartışmak), adil olmak ve adalet esaslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı.

Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahiler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı Sultan Birinci Murad’a teslim ettiler.

Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahilere yardımcı olup hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikte bulundular. Bu yüzden, daha sonra Birinci Murad’ın ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hakim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.

Ahiler arasında, sanatın okumakla değil, ahinin yetişmesi için, üstattan öğrenmesi şartı getirilip; yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, ahi babalık ve kethüdalık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz işinde çalışan ahiler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahilerin ahlaki terbiyesi, ihmal edilmezdi.

Ahilerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. On dördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ahiliğe kabul edilen namzede (adaya), şeyh tarafından şedd-i bend denilen ve ahiliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahiler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı.

Ahilik teşkilatında şu mertebeler bulunurdu:

1) Teşkilata yeni giren yiğitler, 2) Ahi bölükleri (Altı bölük olup ilk üç bölüğe “eshab-ı tarik”, diğer üçüne de “nakib” denirdi), 3) Halife, 4) Şeyh, 5) Şeyh-ül-meşayıh.

Ahilerin idare heyeti, her sanat kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine, kadı tarafından, seçimden sonra resmi vesika, icazet verilip, icraatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare heyeti, her ay üç gün toplanırdı. İdare heyeti, birliğin hazinesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.

Ahilerin kendilerine has merasimleri vardı. Bunlardan bazıları şöyledir:

1. An’anevi Ahi Evren merasimleri: Senelik olup, Ahi Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılırdı.

2. Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahiliğe girmek talebinde bulunan gençlerin, birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi halini aldı.

3. Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların, kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi.

Ahilerin yönetmeliğine göre, ahinin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yani cömert olmalı; kapısı açık, yani misafirperver olmalı; sofrası açık, yani aç geleni tok göndermeli. Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yani kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin ayıbını görmemeli; dili bağlı olmalı, yani kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yani kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli.

Ahilik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnamelerde, şu on sekiz şeyin, ahiyi ahilikten çıkarma sebebi olduğu, ayrıca Cehennemlik yapacağı yazılıdır:

1) Şarap içmek, 2) Zina yapmak, 3) Livata yapmak, 4) Dedikodu ve iftira etmek, 5) Münafıklık etmek 6) Gururlanıp kibirlenmek, 7) Sert ve merhametsiz olmak, 8) Hased etmek, kıskanmak, 9) Kin tutmak, affetmemek, 10) Sözünde durmamak, 11) Kadınlara şehvetle bakmak, 12) Yalan söylemek, 13) Hıyanet etmek, 14) Emanete riayet etmemek, 15) İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16) Cimrilik etmek, 17) Koğuculuk ve gıybet etmek, 18) Hırsızlık etmek.

Yine ahi yönetmeliği olan fütüvvetnamelere göre; ahi, helalinden kazanmalıdır. Hepsinin bir sanatı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Alimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, haya sahibi olup, nefsine hakim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla düşüp kalkmamalıdır. Bunlar, asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler hâline geldi.

Osmanlı Devletinin bünyesinde, bu hizmetleri hakkıyla yapmış, sanat ve ticaret hayatını Osmanlının maddi ve manevi yapısına göre düzenlemiş olan ahilik teşkilatı, diğer kıymetli müesseseler gibi, bilhassa İngilizlerin desteklediği Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı Tanzimat Fermanı’ndan sonra, büyük bir sarsıntı geçirmiş ve eski işlevini kaybetmiştir.

Akıncılar
Osmanlı Devletinin askeri teşkilatında, sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim.

Akıncılar, bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeri bir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.

Akıncılar, harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları, ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar, genellikle asıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken, yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte, bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.

Akıncı birlikleri, şu şekilde tanzim edilmişlerdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı.

Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için, o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi; aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi.

Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensubu oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunların bulundukları mıntıkalar da şunlardı: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evrenos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.

Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkalleri ve içlerinde timara sahip olanların listelerini havi (içeren) defterler tutulurdu. Defterler, iki nüsha olarak tanzim edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akını müteakip, şehid ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzere öncelikle babası akıncı olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.

Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini (Pençik resmi olarak) verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise timarları vardı (Bkz. Timar). Sefere çıkarlarken, düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Timarlı” ve “Tavcılar” grubu bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri altında olanları toplayıp akına katılırlardı.

Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kesin olarak ortaya konulmamakla beraber, 15. asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşında, akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. 1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman Hanın Budin ve Avusturya seferlerinde, Mihalli akıncılarının sayısı, devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.

Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde, Sadrazam Sinan Paşa'nın Eflak seferindeki mağlubiyetine kadar güçlerini korumuşlardır. Bu sefer dönüşünde akıncılar, Tuna üzerindeki uzun bir köprüyü geçmekte iken, Eflak Voyvodasının yoğun top ateşi açtırması ile, tahta köprünün çökmesi üzerine, Tuna sularına gömüldüler. Karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise, düşman kılıçları altında şehid oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı büyük bir darbe yedi. Nitekim, bu seferden sonraki kayıtlara göre akıncıların sayısı 3000’e inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, hükümet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki “Serhat Kulu” teşkilatı takviye edilerek, hudutların korunması bu teşkilata verilmiş, diğer taraftan da Kırım Hanlarının atlılarından faydalanma yoluna gidilmiştir.

Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehir fethederse, buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olur; beylere de bu bölgenin köyleri, timar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle Akıncı beyleri de timarlardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.

Akıncıların kullandıkları silahlar da, süratle hareket etmelerine mani olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 


A...devam

Anadolu Eyaleti
Osmanlı Devletinin iki önemli taşra teşkilatından biri. Daima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyaletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyaletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’te de Anadolu eyaleti kuruldu. Eyaletin merkezi önceleri Ankara idi.Yıldırım Bayezid Han 1393’te Kara Timurtaş Paşayı Ankara’ya Anadolu valisi olarak tayin etti. Fatih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan İsa Beyi bu görevden alarak yerine İshak Paşayı tayin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Bayezid ve Selim’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyaletinin merkezi tekrar Ankara oldu.

Sultan İkinci Bayezid devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyaletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydana geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdavendigar (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sahip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alaiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi).

Anadolu eyaleti, 16. asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alaiye sancağı Kıbrıs eyaletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyaletine bağlanmıştır.

İkinci Bayezid Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 103’ü zaim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 timar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civarında idi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba, 12.527 köy, 1887 cemaat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da timar sahiplerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyaletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i timar olmak üzere 7.486 kılıç timar sahibi bulunuyordu.

1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu eyaletinde 195 zeamet, 7166 timar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyalet teşkilatı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir. Anadolu eyaleti, 1825’te çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan ibaret kalmış, hatta kısa bir süre sonra Afyon da hariç bırakılmıştır. Eyalet, 1864’te idari teşkilatta yapılan değişikliklerden sonra vilayetlere ayrıldı.

Asâkir-i Mansüre-i Muhammediye
Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmasından sonra, bu teşkilatın yerine tesis edilen ordunun adı.

Sultan Mahmud Han, bir anarşi yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını, 1826’da Ağa Hüseyin Paşanın da desteğiyle lağvetti. Bu durum, Osmanlı tarihinde “Vak’a-i Hayriye” adıyla anıldı. Lağvedilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” teşkilatını kurdu. Ağa Hüseyin Paşayı serasker unvanıyla bu teşkilata komutan tayin etti. 7 Temmuz 1826’da, bu teşkilata ait bir kanunname hazırlattı.

Bu ordunun teşkilatlanmasına, ilk olarak İstanbul’da, “tertip” adı verilen sekiz alayın kurulmasıyla başlandı. Sekiz alayın ikisi Serasker kapısında, diğer altı alay ise, o zamanlar inşası devam eden Davud Paşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi. Hazırlanan nizamnameye göre kimliği belirsiz kimselerle, dönmeler bu teşkilata alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzadebaşı’ndaki eski Acemi Ocağı kışlası, talimhane olarak tahsis edildi.

Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcut sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları (yüzbaşı), topçubaşı, arabacıbaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim, cerrah vb. ile beraber 1527 kişiyi buluyordu. Her tertip, “saf” adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı (teğmen), bir sancaktar, bir çavuş ve onbaşı bulunurdu.

Bu sistem, 1828’de değişikliğe uğrayıp, tertip tabiri Alay’a, saf tabiri de Bölük’e çevrildi. Bu süre içinde teşkilat büyüdü ve iki alaya bir Mirliva (tuğgeneral) kumanda etmeye başladı. Ordu, aynı zamanda, Üsküdar ve İstanbul olmak üzere ikiye ayrılıp, her kısmın başına Ferikler (korgeneral) tayin edildi. Yeni ordunun, seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i Mansure nezaretiydi. Ordunun maaş gibi işlerinden, nazır mesuldü. Yeni ordunun giderleri, Mansure hazinesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı.

Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan iki sene sonra, Rusya ile savaş başlamasına rağmen, ordunun teşkilatlanmasına devam edildi. 1834’te, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye Mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asakir-i Mansure tabiri yerine, Asakir-i Nizamiye denildi ve bu tabir uzun süre kullanıldı. 1836’da, şimdiki askeri teşkilatımızda olduğu gibi, belirli bir süre askerlik hizmeti yapılmasını öngören “Redif” teşkilatı kuruldu. 1879’da seraskerliğin yerini harbiye nezareti aldı ise de, 1884’te tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise harbiye nezareti, kesin olarak seraskerliğin yerini aldı.

Asesler (Ases Teşkilatı)
Osmanlı Devleti'nde, şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti.

Ases teşkilatı, İlhanlılardan Selçuklulara, oradan da Osmanlılara geçti. Bu teşkilata, İlhanlılar Devletinde “emaret-i ases” denirdi. Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulan aseslik teşkilatının başında, Yeniçeri Ocağı'nı meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu. Bu çorbacıya, asesbaşı denirdi. Bugünkü manâda emniyet müdürüne karşılık gelmektedir.

Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri, asayişi temin etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı. Suçsuz olanları ise, yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı. Yeniçeri ağasının yakaladığı kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi. İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanları da asesbaşının emri altındaydı.

Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında, beş yüz kadar olan maiyeti ile yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı. Vezir-i azam divanında ve vezir-i azamın İstanbul’da kol gezdiği zamanlarda, bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu. Narh denetiminde subaşıyla birlikte sadrazama yardımcı olurdu. Yeniçerilere ulufe dağıtımına, Muhzır Ağa ile birlikte müşahit olarak katılırdı. Elçi karşılama ve kabul resimlerinde, protokolde yer alırdı.

Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil divan kürkü, bacağına ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi. Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde olmak üzere iki asesbaşı vardı. Fakat, Suriçi Asesbaşısı üstün dereceliydi. Asesbaşı, Babıali’de bulunduğu için, kendisinin yeniçeri ağası dairesinde bir emir eri bulunurdu. Yeniçeri ağası, asesbaşına bu emir eri ile emir gönderirdi. Diğer şehir ve kasabalarda da, ases adı altında emniyet teşkilatı ve buna ait vergiler vardı.

Aşiret Mektebi
İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep.

On sekizinci ve 19. yüzyıllarda, batılı büyük devletler, İmparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları, emperyalist batı tehlikesinin İmparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar. Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek, İmparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu, Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcuttu. İşte, Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla, Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu. Ayrıca bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda, büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk, tek otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı. Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892 tarihinde açıldı. Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların, kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar, fevkalade bir ihtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı, daha sonra beş yıla çıkarıldı. Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler okutuldu.

Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda, Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler. Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisi olduklarında, içinden yetiştikleri halkın, Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler. Aşiret Mektebi, 1907 senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı.

Âyan Meclisi
Osmanlı Devletinde, 23 Aralık 1876’daki Kanun-i Esasi’ye göre, Mebusan Heyeti ile birlikte Meclis-i Umumi’yi meydana getiren heyet. Hey'et-i Âyan da denilmektedir.

Hey’et-i Ayanın üye sayısı Hey’et-i Meb’usanın üye sayısının üçte birini geçmezdi. Ayan olabilmek için, eserleriyle, hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak gerekliydi. Hey’et-i Ayana giren bir üyenin üyelik hakkı, hayatı boyunca devam ederdi. Meb’usan Hey’eti toplanmadıkça, Ayan Hey’eti de toplanamazdı. Fevkalade hallerde, padişahın isteği veya mebusların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile, meclis, vaktinden önce açılabilirdi. Ayan Heyeti, Mebusan Heyetince kabul edilip kendisine gönderilen kanun ve bütçe tasarılarını madde madde inceler, uygun olmayan maddeleri tespit ederek, düşüncesini belirtirdi. Burası da, ya tamamen reddeder veya değiştirir, yahut düzeltilmesi için Mebusan Heyetine geri gönderirdi. Kabul ettikleri tasarıları tasdik ederek sadrazama gönderirlerdi.

İlk Ayan Heyeti, 19 Mart 1877 günü, Sultan Abdülhamid Han tarafından Dolmabahçe’nin büyük salonunda meclisin açılması ile vazifeye başladı. Padişah tarafından tayin edilen bu heyetin, 27 üyesi vardı. Ayan Heyeti çalışmalarına bir sene kadar devam etti. Mebusan Meclisinin faaliyeti, bu meclisin çoğunluğunun, Türk olmayan azınlıkların elinde olması sebebiyle, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan Abdülhamid Han tarafından durdurulunca, Ayan Heyeti, İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar (1908), herhangi bir vazife görmedi. Fakat, üyeleri hiçbir göreve tayin edilmediler ve normal maaşlarını aldılar. İkinci defa meclis açıldığı zaman, bu heyetten, hayatta yalnız üç kişi kalmıştı. Kanun-i Esasi’de 1909’da yapılan değişikliklerle, her konuda yasa teklifi yetkisini elde eden Ayan Meclisinin hukuki varlığı, Osmanlı Devletinin ortadan kalkmasıyla son buldu.

Azaplar (Azap Teşkilatı)
Anadolu beyliklerinde, donanma hizmetinde kullanılan asker. Osmanlı teşkilatında hafif yaya askeri. Azab, Arapça'da evli olmayan, bekâr erkek demektir.

İlk azab teşkilatını, Aydınoğlu Umur Bey İzmir’de kurdu. Umur Bey, Latinlerle yaptığı çarpışmalarda, azab denilen donanma askerlerinden çok faydalandı. Osmanlılarda ise, henüz Yeniçeri Ocağı kurulmadan önce, azab teşkilatı mevcuttu. Azablar, Anadolu’dan toplanmış dinç ve kuvvetli Türk gençlerinden meydana geliyordu. Bunlar; yaya, kale ve donanma azabları olmak üzere üç sınıftı.

Yaya azabları, harp vukuunda, ihtiyaca göre 20 veya 30 haneden bir kişi alınmak suretiyle toplanırdı. Diğer haneler de, seçilen bu azabların masraf ve iaşelerini karşılamakla mükellef tutulurdu. Askerden kaçmaması için, her azabın bir kefili vardı. Kaçtığı takdirde masraf bu kişiden alınırdı. Azablar, vergiden muaftılar. Kara savaşlarında düşmanın ilk saldırısını karşılamak, azabların vazifesiydi. Düşmanı ilk önce ok yağmuruna tutan azablar, göğüs göğüse harbe girdiklerinde, belli bir plan dahilinde iki yana açılırlar ve düşmanı topçu kuvvetleri ile karşı karşıya bırakırlardı. İşte bu anda Osmanlı topçusunun seri atışı sonunda, düşmana öldürücü darbe indirilmiş olurdu.

Azabların Muharebe esnasında sayıları belirli olmayıp, düşmanın durumuna göre çok veya az olurdu. Ankara muharebesinde ve İstanbul’un fethinde 20.000 azab vardı.Otlukbeli savaşında, Anadolu azabları 20.000 ve Rumeli azabları 10.000 kişiydi. Azablar, kırmızı börk giyerlerdi. Silahları ise ok, yay ve omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti. Bazen da mızrak, yani kargı taşırlardı. Yaya azabları, ilk dönemlerden 16. asır ortalarına kadar, savaşlarda büyük hizmet verdiler.

On beşinci asrın başlarında azablar, Osmanlı Bahriye teşkilatında da kullanılmaya başlandı. Bahriye azabları kabiliyetlerine göre, kaptanlığa kadar yükselme imkânına sahiptiler. Bunların yedi-sekiz tanesi bir bölük sayılır ve bölükbaşısına “reis” denilirdi. Reisliğe ise “badhani” denilen yelkencilikten geçilirdi. Reisten sonra odabaşı ve aşçıbaşı gelirdi. Reis aynı zamanda gemi süvarisi olunca “vardiyan-başı” denilirdi. Süvari olan reis, daha sonra kaptan olurdu. Ayrıca bölüksüz reis sınıfı vardı. Kıdemli yelkencilerin terfi sırası geldiğinde, boş bölükbaşılık bulunmazsa, bunlara bir rütbe olarak reislik, yer açılınca da bölüklü reislik verilirdi. Deniz azabları arasında, 150 kadar bölüksüz reis bulunurdu. Bahri azablarının bir kısmı tersanede, bir kısmı da gemilerde hizmet ederlerdi. Gemilerde bulunanlara “Azaban-ı donanma”, tersanedekilere de “Azaban-ı tersane” denirdi. Azabların, tersane yanında bir kışlaları vardı. Bugün buraya, Azapkapı denilmektedir.

Ayrıca, hudut kalelerinde yaya azablarından teşkil olunan bir azab birliği görev yapardı. Kale içinde oturan bu askerlerin bir kısmı ulufeli (maaşlı), bir kısmı timarlıydı ve her kalede belli bir değişmez sayıda idiler. Ulufeli azab lâyık görülürse, timarlı olurdu. Azab teşkilatı, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde kaldırıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
B


Bâbıâlî
Osmanlı Devletinin son döneminde sadrazamlık makamına ve hükümete verilen ad. Babıali "yüce kapı" manasına gelmektedir. Osmanlılarda "kapı" kelimesinin yanısıra aynı anlama gelen Farsça "der" ve Arapça "bab" kelimeleri "padişah ve sadrazam sarayı, devlet ve hükümet dairesi" manasında kullanılmıştır. İslam ve Türk tarihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, dolayısıyla buralara aynı manada olmak üzere Dergah, Bab-ı Saray, El-Bab-üs-Sultaniye, Bab-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiştir.

Osmanlılarda İstanbul başkent oluncaya kadar devletin bütün işleri padişah saraylarında görülürdü. Padişahın başkanlığında devletin ve halkın işlerine "divan" denilen bir mecliste bakılırdı. Divan Osmanlıların ilk kuruluşundan beri vardı. Fatih Sultan Mehmed, çıkardığı Kanunname'yle bunu esaslara bağladı. Önceleri padişahlar divana başkanlık ederken bu görev sadrazamlara geçti. Ancak mühim kararlar alınacağı zaman yine padişahlar divana katılır ve başkanlık yaparlardı. Bu durum 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir.

Sadrazam başkanlığındaki teşkilata önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarında ise Babıali denilmeye başlanmıştır. Paşa Kapısı sadrazamın oturduğu yere göre İstanbul'un çeşitli semtlerine taşınmıştır. Genellikle Mahmudpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunmuştur. 17. asırdan itibaren Paşakapısı'nın Alayköşkü'nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Babıali olarak bilinen yer ortaya çıkmıştır. Bu mahalde ilk konağı, Sultan Birinci Ahmed'in sadrazamlarından Derviş Paşa yaptırmıştır. Sadrazam Halil Paşa da, Alayköşkü karşısında şimdiki Başbakanlık Arşivi binasının bulunduğu yerde bir saray inşa ettirmiştir. Bunu sonradan Sultan Dördüncü Mehmed tamir ettirip düzelttikten sonra, Sadrazam Derviş Mehmed Paşaya hediye etmişti. Sonra da Paşa Kapısı için burada karar kılınmıştı.

1830'larda nezaretlerin kurulmasına kadar Babıali'nin çalışma düzeni kendine has bazı özellikler taşımaktadır. Bu dönemde sadrazamın yardımcısı sıfatıyla Babıali'de Sadaret Kethüdası, Reisülküttab ve Çavuşbaşıya bağlı üç büyük daire mevcuttu. Kethüdanın Babıali'deki dairesi Alay Köşkü karşısındaki büyük kapının üzerindeydi. Kethüda daha çok dahili işlerle uğraşırdı. Vilayetlere giden yazılar ve gelenlerin cevapları burada hazırlanır, incelenir, asılları gönderilir, suretleri ise defterlere kaydedilirdi. Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivinde Kethüda Kalemine ait binlerce belge bulunmaktadır. Reisülküttab ise Sadaret Teşkilatındaki yazışmaları idare ederdi. Kendisine bağlı beylikçi, tahvil ve ruus kalemleri adıyla üç büro bulunmaktaydı. Suçluların yakalanması ve cezalandırılması gibi adli işleri ise Çavuşbaşı idare ederdi. Çavuşbaşı sadrazama verilen arzuhalleri ya bizzat kendisi inceler veya tezkirecilere inceletirdi. Sonra bunları ilgili mahkemelere havale ederdi. Çavuşbaşının emri altında 600'den fazla çavuş görev yapardı. Babıali'de üst düzeydeki bu üç görevliden sonra ikinci derecede büyük ve küçük tezkireciler, mektupçu, beylikçi, teşrifatçı ve kahya katibinin oluşturduğu altı müsteşar gelmekteydi. Daha sonra bu memur kadrosu Osmanlı bürokrasisini teşkil edecek tarzda genişletilmiştir.

Nitekim 1830'lardan sonra nezaretlerin kurulmaya başlanmasıyla Babıali yavaş yavaş yeni teşkilat ve çalışma dönemine girmiştir. Bilhassa 1838'de teşkil edilen Meclis-i Vala'yı Ahkam-ı Adliyye ile Dar-ı Şura-yı Babıali adlı iki meclis Babıali'nin gelişmesinde ve çalışmalarında önemli bir merhaleyi gerçekleştirmişlerdir. İdari, adli ve askeri sahada Dar-ı Şura'da alınan kararlar Meclis-i Valaya giderdi. Burada görüşülüp kabul edilenler ise sadrazam tasvibinden sonra padişahın tasdikiyle kesinlik kazanırdı. Tanzimatın ilanı ile bu iki meclis birleştirildi ve Babıali'deki yeni binasına taşındı. Çalışmalarına burada aralıksız devam eden yeni meclis, 1854'te Meclis-i Ali-yi Tanzimat ve Meclis-i Ahkam-ı Adliyye olarak tekrar ikiye ayrıldı. 1861'de yeniden birleştirildi ise de 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliyye adlarıyla yeniden ikiye ayrılarak son şeklini aldı. Şura-yı Devlet idari işlere, Divan-ı Ahkam-ı Adliyye ise yargı işlerine bakmaya başladı.

1847 yılından itibaren yayınlanmaya başlayan devlet salnamelerine göre Babıali heyeti adı altında sadaret Dairesi, Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Hariciye Nezareti yer almaktadır.

Babıali'de memurlar sabahları gün doğumunda işe başlar, akşamdan bir saat önce işlerinden ayrılırlardı. Ne suretle olursa olsun, izinsiz iş yerlerinden ayrılmaları yasaktı. Babıali'yi en çok meşgul eden konular iç ve dış siyasi meselelerdi. 19. asırda merkez ve eyalet teşkilatında pekçok değişiklikler yapılmıştı. Bu düzenlemelerin yanında eyaletlerin ekonomik durumundan, etnik ve dini yapısından kaynaklanan pekçok problemleri mevcuttu. Babıali her konuda uzmanların raporlarına dayanarak çeşitli ıslahatlar yapardı. İhtilaflı yerlere uzun veya kısa vadeli müfettişler gönderilerek huzursuzluk hakkında bilgi alınır ve ona göre tavır konulurdu. Gayri müslim cemaatlerin meseleleri de Babıali'yi en çok meşgul eden meselelerden biri olmuştur. Diğer taraftan 18. asrın sonlarından itibaren diplomasinin öneminin artması ve Osmanlı Devletinin sık sık Batının ültimatomlarına maruz kalması dış meselelerin artmasına da yolaçmıştır. Bilhassa Fransa, İngiltere ve Rusya'nın Osmanlı Devletinin iç işlerine karışması Babıali'yi rahatsız etmiş ve çeşitli diplomatik yollarla cevap vermeye zorlamıştır. Bu tür yabancı müdahaleler Babıali'yi zaman zaman güç durumlara düşürmüş ise de devlet olmanın tecrübesinin artması ve onların dış siyasette olgunlaşması gibi neticelere de sebep olmuştur. Halkın davalarının dinlenmesi de Babıali'nin önemli işlerinden biridir. Tanzimat öncesi dönemde sadrazamın huzurunda huzur mürafaası adıyla bakılan davalar vardı. Babıali'de sadrazam divanında cuma günü Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, çarşamba günleri ise İstanbul kadısı halkın şikayetlerini dinlerdi. 1838'de ise Dahiliye Nezareti işlerinin başvekalete devredilmesi ve dolayısıyla muamelatın artması üzerine huzur mürafaaları Babıali'den Bab-ı Meşihata nakledilmiştir.

Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Han devirleri Babıali'nin devlet idaresinde tamamen nüfuz sahibi olduğu bir devreyi teşkil eder. Bu devreden sonra devlet idaresi padişahların eline geçmiş ve İkinci Meşrutiyete kadar bu idare tarzı devam etmiştir.

Osmanlı Devletinin yıkılması ile birlikte Babıali'nin bulunduğu bina Büyük MilletMeclisi Hükümetinin İstanbul Mümessilliğine tahsis edilmiş, sonra da bugün olduğu gibi İstanbul Valiliğine verilmiştir.

Baltacılar (Zülüflü Baltacılar)
Osmanlı devlet teşkilatında, sarayların muhafız kıt’alarına verilen isim. “Teberdaran” ismi de verilen bu teşkilata devşirmelerden seçilen kimseler alınırdı. Osmanlı Devletinin klasik döneminde baltacılar, Zülüflü Baltacılar (Topkapı Sarayındaki Baltacılara mahsus isim), Eski Saray, Galata Sarayı İbrahimpaşa Sarayı ve Edirne Sarayı olmak üzere beş ocak halinde teşkilatlanmışlardı.

Sultan İkinci Murad zamanında kurulan bu teşkilata acemi oğlanların güçlü, kuvvetli ve iri cüsseli olanları alınırdı. Önceleri nakliye ve istihkam sınıfı olarak vazife görmüşler, Fatih Sultan Mehmed devrinde ise saray muhafazasına alınmışlardır.

Devşirme usulü devam ettiği müddetçe, acemi ocağından çıkmalar yapılırken, diğer ocaklarla beraber Baltacılar Ocağına da acemi oğlanı verilirdi. Burada yetiştikten sonra, ya hizmete devam ederler, ya kapıkulu süvarisi veya yeniçeri ocağına geçerlerdi. Diğerlerine göre daha imtiyazlı bir ocak olan Zülüflü Baltacıların çıkmaları, Sipahi ve Silahdar bölüklerine olurdu. Galata ve İbrahimpaşa Sarayı teşkilatları bozulduktan sonra (1675), Baltacılar; “Zülüflü” ve “Eski Saray Baltacıları” olmak üzere yeniden teşkilatlandırılmışlardır.

Zülüflü Baltacılar, Topkapı Sarayının orta kapısı dahilindeki koğuşlarında yatarlardı ve "çiniden yukarı yatan" ve "çiniden aşağı yatan"lar olmak üzere iki gruptu. Zülüflü Baltacıların mutat vazifelerinden biri, ayda bir kere Topkapı Sarayı Haremine odun taşımaktı. Enli ve yüksek yakalı dolama giydikleri ve başlıklarının yanlarında yünden zülüf sarkıttıkları için bunlara “Zülüflü Baltacı” ismi verilmiştir.

Zülüflü Baltacıların diğer vazifeleri arasında bayram ve cüluslerde padişahın tahtını Babüssaade’nin önüne getirmek, arkasında nöbet tutmak, padişahın haremiyle beraber sayfiyeye gidişinde eşyasını taşımak, her sene Sultanahmed Camiinde okunması adet olunan mevlid sırasında orada bulunanlara şerbet, gülsuyu ve buhur dağıtmak, harb esnasında da 30 Zülüflü Baltacının sancak-ı şerif altında Kur’an-ı kerim okuması sayılabilir. Ayrıca padişah mutfağının aşçıbaşılığı ve yamaklığı vazifesini de yaparlardı. Darüssaade Ağası, Silahdar Ağası, Hazine Kethüdası, Seferler Kethüdası gibi enderun amirlerinin hizmetinde de birkaç Zülüflü Baltacı bulunurdu.

Zülüflü Baltacıların amirlerine verilen isimler zaman içinde teşkilatta yapılan değişikliklerle farklı şekilde ortaya çıktı. En büyük zabiti Baltacılar Kethüdası idi. Bundan başka, ağa, katib, ser-oda kethüdası ve baltacılara ders okutan hoca vardı.

Zülüflü Baltacıların sekizi bıçaklı-eski baltacı olup, bunlar kıdemce yüksektiler ve sırma kuşak takarlardı. Bıçaklı-eskilerden sonra mülazimler gelirdi. Mülazimler bıçaklı-eskiliğe namzed demekti. Bütün baltacıların bellerinde siyah sahtiyandan enli kemer ve başlarında 30-33 cm yüksekliğinde tepesi yassı deve tüyü külah bulunur ve iç fesin kırmızı rengi iki parmak kadar görünürdü. Üzerlerine giydikleri dolamanın (kaput) rengi ise 18. asırda kırmızı, yeşilken sonradan lacivert olmuştur.

Zülüflü Baltacılar Ocağı, Sultan Üçüncü Mustafa Han devrinde kaldırılmışsa da, Sultan Birinci Abdülhamid Han zamanında tekrar ihdas edilmiştir.

Eski Saray Baltacıları ise, İstanbul Üniversitesinin bulunduğu arazideki Eski Sarayın Mercan Yokuşu tarafındaki kapısındaydı. Bunlar Bayezid Camiinde ders görürler, içlerinden kabiliyetli olanlar, Darüssaade Ağasının nezaretindeki Haremeyn evkafı yazıcılığıyla Darüssaade Ağasının hususi katipliğini yaparlardı. Buradan yetişip hacegan olan ve sadrazamlığa kadar yükselenler dahi olmuştur.

Baruthane
Osmanlı ordusunun ve donanmasının ihtiyacı olan barutun üretildiği yerlere verilen ad.

İlk baruthane, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde İstanbul'da Atmeydanı'nda kuruldu. On yedinci yüzyılda İstanbul'un Ayasofya, Kâğıthane, Şehremini ve Unkapanı gibi birçok semtinde baruthaneler ve barut mahzenleri açıldı. İstanbul'un dışında Selanik, Gelibolu, İzmir, Konya, Trablusşam, Van, Belgrad ve Bağdat'ta da baruthaneler tesis edildi. Ayrıca Güneydoğu Anadolu'da, Sivas ve Malatya yörelerinde güherçile kalhanelerinde basit usullerle barut üretildi.

Yeniçeriler, ateşli silahlar kullanmaya başlamadan önce, barut, yalnızca Cebeci Ocağı'nın ihtiyacı için kullanılıyordu. Cebeci Ocağından Serbaruti (Barutçubaşı), baruthane nazırlığı yapıyordu. Yeniçerilere tüfek verilmesinden sonra, Yeniçeri Ocağı'nda da Barutçubaşı idaresinde bir barutçu birliği kuruldu. On sekizinci yüzyıla kadar, tüfekotu veya fitilotu denen ve basit usullerle üretilen barutun iyileştirilmesi ve baruthanelerin modernleştirilmesi için Hollanda ve İngiltere'den uzmanlar getirtildi. Yapılan incelemeler ve hazırlıklar neticesinde, İstanbul'daki bütün eski tesisler kapatılarak, 18. yüzyılın ortasında Bakırköy'de Baruthane-i Âmire kuruldu. Gelibolu ve Selanik baruthaneleri de buraya bağlandı. Barut yapımı ve perdahı için, Cebeci Ocağında Özel bir uzmanlık sahası geliştirildi. Buradan yetişen barutçuların sayısı 300 civarındaydı. Kurumun idaresi, Baruthane-i Âmire Emîni denilen, yüksek rütbeli bir kimse tarafından yürütülüyordu. Hesap işleri de Muhasebe-i evvele (Baş Muhasebe) bağlı, Baruthane-i Âmire hazinesince yürütülüyordu.

Askerî sahada köklü yenilikler yapmayı tasarlayan Sultan Üçüncü Selim Han, baruthanelerin ıslahını ikinci defa ele aldı. Onun zamanında baruthaneler, tek idare altında birleştirilerek Baruthaneler Nazırlığı kuruldu. Avrupa'dan gelen uzmanlar aracılığıyla, Bakırköy Baruthanesi bir defa daha modernleştirildi. Küçükçekmece'nin Azadlı köyünde Azadlı Baruthanesi adıyla, eski güç kaynakları yerine su gücüyle işleyen yeni bir tesis kuruldu. Gelibolu ve Selanik baruthaneleri kapatıldı. Baruthaneler, on dokuzuncu yüzyılın başında döner sermayeli ve yarı özerk bir kurum niteliği kazanarak, 1826'da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra, Tophane Nezaretine bağlandı.

Beylerbeyi
Osmanlı devlet teşkilatında eyayet idaresinden mesul askeri ve mülki yetkiler taşıyan en yüksek görevli. On dördüncü yüzyıl boyunca beylerbeyi, Osmanlı Devletinde taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin topluca amiri durumundaydı. Dolayısıyla belli bir bölge ile doğrudan doğruya münasebeti yoktu. İlk defa olarak Sultan Birinci Murad zamanında Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi olarak tayin edildi. Edirne ise, beylerbeyliğin ilk merkezi yani Paşa sancağı oldu. Daha sonra bu beylerbeyliğe ilave olarak 1393’te Anadolu, 1413’te ise Rum (Amasya, Tokat, Sivas) ve daha sonra Karaman beylerbeylikleri kuruldu.

On altıncı yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devletine geniş yeni toprakların ve ülkelerin katılmasına kadar yeni devletin ilk iki yüz yıllık gelişmesinde bu dört beylerbeyliğin önemi çok büyük oldu. On beşinci yüzyıl beylerbeyi beratlarına göre bunların görevleri şu şekildedir: Eyaletindeki bütün devlet işlerinde sultanın temsilcisi olarak beylerbeyi, divanında askeri zümresine dair çeşitli meseleleri halletmek. Bölgesinde emniyeti sağlamak. Timarlıların atanma ve terakkileri ile belli bir miktara kadar timar tevcih işlemlerini yürütmek. Beylerbeylerinin bu genel otoritelerine karşı bölgelerinde bir sancağın kendilerine ayrılmış olması dolayısıyla normal idarede bunlar da birer sancak beyi sayılabilirler. Ayrıca bölgelerindeki sancak beylerinin tayinlerinin doğrudan doğruya merkezden yapılması ve sancak beylerinin idarede ve seferlerde yine sultanın emriyle ayrı olarak görevlendirilebilmeleri beylerbeylerinin otoritelerini sınırlandırmaktadır.

On yedinci yüzyılda ise sancakbeyi tayinlerinde beylerbeyilerin (eyalet valilerinin) daha fazla sözü geçmeye ve bazı tayinler bunların tavsiyesiyle yapılmaya başlandı. Ancak geçen süre zarfında beylerbeyilerin sayıları da arttığından eski kıymet ve itibarları kalmadı. Eyaletlerin kaldırılması ile, vilayetlerin teşekkülü ve buralara valilerin tayin edilmesi ile beylerbeylik bir ünvandan ibaret kaldı.

Klasik devirde Osmanlı Devletindeki beylerbeylikler şunlardır: Rumeli, Cezayir, Budin, Temaşvar, Anadolu, Karaman, Eyalet-i Rum, Haleb, Şam, Mısır, Yemen, Habeş, Diyarbakır, Rakka, Bağdat, Basra ve Lahza, Van, Dulkadriye, Erzurum, Kıbrıs, Cezayir-i Garb, Kefe, Tiflis, Kars, Trablus-ı Mağrib, Pelengan, Revan, Şemahi, Bosna, Kanije, Eğri, Özü, Adana, Trabzon ve Çıldır.

Bostancı Ocağı
Osmanlı sarayları ile saray çevresinin ve iskelelerin asayişinden sorumlu hizmetlilerin bağlı bulunduğu ocak.

Bostancılar ocağına, devşirme suretiyle toplanan acemi oğlanları arasından, kabiliyetli olanları seçilirdi. Bu ocağa seçilenlerin eğitimleri, İstanbul ve Edirne'deki saray bahçelerinde yapılırdı. Saraylarda, camilerin inşaatına gereken malzemenin temini ve nakliyatı, bu ocağa aitti. Topkapı Sarayının odununun, İzmit'ten getirilmesinde kullanılan gemilerde, bostancılar, kürekçilik yaparlardı.

Bostancılar, zamanla askeri bir sınıf haline gelmişlerdir. Topkapı Sarayında vazife yapan 300-400 bostancı olduğu halde, şehir içinde asayişle görevli bir o kadar daha bostancı vardı. Şehir içindeki bostancılar, Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane, Boğaziçi, Adalar, Yeşilköy, Kadıköy, Bostancı semtlerinde bulunurlardı. Bostancıların sayısı, zaman içinde değişmiştir. On altıncı asır başında 3396 iken, aynı asrın sonunda 1998, on sekizinci asırda ise 2400 kişi olmuştur.

Bostancı ocağının en büyük amiri, Bostancıbaşı idi. İstanbul etrafındaki Marmara, Karadeniz ve Haliç sahillerinin muhafazası ve inzibatı buna aitti. Sahillerde, bostancı ağasının izni olmadan yalı yapılmazdı. Bostancıbaşı, sahillerdeki bina ve yalıların mevkileriyle, kimlerin olduğuna dair mükemmel bir defter tutardı. Sahilde yaptırılan binalardan vergi alırdı.

Bostancıbaşılar, Yalı Köşkünde otururlar, resmi günlerde, padişahın atının üzengisini tutarlardı. Sarayın muhafazasından sorumlu oldukları için, görevleri çok mühimdi. Bostancıbaşılar, başlarına kırmızı renkte berata, kuşaklarına mücevherli kama takarlar; kırmızı kaftan, mavi şalvar, ve ayaklarına yemeni giyerlerdi. Bostancıbaşılar, saray dışına tayin edildiklerinde, kapıcıbaşı veya sancakbeyi olurlardı. Vezirliğe kadar yükselenler de vardır.

Bostancıbaşıdan sonra, bostancılar kethüdası, haseki ağa, hamlacıbaşı, odabaşı, bostancı karakulağı, vezir karakulağı ile dört baltacı, bu ocağın zabitlerindendi. Bostancılar, maaşlarını, yeniçeriler gibi üç ayda bir kere alırlardı. Edirne bostancıları, Edirne bostancıbaşısının emri altındaydı. Gelibolu bostancılarının amiri, daha küçük rütbeliydi.

Yeniçeri ocağının lağviyle, Bostancı ocağı da kaldırılmıştır. Ocağın lağvı esnasında, ihtiyarları emekliye ayrılmış, gençlerinden ise sarayın muhafazasında vazifelendirilmek üzere, “Nizamiye Taburu” teşkil edilmiştir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
C, Ç

Cebeci Ocağı
Osmanlı askerî teşkilâtında, silâhların tedariki, muhafazası ve sefer zamanında cepheye götürülmesiyle vazifeli kapıkulu ocağı. Ocağın mensuplarına, "Cebeciler" denilmektedir.

Cebeci Ocağı, Fatih Sultan Mehmed Han zamanında kuruldu. İlk zamanlarda bu ocağın mensupları, yeniçeriler gibi, acemi oğlanları arasından seçilmekteydi. Bunlar, ocağa "şâkird" (öğrenci) sıfatıyla alınırlar, sonra asıl Cebeciler arasına geçerlerdi. Maaş defterlerinden anlaşıldığına göre Cebeciler, 59 bölük ve 37 orta bölük olmak üzere 96 odaya ayrılmıştı. Cebeci ortaları, silah yapan, tamir eden, barutları ıslah eyleyen ve harp levazımatını hazırlayan sınıflardan teşekkül ediyordu. Bunların arasında ayrı bir sınıf olarak, humbara dökücüleri, barutçular ve lağımcılar da vardı.

Cebecilerin en büyük subayına, "Cebecibaşı" adı verilirdi. Cebecibaşılık makamı boşaldığı zaman, başkethüda bu makama tayin edilirdi. Ancak bazen, Cebehâne başçavuşunun, hattâ sonraları ocak dışından da, Cebecibaşı tayin edildiği olmuştur. Cebecilerin, rütbe bakımından, Cebecibaşı ve dört kethüdadan sonra sırasıyla, cebeci başçavuşu, büyük ve orta kumandanları, odabaşıları ve küçük subaylar gelirdi. Ocağın hesap işlerine "Cebeci Kâtibi" bakardı.

Cebeciler, başlarında iki ucu omuzlarına doğru sarkan ve dört tarafı yeşil çuha olan şebkülah denilen serpuşu giyerler ve merasim esnasında bunun üzerine tüy takarlardı. Cebecilerin malûl ve ihtiyarları, ocaklarının kanunu üzere belli miktarda aylığa bağlanarak emekliye ayrılırlardı.

Cebehâne, Ayasofya Camii karşısında, son devirde yanmış olan adliye binasının yerinde idi. Burada zabit ve neferlerin odaları, silah ve sair harp malzemesi tamirhanesi ve depo bulunuyordu. Cebehâne için lâzım olan mamul ve gayri mamul bütün eşya, bu depoda bulunurdu. Yeniçerilere ait cebe (zırh) üzerlerinin kumaşları, tolga kılıfları, zırh keseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayık, tüfenk maşası, Cebehâne ambarında bulunan eşyalardan bir kısmıdır. Bunlardan başka kürek, kazma ve bunların sapları, tüfenk kundağı ve diğer imal edilmiş malzemeler, hep burada bulunur ve yapılırdı. Bu eşyadan icab edenlerin, lüzumu hâlinde donanmaya ve kalelere sevkleri Cebecibaşıya aitti. Cebehâne'de levazım azaldığı zaman, bu noksanı Cebecibaşı dîvâna arz eder ve noksanlar tamamlanırdı. Yeniçeriler, devlet merkezinde bulunurlarken tüfenk taşımaları yasak olduğundan, bunların talim zamanlarında kullanacakları tüfenkleri, Cebecibaşı verir ve işleri bitince yine geri alırdı.

Kalelere silah ve cephane gönderilmesi, oradaki cephanenin muhafazası, Cebeci Ocağı tarafından gönderilmiş olan Cebecilere aitti. Bu kalelerdeki silah, cephane ve barut gibi harp levazımının muayeneleri ve işe yarayıp yaramayacağının tetkiki, Cebecibaşı tarafından yapılırdı. Kalelerde hizmet eden Cebeciler de, Yeniçeriler gibi üç sene müddetle kale hizmetinde bulunurlar ve sonra merkeze getirilip, yerlerine başkaları gönderilirdi. Bu cebecilerin başlarında, zabitleri bulunurdu.

Savaş zamanında, yeniçerilere ait harp levazımatı, Cebeciler vasıtasıyla katır ve develerle nakledilir ve harp mıntıkasına girildikten sonra, kendilerine dağıtılırdı. Ordu, savaş meydanında yerini aldığı zaman, Cebeciler, kanun üzere, ordunun merkez cephesinin gerisinde bulunurlardı.

Cebecilerin sayıları, devirlere göre artıp, eksilme göstermiştir. Kanunî devrinde sayıları 700 iken, 1570 yılında 4000, Eğri seferinde 3000, Dördüncü Murad devrinde 7000-8000 olmuş, 1702 yılında ise 2500’e kadar indirilmiştir.

1826 yılında, İkinci Mahmud Han, yeniçerilerle birlikte artan itaatsizlikleri dolayısıyla, Cebeci Ocağını da kaldırdı.

Daha sonra, modern bir anlayışla Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun tesisiyle birlikte, 1054 neferden meydana gelen yeni bir Cebehâne sınıfı kuruldu. Sağ ve sol kol olarak tertip edilen ve birer Bölükbaşının kumandanlığı altında idare olunan bu yeni teşkilat, 1860’a kadar, varlığını korumuştur.

Cemiyetler
On dördüncü yüzyılın ikinci yarısından itibâren güçlenen ve teşkilâtlanmaya devam eden Osmanlı Devleti, devlete karşı güç meydana getirebilecek insan topluluklarını belli gâyeler etrafında toplayarak, çeşitli cemiyetler kurdu. İsmi cemiyet olmasa da bir esnaf birliği olan Ahîlik Teşkilâtı, bunlardan ilki olarak düşünülebilir. Aynı gâye etrafında bir araya gelen insanlarla devlet arasında anlaşmayı sağlayan kethüdâlar, devlet tarafından; kethüdâdan sonra gelen yiğitbaşı ise, esnaf veya cemiyet üyeleri tarafından seçildi. Cemiyet üyelerinin dilekleri yiğitbaşı tarafından kethüdâya, kethüdâ aracılığı ile de saraya iletiliyordu. Kuruluşyükseliş devirlerinde, devlet ile cemiyetlerin münasebetleri, gayet sağlıklı bir şekilde yürüdü. İslâmiyet'in birlik ve dayanışmayı emretmesi sebebiyle çeşitli unsurların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı Osmanlı Devletinin, Hıristiyan Avrupa ile kültürel münasebetlerin başlatıldığı 17 ve 18. yüzyıllarda, Avrupa’da meydana gelen bazı değişiklikler Osmanlı Devletine de tesir etmeye başladı.

Fransız ihtilâlinin sancılarının çekildiği dönemde Avrupa’da birçok cemiyet ortaya çıktı. Hızlı olarak kurulup gelişen mason cemiyetleri, toplumun geniş kitlelerini etkilemeye başladı. Bulunduğu çağda medeniyetin zirvesine ulaşmış olan Osmanlı Devletini yıkmaya çalışan masonlar ile birlikte hareket eden diğer azınlıklar ve yerli ihanet şebekeleri, Osmanlı ülkesinde de çeşitli adlarla cemiyetler kurmaya başladılar. Daha çok devlete karşı kitlelerin haklarını savunmak maksadı görünümüyle kurulan bu cemiyetler, toplumda nifak tohumları ekmeye başladı. Avrupa’ya tahsil için gönderilen bazı kimseler de bu cemiyetlere üye olarak veya aynı gâye ile yeni cemiyetler kurarak Osmanlı Devleti aleyhinde çalışmaya başladılar. Osmanlı Devletini güçlendiren Yeniçeri Ocağı'nın mânevî güç kaynağı olan ve büyük velî Hâcı Bektaş-ı Velî tarafından kurulan Bektâşîlik tarîkatı, bu çeşit bozuk fikirli kimseler tarafından ele geçirildi. Hurûfî denilen kimseler, Bektâşî tarîkatının asıl temizliğini bozdular. Nihâyet Avrupa’daki mason cemiyetleriyle irtibatlı olan, İslâmiyet'in emirlerine ters fikirler ileri süren sahte Bektâşîler, yeniçeri üzerinde etkili oldular. Masonluğa paralel olarak 18. yüzyılın sonlarında, sapık Bektâşîlik de büyük bir gelişme gösterdi. İkide bir başkaldıran ve halkın huzurunu bozan Yeniçeri Ocağı, 19. yüzyılın ilk yarısında kaldırılınca, Bektâşî tekkeleri de kapatıldı. Bu arada mevcut ilmî gelişmeleri takip etmek gâyesiyle cemiyetler kuruldu. On dokuzuncu yüzyılın başında İsmâil Ferrûh Efendinin başkanlığında kurulan ve 1826’da İkinci Mahmud Han tarafından Yeniçeri Ocağı ve Bektâşî tekkeleriyle birlikte kapatılan Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi bunlardandır. Sultan İkinci Mahmud Hanın vefatından sonra yeniden ortaya çıkan Bektâşîlik, Avrupa’daki mason cemiyetleriyle işbirliği yaptı. Avrupa’ya tahsil için giderek Avrupâî fikirlerin tesirinde kalan ve aydın geçinen kimseler tarafından gizlice kurulan çeşitli cemiyetler de, yaptıkları çalışmalarla Osmanlı Devletinin, padişahın ve Bâbıâlî hükümetlerinin aleyhinde bulundular.

Bu arada tarîkat veya esnaf cemiyeti türünde olmayan, değişik adlarda dernekler de kuruldu. Münif Paşa'nın önderliğinde Avrupa’da tahsil görmüş sözde aydın bir kısım kimseler tarafından, İngiltere’deki Royal Society ile 1859’da İskenderiye’de açılan Mısır Enstitüsünü örnek alarak kurulan ve 1882 yılında zararlı yayınlarından dolayı kapatılan Mecmûa-i Fünûn dergisini yayınlayan Cemiyet-i İlmiye-i Osmânîye, bu derneklerin başında yer alır. Ayrıca daha çok üyelerin ödediği âidâtlarla yaşayan, batıda benzerlerine rastlanan, ana maksatları siyâsî olan cemiyetler kuruldu. Bunların çoğu, Osmanlı Devletini parçalamak için gayrimüslim ve Türk olmayan kimseler tarafından kurulan gizli siyâsî cemiyetlerdi.

1865’te İstanbul’da Belgrad Ormanlarında gizlice yapılan bir toplantı, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin ilk kuruluş teşebbüsü sayılabilir. Bu teşebbüsün Bâbıâli hükümetince öğrenilmesi üzerine, cemiyetin başında bulunanlar Avrupa’ya kaçtılar ve İtalyan Carbonari (Karbonari) Teşkilâtını model alarak 1868’de Pâris’te Yeni Osmanlılar Cemiyetini kurdular.

Önce Eyüp Medresesinde gizlice toplanan ve Fransızca olan tıp terimlerinin Türkçeleştirilmesi (Osmanlılaştırılması) için 1865’te kurulan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmâniye, yarı resmî özellikte olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniye, Dârüşşafaka kurumunu meydana getiren Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiye cemiyetleri izinle kurulmuşlardı. Böylece Tanzimat döneminde, cemiyet kurmakla ilgili kanunî düzenleme olmasa bile örfî olarak izne bağlanmış oluyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın padişah olmasından sonra îlân edilen Meşrûtiyet'in ilk zamanlarında, cemiyet kurma alışkanlığı yavaş yavaş yerleşmeye başladı. 1876’da yürürlüğe giren Kanun-u Esasî'de de cemiyetler için bir kânûnî düzenleme getirilmedi. Bu durum cemiyetlere karşı îtimâdı sarsıyordu.

Resmî vazifeli kurullar, cemiyet adıyla adlandırılabildiği gibi (meselâ Mecelle Cemiyeti), bazen de genel kurul karşılığında cemiyet terimi kullanıldı. Cemiyet kelimesinin cezâ hukûkuna göre yasaklık arz etmesi sebebiyle, Encümen-i Dâniş ve Encümen terimlerinin kullanıldığı da oldu. Bu dönemde cemiyet adıyla kurulan kuruluşların sayısı da sınırlıydı. Cemiyet-i Tedrîsiyye-i Hayriye ve Dârüşşafaka cemiyetine benzer bir cemiyet de bunlardandı. Hayırlı işler için hükümetten izin alınarak kurulan bu cemiyetlerin yanında, dış destekli gizli ve siyâsî cemiyetler eskisinden daha çok ve güçlü olarak kuruldu. İstanbul’da Mercan Lisesi öğrencileri tarafından 1904 yılında kurulan Cemiyet-i İnkılâbiye bunlardandır. Bu cemiyet, 1876 Kânûn-i Esâsîsini yeniden yürürlüğe koymak için hücreler biçiminde teşkilâtlanarak, Avrupa’daki Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) ile irtibat kurup, gönderdikleri yayınları gizlice dağıtıyordu.

Bu siyâsî cemiyetlerden olan, İtalyan Carbonari Teşkilâtını ve masonluk teşkilâtlarını örnek olarak alan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde şûbeler açtı. Bâbıâli Baskını olarak bilinen bir darbeyle, idâreye hâkim olduğu 1913 yılına kadar cemiyet olarak varlığını sürdüren İttihat ve Terakki, bu târihten îtibâren meclis grubuna fırka, yâni parti olarak girdi. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra meydana gelen serbestlik havasından istifâde eden pek çok gayrimüslim ve Türk olmayan unsurlarla, Türk olup da Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyet gösteren kimseler tarafından kurulan cemiyetlerle birlikte, bâzı hayır cemiyetleri de kuruldu. 29 Temmuz 1908’de kurulan Osmanlı Uhuvvet Cemiyeti, 8 Ağustos 1908’de kurulan Osmanlı Hukuk Cemiyeti, Osmanlı Mühendis ve Mîmârları Cemiyeti, Arap asıllı Osmanlıların kurduğu Uhuvvet-i Arabiyye-i Osmâniye Cemiyeti, Fedâkarân-ı Millet Cemiyeti, Arnavud Başkım Kulübü, Cemiyet-i Milliye-i Nâciye, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti bu dönemde kurulan cemiyetlerden bâzılarıdır.

Kurulan bu cemiyetlerden çoğu siyâsî ve yıkıcı maksatlıydı. Böylece siyâset, ordu ve okullara kadar yayıldı. İlk günlerde cemiyetlerin kuruluşuna karşı çıkamayan İttihat ve Terakki tarafından, 3 Ağustos 1909’da Cemiyetler Kânûnu çıkarıldı. O zamâna kadar örf ile kurulmasına izin verilen cemiyetler, kânunla kurulabilecekti. 8 Ağustos 1909’da, 1876 Anayasası’na eklenen 120. maddeyle Osmanlıların, hakk-ı içtimâ’a mâlik oldukları belirtildi. Bu düzenlemeye göre bölücü ve ahlâka aykırı cemiyet kurulması yasaklanıyordu. Yine bu düzenlemeye göre cemiyet kurmak için izin almaya gerek görülmüyor, fakat kurulduktan sonra hükümete bildirilmesi emrediliyordu. Bu cemiyetlere üye olabilmek için 21 yaşında olmak gerekiyordu, yıllık âidat miktarı ise yirmi dört altını geçmiyordu. 1901 Fransız Cemiyetler Kânunu örnek alınarak hazırlanan bu kânuna göre, cemiyetlerin gayrimenkul mal edinebilme hakları sınırlı tutuluyordu. Bu konuda yabancı derneklerle ilgili herhangi bir hüküm yer almıyordu. Kapitülasyonlar ve mason teşkilâtlarının, İttihat ve Terakki karşısındaki özel durumları nazarı îtibâra alındığı için, böyle bir düzenlemeye gerek duyulmamıştı.

Gizli ve bölücü maksatlar taşıyan kimseler, 1909 kânununa uygun bir gâyeyi perde edinerek teşkilâtlandılar. Cemiyetler Kânunundan altı ay kadar sonra çıkarılan esnaf cemiyetleri hakkında tâlimâtla, kendine has bâzı geleneklere göre idâre edilen esnaf teşkilâtları, İttihat ve Terakkinin vesâyeti altına alınmaya çalışıldı. Verilen tâlimâta göre eskiden beri devâm eden esnâf kethüdâlıkları kaldırılıyor, her esnafın ayrı bir cemiyet kurabileceği hükme bağlanıyordu. Şehremâneti (belediye) denetiminde olan ve cemiyet adıyla anılan bu cemiyetler bugünkü odaların bir benzeriydi.

Bu dönemde, Donanma-i Osmânî, Muâvenet-i Milliye Cemiyeti gibi devletin ön ayak olması ile bâzı özel yapıda dernekler de kuruldu. 1912’de memur, müstahdem ve öğretmenlerin, fırka ve siyâsî cemiyetlere girmesini yasaklayan bir irâde yayınlandı. Bu özel durumlardaki cemiyetlerden birisi de pâdişâhın himâyesinde ve velîahtın fahrî başkanlığında kurulan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti idi. İttihat ve Terakki bu özel kuruluşlu cemiyetler üzerinde de bir tür vesâyet kurmak istedi.

1914’te özel bir cemiyet türü olarak Osmanlı Güç Cemiyetleri kuruldu. Resmî mektep ve medreseler ile sâir resmî müesseselerde mecbûrî olarak güç dernekleri kurulur hükmüne uyarak izcilik cemiyetlerinin, Osmanlı Güç derneklerinin hazırlık şubesini meydana getirmeleri öngörüldü. 1916’da Genç Dernekleri hakkında Kânûn-i Muvakkat çıkarılarak Güç Dernekleri Nizamnâmesi ilgâ edildi. Güç Dernekleri yerine Genç Dernekleri kuruldu. Harbiye Nezareti'nin emir ve müsaadesine bağlı olan bu dernekler, Gürbüz Derneği ve Dinç Derneği olmak üzere iki kısma ayrıldı. 12-17 yaşındaki gençler Gürbüz Derneğine; daha yukarı yaştakiler, Dinç Derneğine üye oldu. Derneklere girmek ve tâlimlere katılmak mecbûrî olup, bu mecbûriyet silâh altına alınıncaya kadar sürüyordu. Bunlar, daha çok cemiyet olmaktan ziyâde, Birinci Dünya Savaşı şartları içinde cephelere asker yetiştirebilme gâyesini taşıyordu.

1919’da Birinci Dünya Savaşı yenilgisi şartları içinde Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti’nin Harbiye Nezâretine ve Donanma-i Osmânî Cemiyetinin Bahriye Nezâretine katılmasına dâir bir hükümet karârı çıkarılarak, Damad Ferit Paşa'nın sadrazamlığı sırasında bu cemiyetler de feshedilip mallarının Hazîne-i Mâliyeye devredilmesi kararlaştırıldı.

Bu dönemin sonlarında kurulan önemli bir cemiyet de mason teşkilâtının ön ayak olmasıyla tesis edilen Himâye-i Etfâl Cemiyetidir. Mütâreke döneminde Anadolu ile irtibâtı kalmayan ve kapanan bu cemiyet, 30 Haziran 1921’de Ankara’da yeniden kurulmuştur.

Mütâreke döneminde bölücü ve yabancılara yaranma gâyesiyle kurulan çeşitli cemiyetler yanında, Anadolu’daki Millî Mücâdele hareketine yardımcı olmak gâyesiyle de cemiyetler kuruldu. 1919’da bu millî dernekleri birleştirme gâyesiyle kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti 1923 yılında siyâsî partiye dönüşerek Cumhuriyet Halk Partisinin temelini meydana getirdi. 1909 senesinde çıkarılan Cemiyetler Kânunu, 28 Haziran 1938 târihli Cemiyetler Kânununun yayınına kadar yürürlükte kaldı.

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri çeşitli gâyelerle kurulan ve çeşitli adlarla faaliyet gösteren cemiyetler, daha çok 19 ve 20. yüzyılda toplum ve devlet hayatı üzerinde etkili oldular.

19. yüzyılın ilk yarısından itibâren Osmanlı ülkesinde faaliyet göstermeye başlayan masonlar çeşitli yerlerde localar açarak faaliyetlerini yaygınlaştırdılar. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında ise sıkı tâkibâta uğradılar. Fakat bunlar daha çok yabancı uyruklu kimseler olup, ticârî alanda pay kapma ve kapitülasyonları kendi menfâatlerine kullanma çalışmaları yaptılar. Hürriyetçi ve Meşrûtiyetçi akımların savunucusu iddiâsıyla ortaya çıkan Tanzimât ricâlinin çoğu mason oldu. Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrûtiyetin ileri gelenleri, siyâsî eğilimlerini localarda geliştirdiler. Mason locaları, çeşitli siyâsî cemiyetlerin fikrî ve hareket programlarına modellik ettiler. İstanbul’daki ilk localar, İngilizlerle irtibatlı kuruldu. Fransız bağlantısında ise, ikisi Abdülmecid Han zamânında, ikisi de Abdülaziz Han zamânında olmak üzere 1908’e kadar dört loca kuruldu. Dördü de Pâris’teki Grand Orient (Maşrık-ı Âzam/Yüce Doğu) merkez locasına bağlıydılar. Bu devirden sonra üyeleri arasına Türk ve Müslüman kimseleri de alan localar, bu üyeleri vâsıtasıyla Sultan İkinci Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek için çeşitli plânlar uyguladılar. İstanbul’dan başka Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinde de localar açıldı. Rumeli’de açılan locaların büyük bir bölümü Selânik’te bulunuyordu. Bu localardan, İtalyan bağlantılı Makedonya-Risorta ve Fransız bağlantısındaki Veritas locaları, Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin beşiği oldular.

İkinci Meşrûtiyetin îlânı, masonluk hareketine yeni bir hız getirdi. Locaların sayısı arttı. 1909 yılında Maşrık-i Âzam-ı Osmânî locası kuruldu. Bu locaya, eski masonlardan Talat Bey (Paşa), Mehmed Ali (Baba) Bey, Süleymân Fâik Paşa ve Câvit Bey üstâd-ı âzam (yüce üstat) seçildiler.

Umûmiyetle 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başında cemiyet adıyla kurulan cemiyetlerden bâzıları şu şekilde kısımlara ayrıldılar:

A- Osmanlıcılık gâyesiyle kurulan sosyal ve siyâsî cemiyetler:

1) Meşrûtiyet-i Osmâniye Kulübü: (1908). Kurulan muhtelif cemiyetlerdendir. 2) Nesl-i Cedîd Kulübü (1908). 3) Kürt Dernekleri.

B- Türk milliyetçiliğine bağlı olarak kurulan cemiyetler: 1908’den sonra yayılan ve siyâsî hayatta etkili olan Türkçü-Milliyetçi fikirler, faaliyetlerini çeşitli cemiyetler vâsıtasıyla sürdürdüler.

1) Türk Derneği (1908). 2) Türk Yurdu Cemiyeti (1911). 3) Teâvün-i İctimâî Cemiyeti (1911). 4) Türk Ocağı (1912). 5) İstihlâk-i Millî Cemiyeti (1912). 6) Millî Türk Cemiyeti (1914).

C- Paramiliter cemiyetler:

1) Müdâfâa-i Milliye Cemiyeti (1914). 2) Türk Gücü Cemiyeti (1913). 3) Osmanlı Güç Dernekleri (1914). 4) Genç Dernekleri (1916).

D- Kültürel cemiyetler:

Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti (1916).

E- Matbûât cemiyetleri:

Meşrûtiyet döneminde çeşitli matbûât cemiyetleri de kuruldu:

1) Cemiyet-i Matbûât-i Osmâniye (1908). 2) Osmanlı Matbûât Cemiyeti (1917).

F- Esnaf cemiyetleri:

İttihat ve Terakki'nin himâyesi altında 1913 yılından îtibâren esnafın teşkilâtlanmasına yönelik bâzı cemiyetler de kuruldu. Bu cemiyetlerin kurucuları ve isimleri hakkında fazla bilgi mevcut değildir. Zirâat, Debbağ (Dericiler), Bahçıvanlar, Yapıcılar esnafı cemiyetleri bunlardan bâzılarıdır.

G- Osmanlı ülkesinde kurulan ayrılıkçı cemiyetler:

Osmanlı Devletini parçalamak gâyesiyle daha önce gizli olarak kurulmuş olan cemiyetlerin bir çoğu Tanzimâtın îlânından sonra açığa çıktı. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak gâyesini dolaylı olarak açığa koyan Hıristiyan Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa vb.) ve çarlık Rusya’sı, Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altındaki gayrimüslim ve Türk olmayan unsurları kışkırttılar. Ortaya çıkardıkları kavmiyetçi akımları desteklediler. Osmanlı Devletini yıkmak ve Sultan İkinci Abdülhamid Hanı devirmek için kurulan Jön Türkler de kavmiyetçilik akımını savunarak, bu hareketleri tahrik ettiler.

Balkanlarda yaşayan; Arnavut, Yunan, Bulgar, Sırp, Rumen ve diğer kavimler, bağımsız devletler kurmak maksadıyla Osmanlı Devletine karşı harekete geçtiler. Hıristiyan Avrupa devletleri ve Çarlık Rusyası’nın teşvik ve desteğiyle çeşitli ayrılıkçı cemiyetler kuruldu.

1. Yunanlılar ve Rumlar tarafından kurulan cemiyetler: İlk Yunan cemiyeti olan Etniki Eterya, 1814’te Ksantos tarafından kurulduysa da asıl idârecisi Çar’ın yâverlerinden Kondt Kapadistriya idi. Kilisenin, fikir adamlarının ve şâirlerin çalışmalarıyla kısa zamanda teşkîlâtlanan bu cemiyet, Helenizmin tek temsilcisi sayıldı. İlk zamanlar gizli çalışan cemiyet, sonradan resmen yardımlaşma kuruluşu hüviyetinde ortaya çıktı. Bu cemiyetin en büyük destekçisi, İstanbul’da Fener Patrikhânesi idi. Helenist ideoloji, Enosis terimleriyle sembolleştirildi. Osmanlı ülkesindeki Akdeniz ve Karadeniz Rumlarını Yunanistan’a katarak Büyük Yunanistan’ı kurmak ve İstanbul (Konstantinopolis)u da içine alan megola idea (megali idea) denilen gâyesini tahakkuk ettirmek için tek yetkili organ Etniki Eterya Cemiyeti kabul edildi. 1876’da îlân edilen Birinci ve 1908’de ilân edilen İkinci Meşrûtiyetten sonra toplanan Osmanlı Meclis-i Mebûsânında yirmiye yakın Rum üye de Etniki Eteryanın fikir savunuculuğunu yaptı. 1909 yılında Yunan ordusunu temsilen kurulan askerî birlik, bir çok faaliyetlerde bulundu.

İkinci Meşrûtiyetten sonra Yunanlılar ve Rumlar, başka cemiyetler de kurarak gâyelerine ulaşmaya çalıştılar. 1908’de Rum Meşrûtiyet Kulüpleri adlı cemiyetler kurdular. Bu arada bir ihtilâl cemiyeti hâline gelen Etniki Eterya, çeşitli şiddet ve terör hareketlerine girişti. Müslüman Türklere çeşitli zulüm ve işkenceler yaptı. 1909 yılında Edirne-Uzunköprü’de Adelfia adlı bir ihtilâl cemiyeti de kuruldu. Rum Uhuvvet-i İlimperverâne Agâyî, Rum Uhuvvet-i İlimperverâne İrinî, Rum Maârifperver cemiyetleri de bu dönemde kuruldu.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 

Cemiyetler devam....

2. Bulgar ve Makedonya cemiyetleri: Bulgarlar ve Makedonyalılar da Osmanlı Devletine karşı çeşitli komite ve çeteler kurdular. Makedonya-Edirne İhtilâlci İç Cemiyeti (V.M.R.O.) bu komitelerin en önemlisidir. 1903 yılındaki İllinden İsyânını plânlayan ve mahallî şûbeleri ile geniş bir teşkilâta sâhib olan bu cemiyet, daha çok plânlayıcı mâhiyettedir. Bu komitenin yaptığı plânları uygulayan 10-15 kişilik çeteler; sûikast, bombalama, sabotajlar yaparak Müslüman-Türklere çok zulmettiler. Bu çetelerin önemlilerinden birisi Sandanski çetesidir.

Berlin Antlaşması ile Sırp, Karadağ ve Romenlerin bağımsızlığı tanınmıştı. Bulgar, Arnavut ve Makedonyalılar ise, Osmanlı ülkesi içindeki yerlerini koruduklarından, 1878’den sonra komitacılık ve çeteciliğe devâm ettiler. Makedonyalılar, 1893’de Selânik’te Bulgarca, Viteşna Makedonska-i Odrinska Revolütsionna Organizatsiya kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen, V.M.R.O. Cemiyetini kurdular. Gizli bir cemiyet olan bu teşkilât, bağımsız bir Makedonya kurmak için çalıştı. Bu cemiyet Makedonya’yı; Selanik, Manastır, Serez, Drama, Usturumca, Melnik ve Edirne olmak üzere sekiz ihtilâl sancağına, her sancağı da ikişer kazâyı ayırdı. Her sancak ve kazâda mahallî birer komite kurdu. Ayrıca her sancakta maddî durumu, kongreye delege seçimini, esirleri, Osmanlı memurlarını gözetlemek ve denetlemekle vazifeli üçer kişilik denetim kurulları vazifelendirildi. 1898’de başlayan çete savaşı, 1902 yılı boyunca 1903 Ağustosuna kadar, Selânik Olaylarına ek olarak da seksen altı çete savaşı yapıldı. Makedonya, terör hareketleriyle tamâmen sarsıldı. 2 Ağustos 1903 günü Kruçevo Cumhûriyeti îlân edildi. On iki gün süren ve İllinden Olayı olarak bilinen isyân hareketi, Osmanlı ordusu tarafından bastırıldı.

1878’de kurulan Bulgaristan Prensliği de çeşitli komiteler kurarak, Osmanlı Devleti hâkimiyetinden kurtulmaya çalıştı. Hemen her köyde bir çete teşkil edildi. Papazlar, subaylar, özellikle öğretmenler her yerde bir ihtilâlci odak kurmaya çalıştılar. Ya istiklâl ya ölüm sloganıyla ortaya çıkan Bulgar komite ve çeteleri, yerli halkı teşkilâtlandırdıkları gibi, Batı kamuoyunu da yanlarına aldılar. Sofya’daki merkeze sıkı ve disiplinli bir şekilde bağlı olan komite ve çeteler, kendilerine katılmayan ve Müslüman-Türk olan kimselere çok zulmettiler.

1908’den îtibâren Bulgar meşrûtiyet kulüpleri kuruldu. Aynı yıl kulüpler kongresi Selânik’te toplandı ve hepsi de federatif bir yapı içinde düzenlendi. Yaygın bir şekilde teşkilâtlanan bu kulüplerden, İstanbul’da da Derseâdet Bulgar Meşrûtiyet Kulübü kuruldu. Tamâmen bölücü ve ihtilâlci bir teşkilât olan Bulgar Meşrûtiyet Kulüpleri, aynı yıl içinde kurulan Bulgar Demokratik Kulüpleriyle birleşerek Federalist Bulgar Fırkasını meydana getirdiler. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra açılan Osmanlı Mebûsân Meclisinde bulunan Bulgar asıllı veya diğer Balkan kavimlerinden olan mebûslar da bu cemiyetlerin çalışmalarını desteklediler. 1908-1913 yılları arasında çetecilik faaliyetleri çok yaygınlaştı ve kânunla bile önlenemedi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı çalışan Pâris Jön Türkleri (Ahmed Rızâ Bey grubu), Rumeli’de şûbeler açarak Bulgarların teşkilâtçılığını övüp desteklediler. Daha sonra İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden olan Niyâzi ve Enver beyler de Makedonyalılar gibi çete faaliyetine gireşerek Sultan Abdülhamîd Hana karşı çıktılar. Teşkilâtlarını, Balkan Bulgar çetelerini örnek alarak kurdular.

3. Arnavutların kurduğu cemiyetler: Osmanlı Devletinden en son kopan ve bağımsızlığına en geç ulaşan Arnavutluk’ta, 1908’den sonra isyân hareketleri başgösterdi. Arnavutlar, ikinci Jön Türk hareketine içten katkıda bulundukları gibi; kendi bünyelerinde de teşkilâtlandılar.

Geniş çaplı ilk isyân, 1910 yılı Nisanında başladı ve Malisörler tarafından bir yıl sonra yeniden alevlendirildi. İttihat ve Terakki iktidârınca gönderilen askerler ayaklanmayı şiddetle bastırma yoluna gitti. İttihatçılar tarafından yerli halka karşı zulüm ve işkence yapıldı. Bu uygulama, Arnavutluk meselesini daha da kızıştırdı. Pâdişâh Sultan Reşâd, bu hareketleri iyilikle bastırmak istediyse de netîce alınamadı. Osmanlı ordusu içindeki parçalanmalar ve İttihatçıların kötü uygulamaları ile ortaya çıkan iç karışıklıklar yüzünden Said Paşa kabînesi dağıldı. İttihat ve Terakki iktidârdan uzaklaştı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, Arnavutların isteklerini kabul ederek umûmî af îlân etti. Tam bu sırada Balkan Savaşı patlak verdi.

Arnavut cemiyetlerinin içinde en tanınmışı, 1908’de veya daha önce kurulduğu kabul edilen Başkim Cemiyetidir. Arnavutluk’taki isyânları tertipleyen ve teşvik eden bu cemiyetti. Cemiyetin yanında çeteler ve gizli ihtilâl cemiyetleri de kuruldu. Balkan Savaşı, Arnavutluk meselesiye ilgili çözüme giden yolu kapadı. Mütâreke döneminde de bâzı küçük ve etkisiz cemiyetler kuran Arnavutlar, konuyu yeniden ele almaya çalıştılar.

4. Sırp cemiyetleri: Makedonya meselesiyle ilgili olarak Sırpların da önemli bir yeri olmuştu. Balkan Yarımadasında ihtilâlci kaynaşmalara Yunanlılardan önce başlayan Sırplar, çeteler kurarak Osmanlı Devletine ve Müslüman-Türklere karşı çeşitli hareketlerde bulundular. 1878’den beri teşkilâtlanan Sırplar, 1908 ve 1909 yıllarında kendi azınlık haklarını korumak için millî teşkilâtlarını kurdular.

5. Mûsevîlerin kurduğu cemiyetler: Osmanlı Devletinde yaşayan Yahûdîler, 19. yüzyılda kurulan beynelmilel siyonizmin teşkilâtlanması doğrultusunda cemiyetler kurdular. Bunlar arasında Evrensel İsrâil Birliği Yahûdî teşkilâtı, Alman Yahûdîleri Kurtuluş Birliği gelmektedir.

6. Ermeni cemiyetleri: Osmanlı Devletinin parçalanması ve yıkılması için çalışan Ermeniler de çeşitli komite ve cemiyetler kurdular. Birçok Avrupa devletleriyle Rusya’nın teşviki Osmanlı Devletine karşı çıkan Ermenilerde, Erivan’dan Akdeniz’e kadar uzanacak bir Ermeni Devleti kurmak fikrini ortaya çıkardı. Bunun için çeşitli komiteler ve çeteler kurarak kanlı terör ve tedhiş hareketlerine giriştiler. Pekçok Müslüman-Türkü şehîd ettiler. Bulgarlar ve Yunanlılarda olduğu gibi “Türk (Osmanlı) zulmü”, “Ermeni soykırımı” gibi slogaları kullanarak mazlum bir unsur gibi görünmeye çalıştılar. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu nâzik durumu fırsat bilerek, Rusya ile İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle dünyâ kamuoyunu ters yönde etkilemeye çalıştılar. Kurdukları tedhiş komitelerinin en büyükleri; Armenaganlar, Hınçak ve Taşnaksütyun’dur.

a) Armenaganlar Komitesi: 1882’de Van’da Mıgırdıç Portakalyan ekibi tarafından kuruldu. İhtilâlci ve saldırgan bir ideolojiye sâhib olan bu komite, memleket içinde ve dışında teşkilâtlandı. Van yöresinde hareketli olan komitenin yurt dışında yayınlanan Armenia adlı bir gazetesi de vardı.

b) Hınçakyan Komitesi: 1887’de, Fransa’da tahsil yapan üniversiteli gençler tarafından Cenevre’de kuruldu. Kurucularının hepsi Rus Ermenisi olan komitenin temel ideolojisi, Marksizmdi. 1890’da Hınçakyan İhtilâl Partisi adını aldı. İlk başta, İstanbul komite merkezi olarak kabul edildiyse de, sonradan Londra’ya taşındı. Osmanlı ülkesi içinde gizlice ve geniş bir şekilde teşkilâtlanan komite, Rus konsolosluklarından büyük destek gördü. 1890’da Ezurum İsyânı, 1892-1893’te Merzifon-Yozgat-Kayseri olayları, 1895’te Birinci Sason olayları, 1895’te Bâbıâli gösterileri, 1895’te Zeytun İsyânı bu komite tarafından tertiplendi. Çeşitli eğilim ve görüşte olan Ermenileri bünyesinde barındıran komite, 1896 Londra Kongresinde çıkan tartışmalar sonucu parçalandı. Ayrılan bir grup, Reforme Hınçak Partisini kurdu. Bu dönemlerde Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın idâresine karşı çıkan Jön Türklerle de işbirliği yapan Hınçakyan Komitesi, tertiplediği olaylarda pekçok Müslüman-Türkü katletti.

c) Taşnaksütyun Komitesi: Rusya (Kafkasya) Ermenilerini bir arada ve federasyon hâlinde toplamak için 1890 yılında Tiflis’te kurulan bu komitenin temel gâyesi, Hınçakyan Komitesini ikinci plâna atmaktı. Sosyalist olan veya olmayan Ermenilerden meydana gelen bu komite, kısa zamanda parçalandı. Sosyalist olmayanlar ayrılarak iki yeni komite kurdular. 1892’de toparlanmaya çalışan Taşnaklar, Rus ihtilâlci teşkilâtı Narotnovels’i taklid ederek tamâmen sosyalist bir program hazırladılar. Osmanlı, İran ve Rusya içinde teşkilâtlandılar. Merkez olarak Tiflis seçildi. Tebriz’de bir silâh fabrikası kurularak çetelere silâh dağıtıldı. Ermeni olmayan kimseleri de üyeliğe kabul eden komite, Kürtler arasında propagandaya girişti. Kürt çeteleri, Makedonya komiteleri, Bulgar santralistleri ve Pâris’teki Jön Türklerle anlaşmalar yaptı. Bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd Han idâresine karşı Van İsyanını çıkardılar ve 1896’da Osmanlı Bankasına saldırı, 1904’te İkinci Sason İsyânı, 1905’te Yıldız’da bomba suikastı gibi hâdiseleri tertiplediler.

Ermeniler bu üç komite hâricinde başka komiteler de kurdular. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra da faâliyetlerine devâm eden Ermeniler, Rusya ve İngiltere tarafından desteklenerek Osmanlı ülkesi içinde bağımsız bir Ermeni Devletinin kurulmasına çalıştılar. İttihat ve Terakki ile anlaşarak, Meşrûtiyet-i Osmâniye Ermeni Cemiyetini kurdular. 31 Mart Vak’asından sonra çıkan ve Adana Vak’ası diye anılan hâdise, Ermenilerin en önemli baş kaldırmalarıdır. 1908’den sonraki Osmanlı meclislerinde de yer alan Ermeniler, hükûmetlerde nâzır (bakan) olarak vazife yaptılar. Bu dönemdeki Ermeniler hem İttihatçı hem de Taşnak veya Hınçak komitesi mensubuydular. Ayrıca Îtilâf Fırkası içinde de yer aldılar. 1914 yılı başından îtibâren terör hareketlerini arttıran Ermeni komitelerine karşı bâzı tedbirler alındı. Birinci Dünyâ Savaşında Rusların, Doğu Anadolu’yu işgâl etmeleri için, Türk birliklerinin gerisine sarkan Ermeni komiteleri sabotaj ve isyân hareketlerini çıkarttılar. Pekçok Müslüman-Türkü acımasızca katlettiler. Birinci Dünyâ Savaşının Osmanlı Devletinin mağlûbiyetiyle son bulması üzerine, Ermeni-ittihatçı diyaloğu çok şiddetli bir intikam hareketine dönüştü. Ermeniler ülke dışına çıkan Talat ve Cemâl paşalarla, Bahaddin Şâkir ve Cemâl Azmi beyleri öldürmekle devâm ettiler.

7. Arap cemiyetleri: Osmanlı Devletinin parçalanması ve yıkılması için asırlardır gayret sarf eden en büyük İslâm düşmanı olan İngilizler, Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. Osmanlı Devletine karşı çıkan ve milliyetçilik iddiâsında bulunan Araplar da kendi gâyelerini tahakkuk ettirebilmek için çeşitli cemiyetler kurdular.

Bu cemiyetlerin bâzıları gizli, bâzıları mahallî cemiyetlerdir. Kurucularının çoğu da Osmanlı parlamentosunda üye veya Osmanlı ordusundan kaçan Arap asıllı subaylardı. Âyân âzâsı Abdülhamîd Zohrâvî, Şefik el-Müeyyed, Rızâ es-Sulh, Tâlib en-Nakîb, Şükrü el-Aselî, Rûbî el-Hâlidî gibi mebûslar, Binbaşı Azîz el-Mısrî gibileri bu cemiyetlerin kurucularındandır. Bu kimselerden bir kısmı Birinci Dünyâ Harbi yıllarında ünlü İngiliz câsusu Lawrence ile işbirliği yaparak, Osmanlılar aleyhine çalıştılar. Bu cemiyetlerin İngilizlerin desteğiyle çalışmaları netîcesinde Osmanlı toprakları parçalandı.

Böylece Osmanlı târihinde önemli yer tutan cemiyetler, faydalıları bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devletinin parçalanmasında ve yıkılmasında büyük rol oynadılar.

Cerrahhâne-i Âmire
Osmanlı Devletinde, orduda vazîfelendirilmek üzere, cerrah yetiştiren müessese.

Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, Behced Efendinin hekimbaşılığı zamanında, 1832 yılında açıldı. İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki binanın alt katı Cerrahhâne'ye, üst katı ise yine aynı tarihte faaliyete başlayan Tıbhâne-i Âmire'ye ayrılmıştı. Öğrenim süresi üç yıl olan Cerrahhâne mektebinde, dönemin en ünlü hocaları ders veriyordu. Öğrenci sayısı artıp, bina ihtiyaca cevap veremeyince, okul, Topkapı Sarayı ek binalarından Hastalar Odası'na taşındı. Yatılı hâle getirilen okulda, öğrenim süresi beş yıla çıkarıldı. 1839’da Tıbhâne-i Âmire ile Cerrahhâne-i Âmire birleştirilerek, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne adını aldı. Talebeler, cerrah, tabip ve eczacı olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Ancak, daha sonraları cerrahinin bir ihtisas dalı olarak benimsenmesi üzerine, cerrahî sınıfında öğrenci kalmadı.

Cuma Dîvânı
Osmanlı Devletinde, Cuma günleri olmak üzere, sadrazamın başkanlığında kurulan dîvân. “Huzur Mürâfaası” da denir.

Fatih Kanunnamesi’ne göre, şer’î ve örfî davalara, padişahın mutlak vekili olan sadrazamın huzurunda bakılır ve bu tür davalar, bu dîvânda karara bağlanırdı.

Cuma günleri sabah namazından sonra, kazaskerler, “örf” denilen büyük kavuklarını giyerek veziriâzamın sarayına, yani Paşa Kapısına gelirler ve Dîvânhâne'de yerlerini alırlardı. Dîvânda, sadrazamın sağında Rumeli, solunda da Anadolu kazaskeri otururdu. Yine sadrazamın solunda, ayakta olarak, büyük tezkireci, çavuşbaşı, çavuşlar kâtibi ve diğer dîvân çavuşları ve bunların alt tarafında muhzır ağa ile bostancılar odabaşısı, kethüdâ yerleri, cebeci ve topcu çavuşları dururlardı. Diğer taraftan muhzır ağanın maiyeti olan muhafız yeniçeriler de, Dîvânhâne merdiveninin aşağısında yer alarak, verilecek emri beklerlerdi.

Dîvânda, davanın görülmesi, davacı ile davalının yüzleştirilmesi ve dinlenmesi biçiminde olurdu. Dava, tek celsede karara bağlanırdı. Bir müddet görüşmelerden sonra, kazaskerlere yemek verilirdi. Eğer dîvânda müşkül ve tetkike muhtaç dava olup, tehiri gerekmişse, yemekten sonra iyice gözden geçirilir ve sonra kazaskerler evlerine giderlerdi.

Cuma Dîvânı, Topkapı Sarayındaki Kubbealtı’nda, bazen de Arz Odası'nda toplanırdı. On sekizinci yüzyıldan sonra, Cuma dîvânlarına İstanbul kadısı da iştirak etmeye başlamıştır. Ancak, yine bu yüzyıldan itibaren sadrazamlar, işlerinin yoğunluğundan, genel olarak Cuma dîvânlarına katılamamışlardır. Bu itibarla, bu yüzyıldan sonra sadrazamın başkanlığında toplanan dîvânlara, “Huzûr Mürâfaası” denilmiştir.

Çarşamba Dîvânı
Osmanlı Devletinde her çarşamba günü İstanbul’un meselelerini görüşmek üzere sadrâzamın başkanlığında toplanan dîvân. Çarşamba Dîvânı’na İstanbul ve bilâd-ı selâse (üç belde: Eyüp, Galata, Üsküdar) kadıları katılırdı. Dîvân-ı Hümâyûn çavuşları ve tezkireciler de Dîvân’da vazîfeliydiler. Kâdıların Dîvânhâne’ye gelmelerinden sonra sadrâzam da selîmî kavuk ve erkân kürküyle Dîvânhâne’ye çıkardı. Bu sırada Mehterhâne’nin nevbet çalması âdettendi.

Çarşamba Dîvânı’nda İstanbul halkının değişik konulardaki şikâyetleri yanında, İstanbul’un iâşe, âsâyiş, temizlik, su, ulaşım ve yangın gibi meseleleri görüşülür ve karâra bağlanırdı. Alınan kararlar sadrâzamın mührüyle onaylandıktan sonra, ilgili yerlere havâle edilirdi. Çarşamba Dîvânı, 19. yüzyılın ortalarında Bâbıâlî’de yapılan reformlar sırasında kaldırılmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:01 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
D

Darphane (Darphâne-i Âmire)
Darphânenin tarihi eskilere dayanmaktadır. İlk darphânenin, basit usulde, M.Ö. 640-630’larda Lidyalılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Abbasîler devrinde, tâcir ve sarraflar, değerli madenleri halktan râyice göre satın alarak, darphânede para olarak bastırabiliyorlardı.

Osmanlı Devleti'nde ilk para baskısı, Osman Gâzi zamanında yapıldı. Selçuklular döneminde olduğu gibi, Osmanlı Türklerinin de birçok yerlerde, özellikle altın, gümüş ve bakır madenlerinin bulunduğu civarlarda darphâneleri bulunmaktaydı. 1453 yılında, İstanbul’un fethiyle birlikte Fatih Sultan Mehmed Han, para ve pul için ayrı ayrı darphâneler kurdurmuştu. Pul basılan yere “Pul Darphânesi” denirdi.

Osmanlı Devletinde, 1843 yılına kadar birçok şehirlerde para bastırılırken, darbedilen (basılan) paraların ve meskûkâtın (sikkelerin) darp ve imali, bu tarihten sonra İstanbul Darphânesi'nde yapılmaya başlanmıştır. İlk darphânenin yeri, Beyazıt civarında, bugün de mevcut olan Simkeşhâne Han'da bulunmaktaydı. Darphâneyi sevk ve idarede işin başında bulunanlara, “Darphâne Emini” denilmiştir. Daha sonraları darphâne ismi, “Darphâne-i Âmire” olarak değiştirilmiş, müdürlerine de, “Meskûkât-ı Şâhâne Müdürü” denmeye başlanmıştır. Birinci Mahmud zamanında Darphâne Emininin ismi “Darphâne Nâzırı” olarak değiştirilmiş; Tanzimat'a kadar bu adla devam etmiştir. 1922’den sonra, “âmire” unvânı “Darphâne-i Millî” olarak değiştirilmiş, müdürleri de Darphâne-i Millî Müdürü olmuştur.

1789’da, Darphâne tamir edilerek makineleri yenilendi. Tanzimat'tan sonra Darphâne, müdürlük olarak Mâliye Nâzırlığına bağlandı. 1842 tarihine kadar, çekiçle dövme suretiyle yapılan para basım işlemi, çıkartılan bir kararnameyle sarkaç usulüne, 1853’te pres, 1911’den sonra ise makine presi usulüne geçildi. Sultan Abdülaziz Han devrinde yapılan Darphâne binası, Cumhuriyet döneminde de kullanılmaya devam edildi.

Dârülaceze
Kadın-erkek, yoksul, sakat ve kimsesiz çocukları korumak için, Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinde yaptırılarak hizmete sunulan “düşkünler yurdu”.

Dârülaceze’nin temeli, 7 Kasım 1892 tarihinde Kâğıthane’de, atış alanı sırtlarında atılmıştır. Devrin sadrazamı Halil Rifat Paşa, Dârülaceze’nin yapılmasında önderlik etmiştir. Yapıldığı devirde (28 Ocak 1895) çıkarılan kararnâmelere göre; yurdun yönetimi, Dahiliye Nezareti'ne (İçişleri Bakanlığı) bağlanmıştır. Yurdun yönetim kurulu başkanlığı, belediye tarafından seçilen ve padişahça onaylanan bir memur tarafından yapılırdı. Üyelikleri ise; Vakıflar İdaresi, Müftülük ve Zaptiye Nezareti tarafından seçilen birer memurdan olurdu. Bundan başka ayrıca, Dârülaceze’de Ermeni, Rum, Katolik ve Yahudî azınlıkları da birer temsilci bulundururlardı. Kurul, hiç ücret almadan görev yapardı.

Dârülaceze’nin bugünkü idaresi, 23 Temmuz 1908’de, İstanbul Belediyesi'ne bağlandı. 14 Mart 1910’da da Belediye Sağlık İşleri Müdürlüğüne verildi. 3 Ekim 1912’de yönetimi Sıhhiye Müdürlüğüne devredildi.

Dârülbedâyi
İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli ve adı.

Türk tiyatro tarihinde, tiyatronun kuruluş ve gelişmesinde, Dârülbedâyi topluluğu öncülük etmiştir. Teşkilatın ilk adı, Dârülbedâyi-i Osmânîdir. Türkiye’de, düzenli bir tiyatro kurulması ve sahne sanatçılarının yetiştirilmesi fikri, 1914 yılında, Şehremini (Belediye Başkanı) Operatör Cemil Topuzlu tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikrin gayesi, Türk halkına tiyatroyu sevdirmekti.

Meşrutiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayatı ve sanatı, Ermeni ve Rumların paylaştığı faaliyetlerle devam ediyordu. Bunlardan Rumlar, özellikle pandomim ve kantoda, Ermeniler de melodram ve komedi oyunlarında temayüz etmiş toplulukları meydana getiriyordu. Türkler ise, tulûatçı ve orta oyuncularıydı. Başlıcaları; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmail, Kel Hasan, Abdürrezzak, Şevki, Naşit gibi sanatçılardı. Bu sanatçılar, küçük kumpanyalar hâlinde temsilsiz oyun verirlerdi. 1908’de, meşrutiyetten sonra, temsilden önce verilen kanto ve çalgı fasılları kaldırılmış; bunun yerine, yurt konularını ve cemiyetin problemlerini işleyen, dilimize çevrilmiş eserler (tiyatro eserleri) sahneye konmaya başlanmıştır. Bu tür telif eserleri, o zaman en çok oynayan sanatçı da Ahmed Fehim Efendidir.

Cemil Topuzlu Bey, Şehremini olarak, İstanbul’da bir belediye konservatuarı kurmak istiyordu. Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca, alınan kararla, bu iş için o zamanın parasıyla 3000 lira ayrıldı. Akabinde, meşhur tiyatrocu, Parisli (Paris Tiyatro Müdürü) Andre Antoine’la, Paris elçiliğimiz aracılığıyla anlaştı. Antoine, anlaşma gereği İstanbul’a geldi ve konservatuar için Şehzâdebaşı’nda Letâfet apartmanı tahsis olundu.

Konservatuar açılış törenleri hazırlıkları sürerken, Birinci Dünya Savaşı koptu. Bu durum karşısında Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalınca, bu iş de böylece yarım kaldı.

Savaş sırasında, Dârülbedâyi sanatçıları, Asker Âilelerine Yardım Cemiyeti yararına Hüseyin Suâd’ın adapte ettiği Çürük Temel adlı oyunu sahneleyerek halka sundular. Bundan sonra, Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş adlı manzum piyesi sahneye kondu. Savaş sonrasında, oyunlara devam edildi.

1927 yılında Dârülbedâyi adında bir dergi çıkarıldı. Bu dergi, 1935 yılından sonra, Türk Tiyatrosu adını aldı. Günümüzde de Şehir Tiyatrosu organı olarak yayınını sürdürmektedir. Dârülbedâyi, 1931-1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel kararıyla, Şehir Tiyatrosu olarak adını değiştirdi. Yeni bir tüzükle Şehir Tiyatrosu, İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.

Bugünün şehir tiyatroları, Dârülbedâyi’nin teşkilât temelleri üzerine kurulmuştur. İstanbul’un çeşitli yerlerinde oyunlar sahnelenmektedir.

Dârüleytâm
1914’te, yetim ve öksüz kalan çocukları korumak amacıyla açılan yurtlar.

Birinci Dünya Harbi sırasında bilhassa doğu, güneydoğu ve batıda birçok bölgemiz; Rus, İtalyan, Yunan ve Fransız işgal kuvvetlerinin kıyımına uğradı. Bu mezâlim sırasında açıkta kalan binlerce çocuk, İstanbul ve düşman işgaline uğramayan bazı vilayetlerimize getirildi. Bunlar, harbin başlarında İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyanların boşalttıkları okullara yerleştirildiler. Bu okullara, “yetimler yurdu” mânâsına gelen Dârüleytâm denildi.

1916’da kabul edilen kanunlarla, Dârüleytâmlara gelir bulunmak istendi ise de, bir netice alınamadı. İttihat ve Terakki Partisinin kötü idaresi dolayısıyla, sahipsiz kalan çocukların pek çoğu, açlık ve sefaletten hayatını kaybetti. 1918’de savaşın bitmesi ve mütârekenin imza edilmesinden sonra İstanbul’a gelen İtilaf devletlerinin, okul binalarına yerleşmesi sonucu, binlerce çocuk tekrar açıkta kaldı. Bunlardan bir kısmı, boş saraylara yerleştirilirken bir kısmı da İstanbul dışındaki vilayetlerde, kapatılan okullara yerleştirildiler. Kalan öğrenciler, İstanbul’da toplanıp, Şehir Yatı Mektebi adıyla Özel İdare'ye devredildiler. Bu öğrencilerden yetenekli olanlar, 1927’de Dârüşşafaka’ya alındılar. Kısa bir süre sonra, Dârüleytâm tamamen kaldırıldı.

Dârülfünün
Türkiye’de, üniversiteye, 1933 senesine kadar verilen isim. İlk kuruluş yıllarında, modern anlamda bir üniversite eğitiminden çok, lise seviyesinde eğitim veren bu müessese, sonradan, değerli ilim adamlarının çalışmalarıyla yüksek bir ilim yuvası hâline geldi.

1845’te toplanan Maarif Komisyonunun kararıyla devlet dairelerine memur yetiştirmek gayesiyle, bir Dârülfünûn açılması çalışmalarına başlanmıştır. Ayasofya’da eski Cebehâne Kışlası ile Sultan Saraylarının arsasına, üç katlı ve yüz yirmi beş odalı bir bina tahsis edildi. Mekteb-i Hukuk'un kuruluşuna kadar eğitim hizmetlerinde ve devlet işlerinde kullanılan bu binada, idâdî ve rüştiyelerden sonra, 14 Ocak 1863’te Dârülfünûn öğretimi başladı. Laboratuarı ve çok geniş bir kütüphanesi olan Dârülfünûnun’da, Kimyâger Derviş Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Hekim Salih Paşa ve Müneccim Osman Efendi gibi, devrin kıymetli ilim adamları ders veriyorlardı.

1865’te, Çemberlitaş semtinde Nuri Paşa Konağına taşınan Dârülfünûn, kısa bir süre sonra çıkan yangında kütüphane ve laboratuarı yanınca, eğitime ara vermek zorunda kaldı. Maarif Nâzırı Safvet Paşa'nın gayretleriyle, Türbe’de ikinci bir Dârülfünûn binası yaptırıldı. 1870’te açılan okulun ilk rektörü Yanyalı Hoca Tahsin Efendi olmuştur. Kısa bir süre sonra, karışıklıkların merkezi olması sebebiyle, bu okul, 1871’de kapatıldı.

1896’da Sadrazam Said Paşanın Sultan İkinci Abdülhamid Hana sunduğu bir lâyiha ile Dârülfünûn’un tekrar tesisine başlanmış, fakat Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasıyla, iş yine tehir edilmişti. 1 Eylül 1900’de Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın isteği ile Dârülfünûn-ı Şahâne adıyla tekrar tesis edildi. Mülkiye, Hukuk, Tıbbiye mekteplerinin yanına Ulûm-ı Aliyye-i Dîniyye, Edebiyat, Ulûm-i Riyâziye ve Tabiiye kolları ile Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka Fransız, Alman, İngiliz ve Rus filolojilerini toplayan bir bölüm ilave edildi. Yeniden kurulan okulda, yerli hocalardan başka Avrupalı hocalar da ders veriyordu.

İkinci Meşrutiyet'ten sonra, 21 Eylül 1908’de, Vezneciler’deki Zeyneb Hanım Konağına taşındı ve program yeniden düzenlendi. 1912’de Lüleburgazlı Emrullah Efendinin hazırladığı programla, Dârülfünûn’un, modern üniversite hâline getirilme çalışmalarına başlandı. Zeyneb Hanım Konağının yeterli olmamaya başlamasıyla, Yerebatan’da Kimya, Feyzullah Efendi Konağında Jeoloji, İbrahim Paşa Konağında Doğu Dilleri ve Safvet Paşa Konağında Coğrafya Enstitüleri tesis olundu.

Birinci Dünya Savaşı esnasında, Almanya’dan, edebiyat, fen ve hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile öğretim kadrosu güçlendirildi. Savaştan sonra, yeni bir yönetmelik hazırlandı. Buna göre, Dârülfünûn’u her yıl seçilen bir rektörün (emin) başkanlığı altında, fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idare edecekti. Yine bu yönetmeliğe göre, dört medrese (fakülte) bulunacaktı: Edebiyat, Hukuk, Tıb ve Fünûn.

Cumhuriyetin ilanından sonra Dârülfünûn’a, eski Harbiye Nezâreti binası (İstanbul Üniversitesi merkez binası) öğretim için verildi ve ilk rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu oldu. 1924’te çıkan kanunla, Dârülfünûn’a hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) verildi. 31 Mart 1933 tarihli ve 2252 sayılı Üniversite Kanunu ile Dârülfünûn lağvedilmiş ve yeni üniversite kurma işi, Maarif Vekâletine (Millî Eğitim Bakanlığı) verilmiştir.

Dârülhadîs
Hadis ilminin öğretildiği medreselere verilen isim.

İlk defa, Selçuklu atabegi Nûreddin tarafından, Şam’da açıldı. Böylelikle hadis öğrenimi, camilerden medreselere geçmeye başladı. Sonradan Dârülhadîs medreselerinde, Kur’ân-ı kerîme ait ilimler de okutulmaya başlandığından, bu medreselere Dârül Kur’an ve’l-Hadîs ismi verildi.

Anadolu’da ilk Dârülhadîs, İlhanlı vezîri Şemseddin Cüveynî’nin Sivas’ta kurduğu medresedir. Osmanlı Devletinde ilk Dârülhadîs Bursa’da, ikincisi ise 1447’de, Sultan İkinci Murad Han tarafından, Edirne Üçşerefeli Camii Külliyesi içinde öğretime açılmıştır. İstanbul’da ilk Dârülhadîs, Süleymaniye Camii Külliyesi dahilinde faaliyete başladı. Daha sonra gittikçe fazlalaşan Dârülhadîslerin sayısı, 17. asırda 135’e kadar çıkmıştır.

Diğer medreselere göre daha yüksek seviyeli Dârülhadîslerin, müderrisleri de rütbe olarak daha yüksekti. Meselâ, Dârülhadîs müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli oldukları devirde diğer müderrisler altmış akçe yevmiye alırlardı. “Kibâr-ı Müderrisîn” olarak isimlendirilen bu müderrisler, merasimlerde diğerlerine başkanlık ederlerdi.

Dârülmuallimât
1870 yılında, Osmanlı Devletinde, ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek için açılan okul.

Osmanlı Devleti'nde, kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri, 1858 yılında açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde, bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Nitekim, bu maksatla, 26 Nisan 1870’te Dârülmuallimât adıyla, İstanbul’da Sultanahmed semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Bu ilk kız öğretmen okulu, Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye bölümlerinden meydana geliyordu. Sıbyan muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. Mektepte, ulûm-i dîniye, hesap, kavâid-i lisan (dilbilgisi), nakış, resim, hat, tarih ve coğrafya dersleri okutuluyordu.

1910-11 öğretim yılında, Fatih semtinde, Dârülmuallimâtın bir yatılı bölümü açıldı. 1913’te bazı büyük vilayet merkezlerinde de, yeni Dârülmuallimâtlar açıldı. 1916’da, Dârülmuallimât için, yeni bir nizamnâme ve müfredat programı oluşturuldu. Buna göre Dârülmuallimât, ibtidâî, izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrıldı. 1918’de çıkan Fatih yangını sırasında okulun yanması üzerine mektep, Çapa’daki binasına taşındı. İlk uygulamalı dersler, burada başlatıldı. 1922’de Maârif Vekâletine bağlanan Dârülmuallimât, 1924’te Kız Öğretmen Okulu adını aldı.

Dârülmuallimîn
Sultan Abdülmecid döneminde, rüştiyelere (ortaokul) erkek öğretmen yetiştirmek üzere açılan okul (1847).

Daha sonra okulun programında yapılan düzenlemelerle, iptidâîlere (ilkokul) ve idâdîlere (lise) de öğretmen yetiştirilmesine başlandı. Böylece Dârülmuallimîn, iptidâî, rüştiye ve idâdî olmak üzere üç bölümden meydana geldi. Medrese öğrencilerinin alındığı okulun iptidâîye kısmı iki, rüştiye ve idâdî kısımlarının ise öğretim süreleri üç yıldı. Talebelerine maaş bağlandı. Okulun iptidâî kısmında hesap, coğrafya, kitâbet, tarih, Farsça, cebir, hendese (geometri), resim, Fransızca, kozmoğrafya, hikmet, kimya; rüştiye kısmında Arapça, Farsça, coğrafya, tarih, inşâ, rik’a, hesap, hikmet, astronomi, kimya, cebir, hendese, usûl-ü defterî, resim; idâdî bölümünde ise hesap, muâmelât, usûl-ü defterî, cebir, mantık, tarih, lisân-ı ecnebi, hüsn-i hat, resim, inşâ-ı Türki, ilm-i Selefat, hendese, kozmoğrafya, mebâdi-i ulûm-i tabiiye ve hıfzıssıhha dersleri öngörülmüştü. Dârülmuallimler, 1875 yılından itibaren yaygınlaştırılarak İstanbul dışında da açılmaya başladı. Bosna, Girit, Amasya, Sivas, Kudüs, Erzurum, Van, Musul, Aydın, Konya, Haleb, Elaziz ve Trabzon gibi vilâyet merkezlerinde, yeni Dârülmuallimînler açıldı.

Dârülmualliminîn idâdî şubesi, 1880 yılında kapatıldı. Bunun yerine idâdî ve sultânîlere öğretmen yetiştirmek üzere Dârülmuallimînin iptidâî ve rüştiye şubelerinin yanında, bir de âlî şubesi açıldı (3 Kasım 1891). Her üç şubede de öğretim süresi, ikişer yıl olarak tespit edildi. Yeni yönetmeliğe göre, iptidâi şubelerine gireceklerin, yapılacak imtihanda, Arapça, sarf ve nahv, hüsn-i hat ve imlâ, kıraat-ı Türkî’den başarı göstermesi, güzel ahlâk sahibi, sağlam ve 20-30 yaş arasında olması gerekiyordu. Son maddeler, diğer şubeler için de geçerliydi. İptidâî şubesi mezunları veya eş seviyede bilgiye sahip olanlar, rüştiye şubesine kabul ediliyorlardı. Rüştiye şubesi ile idâdî ve sultânî okullarını bitirenler, bir yıl içinde müracaat ettikleri takdirde, âlî şubesine kayıt yaptırabiliyorlardı.

İstanbul Dârülmuallimîn mektebinin âlî kısmı, 1909’da kaldırılarak, öğrencileri Dârülfünûn’a alındı. Dârülmuallimîn mektebinin adı, 1924’te, Erkek Öğretmen Okulu olarak değiştirildi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Dârüssaâde Ağası

Kızlar ağası olarak da bilinen ve Osmanlı sarayında bütün enderûn ve harem ağalarının en büyüğüne verilen isim.

Teşrifâttaki mevkii, kapı ağası ve sonradan rütbesi yükselen silâhdar ağadan yüksekti. Derecesi sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonraydı.

Dârüssaâde ağasının asıl vazîfesi, Topkapı Sarayının harem kısmını idâre etmekti. Bu vazîfesini emri altındaki zenci ağalar vâsıtasıyla yerine getirirdi.

Hareme gelen zenciler en aşağı rütbede hizmete başlardı. Sonra sırasıyla acemi ağalığı, nöbet kalfası, ortanca, hâsıllı, on ikinci hâsıllıktan terfî ile yaylabaşı gulamı, yeni saray baş kapı gulamı olurlar ve nihâyet en kâbiliyetli olan Dârüssaâde ağası (kızlar ağası) tâyin olunurdu.

Hadım ağalarının en kıdemlisi, muhâfız kapı oğlanlarına kethüdâ tâyin olunur, sonra terfi ederek baş kapı oğlanı olur, daha sonra sultan ve sultanzâdelerin merkezi olan eski saray ağalığına geçer ve oradan da münhal (boş) olduğu takdirde Dârüssaâde ağalığına getirilirdi.

Dârüssaâde ağalarının rütbeleri bu müessesenin ihdâsından îtibâren uzun süre ak ağaların altında bulunmuş ise de, pâdişâha devamlı yakın olmaları hasebiyle mânen derece olarak yüksektiler. Sonradan maddeten de ak ağaların üst rütbesine çıktılar.

Dârüssaâde ağası tâyin olan zâta pâdişâhın huzûrunda samur kürk giydirilir ve tâyinini bildiren bir hatt-ı hümâyûn verilirdi. Azilleri hâlinde Mısır’a gönderilerek “âzâdlık” denilen bir maaş tahsis edilirdi. Hizmete devâm eden ağaların ise belli miktarda hasları vardı.

Dârüssaâde ağalarının nüfuzları bilhassa 17. ve 18. asırlarda çok arttı. Gerçekten bu devirde yaşayan Hacı Mustafa Ağa, Hacı Beşir Ağa devlet idâresinde geniş selâhiyetleri bulunan kişiler hâline gelmişlerdi.

Haremeyn-i şerîfeyn de denilen Mekke ve Medîne Evkâfının idâresine Dârüssaâde ağaları nezâret ederlerdi. Haremeyn Evkâfının geliri her sene tahsil edildikten sonra deftere kaydedilerek pâdişâha arz edilirdi. Daha sonra bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’e gitmek üzere görevlendirilen surreler ile yerlerine gönderilirdi. Defterler ise kontrolden geçtikten sonra, Dârüssaâde ağası tarafından bir sene boyunca saklanırdı. Haremeyn hazînesi devlet hazînesinden ayrı olarak idâre edilir, pâdişâhın yazılı müsâadesi olmadan bir akçe bile sarf edilemezdi.

Pâdişah vakıflarının idâresi de ağaların vazîfesi cümlesindendi. Dârüssaâde ağaları nezâretleri altındaki vakıfların işlerini tedkik etmek üzere her çarşamba günü dîvân kurarlardı. Dîvânda Harameyn Evkâfı müfettişi, muhâsebecisi, mukâtaacısı ile rûznâmeci, baş halîfe, yazıcı gibi memurlar hazır bulunurlardı.

Haremeyn Evkâfına âit mukâtaaların ihâlesi, ferağ, intikal ve mahlûlât işleri, selâtin (pâdişâh) câmileri hademelerinin azil ve tâyinleri bu dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. Bütün kararlar mütevellîlerin arzlarıyla alınırdı. 1834’te Haremeyn Vakfı Nezâreti teşkil olunmuş ve Haremeyn Evkâfının idâresi bu memuriyete devredilmiştir.

Sarayın Bîrûn kısmı memurlarından olan çadır mehterbaşısı, hazînedârbaşı, bezirgânbaşı, pişkeşçibaşı da Dârüssaâde ağasının emri altındaydı.

Dârüşşafaka

İstanbul’da öksüz ve yetim çocukların eğitimini sağlamak maksadıyla açılan ilk parasız yatılı okul.

1865 senesinde, Müslüman fakir çocukların öğrenim imkânına kavuşmaları için, “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye” adında bir cemiyet kuruldu. Cemiyeti kuranların başında, Maliye Nâzırı Yusuf Ziya Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Vidinli Mareşal Tevfik Paşa geliyordu. Cemiyet, önce Beyazıt'ta Sîmkeşhâne Çarşısının yanında, Vâlide Emetullah Hanımefendinin mektebini tamir ederek işe başladı. Okuma-yazma ile başlayan öğretim, Kur’ân-ı kerîm, ilmihal bilgileri, matematik, geometri ve coğrafya dersleri ile devam ediyordu.

Öğrencilerin sayısının hızla artması ve bu mektebin kâfi gelmemesi üzerine, devrin padişahı Abdülaziz Han'ın maddî ve manevî desteği, hayır sever Müslümanların da yardımlarıyla “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye”, 1869 senesinde Dârüşşafaka Lisesinin inşasına İstanbul-Fatih semtinde başladı. İnşaat, dört sene sürdü. 12 Haziran 1873 günü, derslere törenle başlandı. Okula ilk olarak, elli dört öğrenci alındı. 1923 senesinde lise eğitimine geçildi. 1927 senesine kadar, lise öğretimi devam etti. Bu günkü tüzük, 1953 yılında kabul edilmiştir.

İki ayrı bina hâlinde yapılan Dârüşşafaka Lisesinde, önce kız ve erkek öğrenciler, ayrı binalarda okurdu. Sonra kızlar alınmayıp, sadece erkek öğrenciler okumaya başladı.

İsmâil Safa, Ahmed Rasim, Riyâziyeci Salih Zeki, Hüseyin Remzi Bey, buradan mezun olmuşlardır.

İlk kurulduğu zamanlar, dersleri cemiyet üyeleri vermekteydi. Daha sonraları, tayin edilen öğretmenler vermeye başladı. Öğretim süresi bir yıl hazırlık, üç yıl orta, üç yıl da lise olmak üzere toplam yedi yıldır. Eğitim öğretim ücretsizdir. Dârüşşafaka Lisesi, aynı isimle İstanbul-Fatih semtinde halen eğitim ve öğretimini sürdürmektedir (1993).

Defterdar

“Defter Tutan” mânâsında Osmanlılarda devletin bütün mâlî işlerine nezâret eden ve günümüzde Mâliye Bakanına karşılık olan memur.

Osmanlılarda mâlî teşkîlat ilk defâ Sultan Birinci Murad zamânında kurulmuş ve zaman içinde tekâmül etmiştir. Fâtih Kânunnâmesi, Abdurrahmân Paşa ve Eyyûbî Efendi Kânunnâmelerinde defterdâr, devlet hazînesini pâdişâha vekâleten idâre eden memur olarak görülmektedir. Bu kânunnâmelere göre dış hazîne ve mâliye kayıtlarının açılıp kapanması defterdârın eliyle yapılırdı.

Defterdârın şahsî gelir kaynakları şöyleydi: Dirlik olarak has verilirse bu 600.000 akçelik timar olur veya hazîneden maaş alacaksa 150.000 ilâ 200.000 akçe arasında ödeme yapılırdı. Ayrıca iltizam ve emânet usûluyle idâre ettiği haslardan imzâ hakkı ismiyle 100.000 akçede 1000 akçe alırdı. Bundan başka hazîneye giren paradan binde yirmi ve pâdişâha gelen hediye ve haraç ile ağnam vergisinden de hisse alırdı.

Başdefterdârın derecesi 15. asırda beylerbeyi ile aynı idi ve vezirlerden bir rütbe aşağı idi. Bu dönemde dört vezir olduğu bilindiğine göre defterdârın teşkilât içindeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Sultan İkinci Bayezid’e kadar bir baş defterdâr ve maiyetinde hazîne ve mal defterdârı vardı. Fakat Osmanlı ülkesinin genişlemesi ile bu memuriyet Anadolu ve Rumeli Defterdârlığı olmak üzere ikiye ayrıldı.

Yavuz Sultan Selim’in, devleti doğuya ve güneye genişletmesi, buradaki mâlî işleri idâre edecek ve merkezi Halep’te olan “Arap-Acem Defterdârlığının tesisini zarûrî kıldı. Böylelikle defterdâr sayısı üçe çıktı. Bunlar rütbelerine göre, senede hazîneden Rumeli Defterdârı (Şıkk-ı Evvel Defterdârı) 160.000 akçe, Anadolu Defterdârı (Şıkk-ı Sâni Defterdârı) 140.000 akçe, Arap-Acem Defterdârı ise 130.000 akçe maaş alırlardı. Eyâletlerde yarı müstakil kenar defterdârlarından gelen ve sorulan meseleler başdefterdâr vâsıtasıyla pâdişâha arz edilirdi.

Sultan Üçüncü Mehmed zamânında Tuna havzası haslarına bakmak üzere Şıkk-ı Sâlis Defterdârlığı kurulmuş fakat kısa süre sonra lâğvedilmiştir. On altıncı asrın ikinci yarısında da Arap-Acem Defterdârlığı kaldırılmış ve bunun yerine geçmek üzere Diyarbakır, Şam, Erzurum, Trablus ve Halep eyâletleri için birer defterdârlık ihdâs edilmiştir. 1584’te ise Anadolu Defterdârlığı; Anadolu, Karaman ve Sivas kenar defterdârlığı olarak üç kaleme ayrıldı.

Nizâm-ı Cedîd’in kurulmasıyla Sultan Üçüncü Selim devrinde Şıkk-ı Sâni Defterdârı, yeni kurulun Nizâm-ı Cedîd Hazînesine memur olmuş ve idâre ettiği İrâd-ı Cedîd Hazînesinden dolayı İrâd-ı Cedîd Defterdârı ismi verilmiştir.

Mâlî muâmeleler ve şikâyetler, “Defterdâr Kapısı” denilen Defterdâr Dîvânında halledilirdi. Bütün mâlî hükümler burada yazılır ve her defterdâr kendi dâiresinden çıkan hükmün arkasına imzâsını atardı. Fakat 17. asrın ortasında mâliyeden çıkan bütün hükümlere yalnız Başdefterdârın kuyruklu imzâsının konulması ve Defterdâr Kapısında sâdece onun mukâtaa tevcih etmesi kânun oldu. Mâliye kalemlerine memur alınması Şıkk-ı Evvel Defterdârının pâdişaha arzı ile yapılırdı. On yedinci asırdan îtibâren diğer iki defterdâr sâdece şekilde kalmıştır.

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, Başdefterdârlığa sâdece mal veya hazine defterdârı, şehremini ve 300 akçe yevmiyeli kâdılardan tâyin yapılırken, sonraki devirlerde ikinci defterdâr, başmuhasip kalemi reisi, hattâ mâliye ile ilgisi olmayan devlet adamlarından tâyinler yapıldığı görülmüştür.

Her üç defterdâr da Dîvân-ı Hümâyûn âzâsıydı ve bütün toplantılara katılırlardı. Dîvânhâne’de kazaskerlerin altında ve sadrâzamın solunda otururlardı. Arz günlerinde vezirlerle berâber, tek olarak pâdişahın yanına girer ve mâlî konularla ilgili mâruzâtta bulunurdu. Mâlî konularda Başdefterdâr pâdişahla görüşmeden önce sadrâzamın görüşünü almak zorundaydı. Başdefterdâr her akşam aldığı hazîne muâmelelerine dâir icmallere dayanarak, haftada 2-3 gün sadrâzama mâlumat verirdi.

Pâdişah veya sadrâzam sefere gittiğinde mâliye ve hazîne defterdârı ile birlikte Başdefterdâr da gider, yerine merkezdeki işleri yürütmek üzere ikinci defterdâr veya münâsip bir başkası vekil olarak kalır ve bu vekile Rikâb-ı Hümâyun Defterdârı adı verilirdi.

Defterdârlık 1838’de kaldırılmış ve bu memûriyetin vazîfesini görmek üzere Mâliye Nezâreti tesis edilmiş ilk Mâliye Nâzırı olarak da Nâfiz Paşa tâyin edilmiştir.

Derbend Teşkilatı

Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi.

Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı Tutkavul sisteminden geliştirilen Derbend teşkilâtı, Osmanlı Devleti'nde 14. asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend tesisleri, etrafı duvarla çevrili küçük bir kale olup, yanında han, cami, mektep ve dükkânlar bulunmaktaydı. Böylece, derbend yakınında, köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler, daha çok, yolların kavşak noktalarına ve merkezî öneme sahip yerlere yapılırdı. Bundan dolayı, derbendci olarak yazılan köy halkı, yaptıkları hizmete göre bazı vergilerden veya hepsinden muaf tutulurdu. Derbendler, bölgenin ve yolun emniyetinin sağlanması yönünden mühim birer tesis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle getirilmesi için de kullanılmıştır.

Derbendler, yurtluk ve ocaklık şeklinde, timar yoluyla tasarruf olanlar ile muafiyet usulüyle tevcih edilerek, tehlikeli yerlere yerleştirilip halkın muhafazasına memur edilenler olmak üzere, hukuken iki kısma ayrılır. İkinci gruba giren Derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arazisi üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise, Derbend mahiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki Derbend tesisleri, han ve kervansarayların Derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan Derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı.

Derbendlerde muhafız olarak, Müslüman ve Hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara, Martolos denilirdi. Kanunî Sultan Süleyman devrinde, Macaristan topraklarında birçok Hıristiyan, bu işte kullanılmıştır. Derbendlerde, yirmi beş ile otuz kişilik bir muhafız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen seferlere, en az beş kişi olmak üzere, nöbetleşe katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhafızları, kendilerine verilen küçük toprak parçalarını işlerler, kısmen veya tamamen vergi muafiyetine sahip olurlardı. Derbend muhafızları, korudukları yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminat öderlerdi. Korudukları köyler, Derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak mecburiyetindeydiler.

Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, 17. asrın sonlarından itibaren bozulmaya başladı. Bu durum, emniyetin bozulmasına ve çevre köy, hattâ kasaba halkının eşkıya baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebep oldu. Devlet, bu bozukluğu, 18. asrın başlarından itibaren yeniden düzene sokmaya başladı ve Derbend ahalisini, eski yerlerine yerleştirdi veya yeni ahali sevk etti. Böylece, Anadolu’da yollar üzerindeki harap ve boş hanlar tamir edilerek, müstahkem bir hâle getirildi. Tamir sırasında, içinde oturacakların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak derecede imar faaliyetlerine de önem verilerek, adeta bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi. Derbend, han ve vakıf tesislerinin tamiri ve mamur hâle getirilmesi, kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet sonra ihmale uğrayan Derbendler, 19. asırda yeniden tamire muhtaç hâle geldi. Belli başlı noktalardaki han ve Derbendler tamir edildi. Osmanlı Devletiyle birlikte, Derbent Teşkilâtı da ortadan kalktı.

Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân

Büyük Selçuklu Devletinde merkezde veya hükümdârların bulundukları yerlerde umûmî devlet işlerini yürüten ve Dîvân-ı Sultân adı verilen büyük bir dîvân vardı. Bundan başka, merkezde devletin mâlî, askerî, adlî, muharrerât gibi işlerini yürüten ikinci derecede dîvânlar vardı. Eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu. Vezir büyük dîvânın reisi ve mesul âmiriydi. Buna Sâhib-i Dîvân-ı devlet denilirdi. İlk zamanlarda bu dîvâna hükümdâr başkanlık etmişse de, genelde idâreyi vezîr yürütürdü. Büyük Selçuklu Devletinde hükümdârın re’sen, yâni başlı başına verdiği emirler de, dîvânda görüşülüp, istişâre ve müzâkere edildikten sonra karara bağlanırdı. Kesin olarak bilinmemekle berâber, kaynaklardan anlaşıldığına göre; vezir, mâliye vekîli olan sâhib-i zimam vel-istifâ veya müstevfî, sâhib-i tuğra veya tuğrâî denilen nişancı veya münşî ve devletin umûmî müfettişi müşrif ve millî müdâfaa vekîli olan emîr-i ârız-ül-ceyş, dîvânın belli başlı üyeleriydiler.

Selçuklularda ilk dîvân, 1036 senesinde Tuğrul Beyin başkanlığında toplanmaya başladı. Dîvân haftada iki defâ toplanırdı. Kutalmışoğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya gönderildiği zaman, Büyük Selçuklu dîvânından onun maiyetine vezir ve devlet ricâli verilmişti.

Selçuklu Devletinde büyük dîvândan başka şu dîvânlar vardı:

1. Müstevfî Dîvânı: Bu dîvân, devletin mâlî işlerine bakardı. Bütün mâlî işlerden mesuldü. Vilâyetlerdeki Amîd denilen haraç ve tahsil memurları bu dîvâna bağlıydı. Her vilâyetin varidâtını ve masraflarını tâyin, bu dîvâna âitti.

2. Tuğra ve İnşâ Dîvânı: Sultânın vilâyetlerle ve eyâletlerle haberleşmesini sağlar, berat, nişan veya menşur denilen hükümdâr tuğrasını taşıyan, arâzi ve tâyinlere âit vesikaları verirdi. Dîvânın reisine, Tuğra, İnşâ veya Tuğrâî adı verilirdi. Bu dîvân, Tuğra ve Dîvân-ür-Resâil vel-İnşâ olarak ikiye ayrılır ve ikincisinin reisine Münşî denilirdi. Tuğrâînin bir vazîfesi de; sultan ava çıktığı zaman, maiyetinde bulunup vezire vekâlet etmekti.

3. Müşrif Dîvânı (Dîvân-ül-İşrâf): Bu dîvânın vazîfesi, devletin mâlî ve askerî işlerinin yolunda gidip gitmediğini teftiş etmekti. Dîvân reislerine İşrâf-ı Memâlik, Sâhib ü Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik veya İşrâf-ül-Memleke denirdi. Bu reisler, son derece îtimâda şâyân, dîvân ve devlet işlerinde tam bir vukûf sâhibi olan kimselerden seçilirdi. Onlar da îcâb ettikçe, şehirlere ve nâhiyelere vekil göndererek işleri inceletirlerdi. Bu vekillerde de îtimâd ve liyâkat aranırdı.

4. Dîvân-ı Ârız: Dîvân-ı Arz da denilen bu dîvânın vazîfesi; askerin maaş ve levâzımâtını temin etmekti. Bugünkü tâbirle Millî Savunma Bakanlığının vazîfesini üstlenmişti. Ordunun levâzımâtına ve ihtiyâçlarına bakan, maaşlarını veren, defterleri tutup yoklamalarını yapan dîvândı. Reisine Emîr-i Ârız denirdi.

Anadolu Selçuklu Devletinin mühim dâirelerinden biri de Dîvân-ı Tuğra idi. Bütün menşûr, berât ve nâmeler, bu dîvânda yazılır ve hükümdâr alâmet ve tuğrası burada çekilirdi. Bu dâirenin reisine Tuğrâî denirdi. Bunlar Arapça ve Farsçayı iyi bilen âlim ve ediplerden tâyin edilirdi. Bir diğer dîvân da Dîvân-ı İşrâf olup, devletin mâlî ve idârî işlerini kontrol eder ve îcâb eden yerlere nâib, yâni dîvân nâmına vekil memur gönderirdi. Bir de adliye işlerine bakan Emîr Dâd Dîvânı vardı. Tevkif işlerine bakardı. Îcâb edince vezîri ve diğer dîvân âzâlarını da tevkif edebilirdi. İlhanlılarda, Akkoyunlularda ve Memlûklerde de dîvânlar vardı. Bu dîvânların teşkilâtları, birbirine çok benzemekteydi.

Selçuklularda, bu dîvânların dışında, büyük dîvâna dâhil olmayan dîvânlar da vardı. Şer’î işlerin dışında kalan dâvâlara bakan Dîvân-ı Mezâlim, posta işlerini gören Dîvân-ı Berîd bunlardandı. Dîvân-ı Berîd’in reisi, Sâhib-i Berîd olarak anılırdı. Bunu hükümdâr kendisi tâyin ederdi. Bu dîvân vâsıtasıyla hükümdâr, memleketin her tarafından haber alırdı. Memleketin dört bir ucundan haber getirmek üzere Peykler, yâni piyâdeler (sâîler) vazîfelendirilirdi.

Anadolu Selçuklularında ise devletin bütün işlerini yürüten büyük dîvândan başka çeşitli dîvânlar vardı. Büyük dîvâna, Dîvân-ı Saltanat veya Dîvân-ı Âlî denirdi. Bu dîvâna vezîr, îcâb edince de hükümdâr başkanlık ederdi. Büyük dîvândan başka, büyük dîvân tarafından kendilerine havâle edilen işleri gören ikinci derecede dîvânlar vardı. Bu dîvânlar Niyâbet-i Saltanat veya Niyâbet-i Hazret, Müstevfî, Pervâne, Tuğrâ veya İnşâ, Ârız, İşrâf-ı Memâlik dîvânlarıydı. Bu dîvânların reisleri, büyük dîvânın âzâlarından idiler. İkinci derecedeki dîvânlardan Niyâbet-i Saltanat makâmındaki kimse, vezirden sonra gelirdi ve hükümdâr merkezde bulunmadığı zaman, ona âit devlet işlerine bakardı. Niyâbet-i Hazret; Anadolu Selçukluları, Moğolların nüfûzu altına düştükten sonra, Moğollar adına Selçuklu idâresinde söz sâhibi olan nâibe verilen addı. Devletin bütün mâlî işlerine Dîvân-ı İstifâ bakardı. Yalnız arâzi ve iktâ defterleri ve onların muâmeleleri, büyük dîvâna ve bu dîvâna bağlı Pervâne denilen dîvâna bırakılırdı. Pervâne, büyük dîvânda bulunan arâzi defterlerinde, has ve iktâ yâni dirlik olan timara âit tevcihâtı yapan ve buna dâir menşûr ve beratları hazırlayan mühim bir dâireydi. Bu dâirenin reisine Pervâneci ve bu berât ve menşûrlara da Pervâne denilmiştir.

Osmanlı Devletinde ise devlet işlerini yürüten, gerekli kararları alan devlet yetkililerinin toplandığı yüksek kurul anlamına gelen dîvân vardı. Bu durum, devletin daha kuruluş yıllarında ortaya çıkmıştı. Kısa zamanda vazîfesi ve vazîfesinin sınırları üzerinde duracağı kânunları tesbit edilmiş bir hâle gelen dîvân, bütün devlet kuruluşlarının üstünde husûsî bir ad ile anılmaya başlandı. En büyük dîvân, Dîvân-ı Hümâyûn’du.

.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Dîvân-ı Hümâyun

Mühim devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı yüksek merci. Dîvân-ı Hümâyûn, bugünkü Bakanlar Kuruluna benzetilebilir. (Bkz. Müslüman Türk Devletlerinde Dîvanlar)

Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da Dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün mühim devlet işlerinin görüldüğü ve karara bağlandığı bir merci olmak üzere, büyük dîvân vardı. Osmanlı Devletinin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de, Dîvân-ı hümâyûn ve kalemleridir. Diğerleri Bâb-ı âsafî ve kalemleri ile Bâb-ı defterî ve kalemlerinden meydana gelmektedir. Dîvân-ı hümâyûnda, imparatorluğa ait siyasî, idarî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve malî işler, şikâyet ve davalar görüşülüp, ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra, bir karara bağlanırdı. Dîvân, hangi dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı. Devletin idarî, siyasî ve örfî işleri doğrudan doğruya; diğerleri, bir müracaat, bir itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idarî veya askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer davacılar Dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün davalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca, harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzakere edilir ve neticelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya padişaha arza muhtaç olmayan gerek resmî ve gerek hususî işler, padişahın mutlak vekili olan veziriâzamın İkindi Dîvânı'nda müzâkere edilir ve karara bağlanırdı.

Dîvân-ı hümâyûn, mutat toplantılarından başka, kapıkulu askerlerine ulûfe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrazamla görüşürler ve daha sonra padişahın huzuruna çıkarlardı. Buna, Galebe Dîvânı denirdi. Padişahın, tebaasıyla ve bilhassa askerî sınıflarla vasıtasız olarak görüşmesi gayesiyle, tahtın, Bâbüssaâde denilen, sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise, Ayak Dîvânı denirdi. Ayak dîvânları, ekseriya ihtilal veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdar, burada halkla veya askerle doğrudan doğruya temas eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Dîvânının, mühim ve acele işleri müzakeresi ve derhal bir karara varılması için, hükümdarın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında, saray dışında ve meselâ sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzakerelere, yalnız devlet adamları ve tecrübeli komutanlar katılırdı.

Fatih devrine kadar, dîvâna bizzat padişahlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra padişah adına veziriâzamlar başkanlık etmişlerdir. Padişah nerede bulunursa, dîvân orada toplanırdı. Yalnız veziriâzam seferde bulunurken, büyük dîvân onun başkanlığında toplanırdı. Fatih zamanında da dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün padişahın huzaruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları, 16. yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre, Üçüncü Murad Han zamanına kadar, haftada dört gün dîvân toplanır ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defâ da arza girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden, arz günleri, ikiye indirilmiştir.

Toplantı, Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde, Dîvân-ı hümâyûn üyeleri, saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzakerelerden sonra veziriâzam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdarlar, Arz Odası'nda padişahın huzuruna kabul olunarak, dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı izahat verirdi. Dîvân heyetine, vezir rütbesinde olmadıkça, Yeniçeri Ağası katılamazdı. Vezir olmayan Yeniçeri Ağası, arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip, Yeniçeri Ocağına dair söyleyeceğini söyler, sonra maiyetiyle beraber, ağa kapısına girerdi. Dördüncü Mehmed’in padişahlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı zamanında, evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla padişah Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzakerelerini, yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün, yani Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Padişah, 1677’de İstanbul’a gelince, yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri, yavaş yavaş sadrazamların İkindi Dîvânı'na yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde, haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sahiplerinin mağduriyeti göz önüne alınarak, bu hükümdarın emriyle, dîvân toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.

Dîvân toplantılarının, 18. yüzyıl başlarında, Üçüncü Ahmed Han zamanında, haftada ikiye ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları, büsbütün terk edilerek işlerin halli sadrazam dîvânına bırakılıp, padişahların iradeleri alınmak için, hükümdara telhisçi gönderilmek suretiyle, Paşa Kapısı'nda görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü şekline dönüşmüştür.

Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denilen binasını, Kanunî Sultan Süleyman zamanında veziriâzam Damad İbrahim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan Eski Dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı hümâyûn binası, esas itibariyle, üç kubbe altındadır. Bu üç kubbeden birisi, dîvân üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda veziriâzam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde, padişahların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır.

Dîvân-ı hümâyûn, 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen, büsbütün ortadan kaldırılmayarak, imparatorluğun sonuna kadar muhafaza edilmiştir.

Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri

Veziriâzam (Sadrâzam): Osmanlıların ilk devirlerinde, veziriâzamlar, ilmiye sınıfından gelmişlerdir. Padişahın mutlak vekilidirler. Kanunnâmelerde yazıldığına göre veziriâzamlar, imparatorluktaki ilmiye tevcihleri (görev, rütbe veya makam verme) de dahil olmak üzere, bütün tayin ve aziller, katiller, terfî ve ilerlemelerde, birinci derecede merci olup, her iş onun emir ve müsaadesiyle olurdu. Sefer dışındaki zamanlarda vezir, kazasker ve şeyhülislâm gibiler hakkındaki muamelelerde, padişahın muvafakati alınırdı. Sadrazamlar sefere gittikleri zaman, devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna “Rikab-ı Hümâyûn” veya “Sadaret Kaymakamı” denilirdi. Sadaret kaymakamı da, gerek Dîvân-ı hümâyûnda, gerekse Paşa Kapısı'nda dîvân toplandığı zamanlarda görülen işleri, müstakil defterlere yazdırır, buna da Rikab Defteri ismi verilirdi. Dîvân-ı hümâyûn üyelerinin seferde bulunması hâlinde, bu dîvânlara vekilleri gelirdi.

Kubbe vezirleri: Veziriâzamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzakerelerinde ve siyasî herhangi bir işin hallinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifade edilirdi.

On yedinci yüzyılın başlarından itibaren defterdar, nişancı ve kaptan paşaların vezirlikleriyle beraber, vezirlerin adedi artmıştır. Hattâ bazı beylerbeyliklere tayin edilen kişilere de vezirlik rütbesi verilmiştir.

Kazasker (Kadıasker): 1480 tarihine kadar bir adetken bu tarihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismiyle iki olmuştur. Yavuz Sultan Selim zamanında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi üzerine, 1516’da Arap ve Acem Kazaskerliği ismiyle, üçüncü bir kazaskerlik kurulmuş, Diyarbekir de bu kazaskerliğe merkez olmuştur. Daha sonra Suriye ve Mısır’ın da ilhakıyla, Arap ve Acem kazaskerliği, merkeze nakledilmiştir. 1518’den sonra da lağvedilmiş ve kazaskerlik tekrar ikiye inmiştir. Kazaskerler, dîvânda, şer’î meselelere bakarlardı.

Nişancı veya Tevkıî: Devlet kanunlarını iyi bildiğinden, gerektiğinde bu meseleler hakkında fikri alınırdı. Dîvândan padişah adına sâdır olan (çıkan) fermanlara tuğra çekmek de, bunların göreviydi. Dîvân üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesinde olmadıkça, arz günlerinde padişahın huzuruna giremezlerdi. Defterhâne'deki tahrîr defterine, bizzat nişancılar yazı yazabilirdi.

Defterdarlar: Fatih Kanunnâmesi’ne göre defterdar, padişahın malının vekilidir. Defterdarlık teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek için Anadolu Defterdarı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde, buraların malî işlerini görmek üzere, Halep’te bir defterdarlık daha kuruldu. Fakat bu, devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında, devlet merkezinde, Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdarlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdar, Anadolu Defterdarı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdarlık olmuştur.

Dîvân-ı hümâyûn, sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamanına ve bazen de öğleye kadar devam ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları, sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Camii'nde kılar, Yeniçeri ocağı ile süvari bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve Ayasofya Camii'ne bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı, namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. Bu sırada duacı dua ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları, kapıları açarlardı. Dîvân-ı hümâyûnda, dîvân üyelerinden başka reisülküttâb, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, büyük ve küçük tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman, berat, menşur gibi evraka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise, veziriâzam kararlaştırırdı.

On sekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Osmanlı kabinesi şu şekilde teşekkül ettirilmiştir.

Sadrâzam.

Sadaret Kethüdalığı: 1835 yılında, Umûr-ı Mülkiye Nezareti ve 1837 yılında Dahiliye Nezareti olmuştur.

Reisülküttaplık: 1836 yılında, Umur-ı Hâriciye Nezareti olmuştur.

Defterdarlık: 1838 yılında, Maliye Nezareti olmuştur.

Çavuşbaşılık: 1836 yılında, Deâvî Nezareti ve 1870 yılında Adliye Nezareti olmuştur.

Yeniçeri Ağalığı: 1826 yılında Seraskerlik, 1908 yılında Harbiye Nezareti olmuştur.

Kapdan-ı Deryâlık: 1878’den sonra, Bahriye Nezareti olmuştur.

Daha sonraları kabineye, Şeyhülislâm da dâhil edilmiştir.

Dîvân-ı Hümâyûn Kalemleri

Dîvân-ı hümâyûnda Reisülküttaplık ile onun maiyeti olan beylikçinin nezaretleri altında, Dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı.

Amedî Kalemi: Reisülküttabın hususî kalemi olup, aynı zamanda, bütün dış işleriyle meşgul olur ve sadrazamlıkla sarayın irtibatını sağlardı. Padişahın kendisine sadrazam tarafından yazılacak tahrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak antlaşmalara dair ahidnâme ve musâlahanâme (antlaşma, sözleşme, vb.) suretleri, sadrazam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara ait yazışmalar, burada yazılır ve bu kalemde saklanırdı.

Beylikçi veya Dîvân Kalemi: Dîvânda müzakere olunup karara bağlanan işlerin, gereken yerlere havalesi ve dîvân sicillerinin tutulmasıyla vazifeliydi. Ferman ve beratlar burada yazılırdı. Beylikçi, yazı işlerinden dolayı Reisülküttâbın emri altında bulunurdu.

Tahvil Kalemi: Bu kaleme, Nişan Kalemi veya Kese Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyla, vilayet kadılarının beratları, zeamet ve timarların kayıtları hep burada tutulurdu.

Rüûs Kalemi: Genellikle küçük berat olarak tarif edilir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilayet kadısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hariç olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine intisab edenlerin (girenlerin) veya kendilerine evkaftan vazife verilenlerin muameleleriyle meşgul olur ve kayıtlarını tutardı. Tahvil ve Rüûs kalemleri, bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.

Teşrifâtçılık Kalemi: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazifelerden biri de teşrifatçılık idi. Gerek sarayda ve Dîvân-ı hümâyûnda, gerekse sadrazam konağında yapılan merasimlerde, elindeki defter gereğince protokolü tatbik ederdi.

Vakanüvislik Kalemi: Osmanlılarda vakanüvislik ismiyle resmî bir memuriyet ve kalemin kuruluşu, 18. yüzyıl başında ortaya çıkar. Bu kalem, devlet işlerine ait, verilen vesikaları tetkik ve kaydederdi. İlk meşhur vakanüvis tarihçi, Mustafa Nâimâ Efendidir.

Mühimme Odası Kalemi: 1797 tarihinde çıkan nizamnâmeyle, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki Mühimme Nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için Mühimme Odası veya Mühimme Kalemi kurulmuştur.

Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine Hâcegân ve bir kalemin en kıdemli memuruna Halîfe denirdi.

Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri

Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pek çok defter bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlileri; mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahidnâme defterleridir.

Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda her dîvân toplantısında görüşülen siyasî, içtimaî, malî, idarî ve örfî kararların kayıtlarını ihtiva eden defterlere “mühimme defterleri” denirdi. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usulü olmayıp, görüşülen işin neticesi, yani karar sureti, dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar suretini daha sonra reisülküttâb gözden geçirip tashih eder ve daha sonra icab eden yere yazılır ve en son olarak nişancı tarafından, hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâbıâlî’ye nakli sırasında, mühimme defterleri de, oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri, 16. yüzyıl ortalarından başlamaktadır.

Mühimme defterleri de birkaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine ait olan defterlerdir. Diğer bir mühimme defteri de “Mektûm Mühimme Defteri” olup, adından da anlaşılacağı üzere, gizli yazılan hüküm ve fermanları havidir (içerir). Bunlardan elde mevcut olanlar, 18. yüzyıldan başlamaktadır. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler, sadrazam ve serdâr-ı ekremle (başkomutan) beraber sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere ait tutulan mühimme defterlerine “Ordu Mühimmesi” denilmektedir. Sadrazamın seferde bulunması dolayısıyla, devlet merkezinde Rikab-ı Hümâyûn (Sadaret) Kaymakamının başkanlığı altında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere ait tutulan defterlere, “Rikab Mühimmesi” ismi verilmiştir.

Ahkâm defterleri: Bazen bir eyalete ve bazen muhtelif eyaletlere ait olarak tutulmuşlardır. Bu defterlerde valilere, kadılara ve saireye hitaben yazılan hükümler bulunmaktadır.

Tahvil defterleri: Bu defterlerin pek çok çeşitleri vardır. Tahvil muameleleri, sadrazamın emrini müteakip en son olarak yapılırdı.

Rüûs defterleri: Rüûs, genellikle, küçük memuriyet, vazife veya mültezimlere o işin verildiğini gösteren tayin vesikası olarak, küçük berat şeklinde tarif edilmektedir. On altıncı yüzyıl rüûs defterlerinde, büyük memuriyetlere ait beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kadı, mukâtaât, rikab, vakıf, müderrislik ve zeamet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.

Bu belli başlı defterlerin dışında, pek çok Dîvân-ı hümâyûn defteri de bulunmaktadır.

Donanma-yı Hümâyun

Osmanlı deniz kuvvetleri.

Medeniyet dünyasına eski ve tarihî hayatiyetini veren Akdeniz’e hakimiyet; cihangirlik davasının başlıca unsurlarından biriydi. Roma’nın bu denize hakimiyeti, onun cihangirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar, Akdeniz’e Mare Nostrum (Bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans) İmparatorluğu da, İslâmiyet'in doğuşuna kadar bu hakimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine, Emevîlerin kuruluşundan itibaren Müslümanlar, süratle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hakimiyetini ele geçirdiler ve bir kısım kuzey sahilleri dışında, bütün kıyılarına hakim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi, Akdeniz’e hakimiyetleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür.

Ancak, 12 ve 13. yüzyıllardaki Haçlı saldırıları, donanma faaliyetlerinin uzun süre aksamasına sebep oldu.

On üçüncü ve on dördüncü asırlarda, Mısır-Suriye Türk Memlûkları, Akdeniz’in doğusunda, ancak mevziî bir kudrette deniz gücüne sahip bulunuyorlardı. Bununla beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hakim olmanın lüzumunu duydular. İlk teşebbüse, İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük bir gayretle vücuda getirdiği donanmayla adaları zaptetti ve İstanbul muhasarasına hazırlandı. İlk Türkiye Selçuklu Sultanı Süleyman Şahın ölümünden sonra, İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşasına başladılar. Fakat imparatorun deniz kuvvetleri, bu tesisleri tahrip etti. Türkiye Selçukluları, ancak 13. asır başlarında, Akdeniz’de Antalya ve Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersane kurup, donanmalar ortaya koydular. Daha sonra Karadeniz’de Sinop beyleri, Adalar (Ege) Denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de Antalya beyleri denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları, deniz gazâ ve seferleriyle, adaları ve sahilleri hakimiyetleri altına aldılar.

Osmanlı Devletinin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi, Osmanlıları tabiî olarak denizle alâkadar etti. Nitekim, Karesi Beyliği gemilerinden de istifade edilerek, Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane yapıldı. Bu ilk devirler, Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup, denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber, bazı başarısızlıklara rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği ortaya çıkmaktaydı. Çünkü İkinci Murad Hanın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğunu denizden tehdit edecek kadar kuvvetlenip, deniz harekâtına alışmıştı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için, Çanakkale Boğazını tahkim ederken, donanmaya da önem verdi. Nitekim, donanmanın desteğiyle, İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bilâhare Akdeniz’de korsanlık eden Türk leventleri reislerinden, meşhur Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri, İspanya sahillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bayezid döneminde, gemicilik daha da gelişti. Antalya Valisi Şehzade Korkut, Akdeniz’de yelken açan Müslüman ve Türk denizcilerin hâmisi oldu.

Yavuz Sultan Selim, İslâm dünyasına hakim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek maksadıyla, büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersaneler yapılmasına başladı ve bir donanma kurmaya yöneldi. O tarihe kadar Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir tersane inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı yeterli görmeyerek gemileri çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı perkendi olmak üzere, mevcut miktara yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o, karadaki zaferlerine paralel olarak, denizcilikte Akdeniz hakimiyetini elde etmek yoluna gitti. Fakat, bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü yetmedi.

Yavuz Sultan Selim’in bu niyeti, oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından gerçekleştirildi. Kanunî zamanında Akdeniz hakimiyetinin elde edilmesinde, başlangıçta Osmanlı Devletinin emrinde olmayan Barbaros Hayreddin ve arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’da zaferler kazanırken, onlar da aynı yılda, yani 1525’te, Akdeniz’in kuzey sahillerini vurup, pek çok Hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in, Barbaros’a karşı gönderdiği Kaptan Andrea Doria mağlup oldu ve Septe Boğazını aşarak kaçtı. Türk denizcileri, İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs Müslümanını, Kuzey Afrika sahiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kanunî, Barbaros’u, 1533’te İstanbul’a davet etti. Hayreddin Paşa, merasimle karşılandığı huzurda, kendisini ve Cezayir beyliğini padişahın emrine verdiğini bildirdi. Kanunî Sultan Süleyman da, bu büyük denizciyi, donanma umum kumandanlığı ile birlikte Cezayir Beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca, tersaneyi yeni tesisat ve ilâvelerle genişletti.

Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi Andrea Doria kumandasında bulunan büyük Haçlı donanmasını, 27 Eylül 1538’de müstesna bir zaferle imha etti. Padişah, her tarafa fetihnâmeler göndererek, şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti, bu suretle karadaki hakimiyetine ilâveten deniz hakimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze Deniz Zaferi). Öte yandan Kanunî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan sahillerini emniyete aldı. Avrupalıları Hindistan sahillerinden uzaklaştırdı. Hadım Süleyman Paşa kumandasında, büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması, harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sahillerini kurtardıktan ve Portekizlileri mağlup ettikten sonra, Gücerât sahillerine kadar vardı ve Hind Denizindeki bu faaliyetler, Pîrî Reis, Murad Reis ve Seydi Ali Reis dönemlerinde de devam etti.

Osmanlı donanmasının en büyük âmiri, önceleri kapudan (kaptan) paşa ve 16. yüzyıl başlarında da kapudan-ı deryâ veya kapdân-ı deryâ denilen deryâ beyi (deniz komutanı) idi. Ancak, eski kaptanlardan Kemal Reis, Pîrî Reis, Murad Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Salih Reis gibi meşhur denizcilerimize, 16. asırda kaptan denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları, kaptan tabiri tamamıyla yerleşmiştir.

Kaptan olan reisleri, diğer reislerden ayırmak için hassa reisi denirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idare edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682 senesinden itibaren, donanmanın, kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyâle isimleri verilip diğer kalyon vs. süvarileri, kaptan diye anılmaya başlandılar.

Donanmada kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel, kürek devrinde, hassa kaptanları, gemi azabları bölükbaşıları olan reislerden tayin edilirlerdi. Her gemideki efrad (personel), kaptanın emri altındaydı. Bunlar, gemilerine fener takarlardı. Bu devirde kaptan olabilmek için, cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.

Osmanlı harp gemileri, Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle, bu tersanelerde yapılacak gemilerin miktar ve nevileri, hükümet tarafından o mahallin kadılarına bildirilir ve müddeti de tayin olunurdu. Bunların inşası için gereken malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar, her sene kırk kadırga yapmak kanundu. Ancak ihtiyaç hâlinde, bu sayı daha da arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlubiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir kış esnasında, yani beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dahil olmak üzere, öncekinden daha muazzam ve bütün levazımatıyla teçhiz edilmiş bir donanma yaptırmıştı. Sonraki tarihlerde bu kanun terk edilmiş ve kalyon inşası ehemmiyet kazanmıştı.

Osmanlıların kullandıkları gemiler, muâsırı (çağdaşı) olan denizci devletlerinki gibi, kürekli-yelkenli ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısımdı. Kürekle yürüyen gemilere umumî tabirle çektiri denilirdi. Çektirilerin en küçüğü karamürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çektirilerin büyüklerinden olan kadırga, yelken devrine, yani kalyonculuğun birinci safa geçtiği tarihe kadar, Osmanlı donanmasının esasını teşkil ederdi. Ancak, 18. asır başlarından itibaren, kadırgalar, eski önemlerini kaybetmiş ve tedrici surette, vazifelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı. Bunun için Üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar, Birinci Abdülhamid devrinde sona erdi ve kadırga nevinden olarak, yalnız kaptan paşa baştardası kaldı.

Osmanlı donanmasında hizmet eden azaplar, leventler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efradı (personeli) vardı. On altıncı yüzyılda, Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette bulunan güçlü kuvvetli denizcilere levend (levent) denirdi. Bu sebeple, korsan Türklerden, Osmanlı donanması hizmetine girmiş muharip askere “levend” ismi verilmiştir. Daimî bahriye sınıfından olan leventlerin, muayyen maaşları vardı. Leventler, gemilerde karakollukçuluk eder ve muhafaza hizmetinde bulunurlardı.

Osmanlı donanması, 16. yüzyıl boyunca, 17. yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hakimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyrediyordu. Ancak, onu ileriye dönük işler yapmaya sevk edecek sebepler ve ihtiyaçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticaret ve gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp buldular ve Uzakdoğu ülkelerine birçok seyahatlerde bulundular. Bu seyahatleri sırasında denizcilik sahasında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamamen kalyonlarla teçhiz ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum, denizlerdeki üstünlüğün Venedik’e geçmesine sebep oldu. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru Amcazâde ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan kalyonlar sayesinde, donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız Adası, Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük, 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine kadar, 80 sene müddetle devam etti. Bu tarihte yakılan donanmamızda, 5000 denizcimiz şehid düştü. Bunun üzerine 1773’te, donanmaya personel yetiştirecek ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere, yerli ve yabancı hocaların ders verdiği, Bahriye Mektebi açıldı.

Üçüncü Selim zamanında, 1787-1792 Türk-Rus Harbinden sonra, çekirdekten denizci olan Küçük Hüseyin Paşa, kapdân-ı deryâ olunca, Osmanlı donanmasının modernize edilmesinde önemli adımlar atıldı. Bu gelişmeler, Sultan Abdülmecid Han zamanında da devam etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sahip olmadıkça savaşlarda netice alınamayacağını bilen Sultan Abdülaziz Han, Osmanlı bahriyesine hususî bir alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre teçhiz edilerek, personel eğitimine önem verildi ve tersanelerde buharlı gemiler yapıldı. Bu sayede, Osmanlı donanması, İngiltere ve Fransa donanmalarından sonra dünyanın en kuvvetli donanması durumuna geldi.

Nitekim, donanmanın bu gücü sayesinde Osmanlı denizcileri, İkinci Meşrutiyet döneminde Türk-İtalyan Savaşında denizaşırı uzak bölgelere, önemli ölçüde silah taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan Harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte yandan ordunun ikmal nakliyatını başarmışlar ve Birinci Dünya Harbinin dört yılında, bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş Savaşında da, cephenin ihtiyacı olan cephaneyi bulup taşımışlardır. Donanma, bu faaliyetleri yürütürken, tamamen Sultan Abdülaziz zamanında ulaştığı muazzam gücünden istifade etmiştir.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Düyun-u Umumiye
Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.

1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri.

Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.

3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.

Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
E


Emniyet Teşkilatı
Devletin iç güvenliğini temin eden teşkilât. Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana devlet teşkilâtı ve sosyal müesseseler içerisinde zâbıta kuruluşu da devletin gelişmesine paralel bir yön tâkib etmiş ve diğer ülkelerde rastlanmayan bir olgunluğa erişmiştir. Devletin çözülüş döneminde bu teşkilât da iç ve dış tesirlerle yeni şekillere girmek ve değişikliklere uğramak sûretiyle yeniden düzenlenme devrelerini geçirmiştir. Askerî ve mülkî teşkilâtın yanında zâbıta kuruluşları da zamanın îcaplarına uydurulmuştur.

Subaşı: Türk zâbıta târihinde önemli bir rol oynayan ve târih boyunca çeşitli şekil ve sıfatlarda görünmekle berâber dâimâ zâbıta işlerinin başında bulunduğu anlaşılan Subaşı, ilk zâbıta âmiri olarak kabul edilmektedir.

Osmanlılar devrinin ilk dönemlerinde Subaşılar, güvenlik işlerine bakmakla beraber, belediye zâbıtası hizmetlerini de yürütmüşlerdir.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda her kasabada birer Kâdı ve Subaşı bulunurdu. Kâdı mülkî işlere bakardı. Kasabanın huzûr ve güvenini, Kâdının verdiği hükümlerin yerine getirilmesini, aynı zamanda bir askerî âmir olan Subaşılar sağlardı.

Sancakların başındaki Sancak Beyleri ile eyâletlerdeki Beylerbeyleri, emirleri altındaki askerlerle bölgelerinin güvenliğini sağlıyorlardı.

Yeniçeri döneminde zâbıta:Yeniçerilerin kuruluşundan sonra âsayîş bunlar tarafından sağlandı ve Yeniçeri Ağaları kumandanlık yaptı. Yeniçeri ağaları hükümet merkezinin güvenliğinden mesûl kimselerdi.

İstanbul’un fethinden sonra bu şehir 5 büyük zâbıta bölgesine ayrıldı. Bu bölgeler:

1)Yeniçeri Ağasına ayrılan bölge,

2) Cebecibaşına ayrılan bölge,

3) Kaptanpaşaya ayrılan bölge,

4) Topçubaşına ayrılan bölge,

5) Bostancıbaşına ayrılan bölge, olarak bilinmektedir.

Bu zâbıta bölgeleri dışında, yalnız kendi kesimlerinin güvenliğini sağlayan ve Usta denilen memurlar da vardı.

Birçok semtlerde o bölgenin en büyük zâbıta âmirinin emrinde kolluklar yâni bugünkü tâbirle karakollar bulunurdu. Buralarda zâbıta hizmetlerini yürüten ve Kollukçu denilen kişiler vazife yapardı.

Kale kapısına muhâfızlık eden kollukçulara da Yasakçı denilirdi.

Zâbıta Makamları

Sadrâzam: Devletin iç ve dış güvenliğini sağlayan en yüksek makam. Sadrâzamlık olduğu için, en büyük zâbıta âmirliği yetkisi de sadrâzama âitti. Kendisi seferde olduğu zamanlar bu yetkiyi Kethüdâ Bey kullanırdı.

Yeniçeri Ağası:İstanbul’un güvenlik işleri ile de alâkası olduğundan, devriye gezerken yolsuz ve kânuna aykırı davranışlarda bulunanları yakaladığı zaman bunları yanındaki falakacılara dövdürür veya hapsettirirdi.

Falakacı: Yeniçeri Ağasının emri altındaki Acemi Oğlanlar falakayı taşır ve bunlara da falakacı denirdi.

Cebecibaşı ve Cebeciler:İstanbul’un Ayasofya, Hocapaşa, Ahırkapı taraflarının korunması ve güvenliğinin sağlanması bunlara âitti.

Kaptanpaşa:İstanbul’un Kasımpaşa ile Galata semtinin güvenlik işlerinden Kaptanpaşa mesul idi. Galata semtinin asayişinden Galata Çavuşu, Kasımpaşa ile yakın sâhillerin âsâyişinden ise Tersane Çavuşu mesul kılınmıştı.

Bu çavuşların emri altında Kalyoncu denilen zâbıta görevlileri vardı.

Topçubaşı ve Topçular:Tophâne semti ile Beyoğlu taraflarının korunması, dirlik ve düzenliğinin sağlanması Topçubaşılarına verilmişti.

Bostancıbaşı ve Bostancılar: İstanbul’un Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane, Boğaziçi’nin iki tarafı, Kadıköy, Adalar ve Ayastefanos (Yeşilköy) taraflarının zâbıta işleri Bostancıbaşılara verilmişti. Pâdişâhın saray ve köşklerini de bunlar korurlardı.

Kâdı: Sadrâzam ve Yeniçeri Ağasından sonra, mülkî, adlî ve beledî işlere ve bu arada zâbıta görevlerine de karışan büyük bir âmirdi. Suçluları bizzat sorguya çeker ve hükmünü de kendisi verirdi. Zâbıta âmirliği yetkilerini bilhassa ahlâk zâbıtası hizmetlerinde kullanırdı.

İstanbul şehri, İstanbul-Galata-Üsküdâr-Eyüp olmak üzere dört kâdılığa ayrılmıştı.

Böcekbaşı: Fâilleri ortaya çıkarılamayan suçları tâkib etme, suçluları yakalama ve diğer gizli zâbıta işleri ile vazifeli âmire Böcekbaşı denirdi. Zamanımızın sivil zâbıta görevlilerinin hizmetini görürlerdi. Emirlerinde kadın memurlar da bulunurdu.

Ustalıkla kıyâfet değiştiren bu memurlar kanûn ve nizâmlara aykırı davranışları tesbit ederler, yerinde ve zamanında müdâhale ile birçok yolsuzlukların önünü alırlardı. Bu teşkilât içinde haber alma hizmetini gören ve Çuhadar ünvânı verilen birtakım memûrlar da vardı. Ayrıca, İstanbul’da Sadrâzamın, illerde de vâlilerin emrinde Baştebdil Ağası denilen bir hebar alma şefi bulunurdu.

Yeniçeri Ocağının 1826 târihinde ortadan kaldırılmasından sonra, bunun yerine İstanbul’da Asâkir-i Muntazama-i Hâssa adıyla zâbıta hizmetlerini yürütmek üzere yeni bir teşkilât kuruldu.

Böylece Yeniçeriler ve Yeniçeri Ağasının yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ve Serasker’in zâbıta hizmetlerini yüklenme dönemi başlamaktadır.

Bu dönemde İstanbul zâbıta hizmetleri İhtisap Nezâreti tarafından yürütülmüştür. Eyâletlerde ise, bu hizmetler Sipahilere bırakılmıştı.

1834 târihinde, Anadolu ve Rumeli’nin bâzı eyâletlerinde Asâkir-i Redife adı ile bir askerî teşkilât kuruldu. Bu askerlerin yönetimi Serasker denilen bir kumandana bırakılmıştı.

Seraskere, eskiden, Yeniçeri Ağasına bırakılan yetkiler verildi. Bu sûretle kendisine hükümet merkezinde İstanbul yakasının en büyük emniyet âmiri sıfat ve yetkileri tanınmış oldu.

Yukarıda belirtildiği gibi; Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra da, eyâletlerde ve İstanbul’da zâbıta hizmetleri ayrı ayrı başlara bağlı olarak yürütülmekteydi.

Teşkilât ve yürütme alanındaki bu farklılığı ortadan kaldırmak maksadıyla ilk defâ, 1845 târihinde, İstanbul’da polis teşkilâtının kurulduğu görülmektedir.

Yayınlanan ilk Polis Nizâmnâmesi 10 Nisan 1845 târihini taşımakta ve polis adı verilen yeni zâbıta teşkilâtının vazifeleri bu nizâmnâmede gösterilmektedir.

Polis Nizâmnâmesinin yayımını ve polis adı verilen zâbıta teşkilâtının kuruluşunu izleyerek, zâbıta hizmetlerindeki karışık yönetimi önleme ve birleştirme amacı ile bir yıl sonra da 1846 yılında ilk defa Zaptiye Müşirliği kuruldu.

Zaptiye Müşirliği yalnız zâbıta işleriyle uğraşmak üzere kurulmuş yeni bir teşkilât özelliği taşımaktadır.

1879 târihinde kurulan Zaptiye Nezâreti 1909 yılına kadar bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğü görev ve yetkilerini yapıyor ve kullanıyordu. Yurdun her tarafında kurulan polis teşkilâtları bu nezâret tarafından idâre ediliyordu.

Başkent: İstanbul, Üsküdar, Beyoğlu, Polis Müdürlükleri ve Beşiktaş Polis Memurluğu adları ile dört Polis Dâiresine ve her polis dâiresi de merkezlere ayrılmıştı.

1886 yılından sonra, İstanbul Polis Müdürlüğü dışındaki diğer müdürlüklerin Mutasarrıflık adını aldığı, Polis Müdürüne Matasarrıf denildiği görülmekte ve 1898 yılında da İstanbul’da Sivil Polis Teşkilâtı kurulmuş bulunmaktadır.

Bu dönemde ve başlangıçta 15 ilde Polis Teşkilâtı kurulmuş ve her il dâiresinin başına bir Serkomiser getirilmişti.

İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra 1909 yılının başında Zaptiye Nezâreti kaldırılmış, onun yerine polis işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirilen, Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, 22 Temmuz 1909 târihli İstanbul Vilâyeti ve Emniyet Umûmiye Vilâyeti ve Emniyet ûmûmiye Müdüriyeti Teşkilâtına dâir kânunla kurulmuştu.

Bu durumda bütün memleket polisini yönetimi altında bulunduran Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, Zaptiye Nezâretinin yerini almış oldu.

Zâbıta hizmetinde geçirilen tecrübeler gözönünde bulundurularak yeni bir Polis Teşkilâtı ve Vazife Nizamnâmesi meydana getirildi. 21 Mayıs 1913 târihli bu nizamnâme ile polisin teşkilâtlanması, görev ve yetkileri ile personelin dereceleri, sınıfları, mesleğe giriş, yükselme ve diğer bütün özlük işleri en iyi şekilde günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir.

Encümen-i Dâniş
On dokuzuncu asrın ortalarında resmen kurulmuş olan ilk Türk Akademisi. Kuruluş gâyesi eğitim ve kültür alanında gerekli çalışmaları yapmak, batıdaki ilmî çalışmaları ve yenilikleri tâkib etmek, Türk dilinde ilim ve fenlere dâir lüzümlu kitapları hazırlamak veya tercüme etmek, ilmin memlekete yayılması, vatandaşların bundan istifâdesiyle umûmî seviyeyi yükseltmek olarak tesbit edilmişti.

21 Temmuz 1846’da toplanan Meclis-i Maârifi Umûmiyede ilmî müesseseler arasında bir de Encümen-i Dâniş’in kurulmasına karar verildi. Encümen-i Dâniş’in resmen kurulması için Ahmed Cevdet Paşa bu kurumun gâyesi ve sağlayacağı faydaları ihtivâ eden bir mazbata yazarak Sultan Abdülmecîd Hana arz etti. Abdülmecîd Han izin verince, Cevdet Paşa bu mazbataya uygun bir beyannâmeyi 1 Haziran 1851 târihli Takvîm-i Vekâyî’de (Resmî Gazete’de) yayınladı.

Maârif târihimiz açısından bir vesika mâhiyetinde olan bu beyannâmede, Encümen-i Dâniş’in kuruluşundaki ilmî maksat çok daha açık bir şekilde îzâh edildi. Ayrıca reis ve âzâları îlân olundu. Encümen-i Dâniş’e, Bezm-i Âlem Vâlide Sultân’ın, Sultan Mahmud türbesi yakınlarında yaptırdığı Dârülmaârif adlı okulun içinde bir yer ayrıldı. Encümen-i Dâniş, Sultan Abdülmecîd Hanın irâdesi üzerine 18 Temmuz 1851 (19 Ramazan 1267) târihinde büyük bir törenle açıldı. Açılışa başta Pâdişah olmak üzere, sadrâzam, bütün hükûmet üyeleri ve ilmiye sınıfı katıldı.

Açılış töreninden sonra, dâhilî ve hâricî âzâlara, birer rüûs (diploma) verildi. Encümen-i Dâniş’in nizamnâmesinde (tüzüğünde) dâhilî ve hâricî âzâlıklar ile bunların husûsiyetleri ve faaliyet alanları belirtildi. Dâhilî âzâlar kesin olarak kırk kişiydi. Bunların her birisinin bir ilim dalında mütehassıs olması, bir yabancı dili bilmeleri, bir eser hazırlama veya tercüme kâbiliyetlerine hâiz olmaları şart koşuluyordu. Dâhilî âzâlar, zarûrî bir mâzeretleri bulunmadığı müddetçe, toplantılara katılmaya mecburdu. Dâhilî âzâlıklarda “Sadrâzam Reşid Paşa, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey, Serasker Mehmed, Hâriciye Nâzırı Âlî ve Ticâret Nâzırı İsmet Paşa gibi devlet adamları, ayrıca Sadrâzam Fuâd Paşa, Şerif Mehmed, Târihçi Hayrullah Efendi, Ziver Kala, Ahmed Vefik, Osman Sâhib, Ahmed Cevdet Paşa, Ali Fethi ve Recâî efendiler gibi devrin ilim ve edebiyât dünyâsının mümtaz sîmâları da yer alıyordu.

Hâricî 30 tâne âzâ bulunuyordu. Hâricî âzâların, Türkçeye vâkıf olmaları şart koşulmamıştı. Akademiye hangi dil ile olursa olsun mâlûmât verebilmeleri yeterli sayılıyordu. Bunlar maarife dâir yazacakları yazıları Encümen-i Dâniş’e göndermekle vazîfeliydiler. Hâricî âzâlıklarda devrin Rum ve Ermeni bilginlerinin yanında, meşhur İngiliz müsteşriki James W. Redhouse, Fransız müsteşriklerinden Bionchi gibi Avrupa’nın tanınmış ilim adamları yer alıyordu.

Encümen-i Dâniş’te yalnız öğretim kitapları hazırlanırken daha sonra Dârülfünun’da okutulacak kitaplar da hazırlanmaya başladı. Encümen-i Dâniş’te ilk önce Kavâid-i Osmâniye ile ilgili bir lügat kitabı hazırlanması kararı alındı. Bununla ilgili çalışma netîcelenmediyse de târihle ilgili Ahmed Cevdet Paşaya verilen 1774’ten 1824’e kadar Osmanlı târihini yazma görevi tamamlandı. 12 cilt hâlinde muazzam Târih-i Cevdet diye bilinen Osmanlı târihi kitabı meydana geldi.

Encümen-i Dâniş’in hangi târihte ve neden lağvedildiği hakkında kesin bir mâlûmat yoktur. Ancak 1862’ye kadar devlet salnâmelerinde “Diyânet Takvimi” ismi geçtiği hâlde bundan sonrakilerde görülmemektedir. Buradan Sultan Abdülmecîd Hanın vefâtıyla çalışmasına son verildiği tahmin edilmektedir. Bu ilk Türk Akademisi 12 yıl kadar hizmet vermiştir.

Enderun (Enderün-u Hümâyun)
Osmanlı sarayında, devlet işlerini görecek olanların sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tâbi tutuldukları ve terbiyenin öğretildiği müessese. Sarayın iç kısmı mânâsına gelmekte olup, “Enderûn-ı Hümâyûn” şeklinde de kullanılırdı. İstanbul’un alınmasından sonra Fâtih, Topkapı Sarayını yaptırdı. Dört tarafı surlarla çevrili bu saray; değirmenleri, fırınları, bostanları, silah depoları, koğuşları ve mescitleriyle âdetâ bir kasaba idi. Mutfaklarında günde yirmi bin kişiye yemek dağıtılıyordu. Fâtih, Osmanlı Devletinin teşkilâtını temelleştirirken, Enderûn’u da sağlam esâslara oturttu. Meşhur Kânûnnâmesin’de Enderûn için bâzı maddeler koydu. Enderun, Fâtih’in büyütmesiyle de kalmadı. Osmanlı hudutları büyüdükçe buna paralel olarak saray teşkilâtı da genişletildi. Sarayın enderun halkını, devşirme denilen bâzı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getirmekteydi. Bunlar devşirme kânununa göre sekiz ilâ on sekiz yaşları arasında toplanıp önce Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrâhim Paşa Sarayı gibi saraylarda tahsil ettirilip, Türk-İslâm âdet ve geleneklerine göre yetiştirilirdi.

Bu saraylarda eğitim gören içoğlanlarından başarılı olanları, belli aralıklarla çıkma denilen usûl ile ihtiyaca göre Enderûn Mektebine alınır, diğerleri ise Kapıkulu Süvârî Bölüklerine gönderilirdi.

Topkapı Sarayı Enderûn Mektebinde, hem devlet adamı veya sanatkâr olmak üzere tahsil ve terbiye gören, hem de çeşitli hizmetlerde bulunan içoğlanları (gılâmân-ı enderûn) altı odaya ayrılmışlardı. Aşağıdan yukarıya doğru bu altı oda şunlardır: 1) Büyük ve küçük odalar, 2)Doğancı koğuşu, 3)Seferli odası, 4) Kiler, 5)Hazîne odası, 6)Has oda.

Topkapı Sarayı içoğlanları dolamalı ve kaftanlı olarak iki sınıf idiler. Büyük ve küçük oda gılmanlarına, dolama giydiklerinden dolayı dolamalı, seferli, kiler, hazine ve has oda gılmanlarına da kaftan giydikleri için kaftanlı denilirdi.

Enderûn mektebinde ilk müfredât programı; Kurân-ı kerîm, ilm-i hâl, tecvit gibi sâdece dînî bilgileri öğreten derslerden ibâretti. İkinci Murad zamânında müfredât programları geliştirilip; tefsir, hadis, fıkıh, ferâiz, şiir ve inşâ, hey’et, hendese, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bedî’ ve beyân ile hikmet dersleri verilmeye başlandı.

Enderûn mekteplerine alınan içoğlanları öncelikle buradaki hazırlık sınıfları olan küçük ve büyük oda gılmanları arasına katılırlardı. Buradaki okuma-yazma, özellikle Kur’ân-ı kerîm tahsiliyle ilgili derslerdi. Buradan doğancı koğuşuna geçen içoğlanları eğitim ve öğretime devâm ederlerdi. Doğancı koğuşunun 1675’te kaldırılmasından sonra yüksek tahsilin ilk basamağı seferli odası oldu.

Enderûn Mektebinde asıl eğitimin başladığı bu odada tetimme medreselerine denk bir eğitim gören içoğlanları, dersleri dışında Farsça okumak ve en az bir zanâat, sanat veya fenle (zekâ tesbiti sonunda belirlenen istidâtlarına göre) ilgilenmek zorundaydı. Bunlar dışında ata binmek, iyi silâh kullanmak isteyenler, iyi bir silâhşör olarak yetiştirilirlerdi. Güzel yazı (hüsn-i hat), cilt sanatı, tezhib, tasvir, mîmârî gibi sanatları öğrenmek isteyenler, şiir, edebiyât ve tıp, matematik, hendese gibi bilimlere ilgi duyanlar da ilgilendikleri alanlarda sarayda görevli bilginlere veya ehl-i hıref-i hassa (sarayda bulunan mesleğinde ehil sanat erbâbı) üstatlarına devâm ederlerdi. Bunlar için hükûmetçe zamânın en büyük sanatkâr ve bilim adamları görevlendirilir, saray-ı hümâyûn hocaları ünvânını alan bu üstatlar, haftada bir defâ Enderûn Mektebine gelirler, öğrenciler tarafından karşılandıktan sonra da o günkü konuyu işlemeye başlarlardı. İçoğlanları, aldıkları bu dersle yetinmezler, kendilerinden eski olan oda kıdemlilerinin çevrelerinde dört-altı kişilik gruplar meydana getirerek, kendi kendilerine küme çalışmalarına devâm ederlerdi. Böylece yedi-sekiz yıllık bir eğitim ve öğretimi bitiren delikanlılar ya bir üst sınıfa geçerler, ya bir saray görevine tâyin edilirler veya uygun bir subaylıkla saray dışına verilirlerdi. Daha sonra sırasıyla Kiler ve Hazîne odasında eğitim gören gılâmân-ı enderûn en son Has Oda denilen bölüme gelirlerdi.

Has Odadakiler Enderûn Mektebinin elit (en yüksek) kısmı idiler. Genç olmalarına rağmen büyük bir mevkiye sâhib olurlardı. Burada bulunanlara devrin en yüksek eğitimi ve öğretimi verilirdi. Buradaki eğitimin ana hedefi elemanları idârecilik yönünden yetiştirmekti.

Has odalılar eski ve acemiliklerine göre dış hizmete çıkarılırlardı. Eğer eskilerden ise müteferrikacılık, acemi ise çâşnigirlikle çıkardı. Has odalıların sancak beyliği ile çıktıkları da görülürdü.

Enderûn’a âit bütün odaların ve koğuşların harfi harfine tatbik edilen nizâmnâmeleri vardı. Tertip ve tanzim edilmemiş, kendi hâlinde bırakılmış hiçbir şey yoktu. Koğuşlarda disiplin son derece sıkı idi. Yatılıp kalkılacak ve dinlenilecek zamanlar da dakika şaşmazdı. Has odalılar hâriç, diğer dâire mensupları güneşin doğmasından iki saat önce kalkarlardı. Kalkış ve yatış saatleri güneşin doğuş ve yatsı namazının vaktine göre devamlı değişirdi. Yatsı namazı cemâatle kılındıktan sonra hemen yatılırdı. Bu esaslar doğrultusunda kurulup teşkilâtlanan Enderûn-ı Hümâyûn Mektebi, kuruluşundan îtibâren aşağı yukarı devletin bütün büyük siyâsî ve askerî memurlarını yetiştirdi. Bu memurlar, mektepten aldıkları terbiyenin mükemmelliği sâyesinde, Osmanlı Devletine sadâkât ve hamiyyetleriyle hizmet ettiler.

Diğer taraftan Enderûn-ı Hümâyûn devletin günlük hayâtının en canlı alanı idi. Akağalar Kapısı önündeki mermer sütunlarla çevrili revakta cülûs-ı hümâyûn, ayak dîvânı, bayramlaşma gibi merâsimler veya olağanüstü toplantılar yapılırdı. Harplerde Sancak-ı şerîf bu kapı önüne dikilirdi. Bâbüssaâde’nin iki kapısı arasında Kapıağası Dâiresi yer alırdı. Burada, iç kapıdan girilince tam karşıda arz odası ve onun arkasında İkinci Selim zamânında yaptırılan 12 sütunlu mermer havuz yerine Üçüncü Ahmed tarafından yaptırılan kütüphâne yer almaktadır. Enderûn-ı Hümâyûnda ayrıca hazîne-i hümûyûn (iç hazîne, enderûn hazînesi), kiler-i hassa, hazîne kethüdâsı dâiresi, hazîne koğuşu, Hırka-i saâdet ve mukaddes emânetleri ihtivâ eden has oda, enderûn ağaları mescidi, pâdişâhın özel mutfağı (kuşhâne) bulunmaktadır. Enderûn bölümünde Sultan Dördüncü Murad’ın yaptırdığı Bağdat, Revan ve Kara Mustafa Paşa Köşkü ile Mecidiye Kasrı da yer almaktadır.

Saray teşkilâtının kurulduğu ilk zamanlarda enderûn ricâlinin en büyüğü Kapıağası idi. Sonraları Bâbüssaâde Ağası ünvânını alan bu memur, topyekün Enderûn memûriyetinin âmiriydi. Maiyetinde Kapıoğlanı ismiyle otuz-kırk kişi bulunurdu. Bunlardan; miftâh ağası, peşkir ağası, şerbet ağası, ibrik ağası diğerlerinin büyüklerindendi ve doğrudan baş ağanın maiyeti sayılırlardı. Kapıağası her zaman pâdişâha refâkat ederdi. Yalnız pâdişâh seferde ve avda buluduğu zaman yanında bulunmaz, sarayın muhâfazası hizmetini îfâ ederdi. Taşra hizmetine verilip saray dışına çıkarıldığı zaman, Mısır vâliliğince (16. asır sonlarında) gönderilirdi.

Enderûn ağalarının ikincisi Hasodabaşı idi. Pâdişahın en yakın hizmetini görenler bunun emrindeydi. Emri altında Hasoda gılmanı ismi verilen içoğlanları vardı. Has odabaşı da dâimâ pâdişahla berâber bulunurdu. Saraydaki emânât-ı mukaddesenin muhâfazası da has odaya âitti. Ayrıca Hırka-i saâdetin huzûrunda Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Silahdâr Ağa, has oda ağalarının ikincisiydi. Sarayda pâdişaha âit kılıç, tüfenk, ok, yay, zırh gibi eşyâları bu ağa muhâfaza ederdi. Has oda ağalarının üçüncüsü olan çuhâdâr ağa, alaylarda ata binerek pâdişahın gerisinde gider ve yağmurluğunu taşırdı. Has odanın dördüncü ağası olan rikâbdâr ile has oda ağalarının sonuncusu olan tülbend gulâmının vazîfesi, pâdişâhın husûsî eşyâyarını taşımak ve hizmetini görmekti. Bu ağalar ve emrindekiler üzerlerine düşen hizmetleri görürlerken, eğitimlerini de aksatmadan devâm ettirirlerdi. Bu ağalar saray içi terfilerde sıraya göre birbirilerinin yerine terfi ederler, saray dışına çıktıklarında da vezir pâyesini alırlardı.

Enderûn ağalarının üçüncüsü aynı zamanda hazîne-i hümâyûn görevlilerinin reîsi olan Hazînedârbaşı idi.

Kilercibaşı Enderûn ağalarının dördüncüsüydü. Pâdişah yemek yerken hizmet-i hümâyûnda bulunur, kilercilere nezâretlerle berâber sofra edevâtını muhâfaza ederdi.

Beşincisi Sarayağası idi. Sarayağası, Enderûn-ı Hümâyûn nâmını alan, has oda, hazîne, kiler ve seferci odası, doğancı koğuşu ile büyük ve küçük odaların muhâfazasına nezâret ederdi. Maiyetinde yine ağalardan kırk nefer bulunurdu.

Enderûnda çok sıkı bir intizam vardı. Kıdemli olmak büyük bir meziyet teşkil ederdi ve her ağa kendinden eski olana hürmet etmek mecbûriyetinde idi. Kânun küçük bir ihmâlkârlığa bile yer vermeden tatbik olunur, en küçük bir disiplinsizliği görülen derhâl saray dışına çıkarılırdı.

Enderûn halkı gün doğmadan önce kalkar, abdest alıp topluca sabah namazını kılardı. Pâdişah da ekseriyâ sabah namazını Enderûn Câmiinde edâ ederdi.

Enderûnda; kuşlukta, ikindide ve yatsıdan sonra olmak üzere günde üç defâ yemek verilirdi. Bu yemekler, ilk zamanlar iki kap iken, zamanla dörde, sonra da altıya çıkmıştı.

Enderûnluların elbiseleri hünkâr tarafından tedârik edilirdi. Ağalar, başlarına som sırma takke ve takkenin altına iç fesi giyerlerdi. İki kollarının yanından enlice siyâh kadifeden zülüf denen uzun birer alâmet sallandırırlardı. Üstlerine, mevsime göre kaftan ve altlarına entâri giyer, bellerine ağır sırma işlemeli, kapaklı kemer takarlardı. Pâdişahla dışarı çıktıklarında kalıp işi denilin kavuk giyerler ve bellerine lâhûrî şal sararlardı. Eskiler mücevherli bıçak ve hançer takarlardı.

Bilhassa ilk kuruluş ve devletin yükselme devrelerinde hakîkî bir mektep vazîfesi gören Enderûn’dan, altmış sadrâzam, üç şeyhülislâm, yirmi beş kaptan paşa yetişti. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, Enderûn okullarına, alınan talebeler ile ilgili olarak; “Zekâ ölçmek, test usûlünü kullanmak ilk olarak Osmanlılarda, Enderûn’a seçilen talebelerde başladı.” demektedir.

Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korku ve telâşa kapıldılar. İslâmiyet Avrupa’ya yayılıyor, Hıristiyanlık yok oluyor diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar, çok uğraştılar. Sonunda İstanbul’da bulunan İngiliz sefiri müjdeyi gece yarısı şifre ile bildirdi. Şifresinde; “Buldum, buldum, Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi ve bunları durdurmanın çâresini buldum.” diyor ve bulduğu çâreleri şöyle anlatıyordu:

“Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar, seçilerek saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler, tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak lâzımdır.”

Devşirme usûlünün kalkmasından sonra, Enderûn’a köleler alınmaya başlandı. Ancak birçok vezir, asilzâde ve tüccar, şeref bulmak düşüncesi ile çocuklarını Enderun’da okutabilmek için köle diye Saraya satıyorlardı. Bu durum anlaşılınca pâdişahlar, zâdegân takımından gençlerin Enderûna kaydedilmesini emrettiler.

İkinci Mahmud, Yeniçerilerin kaldırılmasıyla başlanan ıslâhât sırasında, Enderun’da da hayli değişiklik yaptı. Enderûn-ı Hümâyûn Nezâreti nâmıyla bir nezâret teşkil olundu ve ayrıca Mâbeyn-i Hümâyûn Müşirliği ihdâs edildi. Sultan Abdülmecîd Han zamânında Dolmabahçe Sarayına nakledilen Enderûn’un eski vaziyeti gevşemeye ve bozulmaya başladı. Mâbeyn, Enderûn’dan ayrıldı. Enderun müstahdeminin eski terakkî yolları kapandı. Tanzimât ile mekteplerden fen dersleri kaldırılıp enderûnlar da değerini kaybedince, sultan İkinci Abdülhamîd Han, günün şartlarına uygun orta dereceleri mektepler ve fakülteler açtı.

Eyalet
Osmanlı merkez teşkilâtının dışında, taşrada bulunan ve beylerbeyi tarafından yönetilen en büyük idârî bölge. Osmanlı Devletinde taşra teşkilâtı, aşağıdan yukarıya köy, nâhiye, kazâ, sancak ve eyâlet olmak üzere idârî taksimâta ayrılmıştı. Temel idârî birim sancak olup, sancakların birleşmesinden eyâlet (vilâyet) veya beylerbeyilik denilen büyük idârî birimler meydana gelmektedir. 1590 târihine kadar, teşkilât tâbiri olarak beylerbeyilik kelimesi kullanılmış, bu târihten îtibâren eyâlet tâbiri kullanılmaya başlamıştır.

Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya pâdişahın otoritesi altındaydı. Buralarda timar denilen bir toprak sistemi uygulanıyordu. Devletin gelirleri, bir takım görevler karşılığı idârecilere ve sipâhîlere tahsis edilmekteydi. Ekserisi Anadolu ve Rumeli’de bulunan bu eyâletlere salyânesiz yâni yıllıksız denilirdi.

Bunun yanında Osmanlılar Anadolu ve Rumeli eyâletlerinden daha bağımsız; Mısır, Bağdat, Yemen, Basra, Lahsa, Habeş ve Garb Ocakları denilen Cezâyir, Tunus, Trablusgarb gibi eyâletlerin şekillendiği toprakları idârî çatıları altında toplanmaktaydılar. Bunlara sâlyâneli yâni yıllıklı eyâletler denilmektedir. Buralarda Osmanlı beylerbeyi idâresi altında askerî, mâlî ve adlî sâhalarda değişik bir tatbikât vardı. Bölgenin beylerbeyi, yâni vâlisi, eyâletin idârî ve askerî harcamalarını gerçekleştirdikten sonra sâlyâne yâni yıllık adı altında devlet merkezine muayyen bir mikdâr göndermekle yükümlü idi.

Bunlara benzer olarak Doğu Anadolu’nun bâzı bölgelerinde, idâresi kabîle beylerine âit ırsî sancaklar vardı. Hükûmet denilen bu sancaklarda, bütün gelirler ırsî kabîle beylerine âit bulunuyordu. Buna karşılık bu beyler, belirli bir oranda asker toplamak ve gerektiğinde devletin emrine göndermek durumunda idi. Bölgenin şehirlerinde birer kâdı ve yeniçeri garnizonu bulunması diğer eyâletlerle birlikte taşıdıkları ortak özelliklerdi. Bunlara aynı zamanda yurtluk ve ocaklık idâresi de denirdi.

Eyâleti idâre eden beylerbeyi, pâdişâhın otoritesini temsil eden en yüksek yöneticiydi. Eyâletin her bir sancağına devlet merkezinden bir sancak beyi tâyin edilirdi. Paşa Sancağı adı verilen eyâlet merkezine de eyâlet vâlisi gönderilirdi. Eyâlet vâlileri hem askerî hem de mülkî yöneticilerdi. Beylerbeyi, emri altındaki görevlilerle birlikte merkezdeki Dîvân-ı hümâyûnun küçük bir benzeri olan beylerbeyi dîvânı ile eyâleti yönetmekteydi (Bkz. Beylerbeyi). Beylerbeyinin yanında bölgenin kazâ (yargı) kuvvetini ise kâdı temsil ediyordu. Bey, kâdının hükmü ve karârı olmadan hiç kimseyi cezâlandıramazdı. Osmanlılar eyâlet idâresinde bu kuvvetler ayrımını âdil bir idârenin esâsı saymışlardır.

Sultan Birinci Murâd (1360-1389) devrinde, Balkanlardaki fütûhâtın devâmı ve elde edilen toprakların idârî kontrolü için, Lala Şâhin Paşa Rumeli beylerbeyi tâyin edildi (1362). Birinci Murâd daha sonra oğlu Bâyezîd’i doğuda yeni fethedilen bölgelerin beylerbeyi olarak Kütahya’ya gönderdi ki; burası Osmanlıların ikinci beylerbeyliğinin (Anadolu) nüvesini meydana getirdi (1393).

Sultan Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn’e âit memleketleri eline geçirince, Rûmiye-i sugrâ (Amasya, Tokat, Sivas) vilâyetini üçüncü bir beylerbeylik olarak ihdas etti. On beşinci yüzyıl ortalarına kadar devâm eden bu üç beylerbeylik, Osmanlı Devletinin temelini teşkil etti.

1468 yılında fethedilen Karaman, bir beylerbeylik hâline getirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın saltanatı başlarında; Dulkadriye (Maraş), Haleb, Şam ve Mısır beylerbeylikleri kuruldu. Yine Kânûnî devrinde yapılan yeni fetihler netîcesinde Asya’da Bağdat, Van, Erzurum, Şehrizor; Avrupa’da Budin ve Tameşvar gibi beylerbeylikler teşkil olundu. Nihâyet, 17. yüzyıl başlarında, eyâletlerin sayısı 32’ye ulaştı. Bu düzen içinde pâdişah hiç masrafa girmeden bir emirle kısa zamanda ordunun en büyük kısmını meydana getiren eyâlet askerlerini toplayabiliyordu.

On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile (yeniçeriler ve diğerleri) birlikte devletin ordusunun en önemli kısmını eyâlet askerleri teşkil etmekteydi.

1528 târihli arşiv belgelerine göre, 27.000 kapıkulu askerine karşılık eyâlet askeri olarak timarlı sipâhî ordusu 90.000’i bulmaktadır. 1610 târihlerinde kapıkulu ocakları 90.000, timarlı sipâhî ordusu ise 115.000 olarak hesaplanmaktadır. Bu târihte zâten timarlı sipâhî ordusu önemini kaybetmeye başlamıştır.

Kânûnî Sultan Süleymân devrinde, Pargalı İbrâhim Paşanın sadrâzamlığı zamânında Osmanlı Devletinin her tarafındaki idârî bölgelerini yâni eyâlet ve livâ (sancak)larını, bunların idârecilerini ve ne kadar hasları olduğunu gösteren listeler bugün Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde muhâfaza edilmektedir. On altı ve on yedinci yüzyıla âit eyâlet teşkîlâtına mahsûs bilgileri, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki sancak tevcihât, rüûs ve tahvil defterlerinde bulmak mümkündür.

On altıncı yüzyıla âit tapu-tahrir defterlerinde de; sancak, kazâ, nâhiye, köy derecesine kadar eyâlet teşkilâtına âit gâyet kıymetli bilgiler verilmektedir.

Asya, Avrupa ve Afrika’daki eyâlet ve başşehirleri şunlardır: Anadolu (Ankara ve Kütahya), Rumeli (Edirne sonra Sofya ve Manastır), Rum (Amasya ve Sivas), Bosna (Saraybosna), Karaman (Konya), Dulkadir (Maraş), Şam (Dımaşk), Mısır (Kâhire), Trablusşam (Tripoli), Yemen (Zabîd, San’a), Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Gelibolu), Cezâir-Garb (Cezâyir), Lahsâ (Katîf), Trablus-Garb (Tripoli-Libya), Habeş (Suakin ve Cidde), Kıbrıs (Lefkoşe), Trabzon, Kefe, Halep, Kars, Bağdat, Van, Tunus, Basra, Budin, Tameşvar, Çıldır, Erzurum, Şehrezur, Diyarbekir, Musul.

Osmanlı Devletinin eyâletlerinin idâresindeki yürütme ve yargılama gücünü ayırması bugünkü hür devletlerin tatbik ettiği kuvvetlerin ayrılığı prensibinin aynısıdır.

Osmanlılar eyâlet sistemini bünyesinde yüzyıllarca uygulayıp, geliştirmiş, böylece devrinin en iyi idâre sistemine sâhip olmuştur. Bugün, Amerika Birleşik Devletleri ve Federal Alman Cumhûriyetindeki eyâlet sistemi Osmanlılardakine benzemektedir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
F, G


Fener Rum Patrikhanesi

Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.

Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi. Böylece Bizans’ın daha önce bağlı bulunduğu Herakleia Perinthos Metropolitliği de Konstantinopolis’in yetki alanına girdi. Altıncı asırda piskoposun resmî ünvanı “Yeni Roma (Konstantinopolis) Başpiskoposu” ve “Ekumenik Patrik” idi. Hıristiyanlık Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Rusya) Konstantinopolis’ten yayıldı. Bilhassa Osmanlıların akınlarına hedef olmaya başladıktan sonra zaman zaman bâzı Bizans imparatorlarının Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme teşebbüslerine patriklik şiddetle karşı çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethini gerçekleştirdiği sırada, son Patrik İkinci Athanasios, iki kilisenin birleşmesine karşı çıktığı için görevi bırakmış ve yerine tâyin yapılmamıştı.

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan ve Ayasofya’yı da câmiye çevirdikten sonra Ortodokslara dînî hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhânenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirdi. Fermanda patrikhâneye çok geniş haklar tanınıyordu. Fâtih’in hiçbir mecburiyeti yokken onlara bir takım dînî imtiyazlar tanımaktaki gâyesinin; doğu ve batı kiliselerini birbirinden ayırmak olduğu belirtilmektedir. Esâsen, ikiye bölünmüş bir Hıristiyanlığı bu siyâsetiyle devam ettirmek istedi tezi akla ve mantığa uygun geldiği için kabul edilmektedir. Halbuki İslamiyetin müdafii olarak hareket eden ve hazreti Peygamberin müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in burada insana insan olma bakımından verdiği değer ortaya çıkmaktadır. O târihe gelinceye kadar hiçbir hükümdara nasip olmayan ve bugün için dahi uygulanması mümkün görülmeyen bu büyük toleransı ile Fâtih, insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş hârikulâde bir şahsiyettir.

Patrik makamı, 1453-56 yılları arasında bugünkü Fâtih Câmiinin bulunduğu yerdeki Havâriyyûn Kilisesinde, 1456-1587’de ise Manastır kilisesinde kaldı. Buranın Fethiye adıyla câmiye çevrilmesinden sonra Fener’de Panakgia kilisesine (1587), buradan Balat’taki Hagios Dimitrios kilisesine (1597) ve son olarak da günümüzdeki patrikhânenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşındı (1601).

On yedinci yüzyıldan itibaren bâzı patriklerin siyâsetle uğraştıkları ve merkezî otoriteyi sarsıcı hareketlerde bulunmaları üzerine patrikhânenin haklarına kısıtlama getirildi. Devlete karşı tutum ve davranışları sebebiyle Patrik Porthenios IIIve Patrik Gregorios II asıldılar. 1821’de ise, Yunanistan’ın bağımsızlığı için ayaklanan Rum çetelerine para ve silâh yardımında bulunan ve Mora Ayaklanmasını açıktan açığa kışkırtan Patrik Gregorios, İkinci Mahmud Hanın emriyle patrikhânenin orta kapısında îdâm edildiler. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı, Âyât-ı semaviyye ile sâbit bulunan din ve devlet” aleyhinde işlediği hıyânetler sayıldıktan sonra, başkalarına da ibret olsun diye idam edildiği ifade ediliyordu. Bu târihten îtibâren patrikhânenin ana giriş kapısı devamlı kapalı tutuldu. Rumlar hâlâ bu kapıyı intikam hissi ile kapalı tutmakta ve burada bir Türk büyüğü asılmadıkça açmayacaklarını ifade etmektedirler.

1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra patrikhane her geçen gün Yunan hükümeti ile işbirliğini arttırdı. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları pâdişâha ve idareye karşı devamlı kışkırtmaya çalıştı. Pâdişah aleyhinde çalışan gizli cemiyetleri destekledi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra (1918) Türk topraklarının bir bölümünü Yunanistan’a bağlamak ve Bizans’ı yeniden diriltmek gâyesiyle harekete geçti. Bu amaçla Rum Matbuat Cemiyeti, Rum İttihadı Millî Cemiyeti, Etniki Eterya, Rum İzcilik Teşkilâtı, Rum Küçük Asya Cemiyeti ve Rum Trakya Cemiyeti gibi kuruluşları maddî bakımdan destekledi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgâli üzerine, patrikhâneye Bizans’ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekildi. Ayrıca Ayasofya’yı da ele geçirip kubbesine çan ve kapısına Bizans bayrağı asmak isteyen patrikhâne, Sultan Vahideddîn Hanın özel muhafız birliğini buraya yerleştirmesi üzerine bu arzusuna kavuşamadı.

Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Patrik Doroteos ile patrikhânenin önde gelen din adamları Yunanistan’a kaçtılar. Türk milleti zor gününde kendisini arkadan hançerleyen patrikhânenin artık ülke sınırları dışına çıkarılmasını istiyordu. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Türk murahhas heyeti, patrikhânenin artık İstanbul’da kalamayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Buna rağmen İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un İnönü ve Rızâ Nur’la görüşmesinden sonra patrikhânenin Türk topraklarında kalmasına müsâade edildi. Bu muahedeye göre patrikler TC uyruklu olarak ve Sen Sinot Meclisince seçileceklerdi.

1987’de patrikhâneye bağlı dört metropolitlik (Kadıköy, Adalar, Terkos, Bozcaada ve Gökçeada), 61 Rum Ortodoks kilisesi, 11 Rum manastırı faaliyet hâlindeydi.

Garb Ocakları

Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idâreleri vardı.

On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defâ olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’te Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleymân Hanın dâveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ unvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddin Paşaya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.

Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idâre olunan eyâlet ve sancakların bütün vâridâtı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsîl olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan vâridâttan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.

Cezayir Ocağı

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idâresinde bulunan Cezayir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.

Bu kuvvetler Cezayir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zâbitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezayir Ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvâri bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âit olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa Dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharc (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkildi. Paşa Dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa Dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa Dîvânı 1618’den îtibâren hükûmet yâni beylerbeyine âit işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfûzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’deki tekrar iktidârı almaları ile “dayılık devri” başladı.

İlk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezayir’de 18. yüzyılda vâlilerin hiçbir hüküm ve nüfûzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defâ buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kâideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riâyetsizlik 17. yüzyılda Cezayir Ocağının donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.

Nitekim 18. asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhipti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezayir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezayir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgâl edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makâmı tamâmen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve fermân göndererek onun memuriyetini tasdik etmekten ibâret kalmıştı. Böylece hukûken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devletinin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezayir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı antlaşmalar imzâlamak imkânı bulmuşlardı.

Tunus Ocağı

Tunus 1534’te Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs Hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idâre edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idâresi Haydar Paşaya verildi.

İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, Haçlı donanması komutanı Prens Donjuvan tarafından 1573’te işgâl edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhâfazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sâhile yakın olan Kayrevan Hâkimi Şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devletine itâat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.

Tunus’ta beylerbeylik dönemi 1594’te yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar, bir müddet sonra Osmanlı hükûmetinin denizcilerden birini verâset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.

On yedinci asırda Tunus’un idâresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, Emîr-ül-Evtan denilen Vatan Sancakbeyinin, yâni üç kişinin elindeydi. Bu üçlü kuvvetin nüfûz mücâdelesi Tunus’un idârî ve iktisâdî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasîhat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idâreyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî Sülâlesinin idâre dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.

Trablusgarb Ocağı

Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kaptan-ı deryâ Sinan Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.

Trablusgarb fethedildikten sonra, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idâresine verildi. Turgut Paşa Malta muhâsarasında şehid düşünce, bir aralık Cezayir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da da kabûlü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idâresini eline geçirince, bölgede Karamanlı Sülâlesinin hâkimiyet devri başladı ve 1835’e kadar devâm etti. Bu esnâda bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvibi de alınmak sûretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında âile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükûmeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak, Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idâreye kavuşan Trablusgarb’ın elden çıkması, Cezayir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Devletinin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgâl ettiler (1912).

Garb Ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezayir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb Ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.

Garb Ocaklarının her birinin donanma kuvveti mevcuttu. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezayir eyâletiydi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezayir donanmasının faâliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebelitârık (Sebte Boğazını) aşarak Kanarya Adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda Adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya Adası civârındaki Lundy Adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukâbilinde satmışlardı.

Garb Ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzûmu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reisi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.

Garb Ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukâbil tersâneden gemi levâzımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kaptanpaşa vâsıtasıyla görülürdü.

On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle antlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı.

Gelibolu Acemi Ocağı

Gelibolu’da kurulan ilk acemi ocağına verilen ad. Gelibolu Acemi Ocağı, Birinci Murâd Han zamânında kuruldu.

İlk acemiler, harpte esir edilen kuvvetli ve dinç gençlerden teşekkül ederdi. Bunlar, Gelibolu ve Çardak arasında sefer yapan gemilerde hizmet görürler ve günde bir akçe alırlardı. On sene kadar bir hizmetten sonra Türkçeyi ve Türk âdetlerini de öğrenip, iki akçe gündelikle yeniçeri ocağına kaydedilirdi. Acemi oğlanlara ilk önceleri sarı renkte sivri uçlu serpuş giydirilirdi. Önceleri ocağın başında “Acemi Ocağı Ağası” isminde birisi vardı.

İstanbul’un fethinden sonra geniş şekilde bir Acemi Ocağının buraya da kurulması üzerine Gelibolu’daki acemilerin başına “Gelibolu Ağası” denilen bir baş ağa tâyin edildi ve emrine sekiz adet acemi bölüklerine kumandan olmak üzere, çorbacı, yâni bölük kumandanı verildi. Gelibolu Acemi Ocağı Ağası bir yolsuzluğu görülmedikçe ölünceye kadar vazîfesine devâm ederdi. Vefâtı ile yerine birinci çorbacı geçerdi. Fakat İstanbul devlet merkezi olduktan sonra, yeniçeri ocağının ihtiyâr bir yayabaşısının Gelibolu ağalığına tâyini kânun oldu. Ağalık bunlardan başkasına verilmezdi.

Gelibolu Ağasının yevmiyesi sonraları arttırılarak yirmi beş akçeye yükseldi. Gelibolu zâbit ve acemilerinin maaşları her ulûfe dağıtımında İstanbul’dan verilmek âdetti. Bunun için nöbetçi bir yayabaşı İstanbul’a gelir, bütün ocağın maaşını alıp, Gelibolu’ya götürürdü.

Yeniçeri ocağına girmek veya bir hizmete verilmek zamânı gelen Gelibolu acemilerinin, ağalarının teklif ve arz etmesiyle kayıt muâmelesi yapılırdı. Bunun için yeniçeri ağasına hükümdâr tarafından hüküm yazılır, o da bu hükme göre Gelibolu acemilerini deftere kaydettirirdi. Yine yeniçeri ağasına yazılan başka bir hükümle de Gelibolu Acemi Ocağındaki münhallere (boş yerlere) Türk çiftçilerinin hizmetlerinden gelmiş olan acemilerden verilirdi. İlk zamanlarda Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört yüz kadar olup, sonraları bu mikdâr ihtiyâca göre arttırıldı.

Gelibolu Acemi Ocağı acemileri devamlı olarak Rumeli ile Anadolu arasında işleyip, hükûmete âit her türlü nakliyat yapan gemilerde hizmet ederlerdi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:02 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
H


Hamidiye Alayları

Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisâdî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.

Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han; Şark meselesi adı altında, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, Hıristiyan tebea için önce muhtâriyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vâsıtasıyla gâyet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, bütün gücü ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kâbiliyetini azaltmaya çalıştı. Bunun için tâkib ettiği politikanın esâsı şunlardır:

1. Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve mânen Doğu Anadolu’da tesis etmek.

2. Bütün Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, sâdece Ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.

3. Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak.

4. Doğu Anadolu’ya batı tarâftarı ve hayrânı memurları yollamamak.

5. Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.

6. Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşîretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirip uyandırmak.

7. Avrupalı misyonerlerin faâliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.

8. Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamânında müdâhale etmek veya ettirmek.

9. Aşîretlerden askerî birlikler teşkil etmek.

Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümid etmekteydi. Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebeb olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkîlâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.

Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler netîcesinde bâzı aşîret reîsleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar.

Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere Hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti (1890).

Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Müşir Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu.

1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri Hamîdiye Süvârî Alayları’dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamânında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mekteb alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.

Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcât ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. Hattâ 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civârındaki Şummar Arap Kabîlesi de Hamîdiye Alayları teşkil etmişti. Hamîdiye Alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ Savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.

Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, Müşir Zeki Paşanın nezâretinde Hamîdiye Alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.

Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Müşir Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.

Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pekçok aşîret çocuğu yetiştirildi.

Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri netîcesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İmâr faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebeb olundu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhâbere vâsıtaları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti.

O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gâyelerine ulaşabilmek yolunda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını en büyük mâni görüyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra, iktidâra yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı.

1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ Harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pekçok neferi, çarpışmalar esnâsında şehid düştü.

Harem

Osmanlı sarayında, pâdişâhın annesinin nezâretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.

Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resûlullah efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında daha teferruâtlı ve teşkîlatlı bir hâle geldi. Osmanlılarda pâdişâh haremine “Harem-i Hümâyûn” adı verilmişti. Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevâzî Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sâhada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı îmâr edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.

Saraylarda pâdişâhın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gâyet îtinâlı bir şekilde inşâ, tezyin ve tefriş edilirdi.İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bâzı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu. Buraya pâdişâha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibâret kalmıştır.

Topkapı Sarayında Harem-i Hümâyûnun girişkapısı, etrâfı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kulekapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhâsip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alırdı. Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelirdi.

Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi.

Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhâne kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi. Burası Hırka-i Saâdet dâiresine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi (Bkz. Dârüssaâde Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asmabahçe ve daha birkaç tâne pâdişâh odası yer alırdı. Harem-i hümâyûnda ayrıca birkaç tâne de mescid vardı.

Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabâları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.

Osmanlı hareminin en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultanınkiydi. Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazînedâr usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.

Haremde vâlide sultandan sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı pâdişâhlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Pâdişâhın hanımlarına 16. yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır.

Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri husûsiyet arz eder. İlk Osmanlı pâdişâhları, 16. asır başlarına kadar, etrâfındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabâlık yoluyla kuvvetlenmek veya mîras yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bâyezîd Hana gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi husûsunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî meselelerde çok faydalanmıştır.

Bununla berâber 16. yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdâr ve krallık âileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnâları dışında artık dâimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devâm etti. İslâm hukûkuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, câriyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep belli sayıdadır. Söylendiği gibi pâdişâhların yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hattâ 16. yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez.

Bunlardan başka pâdişâhlar, tanınmış ve asîl bir âilenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabâsının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabâlar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzûları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabâlığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, netîcede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.

Pâdişâhların haremdeki diğer âile ferdleri şunlardır:

Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, “hâtun” deniliyordu. Fâtih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe, Hadîce, Fatma, Esmâ, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.

Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merâsimle başlarlardı. Ekseriyetle merâsimlere pâdişâh da katılır ve “Besmele”yi bizzât kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları husûsunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu din ve dünyâ bilgileri de öğretilirdi.

Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar okuturdu.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Hasoda

Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, Enderûndaki altı koğuşun en îtibârlı ve en ehemmiyetli kısmı.

Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından kurulan Hasoda, Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) veSultan Dördüncü Murâd (1625-1640) devirlerinde bir takım değişikliklere uğramıştır.

Hasodanın kuruluşunda hizmetli mevcudu otuz iki kişi idi. Yavuz Sultan Selim Han devrinde Hırka-i Şerîf Dâiresinin inşâatından sonra, mevcûdu kırk kişiye çıkarıldı. Hasodanın 16 ve 17. asır sonuna kadar en büyük zâbitleri sırasıyla hasodabaşı, silahdâr, çuhadâr, rikabdâr, tülbend gulamı ve miftah gulamı idi. İlk dört ağa pâdişâha bir konuda arz sunma yetkisine sâhip “arz ağaları” idi. Hasodabaşı, 18. asır başına kadar, diğer ağalar hâriç, bütün oda mensuplarını cezâlandırma ve pâdişâha haklarında arz verme yetkisine de sâhipti.

Hasodanın asıl vazîfeleri, Hırka-i Şerîf Dâiresinin temizliğini yapmak, oradaki Kur’ân-ı kerîm ve diğer kitapların tozlarını almak, muayyen ve mübârek gecelerde öd ağacı yakmak, gülsuyu serpmek, buradaki mâdenî eşyâları parlatmak gibi işlerdi. Hasodada bulunan mukaddes emânetlerin bulunduğu bölümün muhâfazası için nöbet tutulması işini de birinci koğuş ağaları yerine getirirdi. Nöbet yirmi dört saatte değişirdi. Bu ağaların odaları Hırka-i Şerîf Dâiresinin çevresinde bulunurdu.

Yukarıda yazılan ağalardan başka, hasodada peşkir gulâmı, ibrik gulâmı gibi ağalar ve odanın inzibâtını temin eden köşebaşılar vardı. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, baş çuhadar, sarıkcıbaşı, kahvecibaşı, tüfenkçibaşı, berberbaşı gibi bizzat pâdişâhın hizmetini gören görevliler de mevcuttu.

Hasodalılara, her sene biri rebîülevvel ayında, diğeri bayramda olmak üzere iki defâ bahşiş verilirdi. Bunların aldıkları bahşişlerin miktârı 17. asır başlarında şöyleydi: Hasodabaşı dört yüz, silahdâr yüz yetmiş, çuhadar yüz yetmiş, rîkâbdâr yüz elli, doğancıbaşı yüz yirmi, tülbent gulâmı yüz yirmi, miftah gulâmı yüz on, peşkir gulâmı, ibrik gulâmı, mastçı (yoğurtçu) ve mastçı şâkirdi yüz altın alırdı. Bunların altında bulunan hasodalılara seksen altın verilirdi.

Hasoda içoğlanlarının yevmiyeleri de yirmi akçe idi. Ayrıca altı ayda bir serâserden dolama ve yılda bir defâ çatma kadife üst elbisesi ve birer tülbent verilmekte idi.

Hasodalılardan çıkma yapıldığında eskiler müteferrikalıkla, acemiler de çâşnigîrlikle tâyinleri yapılırdı. Ancak hasodalılardan sancakbeyliği ile çıkanların olduğu da görülmüştür.

Hasoda ve diğer enderûn odalarının nizamnâmeleri vardı ve bu harfiyen tatbik edilirdi. Yatma ve kalkma saatleri, istirâhat saatleri, muayyendi. Bunlar yatsı namazından sonra yatarlardı. Odalarda ders okutmak üzere birer hoca ve her odanın bir imâmı ile müezzini bulunurdu. Her perşembe günü akşamı yatsı namazından sonra pâdişâhın sıhhati, devletin selâmeti din ve devlet düşmanlarının kahrolması için duâ edilirdi. Oda zâbitleri, burada yaşayan içoğlanlarının tahsil ve terbiyelerine çok büyük bir îtinâ gösterirlerdi. Zâbitleri kontrol için silahdâr ağa arada bir kıyafet değiştirerek bunları teftiş ederdi.

Hasoda ve diğer enderûn odalarında mükemmel bir tahsil ve terbiye verilirdi. Buradan yetişen devlet adamları arasında mükemmel eserler vücuda getirenlerin sayısı az değildir. Hattâ bâzıları sanatlarındaki şöhretleri dolayısıyla o sanatlarla anılmışlardır. Nakkaş Hasan Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Hattat Hasan Paşa, Kavukçu Mustafa Paşa gibi.

Hasoda, hazîne, kiler ve seferli odalarının hizmetleri 1833 yılında lağv edildikten sonra yeni bir enderûn teşkilâtına yer verildi.

Hazîne-i Evrak (Osmanlı Arşivi)

Osmanlı devlet arşivi. Önceleri sarayda iki evrâk mahzeni vardı. Bunlardan biri PaşakapısıâÂ?Â?nda, diğeri de eski Dîvânhâne yeri yakınındaydı. Bütün kânunlar, nizamlar ve mühim emirler âit oldukları kalem defterlerine kayıt olunurlar ve bu defterler dolduktan sonra saraydaki evrâk mahzenine gönderilirdi. Yeni kayıtlar ise PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (BâbıâlîâÂ?Â?deki) mahzende saklanırdı. 1846 yılından sonra sadrâzamlık (Paşakapısı) arşivi, Hazîne-i evrâk adıyla anılmaya başladı.

Başta pâdişâh olmak üzere, Enderün-ı Hümâyünda tam bir disiplin ve âhenkli bir terbiye sistemiyle yetiştirilen üst kademe Osmanlı devlet adamları, tam bir tertip ve düzenle yazdıkları evrâkları usülüne uygun bir şekilde saklamaya îtinâ gösterirlerdi.

Bugünün Bakanlar Kurulu demek olan Dîvân-ı Hümâyünda alınan kararların yazıldığı mühimme defterleri, gizli yazılan hüküm ve fermânların yazıldığı mektüm mühimme defterleri, ordu mühimmesi ve rikâb mühimmesi, ahkâm defterleri, kayüd-i ahkâm-ı mîrî defterleri, tahvîl ve rüüs defterleri, düvel-i ecnebiye defterleri, icmâl ve mufassal tahrîr defterleri ile rüznâmçe gibi defterlerde, her türlü kaydı tutup, devletin ve halkın hak ve hukükunun zâyi olmaması için de bu defter ve evrâkları sıkı bir muhâfaza ve disiplinli bir kullanma nizâmı ile arşiv ve mahzenlerde sakladılar. Devlet arşivi durumunda olan bu mahzenler, pâdişâhın vezîr-i âzamda bulunan mührüyle mühürlenen üç devlet hazînesinden biriydi. Hükümetin her toplantısından sonra bu mühürle mühürlenirdi. Zîrâ milletin bütün huküku bu kayıtlara bağlıydı. Devleti ayakta tutan dirlik (tımar) sisteminin dolayısıyla ordunun, verginin, sanâyî, ticâret ve tarımın esasları mahzenlerdeki defterlerdeydi.

Dîvân-ı Hümâyünda ve BâbıâlîâÂ?Â?deki evrak ve vesîkaların çoğu parça kâğıtlar, bir kısmı da cildli defterler hâlindeydi. Bu defter ve evraklar, senelerine göre tasnifleri yapılarak mahzenlerde saklanırdı. Mühim olanları, kese ve torbalara konulurdu. Her dâirede işleme tâbi tutulan bir günlük evrâk tomar yapılır, her ayın tomarı bir torbaya ve her yılın torbaları da bir sandık veya sandıklara konularak muhâfaza edilirdi. Mâliye Hazînedârbaşısı tarafından hazırlanan evrak keseleri, lüzümunda sadrâzamın buyruldusu ile îcâb eden yerlere verilirdi. Yeni kayıtlar, PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (sonraları Bâbıâlî) mahzende saklanır, bakmak îcâb ettiği zaman veya tashih lüzümunda izinle saray mahzenindeki eski kayıtlara bakılırdı. Kalemlere gelen evraklar, işi bitsin bitmesin, akşam mahzene kaldırılır, sabah tekrar getirilirdi.

Pâdişâhların hatt-ı hümâyünları görüldükten sonra reîs-ül-küttâba teslim edilir, o da her ay bunları birer torbaya koyup mühürledikten sonra husüsî bir sandıkta muhâfaza ederdi. Bu süretle pâdişâhların sadrâzamlara gönderdiği her türlü hatt-ı hümâyünlar, ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Pâdişâh okumak arzu ettiği zaman emânet olarak kendisine gönderilir, sonra geri alınarak tekrar yerine konurdu.

Evrâkların muhâfazasından Dîvân-ı Hümâyün üyesi olan Nişancı sorumlu idi. Reîs-ül-küttâb ve defter emîni onun emrinde idi (Bkz. Nişancı). Fakat 16. asır ortalarından sonra reîs-ül-küttâb ile defter emîni nişancının önüne geçtiler. Defter ve kayıtlarda yapılan her türlü düzeltme, nişancının kalemi ve mârifetiyle yapılırdı. Nişancının bu vazîfesi ile ilgili pâdişâhtan başkasının sözlü emri geçersizdi. Hattâ sadrâzam bile pâdişâh tuğrası ve muvaşşah ferman ile evrâk isteyebilir ve bizzat nişancı tarafından verilip alınırdı. Diğer nâzırlar nişancının makâmında teslim alırlardı. Tapu tahrir defterinde yapılacak bir kayıt tashihi için nişancıya yazılacak fermâna bizzat sadrâzam pâdişâhın tuğrasını çeker, nişancı da kendisine gelen fermanın köşesine; âÂ?Â?Defteri geleâÂ?Â� diye yazarak defter emînine gönderirdi. Güzel bir şekilde tasnif edilen milyonlarca vesika ve defter arasından istenilen defteri süratli bir şekilde bulup çıkaran defter emîni de, defterhâne kesedârı vâsıtasıyla defteri nişancıya yollar. Nişancı, defter üzerinde gerekli tashihi yaptıktan sonra oraya fermânı da ekler, defterhâneye gönderirdi. Tâlî derecedeki defterlerin başka yerlere gönderilmesi îcâb ettiği durumlarda, sadrâzamın defter emînine yazdığı buyruldu ile defterhâneden çıkarılarak istenilen yere gönderilir ve defter emîni tarafından tâkib edilirdi. Defter iâde edilince ne kadarı dışarıda kaldığı deftere kaydedilirdi. Son devirlerde nişancının derecesi düşmesine rağmen kayıtlarda yapılacak tashihler, yine onun kalemiyle yapılırdı. Fakat tımar ve zeâmet işlerine, dîvân-ı hümâyün reîsi olan reîs-ül-küttâblar bakardı.

Sefer durumunda lüzumlu defterler de birlikte götürülür, nişancı ve defter emîni merkezde birer vekil bırakarak sefere iştirak ederlerdi. Defter emîni defterleri muhâfaza eder, nişancı da gerekli kayıt ve tashihleri yapardı. Devletin her türlü hukükî bilgilerine sâhib olan nişancı hâricinde, hiç kimse pâdişâh dâhi olsa eski evrâka tashih için dahi hiçbir şekilde bir çizik çizemez veya silemezdi. Nişancı da sadrâzamdan pâdişâh tuğrası çekilmiş fermân almadan kendisi hiçbir işâret koyamazdı. Değişikliğe fermânı da eklerdi. Vesîkaların çalınmasında veya tahrif edilmesinde rolü olanlar cezâlandırılırdı.

Osmanlı Devletinde millî arşivcilik konusunda ileri derecede teşebbüs, devrin mâliye nâzırı olan Safveti Paşanın 1845âÂ?Â?te EnderünâÂ?Â?daki târihî vesîka ve defterleri bir tertibe koyması ile başlamıştır. Günümüz anlayışına uygun arşivcilik 1846âÂ?Â?da Hazîne-i Evrâk dâiresinin kurulmasıyla başlar ve bu da bugünkü Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün çekirdeğini teşkil eder. Hazîne-i Evrâk nezâretinin başına getirilen Hasan Muhsin Efendinin kıymetli çalışmalarıyla arşive dâhil vesîkaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten 1849 Hazîne-i Evrâk nizamnâmesi ile Türk arşivciliği belirli bir düzene girmiştir.

Hazîne-i Hâssa

Osmanlı pâdişâhlarının şahsî gelir ve giderlerine âit işlere bakan teşkilât. Osmanlı Devleti mâliyesinde iki büyük hazîne vardı. Birincisi bütün devlet gelirlerini toplayıp muayyen kânunlarla mahallerine veren ve sarf eden Dîvân-ı Hümâyûn hazînesi yâni dış hazîne; diğeri ise, muayyen kânunlarla toplanarak lüzûm ve ihtiyâç hâlinde Dîvân-ı Hümâyûn hazînesine yardım eden iç ihtiyât hazînesi olan hazîne-i hâssa veya diğer ismiyle hazîne-i enderûn. Hazîne-i hâssanın idâresi sarayda bulunduğu için, hazînedâr başının emrinde, Dîvân-ı Hümâyûn hazînesinin idâre ve mesûliyeti ise vazîriâzamın elinde bulunuyordu. Netîcede ise, her iki hazîne de pâdişâha bağlıydı.

Pâdişâhın özel gelirlerinin toplandığı ve Enderûn Mektebi odalarından hazîne koğuşu efrâdınca muhâfaza edilen hazîne-i hâssa, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamânında kuruldu.

Hazîne koğuşunun en büyük âmiri, ak hadım ağalarından iç hazînedârbaşı olup, buna ser hâzin-i enderûn veya baş hazînedâr da denilirdi. Bir de hazînenin muâmelâtı ile meşgul olup kayıtlarını tutan ve pâdişâha arz eden hazîne kethüdâsı vardı.

Bu hazîne odası kubbeli, dört geniş salondan meydana gelmiş olup, muhtelif cins nakit ile süslü altın ve gümüş kaplar, cevâhir, elmas vesâir eşyâ ile kürkler, çeşit çeşit şallar, halılar, en kıymetli elbiselik kumaşlar, cevâhirli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı, altın düğmeli serasere kaplı kapaniçeler yanında başka eşyâları da bulunduruyordu. Buradaki eşyâyı tesbit eden iki büyük defter vardı. Silâhdâr ile hazîne kethüdâsının muhâfazası altındaki bu defterlerde defterdârın imzâsı da bulunuyordu.

Hazîne kethüdâsı saraydan terfî ederek çıkacak olursa, bütün hazîneyi en küçük teferruâtına kadar yerine gelecek olana devretmek mecbûriyetindeydi. Hazîne kethüdâsının elinde enderûn hazînesinin dış kapısına basacağı bir mühür vardı. Bu mühür, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden dönüşte kullanmış olduğu mühürdü. Kırmızı akikten olan bu mühürle Yavuz, hazîne kapısının mühürlenmesini vasiyet etmiş olduğundan, bu mühür dâimî sûrette hazîne kethüdâsı olanlarda dururdu. Yavuz Sultan Selim Han; “Benim altunla doldurduğum hazîneyi (iç hazîne) bundan sonra gelenlerden her kim mangırla doldurursa hazîne ânın mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devâm olunsun.” demiş olduğundan, son zamâna kadar onun vasiyyetine riâyet olunmuştur. Bu mührün ortasına; “Sultan Selim Şah” ibâresi ve etrâfında da Sultan İkinci Bâyezîd’in mühründe görüldüğü gibi “Tevekkülî alel-Hâlik” sözü yazdırılmıştır.

Hazîne-i hâssanın, raht-ı hümâyûn hazînesi, bodrum hazînesi ve ceb-i hümâyûn hazînesi gibi kısımları da vardı.

Raht-ı hümâyûn hazînesine has ahûr hazînesi de denilirdi. Bu hazînede en kıymetli mücevherlerle müzeyyen murassâ rahtlar (eğer takımları) bulunmaktaydı. Raht hazînesindeki mücevherât ve her nevî eşyânın defterini bir raht kâtibi tutardı. On yedinci yüzyıl Avrupalı seyyahlar raht hazînesinden bilhassa ve hayretle söz etmektedirler.

Ceb-i hümâyûn hazînesi denilen harem-i hümâyûn hazînesinde pâdişâhın şahsî paraları bulunmaktaydı. Osmanlı pâdişâhlarının haslar hâricinde ikinci bir gelir kaynağı cep harçlığı olarak Mısır eyâletinden gelen vâridât idi. Bu meblağ 1587 yılına kadar beş yüz bin, 17. asır başlarında ise, altı yüz bin altın idi. Bundan başka ceb-i hümâyûn hazînesinin kaynaklarını; harp ganîmetlerinden alınan hisseler, müsâderelerden hâsıl olan para, darphâne hakkı ücreti ve kârı teşkil etmekteydi. Harem-i hümâyûn hazînesinin nâzırı sırkâtibi idi. İç hazînenin en önemli kısmı olan ceb-i hümâyûn hazînesinin giderleri; harem aylıkları, çeşitli ihsânlar, bahşişler, sadakalar, fıtra, surre, hediye vs. idi.

İşe yaramayan eski ve hurda eşyânın saklandığı kısma ise bodrum hazînesi adı verilirdi. Bilhassa seferler sırasında para sıkıntısı çekildiğinde bodrum hazînesinde bulunan ve kullanılmaz durumda bulunan gümüş mallardan para kesilirdi.

Dış, yâni mâliye hazînesinde darlık olunca bu iç hazîneden ödünç para verilir ve dış hazînede gelirler toplanınca bu para yine iâde olunurdu. Yine savaş zamânı sefere gidecek timarlı sipâhîler, mevsim îcâbı henüz mahsûl ve gelirlerini toplayamadılarsa, kendilerine iç hazîneden borç verilirdi. Bu bakımdan iç hazîne, dış hazînenin en sonra başvurulan bir finansman ve kredi kaynağı durumundaydı. Ödünç verme işlemi, vezîriâzam, o yoksa vekîli ve baş defterdâr kefâleti ile olur, durum düzelince borcun ödenmesine çalışılırdı.

On yedinci yüzyıldan sonra başlayan bunalımlı dönemlerde, özellikle sefer yıllarında iç hazîneden dış hazîneye verilen borç meblağında yükselmeler görüldü. Çünkü gelişen olaylar dış hazînenin tâkatini aşıyor, tebeası üzerine titreyen pâdişâh ise bu durumda bütün giderleri kendi hazînesinden karşılama yoluna gidiyordu. Pâdişâhın verdiği paralarla askerin maaşı ödeniyor, ordu ve donanma mühimmâtı alınıyor, tâyinât, kale tâmirleri vs. yapılıyordu.

Sultanların özel hazînesi durumunda olan İç hazîne, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ihtişâmını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürdü. 1876’da, Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indiren Hüseyin Avni Paşa ve avânesi tarafından Çırağan’da yağmalanarak ilk darbeyi yiyen bu hazîne, 1909’da İkinci Abdülhamîd Hanı hâl’ eden (bir kısmını âsî Bulgar, Sırp, Arnavud çetelerinin meydana getirdiği) Hareket Ordusu tarafından Yıldız Sarayında korkunç şekilde talan edildi. Bugün bu hazîneden kalan çok az bir parça Topkapı Sarayı Müzesinde sergilenmektedir.

Hekimbaşı

Osmanlı sarayının ve memleketin sağlık işleriyle uğraşan teşkilât. Bu teşkilâtın başındaki vazîfeliye “hekimbaşı” denilirdi.

Bâzı kaynaklara göre Fâtih Sultan Mehmed Handan önce Sultan İkinci Murâd Han döneminde yerleşmeye başlayan bu kuruluş, sonraları daha da gelişti. Sultan İkinci Murâd Han döneminde Hekim Şeyhî’nin, hekimbaşı olarak tayin edildiği bilinmektedir. Hekimbaşı, pâdişâhın çevresinde çalışan kişilerin en büyüklerinden sayılırdı. Bu sebeple hekimbaşılığa tâyin edilenlere 18. yüzyıla kadar sadrâzamlar, sonraları da dârüssaâde ağaları, pâdişâh tarafından hediye edilen bir kürk giydirirlerdi.

Hekimbaşı, dârüssaâde ağasına bağlı olmakla berâber her türlü yazışmaları sadrâzamla yapardı. Bütün sağlık personelinin tâyin ve göreve alınmalarında onun tavsiyeleri alınırdı. Hekimbaşılarına geçimleri için arpalık yâni herhangi bir yerin vergisi verilirdi. Diğer İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı Türklerinde de, Kur’ân-ı kerîm’in getirdiği sağlık prensipleri ve Peygamberimizin sağlıkla ilgili hadîs-i şerîfleri uyulacak sağlık kuralları olmuştur. Hekimlik hizmetlerinde, koruyucu hekimliğin, tedâvî hekimliğinden daha kıymetli olduğunun farkında olan Müslümanlar, İslâmiyetin koyduğu kurallarla şimdiki modern hijyen ilminden daha öndeydiler. Bu kâidelere riâyet edenlerin hastalanmayacaklarını Peygamber efendimiz bildirmiştir.

Hekimbaşının selâhiyetleri bugünkü sağlık bakanının selâhiyetlerine eşitti. Ancak bu selâhiyetler askerî alana da yansırdı. Savaş zamânında hekimbaşı, aynı zamanda “ordu hekimbaşısı” idi. Müneccimbaşılık vazîfesini de gören hekimbaşılar, her yıl hicrî yılbaşında bir zâyice (hâdiseleri düzenleyen yıllık cetvel) yapıp pâdişâha takdim ederlerdi. Ayrıca adlî tabiplik görevini de yürütürlerdi. Bir âdet olarak pâdişâhların ölümünde hekimbaşılar görevden alınırlardı. Ancak pâdişâhın tahttan çekilme durumunda görevlerinde kalırlardı.

Hekimbaşının emrinde 19. yüzyıla kadar cerrahbaşı, kehhalbaşı (göz mütehassısı) ve eczâcı kalfaları vardı. Bu târihe kadar hekim ve eczâcı aynı kişi olduğundan ayrıca bir eczâcıbaşılık yoktu.

Hekimbaşılığın yetkileri 19. asrın ortalarında sınırlandırıldı. Çünkü bu zamanda tıp alanında modernleşmeye gidilmesi, bâzı kânun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına sebeb oldu. Ayrıca hekimbaşının vazîfesi sarayın sağlığı ile ilgilenmekten ibâret olduğundan, “hekimbaşılık” yerine “sertabiplik” deyimi kullanıldı. 1837’de Harbiye Nezâretinde kurulan Sıhhiye Dâiresi, askerî alandaki sağlık konularını, 1850’de kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye Nezâreti ise sivil alandaki sağlık konularını ele aldı. 1869 târihli İdâre-i Tıbbiye-i Askeriye Nizamnâmesi gereğince kurulan Umûr-ı Sıhhiye-i Askeriyye Meclisi, askerî sağlık işlerini devraldığı gibi, gene o yıl kurulan Meclis-i Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye de sivil sağlık işlerini üzerine almıştır. Bu son kuruluş 1906’da Meclis-i Maârif-i Tıb ve 1908’den sonra da Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umûmiye adlarını almıştır. 1912’de bu meclis tamâmen kaldırılarak İçişleri Bakanlığına bağlı Sıhhiye Müdüriyet-i Umûmiyesi kurulmuştur. Daha sonra 1914’te Dâhiliye ve Sıhhiye Nezâreti adını alan bu kuruluş, 1920’de Sıhhat ve İçtimâî Muâvenet Vekâleti, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adını alarak son şekline geçmiştir. Böylece eskiden hekimbaşıların üzerinde olan her türlü sivil sağlık işlerinden bugün bu bakanlık sorumludur.

On beşinci yüzyıldan îtibâren hekimbaşılık yapmış olan zâtlar şunlardır: Kaysunizâde Mehmed Efendi, Emir Çelebi, Sakızlı Îsâ Çelebi, Halepli Sâlih bin Nasrullah, Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendi, Giritli Nuh Efendi, Hasan Efendi, Suphizâde Abdülazîz Efendi, Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi, Mustafa Behçet Efendi, Abdülhak Molla, Cerrah İsmâil Paşa.

Bunlardan Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki eczânesinin kapısına astığı “Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayri” sözü pek meşhurdur.

Hilâl-i Ahmer

Cemiyet hâlinde yaşayan insanlar arasında fakir, zengin, muhtaç ve sakatların bulunması gâyet normaldir. İlâhî dinler, insanlar arasında yardımlaşmayı, muhtaçların elinden tutulmasını emrettiğinden, inananlar arasında bu hususlar tam yerine getirilmiştir. İnsanlar bunlara uymakta güçlük çıkarınca, idâreciler kânûnî müeyyideler ile bâzı hususlarda mecbûriyetler getirmişlerdir. Avrupalılar, insanlar arasındaki mânevî bağların azaldığı 19. asırda yardımlaşmayı sağlamak, harp zamânındaki yaralılara bakmak için cemiyetler kurdular. Kurdukları bu cemiyete Sâlib-i Ahmer adını verdiler. Daha sonra bu cemiyet Kızılhaç adını aldı.

İslâmiyetin ilk yıllarında ve daha sonraki harplerde ihtiyaç duyulduğu zaman kadınlar savaşa katılır, yaralıları tedâvi ederlerdi. Nitekim Uhud savaşında hazret-i Fâtıma savaşta yaralanan Peygamber efendimizin yaralarını bizzat sarıp tedavi etmişti. Sonraları kurulan İslâm devletlerinde yardımlaşma ve harp yaralılarını tedâvi, çeşitli şekillerde yapıldı.

Selâhaddîn-i Eyyûbî 1192 yıllarında Üçüncü Haçlı Seferinde, Saint Jean Şövalyelerinin Müslüman Türk karargâhına gelerek Hıristiyan yaralıları ile meşgul olmalarına, tedâvi etmelerine izin vermişdi.

Birinci Napolyon, 1798 târihinde Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ çıkıp yayılmış ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazılmaktadır: “Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, ak yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ etdiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıtarak yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yanaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yakıp yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak tekrar duâ ettiler. Bizden hiçbir ücret veyâ hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”

Osmanlı ordusunun özel hekimbaşısı vardı. Harpte hekimbaşı maiyeti ile berâber ordunun gittiği yere gitmek mecbûriyetindeydi.

İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ yardım, merhamet etmez.

Allah'ın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.

İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.

Kalbinde merhameti olmayanın îmânı yoktur.

Hadîs-i şerîfleri Müslümanların merhametli, hayırsever olmalarını emretmektedir. Dînimizde zekat vermek farzdır. Sadaka ise durumu müsâid olanların ihtiyaç sâhiplerine yaptıkları yardımlardır. Osmanlı Devletinde vakıflar, aşhâneler insanlara hizmetin en güzel misâlleridir.

Müslümanlar arasında İslâmiyetle başlayan, felâketzedelere, muhtaçlara ve yaralılara yardım, Avrupa'da 19. yüzyılda ve kısmen ortaya çıkmıştır. İnsanların isteyerek bu işe koşmamaları Avrupa'da yardım yapılabilecek idârî teşkilâtlar kurmayı mecbur etmiştir. Zîrâ muhtaçlara, kazâzedelere yardım elini uzatmak, bir inanç gereğidir. İnançlar zayıflayıp bu iş yapılmadığı zaman bir kuruluşa ihtiyaç duyulur.

Osmanlılarda, kurulduğu yıllardan beri belli bir sistem ve kural içinde muhtaçlara, kazâzedelere, yaralılara yapılan yardım, 1877 yılında teşkilâtlandırılıp bir cemiyet şekline geldi.

1877'de beyaz üzerine kırmızı hilâl bayrak sembol kabûl edilerek Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti kuruldu. 1923'te Türkiye Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1935'te Türkiye Kızılay Derneği adlarını aldı.

Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1877'deki Osmanlı-Rus Savaşında, cephe gerisinde 9 seyyâr hastahâne, İstanbul'da 4 hastahâne açarak buralarda 25 bin yaralı ve hasta askere baktı. 1897'deki Türk-Yunan Harbinde cemiyet 2 hastahâne vapuru kirâlayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul'a taşıyıp tedâvi etti.

İstanbul'da baş gösteren kolera salgını ve 1911'deki büyük Aksaray yangını Hilâl-i Ahmer'in barış yıllarında kayda değer ilk ve geniş faaliyetleri oldu. Bundan sonra arka arkaya gelen Trablusgarb, Birinci ve İkinci Balkan harpleriyle, Birinci Dünyâ Harbi, Hilâl-i Ahmerin üç kıta üzerindeki aralıksız, çok geniş ve sıkışık, fedâkarlıklarla dolu uzun bir devresini teşkil eder.

Humbaracı Ocağı

Osmanlı askerî teşkilâtında humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı. Bu silâhı kullanana “humbaracı”, âmirlerine ise, “humbaracıbaşı” deniliyordu.

Humbaracılar Osmanlılarda eskiden beri mevcud olup, bir kısmı Cebeci bir kısmı Topçu Ocağına bağlıydılar. Humbaracıların asıl kısmı, kapıkulu sınıfları gibi maaşlı olmayıp, timar sâhibiydiler. Bunlar devlet merkezinde bulunmayıp, kalelerde hizmet ederlerdi. Bunların timarları, kaleleri civârında bulunurdu. Timarlı humbaracılar 17. asır başlarından îtibâren ihmâl edildiğinden ehemmiyetleri kalmadı.

Humbaracı Ocağı, aslen Fransız olup 1729’da Türkiye’ye ilticâ eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed ismi verilen Kont Bonneval tarafından ıslâh ve tanzim edildi. Bunlar için Üsküdâr’da Ayazma Sarayında yeniden bir îmâlâthâne ile kışla yaptırıldı. Bu sûretle yeniden teşkilâtlanan humbaracıların miktârı üç yüzü timarlı ve üç yüzü ulûfeli olarak 601 kişi oldu. Ocak, oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrıldı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de timarlıydı. Her ulûfeli odaya iki yüz akça ile bir odabaşı ve doksanar akça ile iki tâne ellibaşı ve elli akça yevmiyeyle üç tâne otuzbaşı, otuzar akça yevmiye ile on tâne onbaşı, vekilharç, çavuş, imâm, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz, “alaybaşı” denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçaydı.

Üçüncü Selim Handan îtibâren görülen ıslâhat devresinde, 1792’den îtibâren Humbaracı Ocağında timarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi. 1795’te ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûnun açılması üzerine Humbarahâne kapatılıp talebeleri bu okula nakledildi. Humbaracılar, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Vak’a-i Hayriye adı verilen yeniçerilerin kaldırılması sırasında devletin tarafını tutarak büyük bir hizmet yaptılar.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
İ


İdadî

Osmanlı Devleti eğitim sisteminde orta tahsili veren mektep. Sultanîlere ve meslek yüksek okullarına öğrenci yetiştirmek gâyesiyle kuruldu.

İlk olarak 1838’de açılmaya başlanan rüştiyelere öğrenci yetiştirecek sıbyan okullarına hazırlık sınıfı mânâsına idâdî denildi. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Harbiye gibi yüksek askerî okulların hazırlık sınıflarına da askerî idâdî adı verildi. 1869’da çıkarılan Maârif Nizâmnâmesinde de bu ad altında okullar açılması isteniyordu. Buna göre idâdîlerin öğretim süresi, rüştiye sınıfları ile birlikte yedi yıldı. İdâdîler yaygınlaştırılarak her vilâyete birer tâne açıldı. Sancaklarda ise idâdîlerin öğretim süresi beş yıldı. Vilâyet merkezlerindeki idâdîler, İkinci meşrûtiyet döneminde sultânîye dönüştürüldü. 1923’ten sonra ise ortaokul ve lise adı altında faaliyetlerini sürdürdüler.

İhtisab

Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1826 yılında, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idâresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idârî sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibâtî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mîmârbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazîfelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabûl edildi.

1845’te şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, birçok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’te yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremâneti (Belediye) idâresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.

Muhtesib, devleti temsîlen bu vazîfeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezâlandırma) selâhiyetine de sâhipti. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri tâkibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âit binâların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhipti.

Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı memurların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil Müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Bundan sonra muhtesib yapılan işin kötülüğüne göre suçluyu dil veya el ile cezalandırırdı.

İmaret

Osmanlılar, fethettikleri yerlerde, câmi, hastahâne, medrese, kervansaray, köprü, han, hamam ve çeşme gibi sosyal müesseseler yaparak, şehirleri kendilerine mâl ettiler. Ayrıca hayvanlar ile kuşların kışın karda yiyeceklerini ve yazın sıcakta içeceklerini temin ettiler. Medreselerde okuyan talebeler, yolcular, muhtâc ve kimsesizler için de imâretler yaptılar. Osmanlılardan günümüze ulaşan arşiv belgeleri ve harap da olsa bugün ayakta duran mîmârî eserleri, Osmanlı Devleti dâhilinde binlerce imâretin faaliyet hâlinde bulunduğunu göstermektedir. Bu sosyal müesseselerin muhâfaza ve devâmını sağlamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptırılarak, gelirleri bunlardan temin edildi. Diğer bütün sosyal müesseselerde olduğu gibi, imâretlere verilen vakıf gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedildi. Meselâ İstanbul’da Bâyezîd İmâretinin yıllık geliri 9 milyon akçeydi. Yine Fâtih Câmii ve İmâretini yaşatmak için Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un çeşitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkân, 3 han, 54 değirmen, 14 hamam, 9 bahçe vakfetmişti.

Osmanlılarda ilk imâreti, 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak fakirlere kendi eliyle yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devâm eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.

İznik ve Bursa’da pâdişahlar ile hayırsever zengin kimselerin kurduğu imâretler yirmi dörde ulaşmıştı. İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selânik, Bolayır, Gelibolu ve daha bunun gibi İmparatorluğun hemen her köşesinde imâretler vardı. Bunlar misâfirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. İmâretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfın veya şahsın zenginliğine göre değişirdi. Günde iki öğün yemek verileceği, mübârek gecelerde helva yapılıp dağıtılacağı ve vakıf sâhibinin rûhuna Kur’ân-ı kerîm okunacağı vakfiyelere şart olarak konurdu. Mütevellî heyeti bu hükümlere uymaya mecbûrdu. İmâretler ayrıca kimsesiz çocukların yetiştirilmesi işini de üzerlerine alıp bunlara hayatlarını kazanacak bir çağa gelinceye kadar bakarlar ve yetimlere maaş bağlarlardı. Nitekim Ayasofya vakfından 200, Edirne’deki Sultan İkinci Murâd vakfından 40 ve Fâtih İmâreti vakfından 250 yetime maaş bağlanmıştı. Maaş bağlanacak yetimlerin seçilmesi işi ile İstanbul kâdısı meşgûl olmakta ve her türlü işler kâdı siciline geçirilmekteydi.

İmâretlerin vakfiyelerinde vakfın idâresinin kimler elinde ve nasıl olacağı da belirtiliyordu. Buna göre vakıfla alâkalı bütün vazîfeliler sene sonunda bir umûmî heyet hâlinde toplanarak vakfiyeyi birlikte okuyup vakfiye şartlarının sene içinde yerine getirilip getirilmediğini müzâkere ederlerdi.

İmâretler bir tek yapı olabildiği gibi, külliye hâlinde teşkil edilenleri de vardı. On altıncı asra kadar tek yapı hâlinde olanlar meşhûrdu. Bu asırdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlanıyordu. İmârethâne binâları, Türk mîmârî geleneklerine uygun planlara sâhib olarak yapılır, iki yanında bitişik birer misâfirhâne ile ortada namaz kılacak bir yer bulunurdu. Misâfirhâne odalarının içinde birer ocak ile dışarıya açılan kapıları vardı. Ortada bulunan namaz kılma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydınlatma feneri ile şadırvan ve iç bölmeler aydınlatılırdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hanın câmi, medrese ve dârüşşifâ ile berâber yaptırdığı imârette günde iki defâ yemek pişer ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphâne memurları ile külliyenin bütün hizmetlileri, misâfirler ve fakirler olmak üzere, her öğünde bin kişi yemek yerdi. Bütün İstanbul’daki imâretlerde bu sırada otuz binin üzerinde kişiye yemek verilirdi. Ayrıca mevki ve makam sâhiplerinin sarayında da fakirler için yemek çıkarılırdı.

Islahhâne

Osmanlı Devletinde kurulan sanat okullarına verilen ad. İlk olarak Tuna vilâyetinde açılan okula kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların alınması ve bunların hâl ve geleceklerinin düzeltilmesi düşünüldüğünden ıslahevi mânâsına gelen bu tâbirin kullanıldığı zannedilmektedir. Bir de Türkçenin Rumeli şîvesinde ıslâh “iyi, güzel mânâsına geldiğinden, memlekette ilk defâ açılan güzel ve iyi müessesenin halkın hoşuna giden bir isimle adlandırılması uygun görülmüş olduğu düşünülmektedir.

Tuna vilâyetinden sonra Rusçuk, Halep, Selânik ve İstanbul’da da açılan bu okullara, daha sonraları Sanâyi Mektebi adı verildi. 1868’den sonra Bursa, İzmir, Bosna, Trabzon, İşkodra, Kastamonu, Erzurum ve Diyarbekir’de açılan okullarla bu faaliyet genişletildi.

Islahhânelerde öğrencilere ilköğretim seviyesinde dersler okutulduğu gibi, bulunduğu bölgenin ihtiyâçlarına göre terzilik, kunduracılık, mürettiplik, demircilik ve marangozluk gibi sanat eğitimi de veriliyordu. Okulların giderleri halkın yardımları ve ıslahhânelerde yapılan eşyânın satışlarından elde edilen kârla karşılanırdı. Islahhânelerin yerini sonraları sanat mektepleri almıştır.

Islahiye Teşkilatı

Abdülazîz Han devrinde güney ve güneydoğudaki âsileri yola getirmek için kurulan özel askerî birlik. İskenderun’dan Maraş ve Elbistan’a, Kilis’ten Niğde ve Kayseri’ye, Adana sâhillerinden Sivas’a kadar olan bölgedeki âsileri ıslâh etmek için kuruldu. Kumandanı Müşir Derviş Paşa, komiseri de Ahmed Cevdet Paşa olup, on beş piyâde taburu ve iki süvâri alayından meydana geliyordu.

Kırım Harbi (1853-1856) devâm ederken, Osmanlı ordusunun cephede olmasından istifâde eden fırsatçı eşkıyâlar ile Ermeni âsileri Halep, Kozan ve Adana bölgelerinde isyâna, ahâliyi katletmeye başladılar. Bu katliamlar üzerine 1866’da bölgede harekâta başlayan Fırka-i Islâhiye, Halep, Kozan, Adana ve çevresinde faaliyette bulunan eşkiyâyı kısa sürede ortadan kaldırdı. Hac yolunu kesen Küçük Alioğullarının tehditlerine son verdi. Fırka-i Islâhiye, Cevdet Paşanın başkanlığında bölge aşîretlerinin ileri gelenleriyle, toplantılar ve görüşmeler yaparak göçebe halkı büyük ölçüde yerleşik düzene geçirmeyi başardı. Heyeti bir beyannâme yayınlayarak pâdişâha bağlılıkla kusur gösterilmesine izin verilmeyeceğini buna karşılık şahsî hukûkun korunacağını ve o güne kadar işlenen suçların affedileceğini duyurdu. Aşîret önde gelenlerine çeşitli devlet kademelerinde ve ordu içinde görevler verildi. Bunlar İstanbul, Kütahya ve Rumelide iskân edildi.

Bölgede asâyişin sağlanması ve Fırka-i Islâhiyenin İstanbul’a dönmesi ile teşkilâtın görevi sona ermiş oldu (1867).


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
İttihat ve Terakkî

Türkiye’de kurulan ilk siyâsî parti.

21 Mayıs 1889’da İttihâd-ı Osmânî adıyla ve Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek gâyesiyle gizli bir cemiyet olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki adını aldı. Yapılan ilk toplantıda Cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler.

Cemiyet, İstanbul’daki sivil ve askerî okul talebeleri arasında taraftar kazanarak süratle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkîlâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.

Cemiyet üyeleri, Galata Fransız Postahânesi aracılığıyla merkezi Pâris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Pâris’teki bir sergiyi gezmek bahânesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Cemiyet, Sultan Abdülhamîd Hana karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şûbeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî Cemiyetinin ittihâdının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin İttihâc’ı ile Ahmed Rızâ’nın Terakki’si bir araya getirilerek, cemiyetin adı İttihat ve Terakki oldu. Cemiyetin yayın organı olarak Meşveret Gazetesi ve Fransızca ilâvesi, Paris’te yayınlanmaya başladı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devâm eden Meşveret Gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Pâris mason locası karşıladı.

Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtâr, TunalıHilmi gibi faâl üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre veKâhire’den idâre edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kâhire şûbeleri faaliyete geçti. Cenevre şûbesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kâhire şûbesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şûbesini İbrâhim Temo; Pâris şûbesini ise Ahmed Rızâ idâre etti.

Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhâlifleri iknâ veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeplerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihatçıların Cenevre grubunun lideri Mîzâncı Murâd Beyle anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşayı vazîfelendirerek Avrupa’ya gönderdi.

Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları netîcesinde, muhâliflerden büyük bir kısmı İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir grup, Osmanlı Devletine karşı şiddetli muhâlefete ve basın yoluyla propagandaya devâm ettiler. Bu sırada Sultan İkinci Abdülhamîd Handan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da, ülke dışına kaçarak, iki oğlu Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Pâris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın ve Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekâbetler de gittikçe arttı.

4 Şubat 1902 târihinde Pâris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı(Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mâhir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve Rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip, Pâris’’te Meşveret’i çıkarmaya devâm ettiler. Mısır’da da Şûrâyı Ümmet Gazetesi’ni kurdular. Prens Sebahaddîn ve taraftarları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurup Terakkî Gazetesi’ni çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini ithâm etmeye devâm etti. Bir taraftan da taraftar kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.

Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şûbeler açıldı. Terakki ve İttihat Cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.

1906 Eylülünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Nâci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idâresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selânik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indirme gâyesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gâye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet, bir yıl sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin Pâris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakki ve İttihat Cemiyetinin biri Selânik’te, diğeri Pâris’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı.

Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyâzi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayri müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak, Müslüman ahâliyi Sultan Abdülhamîd Hana karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihatçı komitacılara katılanlar olması, cemiyetin Manastır ve Selânik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defâ Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşayı ayaklanmayı bastırmakla vazîfelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâha son raporunu vermek üzere girdiği Manastır Postahânesinden çıkarken İttihat ve Terakki komitacılarından Bigalı Teğmen Âtıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civârı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havâlisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri Taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyâzi beyler, Manastır’da Osman Paşanın oturduğu konağı muhâsara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.

Durumun nâzikliği üzerine Kânûn-i Esâsiyi yürürlüğe koyan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihatçılar, cemiyetlerinin ismini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirip, Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdular. Partinin Selânik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükûmetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabîneye giremedilerse de hükûmet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabîneleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabînesi olan Saîd Paşa hükûmeti, İttihat ve Terakkînin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defâ kurulan Saîd Paşa hükûmeti ise beş gün dayanabildi. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştı ama hükûmeti ve hükûmetin icrâatını kendileri tâyin ediyordu. 21 Ağustosta İttihat ve Terakkinin baskısıyla Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihat ve Terakkinin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetlerini fırsat bilen Bulgarlar, 5 Ekimde bağımsızlık îlân ettiler. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhâk etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.

Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifâtı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamâmen irtibâtı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhâlefetin sesi hâline gelen Ahrâr Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdârî ve siyâsî mesûliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükûmeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti.

İttihat ve Terakkinin, Kâmil Paşa hükûmeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakkinin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayri müslim ve Türk olmayan unsurların da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihat ve Terakki kazandı. 17 Aralık 1908’de Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın konuşmasıyla yeni seçilen meclis-i meb’ûsan açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşanın hükûmette bâzı değişiklikler yapması İttihat veTerakkinin Bâbıâlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihat ve Terakki ile Sadrâzam’ın arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da meclis-i mebûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihatçıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükûmeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhâlefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr Fırkası, Meclis dışında Serbestî Gazetesi ile muhâlefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makâleler yayınladı. Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırdı.

İttihat ve Terakki, Pâdişâha sâdık Birinci Orduya güvenmeyerek Selânik’teki Üçüncü Ordudan avcı taburları getirtti. İttihatçılar tarafından tertib edilen ve Selânik’ten getirilip Derviş Vahdetî isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor!” “Şerîat isteriz!” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihat ve Terakki tarafından, Selânik’ten Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selânik’ten gelen Hareket Ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, Müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki tâlimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihat ve Terakkinin önderliğinde İstanbul’a giren Hareket Ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yâdigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâhın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihat ve Terakki ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi.

İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı lekeleyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdârı saydığını görerek öldürmeye de cesâret edemediler. Hemen o gece kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne hapsettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifâ edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da Ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermeniler; İttihat ve Terakkinin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 Müslüman-Türkü öldürdüler.

Halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek yüzlerce Müslümanı asıp kesti.

31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihat ve Terakki, bütün fırkaları lağv ederek muhâlif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiçbir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen birçok zâbit de tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idâre (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âit devlet adamlarından pekçok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihat ve Terakki erkânının devlet işlerini doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve mâcerâcı Talat Bey de, bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihat ve Terakkinin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidârdan sonra tekrar istifâ etti. Sadâret makâmına getirilen Roma sefiri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı.

Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihat ve Terakki, Sadâ-yı Millet Gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekâbete son veren İttihat ve Terakki, güyâ Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahânesiyle kiliseler kânûnunu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiçbir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifâkı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi, Yunan kralına bağlılık yemîni etti.

Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’taki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmâtı da İstanbul’a getirmek sûretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum bıraktı. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da, vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükûmeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihat ve Terakkinin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyan aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmât sevk olunduğunu iddiâ ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb îlân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb îlânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihatçıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamaktaydı.

Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâbıâlî yangını, Arnavutluk İsyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Tarblusgarb’ın İtalyanlarca işgâl edilmesi gibi felâketlerin vukû bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifâ etmek zorunda kaldı. Yerine Âyan Reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.

İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı, dışarıda uyguladığı tâvizci politika sebebiyle muhâlefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhâlefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhâlefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve Îtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakkiye karşı muhâlefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsân’daki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihat ve Terakki, kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükûmetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükûmetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükûmetler ard arda istifâ etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı alındı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihat ve Terakkinin çeşitli tedhiş hareket ve hîleleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihat ve Terakki elde etti. Mecliste ekseriyeti elde eden İttihat ve Terakki, hükûmete kendi adamlarını getirmek sûretiyle baskıyı iyice arttırdı.

Muhâlefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı Zâbitân Grubu kuruldu. Bu grub, hükûmete gizli tehdid ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihat ve Terakki iktidâra tâlib olmayınca, 21 Temmuzda partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti kuruldu.

Aslında İttihat ve Terakkiye karşı bir tepki hükûmeti olan Gâzî Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahâneyle meclis-i meb’ûsânı feshettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin tahrik ve teşvikleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan Harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihatçı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan Harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşanın sadrâzamlıktan istifâ etmesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Yeni hükûmet döneminde Balkan Harbinin felâketi netîceleri devâm etti. Kâmil Paşa hükûmetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihat ve Terakki, normal yollardan iktidâra gelemeyeceğini anlayınca hükûmete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâbıâlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidâra el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşanın zorla istifâ ettirilmesi üzerine, İttihatçı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da, 11 Haziran 1913’te İttihatçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşanın ölümünden sonra Saîd Halîm Paşanın sadrâzam olmasıyla İttihat ve Terakki tam iktidar oldu. İttihat ve Terakkiye faal olarak bizzât hizmet eden Saîd Halim Paşa hükûmetinin bütün üyeleri İttihatçı idi. Saîd Halîm Paşanın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşanın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve hapis korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve nâmus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi.

1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihat ve Terakki, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devletini Harb-i Umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ Harbine soktu. Hiçbir mecbûriyet yokken Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihat ve Terakki paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devâm etti. 1914-1918 yılları arasında devâm eden Birinci Dünyâ Harbinde pekçok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce Müslüman-Türk evlâdı şehid düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifâ etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında Sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıtaya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtirâs ve cehâlet ile târihin sînesine gömen ve birinci derecede mesul olan İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtirâs ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak Müslüman-Türk evlatlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenleri, birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâ ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ihânetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.

Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu’da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’te, Ermeniler tarafından öldürüldüler.

İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihat ve Terakki, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı Anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihat ve Terakki, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ileŞûrâ-yı Ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihat ve Terakkinin destekçisi hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakîkat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı Ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âit yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm Mecmûası, Yeni Mecmûa İttihat ve Terakkinin fikirlerini desteklediler.

Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nûri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziyâ (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvid, Bahaaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihat ve Terakkinin ileri gelen elemanlarındandı.

Cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez) üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merâsimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi. Heyet başkanı, önce cemiyetin gâyesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gâyesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedâî şûbeleri kurulmuştu. Fedâîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, âilelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezâlandırırlardı. Cinâyetten hüküm giyenler ölüm cezâsına çarptırılırdı.

On seneye yakın bir müddet iktidârda kalan, koskoca Osmanlı Devletinin yağma edilmesine sebeb olan İttihat ve Terakkinin son kongresi, birinci Dünyâ Harbinin mağlubiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede parti kendini feshederek, târihe karıştığını îlân etti. Bâzı İttihatçılar birleşerek Teceddüt Fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihat ve Terakkinin mensupları kendilerine yeni yollar aramaya devâm ettiler. Daha sonra İttihatçılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükûmetince, İttihat ve Terakkinin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyâben cezâlandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa Bölüğüne hapsedildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. İttihatçıların cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcılık hastalıkları, İttihatçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece birkaçıdır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
K, L

Kadı

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi, Selçuklu kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil kâdılara bırakmıştı. Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu. Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bayezid Han, Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur. Bu nizâma göre kâdıların nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi.

Tanzimat'tan az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır, Osmanlı tebaasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da, tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü. Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H.1385) târihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı. Çoğu dâvâlar şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı. Osmanlı Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı. Bundan kısa bir zaman sonra da, 8 Nisan 1921 (H.1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık unvânına da son verildi.

Ülke nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara câmilerde bakarlardı. İlk mahkemeler câmilerdi. Sonraları insanlar çoğalınca, buna paralel olarak dâvâlar da arttı. Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda kazâ işlerine bakıldı.

Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği, devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra, kendilerine icâzet (diploma) verilirdi. Bu diplomayı alanlar arasından uygun görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın tasdiki ile tâyinleri yapılırdı. Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794. maddelerinde açıklanmıştır. Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır. Kazâ yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır.

Kâdının bakamayacağı dâvâlar: İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs. hakında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları gerekliydi.

Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.

Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları belirtilmiştir.

Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi.

Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı.

Kâdıların şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı re’sen hükûmete arz ederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zâhire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler.

Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı. Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir adâlet târihi yatmaktadır.

Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi. Nâib, vekil demekti. Mahkeme-i şer’îlerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı. Nâibin bir veya birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlıydı. Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet kâdılarının nâibleri ona göreydi. Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi.

Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri arasında taksim eden şer’î memurlardı. Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine bakarlardı. İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan kassâmlardı. Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine bakarlardı.

Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı. Bunların tahkikâtlarını yapıp, îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları bakardı.

Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler olabilirdi. Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi.

Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi) ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi.

Bu kâdılardan başka bir de “ordu kâdılığı” vardı. Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi. Pâdişâhlar, sefere çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu. Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini kendisine fermanla bildirilirdi.

Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı. Kara ordusu kâdısından başka, donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi. Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı.

Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı. Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi.

İstanbul, dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyüp kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu.

İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı. Bunlardan başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç, doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması, şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması idi.

Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri cümlesindendi.

İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur. Bu mektuba, taşıdığı yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir. Mektubun tercümesi şöyledir:

“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır. Değiştirilerek bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir.

Bir hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla, bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et. Çünkü infâz edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez.

Meclisinde ve adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık olmasınlar.

Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir. Yâni dâvâcı şâhit bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir.

Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir sulh câiz değildir.

Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır.

Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de, sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al.

Dâvâcıya, her türlü delil ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver. Bu müddet içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa, hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür. Bu tarz hareket etme şüpheyi de yok eder.

Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler. Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ sizi gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle sizden mesûliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil vâsıtalarına göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir. Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır. Görünenler gizli olanlara tâbidir.

Muhâkeme esnâsında, Allahü teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt.

Her kim niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz.

Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil eder. Diğerlerini etmez.

Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde Hak’tan ayrılma. Mükâfatını cenâb-ı Hak’tan bekle.”

Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmuştur.

Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir şâhid olarak indirdik. O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzûları arkasından gitme. (Mâide sûresi: 48)

Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz. Sonra bir şey hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız. Bu, hem hayırlı, hem de netîce bakımından daha güzeldir. (Nisâ sûresi: 59)

Adâletle hüküm verme ve kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları da şunlardır:

Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir. Hakkı bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennemdedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir.

Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp onu kendi hâline bırakırlar.

Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her ikisini de dinlemeden karar verme. Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha uygundur.

Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz. Ben de insanım. Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir. Ben aranızda sizden duyduğuma göre hüküm veriyorum. Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye hükmedersem onu almasın. Çünkü bu, ateşten bir parçadır. Kıyâmet günü, boynunda o ateşle gelir.

Kapıkulu Ocakları

Eski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât. Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde “gulâmân-ı saray” denirdi. Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devletine Türkiye Selçuklularından geçmiştir. Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur.

Osmanlı Devletinin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı. Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi. Fetihlerin Rumeli ve Anadolu’da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi. Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz. Acemi Ocağı). Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler.

Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Piyâde kısmının en önemlisi “yeniçeri ocağı”dır (Bkz.Yeniçeri Ocağı). Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu. Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz. Sekban). Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı. Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, “avcı bölüğü” denirdi. Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu. Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu.

Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz. Cebeci Ocağı). Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur. Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu. Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi. Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi. (Bkz. Lağımcı Ocağı)

Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi. Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu. On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi. Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti.

Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı. Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul’da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı’na götürürlerdi. Çorbacıların hergün kola çıkmalarına “sıra kolu” denilirdi. İstanbul’un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti.

Kapıkulu süvârileri, İstanbul’da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu. Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı. Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz. Kapıkulu Süvarileri).

Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu.

Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi. Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi. On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi. İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti, her giriştiği işte muvaffak oldu. Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı. Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi.

Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi. Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir. Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı. On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı. Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, “Vak’a-i Hayriye” ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi. Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Kapıkulu Süvarileri

Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı.

Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.

Kaptan-ı Derya

Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad. Kaptanpaşa.

Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi. Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir. On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti. Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu. Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi. Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi.

Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir. Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür.

Kaptanpaşa Eyaleti

Osmanlı Devletinde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet.

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu. Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı. Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı. Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi. Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi. Zamanla eyâletin toprakları azaldı. On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi.

Kara Kuvvetleri

Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır. Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur.

Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır. Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında M.Ö.209 senesinde olmuştur. Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı. Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi. Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı. En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı.

Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir. Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi. Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı. Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi. Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü. Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir.

İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır.

Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır.

Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı.

Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu. Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu. Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür.

Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir. Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü.

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi. Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu.

Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı. Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu. Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı. Yeniçerilerin, 18 ve 19. yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu. Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188.000’e çıkarıldı. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı. 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı. Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50.000’e indirildi. Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi.

Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:

Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş.

Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828).

Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm., 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm., 1828). Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (Kd.Yzb., 1828), Sağ Kol Ağası (Ön.Yzb., 1828) Alay Emîri (Yzb. rütbesinde).

Üst subaylar: Bnb., Baş Bnb. (1793), Kaymakam (Yb., 1831), Miralay (Alb., 1828)

Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg. 1831), Ferik (Tümg. 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org. 1904) Müşir (Mareşal, 1832).

Kazasker

Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir.

İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı. Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı. Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı. Kâzaskerler sefere katılırlardı. Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı. İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti. Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363). Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı. Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır. Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir. Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı. Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti. Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı. Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu. Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi. Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır. Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı.

Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı. Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı.

Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi. Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü. Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı. Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi. Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi. Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu.

Kazaskerler 16. asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi. Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı. Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi. Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı.

Kazaskerlerin tâyinleri, 17. asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı. Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar. Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi. Kazaskerlerin görev süreleri 17. asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi. Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi. Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi.

Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi. Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi.

Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır.

Kervansaray

Kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yerleri. Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binâlarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı. Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, “han” adını alırdı.

İslâmiyetin yayılış dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticârî maksatla kullanıldı ve bu binâlara, kervansaray adı verildi. Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamânında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu’da bulunan çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı.

Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen; içlerine girildiği zaman kervan kâfilelerinin her türlü ihtiyâçlarını karşılayacak bir teşkilâta sâhib olan bu binâlar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticâret yolları üzerinde her menzil için, yâni 30-40 kilometrelik mesâfede bir yaptırılmışlardı. Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazîfesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Birinci İzzeddîn Keykâvus ve Birinci Alâeddîn Keykubâd gibi iktisâdî ve ticârî hayâtın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticâret merkezlerini birbirine bağlayan ticâret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular. Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccârlara her türlü yardımda bulundular. Anadolu’ya gelen yabancı tüccârlara da büyük kolaylıklar gösterdiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccârların zararlarını devlet hazînesinden tazmin ederek, bir nevî devlet sigortası kurduları. Antalya ve Alâiyye (Alanya)den başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikâmetindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikâmetinden İstanbul’a ve Batı Anadolu vâdilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikâmetindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop’a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak’a giden yollar üzerinde pekçok kervansaray yaptırdılar.

Selçuklular zamânında Anadolu’da kurulan yol güzergâhları, Osmanlılar zamânında değişti. Bunun sonucu olarak bâzı yerler ticârî merkez olma durumunu kaybettiler.

Zâten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan’a ulaşan ticâret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı. Anadolu’da ticâretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamânındaki kervan yolları da ıssızlaştı. Meselâ Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul’u, Sûriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devâm ettiler. İstanbul’u, Sûriye üzerinden Mekke ve Medîne’ye bağlayan yol üzerinde hac farîzasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular.

Zengin ticârî malları taşıyan kervanlar için hudut civârında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıyâ baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyâçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhâne ve aşhâneler, erzak ambarları, ticârî eşyâ depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphâneler, misâfirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedâvîleri için hastahâne ve eczâhâneler, ayakkabılarının tâmiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilât ve tesisleri idâre edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve memurları vardı.

Umûmiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı. Maddî büyüklükleri ve teşkilâtları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sâhiptiler.

Bu sûretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyâcını ücretsiz olarak görebilirdi.

Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedâvi edilir, hayvanlarının tedâvisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedâvi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi.

Büyük ve muhkem binâlar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı. Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı. Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı!” diye sorarlar, herkes; “Tamamdır. Allahü teâlâ hayır sâhibine rahmet eylesin.” diyerek kervansarayı vakf edene duâ ederlerdi. Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misâfirlere; “Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah âsân (kolay) getire.” diye duâ ve nasîhatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı.

Sulh zamânında ticârî maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamânında o belde ahâlisinin düşman hücûmundan korunmak için sığındığı veya sefer esnâsında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı. Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü. Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20.000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi.

İslâm dîninin misâfirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu, ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi. İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:03 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Kubbealtı

Topkapı Sarayında başta sadrâzam olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının toplanıp, devlet işlerini görüşerek karara bağladıkları yer. Buraya Dîvân yeri de denilirdi.

Topkapı Sarayının her tarafından görülen dört köşeli büyük kulesinin üstünde olan kubbealtına orta kapıdan girilir. Bina, beyaz mermer ve yeşil parafinden gâyet güzel sütunlar üzerine saçak konularak inşâ edilmiştir. Saçak, önündeki taşlığın üzerini de örtmektedir. İlk kubbealtı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yapılmıştı. Şimdiki kubbealtı binâsı Üçüncü Selim ile İkinci Mahmûd Han zamânında tâmir edildiklerine dâir iki kitâbe taşımaktadır.

Kubbealtındaki üç salonun soldakinde dîvân toplanırdı. Salonun etrâfındaki sedirlerde dîvân âzâları, ortadaki makamda ise sadrâzam otururdu. Pâdişâh bu salona açılan Kasr-ı Adil adı verilen kafesli pencereden dîvân müzâkerelerini tâkib ederdi. İkinci salon Dîvân-ı Hümâyun Kalemi olup, dîvân kânunları burada tasdik edilirdi. Kubbealtının arkasındaki dört köşeli yüksek kuleden etrafta olan hâdiseler seyredilirdi.

Üçüncü kubbenin altındaki salonda devletin asıl defter ve kayıtlarını kapsayan ruznâmeler, piyâde ve süvârî mukabeleleri, cizye mukataa, mevkufat gibi defterler sandıklar içerisinde saklanırdı. Burası her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûn ile mühürlenirdi. İlk kubbe arasındaki yerde reisülküttap ile dîvân-ı hümâyun kâtipleri otururdu. Bu üç kubbenin dışında, sekiz kubbealtında dış hazîne saklanırdı.

Kubbealtında devleti idâreye memur olan heyet toplanırdı. Burada devlet işleri görüşüldüğü gibi halkın önemli dâvâlarına da bakılırdı. Dîvân toplantıları; Pazartesi, Salı, Cumartesi ve Pazar günleri olurdu. Görevliler sadrâzamdan önce gelir beklerlerdi. Sadrâzam gelince bütün görevliler karşılar, onun selâm verip odaya girmesinden sonra arkasından onlar da içeri girerlerdi. Vezirler, kâdıaskerler, defterdarlar ve nişancı yerlerini alırlar özel merâsimle toplantı açılırdı.

Toplantı bittikten sonra kubbealtında yemek yenirdi. Üç sofra kurulur, herkes kendi sofrasındaki yerine otururdu. Yemekten sonra yapılan işler hakkında sadrâzam pâdişâha arzda bulunur ve emirlerini alırdı. Belli günlerin hâricinde, ordunun harbe gidiş ve gelişlerinde, bayramlarda, saltanat değişikliklerinde, yabancı elçiliklerin kabûlünde kubbe altında toplantılar olurdu.

Devlet meseleleri Bâbıâli’de görüşülmeye başladıktan sonra, kubbealtı kısmen önemini kaybetti.

Lağımcı Ocağı

Osmanlı ordusunda lağımcı sınıfının bağlı olduğu ocak. Timarlı ve ulûfeli olan lağımcılar, yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkmak ve siper kazmak gibi vazîfelerde bulunurlardı.

Kapıkulu ocakları arasında yer alan lağımcı ocağının ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. İkinci Murâd döneminde Rumeli kalelerinin fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdikleri bilinmektedir. Lağımcıların ulûfeli olanları Fâtih Sultan Mehmed devrinde cebeci ocağına bağlandı. Ocağın âmiri cebecibaşıydı. Eyâlet askerleri arasında kurulan lağımcı birliğinin âmiri ise lağımcıbaşıydı. Bu ocağın kethüdâ, çavuş ve alemdâr denilen subayları da mevcud olup, bunlara geçim için dirlik olarak zeâmet; askerlere ise timar verilirdi. Zeâmetli ve timarlı lağımcılar seferlere atlı olarak iştirak ederlerdi.

Lağımcı neferlere (askerlere), başlarında bulunan subayları tarafından kuruluşundan îtibâren geometri ve diğer mîmârî sanatlara âit bilgiler ile lağım bağlama usulleri en iyi şekilde öğretilirdi. Lağımcı nizamnâmesine göre, iki yüze yakın tâlim bilgileri yanında bunlara yardımcı bilgileri öğrenmek şarttı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren bozulmaya başlayan ve gitgide sanattan anlamayanlarla dolan bu sınıf, 1792 yılında yapılan nizamnâme ile düzeltilmeye çalışıldı. Ancak bir netice alınamaması üzerine, 1826 yılında yeniçerilikle birlikte ortadan kaldırıldı.

Lonca

Eskiden belirli bir şehirde oturan sanatkâr ve sanâyicilerin mensup oldukları meslekî teşkilat.

Loncaların kökeni, 7 ve 8. yüzyıldan îtibâren faaliyet gösteren fütüvvet ve ahîlik teşkilâtlarına dayanır. Ahîlik kuruluşuna âit töreler, kurallar birçok özellikler loncalarda devam eder.

Loncaların iki ana gâyesi vardır: 1) Lonca mensubu sanatkâr, esnaf arasında sosyal eşitliği ve dayanışmayı sağlamak. 2) Meslekî faaliyetin uygulanışını düzenlemek ve denetlemek. Loncalar, bugünün Esnaf ve Sanatkârlar Derneğine benzetilebilir. Loncaların ekonomik ve meslekî, kültürel ve sosyal faaliyet ve vazifeleri vardı.

Kendi içinde sıkı bir disiplinle teşkilatlanmış olan loncalar, bu özelliği ile devletin piyasa kontrolünü kolaylaştırıyorlardı. Aynı esnaf grubunun bağlı olduğu loncaların içinde rekabetin yasaklanmış olması, kaynakların ihtiyaçlar dâhilinde kullanılması, kaynak israfı, karaborsa ve fâhiş fiyat artışına mâni oluyordu. Devletle sıkı irtibâtı olan loncalar, hükümet tarafından teftiş edilebiliyordu. Muhtelif târihlerde esnafla alâkalı olarak çıkarılan yasaknâme ve fermânlar esnafın aksayan yönlerini düzeltme gâyesindeydiler.

Esnaflar, bağlı oldukları lonca heyetinin sıkı bir denetimi altındaydı. Ustaların hammaddelerini nereden, nasıl ve ne evsafta alacakları loncalar tarafından düzenlenmekteydi. Lonca üyeleri arasındaki eşitliği bozmamak temel gâyeydi. Tüketiciyi de korumak göz önünde tutulurdu. Ustaların kullandığı bütün âlet ve edevât devamlı denetlenirdi. Üretilen malların fiyatlarının nisbetini loncalar denetlerdi. Denetimden geçen mal damgalanır ve pazara sunulurdu. Bozuk mal çıkaran esnaf cezalandırılırdı. “Pabucu dama atıldı.” deyimi buradan kalmadır. Düşük kaliteli mallar da fakirlere dağıtılırdı. Çırakların mesleğe girmeleri, meslekte ilerlemeleri ve yükselmeleri, loncaların koyduğu kâidelere ve âdete bağlıydı. Lonca mensupları arasında rekabet yasaktı.

Kalfaya, usta olduktan sonra, pîri, bir törenle ustalık belgesi verirdi. Dükkân açacak olup da parası olmayana lonca para ve sermâye verip, dükkan bulurdu. Evlenmek isteyenleri evlendirir, masraflarını görürdü. Yoksul cenâze sâhiplerinin cenâzesini kaldırır, hastalara yardım ederdi.

Görünüşte iktisâdî müesseseler olan loncalar, iç yapı îtibâriyle cemiyette hâkim olan bâzı ahlâkî kâideleri, müeyyideleri ile, esnafın kendi kendine tatbik ettiği müesseselerdir. Loncalarda bulunan iş ahlâkının temelinde, otoriteye ve geleneklere bağlılık, el işçiliğine hürmet, kanâatkârlık, meslek sırrını saklamak gibi prensipler yatmaktaydı.

Osmanlı Devletinde loncaların ekonomik vasıfları yanında, onlara husûsiyet kazandıran, iç kuruluşları ve sosyal faaliyetleridir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli olan ahîlikle yakın bağları bulunan loncaların da, ahîliğin; yiğit, ahî ve şeyh olmak üzere üç derecesine karşılık çırak, kalfa, usta, nakib vekili, nakib, baş nakib, şeyh halifesi, şeyh ve şeyh-üş-şuyûh olarak dokuz kademesi vardı. Ahîliğin kavlî ve seyfi üyelik olmak üzere, üyelerinin iki grupta değerlenmesi yerine, loncalarda üyelik kavlî, şürbî ve seyfî olarak üç grupta meydana getirildi.

Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin en ücrâ köşelerine kadar yayılmıştı. Avârız sandıkları sistemiyle üyelerini, her türlü kazaya ve ölüme karşı aileleriyle berâber sigortalamıştı. Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin sosyal yapısında büyük güç, düzen, âsâyiş ve ahlâk unsuru olmuştur. Kendi bünyesi içerisinde denetlendiği gibi, devletin de kontrolü altında bulunuyordu. On yedinci yüzyılda İstanbul’da 1109 Loncaya bağlı, 126.000 üye tespit edilebilmişti.

Osmanlı Devletinin son zamanlarında, sanâyileşme hareketlerinin ve fabrikalaşmanın başlaması neticesinde el sanatları giderek önemini kaybetti. İttihat ve Terakki Fırkasınca 1913 târihinde loncalar kaldırıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
M

Mabeyn

Osmanlı saray ve konaklarında haremlik ve selamlık bölümlerini ayıran dâire. Arapçada “iki şeyin arası” mânâsındadır. Sultan İkinciMahmûd Han devrinden îtibâren sarayların selamlık dâirelerine “Mâbeyn-i Hümâyûn” denilmiştir.

Yine Osmanlı Devletinin kuruluşunda işlerin azlığı sebebiyle pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merâsime hâcet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi netîcesinde saray ve saray teşrîfâtı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kânûnnâmeleri çıkartıp teşrîfât için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler.” demiştir. Bu duruma göre acele haller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.

Pâdişâhla görüşebilmek için mürâcaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdâsına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Handan îtibâren silâhdârlar aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzûruna girebilirdi.

Osmanlılarda ilk defâ mâbeynci ünvânıyla memur istihdâmı Sultan Üçüncü Selim Han zamânındadır. Ondan sonra bu ünvân ile memurlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyâretçiler mâbeyn dâiresindeki odalarda beklerdi.

Mâbeyn vâzifelileri şunlardı:

Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idâre eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir târifle Osmanlı sultânı ile hükûmet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan memurun ünvânı olup, bu vazîfe sâhibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer memurlara mâbeyn kâtibi denirdi.

Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezîrler ile yüksek devlet memuriyetinde bulunanların yanında, Saîd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.

Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray memurlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâ tâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhâdâr, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhâdâr, kahvecibaşı, sarıkçıbaşı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.

Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.

Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve dâvetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray memurudur.

Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.

Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgenerâl rütbesindeki kumandanıdır.

Mâbeyn müşîri: Sarayda pâdişâh maiyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.

Maliye Nezareti

1838’de kurulup cumhûriyete kadar devâm eden Osmanlı mâliye bakanlığı. Sultan İkinci Mahmûd devrine (1808-1839) kadar Osmanlı Devletinde mâlî işler, merkezî bir teşkilâtla yönetilmezdi. Merkez ve eyâletlerin değişik mâliye teşkilâtı vardı. Tımar sisteminin bozulması para değerinin düşmesi, bâzı toprakların kaybedilmesi, uzun süren savaşlar gibi sebepler, Osmanlı mâliyesini yeni tasarruf tedbirleri almaya ve yeni vergi kaynakları bulmaya zorladı. İşe yaramaz bir masraf kapısı hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırıldı(1826). Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye kuruldu ve bunlara subay yetiştirmek için okullar açıldı. Bunların harcamalarını karşılamak için me’mure hazînesi kuruldu (1834).

Bundan başka, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Hazîne-i Âmire, Darbhâne Hazînesi, Redif Hazînesi ve Tersâne Hazînesi olmak üzere dört ayrı hazîne daha vardı. 1835’te Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazîneleri birleştirilerek Darbhâne-i Âmire Defterdarlığı kuruldu. 1838’de Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazînesi birbirinden ayrıldı. Hazîne-i Âmire ve Mansûre Hazînesi birleştirilerek Mâliye Nezâreti kuruldu. Abdurrahmân Nâfiz Paşa, Umur-ı Mâliye Nâzırı Ünvan ve Paşa rütbesiyle bütün hazînelere bakmakla vazîfelendirildi.

Mâliye Nezâreti kısa bir müddet sonra kaldırılarak işler, Mukâtaat Hazînesi ve Hazîne-i âmire Defterdarlıklarına bağlandı. Aynı sene Mukataat Hazînesi Defterdarlığına Mâliye Nezâreti adı verildi (1839). Daha sona Hazîne-i Âmire Defterdarlığı da bu nezârete bağlandı (1841). Pâdişâh ve öteki hânedan üyelerinin özel gelir kaynakları hazîneye aktarılıp, kendilerine maaş bağlandı. Tersâne,Redif, Mansûre ve Âmire hazîneleri kaldırılarak Hazîne-i Celile-i Mâliye kuruldu. Bu hazînenin 1840’ta 400 milyon, 1848’de 775 milyon, 1857’de 1 milyar, 1862’de 1.6 milyar kuruş gelir-gider hacmi vardı.

Kurulduğu günden îtibâren devamlı gelişme gösteren Mâliye Nezâretinde, tanzimâtın îlânı sırasında sekiz muhâsebe ve sekiz kalem vardı. Bu teşkilât 1878’e kadar küçük değişikliklerle korundu. 1879’da Heyet-i Merkeziye ve Heyet-i Mülhaka adıyla iki kısma ayrıldı. Heyet-i Merkeziyeye dâhil olan nezâret müsteşarının yetkileri arttırıldı. 1854’ten îtibâren alınan dış borçların ödenmesi için 1881’de kurulan Düyûn-ı Umûmiye idâresi, teknik açıdan bir model hâline geldi. Bu teşkilâtın Mâliye Nezâretinden daha geniş bir kadrosu vardı. 1889’da Mâliye Nezâretinde bâzı düzenlemeler yapıldı. Meşrûtiyetin ikinci defâ îlânından sonra bâzı kalem, meclis ve komisyonlar kaldırılıp, memur sayısının azaltılması yoluna gidildi. Saltanat kaldırılmadan önce nezâret; Kalem-i Mahsusa, Vâridât-ı Umumiyye muhâsebe-i Umûmiye, Teftiş Heyeti, Vezne, Emlâk-ı Emiriye, Me’murîn ve Levâzım ve Mahâssesât-ı Zâtiye Müdürlüklerinden meydana geliyordu. 1922’de saltanatın kaldırılmasıyle Mâliye Nezâretinin varlığı da sona erdi. 1920’de Ankara’da kurulan Mâliye Vekâleti daha sonra Mâliye Bakanlığı adını aldı.

Matbah-ı Âmire

(Osmanlı Saray Mutfağı)

Osmanlı Devletinde saray mutfağı. Matbah-ı Hümâyûn. Topkapı Sarayında, orta kapıdan içeriye girildiği zaman, Alay Meydanının sağ tarafında baştan aşağı Matbah-ı Âmire binâları mevcuttur. Matbahın Alay Meydanına açılan üç kapısı vardır. Kapılardan içeriye girilince ikişer ikişer yirmi bacalı büyük mutfaklarla karşılaşılır. Mutfak binâlarının önünde Matbah-ı Âmire görevlilerinin, aşçı ve tablakârlarının koğuşları ile mescidleri bulunur.

Matbah-ı Âmire büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdı. Büyük mutfakta saray halkı, dîvân günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Hergün yaklaşık dört-beş bin kişiyi doyuracak yemek çıkarılan bu mutfakta Vâlide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı Matbahı gibi bölümler vardı. Küçük mutfak ise, pâdişâhın özel yemeklerinin pişirildiği yerdi ve “Matbah-ı Hümâyûn, Matbah-ı Has” ve “Kuşhâne” gibi isimlerle anılırdı. Matbah-ı Âmirede hergün mûtâd olarak verilen yemeklerden başka, ulûfe (maaş) dağıtıldığı günlerde 10-15 bin askere yemek verilirdi. Ramazan ayının on beşinci gecesi on bin Yeniçeriye baklava; dîvân günlerinde ise 600 sahan çorba, zerde, pilav hazırlanırdı. Matbah-ı Âmirenin bir kısmına “Helvahâne” denirdi. Her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve mâcunlar ile kokulu sabunlar burada yapılırdı.

Matbah-ı Âmire aşçılarıyla pâdişâh, şehzâde, vâlide sultan ve sâirenin yemeklerini pişiren aşçıların pişirdikleri yemek îtibâriyle miktarları çeşitliydi. Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakbaşı, kebâpçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı ve balıkçı başlıcalarıdır.

Kuşhâne matbahına zülüflü baltacılar arasından kâbiliyetli ve îtimâd edilir iki kişi seçilirdi. Birincisine Kuşçubaşı, diğerine İkinci denirdi. Her matbahta mesleğinin ehli aşçı, usta, kalfa ve şâkirtleri, bunların maiyetlerinde de yamaklar bulunurdu. Her matbahın bir aşçı başısı mevcut olup, âmirlerine “Baş aşçı” denilirdi.

Sarayda mutfak işlerine bakan memura “Matbah-ı Âmire Emini” adı verilirdi. Matbah-ı Âmire Emini, “Hâcegân” rütbesindeydi. Matbah-ı Âmire Emini mutfak ihtiyâçlarını karşılayan, masraf ve gider defterlerini tutan ve baş muhâsebeye karşı sorumlu bulunan levâzım müdürü hüviyetindeydi. Başlıca vazîfeleri; saray mutfağının bütün ihtiyâçlarını karşılamak, hesaplarını tutmak ve emri altında bulunan memurları idâre etmekti. Memurların tâyin ve azilleri Enderun Kilercibaşısı tarafından yapılırdı. Kiler emini, çâşnigir, matbah-ı âmire kâtibi ve kethüdâsı kendisine yardım ederdi. Bunların dışında Matbah-ı Âmirenin diğer hizmetlileri olarak yoğurtçular, sütçüler, sebzeciler, tavukçular, simitçiler, buzcular, karcılar, sakalar, mumcular, fırıncılar, buğday döğücüler, helvacılar, bozacılar, kasaplar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adayları arasından seçilirdi.

Matbah-ı Âmirenin ihtiyâçları Mısır ile Eflâk voyvodalığından; Koçhisar, Atranos, Harmancık, Keşan, Eğriboz, İzmit, İstanköy ve Sakız mukâtaalarından para veya mal olarak karşılanırdı. Matbah-ı Âmirenin her yıl devir muhâsebesi yapılır, bu münâsebetle memurlara devriye adı ile ayrı bir ikrâmiye verilirdi. Matbah-ı Âmire emirleri de görevlerinden ayrıldıkları zaman yine devir işlemleri yaparak hesapları kapatırlardı.

Matbah-ı Âmire Eminliği, İkinci Mahmûd’un son yıllarında Gümrük Eminliğine katılarak “Matbah-ı Âmire İdâresi” adını aldı. 1838’de de Darphâne Nezâretine bağlanarak ortadan kaldırıldı. Matbah-ı Âmire, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında saltanatın sonuna kadar devâm etti.

Meclis-i Mebusan

İki meclisten meydana gelen Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadı.

Meclis-i Umûmî adı verilen Osmanlı parlamentosunun birinci kısmını Meclis-i Âyân teşkil ederdi. İkinci kısmını teşkil eden ve Hey’et-i Meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve pâdişâhın yetkisine sunardı. Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da îtibârı henüz iâde edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hâcir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hâcir altında bulunan, medenî haklardan mahrûm olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddiâ eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu.

Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır, seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın irâdesiyle tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar Meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi.

Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i Meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeple (ölüm, meclise devâmsızlık, istifâ ve mahkûmiyet veya bir memuriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun şekilde tâyin olunurdu. Boşalan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti, bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı.

18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler. İstanbul için ayrı bir seçim yapıldı. Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 üye vardı. Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı. Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı. Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı. Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgeleriyle ilgili bölücü fikirleri savundular. Memleketi düşünen üye sayısının azınlıkta kaldığı görüldü. Bu sebeple Meclis-i Meb’ûsân, 14 Şubat 1878’de tâtil edildi. Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı. Sultan Abdülhamîd Han, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında meb’ûs seçimi yapıldı. Ahrâr ile İttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, İttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı. 4 Aralık 1908’de meclis açıldı. 31 Mart Vak’ası bahâne edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikler, Âyân meclisi ve pâdişâh tarafından tasdîk edildi. Pâdişâh ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı. Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı. 1911’de ara seçim yapıldı. 18 Ocak 1912’de Pâdişâh, Meclis-i Meb’ûsânı fethetti. Yapılan seçimden sonra, 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı. Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi. Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi. Sıkıyönetim îlân edildi. İttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını ile, iktidârı ele geçirdi. 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamâmını elde etti. Birinci Dünyâ Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devâm ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütârekesini müteâkib 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi. Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. 16 Mart 1920’de İstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere pâdişâh irâdesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi. Bir daha da seçilmeyip, târihe karıştı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Meclis-i Vükelâ

Osmanlı Devletinde Sadrâzamın başkanlığındaki Şeyhülislâmla diğer nâzırlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi. Bu meclis, devletin iç ve dış siyâsetiyle ilgili mühim hususlarda kararlar alırdı. Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabîne, yâni Bakanlar kurulu demektir.

Meclis-i Vükelâyı meydana getiren heyette zaman zaman değişiklikler olmuştur. 1908’den önceki mecliste, Sadrâzam, Şeyhül İslâm, Adliye Nâzırı, Serasker, Şura-yı Devlet Reisi, Hâriciye, Dâhiliye, Bahriye, Mâliye, Maarif, Evkaf-ı Hümâyun, Ticâret ve Nâfia Nazırlıkları, Tophâne Müşiri, Müsteşar-ı Sadr-ı Âli bulunurdu. Bunlardan Seraskerle, Tophane Müşiri, müşir (mareşal); diğerleri vezirdi. 1908’den sonraki meclislerde bunlardan bâzıları bulunmazdı. Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti.

Mehter (Mehterân)

Osmanlılarda, askerî mûsikîyi icrâ eden topluluk. Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir. Kelime Türkçede mehter, çoğulu olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır.

Mehter, bölüklere ayrılır, aynı çalgı âletini çalanlar, alemdârlar birer bölük teşkil ederlerdi. Her bölüğün “ağa” tâbir edilen bir âmiri bulunurdu. Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi. Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı. İkinci bir mehterbaşı daha vardır ki, bundan ayrı olup, “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır. Mehter teşkilatı, “emir-i alem”e tâbiydi.

Türkiye Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâziye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verdi. Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti. Ferman, Osman Gâziye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gâzi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar nevbet vurulurken pâdişahların ayakta dinlemesi âdetti.

Mehter teşkilâtına bağlı iki türlü mehterhâne vardı. Biri resmî teşkilata bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi. Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Âlem-i Hassa” denirdi. Sonraları, mehter sâdece pâdişah ve orduya âit olmaktan çıktı. Her vezir dâiresinde bir mehterhâne bulundurulması âdet oldu.

Fâtih devrindeki mehterhânede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudum çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlan vardı. Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi. Pâdişahın mehterleri on iki kat olurdu. On iki kat mehterhânede her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu. Pâdişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnâsında pâdişah mehterhânesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümâyûn önünde nevbet vurmak âdetti.

Hükümdâr mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka pâdişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife dîvânlarında nevbet vurulurdu.

Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı. Harp esnâsında ise, pâdişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesâretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı.

Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defâ vururdu. Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işâretini verirdi. Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı. Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” nâmıyla öğle namazından evvel; akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı.

Mehter duâsı:

Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün efrâd elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, pâdişah geldiği zaman ise sâdece baş eğer, daha fazla eğilmezler.) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’s-Sultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu” denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defâ “Hû” çekerlerdi. Sonunda da üç defâ kös vururlardı.

Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır. Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efrâdı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi.

Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında “üskûf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise sıra ile; mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı.

Mehter harp duâsı (Harp gülbankı):

Eûzubillâh, Eûzubillâh... Hüdâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallâh! El- melikü’l-Hakku’l-mübîn! Muhammedü’r-Resûlullah, Sâdıkü’l-va’dü’l Emîn! İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişah-ı halifetullah, Es-Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i dîn-i mübîn, hâris-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişahım, Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şân satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahrî âlemi hoşnûd etsin; Hak, gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve saîd...

Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tiz perdeden:

“Nasrunminallahi ve fethün karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn” âyetini okur. Üç defâ “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi.

“Eli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân. Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân. Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!

Yâ Rahmân! denilerek eyyâm-ı âdiye gülbankındaki “Resûl-i Enbiyâ” kısmına geçilir ve aynı şekilde “Hû diyelim Hû!” diyerek bitirilirdi.

Sonra, bâzan “Yektir Allah”, bâzan da “Ya Fettâh” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye döner ve dağılırlardı.

Mehter marşları “Vakt-i sürûru sefâ”:

Mehterân dâire şeklinde nevbet nizâmını teşkil ederler, nakkârezenlerin oturup, diğerlerinin ayakta durmasıyla da hilâl görünümü verirlerdi. Kösler hilâlin orta ilerisine konurdu. İçoğlan Başçavuşu, mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve:

“Vakt-i sürûru sefâ, Mehterbaşı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hazır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle, sofyan usülünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de, Mehterbaşı Ağa mehterin önüne gelir:

“Merhabâ ey mehterân!” der ve sağ elini göğsüne koyarak mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber sağ ellerini göğüsleri üzerine koyarak koro hâlinde:

“Merhabâ, Mehterbaşı Ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra Mehterbaşı Ağa:

“Hasduuur!” diyerek çalınacak makamı ve eserin adını söylerdi. (Meselâ: “Der fasl-ı Acem âşirân, cihâd-ı ekber marş!” derdi.) Hemen arkasından:

“Haydi ya Allah!” diyerek mehteri icrâya geçirirdi.

Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi.

Mehterin Avrupa’ya tesiri:

Avrupalılarca, on sekizinci asırdan îtibâren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvela, benimsenmiş, bilâhare Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tâbiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur.

Bestekâr Mozart ve Hayd da, mehter mûsikîsinin tesirinde kalarak, meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir. Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü, mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir. Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etti. Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidâlarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir. Viyana Kraliyet orkestra Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasında çaldırmıştır. Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini tutamayarak “İşte mûsikî buna derler!” demiştir.

Mehter mûsikîsi gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti. On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular.

Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı.

Günümüzde mehter:

Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından “Mehterhâne-i Hâkânî” adıyle yeniden kuruldu. 1914’te kuruluş tamamlandı. Birinci Dünyâ Harbinde Başkumandan Vekili Enver Paşanın emriyle teşkilât orduya tamîm edildi. İstiklâl Harbinde de mehterhâne hizmet verdi. Cumhûriyetin îlânından sonra, Millî Savunma Bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti. 1950’den sonra, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un direktif ve desteğiyle mehterin yeniden tesisi çalışmaları başladı. 1953’te yeniden tesis edildi. Daha sonraları çeşitli okul, dernek ve kuruluşlar da mehter takımları kurdular. 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra, yalnız Genelkurmay Başkanlığı Harp Dâiresi Askerî Müze Müdürlüğü bünyesindeki mehteran bölüğü, faaliyetine devam etmektedir. İstanbul’daki Askerî Müze’de Pazartesi, Salı hariç, haftanın her günü, saat 15.00-16.00 arasında Mehterbaşının idaresinde bir saat çalmaktadır. Bilhassa turistler ve meraklılar büyük alâka göstermektedirler.

Mehter marşı

Yürekler kabarık gözlerde damla

Mehteri saygıyla dur da selamla

Bir huşû içinde dinle Gülbankı

Sesleniyor târih bu ses o yankı

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla

Türkün zaferleri geliyor akla

Asırlar boyunca inledi Serhat

Doğudan batıya, Yemen, Belgrat

Duyarak bakışan gözler görüyor

Fâtih, Topkapı’dan şehre giriyor.

Sen böyle yürürken tuğla, sancakla

Türkün zaferleri geliyor akla.

Mekteb-i Osmânî

Askerî öğrenim gâyesiyle Avrupa’ya gönderilen talebeler için, Paris’te açılan Türk okulunun adı. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinde ilim ve teknikte görülen ilerlemeyi alabilmek için kâbiliyetli talebelerin seçilip tahsile gönderilmesi önem kazanmıştı. Bunların sayısının çoğalması ile idâresi ve daha verimli tahsil yapabilme çârelerinin düşünülmesi neticesinde Paris’te, Krenal Mahallesinde 1856 yılında bu okul açıldı. İdârecilerinin Türk olduğu bu okulun önemli bir görevi de talebelerin örf-âdetlerine, dinlerine bağlılıklarını muhâfaza ettirerek, terbiyelerini korumaktı. Öğretmenleri Fransız, mevcudu 60 kişi olan okulda, Paris Askerî Lisesinin programı uygulanırdı. İlk müdür, öğrenimini Viyana’da yapan Ali Nizâmî Paşadır. 1870 Alman-Fransız Harbinin çıkması ve 1867’de Fransızca tedrîsât yapacak Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi)nin açılmış olması gibi sebeplerle Mekteb-i Osmânî, 1874’te kapatıldı. Aynı sene İstanbul’da Askerî Rüşdiye açıldı.

Miskinhâne

Cüzzamlı hastaların halkla temâsına mâni olmak için yaptırılan özel binâlara verilen ad. Halk arasında Miskinler dergâhı ve Miskinler tekkesi denilmektedir.

Sosyal devlet anlayışının en iyi örneklerinin müşâhade edildiği Osmanlı Devletinde düşkünler, hastalar, hattâ hayvanlar için vakıflar kurulmuş, onlara insanca muâmele edilmişti. Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamanında, Karacaahmed’in ortasında cüzzamlılar için dokuz hânelik binâlar yapıldı. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında bunlara ilâve on bir ev daha eklenerek genişletildi. Miskinhâne denilen bu yerdeki hastalara, Evkaf (Vakıflar) Nezâreti tarafından ayrıca istihkak verildiğinden geçimleri garanti altına alındı. Her miskine Üsküdar imâretinden günde iki ekmek, sabahları çorba, akşamları çorba, et, pilav ve haftada iki gün tatlı verilirdi.

Miskinhâneler 1908 inkılâbından sonra kapatıldı. Halk arasında çalışmayan tembellerin toplandıkları yerlere de miskinhâne denmektedir.

Mühendishâne

Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun

Osmanlı donanmasına deniz subayı yetiştirmek için kurulan okul.

On yedinci yüzyılın başından îtibâren dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Avrupalı devletler modern gemilere ve yetişmiş bir presonele sâhip olmaya başladılar. Bu sıralarda Osmanlı Devletinde duraklama devri göze çarpıyordu. 1774 Çeşme deniz mağlubiyetiyle Osmanlı Devletinde deniz muhârebe sanatında mâhir denizciye olan ihtiyaç açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu sebeple 1734 yılında Sultan Birinci Mahmûd zamânındaÜsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mektep) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı.

Bilâhare 1776’da Kasımpaşa’daki tersânede Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harp Okulunun kuruluş yılı bu târih olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Harp Okulları)

Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun

Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul.

Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkip eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sâhada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhip olma zarûretini ortaya çıkardı. Bu sebeple orduda ilk defâ modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de Sultan Üçüncü Ahmed zamânında humbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’te Sultan Birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthâne’den Karaağaç’a nakledildi. 1784’te BirinciAbdülhamîd zamânında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devâm etti. 1793’te Kasımpaşa’dan Eyüp’teki Bahâriye Sarayına, sonra Hasköy’e, daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da Üçüncü Selim zamânında Mühendishâneye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekânik, atıcılık, hey’et (astronomi), harp târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık okunan dersler arasındaydı.

Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mektep olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harp denildiğinden, Mühendishânenin ilk mezunları, Sultan İkinciMahmûd zamânında kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harplik (kurmaylık) vazîfesine tâyin edildiler.

Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla berâber, esas sevk ve idâreyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve Mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idâresi ile meşgûl olurdu. Mühendishânede başhocalık yapanlar arasında en meşhûru İshak Efendidir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır. 1830 senesinde Sultan Üçüncü Selim’e Mühendishânenin ıslâhı husûsunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.

Mühendishânenin (mektebin) iki kat üzerine dört dershânesi, hocalara mahsus odaları, kütüphânesi ve matbaası vardı.

1834’te Harbiye Mektebi açıldığında Harbiyeye ve Mühendishâneye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zâbit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbike başladılar.

Avrupa’da tahsilini tamamlayıp dönen tophâne nâzırı Bekir Paşanın teklifiyle bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni istihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mektep idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmar sınıfları açıldı ve binâya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteplerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.

Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pekçok zâbit gönderildi. Bununla berâber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.

1864’te bütün askerî idâdîlerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki İdâdî-i Umûmî, Kuleli Kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-i Sultânî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.

1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye Mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıfları tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteplerine döndüler.

Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn, Yüksek Mühendis Mektebi adıyla kurulup, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.

Mühendishâne-i Sultânî

Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamânında, fen bilgileri öğretmek için açılan okul. Pâdişâh olduğu andan îtibâren bir takım ıslâhatlara teşebbüs eden Üçüncü Selim Han, açtığı okullarla dikkat çeken bir pâdişahtır. Okul, Enderun ağalarının kâbiliyetli ve en genç olanlarının seçilip, başlarına fennî ilimleri çok iyi bilen öğretmenlerin tâyin edilmesiyle, 1792-93 senesinde Eyüp Bahariye’deki sarayda öğretime başladı.

Burada iki yıl öğretim gören talebelerden fen dallarında öğrenim yapabilecek seviyeye gelenler Mühendishâne-i Bahri-i hümâyûna gönderilirdi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Mülkiye

Siyasal Bilgiler Fakültesinin eski adı. Mekteb-i Mülkiye, Mülkiye de denir. Asker olmayan memur sınıfı.

Osmanlı Devletinde ilk Mekteb-i Mülkiye, kaymakam, müdür gibi devletin idârî kademelerinde görev alacak kimseleri yetiştirmek maksadıyla, 28 Ocak 1859 da kurulmuştur. Öğretim süresi iki yıl olan okula, öğrenciler imtihânla alınırdı. Öğretim programlarında kültür ve meslek dersleri, yâni kânunlar ve iktisat dersleri de konulmuştur. Bir müddet sonra okulun öğretim süresi dört yıla çıkarıldı. Coğrafya, hesap, ekonomi ve politika derslerine ilâve olarak muhâsebe, devletler hukûku ve Fransızca öğretilmeye başlandı. 1891’de okulun öğretim seviyesi biraz daha iyileştirildi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han, talebeleri çalışmaya teşvik etmek için, Mekteb-i Mülkiyeyi birincilikle bitireni saraya kâtip olarak alırdı.

1900 yılında, Mülkiye’nin çatısı altında Dârül-fünûnun İlâhiyat, Edebiyat, Riyâziyât (Matematik), Tabakat (Jeoloji) şûbeleri (fakülteleri) açıldı. Bu düzenleme ile Mülkiye, Dârülfünûnun bir fakültesi durumuna geldi. 1915’e kadar yatılı olan okul, bu târihten 1918’e kadar yatılı olmaktan çıkarıldı ise de, kuruluş gâyesiyle bağdaşmadığından 1918’de tekrar yatılı hâle getirildi.

Müslüman Türklerde Medrese

Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir.

İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’da Beyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir. Gerçekte Nizamülmülk’ten önce Gazneli Mahmûd (M. 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir. Ebû Hâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî fakîhi En- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese yapılmıştı. Diğer taraftan Ebû Aliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi.

İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır.

Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı. Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan Ebû İshak Şirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi.

Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ ve Dârüttıb diye üçe ayrılırdı:

1. Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır.

2. Dârülkurrâ medreseleri, Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâz denmiştir. Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddîn Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır.

3. Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir. Bunlara; Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır. Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kuruldu. Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir. Bu dârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir.

Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır. Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi. Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır.

Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da: Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi; Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi; Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı.

Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır.

Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir.

İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı:

1. Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye Dârülhadîsiydi. Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi.

2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir.

3. Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i kırâattan Ebû Muhammed Şâtıbî’nin Şâtıbî diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd Bursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de Süleymâniye Dârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı.

Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı.

Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:

Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh; Nahv’den Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu.

Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh; Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten: Mesâbih kitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı, Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı.

Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih (Begâvî) okutulurdu. Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâye ile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu.

Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri: Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten, Mesâbih (Begâvî) okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Buhârî’nin birinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîh baştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu.

Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Sahih-i Buhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’nin Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu.

Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir. Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’dan Kitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’ten Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi.

Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame Şemseddin Semerkandî’nin Eşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin Muhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu. Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır. Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’nin Kitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’nin Müntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’in Kitab-ı Tıbb’ı, Dâvûd-i Antakî’nin Tezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir.

Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi. Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi.

Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi. Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi. İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı. Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı.

Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır.

İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metod tatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı.

Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi.

Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu.

Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden yetişmişlerdir.

Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi. Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur.

Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi. Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu.

Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir.

Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir. Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı. Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar.

Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.”

İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Jöntürk adı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz. Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
N, O

Nakîbü'l-Eşrâf

İslâm devletlerinde seyyidlerin ve şerîflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleriyle ilgilenen müessesenin idârecisi.

Hazret-i Fâtımâ ile Hazret-i Ali’nin evlâdından Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid; Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere şerîf denir. Evlâd-ı Resûl olan bu kıymetli insanlara Abbâsîler, Memlûkler gibi İslâm devletlerinde hürmet gösterilirdi. Osmanlı Devletinde de gösterilen hürmetin yanında, onlara âit işleri görmek için vazîfeli memur tâyin edilmiştir. Nakîbüleşrâf adı verilen ve sâdâttan (seyid ve şerîflerden) seçilen bu memûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseplerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan sanatlara girmekten men ederdi. Fenâ hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganîmetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvü, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîbüleşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vasîsi durumunda idi.

Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şerîflere, başka memleketlerde misli görülmeyen bir sevgi ve saygı gösterirlerdi. Onların râhat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yaparlardı. Onları her çeşit vergiden muâf tutarak, bunları belgeleyen birer berât verirlerdi.

Osmanlı Devletinde Nakîbüleşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, Emîr Sultan’ın talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, Yıldırım Bâyezîd Han zamânında, devlet dâhilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şerîflerin) Osmanlı Devletiyle münâsebetlerini temine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye Zâviyesi vakfının idâreciliği de verilmiş ve bu vazîfenin evlâtlarına intikâli şart olarak, berâtta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi.

Nakîbüleşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerîf olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiâda bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 yılında yeniden ihdâs edildi. Nakîbüleşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi. Zamanla nakîbüleşrâflar yeni tahta çıkan pâdişâha kılıç kuşattılar.

Nakîbüleşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla berâber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar, nakîbüleşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makâmda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîbüleşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa Kapısına yâni Bâb-ı âlîye dâvet edilir, burada Sadrâzam tarafından ayakta karşılanır, kahve, gülsuyu ve buhûr ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, memuriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdim edilirdi.

Nakîbüleşrâfın resmî kıyâfetleri kazaskerlerin kıyâfetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarığı, nakîbüleşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı sararlar, sâdâtta yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyâfet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defâ Hârun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamânında âdet olmuştu. Zamanla unutulmuşsa da Türk-Memlûk Sultanlarından Melik Eşref Şâban, sâdâtın gerekli hürmeti görmesini temin için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe anânesi Osmanlı Devletinde de devâm etti. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa “emir sarığı” ismini vermişlerdir. Osmanlı Devletinde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makâmına mahsûs beyaz sarık sararlardı.

Nakîbüleşrâfların resmî dâireleri, kendi konaklarında bulunur, maiyetinde çalışanlar da bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, nakîbüleşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtivâ eden defterler tutarlardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlere Secere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şerîflerin isimleri Peygamber efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfâdı, ikâmetgâhları kaydedilirdi.

İstanbul’da nakîbüleşrâftan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazîfeleri, sefere çıkılacağı zaman, pâdişâh tarafından nakîbüleşrâfa teslim edilen sancak-ı şerîfin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğine, nakîb efendi, berâberinde seyyid ve şerîfleri de götürürdü. Sefer sırasında nakîbüleşrâf Sancak-ı şerîfin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbîr ve salevât-ı şerîfe getirirlerdi.

Nakîbüleşrâflar, yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifât görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve berâtlarda, makâmlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tâzim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet, yâni zemzem dağıtma vazîfesi ve dîvân-ı mezâlim, yâni adâlet dîvânı reisliği gibi yüksek memûriyetler verilirdi.

Nişancı

Osmanlı devlet teşkilâtında, Dîvân-ı Hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere, hükümdârın imzâsı demek olan tuğrayı çekmekle görevli memur.

Bâzı târihî kaynaklarda “muvakkî, tevkıî ve tuğrâî” isimleriyle de anılır. Pâdişâhın emrini ihtivâ eden ve baş tarafına tuğra çekilmiş vesikalar, Osmanlı teşkilât dilinde “Nişan-ı şerîf-i sultânî, nişan-ı hümâyûn, tuğra-i garrâ-i hakânî, tevki-i hümâyûn, tevki-i refî” gibi isimlerle anılırdı. Ancak yaygın bir şekilde bu evraklar kısaca “nişan” olarak isimlendirilirdi. Ayrıca on sekizinci yüzyılın başına kadar nişancılar devlet tarafından yeni çıkarılan kânunların İslâm Hukûkuna uygunluğunu kontrol ettiklerinden, kendilerine “müftî-i kânûn” da denirdi. Devletin arâzi kayıtlarını ihtivâ eden tahrîr defterlerindeki düzeltmeler ve değiştirmeler de, nişancıların önemli vazîfelerindendi.

İslâmiyetin ilk devirlerinde, halîfelere verilen istidâlara (dilekçelere), devlet reisi tarafından verilen cevâba, “tevkî” denilirdi. Hazret-i Ömer istidâları bizzat kendisi cevaplandırırdı. Amr ibni Âs’a verdiği bir cevapta; “Emirinin senin hakkında nasıl olmasını istiyorsan, sen de halk hakkında öyle ol.” diye yazmışlardı. Tevkiler aynı zamanda devlet başkanının imzâsını taşıdığından, geçen zaman içinde özel şekiller almışlardır. Abbâsîlerden îtibâren, tevkî yazılma işi için “divânü’l-inşâ” denilen dâire kurulmuştur. Bu dâire, Büyük Selçuklu Devletinde Türkçe olan “tuğra” kelimesi kullanılarak “divânü’t-tuğra” ismini almıştır. Anadolu Selçuklu Devletinde, Büyük dîvânda bulunan ve arâzi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarını hazırlayan dâirenin başkanına “pervâneci” denilmiştir. Bu memur, Osmanlı devlet teşkilâtındaki nişancıya tekâbül etmekteydi. Uygur ve Karahanlı devletlerindeki “Uluğ bitigci” de aynı işlerle vazîfeli memur idi.

Osmanlı Devletinde, nişancıların Orhan Gâzi zamânından îtibâren var olduğu, bu pâdişâha ve haleflerine âit berat ve tuğraların mevcudiyetiyle anlaşılmaktadır. Nişancı kelimesi, Sultan İkinci Murâd devrinde, Arapça Müvekki’nin yerine kullanılmaya başlanmıştır.

Nişancıya âit derli toplu ilk bilgiye Fâtih Kânunnâmesi’nde rastlanır. Kânunnâme’ye göre, merkezde vezirlik, kâdıaskerlik ve başdefterdârlıktan sonra en yüksek memuriyet nişancılıktı. Devletin dışarıyla yazışmasını temin ve tuğra çekmek, en başta gelen vazîfesiydi. Dîvân toplantıları esnâsında diğer yüksek memurlarla berâber çadırda oturur, dîvândan sonra verilen yemekte vezirler ve defterdarlarla aynı sofrada otururdu. Nişancılık vazîfesine, edebî şahsiyetlerden ve âlimlerden tâyin yapılması usûldendi ve bu sebeple nişancılığa en çok müderrisler getirilirdi.

Tesbit edilebilen ilk nişancı olan Muhammed Asgar’dan îtibâren, bu memuriyette vazîfe yapan bütün inşancılar, devletin nizamlarına, teşkilâtına ve müesseselerine dâir kânunların toplanmasında, neşredilmesinde büyük rol oynadılar. Gerçekten, Leyszâde Mehmed bin Mustafa, Fâtih Kânûnnâmesi diye bilinen Kânûnnâme-i Âl-i Osman’ın bir araya getirilmesinde ve yazılmasında en büyük pay sâhiplerindendir. Nişancılık vazîfesinde bulunanların teşkilâtın işleyişine diğer bir katkıları da, dîvândan çıkan fermanların tertip, imlâ ve inşâ tarzlarında koydukları kâidelerdir. Konulan bu kâideler, haleflerince de aynen tatbik edilmiştir. Meselâ, Tâcîzâde Câfer Çelebi, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde, Okçuzâde ve Hamza Paşanın kendilerine mahsus ferman ve menşur yazış tarzları vardır.

On yedinci asır sonlarında kaleme alınmış Tevkiî Abdurrahmân Paşa Kânunnâmesi’nde, nişancılara mahsus olan kıyâfet şöyle târif edilmektedir. Mücevveze sarık sarar, sof üstlük, lokmalı kutnî, iç kaftanı ve orta abayı giyer, orta raht vururdu. Ayrıca bu kânunnâmede nişancıların 400 akçelik hasları olduğu ve sadrâzamla her vakit görüşebildikleri kayıtlıdır. Bundan başka Eflak-Boğdan Voyvodalıkları ile Erdel kralının tevcihinden dolayı muayyen bir gelirleri mevcuttur.

On sekizinci yüzyıla kadar önemini muhâfaza eden bu memuriyetin îtibârı sonradan azaldı. On sekizinci yüzyıl sonlarında vazîfeleri yalnız sadrâzamların mührünü basmaktan ibâret oldu. 1836’da kaldırılan nişancılığın görevi defter eminliğine verildi. Önemli fermanlara bâb-ı âlî, diğer fermanlara ise defter eminliğinde “tuğra-nüvis” denilen memurlar tarafından tuğra çekilmeye başlandı. 1838’de tuğra-nüvislik kaldırıldı ve bab-ı âlî ile birleştirilerek tuğra çekme işi, bâb-ı âlî dâirelerinde yapılmaya başlandı. Daha sonra, nişancılık sâdece pâye olarak verildi.

Tanzimâttan sonra ise, nişancılığın vazîfeleri birkaç memuriyete dağıtıldı. Aslî vazîfeleri mâbeyn başkâtipliğiyle hâriciye nâzırlığına devredilirken, ikinci derecedeki vazîfeleri mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerinde görülmeye başlandı.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Osmanlılarda Basın

Osmanlı Devletinde İbrahim Müteferrika tarafından 1727’de ilk Osmanlı resmi matbaasının kurulmasından sonra, belli bir çevre içinde haberleşme, risaleler aracılığıyla olmuştu. Matbaanın kullanılışından yaklaşık bir asır sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa tarafından Kahire’de 1828’ yılında Türkçe ve Arapça olarak Vakayi-i Mısriyye adlı resmi vilayet gazetesi yayınlandı.

İkinci Mahmud Han devrinde 11 Kasım 1831 yılında İstanbul’da Takvim-i Vekayi adlı resmi gazete çıkarıldı. Türkçenin yanında; Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice de yayınlanan Takvim-i Vekayi’nin basılması için İstanbul’da Takvimhane matbaası kuruldu. Takvimhane nazırı olarak da Es’ad Efendi tayin edildi. Haftalık olan bu gazetede resmi devlet haberlerinden başka iç ve dış dünya hadiselerine de yer verildi. Ancak Sultan İkinci Mahmud Hanın vefatından sonra sadece resmi devlet haberlerine yer verildi. Yıllık abonesi 120 kuruş olan bu gazete beş bin adet basılıyor, belli başlı devlet adamlarına ve memurlara şehir ve kasaba ileri gelenlerine, yabancı devlet temsilciliklerine dağıtılıyordu. Önemli hadiseler olduğu zaman Varaka-i Mahsusa adıyla özel ilaveleri de yayınlanıyordu. Tanzimattan sonra bir ara yayını durdurulan Takvim-i Vekayi, 1855'ten sonra, Meclis-i Ali-yi Tanzimat Nizamnamesi'ni ve bu müessesenin hazırladığı nizamnameleri yayınlamakla resmi gazete olma hüviyetine daha çok yaklaştı. 1860’tan sonra tamamen devletle ilgili belge ve nizamnameleri yayınlayan Takvim-i Vekayi 1878’de kapandı. Ancak üç yıl sonra 1881’de yeniden yayınlanmaya başladı. 4 Kasım 1922 tarihine kadar 4609 sayısı yayınlandı. Ankara hükumeti tarafından 2.1.1922’de Resmi Ceride 1.2.1928’de Resmi Gazete adını alarak yayınına devam etti.

Takvim-i Vekayi’den başka, yabancı devletler nezdinde Osmanlı menfaatlerini korumak için Sultan Mahmud Han, Alexander Blacque Bey’e Le Moniteur Ottoman adlı Fransızca bir gazete de çıkarttırmıştı. Bu gazetenin, Takvim-i Vekayi’nin Fransızcası olduğu da söylenmektedir.

Sultan Abdülmecid Han tahta geçince, 1840’ta Türkçe yayınlanan Ceride-i Havadis adlı gazeteyi neşrettirdi. Başında, William Churchill adlı bir İngiliz gazetecisi vardı. 1850 yılından sonra bu iki Türkçe gazeteden başka Fransızca, İtalyanca, Rumca, Ermenice ve Farsça olmak üzere on altıya yakın gazete yayınlanmaya başladı. 1864 yılında William Churchill’in ölümünden sonra oğlu, Ceride-i Havadis gazetesini kapatıp Ruzname-i Ceride-i Havadis adlı gazeteyi çıkarmaya başladı.

Türkler tarafından çıkarılan ilk özel gazete, 21 Ekim 1860’ta neşredilen Tercüman-ı Ahval’dir. Sahibi Çapanoğlu Agah Efendi, başyazarı Şinasi olan bu gazete, bir haber gazetesi olmaktan ziyade, hükumet tenkidine kadar bugünkü gazetecilikte görülen pekçok şeyin menşeini teşkil eden hususlara yer verirdi. İlk zamanlar haftada bir, sonra üç, sonra Cuma hariç her gün yayınlandı. Ancak siyasi şartlar ve basında giderek artan rekabet karşısında 11.3.1866’da yayın hayatına son verdi. Tercüman-ı Ahval gazetesinden ayrılan Şinasi, 27 Haziran 1862’den itibaren Tasvir-i Efkar’ı çıkarmaya başladı. Osmanlı ülkesinde Avrupai fikirlerin yayılmasına, dil tartışmasını ortaya atarak devletin bölünüp parçalanmasına yönelik akımların gelişmesi için çalışan, devletin temel politikalarını ve hükumetin icraatını tenkid eden muharrir ve yazarların çalıştığı Tasvir-i Efkar gazetesi, daha çok fikir gazetesi özelliğini taşıyordu.

Bu özelliği sebebiyle gazeteye ilgi artıp, trajı yükseldi. Şinasi ve Namık Kemal Avrupa’ya kaçınca, Recaizade Ekrem tarafından çıkarıldı. Fakat kamuoyundaki etkisini giderek kaybeden Tasvir-i Efkar 830 sayı çıktıktan sonra 1866’da kapandı.

İlk Türk dergisi ise, 1850’de yayınlanmaya başlayan Vekayi-i Tıbbiye’dir. Meslek dergisi özelliğinde olan bu dergiden başka Temmuz 1862’de Münif Paşa tarafından Mecmua-i Fünun yayınlanmaya başladı. Ancak 1864’te kolera salgını yüzünden yayınını durduran Mecmua-i Fünun, 1866’da yeniden yayınlanmaya başladıysa da kısa bir müddet sonra yayına ara verdi. Üçüncü defa 1883 yılında tekrar yayınlanmaya başladı. Fakat yeniden kapandı. Mir’at-ı Mecmua-i İber-i İntibah ve devamı olan İbretnüma ile Ceride-i Askeriyye de ilk çıkan dergilerdendir.

1860’tan sonra Türkçe basınının, devlet ve hükumet ile hükumet ricaline karşı tutum alması, diğer dillerde yayınlanan gazetelerin de Osmanlı Devletinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yıkıcı yazılar neşretmeleri üzerine, saltanatı, hükumeti, Osmanlı toplumunu meydana getiren milletleri ve dinlerini saldırılardan koruyabilmek için bazı tedbirler alındı. 1860’ta özellikle yabancı basından şöyle bir taahhütname alınmaya başlandı:

“Osmanlı hükumetini, diğer devletlerle münasebetlerini, memurların çalışmalarını tenkid etmemek; başyazıları önceden Basın Bürosuna bildirip tasdik ettirmek, Basın Bürosunun tasdik etmediği haberleri yayınlamamak, Avrupa gazetelerinde çıkan yazıları düzeltmek gayesiyle Basın Bürosunca verilecek yazıları aynen yayınlamak...” gibi.

Bu doğrultuda yapılan uygulamalar birçok şikayetlere sebeb oldu. Tanzimatın getirdiği eşitlik ve kanunlara dayanan uygulama ilkelerinin çiğnendiğini ileri süren yabancı basın mensupları, kapitülasyonlardan faydalanmak istediler. Yabancı gazeteleri ve gazetecileri cezalandırma veya yasaklama teşebbüsleri karşısında, yabancı devlet elçilerinin basın hürriyetinin sınırlarını belirleyici bir kanun bulunmaması ve kendi konsolosluk mahkemelerinde muhakeme edilmek istemeleri sebebiyle kanuni düzenlemeye gidildi. 1864’te Matbuat Nizamnamesi çıkarıldı.

Bu dönemde İstanbul’da devletin yarı resmi gazetesi olan Fransızca Journal de Costantinople, İngilizce The Levant Herald, Fransızca Courier d’Orient, Rumca Bizantis, Bulgarca Bulgaria, Ermenice Megs, Masis, Avedapar ve Tar gazeteleri çıkıyordu. İzmir, Kahire, Beyrut gibi şehirler başta olmak üzere diğer şehirlerde de azınlıklar ve Müslümanlar tarafından hayli gazete yayınlandı. Ayrıca yine İstanbul’da Mecmua-i Havadis ve Münad-i Erciyas adlı Anadolu gazeteleri de yayınlanıyordu.

1864’te Matbuat Nizamnamesi'nin düzenlenmesinden sonra, Türk basın hayatı yeni bir devre girdi. Bu nizamname, ön sansürü bütünüyle kaldırıp, yabancı basının sorumsuzluklarına da sınırlar getirmişti. Nitekim Nizamname'nin üçüncü maddesi, yabancıların da yerliler gibi muamele göreceklerini hükme bağladığından, kapitülasyonların basın alanına da yayılması önlenmiş oluyordu.

Nizamname ile daha önce kurulmuş olan Babıali Tercüme Odası, Matbuat Müdürlüğü gibi kurumlara yeni vazifeler veriliyordu. Siyasi özellikteki yayınlara ruhsat vermek, yayınların muhtevasını kontrol etmek, gazetelere verilecek resmi ilanları hazırlamak, Avrupa’da Osmanlı Devleti aleyhinde yayın yapan gazete ve kitapların ülkeye girmesine mani olmak, bu kaidelere aykırı davrananlar hakkında para ve hapis cezalarını uygulamak bu vazifeler arasındaydı.

Nizamname, bir ön sansür koymuyordu ama, ağır para ve hapis cezalarıyla, başta padişah olmak üzere, bütün idareyi (bakanlar, meclisler, mahkemeler, devlet kurumları ve memurlar), yabancı devlet başkanları ve temsilcilerini, suçlayıcı ve kötüleyici yayınlardan koruyordu. Nizamname, umumi çizgileriyle 1909 yılına kadar yürürlükte kaldı.

1867 senesinde Ali Süavi de çıkardığı Muhbir Gazetesi'nde hükumeti daha sert bir dille tenkid etmeye başladı ise de, kısa süre sonra kapandı.

Matbuat Nizamnamesi'nin boşluklarından faydalanan basının hükumet erkanını sert bir şekilde tenkid etmesi üzerine 1867’de basını kontrol maksadıyla bir kararname çıkartıldı. Sadrazam Ali Paşa tarafından, aynı zamanda kendi mevkiini kuvvetlendirmek düşüncesi ile hazırlanan bu kararnameye Ali Kararnamesi denildi. Bundan sonra basına karşı sert tedbirler uygulandı. 1867 yılında İngilizce olarak çıkan The Levant Herald gazetesi de, Yunanlıların, Girit ihtilalcilerini destekleyen hareketlerini övdüğü için kapatıldı. İstanbul’daki İngilizce gazetelerden, The Levant Times, bir de Bulgarca nüsha çıkarıp, Bulgar kavmiyetçiliğini destekleyen yazılar yayınlayarak Osmanlı Devletinin parçalanmasına çalıştı. Bu dönemde Arap kavmiyetçiliğini teşvik için Avrupa’da Arapça yayınlanan gazetelere karşı, Babıali’nin maddi desteğiyle İstanbul’da Arapça El-Cevaib gazetesi yayınlandı.

Hükumetin kendilerine verdiği vazifelere gitmeyerek Avrupa’ya kaçan Ali Süavi, Namık Kemal ve Ziya paşalar, gittikleri yerde Prens Mustafa Fazıl Paşa ve Agah Efendi ile buluşarak; Muhbir, Ulum, Hürriyet, İttihad adında çıkardıkları gazetelerde Babıali’nin aleyhinde yazılar yazdılar. Dergilerin mali kaynağını mason locasına kayıtlı olan Mustafa Fazıl Paşa karşılıyordu. Bu sırada İstanbul’da; Eğribozlu Mehmed Arif tarafından Ayine-i Vatan, Şakir Efendi tarafından Muhib, Andon Efendi tarafından Muhibb-i Vatan gazeteleri de yayınlandı. Daha sonra bu gazeteler de çeşitli sebeplerle kapatıldılar.

Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz’den affedilmesini isteyerek yurda dönünce, yurtdışına kaçmış olan ve sürgünde bulunan Yeni Osmanlılar, 1870 sonundan başlayarak yurda dönmeye başladılar. Saraydan gördükleri para yardımı ile Basiret adlı gazeteyi neşreden Yeni Osmanlıların ılımlı grubunu teşkil eden Basiretçi Ali ve arkadaşları, Türk ve Müslüman unsurların çıkarlarını savundular. Basiret Gazetesi bu sebeple 1871’de on binlik bir tiraja ulaştı. 1870-1871 Alman-Fransız savaşında Almanya’yı destekleyen yazılar neşreden ve Alman hükumetinden destek gören Basiret, Çırağan Vak’asından sonra Ali Süavi’nin bir makalesini yayınladığı için 20 Mayıs 1878’de kapatıldı. Aynı dönemde Ali Raşit ve Filip Efendi tarafından Terakki Gazetesi çıkarıldı. Haftada altı gün yayınlanan ilk gazete olarak dikkat çeken Terakki Gazetesi, hukumete yönelik aşırı tenkitlerinden dolayı 1870 ve 1874'te iki defa kapatıldı. Ebüzziya Tevfik, Ayetullah Bey, Recaizade Mahmut Ekrem gibi imzaların yeraldığı Terakki, mizahi Letaif-i Asar ve hanımlar için Hanımlara Mahsus adlı haftalık ilaveler neşretti. Hakayık-ül-Vekayi adıyla yayın hayatına devam ettiyse de aynı iddialı tutumunu sürdüremedi. 1870’te bütün yazıları Ahmed Midhat Efendi tarafından yazılan, sonraları Bedir adını alan Devir Gazetesi neşredildi.

1872 Haziranında Ahmed Midhat Efendinin idaresine geçen ve daha önce İskender Efendi tarafından yayınlanan İbret Gazetesi, Yeni Osmanlıların sözcüsü haline geldi. Namık Kemal’in baş yazarlığını yaptığı bu gazete 25.000 gibi o güne kadar görülmemiş bir tiraja ulaştı ve yayın hayatı boyunca 12.000'den aşağı düşmedi. Yazarları çeşitli sebeplerle İstanbul’dan uzaklaştırılan İbret Gazetesi, Namık Kemal’in Magosa’ya gönderilmesiyle 1873 yılında kapandı. Bu müddet içinde Aşir Efendi tarafından çıkarılan ve yazı işlerini Ebüzziya Tevfik’in yürüttüğü Hadika, Ahmed Midhat Efendi tarafından yayınlanan ve okuyuculara faydalı bilgiler veren Dağarcık Dergisi, Ravdat-ül-Mearif ve Ceride-i Tıbbiye-i Askeriyye dergileri ile Diyojen’i çıkaran Teodor Kasap Efendi tarafından çıkarılan Hayal ve Çıngıraklı Tatar gibi mizah dergileri de neşredildi.

1873 yılında Ebüzziya Tevfik’in siyasi yazılarıyla dikkati çeken ve kısa süre içinde kapatılan Sirac adlı gazete, yirmi beşinci sayısında kapatılan ve bir mizah gazetesi olan Latife, haberlere geniş yer ayırmasıyla tanınan ve akşam ilavesi çıkaran Hülasat-ül-Efkar Gazetesi, Ahmed Midhat Efendinin çeşitli fıkra ve hikayelerden başka roman tefrikalarına da yer verdiği Kırkanbar Dergisi, Dolap, Mecmua-i Nevadir-i Asar, Müteferrika, Revnak adlı gazete ve dergiler yayınlamışsa da ömürleri kısa ve tesirleri az olmuştur.

1873 yılında memleketin içine düştüğü siyasi ve ekonomik sıkıntılara ortak ve yardımcı olması beklenen basın ve yayın organları tamamen devletin karşısında yer alınca, memleketin içine düştüğü sıkıntılar gözönüne alınarak basına karşı bazı tedbirler alındı. Bu tedbirler üzerine, Amerikan ve İngiliz misyonerlerinin mali desteği ile geniş bir Arapça yayın merkezi haline gelen Beyrut’taki basın çevreleri, 1874’ten sonra kendilerine daha rahat çalışma imkanı veren Mısır’a gittiler. Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında İstanbul basınına karşı zecri tedbirler uygulandı. Bu tarihte vilayetlerde yayınlanan gazetelerin sayısı yirmiyi buldu. Ayrıca devletçe masrafları karşılanarak kurulan vilayet basımevlerinde yerli ve özel gazete ve kitapların basılmasına da izin verilince; kültür faaliyetlerini destekleme yolunda oldukça müsbet adımlar atıldı. Yine aynı dönemde ülkenin dört bir yanında yayınlanan gazetelerin toplu halde okuyucuların incelemesine sunulduğu kıraathaneler (okuma salonları) açıldı. Ancak o zamana kadar hiçbir vergi ve rüsuma tabi olmayan gazetelere, 1874’te, her gazeteye iki paralık pul yapıştırma mecburiyeti getirildi.

Gazetelerin memleket şartlarını dikkate almamaları, tenkit ve hicivde ileri gitmeleri üzerine Haziran 1875’te siyasi özellikteki kitap ve dergilerin ön sansürden sonra yayınlanmasına karar verildi. Aynı yılın Eylül ayında, 1864 Nizamnamesi’ne “İlave baskıların sadece resmi ilanlar için kullanılabileceği” maddesi eklendi.

1874’te Münif Paşa tarafından çıkartılan, sanat ve ilim yazılarına yer veren haftada birkaç defa yayınlanan Mecmua-i Maarif, Agop Baronyan tarafından yayınlanan ilk tiyatro gazetesi olan Tiyatro, Basiretçi Ali Efendi tarafından çıkarılan mizah dergisi Kahkaha, Mehmed Arif Bey tarafından çıkarılan Medeniyet Dergisiyle, Şafak, Afitab-ı Maarif ve Misbah-ı Felah dergileri de yayınlandı. 1875 yılında, Tevfik Bey tarafından çıkarılan ve bir mizah dergisi olan Geveze, yine bir başka mizah dergisi Meddah, Mehmed Efendinin günlük çıkardığı dini bilgiler neşrederek ilgi gören Sadakat Gazetesi, Teodor Kasap tarafından yayınlanan günlük İstikbal Gazetesi, Filip Efendinin yayınladığı Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de çeşitli şahıslar tarafından devam ettirilen Vakit Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı, Rum asıllı Papadapulas tarafından yayınlanan, daha sonra Mihran Efendi tarafından devralınan Sabah Gazetesi, Mehmed Tevfik Bey tarafından çıkarılan haftalık mizah dergisi Çaylak ile; bunların dışında Müsavat, Ümran, Selamet, Mirat-ı İber, Muharrir, Mecmua-i Maarif gibi kısa ömürlü gazete ve dergiler yayınlandı.

1877’de Midhat Paşanın sadrazamlığı zamanında bir matbuat kanunu hazırlandı. Bu tasarı mecliste kanunlaşmadan önce meclis dağıldı. İki bölümden meydana gelen bu kanunun birinci bölümü matbaalara, ikinci bölümü ise basına ait hükümleri ihtiva ediyordu. Aynı yıl içinde basın suçlarını yargılayan Meclis-i Ahkam-ı Adliye kuruldu. Harb hali sebebiyle gazetelerin hükumeti tenkide yönelik yayınlar yapmaları yasaklandı. Bu suretle Osmanlı basını yeni bir döneme girdi.

1876-1878 senelerinde pekçok gazete ve dergi çıkarıldı. Bunların belli başlıları; başyazarlığını Ahmed Midhat Efendinin yaptığı Çaylak, Tevfik Mehmet Bey tarafından çıkartılan Osmanlı Gazetesi, Şemseddin Sami’nin başyazarlığını yaptığı ve Mihran Efendinin yayınladığı kısa süreli Tercüman-ı Şark Gazetesi, Türk basınının en dikkate değer gazetelerinden olan, Ahmed Midhat Efendinin çıkardığı Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, mizah gazetesi Karagöz, çocuk gazetesi Bahçe’dir.

1878’de memleketin içinde bulunduğu harb hali sebebiyle, Osmanlı birliğini ve ülkesinin bütünlüğünü bozmaya yönelik yayınlara karşı bazı tedbirlere ihtiyaç duyuldu. Maarif Nezareti, Matbuat Müdürlüğü ve Zabtiye Nezaretinin katkısıyla gazeteler üzerinde sansür uygulamasına gidildi. Hariciye Nezaretinde de dış basınla ilgili Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü kuruldu.

1878’de çıkmaya başlayan Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, Ahmed Mithad Efendinin başarılı kalemi ile ve hükumeti tenkid etmeyen büyüklere şantaj, sansasyon özelliğinde olmayan ciddi haberciliğiyle bu devrin en uzun ömürlü ve itibarlı gazetesi oldu. Daha sonraki senelerde Ahmed Midhat Efendinin damadı Muallim Naci’nin idare ettiği bir edebi ilave verdi. Bu son derece ciddi ve terbiyevi bir edebiyat mecmuasıydı. Çocuklar için haftalık ilaveler verdi. Bu gazetede telif romanlar tefrika edildiği gibi, batı klasikleri de veriliyordu. Midhat Efendi bu arada 150’den fazla roman ve ilmi kitap yayınladı. Kitaplar, çekici ve akılcı bir üsluba sahib olduğundan, okutucu ve öğreticiydi. On dört ciltlik Avrupa Tarihi, üç ciltlik Dünya Tarihi serileri, o devirde halk tarafından merakla okundu.

1879’da Ebüzziya Tevfik Bey tarafından Mecmua-i Ebüzziya Dergisi çıkarıldı. Ebüzziya Tevfik, pekçok kitaplar, yıllıklar yanında bazı klasik eserler yayınladı. Kütüphane-i Ebüzziya adlı bir kolleksiyon meydana getirdi. 1879’da Mehmed Ali tarafından iktisadi ve zirai konulara yer veren 15 günlük Vasıta-i Servet ve 1880’de Vakayi-i Tıbbiye adlı meslek dergileri de yayınlandı. 1881’de Encümen-i Teftiş ve Muayene, Maarif Nezareti’nde de Tetkik-i Müellefat Komisyonu kuruldu. 1888’de matbaaların bastığı bütün yayınlara önceden izin aldıktan sonra basma şartı getirildi.

1891’den önce Tercüman-ı Hakikat’ten başka; on iki bin tirajlı Sabah, Saadet ve Tarik gazeteleri de çıkarıldı. Jön Türkler hareketinin belli başlı simalarından olan Murad Bey, 1885 yılında haftalık Mizan Dergisini çıkarmaya başladı. Bir ara Avrupa’ya kaçan Mizancı Murad, yayınına Paris’te devam etti. İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine İstanbul’da tekrar yayınlanmaya başladıysa da uzun ömürlü olmadı; 1909’da tekrar kapandı.

Kadrosunda Namık Kemal, Abdülhak Hamid Tarhan’ın da bulunduğu Gayret Gazetesi, 1886 yılında yayınlanmaya başladı. Abdülhalim Memduh, Tepedelenlizade Kamil, Cenab Şehabeddin gibi kimselerin yazı yazdığı Muhit Gazetesi 1888’de çıktı. İlkokul çocuklarına temel bilgiler vermek gayesiyle eğitim ve öğretime yönelik olan Mekteb Dergisi 1891'de kitapçı Karabet tarafından çıkarıldı. Bir müdet böyle yayınlandıktan sonra 1894 yılında edebiyat dergisi haline geldi, Edebiyat-ı Cedidecilerin toplandığı bu dergi, okuyucuların ilgisini çekmek için çeşitli edebi anketler düzenledi. Edebiyat tarihi açısından önemli bir yer işgal eden Servet-i Fünun Dergisi, Ahmed İhsan (Tokgöz) Bey tarafından 27 Mart 1891’de çıkarılmaya başlandı. Aynı dönemde yayınlanan Malumat adlı edebi dergiyle edebi tartışmalara giren Servet-i Fünun Dergisinde, Edebiyat-ı Cedideciler olarak adlandırılacak şair ve yazarlar bir araya geldi. Ocak 1895’te mecmuanın idaresini Tevfik Fikret aldı ve altı yıllık bir yayından sonra 1901’de ayrılmasına rağmen yayınına devam etti.

Servet-i Fünunla tartışmalara giren ve önce Artin Efendi tarafından yayınlanan Malumat Dergisi, 1894’te kapatıldı. 1895’te Baba Tahir tarafından tekrar yayınlanan Malumat Dergisinde eski edebiyatı savunan edebiyatçılar toplandılar. 5 Temmuz 1894’te Ahmed Cevdet (Oran) tarafından yayınlanan ve Türk basınının uzun ömürlü ve tesirli gazetesi olan İkdam, Latin harflerinin kabulüne kadar devam etmiştir. İkdam’ı yayınlayan Ahmed Cevdet’e bu yüzden "İkdamcı" takma adı verilmiştir. 1895’te ilk kadın gazetesi Kadınlara Mahsus Gazete çıkarıldı. 1899’da Mehmed Rıza tarafından yayınlanmaya başlayan Resimli Gazete, 1916 yılına kadar yayınını sürdürdü. Daha çok tercümeye yer veren ve resimli bir gazete olan Musavver Terakki 1900’de yayınlanmaya başladı.

Yurt dışındaki basın: Padişaha ve Babıali hükumetlerine karşı olan, çeşitli vesilelerle Avrupa’ya kaçan devlet aleyhinde bulunan ve kendilerine; Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçılar adını veren kimseler, Avrupa’da çeşitli cemiyetler kurdular. Bu cemiyetlerin ilki Şinasi, Namık Kemal, Nuri, Refik ve Ayetullah Bey tarafından kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyetidir. Bu cemiyetin reisi Mir’at Gazetesi sahibi Refik Bey idi. Daha sonra kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yeni Osmanlıların yurt dışındaki basın faaliyetlerinin çok üstünde faaliyet gösterdi. İngiltere, Fransa, Avusturya, İsviçre, Belçika, Bulgaristan, Romanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Amerika ve Brezilya’da, Abdülhamid Han ve Babıali hükumetleri aleyhinde yayın yaptılar. Dış kaynaklardan ve Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşadan destek gören bu kimseler, çeşitli gazeteler çıkardılar.

Yurt dışında çıkan bu muhalif basının ekseriyeti Türkçe olmakla birlikte; Fransızca, Arapça, Almanca, İngilizce ve hatta İbranice olarak yayın yapıyordu. Bu gazetelerin en eskisi, Ali Süavi’nin Avrupa’ya kaçmasından sonra Londra’da yayınlamaya başladığı Muhbir’dir. Fransızca ve İngilizce ekler de veren Muhbir, Mustafa Fazıl Paşanın maddi desteğiyle 1867-1868 yıllarında 50 sayı kadar yayınlandı. Muhbir’den sonra Yeni Osmanlıların yayın organı olan Hürriyet, Ziya Paşa ve Namık Kemal tarafından 1868-1869 yıllarında Londra’da seksen dokuz sayı çıkarıldı. Ali Süavi’nin, Sadrazam Ali Paşa hakkındaki bir yazısı üzerine, İngiltere adliyesi tarafından takibata uğrayınca, 1870 yılında Cenevre’de Ziya Paşa tarafından on bir sayı olarak çıkarıldı. Altmış üçüncü sayıdan itibaren Namık Kemal gazeteden ayrıldı ve 1869’da yurda döndü. Ziya Paşa ise 1871’de döndü. Ali Süavi, Mustafa Fazıl Paşanın verdiği para ile Paris’te Ulum adlı bir gazete çıkarmaya başladı. 1870’de Cenevre’de Hüseyin Vasfi Paşa ve Mehmed Bey tarafından yayınlanan İnkılab (Paris 1878), Hayal (Londra 1879), İstikbal (Cenevre 1880), Gencine-i Hayal (Paris 1881), Yeni Osmanlılar döneminin yurt dışında yayınladığı basın organlarıdır. 1895 yılında Ahmed Rıza tarafından yayınlanan Meşveret, 1897’de Fransızca nüsha da yayınlamaya başladı. Hükumetin takibi neticesinde Paris’ten ayrılmak zorunda kalan Ahmed Rıza, Meşveret’i, İsviçre ve Belçika'da yayınlamaya devam etti. Jön Türk hareketinin ileri gelenlerinden olan Mizancı Murad, 1877’de Mizan Gazetesini Kahire’de yayınlamaya başladı. Bu gazetede, Hıristiyan Arap kavmiyetçilerinden Halil Ganem, Fransa’da Türkiye aleyhtarı yazılarıyla tanınan Albert Koda gibi şahıslar yazı yazdı.

Daha sonra Cenevre’de yayınlanan Mizan bir ara Fransızca olarak da çıkarıldı. 1897’de İttihad ve Terakki mensuplarından olan İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet tarafından Türkçe ve Fransızca olarak Osmanlı Gazetesi çıkartıldı. 1900 yılından sonra Londra’da ve Kahire’de yayınlanan Osmanlı Gazetesi, Abdullah Cevdet’in Viyana sefaretine doktor, İshak Sükuti’nin ise Roma sefaretine sefir olarak tayin edilmeleri üzerine, bir müddet kapandı. 1902’den sonra yeniden yayınlanmaya başladı. Jön Türklerin ikiye ayrılmalarından sonra, Paris’te toplanan Ahrar Grubuna karşı ortaya çıkan Ekseriyet Fırkasının yayın organı oldu. Bu dönemde yazı işleri müdürü Hüseyin Siret, idare müdürü ise İsmail Hakkı Paşa idi. 1896’da Tunalı Hilmi tarafından Cenevre’de çıkarılan Ezan, 1897’de Kahire’de yayınlanan Kanun-i Esasi ve el-Katib, 1899’da Cenevre’de yayınlanan İntikam, 1899’da Londra’da yayınlanan Hilafet, 1900’de Kahire’de Leon Efendi tarafından çıkarılan Sada-yı Millet, 1901’de Brüksel’de Avlonya mebusu İsmail Kemal tarafından yayınlanan Selamet Gazeteleri de Padişahın ve hükumetin yardımları ile hayatlarını idame ettirdikleri halde, Abdülhamid Hana ve Babıali hükumetlerine karşı çıkan dış basındandır. 1904’te Abdullah Cevdet tarafından Cenevre’de çıkarılan İctihad Gazetesi bir ara Mısır’da ve daha sonra İstanbul’da yayınlandı. Prens Sebahaddin ve Ahmed Fazıl tarafından 1906’da Kahire’de çıkarılan Terakki Gazetesi, adem-i merkeziyetçilerin yayın organı oldu. Yine bu fikri savunan Şura-yı Osmani, Yeni fikir ve Hilafet gibi gazete ve dergiler de vardı.

Sultan İkinci Abdülhamid Han, çoğu gayri müslim azınlıkların ve yabancıların elinde olan ve devlet adına tahsile gidip Avrupalıların kontrolüne girerek, yaşadığı toplumun değerlerine yabancılaşan sözde aydınların elindeki basın ve yayın organlarına karşı zamanın siyasi şartları sebebiyle bazı tedbirler aldı. Müslim, gayri müslim ve Türk olmayan çeşitli unsurlardan meydana gelen Osmanlı Devletinin dünya konjonktürü içindeki o günkü yeri bunu icab ettiriyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han, basını tam serbest bırakıp bazı tedbirler uygulamasaydı, 1908 sonrasında olan hadiseler otuz yıl öncesinden patlak verirdi. Osmanlı toplumunu sömürmek için bütün yolları deneyen ve bu kirli maksadlarını gerçekleştirebilmek için türlü hilelere başvuran Hıristiyan Avrupa devletlerinin saldırılarına, çok daha hazırlıksız yakalanılırdı. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın, aldığı bu tedbirler, Osmanlı toplumu içindeki Müslümanlara ve Türklere otuz yıllık bir hazırlanma ve dinlenme dönemi sağlamıştır.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:04 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Abdülhamid Hanın basın politikası; devletin parçalanmasını, milletin düşman kamplara ayrılmasını önlemek gayesine yönelik şuurlu bir adımdır. Ayrıca Osmanlı Devletini yıkmak için asırlardır uğraşan Hıristiyan Avrupa devletlerinin tehditleri ve oyunlarıyla, Osmanlı ülkesinin sosyo-ekonomik yapısından kaynaklanan nazik durum ve 1876-1878 yıllarında meydana gelen, Abdülaziz Hanın hal’i ve şehid edilmesi, Beşinci Murad’a karşı yapılan hareketler, Ali Süavi baskını ve Rusların Yeşilköy’e kadar gelmeleri de bu basın politikasını etkilemiştir.

Abdülhamid Hanın uyguladığı bu basın politikasına karşı çıkan ve İkinci Meşrutiyetin verdiği serbestlikten istifade ederek bir baskınla iktidara gelen İttihat ve Terakki Fırkası ve daha sonraki iktidarlar, bu tedbirlerin çok daha şiddetlisini uygulamışlardır. Bunun yanında Abdülhamid Hanın, matbuata verdiği önem pek fazladır. Şahsına karşı olsa bile zamanındaki dergi ve gazetelerin mükemmel ve en güzel şekilde çıkmasını sağlamak için Servet-i Fünun gibi bazı gazete ve dergilere yardımda bulunduğu, hatta onlar için Avrupa’dan usta elemanlar getirttiği de bir başka hususiyettir.

İttihat ve Terakki devri: Meşrutiyetin ikinci defa ilanı üzerine, yurt dışına kaçmış olanlar yurda döndüler ve yurt dışında yayınladıkları gazeteleri, İstanbul’da çıkarmaya başladılar. İkinci Abdülhamid Hanın İkinci Meşrutiyeti ilan ettiği 24 Temmuz 1908 günü toplanan gazeteciler, gazete müsveddelerini sansüre vermeme kararı aldılar. 25 Temmuz 1908 günü gazeteleri ön kontrolden geçirtmeden piyasaya sürdüler. Bu gazeteler; Sultan ikinci Abdülhamid Han döneminde yayınlanan İkdam, Sabah, Tercüman ve Saadet gazeteleriydi ve her biri alelacele meşrutiyet ve hürriyet savunuculuğuna girip, kadrolarını yenilediler. 24 Temmuz günü, daha sonra Gazeteciler Bayramı olarak kabul edildi. Kanun-i Esasi'deki; “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir.” hükmü; “Hiçbir şekilde kablettab’ı (baskıdan önce) teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz.” şeklinde değiştirildi. Sansürün kaldırıldığı bu şekilde ilan edilirken, 1877 (Ramazan-ı mübarek 1294) tarihli İdare-i Örfiyye ve Askeri Mehakim Kanunu kasten yerinde bırakıldı. 1919 tarihine kadar bu kanuna dayanarak sansürü aratacak uygulamalarda bulunuldu. Bir çok dergi ve gazete defalarca kapatıldı. Mesela 1910 yılında Baha Tevfik’in çıkardığı, Eşek adlı mizahi dergi, kırk bini bulan ilk sayısından sonra kapatıldı. Ancak Baha Tevfik birkaç defa Divan-ı Harb-ı Örfi karşısına çıkmak bahasına yılmadı ve dergilerinin biri kapanınca diğerini çıkardı. Eşek’i; Yuha, El-Malum, Kibar, Alafranga Eşek takib etti. Bu devirde en fazla gazetesi kapatılan ve mahkemeye çıkan Lütfi Fikri Bey oldu. 1911 ila 1913 tarihleri arasında çıkarmış olduğu Tanzimat Gazetesi tam on altı defa kapanıp yeniden yayına başlamıştır.

Bu dönemin en bariz özelliği, pekçok gazete ve derginin hep birlikte Abdülhamid Hanın memleketin içinde bulunduğu nazik durumlar sebebiyle tatbik ettiği Meşrutiyet öncesi icraatı tenkid etmekti. Sadece İstanbul’da 1908-1909 senelerinde 353 gazete ve dergi yayınlandı. Bu sayıya ülkenin dört bir yanında yayınlanan Türkçe gazetelerle yabancı dilde yayınlananlar da eklenince, birdenbire binlerce yayın ortaya çıktığı görülür. Bunlar arasında Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen her fikrin savunucusu ve sözcüsü olan yayın organları ortaya çıktı. Böylece memlekette bir fikir anarşisi doğdu.

Eski gazeteler kendilerini yenilemeye çalışırken, Abdullah Zühdü ile Mahmud Sadık Yeni Gazete’yi; Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Hüseyin Kazım (Kadri) Tanin’i kurdular. İktidara muhalif yayınlar yapan Tanin Gazetesi birkaç defa kapatıldıysa da; Cenin, Renin, Senin ve Hak gibi değişik isimler altında yeniden çıktı. Yeni Tasvir-i Efkar Gazetesi de, İttihatcıları destekler mahiyette yayınlar yaptı. Kısa ömürlü Hukuk-i Umumiyye ile Selanik ve Manastır'da yayınlanan Şura-yı Ümmet, Rumeli ve Silah gibi gazeteler de İttihat ve Terakki fikirlerinin savunuculuğunu yaptı. Bunların yanında İttihat ve Terakkinin fikir ve icraatlarına karşı çıkan partilerin yayın organı şeklinde gazeteler de ortaya çıktı. Ahrar Partisinin Osmanlı, Mevlanazade Rıfat’ın Hukuk-ı Umumiyye, Serbesti gazeteleri, Mizancı Murad’ın Mizan’ı, Ali Kemal’in başına geçtiği İkdam, 31 Mart Vak’asını kışkırtan Derviş Vahdeti’in Volkan’ı, Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye’nin Beyan-ül-Hak adlı gazeteleri bu kısımda sayılabilir. Bu arada çıkan sayısız mizah dergisi de, kamuoyuna tesir etmeye çalıştı.

Ayrıca bu dönemde, her türlü düşünce, doğudan ve batıdan kaynaklanan her türlü akım yazıya dökülüp kamuoyuna sunuldu. Her milletin, her azınlığın, hem kendi dilinde, hem de Türkçe olarak yayınlanan gazeteleri ortaya çıktı. Komünizmi ve sosyalizmi öven, İştirak, Sosyalist, İnsaniyet, Medeniyet, İdrak gibi yayın organları bu dönemde yayın hayatına girdi.

İkinci Meşrutiyetin ilanının ilk aylarında serbestlik içinde bulunan, dilediklerini yazan, milleti padişah ve devlet adamları aleyhinde isyana teşvik eden gazete ve dergiler üzerinde, 31 Mart Vak’asından sonra iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki komitesince, kontrol sıklaştırıldı. 5 Nisan 1909’da İttihatçılara karşı olan Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi öldürüldü. Meclise 28 Nisan 1909’da bir Matbuat Kanunu getirildi. Meşrutiyetin yıldönümünde kanunlaşan ve Fransız Basın Kanunu esas alınarak hazırlanan bu kanuna göre, gazete çıkarmakta beyanname esası getiriliyordu. Bu kanunda devletin temelini sarsmaya yönelik, padişahı, dinleri ve Osmanlı milletini koruyucu, suçu ve ayaklanmayı kışkırtıcı yazıları frenleyen maddeler de vardı.

31 Mart Vak’asında Tanin başyazarı Hüseyin Cahit zannedilerek bir milletvekili öldürüldü. 31 Mart Vak’ası bastırılınca kışkırtıcılardan olan Derviş Vahdeti idam edildi ve İttihatçılara muhalif olan gazetesi Volkan kapatıldı. İttihatçılara muhalif olan Sadayı Millet Gazetesi yazarı Ahmed Samim, 9 Haziran 1910’da; Şehrah Gazetesi yazarı Zeki ise 10 Temmuz 1911’de öldürüldüler.

Bu dönemde yayınlanan gazetelerden biri de 1903’te çıkmaya başlayan Sırat-ı Müstakim’in devamı olan; camilere sandalye konulmasını, müzikli ibadet edilmesini, İslam dininde reform yapılmasını isteyen Şemseddin Günaltay, İzmirli İsmail Hakkı, Sa’id Halim Paşa gibi dinde reformcuların ve Mehmed Akif, Ahmed Hamdi (Aksekili) gibi yazarların yazdığı Sebil-ür-Reşad Dergisidir. Bu dergi yayımını aralıklarla Cumhuriyetten sonra da sürdürdü. Bu dönemde yayınlanan dini yazıların neşredildiği, Ceride-i Sufiye, Sıyt-i Hilafet, İlmiye, Mikyas-ı Şeriat, Hikmet, Beyan-ül-Hak ve İslam Mecmuası gibi yayın organları da sayılabilir. İttihat ve Terakkinin Selanik’te yayınlattığı Bağçe, İstanbul’da yayınlanan İttihat ve Terakki taraftarı Yeni Tasvir-i Efkar, Milliyet, Hak Yolu, Hürriyet, İttihad, İttifak gazeteleriyle mizah gazetesi Karagöz, 1909’da çıkmaya başlayan Alemdar, Tazminat, Teşkilat, Maşrik, Te’sis, Te’minat, Tanzimat gibi adlarla çıkan muhtelif gazeteler sayılabilir.

İttihat ve Terakki Fırkasının 1913 yılında gerçekleştirdiği Babıali baskınıyla iktidarı tekrar ele geçirmesinden sonra başlayan Birinci Dünya Harbi ile birlikte, harb hali sebebiyle basın üzerine mecburi kontrol getirildi. Sıkı yönetim ve kağıt sıkıntısının etkisiyle pekçok gazete kapandı ve kapatıldı. Sadece iktidarda bulunan İttihat ve Terakki yanlısı Tanin, Sabah ve Tasvir-i Efkar gazeteleri ayakta kalabildi. Bu devirde gazetelerde hususiyetle Türkçülük teması işlendi. Savaş boyunca iktidarın açıklamaları dışında bir şey yazmak yasaklandı. Sadece “Nihai zafere kadar harb!” sloganı işlendi. Uygulanan yanlış iç ve dış politikalar sebebiyle ortaya çıkan kötü neticelerin yazılması yasaklandı. Savaşın beklenenden uzun sürmesi üzerine 1917’den sonra umumi barış temasının işlenmesine başlandı. 1917’de Asım ve Hakkı Tarık Us tarafından Vakit, ertesi yıl yayınlanmaya başlayan Akşam gazeteleri uzun ömürlü oldular. 1918 yılında Celal Nuri İleri tarafından Ati (daha sonraları İleri), Yunus Nadi tarafından yayınlanan Yeni Gün gazeteleri özellikle milli mücadele sırasındaki yayınlarıyla önem taşırlar. 1917’de Afyon’da yayınlanmaya başlayan Öğüt, önce Konya’ya 1919’dan sonra Ankara’ya taşınarak yayınını sürdürdü. Bu dönemde yayınlanmaya başlayan Türk yurdu, Milli Tetebbular Mecmuası, Osmanlı Tarih ve Edebiyatı Mecmuası, İctimaiyyat Mecmuası, Yeni Mecmua, ilmi, fikri ve edebi ağırlıklarıyla dikkati çektiler. Mizah gazeteleri arasında ise; Kalem, Davul, Püsküllü Bela, Curcuna, Coşkun Kalender, Hokkabaz, Dalkavuk, Zevzek, Hoca Nasreddin, Geveze, Meddah, Hacıvat, Hayal-i Cedid, Şaka, Eşek vb. sayılabilir.

İttihatcı hükumetin düşmesi ve Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine, Anadolu’da bulunan muhalif gazeteciler İstanbul’a döndüler. Yeni bir basın patlaması ve İttihatçılıktan arınma akımı başladı. 13 Kasım 1918’de galip devlet donanmalarının İstanbul’a girmesiyle mütareke dönemine girildi. Osmanlının mirası ve Türk milletinin geleceği, 1918-1922 yılları arasında mütareke basınıyla, milli mücadele basını arasında uzun uzun tartışıldı. Merkezi Ankara’da olan Kuva-yı Milliye hareketini Akşam, Vakit, İleri, Yeni Gün, Tercüman, Dergah, Tasvir-i Efkar, Albayrak, İkdam gazeteleriyle Anadolu’nun ve Trakya’nın değişik yerlerinde yayınlanan çeşitli gazete ve dergiler desteklediler. Ankara hükumetine cephe alanlar ise, Peyam-i Sabah, İstanbul, Aydede, Alemdar, Güleryüz, Ümit, Aydınlık, Zincirbent, Cumhuriyet, İrşad, Tan, Yeni Dünya, Şarkın Sesi, Ferda, Zafer, Hatif gibi gazete ve dergilerdi.

Osmanlı Devleti zamanında, faydalı yayınlar yaparak devlet ve millet menfaatlerini savunarak güzel hizmetler vermesi gereken basın, çoğu yabancıların ve azınlıkların elinde bulunması sebebiyle az bir kısmı hariç, devletin ve devlet adamlarının karşısında ve Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen düşmanlar yanında yer aldılar. Faydalı yayınlarla milleti aydınlatacakları yerde, yangına körükle gidercesine hadiseler üzerine gidip devlet ile milletin arasını açtılar. Bazı zamanlar basın ve yayın hayatıyla ilgili serbestlikten ve imtiyazlardan faydalanarak azınlıkların ve halkın haklarını savunmak bahanesiyle altı yüz yıl adaletle hüküm sürmüş olan Osmanlı Devletinin yıkılışını hızlandırdılar. Böylece millet nazarındaki itimat ve prestijlerini kaybettiler.

Özel gazete ve mecmualar yanında bizzat devletin çıkardığı yayınlar da bir hayli yekün tutuyordu. İkinci Mahmud Han tarafından çıkarılmaya başlanan Takvim-i Vekayi’den başka çeşitli devlet kuruluşları tarafından bir senelik hadiseleri içinde toplayan salnameler (yıllıklar) tertib ve neşredildi. Osmanlılarda ilk resmi salname 1847 senesinde neşrolundu. Bu salnameyi düzenlemekle Hayrullah Efendi vazifelendirildi ise de Ahmed Vefik Paşaya yaptırdı. Sonraları Cevdet Paşa, daha sonraları da Meclis-i Mearif Başkatibi Behçet, Meclis azasından Rüşdi beyler tarafından yapılan salname, bilahare Mearif Nezareti Mektubi Kalemi Hey’etine, 1888’den sonra da Me’murin-i Mülkiye Komisyonuna bağlı Sicill-i Ahval idaresi tarafından tanzim edildi. Resmi salname, saltanatın sonuna kadar bu idare tarafından tertib edildi.

İlk zamanlar yüz küçük sayfayı geçmeyen salnameler, sonraları iki-üç yüz, en nihayet yedi-sekiz yüz sayfayı bulmuştur. Bunlarda, devletin resmi teşkilatından başka; memurların isimleri, tayin tarihleri, rütbeleri, nişanları gösterilir, birer vesika mahiyetini taşırlardı. Umumi salnamelerden başka, yine resmi mahiyette olmak üzere nezaretler (bakanlıklar), vilayetler (valilikler) de salname çıkartırlardı. Bunlardan 1915-1916 senesinde neşr edilen İlmiye Salnamesi geniş bilgileri ihtiva etmektedir. Nezaretlerin bir kısmı sadece bir tane salname düzenlemekle yetinmeyip, birden fazla salname neşretmişlerdir. İlk sene 1257 sayfalık bir salname çıkaran Maarif Nezareti, 1900-1901’de üçüncü defa olarak bastırdığı salnamedeki sayfa sayısını 1678’e çıkarmış ve memleketin bir de haritasını koymuştur. 1907-1908’de son olarak çıkartılan Altıncı Maarif Salnamesi 742 sayfa idi.

Vilayetlerce ilk salname, 1866-67 senesinde tertib edildi. Vilayetlerin bazılarında yalnız bir tek salname neşredildiği halde, bazılarında yirmiye yakın salname çıkarılmıştır. En çok salname çıkaran vilayetler ise, Hüdavendigar (Bursa) ve Selanik’tir.

Salnamelerden başka kanun ve nizamnameleri ihtiva eden Düstur adı verilen kitap ve mecmualar da çıkarıldı. Osmanlılarda ilk kanun mecmuası Cevdet Paşa tarafından hazırlanarak 1863 senesinde o zamanın devlet matbaası olan Matbaa-i Amirede bastırılıp, resmi dairelere dağıtılmış ve satışa çıkarılmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
R

Redif Teşkilatı

Osmanlı Devletinde ihtiyat askerine verilen ad. Sultan İkinci Mahmud Han, 1826 târihinde Yeniçeri Ocağını kaldırarak yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir ordu teşkilâtı kurdu. Daha sonra da, Osmanlı ordusunun muvazzaf birliklerine, ihtiyaç hâlinde kaynak olması için yeni terhis edilmiş askerlerden faydalanma yoluna gidilerek devlete mâlî bakımdan fazla yük yüklemeyecek Redîf Teşkilâtı kuruldu. Redîf-i Asâkir-i Mansûre adı verilen bu ihtiyât kuvvetlerinin tertip tarzı Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Serasker Hüsrev Paşaya havâle edildi. Ancak halkın yeni kurulmuş Asâkir-i Mansûre ve Hassa Teşkilâtına iyice intibak etmesi için Redîf teşkilâtı kurulması biraz geciktirildi. Bu esnâda Redîf teşkilâtı hakkında halka bilgi verilip, redîf (ihtiyat) yazılmaya heveslendirildi.

24 Mayıs 1834 târihinde Sultan İkinci Mahmûd Hanın kızı Sâliha Sultanın düğünü vesîlesiyle taşrada bulunan vezirlerle âlim ve eşraftan bâzıları dâvet edilerek, Redîf Teşkilâtı konusunda istişârî mâhiyette görüşmeler yapıldı. Bunu ikinci ve üçüncü toplantılar tâkip etti. Bâb-ı fetvâda Kânunnâme okunup, kabul olundu ve pâdişâhın irâdesi alınarak 8 Temmuz 1834 târihinde Redîf Nizamnâmesi yürürlüğe girdi. 28 Temmuz 6 Ağustos 1834 târihli hükümlerle de durum Redîf Teşkîlâtı kurulacak yerlerin vâli, mutasarrıf ve diğer ilgililerine bildirildi.

Redîf kuvvetlerinin alay ve merkezleri şu şekilde tanzim ve tespit edilmişti:

1. Hassa ordusu redîf alayları: Merkezleri sıra ile İzmit, Bursa, İzmir, Aydın, Afyonkarahisar ve Isparta’da bulunan altı piyâde alayı; Bursa, Aydın ve Isparta’da üç süvârî alayı ve yine Isparta’da bir topçu alayı.

2. Dersaâdet (İstanbul) ordusu redîf alayları: MerkezleriEdirne, Bolu, Ankara, Çorum, Konya ve Kayseri’de altı piyâde alayı; Bolu, Ankara ve Kayseri’de üç süvârî alayı ile Çorum ve Edirne’de birer topçu alayı.

3. Rumeli redif alayları: Merkezleri Manastır, Selânik, Yanya, Üsküp, Sofya ve Şumnu’da altı piyâde alayı.

4. Anadolu ordusu redif alayları: Merkezleri Sivas, Tokat, Harput (Elazığ), Erzurum, Diyarbakır ve Kars’ta altı piyâde alayından kurulmuştu. Her dört ordudaki redîf piyâde alayları dörder taburluydular.

Dörder bölükten meydana gelen redîf taburlarında başlangıçta 1308 nefer bulunması gerekmekte ve her bölüğün ilk üç onbaşısına 28, diğer dokuz onbaşısına ise 27’şer nefer isâbet etmekteydi. Şubat 1835 târihinde alınan bir kararla redîf taburlarında bulunması gereken nefer sayısı 1200’e indirildi. Bu değişiklikle bölüklerde bulunan onbaşılar arasında eşitlik sağlandı. Böylece her onbaşıya 25 nefer verildi.

1836’da Redîf Teşkilâtında bâzı yenilikler yapıldı. Redîf süvârî alayları teşkil edildi. 1869’da çıkarılan yeni bir kânuna göre muvazzaflık hizmet süresi dört yıla indirildi ve bir yıl muvazzaf ihtiyattan sonra, altı yıl sürecek bir redîflik hizmet dönemi esas kabul edildi. Rediflik süresi 1887’de sekiz yıla çıkarıldı.

Redîf Teşkilâtına kumanda edecek subaylar, muvazzaf ordu subaylarıyla aynı niteliklere sâhip bulunuyorlardı. Ancak bunlar, rediflerin bulundukları yerleşim bölgelerinde sulh zamânında askerlik şûbelerinde vazîfelendirilmişlerdi. Redîf teşkilâtı 1912’de kaldırıldı.

Reisülküttap

Osmanlı Devletinde, dîvân-ı hümâyunda, doğrudan doğruya vezîriâzama bağlı yazı işleriyle meşgul kalemlerin ve buradaki kâtiplerin faaliyetine nezâret eden dâire reisi.

Osmanlılarda ilk defâ Fâtih Sultan Mehmed Kânûnnâmesinde görülen reîsülküttap tâbirinin daha evvelki târihlerde de mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bu kânunnâmeye göre, reîsülküttap, dîvânda vezîriâzamın önünde durarak muâmele görecek yazıları okurdu.

Reîsülküttap, dîvân-ı hümâyunda kitâbet sınıfında yetişir ve muayyen kademeleri geçtikten sonra bu makâma getirilirdi.

Reîsülküttap bütün dîvân kâtiplerinin reisiydi. Tâyin ve tevcih beratları, idârî emirler ve hükümler, kâtipler tarafından yazıldıktan sonra ona gösterilirdi. Bütün beyler ve ulemâ ile diğer mansıp sâhipleri, beratların ve dîvân hükümlerinin yazılmasında onun dediğine îtimâd etmek zorunda idiler. Reîsülküttap, bu çeşitli vazîfelerini yerine getirebilmek için, emrindeki kâtipleri; 1) Beylikçi veya dîvân kalemi, 2) Tahvil veya nişan kalemi, 3) Rüûs kalemi adı verilen üç dâirede çalıştırırdı. Sonraları dördüncü bir dâire olarak âmedî kalemi kuruldu.

Reîsülküttap ve dîvân-ı hümâyun kâtipleri dîvân sırasında ikinci ve üçüncü kubbeler arasında otururlardı. Dîvân toplanırken, reis, defterdâr yönünden gelip vezîriâzamın sağ tarafına telhis kesesini koyar ve söylenecek bir şey varsa, kulağına yavaşca söyledikten sonra yerine çekilirdi. Onun arkasında reîse tâbi dîvân kâtiplerinden divitdâr efendi vezîrin önüne divit koyardı. 16. yüzyıl sonlarına kadar dîvân toplantılarında arz-ı hâlleri reîsülküttaplar yüksek sesle bizzat okudukları hâlde, sonraları bu işi birinci ve ikinci tezkireciler görmeye başladı. Ancak tezkirecinin dîvânda bulunmadığı zamanlar arz-ı halleri reis efendi okurdu.

Gizli yazılar kâtiplere bırakılmayıp, bizzat reis tarafından yazılır ve muhâfaza edilirdi. Bu arada yeniçerilere ulûfe dağıtımına âit telhisi, sadrâzamın ağzından reis bizzat yazar ve bir destmal (mendil veya havlu) içinde kapıcılar kethüdâsı ile pâdişâha gönderirdi. Daha sonra, pâdişâhın hatt-ı hümâyûnu ile geri gelen telhisi sadrâzam alır ve okuması için reise verirdi.

Muâhedeler ve pâdişâh irâdeleri reis tarafından husûsî torba ve sandıklarda saklanır, bu torbalara harita adı verilirdi. On sekizinci asırda her yıl sadrâzamın huzûrunda yapılan yıllık tevcihat merâsiminde, memuriyetleri bildirme vazîfesi reîsülküttâba âitti. O, nezâreti altında hazırlanmış olan beratları kendi eliyle sadrâzama verirdi.

Reîsülküttâbın surre-i hümâyûnun gönderilmesi sırasında da vazîfesi vardı. Surrenin gönderilmesinden bir gün evvel dârüsseâde ağası tarafından dâvet edilen reis efendi, Bâbıâlîde Mekke emîrine hitâben yazılan nâme-i hümâyûnu saraya götürüp bizzat dârüsseâde ağasına teslim ederdi.

Reîsülküttap sadrâzamla birlikte sefere gittiği zaman, pâyitâhtta sultanın yanına rikâb reisi ünvânıyle bir kaymakam tâyin edilirdi. Bu memuriyete rikâb-ı hümâyûn riyâseti denilirdi. Rikâb reisleri merâtip göz önünde tutularak umûmiyetle büyük tezkirecilerden seçilirdi.

Reîsülküttap terfî ederse, Fâtih Kânununa göre; nişancı veya defterdâr olabilirdi. Nitekim nişancı veya defterdârlıktan beylerbeyliğe veya vezirliğe yükselen pekçok reîsülküttap vardır. Abdurrahmân, okçu Mehmed, Abdürrezzâk Bâhir, Feyzi Süleymân paşalar beylerbeyliğine; Râmi Mehmed, Râgıb Mehmed, Nâili Abdullah, Halîl Hâmid ve Mehmed Emîn Vâhid gibi paşalar da vezirliğe yükselen reîsülküttaplardır.

Azledilen reîsülküttaplar, çok defâ eminlerden birine ve husûsiyle meşakkatli ve masraflı bir iş sayılan tersâne-i âmire emânetine tâyin edilirlerdi.

Reîsülküttapların ehemmiyeti, 18. asırdan îtibâren önemli ölçüde artmıştır. Nitekim bu asırda dîvân kalemi reisliği de üzerinde olmak kaydıyla bütün hâricî işler reislere havâle edilmiştir. Bu görevleri dolayısıyla ecnebî muharrir ve seyyahları, reîsülküttâbı, devlet sekreteri ve hâriciye nâzırı olarak târif etmişlerdir.

Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1835 senesinde reîsülküttap ismi ve teşkilâtı kaldırılarak Umûr-i hâriciye nezâreti kuruldu. Son reîsülküttap olan Yozgatlı Mehmed Âkif Efendi de müşirlik rütbesiyle hâriciye nâzırı oldu.

Rumeli Eyaleti

Osmanlı Devletinin Avrupa topraklarındaki en büyük idârî birimi. Osmanlılar Rumeli’de ilk fetihlerini yaparken (1353-1359), Süleyman Paşa, bu kuvvetlerin başkumandanı sıfatı ile beylerbeyi durumunda idi. Daha sonra Sultan Birinci Murâd Han döneminde, Edirne merkez olmak üzere, Rumeli eyâleti kuruldu. Lala Şâhin Paşa da beylerbeyi tâyin edildi. Bu beylerbeyliğin vazîfesi, idârî olmaktan ziyâde, fetih harekâtını devâm ettirmek, yâni İslâm dînini yaymaktı. Bu yüzden beylerbeyiliğin sınır bölgelerine en seçkin komutanlar tâyin edildi.

Avrupa’daki Osmanlı toprakları genişledikçe, Rumeli Beylerbeyliğinin devlet içindeki nüfûzu da arttı. Bu eyâlet, Sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde devletin en mühim idârî birimi olurken, Rumeli Beylerbeyine de akranları arasında en üst rütbe verildi. Vezir pâyesiyle, paşalık ünvânı ve divan toplantılarına katılma hakkı tanındı. Bâzı Rumeli Beylerbeyleri, aynı zamanda, veziriâzamlık da yaptılar.

Beylerbeyiler, ilk zaptedilen yerleri Paşa Sancağı hâlinde bizzât idâre ettikleri gibi, stratejik ehemmiyeti ön plânda olan ve idârî bir merkez olmaya elverişli bulunan kale ve şehirleri de, ehliyet ve kâbiliyet sâhibi beyler vâsıtasıyla hâkimiyetleri altında tutuyorlardı. On altıncı asır ortalarına kadar bölgedeki fethedilen bütün yerler, stratejik ehemmiyetlerine göre sancak hâline getirilerek, Rumeli Beylerbeyliğine bağlandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinin sonlarında, Macaristan’da yeni eyâletler teşkil edildi.

Osmanlı fethinden önce bölge halkı, zâlim kral ve imparatorların zulümlerinden kaçıp, Rumeli’yi boşaltmaya başlamıştı. Bu yüzden kayda değer büyüklükte bir şehre tesâdüf edilmeyen Rumeli bölgesinde ufak-tefek bâzı yerleşim birimleri vardı. Fetihten sonra Aksaray tarafındaki yörükler, topluca Rumeli’nin boş arâzisine yerleştirildi. Fethedilen yerlerde kimse aç ve açıkta bırakılmadı. Her taraf kısa zamanda îmâr edildi. Elde edilen vergi gelirinin iki-üç misli harcama yapılarak Rumeli âdetâ yeniden inşâ edildi. Câmisi, medresesi, imâreti, hamamı, köprüsü mektebi, çeşmesi, kışlası, insanların ihtiyâcı olan her şeyiyle Rumeli şenlendi. Temizlik ve güzellik, adâlet ve güzel ahlâk her tarafta yayıldı. Bâzı Hıristiyan köylerinden Rumeli Ağası nezâretinde devşirilen çocuklar, Müslüman köylülerin yanlarına verilip bilâhare acemi ocağına alınarak yetiştirildiler.

Beylerbeyilik merkezlerine (paşa sancağı), sancak merkezlerine ve kazâlara kâdılar tâyin edildi. Nâhiyelere nâibler vazîfelendirildi. Köy ve mahallelerde ise imamlara mesûliyet verildi. Kazâ ve nâhiyelerde sübaşılar âsâyişi temin ettiler. Tımar sâhipleri iyi muâmeleleriyle toprakları şenlendirdiler.

Aynî Ali Risâlesi’nde verilen rakamlara göre 16. asrın sonlarına doğru Rumeli toprakları 9274 kılıç olarak dirlik sâhiplerine dağıtıldı. Rumeli eyâletinden cebelüleriyle birlikte 33.000 kişi sipâhî ordusuna katılırdı. Ayrıca Rumeli’den on binin üzerinde yörük ve müsellem eşkinciyle bir o kadar da akıncı çıkardı. Rumeli Beylerbeyinin emrinde yaklaşık 60.000 kişilik bir ordu teşekkül ederdi.

Rumeli eyâleti, Kânûnî devrinde; Paşa livası (sırasıyla; Edirne, Sofya, Manastır), Gelibolu, Silistre, Niğbolu, Vize, Sofya, Köstendil, Midilli, Semendire, İskenderiye (İşkodra), Avlonya, İlbasan, Ağrıboz, Tırhala, Prizen, Alacahisar, Vidin, Florina, Mora, Vilçitrin, Yanya, Karlıili, İzvornik, Hersek, Bosna, Selânik, Kızılca Müsellem, Voynuk, Çingâne, Karadağ, Kefe veOhri sancakları olarak teşkilâtlandırılmıştı.

On yedinci asırda Mora ve çevresindeki sancaklar, Rumeli’den ayrıldılar. On dokuzuncu asırda ise; Üsküp, Bosna, Selânik ve Yanya, Rumeli eyâletlerinden ayrılarak ayrı birer vilâyet hâline getirildi. Rumeli de, Ohri, Kesriye ve İşkodra’dan ibâret bir eyâlet hâline geldi. 1864’te vilâyet sistemine geçilince de; Varna, Niş, Sofya, Tırnova, Rusçuk, Tolçu ve Vidin mutasarrıflıklarından meydana gelen Tuna vilâyeti kuruldu. İşkodra ve Edirne 1878’de ayrı birer vilâyet hâline getirilince, Rumeli eyâleti tamâmen ortadan kalktı ve Rumeli coğrafî bir tâbirden ibâret kaldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
S, Ş

Sadâret Kaymakamı

Arapça “vekil” demektir. Osmanlılarda, sadrazam, hükümet merkezinden ayrıldığı zaman kendisine kubbe vezirlerinden “vezir-i sâni” vekâlet eder, bu vekâleti müddetince ona “sadâret kaymakamı” “kaymakam paşa” veya sâdece “kaymakam” denildiği gibi “kaymakam-ı rıkâb-ı hümâyûn” veya “kaymakam-ı âsitâne-i seâdet” de denirdi.

Kaymakam paşalar, vekâleti müddetince asıl gibi hareket eder, sadrazamın bütün salâhiyetlerini (yetkilerini) kullanırdı. Yalnız, seferin olduğu ve ordunun bulunduğu bölge, yetkisi dışında kalırdı. Buralardaki ilgili hüküm ve beratları veremezdi; bunların verilmesi doğrudan doğruya padişaha ve sadrazama âitti. Yabancılarla ilgili işlere de sadrazam bakardı.

Padişahlar sefer yerlerine sadrazamı gönderdikleri zaman merkezde sadrazama vekâlet edecek ve padişahla olan irtibatı sağlayacak bir memura ihtiyaç hasıl oldu. Bu makama sadrazamın itimat ettiği kimsenin tayin olması gelenek haline gelmişti. Göreve getirilen vezir, sadrazam ile birlikte padişah tarafından kabul olunur, kendisine samur kürk giydirilerek memuriyeti ilan edilirdi. Ayrıca, padişah Edirne’de olursa, İstanbul’a kaymakam veya muhafız tayin ederdi.

Kaymakamın başkanlığında toplanan dîvâna “kaymakam dîvânı” denirdi. Kaymakamlar, sadrazam gibi, dîvân günlerinde, evlerinde dîvân kurarlardı. Dîvâna katılan vezirlerle, kazaskerler, şıkk-ı evvel defterdarı, nişancı ve reisülküttâb, ordu ile birlikte gittiklerinden, kaymakamın kurduğu dîvânda İstanbul kadısı, şıkk-ı sâni ve sâlis defterdarları ile nişancı ve reisülküttap vekilleri bulunurdu.

Çarşamba dîvânına ise, İstanbul kadısından başka Galata, Üsküdar ve havass-ı Kostaniyye kadıları ile sekbanbaşı gelir, fakat sekbanbaşı yeniçeri ağasının vekili olarak fazla kalmayıp geri dönerdi. Cuma dîvânına sadece sekbanbaşı gelmezdi.

Kaymakam paşaların, kendine mahsus kıyafetleri vardı. Kaymakamlar, sadrazam gibi zaman zaman gezerek eşya fiyatlarını kontrol ederler, narha riâyet edilip edilmediğine bakarlar ve yine sadrazam gibi tersaneye gidip bahriye işlerini teftiş ederlerdi.

Osmanlı ordusunda, bugünkü yarbay karşılığında olan rütbeye de kaymakam denirdi.

Sadâret Kethüdâsı

Sadrâzamın yardımcısı.

On sekizinci yüzyıldan îtibâren resmî sıfat kazandı. Tâyinleri, sadrâzamın teklifiyle yapılırdı. Zamanla, sadâret kethüdâlığından, sadrâzam tâyin edilenler oldu. Çoğu zaman da, sadrâzamlar azledilince, sadâret kethüdâları da azledilirlerdi.

Bütün devlet işleri, sadrâzamdan önce, sadâret kethüdâsının elinden geçer, Bâbıâlî’den çıkan emirler onun tavsiyesine göre tatbik olunurdu. Daha çok dâhilî işlerle meşgûl olan sadâret kethüdâlığı, 1835 yılında Mülkiye, 1837’de de Dâhiliye Nezâreti adını aldı.

Sadrazam

Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhtan sonra devletin en yüksek rütbeli idârecisi. Sadrâzam, “vezîriâzam” diye de bilinir ve padişahın mutlak vekîli olarak devlet işlerini idare ederdi. Sadrazamlara ayrıca “sadr-ı âlî, vekil-i mutlak, sâhib-i devlet, zât-ı âsafî” gibi unvanlar da verilirdi.

Osmanlı Devleti'nin kuruluş devresinde, sadrazama sâdece vezir denilirdi. Devletin ilk vezirleri hep ilmiye sınıfına mensup devlet adamları arasından seçilirdi. Orhan Gâzi devrindeki Vezir Alâeddin Paşa, Ahmed Paşa bin Mahmud, Hacı Paşa ve Sinâneddin Yûsuf Paşa ilmiye sınıfından vezirliğe getirilmişler; aynı şekilde Çandarlı Kara Halil ile oğulları da kazaskerlikten vezir olmuşlardır. Devletin ilk zamanlarında bir vezir bulunmaktayken, Sultan Birinci Murâd Han zamanından itibaren vezir sayısı artınca hükümdarın vekili olan veziri, diğerlerinden ayırmak üzere “vezîriâzam” veya “sadrâzam” unvanı ortaya çıktı. Tarihlerde belirtildiğine göre, ilk vezîriâzam, Çandarlı Halil Hayreddin Paşadır. On beşinci asır sonlarına kadar, vezir adedi üçü geçmedi. Vezirler; Dîvân-ı hümâyûn'da, Kubbealtı'nda toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için, “kubbe vezîri” veya “kubbenişîn” adını da almışlardır.

Fâtih devrinde sadrâzamlık, devşirme yoluyla devlet kadrolarına giren liyakatli devlet adamlarına da verilmeye başlandı ve bu usul on sekizinci asra kadar devam etti.

Vezîriâzam veya sadrâzamlar hükümdarın mutlak vekîli olduklarından, onun beyzî ve yüzük şeklindeki tuğralı mührünü taşırlardı. Bu sebeple sözü ve yazısı padişahın irâdesi ve fermanı demekti. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi’nde sadrâzamın devlet içindeki yeri şu şekilde yazılıdır:

“Bilgil ki vüzerâ (vezirler) ve ümerânın (emirler), vezir-i âzam, başıdır, cümlenin ulusudur, cümle umûrun vekîl-i mutlakıdır ve malımun vekîl-i defterdârıdır ve ol vezir-i âzam nâzırıdır ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i âzam cümleden mukaddemdir (önce gelir).”

Sarayda toplanan ve önemli devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Dîvân-ı hümâyûnda, Fatih Sultan Mehmed Hana kadar bizzat padişahlar reislik ederken, bu görev daha sonra veziriâzamlar tarafından yerine getirilmeye başlandı. Veziriâzamlar, Dîvân-ı hümâyunda neticeye kavuşturulmayan veya arza lüzum görülmeyen işleri, kendi konaklarında Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri ikindi ezanından sonra topladıkları dîvânda görüşürlerdi ki buna “ikindi dîvânı” adı verilirdi.

Osmanlı Devleti dâhilindeki bütün tâyin, azil, terfi ve yükselmelerde birinci derecedeki merci “sadâret” olup, bu işlerin hepsi sadrâzamın emri ile yapılırdı. Sadrâzam, sâdece Enderûn ile ilgili işlere karışamazdı. Pâdişâhın seferde olmadığı zamanlarda bâzı yüksek dereceli memurların muamelelerinde, hükümdârın izni alınırdı. On yedinci asra kadar pâdişâhın mutlak vekîli olma husûsiyetlerini korudular. Ancak, bu devirden sonra sadrâazamların tesir alanları daraldı.

Sadrâzamların, devletin ekonomik hayâtında da önemli rolleri vardı. 5999 akçeye kadar timarları, pâdişâhın irâdesini almaksızın hak sâhiplerine verebilirlerdi. Ayrıca timarın zeamete veya bir hasın zeâmete çevrilmesi gerektiğinde pâdişâhın irâdesi alındıktan sonra, verilen beratın tuğrasını mutlaka sadrâzam çekerdi.

Pâdişâhların sefere çıkmadığı durumlarda, Serdâr-ı ekrem (Başkumandan) sıfatıyla orduyu sadrâzamlar kumanda ederlerdi. Büyük yetkilere sâhip olduklarından sefer esnâsındaki bütün muâmeleleri yürütürlerdi. Sefere gidilirken hazîne ve defterhâne kayıtları da birlikte götürülür, devlet işleri ordugâhtan idâre edilirdi.

İstanbul’un emniyeti, halkın temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili işler de sadrâzamın vazîfeleri arasındaydı. Bu işlerle İstanbul kadısı, yeniçeri ağası ve bostancıbaşı vazîfeliydi. Ancak birinci derecede mesul sadrâzamdı. Bunun için diğer görevlilerle birlikte sık sık İstanbul’u teftişe çıkarlar, âsâyiş ve esnafı kontrol ederlerdi. Vazîfe bittiğinde, vaziyet bir raporla pâdişâha arz edilirdi. Denetleme esnâsında dul, yetim ve ihtiyârlara da atiyyeler (hediyeler) dağıtılarak, hayır duâları alınırdı.

Sadrâzamın önemli görevlerinden biri de, kapıkulu ocaklarının üç ayda bir verilen maaşlarının dağıtılmasıydı. Yeniçerilerin ulûfeleri dîvân-ı hümâyûnda, ocaklarınki paşa kapısında sadrâzamın huzûrunda verilirdi.

Vezîriâzamların “iç ve dış halkı” denilen kalabalık maiyetleri ve kendilerinin besledikleri askerî kuvvetleri vardı. Buna “kapı halkı” denilirdi. Ayrıca maiyetinde bulunan kethüdâ, reisülküttâb, çavuşbaşı, tezkireci, mektupçu, amedci, teşrifâtçı, divitdâr ve telhisçi gibi vazîfeliler de sarayla irtibâtı sağlarlardı. Vezîriâzamların kapı halkı, asker olanlar hâricinde 300 ile 1000 kişi arasında değişirdi. Sadrazamların bu kadar kalabalık maiyetleri dolayısıyla masrafları çoktu. Bu sebeple sadrazama gelir olarak haslar tahsis edilirdi. Has bölgesindeki vergiler olan bu gelir, iki milyon sekiz yüz bin akçe civarında olurdu. Bundan başka “câize” denilen padişaha gelen haraçlarda, sadrâzamın bir miktar hissesi vardı. On sekizinci asırda Kıbrıs geliri sadrâzama verilmişse de, bu gelir devamlı olmamıştır. Emekli olması hâlinde, yüz elli bin akçe senelik maaş alırdı. Bazen da bir yerin geliri “arpalık” olarak buna eklenebilirdi.

Sadrâzamlar, dîvân günlerinde ve sefer esnâsında mücevveze kavuk giyerlerdi. Arasıra ise kallavî kavuk kullanırlardı. Elbise olarak da kumaş üstlük ve lokmalı kumaştan iç kaftan giymeleri kânundu. Fes giyilmeğe başlanılmasından sonra ise, merâsimlerde kenarı sırmalı fes ve yakası som, sırmaları beyaz çuhadan harvanî ve çuha elbise giymeye başladılar.

Sadrâzamlık unvânı, 1838 senesine kadar devâm etti. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1830), devlet teşkilâtında yaptığı değişiklikler sırasında, sadrâzam yerine başvekil’in kullanılmasını emretti. Ancak bir sene sonra tekrar sadrâzam unvânı kullanılmaya başlandı. 1878’de tekrar başvekil unvânı konuldu. 1882 senesinde ise, sadrâzam kelimesine dönüldü ve 1922 senesinde Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar kullanıldı. Osmanlı Devletinde 215 kişi sadrazamlık makamına getirildi. Tekrarlarla 292 defa sadrazam tayini yapılmıştır.

Osmanlı Sadrazamları, Sadâret Tarihleri ve Müddeti:

1. Alâeddin Paşa bin Hacı Kemâleddin (Takriben 1320-1331, on bir yıl)

2. Mahmûdoğlu Nizâmeddin Ahmed Paşa (Takriben 1331-1348, on yedi yıl)

3. Hacı Paşa (Takriben 1348-1349, bir yıl)

4. Sinâneddin Yûsuf Paşa (Takriben 1349-1364, on beş yıl)

5. Çandarlızâde Kara Halil Hayreddin Paşa bin Ali (?.9.1364-22.1.1387, yirmi iki yıl, dört ay)

6. Çandarlızâde Ali Paşa (22.1.1387-18.12.1406, on dokuz yıl, on ay, yirmi yedi gün)

7. İmamzâde Halil Paşa (18.12.1406-1413, yedi yıl)

8. Amasyalıoğlu Bayezid Paşa (1413-?.7.1421, sekiz yıl)

9. Çandarlızâde Birinci İbrâhim Paşa (?.7.1421-25.8.1429, sekiz yıl, bir ay)

10. Dânişmendoğlu Mehmed Nizâmeddin Paşa (28.8.1429-1438, dokuz yıl)

11. Çandarlızâde İkinci Halil Hayreddin Paşa (1438-1.6.1453, on beş yıl)

12. Veli Mahmud Paşa (1.6.1453-1466, 1472-1474, on beş yıl)

13. Rûm Mehmed Paşa (1466-1469, üç yıl)

14. İshak Paşa (1469-1472, 4.6.1481-1482, dört yıl)

15. Gedik Ahmed Paşa (1474-1477, üç yıl)

16. Karamânî Mehmed Paşa (1477-4.5.1481, dört yıl)

17. Davud Paşa (1482-8.3.1497, on beş yıl)

18. Hersekzâde Ahmed Paşa (8.3.1497-8.3.1498, 1503-7.9.1506, 1511-1512, 18.12.1514, 4.3.1515-25.4.1516, yedi yıl, altı ay, yirmi yedi gün)

19. Çandarlızâde İkinci İbrâhim Paşa (?.8.1498-?.8.1499, bir yıl)

20. Mesih Paşa (?.8.1499-1501, iki yıl)

21. Şehid Hâdim AliPaşa (1501-1503, 7.9.1509-?.7.1511, altı yıl, on ay)

22. Koca Mustafa Paşa (1511-?.12.1512, bir yıl)

23. Dukakinoğlu Ahmed Paşa (?.12.1512-4.3.1515, iki yıl, üç ay)

24. Şehid Hâdım Sinan Paşa (26.4.1516-22.1.1517, bir yıl, sekiz ay, yirmi altı gün)

25. Yûnus Paşa (22.1.1517-27.6.1523, yedi ay, yirmi iki gün)

26. Pîrî Mehmed Paşa (13.9.1517-27.6.1523, beş yıl yedi ay, on dört gün)

27. Damad Makbul Maktul İbrâhim Paşa (27.6.1523-15.3.1536, on iki yıl, sekiz ay, on sekiz gün)

28. Ayas Mehmed Paşa (15.3.1536-13.7.1539, üç yıl, üç ay, yirmi dokuz gün)

29. Damad Lütfi Paşa (13.7.1539-27.4.1541, bir yıl, dokuz ay, on beş gün)

30. Hadım Süleyman Paşa (27.4.1541-28.9.1544, üç yıl, yedi ay, bir gün)

31. Rüstem Paşa (28.9.1544-6.10.1553, 29.9.1555-10.7.1561, on dört yıl, dokuz ay, on dokuz gün)

32. Kara Ahmed Paşa (6.10.1553-29.9.1555, bir yıl, on bir ay, yirmi üç gün)

33. Semiz Ali Paşa (10.7.1561-28.6.1565, üç yıl, on bir ay, on dokuz gün)

34. Sokullu Mehmed Paşa (28.6.1565-12.10.1579, on dört yıl, üç ay, on beş gün)

35. Semiz Ahmed Paşa (12.10.1579-28.4.1580, altı ay, on altı gün)

36. Lala Kara Mustafa Paşa (28.4.1580-7.8.1580, üç ay, dokuz gün)

37. Koca Sinan Paşa (7.8.1580-24.12.1582, 2.4.1589-1.8.1591, 28.1.1593-16.2.1595, 7.7.1595-19.12.1595, 1.12.1595-3.4.1596; yedi yıl, dört ay, yirmi bir gün.

38. Siyâvuş Paşa (24.12.1582-28.7.1584, 15.4.1586-2.4.1580, 4.4.1592-28.1.1595; beş yıl, üç ay, on altı gün)

39. Özdemiroğlu Osman Paşa (28.7.1584-30.10.1585, bir yıl, üç ay, üç gün)

40. Mesih Paşa (30.10.1585-15.4.1586, beş yıl, on altı gün)

41. Ferhad Paşa (1.8.1591-4.4.1592, 16.2.1595-7.7.1595, bir yıl, yirmi iki gün)

42. Lala Mehmed Paşa (19.11.1595-28.11.1595, dokuz gün)

43. Damad İbrâhim Paşa (4.4.1596-27.10.1596, 5.12.1596-3.11.1597, 6.1.1599-10.7.1601, üç yıl, on bir ay, yirmi yedi gün)

44. Cağaloğlu Yusuf Sinan Paşa (27.10.1596-5.12.1596, bir ay, dokuz gün)

45. Hadım Hasan Paşa (3.11.1597-9.4.1598, beş ay, alt gün)

46. Cerrah Mehmed Paşa (9.4.1598-6.1.1599, sekiz ay, yirmi yedi gün)

47. Yemişci Hasan Paşa (10.7.1601-16.10.1603, iki yıl, üç ay, yedi gün)

48. Malkoç Ali Paşa (16.10.1603-26.7.1604, dokuz ay, on bir gün)

49. Sokulluzâde Lala Mehmed Paşa (26.7.1604-21.6.1606, bir yıl, on ay, yirmi altı gün)

50. Derviş Mehmed Paşa (21.6.1606-9.12.1606, beş ay, on sekiz gün)

51. Kuyucu Murâd Paşa (9.12.1606-5.8.1611, dört yıl, yedi ay, yirmi yedi gün)

52. Damad Gümülcineli Nasuh Paşa (5.8.1611-17.10.1614, üç yıl, iki ay, on üç gün)

53. Kara Mehmed Paşa (17.10.1614-17.11.1616, 18.1.1619-23.12.1619; üç yıl, yedi gün)

54. Damad Halil Paşa (17.11.1616-18.1.1619, 1.12.1626-6.4.1628; üç yıl, yedi ay, yedi gün)

55. Çelebi AliPaşa (23.12.1619-9.3.1621, bir yıl, iki ay, on yedi gün)

56. Ohrili HüseyinPaşa (9.3.1621-17.9.1621, altı ay, dokuz gün)

57. Dilâver Paşa (17.9.1621-19.5.1622, sekiz ay, iki gün)

58. Kara Davud Paşa (19.5.1622-13.6.1622, yirmi beş gün)

59. Mere Hüseyin Paşa (13.6.1622-8.7.1622, 5.2.1623-30.8.1623, yedi ay, on sekiz gün)

60. Lefkeli Mustafa Paşa (8.7.1622-21.9.1622, iki ay, on dört gün)

61. Hâdım Mehmed Paşa (21.9.1622-5.2.1623, dört ay, on dört gün)

62. Kemankeş Ali Paşa (30.8.1623-3.4.1624, yedi ay, dört gün)

63. Çerkes Mehmed Paşa (3.4.1624-28.1.1625, dokuz ay, yirmi beş gün)

64. Müezzinzâde Hâfız Ahmed Paşa (28.1.1625-1.12.1626, 25.10.1631-10.2.1632, iki yıl, bir ay, yirmi gün)

65. Hüsrev Paşa (6.4.1628-25.10.1631, üç yıl, altı ay, on dokuz gün)

66. Receb Paşa (10.2.1632-18.5.1632, dört ay, on beş gün)

67. Tabanıyassı Mehmed Paşa (18.5.1632-2.2.1637, dört yıl, sekiz ay, on beş gün)

68. Bayram Paşa (2.2.1637-26.8.1638, bir yıl, altı ay, yirmi iki gün)

69. Şehid Mehmed Paşa (26.8.1638-23.12.1638, üç ay, yirmi sekiz gün)

70. Kemankeş Kara Mustafa Paşa (23.12.1638-31.1.1644) beş yıl, bir ay, sekiz gün)

71. Semih Mehmed Paşa (31.1.1644-17.12.1645, bir yıl, on ay, on yedi gün)

72. Sâlih Paşa (17.12.1645-16.9.1647, bir yıl, dokuz ay)

73. Kara Mûsâ Paşa (16.9.1647-21.9.1647, beş gün)

74. Hezârpâre Ahmed Paşa (21.9.1647-7.8.1648, on ay, on altı gün)

75. Mevlevi Mehmed Paşa (7.8.1648-21.5.1649, dokuz ay, on beş gün)

76. Kara Dev Murâd Paşa (21.5.1649-5.8.1650, 11.5.1655-19.8.1655, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)

77. Melek Ahmed Paşa (5.8.1650-21.8.1651, bir yıl, on yedi gün)

78. Siyâvuş Paşa (21.8.1651-27.9.1651, 5.3.1656-26.4.1656, iki ay, yirmi dokuz gün)

79. Gürcü Mehmed Paşa (27.9.1651-20.6.1652, sekiz ay, yirmi üç gün)

80. Tarhuncu Ahmed Paşa (20.6.1652-21.3.1653, dokuz ay, bir gün)

81. Derviş Mehmed Paşa (21.3.1653-28.10.1654, bir yıl, yedi ay, sekiz gün)

82. İbşir Mustafa Paşa (28.10.1654-11.5.1655, altı ay, on dört gün)

83. Süleyman Paşa (19.8.1655-28.2.1656, altı ay, on gün)

84. Deli Hüseyin Paşa (28.2.1656-5.3.1656, altı gün)

85. Zurnazen Mustafa Paşa (5.3.1656, bir gün)

86. Boynueğri Mehmed Paşa (26.4.1656-15.9.1656, dört ay, on dokuz gün)

87. Köprülü Mehmed Paşa (15.9.1656-30.10.1661, beş yıl, bir ay, on beş gün)

88. Fâzıl Ahmed Paşa (30.10.1661-3.11.1676, on beş yıl, dört gün)

89. Kara Mustafa Paşa (3.11.1676-15.12.1683, yedi yıl, bir ay, on iki gün)

90. Kara İbrâhim Paşa (15.12.1683-18.12.1685, iki yıl, dört gün)

91. Sarı Süleyman Paşa (18.12.1685-23.9.1687, bir yıl, dokuz ay, altı gün)

92. Abaza Siyâvuş Paşa (23.9.1687-2.3.1688, beş ay, dokuz gün)

93. Ayaşlı İsmail Paşa (2.3.1688-2.5.1688, iki ay, bir gün)

94. Bekri Mustafa Paşa (2.5.1688-25.10.1689, bir yıl, beş ay, yirmi dört gün)

95. Köprülüzâde Şehid Fâzıl Mustafa Paşa (25.10.1689-19.8.1691, bir yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)

96. Arabacı Ali Paşa (19.8.1691-27.3.1692, altı ay, yirmi dokuz gün)

97. Hacı Ali Paşa (27.3.1692-27.3.1693, bir yıl, bir gün)

98. Bozoklu Mustafa Paşa (27.3.1694-14.3.1694, on bir ay, on sekiz gün)

99. Sürmeli Ali Paşa (14.3.1694-2.5.1695, bir yıl, bir ay, on dokuz gün)

100. Şehid Elmas Mehmed Paşa (2.5.1695-11.9.1697, iki yıl, dört ay, on gün)

101. Amcazâde Hüseyin Paşa (11.9.1697-4.9.1702, dört yıl, on bir ay, on altı gün)

102. Daltaban Mustafa Paşa (4.9.1702-24.1.1703, dört ay, yirmi gün)

103. Râmi Mehmed Paşa (24.1.1703-22.8,1703, altı ay, yirmi altı gün)

104. Nişancı Ahmed Paşa (22.8.1703-17.11.1703 iki ay, yirmi altı gün)

105. Damad Enişte Hasan Paşa (17.11.1703-28.9.1704, on ay, on bir gün)

106. Kalaylıkoz Ahmed Paşa (28.9.1704-25.12.1704, iki ay, yirmi yedi gün)

107. Baltacı Mehmed Paşa (25.12.1704-3.5.1706, 18.8.1710-20.11.1711, iki yıl, yedi ay, on iki gün)

108. Çorlulu Ali Paşa (3.5.1706-16.6.1710, dört yıl, bir ay, on dört gün)

109. Köprülüzâde Damad Numan Paşa (16.6.1710-18.8.1710, iki ay, iki gün)

110. Ağa Yusuf Paşa (20.11.1711-12.11.1712, on bir ay, yirmi iki gün)

111. Silahtar Süleyman Paşa (12.11.1712-6.4.1713, dört ay, yirmi dört gün)

112. Hoca İbrâhim Paşa (6.4.1713-27.4.1713, yirmi bir gün)

113. Şehid Ali Paşa (27.4.1713-5.8.1716, üç yıl, üç ay, sekiz gün)

114. Hacı Ali Paşa (5.8.1716-26.8.1717, bir yıl, yirmi iki gün)

115. Nişancı Mehmed Paşa (26.8.1717-9.5.1718, sekiz ay, on dört gün)

116. Damad İbrâhim Paşa (9.4.1718-1.10.1730, on iki yıl, dört ay, yirmi iki gün)

117. Silahtar Mehmed Paşa (1.10.1730-22.1.1731, üç ay, yirmi bir gün)

118. Kabakulak İbrâhim Paşa (22.1.1731-10.9.1731, yedi ay, on dokuz gün)

119. Osman Paşa (10.9.1731-12.3.1732, altı ay, iki gün)

120. Hekimoğlu Ali Paşa (10.3.1732-12.8.1735, 21.4.1742-23.9.1743, 15.2.1755-18.5.1755, beş yıl, dört gün)

121. İsmail Paşa (12.7.1735-9.1.1736, beş ay, yirmi sekiz gün)

122. Seyyid Mehmed Paşa (9.1.1736-6.8.1737, bir yıl, altı ay, yirmi sekiz gün)

123. Abdullah Paşa (6.8.1737-19.12.1737, dört ay, on dört gün)

124. Yeğen Mehmed Paşa (19.7.1737-22.3.1739, bir yıl, üç ay, dört gün)

125. İvaz Mehmed Paşa (22.3.1739-23.6.1740, bir yıl, üç ay, iki gün)

126. Hacı Ahmed Paşa (23.6.1740-21.4.1742, bir yıl, dokuz ay, yirmi sekiz gün)

127. Seyyid Hasan Paşa (23.9.1743-9.8.1746, iki yıl, on ay, on altı gün)

128. Tiryaki Hacı Mehmed Paşa (9.8.1746-24.8.1747, bir yıl, on altı gün)

129. Seyyid Abdullah Paşa (24.8.1747-3.1.1750, iki yıl, dört ay, on gün)

130. Mehmed Emin Paşa (3.1.1750-1.7.1752, iki yıl, beş ay, yirmi dokuz gün)

131. Çorlulu Mustafa Paşa (1.7.1752-15.2.1755, 1.4.1756-11.1.1757, 1.11.1764-28.3.1765, dört yıl, dokuz ay, yirmi bir gün)

132. Nâilî Abdullah Paşa (18.5.1755-24.8.1755, üç ay, yedi gün)

133. Nişancı Bıyıklı Ali Paşa (24.8.1755-25.10.1755, iki ay, iki gün)

134. Mehmed Said Paşa (25.10.1755-1.4.1756, beş ay, yedi gün)

135. Koca Râgıp Paşa (11.1.1757-8.4.1763, altı yıl, iki ay, yirmi sekiz gün)

136. Hamza Hamid Paşa (8.4.1763-1.11.1763, altı ay, yirmi üç gün)

137. Muhsinzâde Mehmed Paşa (28.3.1765-7.8.1768, 11.12.1771-4.8.1774, altı yıl, dört gün)

138. Hamza Mâhir Paşa (7.8.1768-20.10.1768, iki ay, on dört gün)

139. Hacı Mehmed Emin Paşa (20.10.1768-12.8.1769, dokuz ay, yirmi üç gün)

140. Moldovancı Ali Paşa (12.8.1769-12.12.1769, dört ay, bir gün)

141. İvaz-zâde Halil Paşa (12.12.1769-25.10.1770, on ay, on dört gün)

142. Silahtar Mehmed Paşa (25.10.1770-11.12.1771, bir yıl, bir ay, on yedi gün)

143. İzzet Mehmed Paşa (4.8.1774-6.7.1775, 20.2.1781-25.8.1782; iki yıl, beş ay, altı gün)

144. Derviş Mehmed Paşa (6.7.1775-5.12.1777, bir yıl, altı ay)

145. Cebecizâde Mehmed Paşa (5.12.1777-1.9.1778, bir yıl, beş gün)

146. Kalafat Mehmed Paşa (1.9.1778-21.8.1779, on bir ay, yirmi gün)

147. Seyyid Mehmed Paşa (21.8.1779-20.2.1781, bir yıl, altı ay)

148. Hacı Mehmed Paşa (25.8.1782-31.12.1782, dört ay, altı gün)

149. Halil Hamid Paşa (31.7.1782-31.3.1785, iki yıl, üç ay)

150. Hazinedar Ali Paşa (31.3.1785-24.1.1786, dokuz ay, yirmi dört gün)

151. Koca Yusuf Paşa (24.1.1786-7.5.1789, 15.2.1791-4.5.1792; dört yıl, yedi ay, bir gün)

152. Kethüda Hasan Paşa (7.6.1789-3.12.1789, beş ay, yirmi altı gün)

153. Gâzi Hasan Paşa (3.12.1789-30.3.1790, üç ay, yirmi sekiz gün)

154. Şerif Hasan Paşa (30.3.1790-15.2.1791, on ay, on altı gün)

155. Melek Mehmed Paşa (4.5.1792-19.10.1794, iki yıl, beş ay, on altı gün)

156. İzzet Mehmed Paşa (19.10.1794-30.8.1798, üç yıl, on ay, on iki gün)

157. Yusuf Ziyâeddin Paşa (30.8.1798-24.4.1805, 1.1.1809-10.4.1811; sekiz yıl, on bir ay, dört gün)

158. Hâfız İsmâil Paşa (24.4.1805-14.11.1806, bir yıl, altı ay, yirmi gün)

159. İbrâhim Hilmi Paşa (14.11.1806-18.6.1807, yedi ay, dört gün)

160. Çelebi Mustafa Paşa (18.6.1807-28.7.1808, bir yıl, bir ay, on gün)

161. Alemdar Mustafa Paşa (28.7.1808-15.11.1808, üç ay, on sekiz gün)

162. Çavuşbaşı Memiş Paşa (15.11.1808-1.1.1809, bir ay, dokuz gün)

163. Aziz Ahmed Paşa (10.4.1811-5.9.1812, bir yıl, dört ay, yirmi beş gün)

164. Hurşid Ahmed Paşa (5.9.1812-1.4.1815, iki yıl, altı ay, yirmi yedi gün)

165. Rauf Paşa (1.4.1815-5.1.1818, 18.2.1833-2.7.1839, 8.6.1840-4.12.1841, 30.8.1842-28.9.1846, 26.1.1852- 5.3.1852; on dört yıl, dokuz ay, yirmi beş gün)

166. Derviş Mehmed Paşa (5.1.1818-5.1.1820, iki yıl, bir gün)

167. Seyyid Ali Paşa (5.1.1820-26.3.1821, bir yıl, iki ay, yirmi dört gün)

168. Benderli Ali Paşa (28.3.1821-30.4.1821, bir ay, üç gün)

169. Hacı Sâlih Paşa (30.4.1821-10.4.1822, bir yıl, altı ay, on gün)

170. Bostancıbaşı Abdullah Paşa (10.11.1822-10.3.1823, dört ay)

171. Turnacızâde Silahdar Ali Paşa (10.3.1823-13.12.1823, dokuz ay, dört gün)

172. Gâlip Paşa (13.12.1823-14.9.1824, dokuz ay, iki gün)

173. Selim Sırrı Paşa (14.9.1824-24.10.1828, dört yıl, bir ay, on gün)

174. İzzet Mehmed Paşa (24.10.1828-28.1.1829, 4.12.1841-30.8.1842; bir yıl, iki gün)

175. Reşid Mehmed Paşa (28.1.1829-18.2.1833, dört yıl, yirmi bir gün)

176. Mehmed Hüsrev Paşa (2.7.1839-8.6.1840, bir ay, yedi gün)

177. Reşid Paşa (28.9.1846-29.4.1848, 12.8.1848-26.1.1852, 5.3.1852-6.8.1852-23. 11.1854-2.5.1855, 1.11.1856- 6.8.1857, 22.10.1857-7.1.1858; altı yıl, on ay, on dokuz gün)

178. İbrâhim Sârim Paşa (29.4.1848-12.8.1848, üç ay, on üç gün)

179. Mehmed Emin Ali Paşa (6.8.1852-3.10.1852, 2.5.1855-1.10.1856, 7.1.1858-18.10.1859, 6.8.1861-22.11.1861, 11.2.1867-7.9.1871; sekiz yıl, üç ay, on dokuz gün)

180. Damad Mehmed Ali Paşa (3.10.1852-14.5.1853; yedi ay, on iki gün)

181. Mustafa Nâilî Paşa (14.5.1853-10.7.1853, 10.7.1853-29.5.1854, 6.8.1857-22.10.1857; bir yıl, üç ay, dört gün)

182. Kıbrıslı Emin Mehmed Paşa (29.5.1854-23.11.1854, 18.11.1859-24.12.1859, 28.5.1860-6.8.1861; bir yıl, on ay, on bir gün)

183. Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa (24.12.1859-28.5.1860, 5.6.1866-11.2.1867, 19.10.1872-15.3.1873, 12.5.1876- 19.12.1876, 28.5.1878-4.6.1878; iki yıl, yirmi üç gün)

184. Keçecizâde Fuâd Paşa (22.11.1861-5.12.1863, 1.4.1863-5.6.1866; dört yıl, bir ay, on yedi gün)

185. Yusuf Kâmil Paşa (5.1.1863-1.6.1863, dört ay, yirmi yedi gün)

186. Mahmud Nedim Paşa (7.9.1871-31.7.1872, 26.8.1875-12.5.1876; bir yıl, yedi ay, on bir gün)

187. Midhat Paşa (31.7.1872-19.10.1872, 19.12.1876-5.2.1877; dört ay, altı gün)

188. Ahmed Esad Paşa (15.2.1873-15.4.1873, 26.4.1875-26.8.1875; beş ay, yirmi sekiz gün)

189. Mehmed Rüşdü Paşa (15.4.1873-15.2.1874, on ay)

190. Hüseyin Avni Paşa (15.2.1874-26.4.1875, bir yıl iki ay, dokuz gün)

191. İbrâhim Edhem Paşa (5.2.1877-11.1.1878, on bir ay, dört gün)

192. Ahmed Hamdi Paşa (11.1.1878-4.2.1878, yirmi dört gün)

193. Ahmed Vefik Paşa 4.2.1878-18.4.1878, 1.12.1882-3.12.1882; iki ay, on bir gün)

194. Mehmed Sâdık Paşa (18.4.1878-28.5.1878, bir ay, on gün)

195. Mehmed Esad Safvet Paşa (4.6.1878-4.12.1878, altı ay)

196. Tunuslu Hayreddin Paşa (4.12.1878-29.7.1879, yedi ay, yirmi altı gün)

197. Ahmed Ârifi Paşa (29.7.1879-18.10.1879, iki ay, yirmi gün)

198. Mehmed Said Paşa (18.10.1879-9.6.1880, 12.9.1880-2.5.1882, 12.7.1882-1.12.1882, 3.12.1882-25.9.1885, 8.6.1895-2.10.1895, 9.11.1901-14.1.1903, 22.7.1908-5.8.1908, 30.9.1911-31.12.1911, 31.12.1911-22.7.1912; yedi yıl, bir ay, yirmi dokuz gün)

199. Mehmed Kadri Paşa (9.6.1880-12.9.1880; üç ay, üç gün)

200. Nureddin Paşa (2.5.1882-12.7.1882, iki ay, on bir gün)

201. Kâmil Paşa (25.9.1885-4.9.1891, 2.10.1895-7.11.1895, 5.8.1908-14.2.1909, 29.10.1912-23.1.1913, altı yıl, dokuz ay, yirmi gün)

202. Ahmed Cevad Paşa (4.9.1891-8.6.1895, üç yıl, dokuz ay, dört gün)

203. Halil Rifat Paşa (7.11.1895-9.11.1901, altı yıl, iki gün)

204. Mehmed Ferid Paşa (14.1.1903-22.7.1908, beş yıl, altı ay, sekiz gün)

205. Hüseyin Hilmi Paşa (14.2.1909-14.4.1909, 5.5.1909-12.1.1910; on ay, altı gün)

206. Ahmed Tevfik Paşa (14.4.1909-5.5.1909, 11.11.1918-13.1.1919-4.3.1919, 21.10.1920-4.11.1922; iki yıl, dört ay, yirmi dokuz gün)

207. İbrâhim Hakkı Paşa (12.1.1910-30.9.1911, bir yıl, sekiz ay, on dokuz gün)

208. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa (22.7.1912-29.10.1912, üç ay, sekiz gün)

209. Mahmud Şevket Paşa (23.1.1913-11.6.1913, dört ay, on dokuz gün)

210. Said Halim Paşa (11.6.1917-14.2.1917, üç yıl, yedi ay, yirmi üç gün.

211. Talat Paşa (4.2.1917-14.10.1918, bir yıl, sekiz ay, sekiz gün)

212. Ahmed İzzet Paşa (14.10.1918-1.11.1918, yirmi sekiz gün)

213. Damad Mehmed Ferid Paşa (4.3.1919-2.10.1919, 5.4.1920-21.10.1920; bir yıl, bir ay, on beş gün)

214. Ali Rızâ Paşa (2.10.1919-8.3.1920, beş ay, yedi gün)

215. Hulûsi Sâlih Paşa (8.3.1920-5.4.1920, yirmi sekiz gün)

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Şehremini

Osmanlı Devletinde İstanbul’daki saray ve devlete âit binâların bakımı ve tâmiriyle uğraşan ve saraylara gerekli olan şeyleri satın alan kimse.

Şehremininin yukarıdaki hizmetlerinden başka, sarayların vekilharçlığı, hastahâne arabalarının tâmiri, surre alayında lâzım olan mühimmâtın tedâriki, enderûnun bâzı ihtiyaçlarının temini ve îcâbında bunların tâmiri, nakliyat ambalajlarının yapılması gibi görevleri vardı. Ayrıca sarayın ve içoğlanlarının bâzı ihtiyaçlarının alınması, hassa ve dârüssaâde ağası matbahına her sene verilmesi lâzım gelen lüzumlu malzemelerin temini ve her sene eski saraya verilen bâzı âletlerin tedâriki gibi görevleri de bulunuyordu.

Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, şehremini, teşrifâtta defteremininden sonra ve reisülküttâptan önce gelirdi. Terfi ederse, defterdâr olurdu. Genellikle dîvân-ı hümâyûn hocalarından seçilen şehreminlerinin muayyen maaşları vardı. On beşinci yüzyıl ortalarında yevmiyeleri yüz yirmi akçeydi.

Şehreminlerinin emrinde su nâzırı, kireççibaşı, ambar müdürü, ambar kâtibi, sermîmar ve tâmirât müdürü gibi görevliler vardı. Şehremini dâiresi sarayın birinci avlusunda, yâni Bâb-ı Hümâyûnla orta kapı arasındaki sâhanın solunda bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn toplantılarında şehreminleri dîvâna gelip diğer eminlerle berâber dışarda muayyen bir yerde otururlar, kendilerinden bir şey sorulacak veya bir emir verilecekse dîvâna çağrılıp mütâlaaları alınır ve icâb eden tebligât yapılırdı.

On yedinci asrın ikinci yarısında, saray mühimmâtı ve enderûn hademeleriyle eski saray hademelerinin yiyecek ve içecekleri ve bâzı tâmirât ve inşaat için şehreminine senede 6900 kese akçe veriliyordu. On sekizinci asırda ise, şehremini mâliyeden senede 850.000 kuruşluk bir tahsisât almaktaydı.

Zaman zaman resmî binâların inşâ ve tâmirlerinde şehreminiyle mîmârbaşıların berâber çalışmaları aralarında ihtilâfa sebep olurdu. Bu sebeple 1831 yılında her iki vazîfe, yâni şehreminliğiyle mîmarbaşılık birleştirilerek Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü ihdâs edilmiş ve şehreminliği kaldırılmıştır.

Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü 1849 yılına kadar müstakil, bu târihten 1856 yılına kadar da Ticâret ve Nâfiâ Nezâretine bağlı olarak görevini yürüttü. Bu târihten îtibâren ise, şehrin temizliğini sağlamak ve güvenliğini korumak üzere kurulan şehremânetine bağlandı. Bu teşkilât başlangıçta, bir şehremininin başkanlığında iki yardımcıyla İstanbul halkının ve esnafının ileri gelenlerinden kurulu, karma bir şehir meclisinden meydana gelmekteydi. Sonradan bu kuruluşun şeklinde bâzı değişiklikler yapıldı. 1867’de uygulanan teşkilât ve usûllerle bugünkü belediyeciliğin ilk temelleri atılmış oldu. Devletin her şehir ve kasabasında; şehremâneti denilen belediye teşkilâtı kuruldu. Nihâyet Cumhûriyet devrinde kabul edilen bir kânunla şehremâneti tâbiri kaldırıldı (1930).

Sekbanlar

Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad. Sekban teşkilâtı, Sultan Birinci Murâd zamânında pâdişâhın av maiyeti olarak mevcuttu.

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar bağımsız bir teşkilât olan sekban ocağı, 1451’de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itâatsizlik eğilimini kırmak için Fâtih’in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı. O zaman sayıları, altı-yedi bin civârındaydı. Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu.

Yavuz Sultan Selim Han devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını teşkil ettiler. Piyâde ve süvârî sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri tedârik ederler, sekban fırınında çalışırlardı. Harp zamânında, diğer yeniçerilerle birlikte muhârebeye giderlerdi.

Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu. Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul’da bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, şehrin inzibâtına nezâret ederdi. 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilerine sekbanlardan bir miktar muhâfız verildi. Bunlar, eyâletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler. Sekbanlık da, 1826’da yeniçeri ocağının ilgâsıyla kaldırıldı.

Şeyhülislâm

En yüksek dereceli müftî. Fetvâ müessesesinin başkanı. Ulemânın reisi. Kendisine sorulan dînî meseleler ve suâlleri fetvâ ile çözüme kavuşturan kimse.

İslâmiyetin ilk yıllarında fetvâ işlerine bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bakarlardı. Peygamberimizin vefâtından sonra dört halîfe devrinde İslâmiyetin yayılması ve sınırların genişlemesi sebebiyle işler çoğaldı. Bu yüzden halîfeler fetvâ işlerine bakacak kimseler tâyin ettiler. Bunlara önce müftî, Hicrî dördüncü asırdan sonra da şeyhülislâm denildi. Fetvâ işlerinin âlimlere verilmesi durumu, Emevî, Abbâsî ve Selçuklular zamânında da sürdürüldü.

Osmanlılarda fetvâ vermekle vazîfeli ilk zât, Osman Gâzinin kayınpederi Şeyh Edebâlî’dir. Onun vefâtı ile talebesi Dursun Fakih, Osmanlılara müftî (şeyhülislâm) olmuştur. Devletin kuruluş devirlerinde müftîlik-kâdılık ve müderrisliğin aynı şahısta toplandığı oldu. Meselâ Hızır Bey ve Molla Hüsrev hem kâdı hem de müftî idiler.

Osmanlılarda ilmiye sınıfına dâhil olan müftîlere reîs-ül-ülemâ ve müftî-yül-enâm gibi ünvânlar da verilmişti. Yavuz Sultan Selim Han zamânında (1512-1520) şeyhülislâmdan Ahmed ibni Kemâl Paşaya Müftî-yüs-sekaleyn (insan ve cinlere fetvâ veren) ünvânı verilmişti. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânına (1520-1566) kadar şeyhülislâmlık tevcihinde uyulması zarûrî bir kânun yokken, Ebüssü’ûd Efendinin hazırladığı bir düstûr (kânun)la Rumeli kazaskerliğinden sonra terfî edilen bir makam hâline geldi. Pek nâdir olarak Anadolu kazaskerlerinden de şeyhülislâmlar görüldü.

Yine bu devirden (1574) îtibâren, şeyhülislâmlar ilmiye sınıfının başkanı oldu ve bütün kâdılar, müftîler ve müderrisler onun emrine verildi.

Şeyhülislâmları bizzât pâdişâh tâyin ederdi. Şeyhülislâmlığa getirilen zâtı, saraydan gelen on beş kadar görevli evinden alarak Paşa kapısına, sadrâzama götürürlerdi. Oradan saraya gelip pâdişâh huzûruna çıkarlardı. Pâdişâh, dîne ve ilme duyduğu saygıdan dolayı şeyhülislâm adayını ayakta karşılardı. Sonra, namzede, kendisini şeyhülislâm tâyin edeceğini söylerdi. O da kabul ederse şeyhülislâmlara mahsus ferve-i beydâ denilen beyâz çuhaya kaplı erkân samur kürk giydirmek sûretiyle tâyin muâmelesini yapar ve aynı sûretle onunla berâber huzurda bulunan sadrâzama da samur hil’at giydirir ve avdetlerine müsâde ederlerdi.

Bu sûretle saraydan çıkan sadrâzamla şeyhülislâm alayla at başı berâber Bâbıâlîye gelirler, bir müddet oturup; kahve, şerbet, gülsuyu ve buhur ikrâm edilir ve bu sırada Bâbıâlîdeki hükûmet erkânı şeyhülislâmı tebrik ederlerdi.

1826 yılına kadar şeyhülislâmların müstakil dâireleri yoktu. Kendi evlerinde veya uygun bir konakta vazîfelerini yerine getirirlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Hanın yeniçeri ocağını kaldırmasından sonra, Süleymâniye Câmii yakınındaki Ağakapısı, şeyhülislâmlara dâimî ikâmet olarak verildi. Burası şeyhülislâm kapısı olarak meşhur oldu. 1836’dan îtibâren bu binâya kazaskerlerle İstanbul kâdısı da nakledildi.

Şeyhülislâmlar, dîvân-ı hümâyûn âzâsı olmamakla berâber, dînî bir meselenin halli veya düzeltilmesi gerektiğinde dîvâna dâvet edilir ve görüşleri alınırdı. Yine harp ve sulhe karar verilebilmesi için şeyhülislâmın tasdîki gerekirdi. Seferlerde pâdişâh nerede bulunursa, şeyhülislâmlar da orada bulunur, çadırlarının önüne vezirler gibi üç tuğ dikilirdi. Fakat sadrâzamın serdâr-ı ekrem olduğu seferlere şeyhülislâm katılmazdı.

Şeyhülislâmların en önemli vazîfesi fetvâ vermekti. Çünkü bunlar en büyük müftî kabul edilirdi.

Şeyhülislâmların; çuhadar, telhisçi, kethüdâ ve sâire gibi maiyetinden başka, başlarında fetvâ emîni bulunan ve pek mühim bir dâire olan fetvâ kalemi vardı. Bu dâirede müsevvid, mübeyyiz, mukâbeleci, kâtip, mühürdâr ve müvezziler bulunurdu. Fıkıh, yâni İslâm hukûkuna iyice vukûfu olanlardan tâyin edilmesi îcâb eden fetvâ emîni, fetvâ kaleminin başta gelen âmiriydi. Bu zât, istenilen fetvâyı mûteber fıkıh kitaplarından bulur ve bunun maiyetinde olan yirmi kadar kâtip de fetvâları kâğıda geçirirlerdi. Daha sonra bu, fetvâ emîni tarafından görülür ve mübeyyiz tarafından beyâza çekilerek, şeyhülislâma takdim olunurdu. Şeyhülislâm bunu tedkik eder, ta’lik kırması denilen kendi el yazısıyla cevap kısmını imzâlardı. Bundan sonra müvezzî isimli memur bu fetvâyı mahalline verirdi.

Fetvâ, herhangi bir şeyin (umûmî ve husûsî, dînî veya hukûkî) İslâmiyete uygun olup olmadığını bildirmek demekti. Umûmî hukûka (Hukûk-ı umûmiyeye) âit fetvâların alınması hükûmete âitti. Bunlar da harp îlânı, sulh akdi, askerî kânun tebdili, ıslâhât icrâsı, gayr-i müslim tebeanın isyânı, şakâvette bulunanların (âsîlerin) katli gibi fetvâlardı. Husûsî hukûka (Hukûk-ı husûsiyyeye) dâir olan fetvâlar, dokuz parmak uzunluğunda ve dört parmak genişliğinde bir kâğıda ince harflerle yazılırdı. Meselenin az ve çok, ehemmiyetine göre, verilecek cevap kısaca; vardır veya yoktur, olur veya olmaz, gelir veya gelmez, meşrûdur veya meşrû değildir, câizdir veya câiz değildir şeklinde olurdu. Bâzan da verilen cevap îzâh edilirdi. Fetvâlar, Hanefî mezhebi imâmlarının kavillerine (ictihâdlarına) göre verilirdi.

Şeyhülislâm dâiresinde bulunan kethüdâ, şeyhülislâmın siyâsî ve iktisâdî işlerinde ve şeyhülislâmın nezâretinde bulunan vakıf muâmelelerinde onun vekîli olup, nâmına hareket ederdi.

Telhisçi, şeyhülislâmın hükûmet nezdindeki memuru olup, dînî işlere ve kânunlara âit muâmelelerde hükûmetle temas ederdi. Şeyhülislâmın müderrisleri tâyinleri ve diğer hususlar bunun vâsıtasıyla ve reîsülküttâbın delâletiyle vezîriâzama arz olunurdu.

Mektupçu, şeyhülislâmın dîvân efendisi veya mühürdâr, şimdiki ismiyle yazı işleri müdürüydü. Meşîhattan (şeyhülislâmlık makâmından) çıkan yazılar, tâyin rüûsu ve beratlarıyla icâzetnâmelerin yazıldığı dâireden bu sorumluydu. Şeyhülislâmın mührü de mühürdârda bulunurdu.

Osmanlı donanmasının Haliç’ten denize çıkmak zamânı gelince, reîsülküttâb efendi vâsıtasıyla dâvet edilen şeyhülislâm Yalı köşküne gelir ve pâdişâhla berâber teşyî merâsiminde bulunurdu. Ayrıca şehzâde ve sultan hanımların doğumları münâsebetiyle yapılan tebriklerde, sultanların nişan ve nikâh merâsiminde şeyhülislâmlar da bulunur ve sultanın nikâhını kıyarlardı. Pâdişâh ve şehzâde vefâtlarında da bunların cenâze namazlarını şeyhülislâmlar kıldırırdı.

Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsil aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. Bu durum, şeyhülislâmlığa verilen değeri gösterdiğinden önemlidir. Osmanlı şeyhülislâmlarından bir kısmı verilen fetvâları toplamış ve kitap hâline getirmişlerdir. Bunlardan bâzıları basılmış, basılmayanlar da muhâfaza edilmiştir.

Osmanlı Devletinin kuruluşundan îtibâren görülen şeyhülislâmlık makâmı, cumhûriyetin îlânından sonra kaldırılmıştır.

Şirket-i Hayriye

Boğazdaki yolcu nakliyâtı için yurdumuzda kurulan ilk anonim şirket.

Eskiden Boğaziçinin iki yakasında yolcu taşıma birbirinden güzel kayıklarla yapılırdı. Osmanlı oymacılık sanatının ince örnekleriyle süslü piyâde, pazar kayığı, iki çifte, üç çifte vs. adları taşıyan kayıkların ilk ve sonbaharda müşterileri çok olurdu. Gemiler sefere konunca zamanla kayıklar önemini kaybetti.

Şirket-i Hayriye 1850 yılında sermâyesi, her biri üçer bin kuruş olan 2000 hisse senediyle kuruldu. Sultan Abdülmecid Hanın emriyle devlet ileri gelenleri, nâzırlar, zenginler ve halk bu hisse senetlerini satın aldılar. Vâlide Sultanın 50, Abdülmecid Hanın 100 hisse aldığı, eserlerde kayıtlıdır. Kuruluşu bittikten sonra altı yıl süreyle Antuvan Kalaycıyan ve Agop Bilezikçiyan adındaki iki tüccara ihâle edildi. Fakat bu süre tamamlanmadan 1854’te mukâvele feshedilerek şirket adına çalıştırılmaya başlandı.

İngiltere’deki Robert White fabrikasına ısmarlanan altı vapur 1853 yılında geldi ve seferlere başladı. Bu vapurların tahmini mâliyetleri sekiz bin altın civârındaydı. Yeni vapurlara; Rumeli, Trakya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş adları verildi. Halkın bu vapurlara rağbeti neticesinde 1858 yılında İstinye, Mîrgûn, Anadolu, 1859 yılında Kandilli, Beykoz, Sudaver adı konan vapurlar satın alınarak hizmete kondu. Altmış beygir gücünde olan vapurların elektrik ve kaloriferi yoktu. Kamaralarda soba yakılarak ısıtılırdı.

Şirket-i Hayriye vapurlarında öğrenci, memur ve siviller için ayrı ücret târifeleri uygulanıyordu. Yedi yaşından küçük çocuklardan ücret alınmazdı. 1860 yılındaki Şirket-i Hayriye yolcu târifesine göre İstanbul’dan Kandilli’ye hizmetçisiyle gidecek bir şahsın aylık ödeyeceği ücret 250 kuruştu. Uzak iskeleler için böyle iki kişinin ödediği aylık ücret ise 300 kuruştu.

Şirket, 1868’de İngiltere’den getirttiği bir arabalı vapurla Kabataş-Üsküdar arasında seferlere başladı. Çalışma sahasını gün geçtikçe genişleten Şirket-i Hayriye, İzmit’ten sonra 1904’te Tekirdağ’a da vapur işletmeye başladı. Cumhûriyet kurulduktan sonra da faaliyetine devam eden şirket, 19 Haziran 1944’te, üyelerini olağanüstü bir toplantıya çağırdı. Bu toplantıdan sonra, şirketin Ulaştırma Bakanlığına devri kararlaştırıldı. Alınan karar gereğince, 12 Mayıs 1944 târihinden îtibâren Ulaştırma Bakanlığına devredildi. Böylece 94 yıllık bir geçmişi olan Şirket-i Hayriye, fiilen 1 Temmuz 1944’ten îtibâren Deniz Yolları İdâresine geçmiş oluyordu. Bu gemiler, uzun zaman deniz yollarında kullanıldıktan sonra, daha modernleriyle değiştirildi.

Solaklar

Subaşı

Türk-İslâm devletlerinde askerî bir unvan.

Subaşı, Büyük Selçuklularda çok önemli bir unvân olup, başkomutan yardımcısı, vekili olarak başkomutanlığı üstlenen kişi bu unvânla anılırdı. Türkiye Selçuklularında timarlı sipâhînin mühim vilâyet merkezlerindeki kumandanlarına subaşı denilirdi. Bunlar vilâyet merkezlerinde bulunup hem o mıntıkaların emniyet ve âsâyişiyle meşgûl olurlar ve hem de muhârebe zamanında kazâ, nâhiye ve köylerdeki timarlı sipâhîye kumanda ederlerdi.

Osmanlı Devletinin kuruluşunda subaşılık kâdılıktan sonra gelen bir makamdı. Osman Gâzi, Karahisar’ı fethettikten sonra kardeşi Gündüz Beyi subaşı olarak atayarak, şehrin îmârıyla vazîfelendirmişti. Devletin hudutlarının genişlemesiyle subaşılar büyük merkezlerin idârecisi olarak önem kazandılar. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u alınca, Süleymân Beyi şehre subaşı tâyin etti. Onun vazifesi şehrin tâmir ve îmâr işleriyle ilgilenmekti. Yine Fâtih döneminde subaşılık mîrî subaşı (şehir subaşısı) ve timar subaşısı olarak ikiye ayrıldı. Mîrî subaşılar, gündüzleri kol gezerek çarşı pazar, mahalle aralarının temizliğine bakar, bozulmuş kaldırımların tâmiri, oturulamayacak binâların yıktırılarak yaptırılması için mimarbaşına haber verirdi. Ayrıca geceleri teftiş ve arama çalışmaları da yapardı. Kadının verdiği hükümlerin infazı da subaşıya âitti.

Timar subaşısı ise sancak beyinin yardımcısı olarak sancak merkezine bağlı kazâ ve nâhiyelerde görev yapardı. Timar subaşılarına geçimlerini karşılamak üzere dirlik verilir ve bunlar öteki timarlı sipâhîlerin her türlü haklarından da faydalanırlardı.

Kendine has giyimi ile diğer vazîfelilerden ayrılan subaşı, sırtına sarı çuhadan biniş, ayağına mavi şalvar, başına beyaz tülbentten yapılmış başlık ve ayağına sarı yemeni giyerdi.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
T

Teşrifatçılık
Osmanlı Devletinde çeşitli merâsimler esnâsında, protokol işlerinin görülmesi.

Teşrifât, resmî günlerde devlet rical ve memurlarının bulunacakları sıra ve sınıflar demektir. Arapça teşrifin çoğuludur. Günümüzde protokol olarak kullanılmaktadır. Bu işi yapana, teşrifâtçı, teşrifâti veya teşrifâtî-i dîvân-ı hümâyûn denirdi.

Teşrifâtçılığı ilk önce Kânûnî Sultan Süleyman Han kurmuştur. Teşrifâtçı, Dîvân-ı hümâyûna bağlı olup, burada yapılan merâsimlerin protokol kurallarına göre icrâ edilmesini sağlardı. Resmî gün ve merâsimlere katılacak olan dâvetlilere, teşrifât dâiresince dâvet tezkiresi yazılırdı. Merâsimin hangi gün ve saatte olacağını gösteren teşrifât defterleri vardı. Başta pâdişâh ve sadrâzam olmak üzere diğer devlet erkânının ayrı ayrı teşrifat defterleri bulunurdu.

Pâdişâhın cülusu, bayram tebrikleri, donanmanın denize inmesi, Mısır hazînesinin gelmesi, tâyin olanlara hil’at giydirilmesi vs. gibi merâsimlerden teşrifâtçı sorumluydu.

Teşrifâtçının emrinde bir teşrifât kalemi olup, kendisi bu kalemin şefiydi. Bu kalemde sırasıyla, teşrifât kesedârı, teşrifât halîfesi, kaftancıbaşı ve teşrifât kesedârı yamağı bulunurdu. Teşrifât halîfesi ve kesedârı, teşrifâtçının muâvinlerinden olup, merâsimlerin bütün sicillerini korumakla görevliydiler. Kaftancıbaşıysa, pâdişâh veya sadrâzamın huzurlarına kabul ettiklerine giydirecekleri hil’atleri muhâfaza ederdi.

Sultan Üçüncü Ahmed Han zamânında Dîvân-ı hümâyûndan paşa kapısına nakledilen teşrifâtçılık eski önemini burada da muhâfaza etmiştir. Bundan dolayı teşrifâtçı üzeri menekşe ipek kumaşla dikili üst kürkü giyerdi. Halbuki bu kürkü sadrâzamın maiyeti olan amedci ve kethüdâ beyin maiyeti dahi giyemezlerdi.

Timar
Osmanlı Devletinin; geçimlerine ve hizmetlerine âit masrafları karşılamak üzere bir kısım asker ve memurlara, muayyen bölgelerde, kendi nâm ve hesaplarına tahsil selâhiyetiyle birlikte tahsis etmiş olduğu vergi kaynaklarına verilen umûmî isim. İktâ ve dirlik diye de terminolojide anılır. Bu sistemde arâzî, timar verilen kimsenin mülkü değildir. Timar sâhibi (sâhib-i arz), arâziyi, reâyâya (vergi vermekle mükellef olan vatandaşa) işletmek üzere verir, mahsûlden ve reâyânın şahsından devletin alacağı vergileri toplar.

Timar müessesesi, yâni eski İslâm devletlerinde kullanılan ismiyle iktâ; sünnet, icmâ ve Hulefâ-i Râşidînin tatbikatıyla sâbittir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem devrinde görülen bu uygulama Emevîler ve Abbâsîler zamanlarında da devâm edip, fethedilen topraklar, çeşitli şahıslara verildi. Abbâsîler zamânında askerî hizmetlerin Türkler eline geçmesinden sonra, Türk kumandanlar, maiyetlerindeki askerlerin masraflarına karşılık, kendilerine iktâ olarak verilen yerlerin gelirlerini topladılar. İktânın bu şekilde askerî bir mâhiyet almasından sonra bu sistem diğer İslâm memleketlerinde de kullanıldı. Asker, Gazneliler ve Büveyhîlerde maaşlı olmasına rağmen, maaş verilemediği zamanlar kumandanlar, muayyen bir mıntıkanın devlete âit vergilerini toplamakla vazîfelendirilirler; topladıkları vergiler de senelik olarak kendilerine tahsis edilirdi. Selçuklular, sistemi geliştirip bundan farklı bir iktâ usûlü ortaya koydular. İdâreleri altındaki yerlerde, mal toplayıp dağıtmak ve maaş vermek yerine, bir veya birkaç köyü askere iktâ olarak verdiler. Yâni ilgili köylerdeki halkın devlete vereceği vergiler o mıntıkadaki askere tahsis edildi.

Türkiye Selçuklu Devletinin yıkılmasından sonra kurulan Osmanlı Devletinde iktâ usûlünün daha gelişmiş bir şekli olan ve timar adı verilen sistemin uygulanmasına, Osman Gâzinin fetihleriyle başlandı. Fethettiği arâziyi timar olarak askerlerine dağıtan Osman Gâzi, Karacahisar’ı da oğlu Orhan Gâziye verdi ve:

“Timarların sebepsiz yere sâhiplerinden geri alınmaması, timar sâhibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikâl etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi.” gibi şartlar koydu.

Orhan Gâzi zamânında da bir takım kumandanlar sınıra yerleştirilerek kendilerine timar verildi. Rumeli fütûhâtı başladıktan sonra Gelibolu havâlisi Yâkub Ece ile Gâzi Fâzıl’a verilerek timar sistemi Trakya’da uygulanmaya başlandı.

İlk teşkilâtlanma safhasını Murâd-ı Hüdâvendigâr Han zamânında tamamlayan timar sistemi gelişiminin zirvesine Kânûnî Sultan Süleymân Han zamânında ulaştı. Kânûnî, mîri arâzi ve timar sistemlerine âit hukûku belirleyen kânunlar koydu. Beylerbeyinin timar verme haklarını da sınırlayarak tezkereli ve tezkeresiz timar ayrımını ortaya çıkardı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın yaptığı düzenlemeler sonunda timarlı sipâhîlerin ve cebelülerin miktarı 200.000’e kadar çıktı.

Osmanlı Devletinde timar sâhibi, sâhib-i arz ismini de taşımış olmasına rağmen ne timar dâhilindeki toprakların, ne de bu toprakları işleyen köylünün toprak sâhibine veya devlete vermekle mükellef bulunduğu hak ve resimlerin (vergilerin) mülkiyetine sâhip değildi. Ancak muayyen hizmetleri yaptığı müddetçe, devlete âit çeşitli vergileri kendi nâm ve hesâbına toplamak hakkından faydalanabiliyordu. Bu hak görülen vazîfeye bağlı bir maaş mahiyetinde olup, timar sâhibinin mülkiyetine giren bu sıfatla satılması, vakfedilmesi veya mîras olarak vârislerine bırakılabilmesi mümkün olan bir gelir mülk durumunda değildi. Gerçi timar sâhibinin ölümü halinde devlet, sipâhînin hizmete yarar evlâtlarından bir veya birkaçına timar vermeyi prensip olarak kabul etmiş bulunuyordu. Fakat bu şekilde sipâhînin çocuklarına verilen timar, ölen babanın timarı olmadığı gibi, kıymet îtibâriyle de aynı değildi.

Sipâhî timarının kılıç tâbir edilen ve sipâhîlik hizmetine giren herkes için bir başlangıç kadro maaşı olarak kabul edilen çekirdek kısmı vardı. Bu kısmın, sipâhînin, zamanla göstereceği yararlıklara göre yapılacak terakkî zamlarıyla büyümesi mümkündü. Fakat sipâhînin ölümü hâlinde oğullarına babalarının timarının ancak kılıç (çekirdek) kısmı verilebilir ve bu başlangıç gelirine vaktiyle diğer timarlara dâhil yerlerin gelirlerinden çıkarılan, hisseler hâlinde yapılmış olan zamlar geri alınırdı. Böylece yararlılığı görülen timar sâhiplerine yapılan zamlar bu sûretle açığa çıkmış olan gelirlerden temin edilirdi. Bu uygulama ile timar arâzisinin zamanla türlü fırsatlardan faydalanılarak büyütülmüş olan şekilleriyle bir âile mülkü hâlinde nesiller boyunca aynı soydan gelen kimseler elinde kalması önlenirdi.

Has ve zeâmet şeklindeki büyük timarlarsa, kişi yerine makâma verilirdi. Bunların sâhipleri olan vezir ve beyler sık sık değişmekte olduğundan, değişen sâhiplerinin bu timarlarla âilevî bir münâsebet ve yakın bir alâka tesis etmeleri imkânsızdı.

Her timar sâhibinin bir kılıç yerine tâyin edilmiş olması lâzımdı. Babalarının timarı müşterek bir beratla iki kardeşe verilme hâlleri hâriç, bir kılıç yerine iki kişi tâyin edilemezdi. Daha büyük bir timar vücûda getirmek için iki kılıç yeri bir kişiye verilmez, bu sûretle tımar kadrolarında daraltma yapılamazdı.

Hayatta olan timar sâhiplerinin oğullarına dirlik verilmesi âdet değildi. Ama ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle hizmet kudreti kalmayan sipâhî, yetişmiş ve hizmete yarar oğluna timarını devredebilirdi. Bu takdirde de timarın ancak kılıç kısmı oğula intikâl ederdi. Yalnız atadan ve dededen ocak ve kadîm-i yurt (eski yurt) olan mülk timarlar istisnâ teşkil eder, bunların bütünlüğü bozulmazdı.

Babasının ölümüyle timar sâhibi olmaya hak kazanan bir çocuk, sefere gidebilecek yaşa geldiği hâlde, yedi yıl timar talebinde bulunmazsa, her türlü hakkını kaybetmiş olurdu. Babaları timarından kendilerine timar verilmiş olan sipâhî oğulları eskiden on yaşına gelinceye kadar sefer zamânı yerlerine bir cebelü gönderebilir ve ancak on yaşından sonra bizzat kendilerinin gelmesi îcâb ederken, seferlerin uzaklarda yapılmaya başlanmasıyla bu yaş haddi on altıya çıkarılmıştı.

Timar her ne kadar belli bir hizmet karşılığında timar sâhibinin devlete âit vergileri kendi hesâbına toplaması demekse de, timarların nevilerine göre timar sâhibinin devlete karşı olan mükellefiyetleri değişmektedir. Devlete karşı olan mükellefiyetleri açısından, timarlar beş kısımda incelenebilir.

1. Arâzinin mülk olarak verilip verilmediğine göre: a) Mülk timarlar: Bu tür timarlarda devlet, türlü hak ve vergi (resim)leri toplama yetkisini timar sâhibine bütün hayâtı boyunca ve ölümünden sonra da mîrâsçıları tarafından tam bir mülk olarak tasarruf edilebilecek bir gelir hâlinde bırakmış bulunmaktadır. Bu gibi haklar vaktiyle devletten bir mülk olarak satın alınmış yâhut fevkalâde durumlarda bir hizmete bağlı olmayarak bağışlanmış serbest mülkler olduğu hâlde zamanla devlet tarafından askerî hizmet şartı koyulmuştur.

Mülk timarlarının sâhipleri sefere bizzat gitmek veya mükemmel silâhlanmış bir miktar asker (cebelü) göndermek mecbûriyetindedirler. Eğer bu tip timar sâhipleri sefere bizzat gelmezler veya yerlerine cebelü göndermezlerse, diğer timarlar gibi dirlikleri ellerinden alınıp bir başkasına verilmez, sâdece timarın bir yıllık gelirine devlet tarafından el konulurdu. Sâhipleri ölünce de bu tip timarlar bütünüyle erkek evlâda verilir, erkek evlâd olmadığı takdirde, erkek veya kadın diğer mîrâsçılara intikâl ederdi. Onlar da hisseleri nispetinde gönderilecek cebelülerin masraflarına iştirak ederlerdi. Bu gibi timarlar, diğer mülkler gibi serbestçe alınıp satılabilir ve aynı mükellefiyetlerle vakfedilebilirdi.

b) Mülk olmayan timarlar: Bu tip timarlarsa hizmet karşılığı timarın gelirlerinin bir kısmının tahsîsi sûretiyle verilen timarlardır ki, Osmanlı Devletinde timarların çoğu bu türdendi. Bunlar timar sâhibine mülk olarak verilmediğinden satılamaz, vakfedilemez, mîras bırakılamazdı.

2. Arâzinin gelirine göre: a) Has: Senelik geliri 100.000 akçe ve daha fazla olan timarlara denirdi. Pâdişâha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı. Haslar, pâdişâhtan başka hânedâna mensup kişilere, vezirlere, beylerbeylerine, sancakbeylerine, defterdârlara vs. verilirdi. Pâdişâh ve hânedâna mensup olmayanlara verilen haslar makâma mahsus olduğundan, vazîfede bulundukları süre içinde kendilerine âitti. Azillerinde veya ölümleri hâlinde bu dirliği kaybederlerdi.

Haslar voyvoda denilen kimseler vâsıtasıyla idâre edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sâhibine âit olup, köylü zirâat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sâhibi gelirlerinin her 5000 akçesi için devlete bir cebelü adı verilen atlı, zırhlı ve silâhlı bir asker beslemek zorundaydı.

b) Zeâmet: Senelik geliri 20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olan dirliğe denirdi. Zeâmetler, eyâlet merkezlerinde bulunan hazîne ve tımar defterdârlarına, zeâmet kethüdâlarına, sancaklardaki alay beylerine; kale dizdârlarına, kapucu başılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazîne-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca timar sâhipleri büyük hizmetlerde bulundukları zaman, terakki (zam) alarak zeâmet sâhibi (zâim) olabilirdi. Zâimler hayatta oldukları müddetçe ellerinden alınmazdı. Zâimler de haslardaki gibi ilk beş bin akçesi hâriç, sonraki her 5000 akçe gelir için bir cebelü beslemek mecburiyetindeydiler. Zeâmetlerin 50.000 akçeden yukarı olanlarına ağır zeâmet adı verilirdi.

Zeâmet sâhipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdâhale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancak beylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı zaman da, kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı. Zeâmetin bâzan birkaç kişiye müşterek olarak verildiği de olurdu.

c) Timar: Senelik geliri 2000 akçeden başlıyarak 20.000 akçeye kadar olan dirliğe timar ismi verilmiştir. Timar sâhipleri senelik gelirden kılıç adı verilen muayyen bir kısmın ayrılmasından sonra geriye kalan gelirin her 3000 akçesi için bir cebelü (tam teçhizatlı asker) beslemeye mecburdular. Kılıç bedeli, sipâhînin kendi aylığına karşılıktır. Kılıç bedelinin miktarı illere ve timarların tezkereli veya tezkeresiz oluşuna göre 2000, 3000, 6000 akçe arasında değişirdi. Herhangi bir gelir kademesinde bulunan sipâhînin harbe katılmak için getirmesi lâzım gelen silâhlarla zırh ve çadırların nevi, berâberinde gelecek cebelü tâbir edilen yardımcı silâh arkadaşlarının adedi ve techizatı bütün teferruâtıyla tespit edilmiş bulunmaktaydı. Harbe girmeden evvel beylerbeyi tarafından bu bakımdan sıkı bir teftişe tâbi tutularak kusurlu görülen sipâhîlerin ellerinden timarı alınıyordu. Orduların harpten evvelki toplanma yerlerinde techizâtın gözden geçirilmesiyle birlikte, türlü silâhların kullanılma tâlimleri ve bu arada bilhassa yeni çağlarda ehemmiyet kazanmış olan, tabanca kullanan sipâhîlere at sırtında seyir hâlinde silâhlarını sür’atle doldurup boşaltma tâlimleri yaptırıldığı da görülmekteydi.

Timar sâhipleri ölünce timarının kılıç kısmı oğluna veya oğullarına müşterek timar olarak verilir, diğer kısmı terakki sağlayan timar sâhiplerine dağıtılırdı. Cephede ölen timar sâhibinin oğluna, yatakta ölen timar sâhibinin oğluna verilenden daha büyük dirlik verilmesi de kânunda açıkça belirtilmişti.

3. Timar sâhiplerinin gördükleri işlere göre: a) Eşkinci timarları: Bunların sâhipleri harp zamânında alay beyinin kumandası altında cebelüleriyle birlikte bilfiil sefere gitmekle mükelleftiler. Osmanlı timarlarının ekserîsi bu türdendi.

b) Mustahfız timarları: Bunlar kale askerlerine verilirdi. Bu timarların sâhipleri mensup oldukları kalenin müdâfaasıyla mükelleftiler. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür timarlar kale komutanlarına ve kaledeki görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.

c) Hadere (Hizmet) timarları: Bu timar sâhipleri saraya ve dînî kurumlara belli hizmetlerde bulunmakla mükelleftiler. Bu timarların sayısı çok azdı.

4. Veriliş şekillerine göre:

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrine gelinceye kadar, ölmüş olan timar sâhiplerinin oğluna beylerbeyi tarafından timar veriliyordu. Fakat 1530’da bu usûl değiştirildi ve beylerbeyinden ancak düşük gelirli timarları verebileceği, daha büyük gelir sağlayan timarlarınsa beylerbeyinin tezkiresi üzerine İstanbul’dan fermanla verilebileceği esâsı kabul edildi. Beylerbeyinin tezkiresini alan sipâhî, İstanbul’a giderek, altı ay zarfında beratını almak mecbûriyetindeydi. Aksi takdirde timarının gelirinden faydalanamazdı. Bu esasların kabul edilmesi üzerine tezkireli-tezkiresiz timar ayırımı ortaya çıktı.

a) Tezkireli timarlar: Beylerbeyinin doğrudan doğruya vermeye yetkili olmadığı timarlar olup, İstanbul’dan verilirdi. Ayrı vilâyetlerdeki timarların kılıç kısımları aynı büyüklükte olmadığından, tezkireli ve tezkiresiz timarların büyüklükleri beylerbeyliğine göre değişmekteydi. Meselâ Rumeli, Budin, Bosna, Tameşvar beyliğinde geliri 6000 akçeden fazla olan timarlar tezkireliydi. Buna karşılık Kıbrıs Adasında ve Kocaeli, Biga sancaklarında 5000, Karaman, Zülkadriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçenin üzerinde gelire sâhip timarlar tezkireliydi.

b) Tezkiresiz timarlar: Beylerbeyinin doğrudan vermek yetkisine sâhip olduğu timarlardı. Bunların kıymeti ekseriyâ düşüktü.

5. Mâlî yapısına göre: a) Serbest timarlar: Timar sâhibinin, gerdek, tapu, kışlak, yaylak, cürüm ve cinâyet resimleri (vergileri) gibi miktarları önceden belli olmayan ve bâdihevâ denilen bu vergileri almak hakkına sâhip olduğu timarlardı. Subaşı, çeribaşı ve benzeri bir takım vazîfe sâhiplerinin timarları ve büyük devlet memurlarının görev sürelerince devâm eden has ve zeâmetleri serbest timardı.

b) Serbest olmayan timarlar: Sâhibinin bâdihevâ denilen vergileri almak hakkına sâhip olmadığı timarlardı.

Osmanlı Devletinde yurtluk ve ocaklık tâbir edilen timarlar da vardı. Bunlar, tersâne masraflarını, yâhut bir kalenin muhâfızlarının veya bir kasaba, bir şehir memurlarının aylıklarını karşılamak için verilen dirliklerdi. Bunların sâhipleri birkaç bölgenin öşrünü tahsil ederlerdi. Ocaklık tevcihi, timar sâhibine öşürden başka ayrıca gümrük vergisi gibi bâzı vergilerin tahsiline selâhiyet verirdi. Yurtluk ve ocaklık alan kimseler, hudutları korumak ve bilhassa âni savaşlarda asıl ordu gelinceye kadar düşmanla mücâdele ve asıl ordu gelince ona iltihak etmek vazîfelerini görürlerdi. Sâhipleri ölen yurtluk ve ocaklık timarları, ölen kimsenin oğullarına intikâl ederdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde gelişmenin zirvesine erişen timar sistemi, bu Pâdişâhın vefâtından sonra bozulma belirtileri göstermeye başladı. On altıncı yüzyılın sonlarında, bilhassa, timar teşkilâtının yüksek emir ve kumanda kadrolarını teşkil eden sancakbeyliklerinin umûmiyetle âdet olduğu üzere kapu kulları arasında yetişmiş ocak mensuplarına verilecek yerde, uzun süren savaşların sebep olduğu ağır mâlî külfetin karşılanabilmesi için iltizam usûlüyle peşin gelir karşılığı alınarak satılması netîcesinde, henüz İstanbul’u görmemiş ve pâdişâhın ekmeğiyle beslenmemiş, âdab ve usûlden haberi olmayan beceriksiz kişilerin eline geçmesi bozulmayı hızlandırdı. Bu âdâb ve erkân bilmez kişiler başa geçince, timar sâhiplerinin seferlerde yapılması gerekli yoklamaları, iyi bir şekilde yapılamadı. Yapılması gereken bu yoklamalar daha sonraki devrelerde timar dağıtımı ve terakkîlere temel teşkil ettiğinden hak etmemiş kişiler timar sâhibi olmaya başladı. Ayrıca ölen veya azledilenlerden boş kalan timarların, yeni istihkak sâhiplerine devredildiği esnâda ruznâmçelerdeki kapatılması gereken eski kayıtların kapatılmaması, buralara defâlarca yeni tâyinler yapılması gibi hatâlar, timarı haketmeyenlerin yanında hak edenlerin de mağdur olmasına sebep oldu.

Yine bu yıllarda devâmlı harplerin ve Celâlî isyânlarının meydana getirdiği tahrip ve masraflar, timarlı sipâhî zümresinin fakirliğine sebep olarak, bunların beslediği asker sayısında önemli ölçüde düşmeler meydana geldi. Öyle ki, zamânında yirmi iki sancaktan teşekkül etmekte olan Rumeli eyâletinin eski timar kadrolarına göre, her an sefere hazır vaziyette bulunması gereken asker mevcûdu 33.000 iken, 17. yüzyılın ortalarında Rumeli beylerbeyinin harbe giderken emri altındaki timarlı sipâhî mevcudu hiçbir zaman 2000’i bulmadı. Anadolu beylerbeyinin maiyetinde de 18.700 mevcutlu bir timarlı sipâhî ordusu yerine 1000 kişiden fazla bulunamadı. Böylece elli-altmış yıl önce sayıları 200.000’i bulan timarlı sipâhî ve cebelüler, 1768’de 20.000 kişiye kadar düştü.

İyi işlediği müddetçe devletin kuvvet unsurlarından birini teşkil eden dirlik sistemi, iyice dejenere olması üzerine gözden düşünce, ilk olarak 1703’te Girit Adasında ortadan kaldırılıp, burada maaşlı memurluk düzenine geçildi. Ülkenin diğer yerlerindeki timarlarsa, 1812’den îtibâren boş kaldıkça yeniden verilmemeye başlandı. 1839’da yayınlanan Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnuyla tamâmen ortadan kaldırıldı. Fakat dirlik sistemini kaldırırken, tamâmen batının liberal fikirlerinin tesiri altında kalıp, taklitçilikle hareket eden tanzimatçılar, bu teşkilâtın yerine yeni bir sistem koyamadılar.

Timarlı Sipahi
Timar sâhibi süvâri askeri.

Osmanlı ordusunun esâsı ve en büyük kısmını timarlı sipâhi denilen atlı ordusu teşkil etmekteydi. Timarlı sipâhiler kapıkulu sınıfları gibi maaşlı değildi. Leventler ve akıncılar gibi ganimetlerle geçinmezler, yaşamaları için devlet toprak verirdi. Toprağın üzerinde köylü vardı. O köylüden vergiyi timarlı sipâhi toplar. Bununla hem kendini geçindirir, hem de atları ve silâhları devamlı hazır bulundururdu. Timar, ordunun er ve subaylarına sürekli askerlik hizmetlerine ve kendilerinin ve adamlarının harbe hazır olmaları, sefere çıkarıldığında hazineye yük olmadan getirdikleri silâh, malzeme ve yiyeceklere karşılık ödenen bir maaş gibiydi.

Selçukluların Arapça ıktâ dedikleri böyle toprağa Osmanlılar, tâbiri Türkçeleştirerek dirlik demişlerdir. Dirlikler gelirleri bakımından üçe ayrılırdı. Yıllık geliri 19.999 akçaya kadar olan dirliğe, timar; 20.000 akçadan 99.999 akçaya kadar olan zeâmet; 100.000 akçadan îtibâren gelir getirene de has denilirdi. Burada gelir tamâmen vergi mânâsındadır. Yâni ürünün gerçek değeri değil, üründen köylünün devlete verdiği vergi değeridir. Bu vergiyi, diğer bâzı vergilerle berâber toplamak hakkı dirlik sâhibi sipâhiye âitti.

“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta timar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler. Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri albay derecesinde yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı. Bu sonunculara alay beyi deniliyordu ki, sonradan Farsçalaştırılarak miralay ve bugün aynı mânâda albay olmuştur. Sancakbeyi tümgeneral ve beylerbeyi orgeneral rütbesindeki kişilerin dirliğine “hâs” deniliyordu. Vezirlerin, hânedan üyelerinin de hâsları vardı. En büyük hâslar pâdişâha âitti.

İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı.

Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi. Zîrâ her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdur. Cebeli denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu. Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu.

Sipâhi, timarın bulunduğu topraklarda yaşar, köylülerden vergisini genellikle mal olarak alır ve bu geliri kendisini ve cebelilerini geçindirmek için kullanırdı. Köylerdeki düzeni korurdu. Sipâhilerin, tımarları içindeki devlet topraklarını, çiftçilere dağıtırken, verdikleri vesikaya sipâhi senedi denirdi. Birinci Murâd Han zamânında tesis edilen sipâhilerin Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında büyük hizmetleri görüldü.

Rumeli tımarları, Anadolu tımarlarından dahaverimliydi. Anadolu’da üç bin akçaya kadar olan tımarlar orduya bir cebeli verdiği hâlde, Rumeli’de üç bin akçaya kadar olan tımarlardan iki, hatta üç cebeli çıktığı olurdu. Tabiî tımarların üzerinde yaşayan köylü çiftçilerin Anadolu eyâletlerinde büyük çoğunluğu Türk olduğu halde, Rumeli eyâletlerinde ancak yarıya yakını Türk, yarıdan fazlası, bâzı bölgelerde çok daha fazlası Hıristiyan Ortodoks, bâzı bölgeler de Katolikti.

Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı. “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi. Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi. Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeli ve gulâmı getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu.

Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı. O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı. Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu. Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu. Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu. Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu.

Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi. Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi. Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi.

Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi. Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi.

Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı. Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi. Timar her eyâlette bulunmazdı. Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde timar ve zeâmet yoktu. Çoğunlukla Türk nüfûsunun bulunduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Timarlı sipâhi tamâmen Türk soyundan gelirdi.

Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı. Bu zamanda 166.200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74.000’i Rumeli, 91.600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi. Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu. Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi. Kapıkulu askerleri merkezde bulunurdu. İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi. Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi.

Timarlı sipâhiler 17. yüzyıla doğru bozulmaya başladı. Kuruluşlarından beri Osmanlı Devletinin târihinde büyük bir rol oynayan timarlı sistemi, yeniçeriler için olduğu gibi kanlı ve ızdıraplı bir tasfiyeden ziyâde, sessiz sedâsız bir sûrette ve herhangi bir sarsıntıya sebep olmadan ortadan kalktı.

Asırlar boyunca sipâhiler, memleketin en uzak köşelerine kadar yayılıp, köylüyle iç içe yaşadı ve uzun müddet zirâî iktisâdiyatın ve devlet toprak siyâsetinin faal mümessilleri rolünü oynamıştı. Pâdişâhın, devletin en ücrâ köşelerindeki sâdık temsilcileriydiler. Köylerin şenlenmesinde, bayındır hâle gelmesinde her türlü yardımda bulunurlardı.

Timarlı sipâhilerin 17. asrın son yıllarında, hele 18. asırdan îtibâren sayıları önemli ölçüde azaldı.

Kapıkulu süvârilerinin ehemmiyet kazanması ile Sultan Abdülmecîd Han (1839-1865), 19 Ocak 1841 fermanı ile birçok timarlı sipâhiyi emekliye sevk etti. Fakat timarlarını hayatlarının sonuna kadar ellerinde bıraktı. 1844’te bir kısım timarlı sipâhisi, atlı jandarma olarak hizmete alındı. Zâten uzun müddetten beri ne sipâhi olarak, ne saray mensubu olarak kimseye timar verilmiyordu. Ölen timarlı sipâhilerin çocukları İstanbul’a getirilip, askerî mekteplere veriliyordu. 1850’den sonra timar da, sipâhi de kalmadı.

Top Arabacıları Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından büyük topları cepheye taşımak için kurulan teşkilât.

Muhtemelen 15. yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Önceleri acemi ocağından neferler alınırken, 17. asırdan îtibâren ocak arabacılarının evlâtlarından ve kul kardeşlerinden alınmaya başlanmıştır. İstanbul’da ikâmet ettikleri gibi nöbetleşe kalelere de giderlerdi. Kapıkulu topçusunun bulunduğu yerlerde, top arabacıları da bulunuyordu. Tophâne’de îmâlâthâneleri, Ahırkapı’da ahırları, Şehremini’de kışlaları vardı. Ocakta; arabacıbaşı, kethüda, başçavuş, kethüda yeri, ocak kâtibi, bölükbaşı, odabaşı ve halife ünvanlı subaylar görev yapardı. Arabacıbaşı nezâretinde; nefer sayıları birle-elli iki arasında değişen, altmış üç top arabacıları bölüğü vardı.

Topçu Ocağı
Osmanlılarda kapıkulu ocaklarının yaya kısmından olup, top dökmek ve top kullanmakla vazifeli askerlerin mensup olduğu ocağa verilen ad.

Sultan Birinci Murâd devrinde yeniçeri ocağının teşkilinden az sonra, acemi ocağından alınan neferlerle ilk olarak topçu ocağı kuruldu. İstanbul’un fethinden sonra, Galata suru dışında Tophâne denilen yerde topçu kışlaları ve sâbit top dökümhânesi yapıldı. Sonraları; Belgrad, Budin, Temaşvar, İşkodra, Gülamber, Provişte gibi yerlerde ihtiyaca göre tophâneler kurulup top döktürüldü.

Topçu ocağına sertopi nâmıyla da anılan topçubaşı nezâret ederdi. Onun emrinde bulunan dökücübaşı (serihtegân), dökümhâneden sorumluydu. Onun da maiyetinde; yardımcısı, tâmirci, dökümcü, burgucu, yamacı, demirci, marangoz gibi sanatkarlar bulunurdu.

Tophânenin; hesap ve alım-satım işlerine tophâne emîni bakardı. Îmâlât ve ihtiyaçlarından da Tophâne Nâzırı mesuldü. Topları kullanmak ise, ağa bölükleriyle cemaat ortalarının vazifesiydi. Beş ağa bölüğü ve yetmiş cemaat ortası vardı. Her orta veya bölükte bir çorbacı, bir odabaşı ve diğer küçük rütbeli subaylar bulunurdu. Ocak kethüdâsı, ocak çavuşu ve kâtibi de, bu ocağın büyük âmirleriydi. Topçu ocağı, sarı-kırmızı bayrak taşırdı.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 


Topkapı Sarayı

İstanbul’da Sarayburnu sırtlarında yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devletinin idâre merkezi olan saray.

Sultanahmed ile Haliç ve Boğaz sâhilini kaplıyordu. Asıl alanı 700.000 m2 kadardı. İnşâsına Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) zamânında 1465 yılında başlandı. Osmanlı teşrifâtında ilk adı “Saray-ı Cedîd-i Âmire” olup, “Yeni saray” demekti. Fâtih, sarayın tek binâdan değil, birçok köşk ve dâirelerden meydana gelmesini istiyordu. Saray inşâatına bu istek üzerine başlandı. Osmanlılar devrinde devâmlı ilâve ve tâdilât yapılıp, genişletilerek, ihtiyaca cevap verilecek hâle getirildi. Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1825 yılında ahşap olarak “Topkapı Sarayı” adıyla yeni bir saray yapıldı. Bütün yeni saraya“Topkapı Sarayı” denildi. Yangınlar ve demiryolu inşâatı sebebiyle pekçok köşk ve dâire tahrip olup, yıkıldı. 3 Nisan 1924 târihinde müze hâline getirildi.

İstanbul’un fethinden on iki yıl sonra 1465’te inşâsına başlanılan sarayın ilk kısmı 1472’de bitirildi. “Sırçasaray” denilen “Çiniliköşk” ile “Hasoda” ve “Arz Odası” ilk yapılan kısımlarıdır. Sarayın etrafını çeviren surlarda da inşâsından îtibâren devamlı tâdilât yapıldı.

Deniz tarafındaki sur, Sirkeci İskelesi ve Sepetçiler Köşkünden başlayarak Ahırkapı’ya kadar gelir. Uzunluğu ikibuçuk kilometre kadardır. Ahırkapı’dan îtibârense, İshakpaşa Yokuşunu tâkip ederek Ayasofya Câmiinin yanına açılan Fâtih’in yaptırdığı Bâb-ı Hümâyunu geçip, Soğukçeşme tarafında dikaçı teşkil eder. Bunun üzerinde Sultan Üçüncü Murâd Hanın yaptırdığı “Alayköşkü” vardır. Salkımsöğüt Caddesinden Demirkapı’ya varıp, buradan denize kadar uzanırdı. Tam sâhilde “Yalı Köşkü” bulunurdu.

Pâdişâh, donanma sefere çıkarken Kaptan paşaları Yalı Köşkünde kabul ederdi. Sur kulelerinin üstünde Sepetçiler Köşkü, bundan sonra Hamlacılar Ocağı ve Kayıkhâne, odun ve erzak anbarıyla Topkapı gelirdi. Kapıya bu adın verilme sebebi, limanın ağzının müdâfaası için toplar yerleştirilmiş olmasıdır. Bu mevkide Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından 1709’da bir köşk ve odaları bulunan kâşâne ve Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1825’te ahşap olarak Topkapı Sarayı yapıldı. Topkapı Sarayı 1862’de yanıp, yıkılmasına rağmen, Yeni Sarayın bütünü bu adla anılmaya başlandı. Bunun arkasında, Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807)ın annesi Mihrişah Sultan için yaptırdığı “Serdâb Kasrı” vardı. Bundan sonra, Sarayburnu’ndan başlayarak Hasbahçe ve deniz kenarında Değirmen Kapısı ve üst kısmında Gülhâne Meydanı yer alır. Gülhâne Meydanında “İshakiye Köşkü” ile “İncili Köşk” bulunurdu. İncili Köşk 1827’de yıkıldı, bunun üst kısmında Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) tarafından yaptırılan köşkler vardı.

SultanMahmûd Han Köşkü, Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) zamânında “Arslanhâne” adını aldı. Cebehâne ve İki Nişantaşı vardır. Nişantaşları Sultan Üçüncü Selim Han ve Sultan İkinci Mahmûd Hana âit olup kitâbelerini meşhur hattat Yesârî Efendi yazmıştır.

Cebehâne Meydanının sâhil kısmında Sultan İkinci Bâyezîd Han (1481-1512) zamânında yaptırılan “Sinan Paşa Köşkü” ve hizâsında Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) zamânında yapılan “Mermer Köşk” vardır. Mermer Köşkten sonra Tabhâne Kapısı ve yanında TabhâneCâmii gelir. Nekahathâne de denilen Tabhâne’de, sonradan GülhâneHastânesiyle Askerî Rüştiye yapıldı. Tabhane’den sonra fener olup, yanında Ahırkapı ile Balıkhâne Kapısı vardır.

Topkapı Sarayı, Birûn, Enderûn ve Harem olmak üzere üç kısımdan meydana gelirdi. Bu kısımlar surun içinde olup, sarayın kendisini meydana getirirdi.

Birûn kısmı: Sarayın dışı olup Bâb-ı hümâyûndan Bâb-üs-saâdeye kadar uzanan, birinci ve ikinci yer diye anılan kısımları ihtivâ eder.

Birinci yer; Bâb-ı hümâyûnla Ortakapı da denen Bâb-üs-selâm arasındaki sahadır. Bugün Topkapı Sarayına buradan girilir. Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafta Mâliye Nezâretinin binâsı vardı. Bunun yanında şimdi mevcut olmayan Çizme Kapısından yokuş vâsıtasıyla Cebehâne Meydanına inilirdi. Çizme KapısındanOrtakapıya kadar olan kısımdaysa Has Fırın ile Fodla Fırını, iki kapının ortasında Siyâset Çeşmesi vardı. Ortakapının önünde Seng-i ibret denilen ibret taşı bulunurdu. Sol tarafta silâh ambarı ve askerî müze olarak kullanılan Ayaİrini Kilisesi yer alırdı. Bununla sur arasında, divanda hizmet eden Sim Sakalarla Hasırcıların koğuşları vardı. Askerî Müzenin yanında, 1716’da nakledilen Darphâne bulunurdu. Darphâneden Soğukçeşme’ye inen yolun ortasında Darphâne Kapısı, Darphâne yanındaki yokuşla Ortakapı arasında Deâvi Kasrı vardı. Kubbealtı’nda divan toplandığı zaman, kubbe vezirlerinden birisi nöbetle buraya gelerek verilen dilekçeleri toplar ve mürâcaat sâhiplerini dinleyip, dâvâlarını hülâsa ederek divana bildirirdi.

Deâvi Kasrı, bugün mevcut değildir. Ortakapının iki tarafında iki kule ve bunların altında kapıcılara mahsus odalar vardı. Ortakapı geçilince Birûnun “İkinci Yer” tâbir edilen mahalline gelinirdi.

İkinci Yer; yüz seksen metre uzunlukla yüz otuz metre genişliktedir. Burada bayram alayları merâsimi yapıldığı için “Alay Meydanı” da denir. Meydanın dört tarafı mermer direkli ve revaklıydı. Meydanda dört yol vardır. Sağdaki yol, sağdaki sarayın mutfağı Matbâh-ı âmireye; ortadaki Enderûnun kapısı olan Bâb-üs-saâdeye; soldaki dünyâ siyâsetine yön veren Kubbealtına; en soldaki de Meyyit Kapısı denilen kapıya giderdi. Meyyit Kapıdan sonra mescit ve bunun karşısında has ahır memurlarına mahsus uzun binâ vardı. Uzun binâ, kısım kısım Harem Ağaları Hastahânesi,Bahçıvanlar Koğuşu, Yakalı Baltacılar Ocağı olarak kullanılırdı. Sol taraftaki revakların sonundaysa Harem Dâiresinin kapısı vardı. Bu kapının yanındaki kapıdan, Zülüflü Baltacıların koğuşlarına gidilirdi. Zülüflü Baltacılar Koğuşunun duvarları güzel çinilerle süslüydü.

Sarayın dış kısmı olan Birûn, herbiri birer hizmet için yapılan bu binâlardan meydana geliyordu.

Enderûn: Sarayın iç kısmı olup, saray üniversitesi mâhiyetindeydi. Hânedan mensupları ve özel testlerle seçilen ülkenin en zeki ve kâbiliyetli şahsiyetlerinin eğitim öğretim müessesesiydi. Çok muazzam bir teşkilâta ve seçme bir kadroya sâhipti.

Enderûn, Bâb-üs-saâde diye anılan Akağalar Kapısıyla başlar. Bâb-üs-saâdede iç içe iki kapı olup, burada Akağalar vazife yaptığından Akağalar Kapısı da denir. Kapının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır. Pâdişâhın tahta geçiş merâsimi olan cülûslarda, ayak dîvânı gibi fevkalâde hâllerde ve bayramlarda, pâdişâhın tahtı buraya çıkarılırdı. Bâb-üs-selâmda bayramlaşma merâsimi de yapılırdı. Sefere çıkıldığında, Sancak-ı şerîfin sadrâzama bu kapının önünde verilmesi âdetti. Sancak-ı şerîfin konması için yerde bir delik açılmıştı. Burası ayak basılmaması için mermer taşla örtülürdü. Bâb-üs-saâdenin iki kapısının arasında sağda Kapıağası Dâiresi, solda Akağalar Koğuşu vardı.

Bab-üs-saâde kapısından “Üçüncü Yer” denilen meydana girilirdi. Kapının karşısında Arz Odası bulunur. Pâdişâh, dîvândan sonra vezirleri ve gerektiğinde elçileri Arz Odasında kabul ederdi. Arz Odasında Sultan Üçüncü Mehmed Han tarafından 1596’da yaptırılan Tahtla tunçtan bir ocak, iki tekneli bir çeşme vardı. İçerideki konuşmaların duyulmaması için çeşme açılarak, suyun çağıltısı gizliliği sağlardı. Arz Odasının duvarları güzel çinilerle süslüydü. Arz Odasının arkasında Sultan Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) tarafından yaptırılan kütüphâne vardır. Üçüncü Yer Meydanının sahası dört bin metrekaredir. Sağ kenarında Enderun odalarından Seferli Koğuşu ile Hazine Dâiresi vardır. Karşı kenarında Kiler Odası ve Hazine Kethüdâlığı Odası yer alır. Bunun solunda Hazine Koğuşu ve ikisinin arasında Dördüncü Yer Meydanına inen üstü kapalı bir merdiven bulunmaktadır.

Üçüncü Yer Meydanının sol kenarında Hırka-i Saâdetle diğer mübârek emânetlerin muhâfaza olunduğu dâireyi ihtivâ eden Hasoda Koğuşu ile Akağalar Mescidi ve üst tarafında Kuşhâne Mutfağı ve Harem Kapısı vardır. Hırka-i Saâdet Dâiresi pek muhteşem olup, duvarları kıymetli çinilerle süslüdür. Topkapı’daki Hırka-i Saâdet Dâiresinde 25 Temmuz 1518’den, 3 Mart 1924 târihine kadar dört yüz altı seneden fazla aralıksız Kur’ân-ı kerîm okunmuştur. Daha sonra 19 Mart 1991’den îtibâren tekrar Kur’ân-ı kerîm okunmaya başlanmıştır.

Hırka-i Saâdet Dâiresi; mukaddes emânetlerin muhâfaza edildiği odadan başka büyük bir salonla Arzhâne adlı diğer bir salonu, bir de Silâhtarağa hazînesini ihtivâ eder. Bugün bu dört odadan üçü ziyâretçilere açık olup, Hırka-i Saâdetin bulunduğu oda kapalıdır. İçi aydınlatılmış olan bu odayı ziyâretçiler ancak dışarıdan Hâcet penceresinden görebilirler. Hırka-i Saâdet Peygamber efendimizin hırkası olup, bir başka hırkası da Hırka-i Şerîf Câmiindedir. Bu ikincisini ayırmak için Hırka-i Şerîf denilmektedir.

Mukaddes emânetlerin en değerlisi Hırka-i Saâdet sayılmaktadır. Burası, Yavuz Sultan Selim’den sonra dört yüz yıl belirli günlerde, pâdişâh tarafından, büyük bir hürmetle ziyâret edilmiştir. Hırka-i Saâdet Dâiresinde ayrıca Kâbe’den getirilen tövbe kapısı, hazret-i Ömer’e ve hazret-i Osman’a âit birer kılıç, Peygamber efendimize âit bir yay, hazret-i Ali’nin el yazması Kur’ân-ı kerîmi, hazret-i Fâtıma’nın seccâdesi, İmâm-ı A’zâm hazretlerinin cübbesiyle İslâm büyüklerinden yirmi birinin kılıcı bulunmaktadır. Hırkâ-i Saâdet Dâiresinin Harem’e açılan bir de kapısı olup, pâdişâhlar Harem’den, doğru buraya gelirlerdi. Hasoda’da bir koğuş, bir yemekhâne, ayrıca silahtarağa, hasodabaşı ve diğer ileri gelen ağaların ve sır kâtibinin dâireleri vardı. Bâb-üs-saâdeden girilince sağ tarafta bugün nakışhâne olarak kullanılan Büyükoda, Kuşhâne Mutfağıyla Hasoda arasında Küçükoda vardır.

Dördüncü yer, Boğaziçi’ne bakar. Sağda doğu köşesinde Sofa Câmii bulunur. Boğaz’a ve Marmara’ya bakan merdiveni de olan Sultan Abdülmecîd Han Köşkü ise, uzun bir binâdır. Lâle bahçesine mermer merdivenden çıkılır. Lâle Bahçesinin yanındaki seddin sağında Hekimbaşı odası, bundan sonra da “Sofa Köşkü” gelir. Lâle Bahçesinin iç tarafına doğru olan yönde Sultan Dördüncü Murâd Hanın yaptırmış olduğu “Revan Köşkü” yer alır. Murâd Han tarafından yaptırılan ve Sarık Odası da denilen Revan Köşkü, geniş saçaklı ve dışı pek zarif çinilerle kaplı bir binâdır. Revan Köşküne bitişik güzel fıskıyeli bir havuz, sonra bir set, sol tarafta da sünnet odası vardır. Seddin kenârında “İftâriye Köşkü” olup, yaldızlı bakırdan yapılan kubbeli bir kameriyedir. Seddin sağ tarafına, Sultan Dördüncü Murâd Han, Bağdat Seferi hâtırası olarak, “Bağdat Köşkü”nü yaptırmıştır. Bağdat Köşkünün içerisi pek kıymetli mâvi çinilerle kaplıdır. Köşkün önündeki mermerlikten bir kapı ile Hırka-i Saâdet Dâiresine girilir. Dördüncü yerden, üçüncü kapı da denilen bir kapıdan Sarayburnu’na çıkılır.

Enderûn, sağlam temeller üzerine kurulan, yüksek kadroya ve geniş, muazzam teşkilâta sâhip bir müesseseydi. Burada yüksek din ve fen bilgileri, İslâm ahlâkı, yabancı diller, kültür dersleri verilerek, talebeler tam bir Müslüman olarak yetiştirilirdi. Enderûn’da çok sıkı bir intizâm ve teşrifât vardı. Burası, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle teşkilâtının beşiğiydi. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin mülkî, askerî, adlî ve diğer bütün sâhalarda yükselmiş en mümtâz şahsiyetlerinin vazîfe yapıp, devlet adamlarının yetiştirildiği eğitim ve öğretim müessesesiydi. Fâtih’ten sonraki Osmanlı sultanları, Birinci Selim Handan sonraki İslâm halîfeleri, pekçok sadrâzam, vezir, kumandan, devlet adamı hep Enderûn’da yetişti.

Harem Dâiresi: Sarayın asıl ikâmet yeridir. Harem-i hümâyûn da denir. Pâdişâhlar, zevceleri, câriyeleri, hizmetkârları, şehzâdeleri, sultanları (kızları) ve varsa anneleriyle berâber kalırlardı. İkâmet yeri yanında bütün zarûrî ve sosyal ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayan bölümler de vardır. Harem mensuplarının yetiştirilmesi için bölümlerle küçük yaştaki pâdişâh çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları, Şehzâdeler Mektebinde eğitim ve öğretim görürlerdi.

Harem’de mahremiyet ve ahlâk kâidelerine çok dikkat edilip, burada güzel ahlâk ve iffet timsâli şahsiyetler yetişip, ikâmet etmiştir. Muazzam bir teşkilât, teşrifat (protokol), âdâb-ı muâşeret, umûmî ahlâk kâideleriyle âdâb ve erkâna riâyet vardı.

Harem Dâiresine, Zülüflü baltacılar Koğuşunun yanında bulunan ve Araba Kapısı diye anılan yerden girilir. Araba Kapısı denmesine sebep, Sultan Efendiler ve Kadınefendilerin bu kapıdan arabaya binip şehre inmeleridir.

Dolaplı Kubbenin çevresi dolaplarla çevrilidir. Fıskıyeli Şadırvan da denen Fıskıyeli Havuz geometrik şekildedir. Sağda Kule Kapısı, solda da Perda Kapısı vardır. Kule Kapısından Âdil Kulesine çıkılır. Âdil Kulesi, kırk iki metre yüksekliğinde, yüz beş basamaklıdır. Perde Kapısından sonra geçitten Haremağalarına mahsus hamam ve “Kızlarağası Köşkü”ne geçilir, ilerisinde Haremağalarına mahsus dâirelerle Şehzâdeler Mektebi, Başmuhasip Ağa ve Başhazinedâr Ağa dâireleri vardır. Haremağaları Dâiresi üç katlı olup, rütbelerine göre Haremağalarının dâireleri sıralanır. Kızlarağası Köşkü ve Şehzâdeler Mektebi çok güzel binâlardır. Şehzâdeler Mektebinin salon ve koridorları pek muhteşem olup, altın yaldızlı nakışları, çinilerle kaplı duvarları göz kamaştırır.

Veliahd Dâiresinden sonra Ocaklı Sofa gelir. Buradaki iki kapıdan biri Çeşmeli Sofaya, öteki Hasekiler Dâiresine açılır. Çeşmeli Sofa, genişce bir hol olup, çinilerle kaplıdır. Üstü kubbeli olup, bir duvarında da çeşme vardır. Çeşmeli Sofadan Hünkâr Sofasına geçilir.

Hünkâr Sofası, en güzel yerlerdendir. Mermer sütunları salonu ikiye böler. Üstte, parmakları sedef kakmalı bir balkon vardır. Üç tarafında üç çeşme olup; su, çini, sedef ve mermer ihtişamı gözleri kamaştırır. Soluna birkaç kapı açılır. Pâdişâhlar, bayram tebriklerini bu salonda kabul ederdi. Sonra Sultan Üçüncü Murâd Han Odasına geçilir. Bu oda Mîmar Sinân’ın eseri olup, Osmanlı mîmarlık sanatının şâheserlerindendir. Baştan başa kırmızının hâkim olduğu çinilerle örtülüdür. İlerisinde Sultan Birinci Ahmed Han Kütüphânesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın Yemişlik Odası, sonra Hünkâr Hamamı ve çinilerle süslü Vâlide Sultan Dâiresi gelir. Daha sonra Asmabahçe denen, içinde Sultan Üçüncü Osman Hanın köşkü de bulunan Havuzlu Taşlık’a geçilir. Koridordan Sultan Birinci Abdülhamîd Hanın Yatak Odasına gelinir; devamında Sultan Üçüncü Selim Han Odası vardır. Haremde daha pekçok oda olup, sayısı üç yüz seksen kadardır. Haremdeki dâire, oda ve diğer bölümlerin bugün hepsi mevcut değildir. Topkapı Sarayı yangın, yıkım, tahribât ve yüzyılların zaman aşımına uğradığından asıl şekli ve fonksiyonunu kaybetmiştir. Bugün müze olarak kullanılmaktadır.

Topkapı Sarayı Müzesi, mîmârî sanat eseri kompleksi olup, binâları ve içindeki paha biçilmez hazine ve kolleksiyonlarıyla yerli ve yabancıların hayranlık dolu alâkasını üzerinde toplar. Bütün İslâm âleminin hürmetine şâyân herkesin gıptayla seyrettiği, maddî ve mânevî paha biçilemiyecek kadar kıymetli Mukaddes Emânetler, büyük bir îtinâyla muhâfaza edilmektedir.

Topkapı Sarayındaki köşklerin herbiri birer sanat âbidesi mâhiyetindedir. Topkapı Sarayında onbinlerce nâdide parçadan meydana gelen pekçok eşyâ kolleksiyonu mevcuttur. 10.700 parçadan meydana gelen Çin porselenleri, 4000 parçadan meydana gelen Seladon porselenleri, Japon porselenleri, Avrupa krallarının Osmanlı pâdişâhlarına gönderdikleri paha biçilmez porselen ve diğer eşyâ takımları, asırlık İstanbul porselenleri, billurlar ve çeşm-i bülbüllerin herbiri birer hazine kıymetindedir.

Muhteşem saltanat arabalarından bâzıları mevcut olmasına rağmen, çoğu da yağmalanmıştır. Saltanat arabaları, eyer takımları ve koşumları çok alâka çekicidir. Saraydaki tabloların târihî ve sanat kıymeti çoktur. Saraydaki tablolar resim galerisinden çok müze karakterindedir.

Saraydaki Silâh Müzesi, çok zengin olup, Osmanlıların her devrine âit ateşli, kesici ve vurucu silâhların yanında çeşitli yüzyıllara âit ganimet eşyâsı veya İslâm ve Avrupa devletlerinden hediye olarak gelen silâhlar vardır. Osmanlı sultanlarının kılıçları, zırhları ve takımları da mevcuttur. Silâh Müzesinde târihî bozdoğanlar, şeşperler, salıklar, tulgalar (miğfer), kılıçlar, hançerler, tüfekler, tabancalar, piştovlar, mızraklar, harbeler, yaylar, oklar ve daha pekçok silâh mevcuttur.

Topkapı Sarayında dünyânın en ünlü yazma eserleri vardır. Binlerce Osmanlıca, Farsça, Arapça kitabın çoğu minyatürlü, tezyinâtlı, yâni süslemelidir. Hârika ciltler, mücevherler, inciler kakılmış ciltler ve en eski İslâm yazmalarının tek nüshaları burada bulunmaktadır. Kütüphânede iki bin büyük hattatın levhâsından meydana gelen nâdide bir hat kolleksiyonu mevcuttur. Sarayın Arşiv Dairesinde binlerce kaynak belge vardır. Bu kaynaklar bütün dünyâ târihini alâkadar eder mahiyette belgelerdir.

Tulumbacılar

Yangın çıkınca etrafa yayılmadan söndürmek ve mahsur kalanları kurtarmak için kurulan bir Osmanlı dönemi teşkilâtı.

1720 senesine kadar İstanbul’da çıkan yangınları, yeniçeriler kanca, balta, su kovası vesaire gibi itfâiye âletleriyle söndürürlerdi. Gerektiğinde yeniçerilere acemi ocağı efradı da yardım ederdi. Yangın söndüren yeniçerilerle acemilerin gayretlerine mükâfat olarak ikrâmiye verilir; içlerinde iyi hizmeti görülenler terfi ettirilirdi. Yangın söndürme levazımâtı ilk zamanlarda bedesten dellalında durur ve yangın olduğu vakit gelişi güzel kim isterse bunları alıp, yangın söndürmeye giderdi. Zaman zaman kargaşalık ve çapulculuğa sebep olan bu hizmet, Yavuz Sultan Selim Han zamânında kaldırılarak tamâmen yeniçeri ocağına verildi. Bu usûl tulumbacı ocağının kuruluşuna kadar devam etti.

On sekizinci asrın başlarında Müslüman olup, Dâvûd adını alan bir Fransız teknisyen, yangın söndürmek için tulumba yaptı. 1714’te Tüfekhâne ve Tophâne yangınlarında denenen bu tulumbaların yerine daha kullanışlı ve hafifleri yapıldı. 1720 yılında ise yangın tulumbalarının ilk nümunesini yapan Dâvûd Ağanın nezâreti altında acemi ocağına yamak olmak üzere ayrıca Dergâh-ı âli Tulumbacı Ocağı ihdas edildi. Dâvûd Ağanın maiyetinde bir kethüda, bir kâtip, bir çavuş yamağı, bir odabaşı, elli tulumbacı ve saka vardı. Tulumbacı neferlerin, üzerlerinde numaraları bulunan miğfer denilen bakırdan başlıkları mevcuttu. Zamanla ocaktaki görevlilerin sayıları artarak 1804 senesinde 531 kişiye ulaştı.

Ancak yeniçeriliğin 1826’da kaldırılmasıyla bu ocak da lağv edildi. 1827 yılında yarı askerî bir İtfâiye Teşkilâtı kuruldu. 1869’da belediye dâire ve merkezlerine, mahallelere tulumbalar verilerek semt tulumbacı ocakları kuruldu. Bu yıllarda çıkan İstanbul yangınından sonra Macaristan’dan getirilen Kont Secini’ye, Askerî İtfâiye Teşkilatı kurduruldu (1874). 1923’ten sonra itfaiye teşkilatı belediyelere devredildi.

Tulumbacılar, şehrin yüksek yerlerinde inşâ edilen yangın kulelerindeki gözcüleri vâsıtasıyla yangınları haber alırlar, başta reisleri, omuzlarında su tulumbaları ve yangın söndürme âletleriyle yangın yerine koşarlardı. Yangına koşar adım gidildiğinden neferlerin yorulmaması ve gidiş hızının azalmaması için uygun yerlerde takım değiştirilirdi. Her semtin tulumbacıları, kendi ekibinin daha faydalı olması, daha önce varıp hizmete ulaşması için yarışır, zamânın imkânları nispetinde yangını söndürmeye çalışırdı. Yangın yerine koşan tulumbacılara yaptıkları hizmete göre fenerci, borucu, kökenci ve hortumcu gibi isimler verilirdi. Tulumbayı yangın yerlerine sırtlarında koşar adım taşıyanlara ise uşak adı verilirdi. Fenerci, tulumba takımının ağası ve yol göstericisi olup yangına en önde giderdi.

Uşaklar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa bunu halletmek de fenercinin göreviydi. Borucu su sıkılan boruyu taşır ve alevlere su sıkardı. Kökenci borucunun kullandığı boruyu tutarak düşmemesini sağlar hortumcu da hortumları kullanırdı.

Yangını söndüren tulumbacılar dönerken hangi sınıf veya mahallenin tulumba ocağından olduklarını belirtmek için halkın kalabalık olduğu yerlerde “Haaayt... karada aslan, denizde kaplan, yetmiş iki buçuk millete duman attıran, yaman gelir yaman gider. Kasımpaşa’nın yiğitleri bunlar!” gibi naralar atarlardı. Yangın söndüren tulumba takımına kurtardıkları evin sâhibi tarafından genellikle kurbanlık bir koyun olmak üzere hisse denilen hediye verilirdi. Hisse, reis tarafından tulumba takımındakilere bölüştürülürdü.

Türk Ocakları

Osmanlı Devleti ve Cumhûriyet döneminde faaliyet gösteren Türk kültür dernekleri.

İlk defâ 1912 yılında kuruldu. Yirminci asrın başlarında Osmanlı Devleti içinde yaşayan azınlıklar, devlete karşı birtakım bölücü faaliyetlere giriştiler. Dış devletler de onlara destek oldu. Avusturya-Macaristan, Bosna-Hersek’i topraklarına kattı; Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti ve Girit 1908’de Yunanistan’a katıldı. Böylece bir tarafta Osmanlı Devletinden kopmalar, diğer tarafta iç karışıklıklar başlamıştı. Hedef, Türk Devletini yıkmaktı. İşte Türk ocakları, bu tür faâliyetleri önlemek, birlik ve berâberliği sağlamak gâyesiyle kurulmuştu.

Türk Ocaklarının kuruluşunda tıbbiyeli gençler faal rol oynadılar. Öte yandan bu tıbbiyeli gençlere mülkiyeli gençler de katıldılar. İlk kuruluşunda; Mehmed Emin, Yusuf Akçura, Ahmed Ferit (Tek), Ağaoğlu Ahmed, Fuad Sâbit, Emin Bülent gibi yazarlar ve fikir adamları yer aldı. Daha sonra bunlara; Ahmed Hikmet, Âkil Muhtar, Hüseyinzâde Ali, MehmedAli Tevfik, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Hamdullah Suphi gibi yeni isimler katıldı. 1912 senesinde ilk toplantı yapıldı ve geçici bir tüzük hazırlandı. Fuad Sâbit’in teklifiyle derneğe “Türk Ocakları” adı verildi. Başkanlığına Ahmed Ferid (Tek), İkinci başkanlığına Yusuf Akçura, genel sekreterliğe Mehmed Ali Tevfik getirildi.

Kısa bir süre içinde faaliyetlerini hızla geliştiren Türk Ocaklarının ertesi yıl başkanlığına Hamdullah Suphi (Tanrıöver) seçildi. Kısa zamanda Türk aydınları ve gençleri arasında hızla benimsendi. Ülkenin her tarafında şûbeler açıldı. Derneğin 1923 yılında 43 şûbesi mevcuttu, Ocak, yayın faaliyetlerine Türk Yurdu dergisiyle başladı ve 1923 yılında Yeni Mecmua ocağın resmî yayın organı oldu.

1932 yılında CHP’nin bir yan organı olan Halkevlerinin kurulmasıyla Türk Ocakları kapatıldı.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:05 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 


Türk Ordusu

Türk milleti gibi, Türk ordusunun da şanlı, şerefli bir tarihi vardır. Türklerde siyasî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir. Ordu-millet bütünlüğü, tarihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir. Türk tarihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünya tarihinde önemli roller oynamıştır. Orta Asya’da kurulan Hun İmparatorluğu, ilk Türk Devleti kabul edilir. Bunu, Göktürk ve Uygur devletleri takip etmektedir.

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvari birlikleri, ordunun esasını teşkil ediyordu. Cesur ve cengâver askerlere sahip bu ordular, Asya’ya hakim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Hun Türkleri, Hakan Mete’nin kumandasında 400.000 süvariyle, M.Ö. 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır. Bunlardan sonra gelen Türk devletleri daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur. İslâmiyet'in yayılmasıyla, Türkler kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyet'in şerefi, Türklüğün asaletiyle yan yana gelince tarihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu devletlerin ordularının müşterek gayesi; İslâmiyet'i insanlara duyurmak, onları dünyada ve ahirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sahip Bizans hükümdarı Diyojen’i yenen Alparslan, aynı inançla hareket etmişlerdir. Büyük Selçukluları, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanı takip etmiştir. Bu devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri, hep orduları sayesinde olmuştur. Bir ideal için savaşan Türk orduları, tarih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak ve sancaklarını dalgalandırmışlar, inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu idealin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, tarih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan, hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı, katî surette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran hep bu ideal olmuştur.

Türkler, bulundukları her yerde, ıstırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır. Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur. Aksine, insanlık, hamiyet, şefkat, hakka saygı ve adalet vardır. Zalimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır.

Selçuklular; eski Türk onlu sistemi, ıkta sistemi, lüzumunda ücretli askerler ve uclarda Türk beyliklerinin emrindeki Türkmenlerle muhteşem bir ordu kurmuşlardı. Anadolu Selçuklularının askerî teşkilâtı da, Büyük Selçuklu askerî teşkilâtı gibiydi. Maaşlı asker, hükümdarın maiyetinde bulunurdu; bunlar yaya ve atlı olurlardı. Timarı olan askerle ümerânın beslemeye mecbur olduğu asker, ordunun esasını teşkil ediyordu.

Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada kullanmasını bildiler. Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır. Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler.

Osmanlı Devleti, modern manâda ilk daimi orduyu Birinci Murad Han zamanında Yeniçeri ordusu adıyla kurdu. Yeniçeri ordusu, disiplin, cesaret ve teşkilât bakımından zamanının en mükemmel ordusu unvanını kazandı. Osmanlılarda, 1389 yılında Kosova Muhârebelerine topçu birliği katılmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı ordusunda topçuluk çok gelişmiş ve İstanbul’un fethi sırasında en ileri teknikte toplar kullanılmıştır.

Osmanlı ordusu; Kapıkulu, Eyalet ve Deniz Kuvvetleri olarak üç kısımdı. Kapıkulu askerleri; yaya sınıfından olan Yeniçeri, Cebeci, Topçu ocaklarıyla, yine bir ocak olan Atlı Bölüklerden meydana geliyordu. Bu iki sınıf asker, padişahın şahsına mahsus maaşlı merkez kuvvetleriydi ve padişah nerede bulunursa onunla beraber bulunurlardı. Eyalet askerleri ise başlıca Topraklı ve Timarlı Sipâhi denilen süvarilerle, Yaya, Müsellem, Azab ve bir de Rumeli sınırlarındaki Akıncılardan meydana gelmekteydi. Osmanlı Devleti, yaptığı fetihlerde timar usulünü uygulayarak geliştirmiş ve bu suretle dirlik sahipleri, bırakılmış olan bu gelir karşılığı, devletin korunmasını sağlayan ordunun bir kısmının hazırlanmasını üzerlerine almışlardır. Timarlı Sipâhiler, her sancakta bölüklere ayrılmışlardı. Her on bölük, Alay Beyinin komutası altında toplanırdı. Alay Beyleri savaş olduğunda, bölgesindeki Sancak Beylerinin, onlar da Şehzâdelerin veya Beylerbeyilerin komutası altında sefere giderlerdi. Sipahilerin onda biri, sefer esnasında hem bölgelerinin korunması hem de âsâyişin sağlanması ve giden arkadaşlarının işlerini görüp, toprağın işletilmesi için sırayla nöbetleşe ülkede kalırlardı.

Çaka Beyin İzmir’de tersane kurmasıyla Türklerde başlayan denizcilik, Osmanlılar zamanında çok gelişti. On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu. Bu yıllarda Osmanlı Devletinin Donanması; Devlet Filosu, Derya Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus, Trablusgarb) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet halindeydi. On sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri, 19. yüzyılda süratle makine devrine geçti. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla zamanın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve alımına devam edilmiştir.

On dokuzuncu asrın sonunda, 20. asrın başında dünya ordularında Hava Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin temelleri 1911 yılında atıldı. Balkan Savaşında ilk defa savaş görevi yapan pilotlar, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına rağmen, büyük hizmetlerde bulundular.

Daima düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine sahip olan Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzurun sağlanması için kanunlar koymuşlar ve teşkilâtlar kurmuşlardır. Göktürklere ait Orhun Kitâbelerinde 'yargan' kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, hakanın emrinde olarak, emniyet ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir.

Büyük Selçuklularda Şahne ve Anadolu Selçuklularında Subaşı, zabıta teşkilâtı ve faaliyetlerini yürüten sorumlu memuriyet ve makamlar arasında bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğunda zabıta görevini yapan kuruluşlar birleştirilerek 1846’da Serasker makamına bağlı Zaptiye Müşirliği kurulmuştur. 1880 yılında Zaptiye adı Jandarma olarak değiştirilmiştir.

Türk ordusunda, kanunlara saygı eksiksiz ve tamdı. Bunun yanında geleneklere titizlikle riayet edilirdi. Osmanlı ordusunda, padişaha büyük saygı duyulurdu. Onun büyük otoritesi sayesinde zaferlere erişilirdi. Bunun yanında bayrağa saygı sarsılmaz askerî geleneklerdendi.

Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır. Ordu politikayla uğraşmaz. Politikaya bulaşan ordu, devleti savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır. Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi. İlk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün orduya sirayet etti. Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep oldu. Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol oynadı. İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar altında istiklâlini yeniden kazandı.

Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu, her geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifade ederek kendini yenilemekte, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir. Kanunî zamanında fevkalâde büyükelçi olan, amansız Türk-İslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için şöyle diyor:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var. Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini hor görüyoruz. Sebatsızlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır... Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş yâhut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler, kâğıt ve zar oyunu bilmezler...”

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, ordu-yu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır. Müşahedelerini şöyle anlatır:

“...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir...”

Aynı konuda Iorga ise şöyle demektedir:

“Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir Türk ordusunun geçişiyse saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi. Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş yaparlardı. Balkanlarda genç Hıristiyan kızları, tek başlarına, mal satmak için, endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Aynı durum Avrupa orduları için hayal bile edilemezdi.

On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir...” demektedir.

Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:06 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
V,Y,Z

Vakıf

Mükellef kimsenin; kendi mülkü olan belli ve dayanıklı malının menfaatini bir şarta bağlamadan Müslüman veya zımmî fakirlere bırakması. Vakıf; lügatte habs ve men etmek, alıkoymak mânâlarına gelir. Vakf yapana vâkıf, vakf edilen şeye mevkûf denir.Vakfı idâre edene mütevellî, mütevellîyi kontrol edene nâzır, vakıf şartlarının yazılı olduğu belgeye de vakfiye denir. Vakfedilen mal, sâhibinin mülkünden çıkar. Satılmaz, bağışlanmaz, mîras bırakılmaz. Vakıf, dünyâda insanlara ihsân ve ikrâm etmek gâyesiyle kurulur.

Müslümanlar, “Bir kimse ölünce, ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan” meâlindeki hadîs-i şerîfte haber verilen bir sadaka-i câriye bırakabilmek için âdetâ birbirleriyle yarış ettiler. Anadolu Selçukluları, Dânişmendliler, Gazneliler, Atabegler, Eyyûbîlerle Hindistan,Afganistan ve diğer Müslüman ve Türk devletlerinde birçok vakıf kuruldu. Mısır’daki Memlûkler döneminde iyice gelişip yaygınlaştı.

Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamânında gösterdi. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesis edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescit, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imâm ve müezzinle 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.

Yine aynı târihlerde Karaman eyâletinde vakıf yoluyla 3 imâret, 75 câmi, 319 mescit, 45 medrese, 272 zâviye, 2 dârülhadîs, 31 dârülhuffâz, 4 muallimhâne, 2 dârüşşifâ, 14 kervansaray, Rûmeli eyâletindeyse; 10 imâret, 93 câmi, 218 mescit, 35 medrese, 275 zâviye, 13 muallimhâne ve 17 kervansaray tesis edildi.

Tesis edilen bu vakıflar gördükleri hizmetlere göre değişiklik arz ederdi. Yukarıda zikredilenlerden başka, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları gibi vakıf eserleri tesis edilmiştir. Bunlardan başka namazgâh, kütüphâne, dükkân, misafirhâne, kuyular, çamaşırhâne, helâ, han, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri,ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvisi gibi pekçok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve Medîne şehirlerine, İslâm dünyâsının her tarafında binlerce vakıf tesis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultanlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydana getirdikleri vakıflarla, her sene Osmanlı ülkesinden buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, bütün İslâm dünyâsının şükrân hislerini kabartacak seviyeye ulaşmıştır.

Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve rûhî hastalıklarını tedâvi etmek gâyesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüşşifâlar ve tımarhâneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşlarıyla ilgili bâzı vakfiyelerde birtakım ilâçların formülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedâvisinde kullanılması istenilmiştir. Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretlerse, seyâhatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirâhatını temin ederek, din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan ümidsiz kimselere bir sığınak vazîfesi görmüş, dînî ve insânî vecîbeleri en iyi şekilde yerine getirmiştir. İmâretler bünyesinde yer alan dârüşşifâlar, halkın poliklinik ve hastâne hizmetlerini görmüştür. Bu hizmetler devrin en selâhiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmârethâneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnını doyurmak, dul kadınları himâye altına almak, yetim ve fakir çocuklarını okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten Türk hayırseverliğinin takdirle yâd edilecek birer şefkat âbidesi hüviyetindeydiler.

Şehirlerarası nakliyenin sağlanması için pek çok yol, köprü ve kalenin inşâsı önemli ticâret yolları üzerindeki konak yerlerinde kervansaraylar kurulması vakıflar sâyesinde gerçekleşmiştir. Sokakların aydınlatılıp temizlenmesi ve bâzı şehirlerin muhtelif yerlerinde bahçeler açılması gibi hizmetler de vakıf yoluyla yaptırılmıştır.

Osmanlı iskân siyâsetini kolaylaştıran önemli unsurlardan biri olan ve Osmanlı Devletinin başlangıcından îtibâren; ülkenin çeşitli yerlerinde kurulan tekkeler, ahî ocakları ve bunların masrafları vakıflar yoluyla karşılanmıştır. Ahîler, yerleştikleri yerlerde devlet politikasının propagandasını yaptıkları gibi, gelip gidenleri misâfir etmişler, gerektiğinde harbe katılmış, halkı da bu işe teşvik etmişlerdir.

Yüzyıllar boyunca İslâm ve Türk dünyâsında içtimâî nizâmın korunmasına fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yoluyla karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâdeyle insanlığın dünyevî ve uhrevî saâdetine hizmet eden birer sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan vakıflar, Osmanlı devlet nizâmının kurulmasında ve devâm etmesinde temel faktörlerden biri olmuştur.

Osmanlılar zamânında kurulan vakıf müesseseleri iki kısımda incelenmektedir. Birincisi; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılan vakıflardır. Müessesât-ı hayriye de denilen, câmiler, medreseler, mektepler, imâretler, zâviyeler, kütüphâneler, misâfirhâneler, köprüler, hastaneler, çeşmeler, sebiller ve kabristanlar bu kısma girer. İkincisi ise; vakfedilen şeyin bizzat kendisinden faydalanılmayan, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temin eden binâ, arâzi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlara asl-ı vakf denilmektedir. Vakfedilen bu nesneler arasında bâzı köylerin tamâmı, her türlü zirâat işletmeleri, çiftlikler, tarlalar, üzüm bağları, bahçeler, mesken olarak kullanılan binâlar, dükkanlar ve iktisâdî gâye için yapılmış başka yapılar gibi gayr-i menkuller ve hayvan derisi, gemi, nakit para gibi menkuller görülmektedir. Mülkiyeti devlete âit olan ve arâzî-i mîriye adı verilen toprakların da vakıf hâline getirildiği görülmektedir; buna vakıf-ı irsâdî adı verilmektedir. Ancak vakfedilen şey bu arâzilerin çıplak mülkiyeti değil, ya üzerinde çalışan kimselerin devlete ödemek zorunda oldukları vergiler veya arâzinin tasarruf hakkıydı. Tahsis ve irsâd kâbilinden evkâf adı da verilen bu vakıflarda esas olan, vakfedilen gelirlerin devlet bütçesinden karşılanması, gereken hizmetlere tahsîs edilmesidir.

Osmanlılardaki toprak vakıfları da üç kısma ayrılmıştır:

Birincisi; sâhiplerinin mülkü olan öşürlü ve harâclı toprakların vakfedilmesiyle meydana gelen toprak vakıflarıdır. Bunlar, mülkiyeti devlet tarafından satılmış veya îmâr ve ihyâ maksâdıyla kolonizatör Türk dervişlerine ve zâviye sâhiplerine mülk olarak terk edilen boş toprakların vakıf hâline getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu toprakları vakıf sâhiplerinin kendileri veyâ adamları işlemektedir. Kirâya verildiği takdirde vakıf idârecisi toprağı işleyen köylülerden sâdece toprak kirâsı isteyebilmekte bunun dışında onlar üzerinde idârî ve inzibâtî selâhiyetleri ve resmî sıfatları bulunmamaktadır.

İkincisi; mâlikâne-dîvânî sistemine bağlı toprakların vakfedilmesi hâlinde, vakfedilen şey, topraktan ve toprak üzerinde yaşayan köylülerden alınan her türlü vergiler olmayıp, sâdece toprağın kuru bir mülkiyet hakkıdır. Bu mülkiyet hakkına mâlikâne hissesi denilmekte olup, umûmiyetle mahsûlün beşte biri, yedide biri veya onda biri olarak kabul edilmektedir. Vakfedilen bu haktır.

Üçüncü kısmı ise; bilcümle hukûk-ı şer’iye ve rüsûm-ı örfiyesiyle ve serbestiyât üzere vakfedilen topraklardır.

Burada söz konusu edilen vakıflardan birinci ve ikincisi vakf-ı sahîh, üçüncüsü ise vakf-ı irsâdîdir.

Osmanlılarda, önceleri pâdişâh ve Harameyn vakıfları için teşkilâtlı nezâretler kurulmuş, 1839’da kurulan ve taşrada teşkilâtlandırılan Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti, imparatorluktaki bütün vakıfları merkezî bir idâreye kavuşturmuştur.

Vezir

Osmanlı Devletinde askerî ve idârî sâhalarda geniş selâhiyetlere sâhip en üst derecedeki memurlara verilen ünvân. Vezir kelimesi, lügatta “yardımcı” mânâsına gelmekte olup, devlet başkanı olan pâdişâhın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdârlıkla ilgili meselelerde görüş ve tedbiriyle ona yardımcı olan kimsedir. Vezirlerde, doğruluk, sabır, metânet ve yücelik gibi dört haslet bulunurdu.

Vezir ünvânı ilk defâ Abbâsî Devletinde, daha sonraları da çeşitli İslâm devletlerinde kullanılmaya başlandı. Büyük Selçuklu, İlhanlı, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da bu ünvânı kullandılar.

Osmanlılarda vezirlik müessesesi ilk defâ, Orhan Gâzi zamânında (1324-1362) kurulan dîvân teşkîlâtının başına vezir ünvânıyla bir zâtın getirilmesiyle teşekkül etti. İlk vezir ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâaddîn Paşa olup, bunu yine aynı sınıftan Ahmed Paşa bin Mahmûd, Hacı Paşa ve Sinâneddîn Yûsuf Paşa tâkip ettiler. Yûsuf Paşa, Orhan Gâzinin son ve Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın ilk vezîriydi. Onun vefâtından sonra Sultan Murâd, Çandarlı Kara Halîl’i vezârete getirmiştir.

Orhan Gâzi zamânında tek vezir olup, dîvân; vezir, kâdı ve hükümdâr olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyordu. Devletin büyümesi ve işlerin artması üzerine, vezirleri de arttırmak îcâb etti. Böylece sayıları artan vezirlerden biri vezîriâzam ismiyle baş vezir tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) zamânından îtibâren vezîriâzam yerine sadrâzam ünvânı kullanılmaya başlandı.

Vezirlik rütbesine yükselebilmek için mükemmel hizmet etme, iktidâr ve ehliyet sâhibi olma özellikleri aranırdı. Mîr-i mîrân da denilen bir beylerbeyinin vezir olabilmesi için, sancakbeyliğiyle eyâletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra Rumeli beylerbeyi olması lâzımdı. Ancak oradan vezirliğe geçebilirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân zamânının sonuna kadar merkezdeki vezir adedi dörtten yukarı çıkmamıştı. Bundan sonra artarak yediye kadar çıktı. Sonradan vezir adedi daha da artınca, kubbe vezirliğinden hâriç olarak bâzı mühim eyâletlere (Bağdat, Budin, Yemen gibi) vâli olarak vezirler gönderildi. Daha sonra bu da kâfi gelmediğinden eyâletler parçalandı ve birkaç sancak birleştirilip bir vezire verildi.

Vezirliğe tâyin edilenler evvelâ pâdişâh huzûrunda ve sonra da sadrâzam tarafından kabullerinde hil’at giyerlerdi. Bundan sonra vezir tâyin edilen zâtın vezâret menşûr veya berâtı reîsülküttâb; nişân-ı hümâyûn takımı da nişancı tarafından alınarak konağına götürülürdü. Bu hizmetlerinden dolayı yeni vezir; reis efendiye, nişancı, mîr-i âlem ve çavuşbaşıya kânûnen muayyen ve münâsip hediyeler verirdi.

Kubbe vezirleri dîvân toplantıları sırasında vezîriâzamın sağında otururlardı. Dîvân-ı hümâyûnda işler çok olduğu zaman kubbe vezirleri vezîriâzamın izniyle tuğra çekerek nişancıya yardım ederlerdi.

Kubbe vezirleri zaman zaman serasker veya serdâr ünvâniyle sefere memur edilirlerdi. Böyle durumda maiyetine kapıkulu askerinden münâsip miktarda yeniçeri, cebeci, topçu ve süvârî askeri verilirdi. Ayrıca mâlî işlerini görmek üzere bir defterdâr veya defterdâr makâmında bir hazîne kâtibi bulunur ve kendi tezkirecisi de reîsülküttâb vazîfesi görürdü.

Serdâr vezir hareketinden îtibâren dîvân kurar, dâvâ dinlerdi. Maiyetindeki vazîfe sâhipleriyle gideceği mıntıkalardaki azl ve tâyin husûsunda selâhiyeti vardı. Dönüşünde yaptığı işler hakkında dîvân-ı hümâyûna bilgi verirdi.

Yine vezirler bir vazîfeyle taşraya çıktıklarında, eyâletine gidinceye kadar yol üzerinde dâvâlara bakmak ve karar almak selâhiyetine sâhiptiler. Aynı durum İstanbul’a dönen vezirler için de geçerliydi. Ancak, kendisi bir vezîrin eyâletine uğrarsa orada dâvânın hâllini ona havâle ederdi.

Vezirler gelir bakımından büyük imkânlara sâhip olup, bunların başlıca gelir kaynaklarını kendilerine tahsis edilen haslar teşkil ederdi. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre; bir vezîrin haslarının yıllık geliri 1.200.000 akçeydi. Bunlar diğer Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi ganîmetlerden de pay alırlardı. Vezir, kendi hasının her beş bin akçelik geliri için sefere bir cebelü asker götürmeye mecburdu.

Yaşı îtibâriyle hizmet yapamayacak bir dereceye gelen veyâhut uzun tecrübelerle idârî ve askerî aczi anlaşılan bir vezir, tekâüd edilerek kendisine geçinebilecek kadar tekâüd hasları veya bir mahallin mukâtaasından veya başka bir yerden muayyen bir para verilirdi.

Vezirler hakkında şikâyet olur ve hakkındaki şüpheler sâbit olursa, kendisinden vezirlik alâmetleri ve rütbeleri alınarak belli bir mahalde ikâmete mecbûr tutulurlardı. Eğer halka zulüm ettikleri duyulursa, muhâkeme edilerek cezâlandırılırlardı.

Kalabalık maiyetlere sâhip olan vezirlerin emirleri altında en az üç yüz kişi bulunurdu. Kapı halkı denilen bu maiyetin kalabalığı vezîrin derecesini gösteren bir ölçüydü.

Her vezîrin dokuz kat mehterhânesi vardı. Fakat bu mehterhânede pâdişâhlık alâmeti olan kös bulunmazdı.


Prof. Dr. Sinsi 10-11-2012 01:06 AM

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.
 
Voynuk Teşkilatı

Osmanlı Devletinde, seferdeyken ordunun ve devlet adamlarının atlarına; sulh zamânında ise has ahır ve çayır hizmetlerine bakmakla vazifeli bir sınıf. Gayri müslim ve bilhassa Bulgarlardan seçilirdi.

Voynuk teşkilâtı Sultan Birinci Murâd Han (1359-1389) zamânında Rumeli beylerbeyi olan Timurtaş Paşa tarafından ilk defâ Bosna’da kuruldu. Mensupları Bulgarlar arasından seçilerek, yaygınlaştırıldı. Hassa, amme veya seferli ve Çayır Voynukları hâlinde teşkilâtlanırdı. Hassa voynukları, Istabl-ı âmire (saray ahırı) hizmetlileriydi. Amme voynukları, seferlerde askerî hizmetlerde bulunurlardı. Muhârebeye gitmek için dâvet edilenlere Sefer Voynukları denirdi. Istabl-ı âmire’ye çayır biçmek ve hayvanları çayırlatmak için gelmeleri emir olunan voynuklara da Çayır Voynukları denilirdi. Hassa Voynuklarının başına Voynuk Beyi, Amme Voynuklarının bulunduğu timar sâhiplerinin başına da Voynuk Seraskeri denirdi. Has Ahır hayvanlarıyla, Istabl-ı âmire çayırlarına bakan voynukların kayıtlarını tutup, bunlarla ilgili muâmelelerle Voynuk Kâtibi meşgul olurdu. Mıntıkalardaki birlik kumandanlarına Çeribaşı denirdi.Voynuk Beyi, Seraskeri ve Çeribaşı Müslümandı. Diğer küçük âmirlerden Primkür ve Likatör Hıristiyandı. Voynuklar “Gönder” adıyla üçer dörder kişilik müfrezelere ayrılmışlardı. Her gönderden bir tânesi nöbetleşe her sene hizmete girerdi. Voynuklar nöbet hizmetine kendi beygirleriyle gelirlerdi. Hizmete gelen nöbetçi voynukların yoklamaları defterdarlara âitti. Mevcutları binin altındaydı.

Voynukların kaynağı Rumeli olup, bilhassa Bulgaristan idi. Açık kadrolara, ölen veya sakatlanan voynuğun oğlu, kardeşi veya akrabâlarından biri tâyin edilirdi. Voynukların oğullarına veVoynukluğa aday olan akrabâlarına “Zevâit Voynuk” denilirdi. Ölüm ve sakatlanmalar hâlinde Zevâit Voynuklarıyla kadro tamamlanırdı. Zevâitle kadro tamamlanmazsa dışardan Voynuk yazılırdı. Voynuklara hizmeti karşılığı verilen arâziye “Baştına” adı verilirdi. Voynuk, hizmeti karşılığında Baştına’yı (belirli ve sınırlı bir alan) kullanırdı. Bu arâzi için hiçbir tarafa vergi ve rüsum vermezdi. Voynuk belirli arâzisinden başka yer tuttuğu zaman bu arâzinin aşar ve sâir rüsûmunu dirlik sâhibine vermeye mecbur olduğu gibi kendi dirliğini teşkil eden arâziden başkasının istifâdesi hâlinde de bunun vergi ve rüsûmunu kullanandan almak hakkına sâhipti.

Voynuk Teşkilâtı 1691’de kaldırıldıysa da, 1693’te tekrar kuruldu. 1878 târihinde ise tamâmen kaldırıldı.

Yıldız Mahkemesi

Otuz ikinci Osmanlı Pâdişâhı Abdülazîz Hanın tahttan indirilerek şehit edilmesine sebep olanları yargılamak için kurulan mahkeme. Yıldız Sarayı yakınındaki Malta Karakolunun yanında kurulan bir çadırda görüldüğü için bu ad verilmiştir.

Sultan Abdülazîz Han; Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülislâm HayrullahEfendi ve Midhat Paşanın gizli çalışmaları neticesinde 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi. Hüseyin Avni Paşanın ayda yüz altın lira maaşla Fer’iyye Sarayına bahçıvan adıyla aldığı Cezayirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed adlı pehlivanlar tarafından 4 Haziran 1876’da şehit edildi. Fakat intihar süsü verilerek olayın üzerine gidilmedi.

Sultan Beşinci Murâd Hanın kısa saltanatından sonra pâdişâh olan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, amcası Abdülazîz Hanın şehit edilmesiyle ilgili olarak el altından soruşturmaya başladı. Bizzat veya vâsıtalı olarak yaptığı soruşturma neticesinde amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, sûikastle öldürüldüğü kanaatine vardı. Olayın resmî olarak soruşturulmasını istedi. Savcı olarak vazifelendirilen Fındıklılı Mehmed Efendi 1 Nisan 1881’de soruşturmaya başladı. Soruşturma komisyonunda Şûray-ı Devlet Tanzimat Dâiresi başkanı Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Beyle mâbeynci Râgıb Bey de vazifelendirildiler. Yapılan soruşturma sırasında sanıklar ve şâhitler dinlendi. Soruşturma neticesinde; bahçıvan ve uşak olarak üç kişinin yüzer altın lira aylıkla Abdülazîz Hanın hizmetine tâyin olundukları, Abdülazîz Hanın icâbında kendisini savunabileceği palasının bir tertiple alındığı, üzerinde daha hayat eseri varken doktorlara odasında muâyene ettirilmeden bir pencere perdesine sarılarak alelacele Fer’iyye Karakoluna indirildiği, ölümü hakkında on dokuz doktor tarafından verilmiş raporun yazılı ve açık olmadığı ve bileklerini keserek intihar ettiği söylenen makasın bu yaraları meydana getirilebileceği kaydıyla yetinilerek kapalı ifâdede bulunulduğu, Hüseyin Avni Paşanın; “Bu avam cenâzesi değildir. Size her tarafını muâyene ettirmem.” demek sûretiyle tam muâyeneye mâni olduğu, cenâze görülmeden yalnız Fahri Beyin sözüyle yetinilmek sûretiyle şer’î (dînî) îlam yazıldığı, Abdülazîz Hanın hizmetine tâyin edilen pehlivan Mustafalar ve Hacı Mehmed’in olaydan sonra cüzi bir maaşla emekliye ayrıldıkları halde “Yüksek maaşla memleketlerine gönderilmiştir” diye halka îlân edildiği, Abdülazîz Hana büyük kin besleyen Hüseyin Avni Paşanın olay günü Kuzguncuk’taki yalısından ilk olarak Fer’iyye’ye gelmiş olduğu, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve DâmâdNûri paşaların Beşinci Murâd’ın annesinin isteğiyle Abdülazîz Hanı öldürmek üzere emir verdiklerini beyan ettikleri ortaya çıktı. Soruşturma neticesinde hazırlanan raporda Abdülazîz Hanın ölümünün intihar olmayıp suikast sebebiyle olduğu belirtildi.

Sultan İkinci Abdülhamîd Han bu raporu Şeyhülislâm UryânizâdeAhmed Esad Efendi, Dâhiliye Nâzırı Mahmûd Nedim Paşa, Tunuslu HayreddînPaşa ve Şûray-ı Devlet Tanzimat Dâiresi başkanı Mahmûd Celâleddîn Beyden meydana gelen bir komisyona ve Sadrâzam, Şeyhülislâm, Dâhiliye Nâzırı ve Hâriciye nâzırından meydana gelen ikinci bir üst heyete inceletti. Bakanların tam kanaat getirmesi için sanıkların ve şâhitlerin Bakanlar Kurulu huzûrunda ifâdelerinin dinlenmesini de uygun gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu görüşünü heyete bildirdi. Ayrıca bu işle ilgili görülen Mütercim Rüşdî ve Midhat paşaların da tutuklanarak muhâkeme edilmeleri için olağanüstü bir Soruşturma Meclisinin kurulmasını Bakanlar Kurulu (Vekiller Heyeti) üyelerine bildirdi. Bunun için sarayda toplanarak bir karar vermelerini istedi. Sadrâzam Saîd Paşanın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu (Vekiller Heyeti) meseleyi görüştü. İfâdeleri tespit edilmiş olan sanıklar hakkındaki iddianâme okundu, fâillerden bir kısmı getirtilip Bakanlar Kurulu huzûrunda konuşturuldu. Durumu tekrar değerlendiren Bakanlar Kurulu, sanıkların cezâlandırılmak üzere evraklarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmelerini, Yıldız Sarayı yakınında Malta Karakolunun yanındaki bir çadırda mahkeme kurulmasını, mahkemenin alenî (açık) olması ve seyircilerin Adliye Nâzırlığından alınacak dâvetiye ile mahkeme salonuna girmeleri gibi hususları kararlaştırdı.

Mahkemeye Adliye Nâzırlığından alınan dâvetiye ile girildiği için yabancı muhâbirlerin ve kordiplomatiğin hepsine ve sanıkların âilelerine dâvetiyeler verildi. Türk gazetecileri de mahkemeyi tâkip ediyorlardı. Sanıkların duruşma ve muhâkemeleri temyize bağlı İstinaf Mahkemesinin Cinayet Mahkemesi tarafından yürütülecekti. Bu mahkemenin reisi Ali Sürûrî Efendi, ikinci reisi de Hristo Forides idi. Mahkeme heyetinin diğer üyeleri, Emin Bey, Hüseyin Hâmid Bey, Emin Efendi, Gadban Efendi ve savcı, Latif Bey yardımcıları ise Reşid ve Raif beylerdi. Ayrıca soruşturmayı yapmış olan Fındıklılı Mehmed Efendi ile Hüseyin Şükrü Efendi de bu heyette yer almıştı.

27 Haziran 1881 Pazartesi günü saat 10.00’da başlayan mahkemeye başta Midhat Paşa olmak üzere on bir sanık getirildi. Kalabalık bir dinleyici kitlesinin tâkip ettiği sabah oturumunda savcının iddianamesi okundu. Sanıklar veya avukatları ile şâhitler dinlendi.

Reis Sürûrî Efendi şâhitlere sanıkların itirazlarını dinlettikten sonra, sanık avukatlarının savunmaları ve sanıkların savunmaları dinlendi. 29 Haziran Çarşamba günü saat 11.00’de reis Sürûrî Efendi; “Bugün mahkeme, müdde-i umûmî (savcı) beyle müdâfileri dinledikten ve yeniden müşâverede bulunduktan sonra hak edilen cezâların miktarını açıklayan hükmünü beyân edecektir. Söz savcınındır” dedikten sonra duruşmayı açtı. Savcı sanıklar hakkında Cezâ Kânununun ilgili maddelerinin tatbikini taleb etti. Sonra söz alan sanık avukatları müvekkillerini savundular. Bundan sonra hâkimler yarım saat çekildiler. Bu müddet sonunda reis Sürûrî Efendi verilen cezâları bizzat okumaya başladı.

Karara göre; Abdülazîz Han tahttan indirildikten sonra kaldığı Fer’iyye Sarayının bahçıvan ve bekçileri Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa ve Dâmâd Nûri Paşa îdâma, Seyyid Bey ve İzzet Bey onar sene hapse mahkûm edildiler. Cinâyete ortak olduğu anlaşılan, fakat cezâsı tespit edilmemiş olan Midhat Paşa da kendisini savundu. Mahkeme heyeti karar için çekildi. İkinci reis Hristo Forides tekrar celseyi açarak, Midhat Paşanın da îdâma mahkûm edildiğini, temyiz yolunun açık olduğunu, îtiraz için sekiz gün mühlet verildiğini açıkladı.

Abdülazîz Hanın öldürülmesinde eli bulunanlardan Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed Paşalar mahkemeden önce öldükleri için haklarında işlem yapılmadı. Midhat Paşa 6 Temmuz 1881’de temyize başvurdu. Temyiz Mahkemesi Midhat Paşanın îtirâzını görüşerek taleplerinin reddine karar verdi. Mahmûd Celâleddîn ve Nûri Paşaların cezâlarının hafifletilmesinin kararı ile Temyiz Cezâ Dâiresinin tasdikine âit iki îlâm Adliye Nezâretine gönderildi. Adliye Nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve başvekil ünvânıyla Sadrazam olan Küçük Saîd Paşa da îlâmları göndererek Vekiller Heyetinde görüşülmesini istedi. Vekiller Heyeti toplanarak felâketlerin kaynağının Abdülazîz Hanın tahttan indirilmesi olduğunu, ayrıca mahkeme kararlarını değiştirmeye selâhiyet ve lüzum olmadığını, cezâların affı veya hafifletilmesinin Kânûn-i Esâsîye göre pâdişâhın yetkisi dâhilinde olduğunu belirtti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bakanlar dışında birçok devlet adamının katılmasıyla bir heyet toplayarak mahkeme kararlarının aynen tatbiki veya değiştirilmesi hakkında tek tek tekliflerinin bildirilmesini istedi. 9 Temmuz günü Yıldız Sarayında eski sadrâzamlardan Safvet Paşanın başkanlığında toplanan 25 kişilik heyetten 15 kişi kararların aynen uygulanmasını, 10 kişi ise cezâların hafifletilmesini istedi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, heyet üyelerinin yazılı mütâlaalarını tek tek inceledikten sonra kendi yetkisine dayanarak îdâm cezâlarının hepsini ömür boyu hapse çevirdi. Sivil ve askerî rütbelerini, nişanlarını ve madalyalarını kaybeden mahkûmların on birinin de cezâlarını Hicaz eyâletindeki Taif Kalesinde çekmeleri kararlaştarıldı. Mahkûmlar cezâlarını çekmek üzere Taif’e gönderildi. Böylece Osmanlı târihinde karanlıkta bırakılmak istenen bir cinâyet de aydınlığa kavuşturuldu.

Zaptiye

Yurt içinde genel düzen ve güveni korumakla görevli askerî teşkilâta eskiden verilen ad.

Osmanlı Devletinde 19. yüzyılın sonlarına kadar İstanbul’da zâbıta işleri Yeniçeri Ağalarıyla, Kaptanpaşalar, Bostancıbaşılar, diğer yerlerde Beylerbeyiler, Sancakbeyleri tarafından görülürdü. Tanzimat'tan sonra 1869 yılında çıkarılan Nizamnâme ile zaptiye teşkilâtı kuruldu ve zabıta işleri bu teşekkül tarafından yerine getirildi. Seraskerliğe bağlı olan zaptiye teşkilâtı bölük, tabur ve alaydan meydana gelirdi. Zamanla bu teşkilâtın görevini yapacak polis ve jandarma teşkilâtlarına geçildi.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.