ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Edebiyat / Dil Bilgisi (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=658)
-   -   Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=142102)

Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:44 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Bir el uzandı, irkildim. Muavin kolonya tutuyordu. Avuçlarımı açtım ve teşekkür ettim. Limonun keskin kokusu çok hoşuma gitmişti. Mustafa da gözlerini kapamış, kınalı
ellerindeki kolonyayı burnuna çekiyordu. Nermin Hanımın okumaya ara verdiğini gördüm:

–Ne ilginçtir Nermin Hanım! Türkiye’de hemen her evde misafire ikram etmek için kolonya ve şeker bulundurulur.

Nermin Öğretmen, öne düşen saçını kulağının arkasına alarak bana döndü:

–Bunun adı misafirperverlik Metin Bey. Yani, ortak değerlerimizden biri. Misafiri güler yüzle karşılar, en güzel terlikleri ona veririz. Başköşeye buyur eder, ikramda kusur etmeyiz. Bunlar hep evimize gelene “Size saygı gösteriyoruz, siz bizim için önemlisiniz.” mesajlarıdır. Değerlerimizi unutmamalı, onları korumalı, yaşatmalı ve çocuklarımıza aktarmalıyız. Çünkü onlar, bizi biz yapıyor. Bizi birbirimize kenetliyor. Bizi bir arada tutuyor. Yüzyıllar önce Yunus’un dediği gibi:

“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz!”

Başımla onayladım ve devam ettim:

–Biz küçükken, bayramlarda elimizde birer torbayla, kapı kapı dolaşır, el öper, şeker toplardık.
Bilgi insanı kuşkudan, iyilik acı çekmeden, kararlı olmak da korkudan kurtarır. KONFÜÇYÜS



Mustafa sızılı bir ah çekti:
–Biz de Metin Ağabey, en çok da ben toplardım. Çocukluğumdan beri çok severim şekeri, tatlıyı. Zeynep de bilir, hafta sonları baklava açar bana. İncecik yufkaları yorulmadan kat kat dizer. Ne de güzel olur. Ama annem pek beğenmez; “Şerbeti kıvamında verilmemiş yine!” der. Zeynep hemen bana bakar. Bilir annemin huyunu, cevap vermez, susar ve büker boynunu.

Nermin Öğretmen, hanımları bizden daha iyi tanırdı. Belki de o yüzden ince ince gülümsüyordu. İmalı bir üslûpla konuştu:

–Bir anne için, oğlunu geliniyle paylaşmak önceleri biraz zor gelir, sonra alışılır. Olur, böyle şeyler.

Elindeki papatyaları özenle çantasına yerleştirirken yüzü hâlâ tebessüm doluydu. Mustafa bana döndü ve kulağıma eğildi:

–Metin Ağabey, Nermin Hanımın söyledikleri hemen anlaşılıyor. Ne güzel konuşuyor değil mi?

Haklıydı. Nermin Öğretmen konuşurken çok dikkatliydi. Cümlelerinde gereksiz kelimeler kullanmıyor, adeta planlıyordu. Dile hâkimdi. Ağzından çıkan her sözcük önceden düşünülmüş gibiydi.

–Evet, güzel konuşuyor Mustafa. Haydi, söyle bunu ona.

Sustu! Yapamam, dercesine bir işaret yaptı. Sevdiklerimize onları sevdiğimizi, beğendiklerimize onları beğendiğimizi söyleyemiyorduk! İş başa düşmüştü;

Sayfa 26 (arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:44 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

GÖZÜM ARKADA
KALMAYACAK


Biz küçükken, bayramlarda elimizde birer torbayla kapı kapı dolaşır, el öper, şeker toplardık...

Artık tepeden iniyorduk. Yol, yılan gibi kıvrılarak aşağıdaki uçsuz bucaksız ovaya akıyordu. Tarih öncesi bir şehrin kalıntıları arasından geçiyorduk. Bir grup turist taşların fotoğraflarını çekiyordu. Yüzüme güneş vurdu. Görevdeyken, devlet bizi mesleğimizle ilgili çalışmalar yapmak için kısa süreli de olsa yurt dışına göndermişti. Daha ilk günlerde özlemiştim vatanımı. Bu özlem şiirler de yazdırmıştı bana:


Neyin varsa özledim Türkiye’m,
En çok toprağının kokusunu özledim.
Gülümsemesini insanlarının,
Bebeklerinin ninnilerle,
Uyutulmasını özledim.

Fark etmezmiş hangi şehrindeyim,
Dağlarında mı, denizlerinde mi?
Fark etmezmiş delikmiş cebim,
Varsın olsun
Bir elimde peynir,
Bir elimde simit
Tavşankanı çayını özledim.

Yorgunmuşum, uykusuzmuşum,
Kar düşermiş saçlarıma,
Kimin umurunda.
Sokaklarında yürümeyi,
Soğuklarında üşümeyi özledim,
Neyin varsa özledim Türkiye’m,
En çok toprağının kokusunu özledim...

Güneş bizim ülkemizde başka türlü ısıtıyordu. Hava başka bir güzeldi. Yağmur başka türlü yağıyor, toprak başka türlü kokuyordu. Üstelik yabancılar da aynı şeyi söylüyor ve hayranlıklarını gizlemiyorlardı. Tarihin bunca iç içe yoğrulduğu, doğal güzelliklerin başka hiçbir ülkeye nasip olmayacak kadar bol olduğu ve daha nelerin nelerin olduğu canım ülkemizde ne eksiğimiz vardı da daha fazla turist ağırlayamıyorduk sanki!

Oysa Anadolu, medeniyetlerin beşiği, Asya ve Avrupa’nın köprüsüydü. İstanbul’un güzelliği tarif bile edilemezdi. Mimar Sinan’ın camileri nasıl anlatılırdı? Ankara’daki Roma hamamları, Alacahöyük’teki Kral Mezarları, Toroslar’daki kale kalıntıları, Kültepe yazıtları, Karadeniz’deki, yeşilin her tonuyla bezenmiş yaylalar, Doğu Anadolu çömlekçiliği, Batı Anadolu’daki sayısız antik eser, Urfa ve Mardin’deki ilk kiliseler ve daha niceleri yeni misafirlerini bekliyordu. Misafirleri buyur etmek de, zaten Türk’ün geleneğinde vardı.
Sayfa 25(arkası yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Delikanlı yüzünü biraz buruşturdu:

–O yaşta okula mı gidilir öğretmenim? Düşünsenize okul sıralarında liseli çocuklarla birlikte oturduğumu, gülmezler mi bana?

Nermin Hanım, hiçbir şey söylemeden, çantasındaki gazeteyi uzattı bize. İlk sayfada yetmiş yaşından sonra ortaokul diploması alan bir adamın haberi ve resmi vardı. Delikanlı biraz önceki söylediklerinden utanmış, dudağını ısırıyordu. Sesini daha da yumuşatan Nermin Öğretmen gazetesini katlarken konuşmasına devam etti:

–Okumanın yaşı mı olur? Bu saatten sonra ne yapacağız diplomayı da diyemeyiz. Çünkü hayatlarımız çok kısa. Ona, her şeyi sığdırmamız imkânsız. Başkalarının tecrübelerini paylaşmamız lâzım. Bu da ancak okumakla olur. İleriyi görebilmek için de okumak, okutmak zorundayız. Atatürk de kalkınma hamlemize eğitimle başlamadı mı? “Bir ülkede okumaya karşı istek artmadıkça yıkım artar!” demedi mi? “Eğitimdir ki; bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder!” diye haykırmadı mı?

Mustafa bu defa hazırlıklıydı. Kendisini nasıl affettireceğini biliyordu. Sakladığı elini öğretmene uzattı. Elinde bir demet papatya vardı.

–Sizin için topladım öğretmenim.

Nermin Hanım biraz şaşırsa da, pırlanta bir kolye almışçasına mutlu oldu. İncitmekten korkarcasına uzanıp aldı ve derin derin kokladı çiçekleri.

–Çok naziksin Mustafa, çok düşüncelisin, teşekkür ederim.

El sıkışmak istedi. Delikanlı ani bir hareketle eğilip uzanan eli öptü ve alnına koydu. Söyleyecek bir söz bulamadı Nermin Hanım. Yutkunduğunu görebildim sadece. Saklanmıştı yine gözlüklerinin arkasına. Belli ki yine dolmuştu büyük, mavi gözleri. Döndü, dışarıyı seyretmeye başladı...

Sayfa24 (arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

–Anlamadım delikanlı. Şimdi ekmek bulunur, rızkı verilir ümidiyle bol bol çocuk mu yapalım? “Dereyi görmeden paçayı sıvamak!” yanlıştır. Gelişigüzel yaşayamayız. İçinde bulunduğumuz duruma göre davranmalı, hayatı plânlamalıyız. Öyle her şey devletten de beklenmez. Her konuda, önce elimizden gelen çabayı kendimiz göstermeliyiz. İnsanlarımızda öğrenme arzusu, hata yapmama bilinci olmalı. Geçenlerde televizyonda izledim. Bir adamın üç eşinden tam yirmi yedi tane çocuğu varmış. İsimlerini bile doğru dürüst sayamıyor; ama sanki bir meziyetmiş gibi kamera karşısında alımla, çalımla,
pala bıyıklarını bura bura poz veriyordu. Hele bir de sırıtması vardı ki, evlere şenlik.

Tam zamanında dönmüştük. Otobüsümüz harekete hazırdı. Koltuklarımıza oturduk, Nermin Hanım hâlâ okuyordu. Yerime otururken seslendim ona:

–Hava çok güzeldi Nermin Hanım, siz de inseydiniz biraz.

–Kitap okumak da çok güzel. Onlarsız bir dünya düşünemiyorum. Eğer iyi seçilirler ise, hep doğruyu öğretiyorlar insana. Dost ve sırdaş oluyorlar. Hem de hiç karşılık beklemeden.

Mustafa’nın da aklı benim gibi dışarıda kalmıştı.

–Biz de ne güzel dolaştık değil mi Metin Ağabey? Bazen sıkıcı oluyor okumak! Ben daha çok hareketten hoşlanıyorum. Kulakları çınlasın, babam hep, “Yüzmeyi kitaptan öğrenen denizden sağ çıkamaz” ve “Çok okuyan değil, çok gezen bilir!” der.

Nermin Hanım da yumuşak bir sesle cevap verdi ona:

–İşin orası tartışılır bence. Gezmeye, eğlenmeye elbette sözüm yok. Ama düşüncelerimizi harekete geçirebilmek için de bilgiye ihtiyacımız olduğunu unutmamak gerekir. Bilgiye ulaşmanın en kolay yolu da okumak. Kitap, bize sağduyu kazandırır. Bakış açımızı zenginleştirir. Artık bilgi çağındayız. Ancak bilgiye sahip toplumlar zamanı takip edebilir. Sen de
askerden döndükten sonra mutlaka tamamla okulunu, sakın unutma!

Sayfa 23 (arkası yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Birden iki çocuk çıktı ortaya. Yakınlarda bir köy olmalıydı. Onlar da su içtiler. Kıyafetlerinin eskiliği ve yamalar hemen dikkat çekiyordu. Lastik ayakkabılarının sağı solu delinmiş, parmakları görünüyordu. Kısa saçları, yuvarlak yüzleri ve çekik gözleriyle birbirlerine benziyorlardı. Kardeş olmalıydılar. Daha kısa boylu olanın bir ayağı aksıyordu. Ya akraba evliliği yapılmış ya da doğumda bir aksilik olmuştu.

Her ne olmuşsa, ayağı aksıyordu işte. Üstelik yalnız da sayılmazdı. Çünkü ülkemizde altı milyona yakın engelli insan vardı. Değişik nedenlerle günlük yaşantılarında, fiziksel problemler yaşayan bunca insan. Bir tekerlekli sandalyeye sahip olduğunda dünyalar kendilerinin olan; ama sonra da bu sandalye ile otobüse binemeyen, merdivenlere takılıp inemeyen, sinemaya, tiyatroya, alışveriş merkezine gidemeyen ve bir tuvalete bile giremeyen birçok insan. Onların, hor gözle bakışlara tahammülleri yoktu. Acımamızı, üzülmemizi de istemiyorlar, bizden sadece insanca ve eşit davranışlar bekliyorlardı. Güçleri yettiğince çalışmayı, üretime katılmayı ve sıradan bir yurttaş olmayı arzuluyorlardı.

Kimi işitemiyor, kimi konuşamıyor, kimi yürüyemiyor, kimi de göremiyordu belki; ama onlar hissedebiliyordu. Çünkü onlar insandı.

Çeşmenin yanında birkaç küçük kuş belirdi. İçlerinden birisi, diğerleri gibi rahat hareket edemiyordu. Kör bir avcı saçması ya da haylaz bir oğlanın sapanından fırlayan taş, sol kanadının neredeyse yarısını alıp götürmüştü. Ayağı aksayan çocuk bunu görünce, susayan kuşa, elindeki ekmekten kopardığı kırıntıları uzattı. Ürken kuş, bir iki adım geriye sıçradı. Çocuk
iyi niyetini belli eden sakin tavrıyla bir kaç kez daha uzattı avucunu ve kırıntıları yere bıraktı. Kuş, çekinerek de olsa usul usul yaklaştı ve çocuğun ekmeğini onunla paylaştı. “Dert çekmeyen halden anlamaz!” demiş atalarımız. Anlamak için ise başımıza kötü bir iş gelmesini mi beklemeliydik acaba?

İki kardeş koşarak uzaklaştı yanımızdan. Bir merhaba bile diyememiş, adlarını bile soramamıştık. Dönüş yolunda Mustafa söylendi:

–Çocuklara üzüldüm Metin Ağabey!

–Ben de üzüldüm Mustafa. Dünyaya getirmek iş değil ki! Bu çocuklara bir gelecek vermek, beslemek, giydirmek, okutmak lazım!

–Başka ne yapabilirler ki Metin Ağabey? Güçleri ancak bu kadar. Hem “Çocuğu veren Allah, rızkını da verir!” derler. Yedikleri iki lokma ekmek işte!

Sayfa 22 (Arkası Yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Aşağıda büyükçe bir dere büklüm büklüm bükülüyor, yakaladığı toprağı, süzüle süzüle alıp götürüyordu. Gönül hiç arzu etmese de, bu bulanık suda, kendi alın terlerimiz akıyordu. Vatanımızı düşmana karşı korurken, gerektiğinde bir karışı için bile canlarımızı vermemize rağmen, topraklarımızın böyle akıp gitmesine, neden göz yumuyorduk?

Gazetede okumuştum; “Erozyon nedeniyle her yıl beş yüz milyon ton toprağımızı kaybediyoruz.” diyordu. “Oysa sadece bir kibrit kutusu kadar tarım toprağının oluşabilmesi için en az yüzlerce yıl süreye ihtiyaç olduğunu!” öğrendiğimde daha da artmıştı kaygım.

Ağaçlar toprağı tutuyor; ama biz güzelim ormanlarımızı katil baltalarla yok ediyorduk. Bu hızla gidersek, cennet ülkemizin çöle dönüşmesi kaçınılmazdı. Gözlerimizin önünde kaybolup gidiyordu geleceğimiz.

Çeşmenin hemen arkasındaki ağaçlar kesilmişti. Biraz ilerdeki tepenin yamacında, bu ağaçlardan yapıldığı belli olan birkaç boş kulübe vardı. Pencereleri kırılmış, kapıları yere düşmüştü. Yazık olmuştu bunca ağaca. Kim bilir ne kadarı da sobalara kışlık odun olmuştu acaba! Mustafa sinirli konuştu:

O ağacın da canı var. Ağaç kesen kol keser, baş keser! Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Bari gidin arayın bulun kuruyanları, onları kesin. Zaten bu işin de görevlileri var. Daha iyi biliyorlar, hangisi uygun kesilmeye, hangisi değil!

Eğilip kana kana içmese çeşmenin buz gibi suyundan, belki uzunca bir süre daha sakinleşmeyecekti.

Sayfa 21 (arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

–Zeynep terminale beni yolcu etmeye gelemedi. Çok istediği halde, annem; “Hamilesin kızım, sen evde kal, ne olur ne olmaz!” dedi. O da evde kaldı.

Evli olduğunu ve eşinin bir aya kadar doğum yapacağını söylemişti; ama adının Zeynep olduğunu şimdi öğrenmiştim. Onu biraz kızdırmak istedim:

–Bakıyorum hemen özledin eşini, Mustafa!

Utandı, cevap vermedi. Duymamış gibi yapıp, çiçek toplamaya devam etti. Bense cevabımı zaten almıştım. Çünkü daha kışlasına bile katılmadan, hasret kokan bir asker türküsü mırıldanıyordu:

“Kara gözlüm, efkârlanma gül gayrı
İbibikler öter ötmez ordayım
Mektubunda diyorsun ki gel gayrı
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım...
Vatan borcu biter bitmez ordayım...”

Farkında olmadan, temiz havayı soluya soluya bayağı yürümüşüz. Bir çeşmenin başına kadar geldik. Kim bilir kaç âşık, sevda ateşini, bu çeşmenin soğuk suyundan içerek dindirdi! Şair belki de bu çeşme için yazdı mısralarını;

“ Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,

Sayfa 20 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:45 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Nermin Öğretmen beni başıyla onayladı. Yüzünün biraz değiştiğini gördüm:

–İyi dediniz Metin Bey! Evet, düşmanı olurlar! Bunun acı örneklerini hep birlikte yaşamadık mı? Kandırılan bazı vatandaşlarımızın kendi kardeşlerine kurşun sıktıklarını görmedik mi? Binlerce anne, tabutlarda yatan oğullarına sarılıp da ağlamadı mı? Az mı döküldü bebeklerin, çocukların, babaların kanları? Az mı söndü ocaklar? Bu milleti, bu toprakları bölmeye, parçalamaya kalkmadılar mı? Gidebileceğimiz, yaşayabileceğimiz daha kaç tane Türkiye var? Bize ait başka bir toprak, başka bir vatan daha var mı? Varsa nerede var? Var da biz mi bilmiyoruz?


BİR DEMET PAPATYA


Aşağıda büyükçe bir dere büklüm büklüm bükülüyor, yakaladığı toprağı, süzüle süzüle alıp götürüyordu.

Yolda çalışmalar vardı. Otobüs yavaşladı. Bir tepeyi aşıyorduk. Arabamızın altına, yanına sıçrayan taşların sesleri bize kadar geliyor ve kaptan artık daha dikkatli kullanıyordu. Biraz daha yavaşladı. Az sonra, yanına yardımcısı geldi. Bir şeyler konuştular; ama anlamadım. Uygun bir yerde durup aşağıya indi. Bir iki dakika sonra da geri döndü. İçten bir tavırla özür diledi ve “Otobüste bir problem var, yarım saat kadar burada kalacağız.” dedi.


Mustafa, aşağıya inmeyi ve biraz dolaşmayı teklif etti. Bana da iyi geleceğini düşünüp, kabul ettim. Nermin Hanım ise; “Okumayı tercih ediyorum.” deyip, otobüste kaldı. Hava çok güzeldi. Orman, bütün o tepeyi gelin gibi süslemişti. Çam ve kekik kokuları burnumuzu yakıyor, kulaklarımız kuş cıvıltılarıyla doluyordu. Egzoz dumanlarından, kalorifer bacalarından, korna seslerinden eser yoktu. Otobüsün arızalanmasına sevinmiştim. Mustafa da öyle görünüyor, çiçek topluyordu. Eğilip, bir papatya kopardı. Sonra bir, bir tane daha. Bana bakmadan konuşmaya başladı:

Sayfa 19 (Arkası Yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

–Bakın, ne güzel bir deyim; saygıda kusur etmemek. Kişiler arası mesafenin ölçülerini ne de güzel ifade ediyor. Mesleğimiz her ne olursa olsun, saygıyı unutmamayı öneriyor. Çünkü her zaman ve her yerde o çıkmıyor mu karşımıza? Saygıyı dikkate almadan yapılan davranışların, yanlış ve kusurlu olduğunu hatırlatmaya gerek mi var Mustafa? Gerek mi var Metin Bey?

Biraz sertçe sormuştu. Mustafa onun yanında olduğunu göstermek istercesine çabucak cevapladı:

–Yok tabii öğretmenim. Siz öyle diyorsanız doğrudur!

Gerçekten de Nermin Öğretmen tepki göstermekte haklıydı. Ben de bir zamanlar delikanlıydım. Bu gençleri anlayabiliyordum. Eğlenmelerine kim ne diyebilirdi? Yalnız aşırıya kaçmaları, hoşgörü sınırlarını zorluyor, başkalarına zarar veriyordu. Birkaç cümle de ben eklemek istedim:

–Size yürekten katılıyorum Nermin Hanım. Kendine saygı duymayan insan, kendi varlığına da değer vermez. Mutlu olmak için bunun tersini yapmak, kılık kıyafete, temizliğe, her şeye özen göstermek lâzım. İşte çevreye yansıyan bu özen, bizi de, başkalarını da mutlu eder. İletişim sağlam kurulur. Bu gürültücü gençlerin birbirleriyle şakalaşırken ölçüyü kaçırmalarının altında, yetiştikleri zemini aramalıyız. Yani ailesinden, çevresinden, okulundan nasıl bir eğitim aldı? Eğer bir eksiklik varsa, problemin kaynağını bulmak için, bence buralara bakmak gerekiyor.

Susamıştım. Gözlerim muavini aradı. Otobüsün arkasında ayakta duruyordu. Su istiyorum işareti yaptım. Elinde su şişesi ve birkaç plastik bardakla hemen geldi. Oldukça kibardı. Ütülü pantolonuna şık bir kemer takmıştı. Biraz kiloluydu, gülümseyince göbeği oynuyordu; ama bu onu daha sempatik yapıyordu. Bardağa su doldururken otobüs sallandı ve bir iki damla üzerimize döküldü. Hemen özür diledi.

Arka koltuktaki yaşlı adam da su istedi. Pamuk beyazı kısa saç ve sakalı bakımlıydı. Boylu poslu, yapılı görünüyordu. Demek ki, gençliğinde daha da heybetliydi. Kulakları biraz irice, dudakları kalındı. Yaz ortasında olmamıza rağmen, üzerinde bir hırka vardı. Elimdeki dolu bardağı ona uzatıp, “Buyurun!” dedim. “Rica ederim, su küçüğün sofra büyüğün!” dedi. Bu söz çok hoşuma gitti. Daha doğrusu, bunca yaşıma rağmen birisi beni “Genç!” görüyordu. Israr ettim, aldı ve içti. Sonra omzuma dokundu. “Su gibi ömrün uzun olsun, aziz ol!” dedi. “Sağ olun!” dedim. Ben bu cana yakın adama sadece bir bardak su vermiştim. Oysa o bana, insan ilişkilerinde nezâket ve görgünün güzel bir örneğini hatırlatmıştı. Mustafa’ya döndüm:


– İşte saygı bu Mustafa. Kültürümüze iyi bak! Koca milleti nasıl da tek bir aile gibi sarmalıyor. Birbirini tanımayan insanlar, aynı ailenin fertleriymiş gibi davranıyorlar. Birbirlerinin malına, canına, namusuna, düşüncelerine, inançlarına saygı gösteriyorlar. İşte bu, saygının doruk noktasıdır. İşte bu, millete saygıdır. Millete saygı da, insanda, onu geliştirmek, varlığını sürdürmek arzusu oluşturur. Milletini sayıp sevmeyen insanlar, giderek kendi milletlerine yabancılaşır ve hatta düşman olurlar! Atatürk’ün de dediği gibi; “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür!”

Sayfa 18 (arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Kahkahaları otobüsü çınlatıyordu. Bir annenin sabırla uyuttuğu bebeği uyandı ve ağlamaya başladı.

Mustafa yerinden kalkmak için hamle yaptı. Kolundan tutup fısıldadım:

–Boşver! Bir tatsızlık çıkmasın.

Bizim başkalarına yaptıklarımızı başkaları da bize yapsaydı, tepkimiz ne olurdu acaba? Bu konuda “İğne ve çuvaldızından!” bahsetmişti atalarımız! Gürültülerinden rahatsız olanlar, görevliden yardım istediler. Biraz önce çay servisi yapan Fatih, yanlarına gitti. Belli ki daha sessiz olmalarını rica etti. Sustular; ama bu defa da o gazete parçalarından uçak yapıp uçurmaya başladılar. Bir süre sonra, bakışların çoğaldığını görünce onu da bıraktılar. Nermin Hanım bize döndü:


–Görüyor musunuz beyler? Düşünmeden yapılan basit hareketler bile başkalarını etkileyebiliyor. Eğleneceğiz, zevk alacağız, diye çevremizdekilere zarar veremeyiz. Saygı, insanın önce kendi içinde başlar, sonra sırasıyla diğer insanlara, millete, devlete, kanunlara dalga dalga yayılır. Saygı; sevgi ve değer vermektir. İnsan ilişkilerinin temelidir. İnsanlara, kurallara, kurumlara karşı saygı, sorumluluk demektir. Bakın, bir süredir sohbet ediyoruz; ama birbirimize karşı saygısızlık yapmıyoruz. Birbirimizi kırmıyor, suçlamıyor ve sözlerimizi kesmiyoruz. Düşüncelerimize önem veriyor, dinliyor ve anlamaya çalışıyoruz. Yani birbirimize saygıda kusur etmiyoruz.

Gözlüğünü eline alıp camlarını sildi. Sonra mavi gözlerini süsleyen uzun kirpiklerini düzeltip devam etti:

Sayfa 17 (arkası yarın)




Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Bizim için kolay mı hayat? Kimin için kolay? Umutsuzluğa kapılıp yenik düşelim de, onu daha mı zor hale getirelim? Hayat, hepimiz için aynı. Basit beklentilerden uzak durmak lâzım. O, acısı ve tatlısıyla birlikte güzeldir.

–Güzel olmasına güzel elbette, bir de şu ayrılık olmasa.

–Onun da kendine has bir güzelliği var. Ayrı kalınca daha kıymet bilir insan. Hayat güzeldir, onu sevmenin yollarını bulmak lâzım. Halimize şükretmeyi de bilmeliyiz. Bak bir hikâye anlatayım sana; kılık kıyafetine biraz fazlaca önem veren bir adam varmış. Üzerindekiler yeni de olsa modası geçti diye değiştirir, paraya pula aldırmazmış. “Gereksiz harcama yapıyorsun!” diyenlere, “Ben kazanıyor, ben harcıyorum, size ne?” dermiş.

–Doğru Metin Ağabey, kime ne adamın parasından?

–Önce hikâyenin sonunu dinle. Bu adam yine bir gün, oldukça sağlam ve şık ayakkabılarından bıktığını hissetmiş. Onlarca çift ayakkabısı olmasına rağmen, daha önce bir mağazanın vitrininde gördüğü, o ayların modası ayakkabıyı almaya niyetlenmiş. Yolda, iki bacağı da dizlerinin altından kesik ekmek parası isteyen bir dilenciye rastlamış. Durup, bir an düşünmüş. Ayakları olduğuna ve ayakkabı giyebildiğine şükreden adam, yeni ayakkabı için ayırdığı parayı da bu dilenciye vererek geri dönmüş. Bu olaydan çıkardığı dersle de daha dikkatli yaşamaya karar vermiş.
Mustafa farkında olmadan, elleriyle bacaklarını yokladı ve eğilip ayaklarına doğru baktı. Yerinde mi diye kontrol ediyordu herhalde. Nermin Hanım içten bir tavırla gülümsedi:

–Bir örnek de ben vereyim size. Bizlere yaşama sevincimizi, hangi şartlarda olursak olalım kaybetmememizi, mutlu olmamızı öneren gerçek bir örnek.

Küçük bir not defteri çıkarıp aradığı sayfayı buldu ve okumaya başladı:

–Karamsarlığa yenilenlerin umut ışıkları hemen söner. Oysa, bizi yaşatan şey umutlarımızdır. Mutluluk için mücadele etmeliyiz. İşte bunları yazan kişi, bebeklikten beri kör, sağır ve dilsiz olan Helen Keller. Onun mutsuz olmak için her türlü nedeni varmış. Oysa Helen, kendine acımayı seçip, hayata küsmemiş. Belki çok şaşırtıcı. Sadece kendi dilini değil, birkaç dil daha öğrenmiş. Yaşama sevinci ile insanlara umut ve örnek olmuş. Üniversiteyi başarılı bir şekilde, normal öğrenciler gibi dört yılda bitirip, dünyaca tanınan bir yazar olmayı da başarmış. Bugün, yazdığı kitaplar birçok dile çevrilip, milyonlarca insan tarafından zevkle okunuyor.”

Daha devam edecekti ki; buruşturularak sıkıştırılmış bir gazete parçasının, otobüsün daracık koridorunda yuvarlandığını gördük. Bir ikincisi öğretmen hanımın saçlarını sıyırarak ön cama çarptı. Nerdeyse gözlüğü düşecekti. Arkaya dönüp baktık. Genç bir grup, aralarında şakalaşıyordu. Okudukları gazetenin sayfalarını paylaşmışlar, avuçlarında sıkıştırarak birbirlerine atıyorlardı. Otobüsün tam ortasında, beş altı kişi kadardılar.

Sayfa 16 (arkası yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

–Bak Mustafa, kitabımdaki şu cümleleri okuyayım sana, şöyle soruyor: “Güçlü bir insanım, benim gücüm var diyen
insanla, Güçsüz bir insanım, benim gücüm yok diyen insan arasındaki fark nedir?” Sonra yine şöyle veriyor cevabını, “Ben, güçlü bir insanım, benim gücüm var diyen insan, hayatın direksiyonunu elinde tutan insandır. Ben, güçsüz bir insanım, benim gücüm yok diyen ise direksiyonu başkalarına vermiştir. Onlar ne isterse onu yaparım duygusu içindedir.” Sana yanlış şeyleri tavsiye edenler, yarın bunların sonuçlarına da katlanırlar mı delikanlı? Paylaşırlar mı seninle hastalığı, mutsuzluğu, yokluğu?

Cevap vermeyip, başını “Hayır!” anlamında salladı. Sesimi yumuşatarak devam ettim:

–Sen akıllı bir gençsin. Bu senin hayatın. Güçlerinin farkına varmalı, kendini kontrol etmelisin. Çünkü İnsan önce kendisinden sorumludur. Bu sorumluluk toplumu da etkiler. Böylece kendine olan güvenin artar, verdiğin kararlar daha sağlıklı olur. Hayatındaki en önemli kişi sensin. Her şeyden önce kendini güçlü tutmalısın. Ne kadar güçlü ve kendinle barışık olursan, bunu etrafındakilere yansıtman da o denli kolay olacaktır.

–Haklısın Metin Ağabey. Bana da söyleyecek bir söz bırakmadın. Gerçi, bazen içim şöyle bir daralıyor, bunalıyorum. Aklıma kötü kötü şeyler geliyor. Sanki, yüküm çokmuş da dizlerimde onları taşıyacak derman kalmamış gibi oluyor. Kolay değil hayat, kolay değil yaşamak. İşte böyle durumlarda bir iki kadehle her şeyi unutmak istiyor insan.

–Ayıldıktan sonra ne olacak Mustafa? Yüklerin azalmış mı olacak? Sen bu yaşında böyle düşünürsen, biz ne yapalım?

Sayfa 15 (arkası yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

GÜÇLÜ İNSAN



Israr ettim, aldı ve içti. Sonra omzuma dokundu. “Su gibi ömrün uzun olsun!” dedi...

Nermin Hanım gömleğinin yakalarını düzeltti. Sade ve güzel giyinmişti. Giydiğimiz elbiselerin, karşımızdakilere bizimle ilgili mesajlar verdiğini düşündüm. Gözüme, yan koltuklardaki bir adamın elindeki gazeteden Mustafa Kemal’in resmi ilişti. Onun bize örnek olmak için, en ağır şartlarda bile, her fotoğrafında nasıl böyle şık ve zarif olmayı başardığını anlayabilmek ne kadar zordu.

Otobüs ilerliyordu. Şoförümüz bir türkü tutturmuş, kendi halinde, belli belirsiz mırıldanıyordu. O da güzel giyinmişti. Yakaları tertemiz, apoletli, kısa kollu, beyaz bir gömleği vardı. Mavi renk kravatını özenle bağlamıştı.
Saçları taralıydı. Sakal tıraşını da yeni olmuştu. Gizli gizli sigara içmiyor ya da radyoda sadece kendisinin hoşlandığı müzikleri aramıyordu. İşini sevdiği ve ona saygı duyduğu belliydi. Ara sıra da gömlek cebinin üzerindeki “Halil” yazılı isimliğini gururla parlatmayı ihmal etmiyordu. Muavin Fatih de otobüse gözü gibi bakıyordu. Her yer bakımlı ve temizdi. Çöp kutuları boş, her şey yerli yerindeydi. Eskiden yolculuklarda sigara dumanlarından nefes bile alınamazdı.

Zaman değişmiş, insanlarımız, sigarayla ilgili yasaklara uymalarının, kendi sağlıkları açısından da önemli olduğunu anlamışlardı. Alışkanlıklardan vazgeçmek zor olmasına rağmen, kararlarımızı yürekten ve inanarak verdiğimizde yapamayacağımız şey yoktu.

Komşumuz Rıza Bey geldi aklıma. Esiri olmuştu alkolün. “Git tedavi ol!” derler, dinlemezdi. “Battı balık yan gider” ya da “Atın ölümü arpadan olsun!” gibi bahanelerle nasihatlere kulak asmazdı. Ayık görmezdik hiç! Sevinince içer, üzülünce içer, mutlaka bir sebep bulurdu. Ölçüyü de hep kaçırır, gece yarıları düşe kalka gelirdi evine. Fena adam değildi; ama sarhoş olunca dağıtır, ne yaptığını bilmezdi. İnsanlar hep ayıplar, o aldırmaz, eşine ve çocuklarına acıyarak bakarlardı. Bağırır, çağırır; sabah olunca da bir şey hatırlamazdı. Gençlerimize sigara tutuyor, içki ısmarlıyor, kötü örnek oluyordu. “Ev alma komşu al!” derler ya, bütün mahallenin huzuru kaçmıştı. Taşınmalarına sevinmiştik. Düşenin dostu olmuyor işte! Bir arkadaşımızın içkiye, sigaraya başlamasına sebep olalım, sonra da bana ne kardeşim akıl incir çekirdeğinin içinde mi? Zorla mı içirdim diyelim. Olacak şey mi bu? “Ver Allah’ın verdiğine, vur Allah’ın vurduğuna!” olur mu, ne kötü
düşünce. Gerçi kötü insanların da bir yaratılış amaçları varmış; iyi insanları denemek. Sözün özü, acemi marangoz olmamak lazım, yani talaşımız tahtamızdan çok olmayacak.

Yanımdaki delikanlıdan sigara kokusu almamıştım. Çekinerek sordum ona:

–Sigara içiyor musun Mustafa?

–Yok! Tek tük. Öyle paket falan da taşımıyor, sadece arada bir tutulduğunda alıyorum. Tiryaki olacağımı da hiç sanmıyorum. Gerçi arkadaşlar “Askerde iyice alışırsın.” diyorlar. Bilmem artık!

–Nedenmiş o?

–Hani insan özleyince evdekileri, yakıverirmiş hemen. Çoğunluk içince de ortama uymak gerekirmiş.

– Daha neler! Sigarayla özlem mi giderilir? Alışmam diye diye alışır insan. Ben tiryaki olmam diye diye tiryaki olur. Bu senin hayatın. Aldırma sen öyle konuşanlara. İnsan güçlü olduktan, kendisini kontrol etmesini bildikten sonra, neden yardım beklesin sigaradan, alkolden!

–Ama bazen sıkıntı basıyor, insanın canı çekiyor be ağabey. Yemekten sonra, demli çayın yanında şöyle duman duman tüttürünce bir tane, sanki iyi geliyor insana.

Sayfa 14 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:46 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Bir kına hikâyesi de ben anlatayım sana. Olay Çanakkale’de geçer; “Yozgat’ın Sorgun Kazası’nın Karayakup
köyünden cepheye gelen Murat, bölükteki tıbbiye öğrencilerinden Şükrü’ye bir mektup yazdırır. “Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başlarına kına koyma... Zabit Efendi bana sordu, cevap veremedim. Kardeşlerim de mahcup olmasınlar.” Murat’ın anasından cevap gecikmez; “Ey gözümün nuru oğlum, zabit efendiye selam söyle... Kurbanlık koçlar niye kınalanırsa ben de onun için seni kınalayıp gönderdim.” Mektup Çanakkale’de Murat’a ulaştığında Murat kınalı başıyla çoktan şahadete ermiştir bile.

Elimizdeki hamuru yoğurup ekmek yapmak ya da çürütüp çöpe atmak da kendi ellerimizde. Askerlik bitiyor ama hayat bitmiyor ki. Askerde öğrenilenlerin belki yarısından da çoğu aslında askeri eğitim değil, hayatın ta kendisi değil mi?

Sesinde bir titreme vardı. Delikanlının terminaldeki annesi gibi o da şimdi sevgi ve hayranlıkla bakıyordu Mustafa’ya. Uzun yıllar boyunca öğrencilerine de bu duygularla baktığı belliydi. Yetiştirdiği öğrenciler, ne kadar şanslı olduklarının farkında mıydılar acaba?

Sayfa 13 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Benim hiç düşünmeden, şaka olsun diye sarf ettiğim bu cümlenin Mustafa’yı böylesine etkileyebileceğini nerden bilebilirdim? Yüzü gerilip, kaşları çatıldı ve alabildiğine büyüyen gözleri parladı. Bana öyle bir baktı ki, kanımın donduğunu hissettim. Konuşmaya başladı. Sesi artık daha bir erkek sesiydi:

–Ben gelinlik kız değilim Metin Ağabey! Geçen gün anam çağırdı. Gittim, oturdum dizine. “Buyur ana!” dedim. “Uzat ellerini!” dedi. Uzattım. Kınaladı avuçlarımı. Sordum; “Ana, neden kınalarsın beni?” “Dinle oğul!” dedi ve anlattı:

“Bizde; törelerimizde, gelenek ve göreneklerimizde, üç şeye kına yakılır. Bir, gelin kızın avucuna kına yakılır; evine, ailesine, yuvasına kendini adasın diye! İki, kurbanlık koça kına yakılır; Allah’a kurban olsun diye! Üç, askere giden Mehmetçiğe kına yakılır; vatanına, devletine, milletine, toprağına, bayrağına düğüne gidiyormuşçasına gitsin diye! İşte ben seni bu yüzden kınalarım oğul. Haydi, var git şimdi, yolun açık olsun. Unutma, ben de seni adadım vatana!..”


–Sonra, alnımdan öptü ve sardı avuçlarımı. Bu yüzden kınalı şimdi ellerim. Ben yakmadım. Anam yaktı, anam kınaladı beni!

Öğretmen hanım mı benden önce bıraktı gözyaşlarını, yoksa ben mi ondan önce suladım yanaklarımı, bilmiyorum. Sanki yıllar süren bir sessizlik yaşadık. Bu defa Mustafa’nın gözlerine bakmaya biz utanıyorduk. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün “Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir.” ifadesini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Nermin Öğretmen gözlüğünün camlarını temizlemek bahanesiyle oyalanıyor, ben de ellerimi koyacak bir yer arıyor; ama bir türlü bulamıyordum. Kim bilir ne emeklerle büyüttüğü yavrusunu, kurbanlık koç misali kınalayarak, “Ben de seni adadım vatana!” diyebilen o eli öpülesi anneyi, kendi annemmiş gibi kucaklamak istedim. Nihayet, Nermin Hanım bu sessizliği bozdu:

–İşte Anadolu kadını bu Mustafa! Kurtuluş Savaşımızda cepheye mermi taşırken, öküzünün yerine kendini kağnıya koşan, bebeğinin battaniyesini üzerinden çekip alıp, ıslanmasın diye cepheye taşıdığı mermiyi saran kadın bu. Sen annenle gurur duy ki, o da bassın seni bağrına. Bak şairin mısralarındaki, başka bir oğul da annesine neler söylüyor:


“Altında dökülsün oğlunun kanı,
Bayrağın gül rengi solmasın anne...”

–İşte sen de bayrağımızın gül rengini asla soldurmayacak bir Mehmetçik olacaksın. Annene lâyık bir evlat olduğunu da görüyorum. Duygu ve düşüncelerin askerlik boyunca daha da olgunlaşacak. Konuştuk işte, yurdu sev demekle olmuyor. Tüfek çatılacak çat diyoruz ama yurt sevilecek sev nasıl diyeceğiz. Sevdiğinde ne olacağını, hayatında neyin değişeceğini anlatmak, öğretmek lazım. Teskereni aldığında bütün bu değerleri daha iyi anlayacaksın.

Sayfa 12 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Mustafa’nın gözleri büyümüş ve yüzü yine kızarmıştı. Belli ki konuşmasının başında; “Bir bitse şu on beş ay!” dediğine utanıyordu şimdi. Başı öndeydi. Gözlerinin onu ele vereceğinden korkuyor, öğretmen hanıma bakmıyordu. Mahcup olmuş ve kendini suçlu hissetmişti.

İnsanlarımız, ne kadar güzel, ne kadar duyarlıydı. Ülkemizin her yöresinde, belki biraz başka konuşuyorduk Türkçeyi. Belki, başka türlü giyiniyorduk. Belki, yemek kültürümüz biraz farklıcaydı. Belki, başka türlü oynuyorduk düğünlerde; Kimi horon, kimi bar, kimi zeybek! Ama aramızda ortak bir şey vardı; saf ve tertemiz bir yürek! İşte bu yürek bizi biz yapıyor, bizi millet yapıyordu. Kocaman bir bahçeydi Türkiye. Her çiçeğinde ayrı bir tat, ayrı bir koku vardı. Çiçeklerden biri solsa, diğerleri de büküyordu boynunu. Suçu kabul etmesek de, bu çiçekli bahçeyi taşlı bir tarlaya dönüştüren yine bizdik. Eğitim ve sevgiden aldığımız pay, yön veriyordu hayatlarımıza. Hep çiçekli kalmalıydı bu bahçe. Hep mis kokmalıydı.

Ben böyle düşünürken, Nermin Hanımın, Mustafa’nın ellerine baktığını hissettim. Ben de baktım. Avuçlarında koyu bir kırmızılık gördüm. Nedenini soracaktım ki, öğretmen benden çabuk davrandı:

–Ne o Mustafa, elin mi kanadı?

Delikanlı hemen avuçlarını sıktı. Bir şeyler saklamak
istiyor gibiydi. Nermin Öğretmen ısrar etti:

–Elini mi kestin?


Başı önde, sanki fısıldıyormuş gibi cevap verdi:

–Yok bir şey!

Bu defa da ben meraklandım:

–Boya mı oldu elin?

–Boya da değil!

–Söylesene oğlum, ne oldu ellerine?

Mustafa, usulca kaldırdı yüzünü. Güzel kahverengi gözleri, bir bana, bir öğretmen hanıma baktı. O gözlerde akan nehir sanki birden durmuştu. Dudağının kenarı büzülmüş, nefes almadan öylece kalakalmıştı. Bir şeyler gizlemeye çalışan küçük bir çocuk gibiydi. Alnı terlemişti. Kaşının kenarından süzülen küçük damlayı, parmağının ucuyla yakalayıp belli belirsiz mırıldandı:

–Boya ya da kan değil Metin Ağabey, avuçlarımdaki; “Kına!..”

Mendilini çıkardı. Alnının terini sildi. Koltuğuna doğru yaslandı. Gözleri bilinmez bir noktaya takıldı. Kına demiş, rahatlamıştı. Bunca sıkılmasına anlam veremeyip, gülümsedim. Daha sonra pişman olacağım bir soru sordum ona:

–Sen gelinlik kız mısın da, ellerine kına yaktın Mustafa?

Sayfa 11( Arkası yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

YÜREĞİ ÇİÇEKLİ BAHÇE


“Kimi horon, kimi bar, kimi zeybek! Ama aralarında ortak bir şey vardı; Saf ve tertemiz bir yürek!..”

–Hayrola Metin Bey, nerelere dalıp gittiniz, neler düşünüyorsunuz?

Derin bir iç çektim. Nermin Hanım’ın mavi gözlerine bakıp, içimden nasıl geliyorsa, öyle konuştum:

–İyi bir vatandaş mıyım diye düşünüyorum. Acaba, bu güzel vatanın bana sağladıklarının karşılığını verebildim mi? Bu eşsiz ülkeye, nice zorluklarla kurulmuş devletime ne verebildim? Yoksa hep devlet bana mı versin dedim!

Nermin öğretmen önce hafifçe kaşlarını çatsa da sonra bunu sıcak bir gülümseme izledi. Yüzümdeki ifadeden sesime yansıyan endişeyi görmüş, hissetmiş olmalıydı.
–Metin Bey, eğer siz kendinize bu soruyu soracak kadar olgunlaşmışsanız, görevinizi de yapmışsınız demektir. Çünkü iyi insan, sorumluluklarının farkına varan insandır.

Mustafa onaylar gibi başını sallarken o da devam etti:

–Ait olduğumuz topluma faydalı hizmetler üretebildiğimiz müddetçe iyi insanız. Böylece yaptıklarımızı farkına vararak yapar, yaşadığımız toplumun bir üyesi olduğumuzu unutmayız. Sorumluluklarımızı da yerine getirmek, erdemli bir davranıştır. Çünkü bir milletin gücü, insanlarının ülkelerini, kültür değerlerini ve diğer insanları sevmeleri ile çoğalır. Düşünün bir defa; kalbinde yurt sevgisi taşımayan insan, iyi bir vatandaş olabilir mi? Vatan zorla sevdirilebilir mi? “Sana emir veriyorum, bundan sonra vatanını seveceksin!” diyebilir miyiz?

Düşündüm, elbette haklıydı. Üzerinde yaşayabileceğimiz, nefes alabileceğimiz bir ülkemiz olmasa, sevgilerin, ailenin, yaşamanın ne anlamı kalırdı? Hep bildiğimiz; ama hiç konuşmadığımız sözcükler dökülüyordu ağzından. İnsanın içini ısıtan sıcak sesini tekrar duyduk:

–Vatan topraktan ibaret değildir ki, üzerine gelişigüzel yaşayalım. Boşuna “Önce Vatan!” dememişler. Bizi doğuran da, doyuran da, büyüten de odur. Bir insan düşünün; neyin uğrunda vazgeçebilir yaşamaktan? Neyin uğrunda, bir daha nefes almamayı göze alabilir? Neyin uğrunda, güzel alnına mermi yiyebilir? Neyin uğrunda, evini, barkını, çoluk çocuğunu terk edebilir? Sadece tek bir şey için; “VATAN!”. İşte vatan bu yüzden kutsaldır.



Okul genç beyinlere; insanlığa hürmeti, millet ve memleket sevgisini, şerefi, bağımsızlığı öğretir. ATATÜRK

Sayfa 10 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

BİLMEMEK AYIP


DEĞİL


Yıllar geçmiş, olmamıştı çocukları. Ayrılmayı bile düşünmüşlerdi; ama çok seviyorlardı birbirlerini...

Otobüste çay ve meşrubat servisi başladı. Görevli genç, birer tane de kek bıraktı bize. Ben çay istedim, delikanlı meşrubat aldı.

Konuşmalarımızın, ilgisini çektiğini hissettim. Bakışları merak doluydu. “Bilmiyorum!” demekten çekinmiyordu. Kitap okumaya pek fazla vakit ayıramadığı belliydi. Bununla birlikte, saygılı ve öğrenmeye arzulu görünüyordu. Belki de fırsat bulamamıştı. Onu daha yakından tanımak istedim:
–Evli misin Mustafa?

–Evet, bir ay sonra da çocuğum olacak.

–Tebrik ederim. Sağlıkla doğar inşallah. Sahi, kaç yaşındasın sen?

–Dün doğum günümdü. Yirmi yaşına girdim.

–Biraz erken değil mi çocuk için!

Canı sıkılır gibi oldu. Alnını ovuşturup, gömleğinin yakasını gevşetti ve şikâyet edercesine söylendi:

–Oldu işte!

–Bunda utanılacak ne var Mustafa?

–Bu konular bizim evde pek konuşulmaz. Aslında bize yakın sağlık ocağı da var. Eşim annemden biraz çekindiğinden gitmek istemedi.

–Doktora gitmekten utanılmaz ki! “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp!” Bundan sonra dikkat edin bari. Al eşini, götür ebeye, doktora. Sorun, konuşun, öğrenin, planlayın hayatınızı. Bunda çekinecek ne var? Hem sen, biraz da erken evlenmişsin!

–Bizim buralarda erken sayılmaz. Ben en küçüğüm. Altı tane de ablam var. Babam, “Erkek isterim!” diye tutturmuş. Sayımız artınca da her şey daha zor olmuş tabii. Allah’ın verdiği can alınmaz demişler, öncesinde tedbir almayı da hiç düşünmemişler! Annem benden sonra hastalanmasa kim bilir kaç kardeşim daha olurdu. Zor yetiştirmişler hastaneye. Doktor sinirlenmiş; “Bu kadın bir daha doğurursa ölür ve çocuklar da annesiz kalır!” demiş. Yine de zor iknâ olmuş babam.

Şöyle biraz duraklayıp bir şeyler düşündü. Sonra derin bir nefes alıp devam etti:

–Ablalarım, doğru dürüst okuyamadan evlenip gittiler. Aslında babam çok istedi beni okutmayı. Baktım hem yalnız kalmış, hem de yaşlanmış. Üstelik de tarlada çok iş var. Lise ikide bıraktım okulu, sonra da evlendim.

“Bıraktım!” derken sesini garip bir hüzün kapladı. Anladım ki varmış okumaya isteği; ama olmamış.

–Üzülme, askerden döndükten sonra da okuyabilirsin. En azından diplomanı alırsın.

–Belki! Hele bir döneyim askerden. Daha on beş ay var. Ben, sonrasını düşünüyorum.

–Bakma öyle çok göründüğüne. Göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçiyor zaman. Askere gidişimi, dün gibi hatırlarım. Bunca seneye rağmen komutanlarımın isimlerini bir bir sayarım. Hele üzerimde emeği olanları hiç unutmam. Çok şey öğrendim askerde. Askerlik yapmayana kız bile vermezlerdi eskiden. Çünkü askerden gelen, çocukluktan sıyrılır, olgunlaşır, adam olurdu.

Mustafa’nın bu son cümleye biraz içerlediğini hissettim. Yüzü asılmıştı. Hemen aldım gönlünü:



Sayfa 3 (Arkası yarın)


Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

Nemli gözlerini silip, döndü:

–Ben askere gidiyorum!

Gülümsedim:

–Anladım, tebrik ederim!

Bu defa bakışlarında şaşkın bir ifade belirdi:

–Tebrik mi? Beni mi?

–Seni tabii ki! Öyle her babayiğidin harcı mı Türk Ordusu'nun Askeri olmak!

Yutkundu... Bir iki saniye öylece kalakaldı. Ardından, yanık bir türkü söylercesine dokunaklı çıktı sesi:

–Ah! Bir de şu gurbet olmasa!

–Varsın olsun delikanlı, memleketin içi gurbet mi sayılırmış? Kışla bizde evdir, yuvadır askere. Hem de “Bir kültür ve sanat ocağıdır.” Güle güle git, güle güle gel.

Cevap vermedi, başını salladı ve sustu. Bir kez daha kalanlara doğru baktı...

Onu kendi yoğun düşünceleriyle baş başa bırakmak istedim. Kitabıma uzandım. Henüz birkaç sayfa okumuştum ki, hüzünlü bir sesle sordu:

–Ne okuyorsunuz?

Biraz gergindi. Belli ki, rahatlamaya ihtiyacı vardı. Sohbet edersek heyecanı azalır diye düşündüm:

–Savaşı anlatan bir kitap okuyorum. “Yaşamla olan savaşımızdan!” bahsediyor. Siz okudunuz mu?

Başını “Hayır!” anlamında salladı.

–Ben bitirmek üzereyim. İsterseniz yolculuk boyunca okuyabilirsiniz. İnsanlara, “Mutluluğu, coşkuyu, farkına ve tadına vararak yaşamanın yollarını...” anlatıyor.

Aklı biraz karışmıştı. Radyodan gelen hareketli müziğin ritmine ayak uyduruyor, dizlerini sallıyordu.

–Ben zaten coşkulu yaşıyorum. Boş zamanım yok. Tarlada tapandayım, çalışıyorum, geziyorum, arkadaşlarla futbol oynuyorum. İşimde gücümdeyim.

Galiba yanlış anlamıştı. Elimi uzattım:

–Ben Metin Yılmaz, emekli ziraat mühendisiyim.

–Benim adım da Mustafa, memnun oldum.

–Ben de memnun oldum delikanlı. Nerede yapacaksın askerliği?

–Acemi birliğime gidiyorum, Zırhlı Birlikler, Ankara.


–Heyecanlı mısın?

–İlk defa ayrılıyorum evden, biraz da korkuyorum!

–Neden korkuyorsun?

–Disiplinden, askerlik çok zormuş!

–Mesleğin ne?

–Çiftçiyiz, hayvanlarımız da var.

–Öyleyse ağaçları bilirsin, tanırsın!

–Birçok ağaç diktim ben.

–Peki, hiç kabuksuz ağaç gördün mü?

–Görmedim, kabuksuz ağaç olur mu?

–Olmaz tabii! İncecik bir kabuk. Ama o kabuk, ağacın elbisesidir. Hava ve topraktan aldığı tüm gıdanın, dallarının en ucundaki meyveye kadar ulaşmasını sağlayan şey, işte o incecik kabuktur. Bir ağaç için kabuğun önemi neyse, bir asker için de disiplinin önemi odur. Çünkü disiplin de askerin elbisesi, üniformasıdır. Ağaç kabuğundan korkar mı ki, asker disiplinden korksun Mustafa?

Sustu, başını eğip yere baktı. Yakında o da alışacaktı disipline. Aklıma, yıllar önce Kore’de esir düşen askerlerimizin,

zor şartlara rağmen aralarındaki komuta zincirinin kırılmasına izin vermeyişleri geldi. Hiçbir zaman gevşemeyen bu disiplin, hayatta kalmalarını sağlamıştı. Hasta ve yaralılarını kaderlerine terk etmiyor, “Siz kendi sağlığınızı düşünün, güçsüzlerle uğraşmayın!” telkinlerine de kulak asmıyorlardı. “Yemeklerini eşit dağıtıyor, aç gözlülük ya da aslan payı nedir, bilmiyorlardı. Onları birbirine düşürmeye çalışan Çinli kamp komutanına tek kurtuluş yolunun disiplin olduğuna inanan Türk subayının verdiği cevap ilginçti;

–Bizden ne istiyorsanız, önce bana söyleyin. Takibini ben yaparım. Beni aradan çıkartabilirsiniz; ama kontrol yine de size geçmez. İdareyi benim bir astım, sonra da onun astı alır. Bu, ortada iki er kalıncaya kadar böyle devam eder. O zaman da emri, kıdemli olan verir. Boşuna uğraşmayın...”

Sayfa 2 (Arkası Yarın)



Prof. Dr. Sinsi 06-24-2012 04:47 AM

Vatan Canım Sana Feda-Sürekli Öykü
 

BİRİNCİ BÖLÜM

VATAN SANA
CANIM FEDA


Adınız tek
Adınız bir milletle ayakta
Kimi Vatan der
Kimi Mehmetçik
Yaşamanız bu toprakta...
(Fazıl Hüsnü DAĞLARCA)

GÜLE GÜLE OĞLUM
Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm...
Ağlıyordu kadın. İhtiyar elleriyle yüzünü gizleyerek ağlıyordu. Belli ki, annesiydi. Parmaklarının arasından bakıyordu oğluna. Gurur ve ayrılık, iç içeydi bu bakışlarda. Yürek dolusu bir sevgi, bir hayranlık vardı. “Onu ben doğurdum, ben büyüttüm!” der gibiydi. Öylesine içten, öylesine sıcaktı ki, daha iyi görebilmek için yapıştım otobüsün camlarına. Şu köşedeki, kır saçlı, alnı kırışıklarla dolu, yüzü güneşten yanmış adam da babası olmalıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, duvara yaslanmıştı. Biraz sonra oğluna vereceği bavula sımsıkı sarılmıştı. Sıcak bir yaz günüydü. Güneş tam tepedeydi.

“En büyük asker bizim asker!”
Terminal bu sesle yankılanıyor, halaylar çekiliyor, arkadaşları arasında öpülüp koklanan asker adayı havalara fırlatılıyordu. Ellerindeki ay yıldızlı bayrağı sırayla dudaklarına götürüyor, alınlarına dokunduruyorlardı. Sağdan, soldan sesler geldikçe ateşleniyor, nispet yaparcasına daha çok bağırıyorlardı. Güleç yüzlü insanlardı. Kim bilir, ortak ne çok hatıra paylaştılar! Dost bazen kardeşten öteydi.

Davulcu babayiğit bir adamdı. Göbeğinin ortasına yerleştirdiği davula olanca gücüyle vuruyor, pala bıyıklı, çelimsiz zurnacı da gözlerini kapamış, havaya, ezberlediği nağmeleri üflüyordu. Birbirlerine yakışmışlar, iyi bir ikili olmuşlardı. Yanakları balon gibi şişen zurnacı, kırmızı gömleğine iliştirilmiş bahşişlerden birinin uçuşarak yere düştüğünü görmedi. Çocuklardan önce davranan davulcu, parayı kaptı ve nasılsa paylaşacağız düşüncesiyle hemen cebine koydu.

Eş, dost, arkadaş, akraba elbirliğiyle yolcu ediyorlardı Mehmetçiği. Acaba; “Oğullarını, askere sanki düğün yapıyormuş gibi davul zurnayla uğurlayan başka bir millet var mı?” diye meraklandım. Yıllar öncesine gittim. Ben de böyle asker olmuştum. Oğlumu da böyle göndermiştim askere. Bizim için de zor olmuştu ayrılık. Rahat bir çocuktu. Annesi biraz fazla düşerdi üstüne. “Yapma hanım, bırak şu oğlanı da öğrensin artık sorumluluklarını!” diye söylenir dururdum. Gönlümce yetiştiremediğimi, iyi şeyler veremediğimi düşünürdüm.

Annesine kalsa, kışlasının kapısına kadar uğurlayacaktı; ama oğlum istemedi ve “Ben çocuk muyum anne, ben artık askerim!” dedi. Ziyaretine ilk gittiğimizde, karşımızda çakı gibi durup da verdiği selamı hiç unutamam. Eşim bana dönmüş, “Bu, şimdi benim oğlum mu?” diyordu.

Önce, geniş bir alana dizildiler. İstiklâl Marşımız bayrak bayrak dalgalandı gökyüzünde. Binlerce askerden, anneden, babadan selam götürdü yıldızlara:

“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim milletimindir ancak...”

Silâha, bayrağa ve birbirlerine gururla sarılmışlardı. Dikkatle baktığım halde aralarındaki oğlumu seçemiyordum. “Sen görüyor musun hanım?” dedim. Koluma daha bir sıkıca tutundu ve “Ne fark eder, şimdi hepsi de bizim oğlumuz!” dedi.

Sonra, yemin töreni yapıldı. Duramadım yine yerimde, fırladım ayağa. Bütün satırları içime sindire sindire onlarla birlikte tekrarladım:

“Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde, milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine and içerim!”

Sokuldum en yakındaki Mehmetçiğe, sordum; “Nedir bu yeminin anlamı?” Siyah, hilâl kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak yandı ve dedi ki:

“Askerin;
Mesleğine yürekten bağlanışıdır.
Teminatı; şeref,
Bedeli de;
Gerektiğinde uğrunda ölmektir!..”

Nasıl da sarılmıştım ona uzunca bir süre. Önümüzden sıra sıra geçtiler. Bir toz bulutu kalktı ve her adımda; “Vatan... Sana... Canım... Feda!” “Her... Türk... Asker... Doğar!” nidalarıyla inledi dağ taş. Gurur duymuştum oğlumla. Askerden döndükten sonra bambaşka biri olacağını, daha o an anlamıştım. Utandırmadı beni. Her hareketiyle olgun bir insan artık...

–İyi günler, oturabilir miyim?
Öylesine dalmıştım ki, bu ses beni kendime getirdi. Yol arkadaşım olmalıydı. Hemen toparlandım:
–Tabii, buyurun.
O otururken dikkat ettim. Biraz önce arkadaşlarının elleri arasında havalara fırlatılan delikanlıydı bu! Kendisini uğurlamaya gelenlere el sallıyordu. Mutlu görünen güzel bir yüzü, kısa saçları ve koyu kahve gözleri vardı. Otobüs ayrılıncaya kadar salladı elini. Tam terminalden çıkarken, onun da gözlerinden birkaç damla yaşın usulca süzüldüğünü gördüm. Yakmaya başlamıştı ayrılık acısı. Bunca kalabalıktan sonra yalnızlık hissetmişti. Koluna dokundum:
–Hayırlı teskereler tertip!

Sayfa 1 (Arkası Yarın)




Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.