ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Tarih / Coğrafya (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=656)
-   -   Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=1039140)

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:34 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Hz. Muhammed�in amcası Abbas�ın soyundan gelen Ebul Abbas�ın kurduğu halife hanedanı (750-1258).

Emeviler halifeliği, Hz. Muhammed'in amcaoğlu ve damadı, dördüncü halife Ali'den zor ve hile kullanarak almışlar, bununla da yetinmeyerek peygamber ailesine karşı kanlı bir siyaset gütmüşlerdi. Bu yüzden Emevilere karşı düşmanlık artmış, özellikle Hicaz, Irak ve İran'da büyük hoşnutsuzluklar baş göstermişti. Abbasoğulları bu düşmanlıktan yararlanarak, halifeliğin peygamber ailesinden en lâyık olana geri verilmesi gerektiği yolunda propagandaya giriştiler.

Emevilerin, özellikle çoğunluğu Türk olan bölgelerde (Horasan, Toharistan, Sogd) uyguladıkları vergi soygunculuğu ve Arap olmayanları aşağı görme siyaseti bu propagandayı daha da güçlendirdi. Horasanlı Ebu Müslim adında bir Türk, Emevilere karşı ilk ayaklanmayı başlattı. Önceden Türklerin Müslüman olanları ile olmayanlarını barıştırmış ve bunları İranlı Şiilerle birleştirerek güçlü bir birlik hazırlamış olan Ebu Müslim, Arap ordularını yenerek Emevi saltanatına son verdi.

Peygamber sülâlesinden Ebul Abbas Seffah halifeliğe getirildi (750). İlk Abbasi halifesi olan Ebul Abbas, Emevileri acımadan yok ettiği için kendisine kan dökücü anlamına gelen el-Seffah adı verildi.

BERMEKOĞULLARI

Abbasiler ilk dokuz halife zamanında (özellikle Harun Reşit [786809] ve Memun [813833]) bütün İslâm dünyasını kapsayan (Endülüs hariç) bir egemenlik kurdular. Ancak Anadolu'ya ve Akdeniz Bölgesi'ne hiç bir zaman egemen olamadılar.

Türkler ve İranlılar tarafından iktidara getirilen Abbasiler, Araplara güvenemediklerinden yönetim işlerinde Türklerden ve İranlılardan yararlandılar. Yeni devletin maliye ve yönetim işleri, özellikle Toharistanlı Bermekoğullarınca düzenlendi. Bağdat bu dönemde kuruldu ve başkent oldu (762); kısa sürede saraylar, resmi kurumlar ve askeri kışlalarla donatıldı.

Daha sonra gelen halifeler döneminde Abbasi egemenliği zayıfladı, İslâm İmparatorluğu'nda bağımsız hükümetlerin sayısı çoğaldı (Samanoğulları, Karahanlılar, Büveyhoğulları, Fatımiler v.d.). Kuruluştan 150 yıl sonra, Bağdat'ın egemenliği sadece Irak ve İran bölgelerinde geçerliydi. Zamanla Abbasi halifelerinin yalnız manevi değeri kaldı. Büveyhoğulları 945'te Bağdat'ı ele geçirdiler, siyasi çıkarlarını düşünerek, Abbasi hanedanını yıkmadılar, ama onların elinde halife unvanından başka bir yetki de bırakmadılar.

1055'te Selçuklular, Bağdat'ı ele geçirerek Büveyhoğulları Devleti'ne son verdiler, ama yine halifeleri hoş tuttular. Moğol istilâsı ile Abbasi hanedanı kesin olarak son buldu. Hulâgu, Bağdat'ı alarak son Abbasi halifesi Mustasım'ı öldürdü (1258). Öldürülmekten kurtulup kaçan Abbasoğullarından biri, Mısır'da Memlûklere sığınarak orada halife oldu.

Abbasiler döneminde İslam�ın Arap ve İran kesimi büyük ölçüde birliğe kavuştu. Halifelik Arap özelliğini kaybederek, Sasani Krallığı'nın kurumlarını, saray geleneklerini ve uygarlık zenginliğini edindi.

Samarra'da (Irak) Cafer El-Mütevekkil Camii'nin kalıntıları. Irak Abbasileri sanatının belirgin örneklerinden olan bu cami,

«ziggurat» (çok katlı kule) biçimi tuğla minaresiyle ünlüdür.

Abbasiler döneminde İslam İmparatorluğu.

ABBASİ SANATI

Abbasiler dönemi İslâm İmparatorluğu�nun en parlak dönemidir; öyle ki, bu dönemde hemen her bölge bağımsız bir sanat merkezi durumundadır. Bu dönemde edebiyat (özellikle şiir), bilim, fen, müzik, kısaca bütün güzel sanatlar büyük bir gelişme gösterdi. Yunan, Süryani, Fars ve Sanskrit dillerinde yazılmış bilim, fen ve felsefe kitapları Arapça�ya çevrildi. IX. yüzyılda halifelerin oturmuş olduğu Samarra'da bulunan kalıntılar, Abbasi sanatının başlıca özelliklerini yansıtan belgelerdir.

Kayrevan Camii (Tunus) kubbeleriyle dikkati çeker. Mimber ve mihrabın yarım kubbesi oymatik ağacındandır; mermer levhalar kakma çinilerle bezenmiştir. Temeli 670 yılında atılan cami, XI. yy.a kadar birçok kere onarılmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:34 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
(İÖ 334 yazı başları), Pers İmparatorluğu'nun istilası sırasında Büyük İskender'in kazandığı bir zafer. Sayıları büyük olasılıkla 40 bini bulan Persler, Granikos ırmağı (Kocabaş Çayı) kıyılarında mevzilenmişti. İskender'in hücum tabur, karşı kıyıdan yağan kargılara karşın ırmağın sığ yerinden öbür tarafa geçti. Onları izleyen İskender, Pers hattının sol merkezini vuracak biçimde yerleştirdiği komutanlarını harekete geçirdi.

İskender, Pers Kralı III. Dareios'un iki akrabasını öldürdü; kendisi ise süvari birliği komutanı Kleitos (Kara) sayesinde ölümden kurtuldu.. Persler bundan sonra dağıldı. İskender'in biyografisini yazan Arrhionos'a göre (İS 2. yy) bu savaşta Makedonyalılar yalnızca 115 kayıp verdiler.

BÜYÜK İSKENDER'İN GRANİKOS SAVAŞI

(Valerio Massimo Manfredi'nin Büyük İskender adlı romanından. Can Yayınları) Peritas yüzünü yalayarak sahibini uyandırdı; İskender ayağa fırladığında, zırhını giydirmek için yardımına gelmiş iki askerini gördü. Leptine, gümüş bir tepside ona 'Nestor Lokması' getirmlşti; kahvaltısı peynir, un, bal ve şarapla çırpılmış çiğ yumurtaydı.
Hükümdar zırhı ve dizlikleri bağlanır, kemeri beline geçirilir, kılıcı takılırken, ayaküstü kahvaltı etti. "Bukefalos'u istemiyorum," dedi çıkarken. "Irmağın kıyıları fazlasıyla kaygan ve o çamura gömülebilir. Bana doru Sarmaçya atımı getirin."

Yardımcıları onun seçtiği atı almaya gittiler. İskender tolgasını sol kolunun altına sıkıştırıp kamp alanının ortasına doğru yürüdü. Adamları sıra sıra dizilmişlerdi; her an yeni askerler gelip arkadaşlarının yanındaki yerlerini alıyorlardı. İskender getirilen atına bindi, önce Makedon ve Thessalialı süvari birliklerini, sonra Yunan piyadelerini denetledi.

Uç birliklerinin süvarileri kampın ötesinde, doğu kapısına yakın bir noktada, mükemmel düzende beş sıra olmuş bekliyorlardı. Kralları geçerken, sessizce mızraklarını havaya kaldırdılar. İskender hareket buyruğunu verdiği anda, Kara onun yanındaki yerini aldı. Yürümeye başlayan binlerce atın ve savaşçıların mızraklarının sesi karanlıkta yankılanmaya başladı.

Granikos'un birkaç stadyon ötesinden gelen nal seslerinin ardından dört haberci karanlıktan sıyrılıp İskender'in önünde durdular. "Kralım," dedi en öndeki, "barbarlar henüz yerlerinder kımıldamadılar; ırmaktan üç stadyon ötede alçak bir tepenin üzerine yerleştiler. Kıyıda Med ve İskit gözcüler var onlar bizim kıyıyı da gözlem altında tutuyorlar. Onları bütünüyle habersiz yakalayamayacağız."

"Elbette hayır," dedi İskender, "ama onların orduları doğu kıyısıyla aralarındaki üç stadyonu kapatana dek bizler ırmağın sığ yerinden karşıya geçmiş olacağız. O nokta da olan olacak zaten." Sonra özel korumalarına yaklaşmaları için işaret etti. "Elverişli bir yer bulur bulmaz karşıya geçeceğimizi tüm birlik komutanlarına bildirin. Borazanla çalar çalmaz kendimizi ırmağa atacağız ve olanca hızımızla karşıya geçeceğiz. Önden süvariler gidecek."

Korumalar uzaklaştılar; az sonra piyadeler durarak yanlarındaki süvarilere, Granikos'a doğru ilerlemeleri için yol verdiler. Gökyüzü, doğudan hafifçe aydınlanmaya başlamıştı. "Güneşin gözümüzü yakacağını sanıyorlardı, ama ay bile göremedik," derken, İskender Phrygia tepelerin ardından, güneyden batan hilali gösteriyordu. Elini kaldırarak yanında Kara ile birlikte atını ırmağa sürükledi; tüm Uç Birliği onunlaydı. Aynı anda karşı kıyı da bir nara işitildi, sonra bağırışlar giderek çoğalıp kalabalıklaştı; sonunda bir kornonun sesini uzaktan gelen sesler yanıtlamaya başladılar. Med ve İskit gözcüler alarm veriyorlardı.

Irmağın ortasında olan İskender, "Borazanlar!" diye haykırdı. Ve borazanlar boğuk, iç paralayıcı tek bir nota ile çalmaya başladılar. Sanki karşı kıyıya yanıt verir gibiydiler; çevredeki tepelerde hem kornoların, hem borazanlarıN sesleri yankılanıyordu.

Hükümdar ve askerleri olabildiğince çabuk karşı kıyıya geçmeye çalışırlarken Granikos (Kocabaş çayı) köpürüyordu. Bir bağırış işitildi ve bir Makedon asker yaralanarak suya devrildi Med ve İskit keşif kolları kıyıya yığılmış, hedef bile almadan ok yağdırmaya başlamışlardı. Başka askerler de boyunlarından, karınlarından, göğüslerinden yaralandılar. İskender kalkanını kaldırdı, doru atını mahmuzlayıp asker kalabalığından sıyrıldı. Şimdi dışarıdaydı!

"İleri!" diye haykırdı. "İleri! Borazanlar!"

Borazan seslerinin daha tiz ve etkileyici olarak yükselmesiyle, atlarını kamçılayarak suyun girdabından kurtarmaya çalışan binicilerin bağırışlarına, karmaşadan dolayı heyecana kapılan atların kişnemesi de katıldı. Şimdi üçüncü ve dördüncü sıra sudan çıkmıştı; dördüncü, beşinci ve altıncı sıra süvariler ırmağa giriyorlardı. İskender bu arada kendi birliği ile kaygan kıyıyı tırmanmaya başlamıştı.

Arkasından savaş düzeninde yürümekte olan piyadelerin haykırışları ona eşlik ediyordu. Düşman öncüler, okları tükenince atlarına atlayarak, son hızla kamplarına doğru kaçmaya başladılar; kamptan da gürültüler, silah sesleri geliyordu. Savaşçı gölgeleri ellerinde meşalelerle, karanlığın her yanında koşuyor, havayı değişik dillerde naralar dolduruyordu. İskender, Uç Birliği'ni savaş düzenine sokup başına geçti.

Bu arada iki hetairoi birliğiyle iki Thessalialı süvari birliği onu arkadan ve yanlardan komutanlarının buyruklarına göre korumaya aldılar. Makedonlara Krateros ile Perdikkas, Thessalialılara Prens Amyntas ve subayları Enomaos ile Ekekratides komuta ediyordu. Borazancılar, hareketi başlatmak için Hükümdar'ın buyruğunu bekliyorlardı.

"Kara!" diye seslendi İskender. "Bizim piyadeler neredeler?"

Klitos, safları sonuna dek gözden geçirdikten sonra ırmağa doğru baktı ve, "Tırmanmaktalar, Kralım," dedi. "Tamam o zaman, haydi borazanlar! Dörtnala ileri!" Borazanların yeniden çalmasıyla on iki bin süvari aynı anda ileri atıldılar; atlar kişniyor, İskender'in gösterişli ve ağır Sarmaçyalı dorusunun adımlarına uyarak ilerliyorlardı.

Öte yanda, Pers süvarileri telaşla toplanırlarken belli bir karmaşa yaşamıyor değillerdi: Düzene girmiş olanlar Komutan Spithridates'in buyruğunu bekliyorlardı. İki öncü heyecan içinde onların yanına varıp, "Saldırıyorlar efendim!" diye bağırdı.

"Haydi, beni izleyin!" diye buyurdu Spithridates, daha fazla oyalanacak zamanı olmadığını anlamıştı. "Şu yauna'ları kovalım, onları yeniden sulara döküp balıklara yem edelim! Haydi! İleri!"

Kornolar çaldığında toprak, ateşli atların yeri çekiç gibi döven nalları altında titriyordu. İlk sırada Medler ve çift kıvrımlı büyük yaylarıyla Horazmiler vardı, arkadan kıvrık palalarıyla Oksian ve Kaduslar, en arkadan da Sakalar ve ellerinde devasa kılıçlarıyla Drancanlar gelmekteydiler. Süvariler yola çıkınca, çoktan düzene girmiş olan Yunan paralı askerleri de onları sıkı saflar halinde izlemeye başladılar.

"Anadolu'nun askerleri!" diye bağıran Memnones, onları yüreklendirmek için mızrağını havaya kaldırdı. "Satılık kılıçlar! Sizin geri dönecek bir eviniz ve vatanınız yok! Siz yalnızca kazanabilir ya da ölebilirsiniz. Bunu unutmayın, bizlere kimse acımaz, çünkü Yunan da olsak, Büyük Kral'ın yanında savaşmaktayız. Erkekler, bizim ülkemiz onurumuzdur, mızrağımız ekmeğimizdir. Canınız için sava-şın: Elinizde kalan bir tek budur!

Alalalái! Sonra öne atıldı; önce hızlı adımlarla, sonra koşarak ilerlemeye başlayınca adamları da ona yanıt verdiler: Alalalái!

Cephe düzenini bozmadan komutanlarının arkasından giden askerlerin ayakları toprağa değdikçe, müthiş bir demir ve bronz gürültüsü duyuluyordu. İskender bir stadyon uzaklıktan beyaz toz bulutunu gördü ve borazancılara bağırdı: "Savaş adımları!" Borazan öyle bir çaldı ki, Uç Birliği iyice coştu. Süvariler mızraklarını indirip öne atıldılar. Sol elleriyle atlarının dizginlerini ve yelelerini tutuyor, böylece çarpışma ânında, insanlarla hayvanlar birbirlerine dehşet verici seslerle bağırır, dişbudak ve kızılcıktan yapılmış mızraklar birbirine çarpar, Pers ciritleri havada uçarken hayvanlarına destek oluyorlardı.

İskender, kılıcı al kana boyanmış Spithridates'in öfkeyle sağ yanında savaştığını gördü, dev Rheonıithres onun solunu korumaya almıştı; bunun üzerine atını o yana sürdü. "Dövüş barbar! Cesaretin varsa Makedon Kralı'yla dövüş!"

Bunun üzerine Spithridates de atını Kral'a doğru sürüp kılıcını sallamaya başladı. Kılıcın ucu İskender'in zırhının omuzluğunu sıyırıp boynu ile kaval kemiği arasına battı, ama kılıcını kınından çeken Hükümdar ötekine öyle şiddetle saldırdı ki, atının üzerindeki dengesini bozdu. Vali, yere düşmemek için atına tutunmak zorunda kalınca yanı açıkta kaldı: O anda İskender kılıcını onun kolunun altına sapladı, ama artık tüm Persler ona doğru gelmeye başlamışlardı. Bir ok doru atını yaralayınca, hayvan dizleri üstüne çöktü; o da Rheomithres'in baltasından kurtulamadı.

Kalkanı, darbeyi bir noktaya kadar engelleyebildi; balta metali yardı, keçesini kesip kafa derisine çarptı; bunun üzerine artık atıyla yere düşmüş olan Kral'ın başından fişkıran kanlar yüzüne akmaya başladı. Rheomithres baltasını yeniden havaya kaldırdı, ama Kara o anda deli gibi bağırarak onun üzerine atıldı ve ağır İllyria kılıcıyla kolunu kökünden kesiverdi. Barbar, çığlıklar atarak atından yuvarlandı; kesik koldan fışkıran kan onu henüz öldürmemişti; o anda yeniden ayağa dikilen İskender, kılıcını göğsüne sokarak ona öldürücü darbeyi vurdu.

Sonra Kral, alanda başıboş koşan bir ata atlayıp tekrar kalabalığın içine daldı. Komutanlarının ölümüyle korkuya kapılan Pers askerleri gerilemeye başladılar; bu arada Uç Birliği'ne desteğe gelen hetairoi'ler ve Amyntas'ın komutasındaki Thessalialı süvariler de çarpışmaya katıldılar.

Perslerin süvarileri cesurca savaştılarsa da, giderek içeri dalan Uç Birliği yüzünden dağılmaya başladılar; Makedonların hafif süvarileri de yanlara doğru dalga dalga yayılmaya başlamışlardı. Bunlar hayvan gibi yabanıl Trakyalı ve Triballi savaşçılardı; ok ve mızrak yağmuruna aldırmadan ilerliyorlardı; düşmanla yüz yüze gelip onu kan revan içinde bırakmak için atılıyorlardı. İskender'in arkadaşları Krateros, Philotas, Ephestione, Leonnatos, Perdikkas, Ptolemaios, Seleukos, Lysimakhos krallarını örnek alarak ön safta savaşıyor, büyük kayıpla veren düşman komutanlarla yüz yüze gelmeye çalışıyorlardı. Bunların aralasında Büyük Kral'ın yakın akrabaları dı vardı.

Sonra Pers süvarileri kaçmaya başlayınca hetairoi'ler Thessalialılar, Trakyalılarla Triballilerin hafif süvariler onların peşine düştüler. Şimdi önde pezhetairoi zırhlı piyadeleri, bir de Memnones'in saflarını bozmadan, omuz omuza, gövdelerini büyük dışbükey kalkanlarla yüzlerini Korinthos tarzı maskeyle koruyan paralı askerleri vardı. Her iki ordu avaz avaz:

Alalalái! diye bağırıp mızraklarını uzatarak öne atıldılar. Memnones'in bir buyruğuyla Yunan paralı askerleri mızRaklarını hep birlikte kaldırıp düşmanın üzerine fırlattıktan sonra, ellerini bellerindeki kılıçlara attılar. Piyadelerin toparlanmasına fırsat vermeden aralarına daldılar. Düşman cephesini yarmak için Makedonların kendilerine özgü o uzun mızraklarını kırmaya uğraşıyorlardı. Parmenion, tehlikeyi sezerek vahşi Agrianları işin içine soktu; Agrianlar saldırınca, Memnones'in paralı askerleri savunmaya geçtiler.

Böyle olunca Makedon piyadeler de toparlanıp ön cepheden mızraklar fırlatmaya başladılar. Yunan paralı askerleri ise Persleri kovalamış geri gelen süvariler tarafından da kuşatıldılar ama son soluklarına dek savaştılar.

Güneş ovayı ışınlarıyla aydınlattığı zaman cesetler yerde üst üste yığılmıştı. Veterinerler yaralı dorusuyla ilgilenmeye başlayınca, İskender Bukefalos'unu istedi ve atıyla muzaffer ordusunun önünde bir geçit yaptı. Başındaki yaradan ötürü yüzü kan kırmızısıydı; zırhı Spithridates'in kılıcıyla yırtılmıştı; bedeni de ter ve toz içindeydi ama o anda askerlerinin gözünde o bir ilahtı. Hepsi birden, Philippos'un onun doğuşunu müjdelediği gün yaptıkları gibi mızraklarını kalkanlarına vuruyor,

İskender! İskender! İskender! diye coşkuyla bağırıyorlardı. Kral gözlerini pezhetairoi saflarının en arkasına çevirip yetmiş yaşındaki General Parmenion'un, bedeninde eski savaşların izleri, elinde kılıcıyla yirmilik bir asker gibi duruşunu seyretti. Onun yanına gidip atından indi, generalini kucaklarken askerlerinin haykırışları gökyüzüne ulaşıyordu.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Hititler'in Anadolu'ya göç tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. MÖ 2000 yıllarında Hint-Avrupa kavimlerinin doğuda Kafkasya üzerinden Anadolu'ya girdikleri en kabul gören tezlerdendir. Tezlerden bir diğeri Çanakkale Boğazı'ndan, bir başkası ise, Karadeniz'den geldikleri varsayımıdır. Yeni gelenler yerli Anadolu Hatti Beylikleri'ni egemenlikleri altına almışlar, kısmen politik ve askeri, bir dereceye kadar da ekonomik gücü ellerinde tutmuşlardır.

MÖ II.bin başlarında, Yukarı Mezopotamya'daki Assur şehrinin zengin tüccarlarının Anadolu ile yoğun bir ticari ilişkiye girmiş olduklarını görüyoruz Orta Anadolu'nun geniş toprakları üzerinde kurulan küçük krallık veya beylikler, "Karum" adı verilen pazar yerleri ile son derece canlı birer ticaret merkezleriydiler.

Assurlu tüccarlarla birlikte gelişen bir başka ve çok önemli olgu ise, MÖ II. bin de Anadolu'da bilinmeyen fakat Mezopotamya'da MÖ 3000 yılından beri kullanılan çivi yazısının Anadolu'ya gelişidir. Böylece Anadolu tarihi çağlara girmektedir. Kilden yapılmış tabletler üzerine yazılan mektuplardan, Assurlu tüccarların Anadolu'ya kumaş, koku ve kalay madeni getirerek yerli krallara ve halka sattıklarını, karşılığında altın, gümüş ve bazı tunç malzeme aldıklarını öğreniyoruz.

Koloni Çağı'nı izleyen Eski Hitit (M.Ö. 18.yy.) ve Büyük Hitit Krallığı dönemleri sonunda, takriben 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan toplulukların istilası ile Hitit İmparatorluğu son bulmuş ve Hititler yaşamlarına şehir beylikleri halinde devam etmişlerdir.

Başkentleri: Hattuşa

Anadolu'da ilk kez organize devlet kuran Hititleri'in başkenti olan Boğazköy (Hattuşa), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum,a uzaklığı 82 km'dir. Boğazköy'ün gerçek tarihi M.Ö. 1900'den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son bulan bir hanedanlığın merkezi idi. M.Ö. 19. ve 18. yy.'da Hitit öncesideki dönemde Boğazköy'de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar.

Şehirde Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları "karum" denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı. Boğazköy, M.Ö. 1200 yıllarına kadar Hititler'in başkenti olma özelliğini korumuştur. İlk Hitit kralı olarak Hattuşa'lı anlamına gelen Hattuşili'yi görüyoruz. Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed'in yer aldığı "aşağı şehir" bulunmaktadır.

Şehrin güney kısmını teşkil eden "yukarı şehir"; M.Ö. 13. yy kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır. Hitit Krallığı; M.Ö. 1200'deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini kaybetmiştir. M.Ö. 750 yılında Friklerin yerleşimine sahne olmuştur.

Hellenistik çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olmaktan öte gidememiştir. Bizans çağında da iskan edildikten sonra Boğazköy'e 18. yy.'da bugünkü sakinleri yerleşmiştir. Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.

COĞRAFYA

Küçük Asya'ya İ.Ö. 2. binyılın başlarında gelen Hititler egemenliklerini İ.Ö. 13. yüzyıl sonlarına kadar sürdürdü. Bu uygarlığa ait kalıntılar Anadolu'nun büyük bir kesimine yayılmış olmakla birlikte, günümüzde özellikle dikkat çekenler Boğazkale, Yazılıkaya, Alacahöyük ve Ortaköy gibi Hitit merkezleri.

Konya'nın Halkapınar ilçesine bağlı Aydınkent köyü yakınında İvriz Kaya Kabartması, Kayseri'nin Develi ilçesine bağlı Gümüşören köyündeki Fraktin Anıtı gibi Hatti kalıntılarının yanı sıra Gaziantep'in İslahiye ilçesindeki Zincirli Höyük, Karkamış, Adana'nın Kadirli ilçesindeki Karatepe gibi geç Hitit beyliklerine ait kalıntılar da görülmeye değer. Hitit kazılarındaki buluntuların büyük bir kısmının sergilendiği Ankara Anadolu medeniyetleri Müzesi, Hititlerin izini sürenlerin ilk durağı.

KÖKENLERİ

İndo-German kökenli Hititlerin tarih sahnesine çıkıp İsa'nın doğumundan 20 yüzyıl önce KüçükAsya topraklarında yaptığı işlerde, İsa'nın doğumunda 20 yüzyıl sonrasının insanları bizler için de ibret alınacak çok şey bulunur. Çünkü Hititolog Albrecht Götze'nin dediği gibi "Avrupalı ulusların kültür dünyasında görünmeleri Hititlerle başlar; bu da onların ilginçliğini daha da arttırmaktadır" Hititler kuzeydoğudan mı gelmişlerdi, yoksa kuzeybatıdan mı?

Bunu henüz kesinlikle öğrenemediğimiz gibi, geldikleri zaman asıl adlarının da ne olduğunu bilmiyoruz. Kuşkusuz birkaç bin kişiden fazla değildiler, fakat buranın yerli halkı Proto-Hatti'lerden daha gelişmiş ve daha becerikli oldukları hemen anlaşılıyor. Meydana çıktıkları andan itibaren siyasal yönetim ile askeri güç arasında çok ender dengesizlikleri var. Başka bir deyişle, öylesine güç kazanıyorlar ki, yayılmalarına karşı çıkmayı kimse göze alamıyor. Ayrıca siyasal açıdan büyük yetenek sahibi oldukları besbelli. Öyle ki, çiğneyip geçtikleri ulusları köle yapmıyorlar, aksine onları bir sadakat ilişkisi içinde eritmeyi başarıyorlar.

BOĞAZKÖY (HATTUŞAŞ)

Orta Anadolu'da küçük bir şehrin İ.Ö. 1700'lerde sonu gelmiş gibiydi. "Hattuş şehrini geceleyin yaptığım bir saldırı ile aldım. Yerine yaban otu ektim. benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden iskan ederse Gökyüzünün Fırtına Tanrısının laneti üzerine olsun" Kuşşara şehri kralı Anitta bu dileğini bir tablet üzerine çiviyazısıyla yazdırdı. Ancak Hatti krallığı'nın ve başkenti Hattuş'un yerle bir edilişi üzerinden yüz yıl bile geçmeden, yine Kuşşara kökenli bir soylu, sonradan aldığı adıyla 1. Hattuşili, bu tehdidi kulak arkası yaparak burayı Hitit Krallığı'nın başkenti yaptı ve 400 yıldan uzun bir süre, antik dünyanın süper gücü olarak varlığını sürdürecek bir imparatorluğun merkezi haline getirdi.

1834'te Texier, Boğazköy harabelerini görmüş, Hattusas'ı tanımıştı, ve 1907'de Winckler Hattusas'ın Hitit İmparatorluğun başkenti olduğunu tanıtladı Medeniyetlerin yoğrulduğu bir kazandı Anadolu, Hattusha da tam ortasındaydı onun. Geçtiğimiz yüzyılda fark edildi, ancak yüzyılımızın başında Hitit başkenti olarak tanımlandı. Bugün, UNESCO'nun Dünya Kültür Mirasları listesinde ve bu kazılar Anadolu'nun Karanlık Çağ'ını aydınlatmayı sürdürüyor.

ANADOLU'NUN DİLİ

Hattuşa'da bulunan belgeler, Anadolu'da aynı dönemde (İ.Ö. 2. bin yılda) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçeden başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadca'nın yazı dili olarak kullanıldığını gösterir. Hepsi de çiviyazısıyla yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı da Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıydı.

Mısır hiyerogliflerinden tamamen farklı olan bu biçimde heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilirdi ve büyük olasılıkla daha büyük kesim için anlaşılabilir nitelikteydi. Hititlerde okuryazarlığın yalnızca küçük bir gruba ait beceri olduğu kabul edilir. Çiviyazısını kralların bile okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan "sesli oku" ibaresinden anlaşılır.

BİN TANRILAR TOPRAĞI

Antikçağın pek çok toplumunda olduğu gibi Hiitlerin de çok tanrılı inanç sistemleri vardı. Yendikleri komşularının tanrılarını kızdırıp, gazaba uğramaktansa, armağan ve dualarlaonlara saygılarını dile getirip panteonlarına, yani kendi tanrıları arasına almayı gelenek haline getirmişlerdi. Bu da zamanla yabancı inançların Hitit dininde etkinlik kazanmasına sebep oldu. Hitit inancında, özellikle komşu Mitanni ülkesi halkı Hurrilerin etkisi önemli boyutlardaydı. Hatta bir dönem kendi tanrılarını bile Hurrice adlarla andılar.

Her şehrin bir baştanrısı, her kralın bir koruyucu tanrısı vardı. Ülkenin en büyük iki tanrısı Göklerin Fırtına Tanrısı Teşup ile Güneş Tanrıçası Hepat'dı. Bunlar bölgelere göre değişik isim alıyorlardıysa da, aynı tanrı-tanrıça esasına dayanan bir inanç tüm ülkede geçerliydi. Devletin en üst düzey yöneticisi, askeri önder ve yüksek yargıç olan Hitit kralları, aynı zamanda Fırtına Tanrısı'nın yeryüzündeki temsilcisi sayılır, öldüklerinde de tanrı katına yükselir.

KADEŞ SAVAŞI

Mısır'ın üstünlüğünü yeniden kurmakta olağanüstü atılımlara girişen II. Ramses ve eskiçağın bu en güçlü hükümdarının karşısına dikilmesi gereken de Muvattalis'ti. Yalnızca piyadelerin savaştığı dönemler, İ.Ö. 2000. binyılın ortalarında kalmıştı, çünkü artık savaş arabaları kullanılıyordu.

Mısırlıların hafif ve sürücü dışında yalnızca bir savaşçının binebileceği arabalarına karşı, Hititlerin daha ağır ve sürücü dışında iki savaşçı taşıyabilen arabaları vardı. Bu arabalar, Mısırkılarınkinden daha ağır olmakla beraber, üzerindeki savaşçı sayısı açısından orduya üstünlük sağlıyordu. Mısır kaynaklarına göre Kadeş savaşına giden Hitit ordusunda 3 bin 500 araba, ve 17 bin yaya asker bulunuyordu.

KRONOLOJİ

Kralların egemenlik sürelerini gösteren tarihler Dr. Sidney Smith ve Prof. Albrecht Götze'nin çalışmalarından alınmıştır. Kesin yılların eksik olduğu yerlerde, ortalama insan ömrüne göre yapılmış boşlukları zaman bakımından ihya edilmesi çalışmaları Dr.O.R. Gurney'e aittir. Dr. Gurney 1590 ve 1335 tarihlerini her bakımdan güvenilir sağlam yıllar saymaktadır. Öteki tarihlerin hepsi, yaklaşık olarak doğru kabul edilmektedir.

Teşup: Boğa, Hititlerin en büyük tanrısı Teşup'un kutsal hayvanı ve simgesiydi. Boğazköy'de bulunan, sunu kabı formundaki bir çift boğanın koşum kayışlarıyla betimlenmesi, Fırtına Tanrısı'nın arabasına koşulu olabileceklerini akla getiriyor.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Hitit Krallığı mimarisi, eski Doğu Yapı Sanatı içinde, hem Batı Anadolu, hem de Mezopotamya mimarlığından ayrılan, önemli ve kendine özgü bir gelişim gösterir. Bu mimarlığın kökenleri Anadolu yaylasının yapı geleneklerine dayanır ve en geç İ.Ö. 3. binde, İlk Tunç Çağı'nda belirgin biçimini almıştır.

İ.Ö. 2. bin sonunda, Batı Anadolu'nun özgün ev biçimi olan bağımsız uzun dikdörtgen, önavlulu evi, (Megaron) İç Anadolu'ya ne denli az girebilmişse Hititler'in büyük taş bloklarından örülmüş bindirme kemer yapma sanatı da taş yönünden zengin olan Troya'da o denli az kullanılmıştır. Mezopotamya da çok bol sayıda zorlayıcı bir bakışımlılık sistemiyle yapılmış tapınak ve saray mimarlığı da yine İç Anadolu'daki Hitit Krallığının ana ülkelerinde görülmez.

Bir yandan karşılıklı canlı bit ticaret, öte yandan komşu ülkelerle belirgin bir kültür ilişkisi kurulmuş olmasına karşın, mimarlık alanında karşılıklı etkilenme çok kısıtlı bir ölçüde gerçekleşmiştir. Yalnız, kısa bir süre sonra Hitit egemenliği altına girecek olan Kilikya - Kuzey Suriye bölgesinde karışık mimarlık öğeleri ortaya çıkmaktadır. Bu öğeler Hitit Krallığı sona erdikten sonra 1. bin Geç Hitit - Arami Küçük Krallıkları döneminde de varlıklarım sürdürmüşlerdir.

Bugün, 3. binyıl ve 2. binyıl başına tarihlenen çok sayıda büyükçe yerleşmenin varlığı bilinmesine karşın, bunların yalnız birkaçı araştırıldığından, yapı sistemleri, görünüşleri ve özellikle yapıları üstünde konuşmak olanağı yoktu?. Tüm Önasya'da olduğu gibi, burada da genellikle en eski yerleşme yerleri varlığını sürdürmüştür. Bu yerleşmeler ovalara ya da koyaklara açılan dağ sırtlarında, çevrenin kolaylıkla gözlenebileceği yerlere kurulmuştur. Bu Höyük ya da Teli olarak adlandırılan yerleşmelerin özgün bir örneği Fırat'ın yukarı kesiminde Altınova'daki Norşuntepe'dir.

Bu höyük üstünde İç Anadolu'nun Son Tunç Çağına ilişkin şimdiye dek bilinen tek sarayı kazılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sarayda en büyük bölümün erzak depolarına ayrılmış olması çok ilgi çekicidir. Bu döneme tarihlenen başka belirgin tapınak ya da kutsal alan şimdiye değin bulunmamıştır. Savunma sisteminde bir yenilik yoktur: Tarsus'taki testere biçimli sur duvarlarıyla ağır bir savunma sistemi oluşturan İlk Tunç Çağı sistemi II, 5. binyılda görülen Mersin sistemi ile (Tabaka XVI) karşılaştırılabilir. Konutlar kural olarak dikdörtgen, ender olarak da yamuk planlı, gelişigüzel yanyana dizilmiş odaları kapsamaktadır. Her avlunun kendi dış duvarı vardır. Yapı gereci olarak çamur ve kerpiç kullanılmıştır, ancak 3. binyıl sonuna doğru taştan alçak temellere rastlanır.

2. binyılın ilk yüzyıllarındaki örnekler, öncelikle Eski Asur Ticaret Kolonilerinin evleri, iş yerleri ve bunların kurulmasında destek sağlamış yerli prenslerin sarayları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaneş, Karahöyük ve Acemhöyük sarayları, bugün bildiğimiz kadarıyla bir orta mekân ya da avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşmuştur.

Kültepe'deki temelleri bulunmuş bir yapının sağlam köşe çıkmaları, yapı ustalarının anıtsal yapı kurma yeteneğini kanıtlamaktadır. Boğazköy'de de daha sonra Hitit kral sarayının kurulacağı Büyükkale tepesinde yerli bir prensin konağı (Tabaka IV d) bulunmaktadır. Bu prensin desteklediği Asurlu tüccarların kurduğu Karum Hattuş bu kale tepesinin eteğindedir.

En eski tabakalarındaki mimarlık Batı Anadolu bölgesi kapsamı içine giren Beycesultan'da hem Girit mimarlığı hem de yukarıda adı geçen ve daha geç döneme tarihlenen Hitit sistemleriyle bir dizi benzerlik gösteren bir saray bulunmaktadır (Tabaka V). Karum Kaneş ticaret kolonisi evleri tüm yapılarıyla Orta Anadolu geleneğindedir : Dörtgen bir avlu çevresinde az ya da çok gelişi güzel dizilmiş değişik sayıda odalar. Şimdiye değin avlunun bir bölümünün üstünün, bir ön avlu oluşturacak bir biçimde kapalı olduğu görülmüştür, ancak bu Batı Anadolu'daki örneklere benzemez.

Yapıların kurulmasında ahşap önemli bir yer tutmaktadır. Duvarların önüne dikilmiş olan ahşap destekler kerpiç ve kırıktaş duvarların beslenmesine ya da sık sık rastlanan üst katın ağırlığını taşımaya yarıyordu. Bu dönemin kült yapılarının varlığı yazılı kaynaklarla kesinlikle kanıtlanmışsa da, görünüşleri konusunda bir şey bilinmemektedir. Bunlar kurallara uygun tapmak yapısı olamazlar, daha çok biçimi eve benzeyen kült hücresi ya da bir evin bir odası olabilirler.

İ.Ö. 1600 dolaylarında Hitit Krallığının kurulmasıyla yapılarda da birtakım yenilikler" gözlemlenmektedir. Evlerde oda düzenlemeleri ve yapı gereçleri genellikle değişmemiştir, ama savunma yapılarında yenilikler vardır. Alişar'da daha çok önce, yan yana dizilmiş, çok hafif karşılıklı kaydırılmış, düzenli aralıklarla burçlarla desteklenmiş sandık duvarlardan oluşmuş anıtsal bir duvar sistemi ortaya çıkmıştı. Bu yapıya Konya Karahöyük'de ve Korucutepe'de daha belirginleşmiş olarak rastlanmaktadır; burada Hitit Krallığı'nın tipik sandık duvar sisteminin tüm öğelerinin temel çizgilerinin kurulduğu görülüyor.

Bu kenemden Boğazköy ve Alacahöyük'de saraylar bilinmektedir, ancak bunlar daha sonra Büyük Krallık dönemindeki geniş yapı girişimleri sırasında geniş ölçüde yıkılmıştır. Alacahöyük'de 14 ve 13. yüzyıllara özgü ayaklı geçitlerle çevrili orta avlu ve bunu çeviren ayri oda topluluklarından oluşan evlerin bu dönemdeki örneklerine yapı kalıntılarında rastlanır. Bunların duvar yapısında bol ocak taşı kullanılmıştır.

14 ve 13. yüzyıllarda, daha doğrusu Hitit Büyük Krallığı çağında mimarlık kesin ve yerleşmiş özellikler gösterir. Hattuşa merkezi bir yönetim sisteminin başkenti olarak mimarlık ve sanat yaratıcılığının odak noktasıdır. Burada, hem işlevleri açısından (savunma sistemleri, tapmak, saray) hem de yapı tekniği ve kuruluşu açısından (duvar yapısının yapısal ve biçimsel kuruluşu), yapı sanatının en etkileyici örneklerine rastlanır.

Yukarıdaki Büyükkale ile kentin en alt terası arasında 14. yüzyılda kurulmuş, Poterneli Sur adım taşıyan kent duvarının yeniden yapımı sırasında, yığma toprak üstünde iki kabuklu, taş örgüsünden oluşmuş bir sandık duvar kurulmuştur. Bu duvar düzenli aralıklarla dizilmiş burçlar ve kulelerle doldurulmuş ve poternelerle donatılmıştır. Bu poterneler, kenti ana duvarlar altından öndeki araziye bağlayan, Dindirme tekniğinde sağlam kemerlerden tünel gibi yapılmış, duvarların önündeki hendeğe açılan gizli kapılardır (huruç kapısı).

Biraz değişik bir yapıda olmakla birlikte, buna benzer daha eski bir poterneye Alişar'da, daha sonra da Korucutepe, Alacahöyük ve Büyükkaya tepesinde (Boğazköy) ve ayrıca Kuzey Suriye'deki birkaç savunma sisteminde rastlanmıştır. Hitit başkentinde, 13. yüzyılda bir kez daha bu tür poternlere kentin rahatça genişletildiği yukarı kentin savunma sisteminde rastlanmıştır. Bu dönemin birkaç kapı sistemi başka bir görünümdedir: Hattuşa ve Büyükkale Yukarı Kent kapılan, Alacahöyük Sfenksli Kapısı, Alişar Güney Kapısı bir ön avlu bir oda ve iki anıtsal kule arasında çift kapı kanadından oluşur.

Bunlann duvarı ya büyük taş bloklarından çokgen oluklu örülmüştür ya da kesme taş olarak tabakalanmıştır; iki çeşidin birbirine karıştığı da görülür. Kapı söveleri ortostatlıdır, bunun üstüne ya tek bir taştan yontulmuş kapı kirişi uzatılmıştır ya da Hattuşa Yukarı Kentindeki dört kapıda olduğu gibi bindirme tekniğinde parabol biçimli bir kemer oturtulmuştur. Bu kemer biçimi, kabartma duvar süsleri, duvarın kente bakan yüzündeki geniş duvar ayakları ve kapıların bakışımlı planı Hitit mimarlarının yaratıcılığını kanıtlar.

Büyük Hitit Krallığı saraylar da bu konuda benzer kanıtlar vermiştir. Büyükkale ve Alaca Höyük'de saraylardaki bağımsız yapılarda düzgün bir oda planlaması uygulanması ve bağımsız kurulmuş geçitlerle çevrili avlular çevresine toplanmış bağımsız yapıların ustalıkla birleşmesi gibi özellikler görülür. Büyük Hitit tapınakları da aynı özellikleri gösterir. Şimdiye değin bulunmuş beş yapı da krallığın başkentindedir, hepsi aynı oda gruplarından oluşmuş ve aynı düzende kurulmuştur.

Dış görünüşleri bakımından birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları ise, yapı ustalarının katı yapı kurallarına bağlı kalmadıklarının yeterli bir kanıtıdır. Kapı, avlu, önavlu, cella, cella ön odası ve yan odaları tüm yapılarda kullanılmış öğelerdi?. Kapıdan geçen yol doğrudan doğruya avluya girer. Cella'ya hiçbir zaman doğrudan doğruya Önavludan girilmez, ancak önavluya açılan birkaç yan odadan girilir.

Kült odalarından oluşan grup tüm yapının içinde belirgin olarak ayrılır. Odalara ve oda gruplarına ne de tüm yapıya bir bakışım düzeni egemen değildir. Yalnız Tapınak Tin kapısı ve depoların oluşturduğu çembere giriş bakışımlı yapılmış ve bu nedenle de kent kapıları gibi anıtsallık kazanmıştır.

Temiz bir işçilikle yerleştirilmiş .ve birleşme olukları iyice kapanmış yer yer beş metreyi geçen kireçtaşı bloklardan kurulmuş ortostatlı duvar döşeğinin yapı özellikleri el becerisi, ustalık, etkileyici bir görünüme ve dayanıklılığa ulaşma isteği belirtir. Tapınağın ve depoların tüm dış duvarlarını bölen geniş duvar çıkıntıları da özgün biçimlendirme öğeleridir.

Kütlesel temel döşekleri üstünde bugün de görüldüğü gibi, bu çıkıntılar kerpiç duvar boyunca dama kadar yükselmekteydi. Bunun dışında bu çıkıntılara ya da duvar ayaklarına hem birtakım odaların iç duvarlarında hem de Hattuşa Yukarı Kent surlarının kapı ve kulelerinde rastlanmaktadır. Bu, başkentin büyük devlet yapılarında birkaç kâtı kapsayan yüksek duvarlarında kullanılmış bir yapı türü, ahşap hatıl sistemiyle desteklenmiş kerpiç duvar yapısıdır.

Bu tür duvarların ayrıntılı biçimi konusunda kanıtlar azdır. Keramikler üstündeki betimler ve kabartmalar duvarların bölümlenmesi, pencere burç ve mazgalların biçimleri için ipuçları verir. Yazılı belgelerde üstüne çıkılabilen düz damdan sık sık söz edilmektedir. Bu anıtsal tapınaklar dışında şimdiye değin çok az sayıda Hitit kült yeri kanıtlanmıştır. Yazılıkaya, bir grup doğal kaya odasının kabartmalarla süslenip ek yapılarla genişletilmesi sonucunda oluşmuş bir doğal kutsal alandır.

Eflatunpınar anıtı bir kaynak kutsal yeridir. Alacahöyük'deki sarayın bir bölümü de tapınak olarak yorumlanabilir, çünkü Hitit Büyük Krallık Çağında bile konutlarda tek odalı kült hücreleri olduğu varsayılmalıdır.Yapı sanatının Anadolu yaylası dışına yansıması sınırlı olmuştur. Hatti krallığına sıkı sıkıya bağlı Kilikya'da Mersin savunma sistemi ve Tarsus sarayları başkent mimarlığıyla kesin ilişkiler gösterirken, Kuzey Suriye bölgesinde benzer etkilerin önemsiz kaldığı gözlemlenmektedir. Kargamış ve Sam'alda 2. binyıl tabakalarında yapı üslubu daha kazılarda ortaya çıkarılmadığından bu sav şimdilik çekingenlikle geçerlidir.

İ.Ö. 1200'de Büyük Hitit Krallığının yıkılmasından sonra İç Anadolu Batı'nın etkisine girer. Bu, bundan sonraki yüzyılların mimarlığına yansıyan bir gelişmedir. Güneydoğuda Geç Hitit-Arami beylikleri kurulmuştur. Kuzey Suriye, Hitit ve Arami özelliklerinin birleşmesi sonucu mimarlıkta kısa süreli bir olgunluk çağı yaşanmıştır.

Karkanuş'tan iki örnekte görüldüğü gibi, tapınak yapısında Kuzey Suriye'nin küçük tek odalı sisteminin geleneği sürdürülmektedir. Hatay bölgesinde Teli Tayinat'daki önavlu, adyton (en kutsal oda) ve cella planıyla Ege bölgesinin Megaron'unu anımsatan uzun dikdörtgen tapınağın bu bölgede İ.Ö. 2. binyıl içine tarihlenen öncüleri vardır. Saraylar genellikle ön avlu, buna genişlemesine yerleştirilmiş ana oda ve birkaç yan odayla Hilani olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hilaninin kapalı biçimi, genişlemeyi olanaksız kılıyordu, ancak birkaç Hilaninin birleştirildiği büyük yapılar vardır. Önyüzü iki ya da üç sütunla bölünmüş olan Hilani önavlusu Büyük Krallık döneminin tapınaklarının önavlusuna, Hilammar'a benzerlik göstermektedir. Savunma sistemlerinde, örneğin Sam'al'da Anadolu yaylasının iki yüksek kule arasında dar kapı odalı kapı tipine rastlanırsa da, ana kapı arkasına genişlemesine yerleştirilmiş odası olan kapı daha yaygındır.

Bu sistemde, Karatepe'de elverişsiz arazide olduğu gibi, kapı odasının kulelerden uzağa çekildiği de görülmüştür. Kent planının, örneğin" Sam'alda olduğu gibi, geometrik bir biçim alması da değişik bir özelliktir. Bu dönemin mimarlığında, özellikle çok sayıda resmi yapı, saray, tapınak ve anıtsal kapılardaki ortostatlarda görülen kabartma süslemelerde bakışımlı düzenlemelerin kullanılmış olması değişik bir yaratıcılık gücünü göstermektedir. Buna karşılık Hitit ana ülkesinden yalnız Alaca Höyük'de Sfenksli Kapı'da bu tür kabartma süslerin varlığı bilinmektedir.

Kuzeydeki 2. binyıl süssüz sütunlan yerine, Torosların bu tarafında 1. binyılda yontularla ve geometrik bezemelerle süslü tabanlara oturtulmuş sütunlar ortaya çıkmıştır. Büyük Hitit Kralları'nın başkentinin ağır ve içe dönük yapı sistemleri karşısına güneyde 400 yıl sonra süslü, bağımsız yapılardan oluşmuş hafif dokuda bir mimarlık çıkmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Kalıntılar, Milas'a 18 kilometre uzaklıkta yer alan Kıyıkışlacık Köyü'nde bulunmaktadır. 1929 yılında Asın Kuren adıyla kurulan köyün adı 1960'lı yıllarda Kıyıkışlacık olarak değiştirilmiştir. Yaklaşık 2000 kişinin yaşadığı köyün en büyük geçim kaynağı balıkçılık ve zeytinciliktir.

Güllük Körfezi'nin kenarında yer alan köy, karşı sahildeki komşularının aksine sakin bir yerleşim yeri. Mitolojiye göre, İasos, Mandalya Körfezi'nde Güllük'ün karşısında Kıyıkışlacık Köyü'nde bir yarımada üzerinde Yunanistan'dan gelen Argoslu Kolonistler tarafından kurulmuştur. Sonraki dönemlerde Milet'ten gelen göçmenler gelip buraya yerleşmişlerdir. Kentin tarihi, MÖ 3 binin sonuna kadar uzanmaktadır.

Batı Anadolu kıyılarındaki en başarılı arkeolojik çalışmalardan biri olan Iasos araştırmaları Charles Texier ile başlamış, Profesör Doro Levi'nin ardından Profesör Clelia Laviosa tarafından sürdürülmüştür. İtalyan kazı ekibinin başkanlığını günümüzde Profesör Fede Berti yapmaktadır.

Dış Surlar

İlk çağ kentinin biraz dışından başlayan ve yaklaşık 1,5 kilometre devam eden surlar, tamamlanamamış bir ön savunma düzenine aittir.

Bouleuterion

Agoranın güneyinde dikdörtgen biçiminde bir yapıdır. Yapımı, İasos'un Miletlilerin kontrolü olduğu dönem olan MS 1. yüzyıla dayanmaktadır. Birisi binanın kuzey tarafında, diğeri de binanın ön duvarında bulunan iki girişle toplantı odasına ulaşılabilmektedir. Bu bölümden dar bir geçit kullanılarak Agora stoasının doğusunda bulunan arşive ulaşılmaktadır. Binanın Roma döneminden kalan son hali Milet Bouleuterionu'na benzemektedir. Günümüzde bina duvarının kalıntıları, oturma bölümünün bazı parçaları ve kapalı koridor görülebilmektedir.

Tiyatro

Çevresi büyük boy taşlarla harçsız olarak yapılan tiyatro çok eğimli bir bölüm üzerine yapılmıştır. Yirmi bir sıra olan merdivenler hepsi beyaz mermerden yapılmıştır ve epeyce sağlam olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

Balık Pazarı

İlk kazı çalışmaları sırasında kentin biraz dışında yer alan bu yapının, eski dönemde balık ticareti için yapılan bir Pazar olduğu düşünülmüştü. Ancak daha sonra ele geçirilen bulgularla buranın Roma döneminden kalma bir anıt mezar olduğu anlaşıldı. Ancak belki daha romantik geldiğinden dolayı hala bu adla anılmaktadır. Son dönemlere kadar kazı deposu olarak ta kullanılan yapı, burada kazı yapan İtalyan heyetinin desteği ile bir açık hava müzesine dönüştürüldü. Bir bekçi bulunamadığından dolayı çoğu zaman kapalı olan yapı köyün girişinde, kalıntılardan uzak olmasına rağmen önemli ilgi alanlarından birisi.

YUNUSLU ÇOCUK

Tarihçi George Bean'in ''Karia'' adlı kitabında yazdığı; ''Büyük İskender'in ilgisini çeken bir başka İasoslu da, yunus tarafından sevilmek gibi bir şansa sahip olan erkek çocuktu'' satırları, İasos halkının denizle ve balıkçılıkla nasıl bütünleştiğini daha iyi anlatıyor. Hem yerli hem yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken ''Yunuslu Çocuk'' öyküsü, İasos'ta asırlardır dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyor.

Olay, İasos'ta ki erkek çocukların gimnazyumda çalıştıktan sonra denizde yıkanmaları geleneğinin sürdüğü günlerde yaşanıyor. Çocuklar denizde yıkanırlarken, kıyıya yaklaşan bir yunus çocuklardan birini sırtına alıyor. Çocukla birlikte açıklara giden yunus, bir süre sonra çocuğu yeniden kıyıya bırakıyor. Bunu duyan İskender, çocuğu Babil'e getirtiyor ve deniz tanrısı Poseidon'un rahibi yapıyor.

Bununla ilgili anlatılan bir efsanede şöyledir: Bir yunus balığı, annesinin kucağında dolaşan Hermiyas'ı denize çağırır. Çocukta bu çağrıya uyarak denize atlar. Denize açılan bütün balıkçılar annesine Hermiyas'ı gördüklerini söylerler, ancak kadın hala deniz kıyısında çocuğunu beklemektedir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Amatör dalgıçların yıllardır bildikleri, sık sık dalış yaptıkları bir bölgeydi... Limanın birkaç kilometre açığında ve sadece 8 metre derinlikte gördüklerine de bir isim takmışlardı: "Kaya Ormanı"... Binlerce dev granit taştan, sütun parçalarından, sfenks heykellerinden ve mini dikilitaşlardan söz ediyorlardı, ama kimse onları ciddiye almıyordu. Ta ki, 1962 yılında, içlerinde birkaç arkeologun da bulunduğu bir grup profesyonelin dalışına kadar...

Onlar gözlerine inanamamışlardı; suyun dibinde bir tarih yatıyordu. Ancak, hemen önlem alınması gerekiyordu. Bazı parçalar yavaş yavaş kuma gömülmeye başlamıştı bile... Ayrıca kalıntılar oldukça sığ bir bölgede bulunduğu için, dalgaların sürtünmesi kayaları aşındırıyordu.

Mısır hükümeti, ilk önlem olarak binlerce metreküp çimento bloku dökerek bölgeyi küçük bir limana dönüştürdü ve böylece dalgaların etkisini ortadan kaldırdı. Oysa, tam 22 yıl sonra suyun dibindekiler çıkartılmaya başlandığında, ekibi bir başka sürpriz bekliyordu. Dalgıçlar biraz daha derinlerde, kiloları 10 ile 75 ton arasında değişen pembe granitten dev bloklara rastlamışlardı. Çalışmaları denetleyen İskenderiye Araştırmaları Merkezi müdürü Jean Yves Empereur ve ünlü bir mısır bilimci olan Jean Pierre Corteggiani'ye göre, bu dev granit bloklar dünyanın 7 harikasından biri olan İskenderiye Feneri'ne aitti.

Şimdiye kadar bu bölgeden çıkarılan parça sayısı 34... Araştırmayı yürüten Fransız bilim adamları, denizin dibinde daha böyle en az 2000 parça olduğunu ileri sürüyorlar. Ancak bölgedeki tüm parçaların İskenderiye Feneri'ne ait olup olmadığı konusunda fikir ayrılıkları söz konusu...

Bir grup arkeolog, bu iki bin parçanın büyük bir çoğunluğunun Fener'e ait olduğunu iddia ederken, Jean Yves Empereur, bu 2000 parçadan sadece 20 tanesinin Fener'in orijinal parçası olabileceğini söylüyor. Örneğin geçen Ekim-Kasım aylarında çıkarılan ve şu sırada müzede saklanan 12 ton ağırlığındaki başsız insan heykelinin (torso) Fener'e ait olduğu kesin.,. Yine denizden çıkarılan bir sfenksin ise, Fener'in sağında ve solunda bulunan iki ünlü sfenksten biri olduğu tahmin ediliyor.

Çıkarılan bu parçaların İskenderiye Feneri'yle hiçbir ilgisi olmadığını iddia edenler de var. Eski Mısır uzmanı, Mısırlı bilimadamı Abdül Halim Nureddin, denizin dibinde bulunan blok granit kayalarının Fener'e ait olmadığını ileri sürüyor. Ona göre, bu blok granit parçaları liman savunmasının bir unsuruydu. Limana saldıran gemilerin çarpıp batmaları için, 8 metre gibi bir derinliğe özellikle konulmuştu.

Abdül Halim Nureddin iddiasını şöyle destekliyor: Bir kere, bugüne kadar yapılan sualtı kazılarında üzerinde Yunanca yazı bulunan tek bir kaya ya da heykel parçasına rastlanmış değil... İkinci olarak, denizin dibinde bulunan dev granit blokları pembe granitten... Oysa tarihçiler, Fener'in renginin beyaz olduğunu yazıyorlar. Bu da, yapımında beyaz taşların ya da beyaz mermerin kullanıldığını gösteriyor.

İster İskenderiye Feneri'ne ait olsun ister olmasın, şu ana kadar denizin dibinden çıkarılanlar her açıdan tarihi bir öneme sahip... 12 ton ağırlığındaki, Tanrı Osiris giysileri içindeki II. Ptoleme heykeli başlı başına bir tarihi belge... Firavun L Seti dönemine ait bir dikilitaş, Firavun II. Ramses dönemine ait bir sfenks de az şey değil... Çıkarılan malzemenin çeşitliliği ve farklı dönemlere ait olması kuşkusuz kafaları biraz karıştırıyor. Bu gerçeği araştırmaları sürdüren Fransız ekip de kabul ediyor.

İskenderiye sualtı kazıları, şu anda iki Fransız şirketi tarafından finanse ediliyor. Ne var ki, bu iki şirketin 340 bin doları bulan katkısı daha kapsamlı bir çalışma için yetersiz kalıyor. Arkeologların amacı, bu parçalar aracılığıyla İskenderiye Feneri'ni yeniden orijinal büyüklüğünde ve modelinde oluşturmak... Böylece antik dönemin yazarlarının aktardıklarından hareketle, Fener'in biçimine ilişkin yapılan tarifleri de yeniden gözden geçirmek... Ancak, madalyonun bir başka yüzü daha var. Bu iş için milyarlarca dolar gerekiyor.

Böyle bir yükün altından da ne Mısır Hükümeti, ne de kazılan finanse eden Fransız firmaları kalkabilecek durumda İskenderiye ve çevresi, Mısır'da en önemli bölgeyi oluşturduğundan, bölgeyi anlatmaya buradan başlayacağım. Pelusium'dan itibaren kıyı boyunca yürürseniz, Canobik ağzına kadar yaklaşık 150 stadia etmektedir (28 km, l stadium: 185 m). Nil Delta'smdan Pharos Adası'na kadar ise, 103 stadia (20 km) eder. Pharos, dikdörtgen biçiminde, anakaraya çok yakın ve iki limana sahip bir adadır.

İskender, önceleri basit bir kasaba olan bölgeyi ve konumunun avantajlarını gördüğünde, kenti liman bölgesinde güçlendirerek, buraya bir kent kurmaya karar verir. Tarihçilerin anlattığına göre, kente geldikten sonra buraya yerleşme hazırlığı yaparlarken iyi talihi işaret eden şöyle bir olay olmuştur: Mimarlar tebeşirle, bölgeye çizgiler çekerlerken, tebeşirleri biter. Kralın yanlarına gelmesi üzerine, yardımcıları işçiler için hazırladıkları arpa ununu tebeşir yerine kullanmaya başlarlar.

Sonuç olarak, işaretleye çekleri sokak sayısı artar. Bu, tanrıların onların yanında olduğunu gösteren bir olaydır. (Bu öykü Plutarkos'a göre; "her cinsten kuş bölgeye doluşmuş ve arpa ununu yemeye başlamıştı. Bunun üzerine İskender, olayın kötü bir kehanetin işareti olup olmadığını sormuş, ama kahinler kehanetin olumlu olduğunu belirtmişler. Arpa ununu, bereketi artırsın diye yanlarına almışlar" şeklindedir.) batıdan eser.

Etesian, "yıllık" anlamındadır) yaz mevsimi, İskenderiyeliler'in en rahat ettikleri zamandır. Kentin yerleşim açısından avantajları oldukça fazladır. Öncelikle, iki taraftan denize açıktır; kuzeyde Mısır Denizi dedikleri, güneyde Mareotis denilen Mareia Gölü... Burası Nil Nehri'nden gelen pek çok kanala da sahiptir. Özellikle yaz başlarında Nil Nehri iyice gürleşip bu gölü doldurduğunda, yükselen buğudan ötürü geriye hiç balçık bırakmaz.

Bu mevsimde, kuzeyden ve denizden esen Etesian rüzgarından dolayı (Mısır musonları bütün yaz kuzey Kentin planı, "chlamys"e benzer (Makedonyalılara özgü pelerin ya da Yunanlılar'ın kullandıkları askeri manto): Uzun kesimi iki yandan denize açıktır, kısa kenarlar ise kıstaklardır ve bunların bir tarafı denize, diğer tarafı göle değmektedir. Kentin tamamı, atların ve at arabalarının bir arada geçebileceği genişlikte, birbirini dik açıyla kesen caddelere sahiptir. ..."Sema" da kraliyet saraylarına aittir (Mezar).

Burası kralların ve İskender'in gömülü olduğu yerdir; Ptolomaios'a göre, erken davranan Perdikas onun canını alıp bedenini Babil'den Mısır'a getirdiğinde, kentin artık orıa kalacağını düşünerek büyük bir ihtirasla yürüyordu. (Söylentiler çeşitlidir; Diodorus Siculus'a göre, Arrhidaeus, İskender'in cesedini getirmek için iki yılını çeşitli görüşmelere ayırmıştı. Ve I. Ptoleme, onunla tanışmak için Suriye'ye kadar gitmiş ve cesedi yakmak için Mısır'a getirmiştir. Pausanias'a göre ise, I. Ptoleme onu Memphis'te gömmüş, ama II. Ptoleme İskenderiye'ye aktarmıştır.)
Girişteki Büyük Liman'ın sağ tarafında ada ve Pharos Kulesi (İskenderiye Feneri) yer alır...

İskenderiye Feneri... Bir mimari harikası..

Yapımına M.Ö. 3 yüzyılda Kral I. Ptoleme zamanında başlanan ve oğlu II. Ptoleme zamanında bitirilen (M.Ö. 297 ile M.Ö. 280 arası) İskenderiye Feneri, bütün limanı aydınlatması amacıyla, liman girişindeki Pharos Adası üzerine kurulmuştu.

Bugün kullandığımız "fener", "far" kelimeleri bu adanın isminden geliyor. Knidoslu ünlü mimar Sostratos tarafından inşa edilen üç katlı fener kulesinin yüksekliği, bir iddiaya göre 120, bir başka iddiaya göre ise 140 metreydi. Diktörtgen tabanını çevreleyen terasın uzunluğu da 340 metreyi buluyordu. Tabanın genişliği 30, uzunluğu ise 61 metreydi. Bugün, birinci katın yüksekliğinin 71 metre olduğu tahmin ediliyor.

Kulenin ikinci katını oluşturan merkez gövde ise sekizgen biçimindeydi ve 34 metre yüksekliğe sahipti Asıl fener görevini gören üçüncü kat ise bir silindiri andırıyordu. Bu bölümü koni biçiminde bir çatı örtüyordu ve bunun üzerinde de bir Zeus heykeli bulunuyordu Firavunlar ülkesindeki dev bir eserin tepesindeki Zeus heykelinin anlamı ise şuydu: Mısır'da o dönemde hüküm süren Ptolemeler aslında bir Makedonya hanedanıydı. Mısır'ı ele geçirdikten sonra, gerçek birer firavun gibi davranmalarına karşılık, dini inançlarını korumuşlardı.

Fenerin içinde ta tepeye kadar çıkan taş bir merdiven bulunuyordu. Bu merdiven öylesine genişti ki, odun yüklü iki yük hayvanı rahatlıkla çıkabiliyordu. Fenerin ateşi, bu hayvanlarla taşınan reçineli odunlarla besleniyordu. Bir başka varsayıma göre de, Mısırlılar'ın o dönemde petrolü bildikleri ve kullandıkları sanılıyor... Üstelik bu petrolü yukarı kadar taşımayıp, hidrolik pompalarla aşağıdan yukarıya pompaladıkları ileri sürülüyor.

Fenerin ateşinin ışığı, çeşitli aynalarla artırılıyordu. Eski tarihçiler bu ışığın 30 mil uzaklıktan rahatlıkla görüldüğünü yazmışlardı. Öte yandan, fenerin kendisi de beyaza boyalı olduğu için hayli uzaktan seçilebiliyordu.

Ancak, o dönemde fenerin sadece gemileri kayalıklardan uzak tutmak için inşa edildiğini söylemek çok zor... Fener, aynı zamanda bir savunma görevi görüyordu; limanın girişini savunan bir kale gibiydi. Savaş sırasında Mısırlılar, fenerdeki asker ve mancınık sayısını artırırlardı. Yapı öylesine güçlü bir stratejik konumdaydı ki, görevlilerinin izni olmadan hiçbir geminin limana girmesi mümkün değildi.

1000 yıl kadar kullanıldığı sanılan bu gökdeleni daha sonra depremler sallamaya başlıyor. M.S. 700 yılındaki deprem, yapının fener bölümünü yıkıyor. Ardından M.S. 1100 yılında tüm Kuzey Afrika'yı yerle bir eden büyük bir deprem felaketi daha geliyor ve bu kez de fenerin sekizgen gövde bölümü sulara gömülüyor.

Son olarak M.S. 14. yüzyılda bakımsızlıktan temel bölümü yıkılıp gidiyor. 15. yüzyılda Mısır'da hüküm süren Memluklar, fenerin bulunduğu yere bir kale ve cami inşa ediyorlar. Dörtgen bir sütun biçimindeki minaresiyle Arap ülkelerinde görülen cami tiplerinden ayrılan bu yapı, bugün Müslüman Afrika ülkelerindeki camilere örnek oluşuyla hatırlanıyor.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Anadolu'nun fethi sırasında, Malatya dolaylarında faaliyet gösteren Oğuz'un Çavuldur boyundan olduğu sanılan Çakan, İstanbul'da uzunca bir müddet kaldıktan sonra 1081'e doğru İzmir'e gelerek bir beylik kurmuştur. Bizans imparatorluğunun zayıf noktalarını iyi bilen Çakan, Foça'yı ve civarını aldıktan sonra 40 parça gemiden kurulu kuvvetli bir donanma yaptırarak Ege Denizi'nde Sakız, Midilli, Sisam, Rodos adalarını zapt etti ve Çanakkale'ye doğru ilerledi. Üzerine gönderilen Bizans donanmalarını birkaç kere mağlup etti.

İstanbul'u ele geçirip İmparator olmak istiyordu. Kara kuvveti kafi gelmediği için, Balkanlar üzerinden Trakya'ya doğru ilerleyen Peçenek Türkleri ile işbirliği yaptı. Onlar karadan İstanbul'u baskı altına alırken Çakan Bey de denizden hücuma geçecek ve Bizans başkenti düşürülecekti. Fakat plan başarıya ulaşamadı. Çünkü, İmparator Aleksios Komnenos, Tuna boyundaki Kuman Türkleri'ni Peçenekler üzerine saldırtmış ve aralarında cereyan eden, Meriç kıyısındaki Lebonium Savaşı (Nisan 1091)'nda Peçenekler ağır mağlubiyete uğramışlardı.

İzmir Beyi Çakan Selçuklu Sultanı Kılıç Arslan I. tarafından ortadan kaldırıldı (1097). Yine bu sıralarda Efes bölgesinde de çok küçük bir Türkmen beyliği daha görülmektedir ki, başında Tanrıvermiş Bey bulunuyordu.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:35 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Anadolu'da tarihsel bir bölge. Yaklaşık sınırları kuzeyde Karadeniz, doğuda Fırat Irmağı, güneyde Toros Dağları ve batıda Tuz Gölü'dür. Çeşitli dönemlerde birçok uygarlığın egemenliğine giren Kapadokya'da bilinen en eski topluluk Samiler'dir. MÖ 2000-1200 arasında Hititler'in yönetiminde olan bölge daha sonra Lidya ve MÖ VI. yüzyılda Pers egemenliğine girdi.

Pers döneminde iki satraplığa* ayrılan bölgenin kuzeyine Pontik Kapadokya, güneyine Büyük Kapadokya (Asıl Kapadokya) adı verildi. Büyük İskender'in fetihleri sırasında başına buyruk bir yönetim kurulan Kapadokya, MÖ 332'de Perdikkas tarafından fethedilerek Eumenes satraplığına atandı. Ne var ki I. Antigonus ve daha sonra Selefkiler döneminde görece özerk bir yönetime sahip oldu. Yerel bir hanedan Makedonyalıların ve daha sonra Selefkilerin yüksek egemenliğini tanıyarak hüküm sürdü.

MÖ 255 dolaylarında III. Ariarathes kral ünvanını alarak bağımsızlığını ilan etti. Selefki krallarıyla iyi ilişkileri koruyan bu yerel krallık, Selefkilerin Romalılarca bozguna uğratılmasından sonra Roma himayesine girdi. MÖ I. yüzyılda Pontus Kralı VI. Mithradates Kapadokya'yı ele geçirdi. Mithradates'in ölümünden sonra bölge doğrudan Roma İmparatorluğu'na bağlandı.

Hristiyanlığın Anadolu'da ilk önemli yayılma merkezlerinden biri olan Kapadokya'nın o dönemlerdeki en önemli kentleri Mazaka (bugünkü Kayseri) ve Tyana (bugünkü Niğde) idi. XI. Yüzyılda Romanos Diagones'in Doğu Roma İmparatoru olduğu sırada Selçuklular Kapadokya'yı ele geçirdi. Bçlge 1399 yılında I. Bayezit tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. 1405'te Timur'un eline geçen Kapadokya, Timur'un çekilmesinden sonra yine Osmanlı egemenliğine girdi. Kapadokya günümüzde arkeoloji ve sanat tarihi açısından dünyanın sayılı bölgelerinden biridir.

* Satrap: Persler'de il yöneticisi, vali.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Kommagene Krallığı Türkiye'nin güneydoğusunda, Dicle ve Fırat Nehirlerinin yukarı kıyılarında kurulmuştu. Bugün bu topraklar anlatılan o cennete ait ipuçları vermiyor-cenneti çağrıştırmakta zorlanıyor. Yamaçları kapladığı söylenen o ağaçlar artık yok ve keçi sürüleri bitki örtüsünün son yeşilliklerini tüketmekle meşgul. Başlatılan sulama kanalları mucizeler yaratacak ve verilen çabalar sonunda bölge yeniden ağaçlanacak zira toprak burada çok verimli ve sayısız dağ pınarı var.

Kommagene kömür, demir, altın ve petrol gibi mineral ve madenleriyle ünlü çok verimli bir bölgeydi. Bu zenginliklerin bir kısmı bugün yeniden keşfedilmiş durumda. Örneğin 1960larda bir arkeolog Fırat'tan altın çıkarmayı başardı. Diğer bir kesif petrol ile yasandı. Son birkaç yıldır bölgede yaygın olarak ham petrol sondajı yapılıyor.

Her yerde Türk Petrol Ofisi'nin kara altın çıkaran petrol çıkarma şantiyelerini görmek mümkün. Ama artık zamanda yolculuk etme vakti. Kommageneyi ilk kez I.Ö. 850 civarında yazılı tarihin kayıtlarında görmeye başlıyoruz. Bir Asur kralının tutanaklarında, halkın krala yıllık vergi olarak altın, gümüş ve sedir ağacından yapılmış tahta verdiği yazılı. Belli ki o günlerde değerli sedir ağaçları sadece Lübnan'da değil Kommagene topraklarında da yetişiyordu. Kommagene Asurluların bir uydusu haline geldiği dönemde.

İ.Ö. 700 civarında bir Kommagen Kralı Asurlulara başkaldırır. Asur kralı Sargon Kommagenleri yener ve yenilen asi kralı: "Tanrılardan korkusu olmayan tanrısız bir adam bu. Sadece kötü planlar yapan bir hilekar," diyerek suçlar. Kral Sargon'un nitelemesi fazlasıyla öznel görünebilir. Ancak Sargon sözlerine şöyle devam eder: "karısını, oğullarını ve kızlarını, malını ve hazinelerini aldım ve son olarak halkını aldım ve onları Mezopotamya'nın güneyine (bugün Irak) sürdüm." Anlaşılan, yerleşik halkları yurtlarından topraklarından sürmek o zamanlarda da uygulanan bir yöntemdi.

İ.Ö. 600 dolaylarında Babilliler Asurluları yenilgiye uğratırlar. Sonradan Kommagene krallığını başkenti olacak olan Samsat'da son kez savaşırlar. Bu savaşta Mısır ordusu Asurlulara destek verir ancak Babilliler birleşik orduları yenmeyi başarırlar. Kommagene halkı İ.Ö. 550 dolaylarında, önce Babillileri yenen Perslerin sonra da Persleri yenen Büyük İskender'in ordularının istilasına tanık olur. İ.Ö. 300'lerde Büyük İskender'in veliahtlarından biri olan Kral Seleukos 1. Nikator bölgesinde hüküm sürer. 1.Nikator Kommagene krallarının Yunan atalarından birisidir. İ.Ö.130'larda Kommagene krallığı bağımsızlığını kazanır.

Kral Mithridates I Kallinikos

Küçük Asya'da hüküm süren çogu krallık gibi Kommagene de dogu ve batı halklarının kaynaştığı bir pota oldu. Farklı kültürleri, gelenekleri olan farklı diller konuşan insanlardı onlar ve doğal olarak kendilerini birleşmiş tek bir halk olarak görmüyorlardı. Onlar için aile ve kan bağı Kommagene krallığı altında birleşmiş olmaktan daha önemliydi. Kral Mithridates bu tavrı değiştirmek için çok çalıştı.

Örneğin her yıl atalarının onuruna Kommagene krallığında Olimpiyat Oyunları düzenledi. Bu oyunlar, Yunanlıların Olimpiyat Oyunlarıyla karsılaştırılabilir nitelikteydi. Gençlik yıllarında Kral Mithridates de bu oyunlara katılmış ve Kommageneliler arasında popüler olmayı başarmıştı. Yetenekleri sayesinde Kral Mithridates pek çok ödül almış ve bunun bir sonucu olarak Güzellikle zafer kazanan' anlamına gelen Kallinikos' adını almıştı.

Mithridates Laodike adında bir Seleukos prensesiyle evlendi. Üç kızları oldu ve dördüncü çocukları da kız olunca çift bir oğul sahibi olamama kaygısına kapıldılar. Bir oğula sahip olmak krallığın kalıcılığı açısında çok önemliydi ve erkek evladı olmayan bir kralın veliahdı da yok demekti. Oğulları olduğunda tattıkları mutluluk ve rahatlık sonsuzdu ve çocuğa Laodike'nin babasının adı, Antiokhos, verildi.

Kommagene krallığı gücünü kat kat asan güçlerin tehdidi altındaydı ve Mithridates yardıma muhtaçtı. Yardım alma amacıyla Mithridates tanrılarla bir anlaşma yaptı. Bu tanrıların gerçek mi hayali mi oldukları bilmiyoruz, ancak krallığın bağımsızlığını koruduğu dikkate alınırsa Mithridates'in anlaşmasının ise yaradığı söylenebilir.

Diğer taraftan bu sözleşmenin halklar arasındaki uyumsuzlukları yumuşattığı anlaşılıyor. Kommagene Krallıgı'nı oluşturan bu başka başka köklerden gelen insanların kendilerini birbirleriyle bağlantılı hissetmeleri güçtü. Ancak tanrılarla yapılan sözleşmeden etkilendiler ve kendilerini tanrıların korumayı kabul ettiği seçilmiş insanlar olarak gördüler. Böylelikle, Mithridates krallığını meydana getiren halklar arasında bir bağ oluşturulabildi.

Kral bu sözleşmenin onuruna ülkenin her yerinde, temenos denilen, küçük tapınaklar insaa ettirdi. Temenoslar ülkenin en göze çarpıcı noktalarında kuruldu. Bu noktalardan tapınakların en önemlisi olan kutsal Nemrud Dagı'nın tepesindeki tapınağı görmek mümkündü. Bu tapınakların hepsinde tanrılardan biriyle el sıkısan Kral Mithridates'in tasvir edildiği bes tablet bulunurdu.

Mithridates tanrılaraiYunanca ve Persce olan isimler verdi:

Apollo/Mithras
Artagnes/Herakles
Zeus/Oromasdes
Hera/Teleia
Helios/Hermes

Mithridates tanrılara her iki dilde isim vermesinin sebebi krallığını oluşturan halkların kendilerini tanrılara yakın hissetmelerini sağlamaktı. Bu tas tabletler stel olarak da bilinir. Bu steller sayesinde Kral Mithridates tebaasını sadece onun sayesinde koruma altıda olabileceklerine inandırdı. Bur temenoslar kralın tanrılarla yaptığı anlaşmanın şahitleriydiler. Apollo / Mithras, Artagnes / Herakles, Zeus / Oromasdes, Hera / Teleia ve Helios / Hermes'i karsılayan / ev sahipligi yapan Kral Mithridates'in beş steli.

Loos'un onuncu günü--14 Temmuz-- "Yüce Tanrıların Tezahürü" günü olarak kabul edildi. O gün Kral Mithridates'in taç giydiği gün olarak da seçilmişti. Her yıl o gün Kommageneliler köylerinin veya kasabalarının yakınındaki tapınaklarında biraraya gelerek kutlamalar yaparlardı. Bu kutlu günde Kral Mithridates Nemrud Dagı'nın zirvesinde Kommagene'nin asilzadeleri ve diğer önemli şahsiyetleriyle bir araya gelir ve yüzlerce yurttaşının önünde tanrıların temsilcilerini kabul ederdi.

Kral Antiokhus I Theos

Kral Mithridates'in oğlu Antiokhos ailesinden Yunan ve Pers kültürün karışımı bir eğitim aldı. Annesi Kraliçe Laodike Büyük İskender'in soyundandı, babası ise Perslerin kralların kralı' dedikleri 1. Darius idi. Antiokhos çok genç yastayken babası onu bir Seleukos prensesi olan İsias Philostorgos, Sevgili' ile evlendirdi. Bu evlilik tamamen politik bir amaç uğruna plânlanmıştı ve aşkla pek ilgisi yoktu.

Mithridates tahtını ogluna bıraktıktan sonra onu gözetmeye devam etti. Nemrud DaĞı'ndaki tapınağı birlikte tasarladılar. Tapınak Mithridates'in temellerini attığı tanrılarla yapılan sözlesmenin merkezi olacaktı. Mithridates'in yaklaşımı, her zaman olduğu gibi pragmatikti. Tapınak öylesine etkileyici bir anıt olmalıydı ki tebaası sözleşmenin önemini anlamalıydı.

Nemrud Dagı'nın bölgeye hakim konumu tapınagın ülkenin her yerinden kolaylıkla görülmesini sağlayacaktı. Antiokhos ise idealistti. Ona göre sözleşme yeni bir dine beşik, Nemrud Dagı da onun merkezi olacaktı. Bu yeni din Nemrud'dan tüm medeni dünyaya yansıyacaktı. Bir din yaratmanın verdiği güvenle olsa gerek, Antiokhos taç giyişinin hemen ardından kendine Theos (Tanrı) adını verdi. Ve kendince bir efsane oldu.

Antiokhos babasına çok derin bir saygı duyar ancak annesi Laodike'yi her şeyin üstünde severdi. Bir çok yazıtta kendisini annesini seven kişi' olarak kaydettirmiştir. Annesine tanrıça anlamına gelen Thea ismini verdi. Nemrud Dagı tanrılarının heykelleri arasında annesini kendisiyle birlikte ölümsüzlestirdi. Tanrı Zeus'un soluna Kommagene Kralı, Theos olarak kendisini, Zeus'un sağına da Kommagene'nin Anası, Thea, olarak annesi Laodike'yi yerleştirdi.

Sanat

Kommagene'nin tamamen kendine özgü bir sanat geleneği vardı. Bu gelenek Yunan ve Pers sanatlarının essiz bir senteziydi. Antiokhos sanata destek verdi. Meclisinde sanatçıları ve bilginleri toplardı. Bunlara karalın arkadaşları' anlamına gelen philoi denirdi. Kral Mithridates zamanında sanatta dogu etkisi agır basmaktayken Kral Antiokhos dönemi sanatı daha doğalcı (naturalist) ve daha az stilize (geleneğe uygun) bir üslup kazandı. Antiokhos Yunan kültürünü tercih etmiş ve kendine Yunanlıların ve Romalıların dostu' adını vermişti.

Dağın zirvesindeki heykeller Kommagene sanatının ihtişamını belgeler. Orada doğu ve batı tam bir uyumla kaynaşır. Batı Terası'ndaki Antiokhos basında formu bozabilecek tüm ayrıntılardan arındırılmış çok güzel bir örnektir. Heykelde süslü bir sakal, takı ya da başka bezemeler yoktur. Sade ve dinamik bu eser bugün bile ebedi güzelliğiyle görenleri heyecanlandırır.

Ticaret

Ticaret Kommagene Krallığı için önemli bir gelir kaynağıydı. Romalılar ile Partlar arasında büyüyen sorunlar dogu ve batı arasındaki ticareti engelliyordu. Bu iki süper güç arasında bağımsız tek devlet olan Kommagene hem Romalılar hem de Partlarla ticari ilişkiler kurmuştu. Kommageneli tüccarlar özgürce Partların topraklarında ticaret yapabilyorlardı. Çin'den ipek, Hindistan'dan egzotik hayvanlar ve baharatlar dahil pek çok malın ticaretini yapıyorlardı.

Antiokhos denetimi altında tuttuğu Toros Sıradağları ve Fırat Nehri geçitleri sayesinde ağır vergiler topluyordu. Zenginliği sayesinde Kommagene sadece bir geçiş yeri degil aynı zamanda lüks malların tüketildiği bir ülke olmuştu. Getirilen mallar başkent Samsat'da Romalılara ve zengin Kommagenelilere satılıyordu. Antiokhos devrinde Samsat dogu ile batı arasındaki ticaretin merkezi haline geldi. Partlar, Kommageneliler, Romalılar, Yunanlılar ve Araplar orada bir araya geliyorlardı.

Roma'yla Savaş

Romalılar batı Anadolu'ya ilk adımlarını atar atmaz Bythinia, Pisidia, Galatia ve Cappadocia gibi Küçük Asya krallıklarını birer birer ele geçirmeye başladılar Pergamon'dan sonra İ.Ö. 80 dolaylarında Bythinia ve Pisidia'yı egemenlikleri altına aldılar. Aynı sıralarda Partlar da Kommagene sınırlarına varmışlardı. Romalılar İ.Ö. 70 sıralarında en büyük düşmanları Pontus Krallığı'nı devirdiler. Hemen arkasından da Pontus'un güçlü müttefiki olan Arm krallığını yıktılar ve fetihlerini tamamlamak için süratle bölgedeki son bağımsız krallık olan Kommagene'ye yöneldiler. Bu küçük ülkenin istilası başlangıçta hiç de zor görünmüyordu.

İ.Ö. 69'da Kommagene'nin baskenti Samsat kuşatıldı. Ancak hiç umulmayan bir şey oldu ve Roma savaş makinesi durdu. Romalı askerler daha önce hiç görmedikleri bir maddeyle bombalanıyorlardı. Romalı tarihçi Plinius onun vurduğu asker silahıyla beraber yanıyordu.' Anlasılan Kommagene dışında bilinmeyen bu gizli silahın sebep olduğu korku çok büyük olmuştu. Samsat düşmedi. Roma konsülü Lucullus ile Kral Antiokhos özel bir görüşme için bir araya geldiler. Bu görüşmenin kaydı yok ama toplantı sonunda Roma ordusu geri çekildi. Kommagene için durum gerginligini korumaya devam ediyordu zira bir yanlarında sömürgeci savaş tutkunu Romalılar diğer tarafta güçlü Part ülkesi vardı.

İ.Ö. 64'de Romalılar istilalarına devam ettiler. Seleukos devletinden kalanlar Suriye vilayetine dahil edildi. Bu devirde Roma'nın Kommagene Krallığı dışında Küçük Asya'da egemenliği altına almadığı devlet kalmamıştı. Kommagene Seleukos devletinin yıkılısından küçük bir toprak parçasını ülkesine katarak yararlandı. Kommagene'nin stratejik konumu Roma'nın doğuya doğru genişlemesinde hayati önem tasımaktaydı. Ya burası da istila edilecek ya da genişlemekten vazgeçilecekti.

Antiokhos Partlarla ilişkisini güçlendirmesi gerektiğini biliyordu. Bu amaçla kızı Laodike'yi Part kralına es olarak verdi. Bu evlilikten bir erkek çocuk dünyaya geldi, Pakoros. O babasının gözdesi ve tahtının tek varisiydi. Küçük Asya'da savaşlar sürüyordu. I.Ö. 53 yılında Partlar Romalıları yenerek Suriye'yi fethettiler. Bunu fırsat bilen Pontus Krallığı Roma'ya başkaldırma gücünü kendinde buldu.

Jül Sezar Küçük Asya'a yürüyerek ayaklanmayı bastırdı. Sezar'ın tarihe geçen "geldim, gördüm, yendim' sözü bu zaferin ardından söylenmiştir. Sezar'ın öldürülmesiyle Roma İmparatorluğu bölündü. Markus Antonius doğuyu Oktavianus batıyı aldı. Markus Antonius meclisini, sevgilisi Kleopatra da yanında olduğu halde, Tarsus'ta kurdu. Jül Sezar da Mısır kraliçesinin güzelliği karsısında ezilmiştir.

İ.Ö. 38'de Markus Antonius Part ordusunu yendi ve veliaht prens Pakoros'u öldürdü. Annesi Laodike ve Part Kralı olan babası derin bir acıya düştüler. Antiokhos kızı ve damadının acısını paylastı ve onlara yardım etmek istedi. Antiokhos savaştan kaçarak Kommagene'ye sıgınanları himayesini altına aldı ve onları Marcus Antonius'a teslim etmeyi reddetti. Savas istemeyen Antiokhos esirlere karşılık, 25 bin ton gümüşe eşit olan 1000 talens teklif etti. Zenginligiyle ünlü Kommagene'nin tüm altın ve gümüş varlığına göz koyan Markus Antonius sığınmacılara karşılık olarak Kommagene'nin tüm servetini istedi. Antiochus'un bu teklifi kabul etmesi söz konusu olamazdı.

Markus Antonius küçücük bir krallıktan gelen bu cevabı büyük bir hakaret olarak görerek askerlerine derhal Kommagene'yi kuşatmalarını emretti; kendisi Tarsus'ta, meclisinin basında, kalarak ordusundan gelecek iyi haberleri beklemeyi tercih etti. Ancak beklenenin aksine, Samsat kuşatması istenildiği gibi gitmiyordu. Bunun üzerine gücünü arttırmak isteyen Markus Antonius Tarsus'daki keyifli yaşantısını bırakıp yanına Judea Kralı Herod da olduğu halde ordusunun basına geçti.

Zaferin yakın olduğuna emindi. Belki de şu gerçekleşti: Samsat kuşatması boyunca Kommagene askerleri Kommagene'yi çevreleyen alanlarda yoğunlaşmayı sürdürdüler. Eli silah tutan her Kommageneli krallarının çağrısına sadakat gösterdi. Yeterli sayıya ulaştıklarında Roma ordusunun malzeme kollarına saldırıya başladılar. Kısa bir süre sonra Roma ordusu malzeme sıkıntısı çekmeye başladı bunun üzerine Markus Antonius durumun düzeltilmesi için bölgeye kendi süvarisini gönderdi.

Kommagene konseyinin beklediği hamle de tam buydu. Ağır zırhlı seçkin Kommagene süvarilerini devreye girdi. Kommagene ordusunu askerleri ve atları kendileri adeta yenilmez kılan siyah çelikten zırlarını kusandılar. Sayıları ancak bir kaç yüz kadardı ancak saldırılarına hiç bir düşman dayanamazdı. Bu çelik kuvvet ordunun gözbebeğiydi.

Kommagene atlıları sabah sisinde Roma süvarilerini bekliyorlar. Atlar sinirli sinirli toprağı eseliyor. Aniden yürek titreten bir trompet sesi sisi yırtıyor. Bu işaretle Kommagene süvarileri harekete geçiyor. Şaşkınlık içindeki Roma ordusu için artık çok geç. İlk saldırıya karsı koyabilmek için Roma süvarileri saflarını çekiliyorlar. Trompet sesleri ikinci kez duyulduğunda Kommageneli süvariler koşuya geçiyorlar.

Şimşek gibi ilerleyen atların altında yer titriyor. Ağır zırhlı atlılar hafif kuşamlı Roma süvarilerinin üzerine saldırıyorlar. Romalılar oyuncak askerler gibi yıkılıyorlar. Soğuk kanlı ve yüksek disiplinli Roma süvarileri çabucak toparlanıyor ve sayıca olan üstünlüklerine de güvenerek bu küçük çelik gücü çember içine almaya çalışıyorlar. Ve yine trompet sesleri.

Kommagene süvarilerinin iki yanından bir kartalın kanatlarını andırırcasına çıkıveren okçu birliği Roma süvarilerine ok yağdırmaya başlıyor. Hafif kuşamlı süvariler çelik ok yağmuru altında çaresizler ve pek çoğu yaralanıyor. Ağır zırhlı Kommagene atlıları Romalıları okçuların önüne doğru sürüyorlar. Okçular müthiş bir hızla ok yağdırmaya devam ediyorlar. Romalılar önce akıllarını sonra da hayatları kaybediyorlar.

Günün sonunda Markus Antonius süvari birliğini yitirmiştir. Bir yanda Samsat surları diger yanda Kommagene süvarileri olmak üzere Romalılar artık kuşatan değil kuşatılmış olandır. Böylece Markus Antonius Samsat kuşatmasından vazgeçmek zorunda kalır. Ortağı Herod savasın sonunu beklemeden krallığı Judea'ya döner. Markus Antonius çaresiz geri çekilir. Antiokhos durumu yumuşatmak için Markus Antonius'a 300 talens verir. Sadakasızlıktan nefret eden Antiokhos verdiği para karşılığında Markus Antonius'dan kendisine bir vatan hainini teslim etmesini sart koşar.

Kommagene'nin Sonu

Bu olaylardan kısa bir süre sonra ölen Antiokhos Nemrud tapınağına, tahminen babasının yanına, gömüldü. Antiokhos'tan sonra tahta oglu 2. Mithridates geçti. Kommagene Roma İmparatorlugu'na denk değildir artık. Mithridates'in yönetimindeki Kommagene Suriye'nin önce uydusu sonrada eyaleti haline gelir. Romalılara karsı verilen savaşta oğlunu kaybeden Part Kralı'nın acısı o kadar derindir ki kendi arzusuyla tahtından feragat eder. Veliaht prensin dedesi Antiokhos'un Kommagene'yi riske atarak krallığına sığınan Part askerlerini koruması da babanın üzüntüsünü hafifletmemiştir.

Part Kralının yerine oğullarından biri geçer. Bu acımasız bir hükümdardı ve tahtını tehlikeye atacağına inandığı, Laodike ve onun çocukları dahil, kimseyi öldürtmekten kaçınmaz. 2. Mithridates kız kardeşini Kommagene topraklarındaki Karakuş mezar tepesine gömer. Laodike'nin kabrine üzerinde ëo tüm kadınların en güzeliydi' yazan çok güzel bir tas yazıt koyar.

Mithridates Karakuş'u Kahta Çayı'nın kıyısında yaptırmıştır. Annesi Isias ve diğer bir kız kardeşi Antiochis ve onu kızı Aka da orada yatmaktadırlar. Mithridates yazlık malikanesinin terasından derin çaya inen baş döndürücü vadiyi ve Karakuş'u seyreder böylelikle ölümlerinden sonra da sevdiklerini yanında hissedebilirdi. Kıskanç kardeş 2. Antiokhos 2. Mithridates'i tahttan indirmek istiyordu. Bu nedenle Roma senatosu 2. Antiokhos'u ölüm cezasına çarptırdı. İ.Ö. 29'da Roma'da idam edildi.

Kommagene son olarak, kısa bir süre için, Kral 4. Antiokhos devrinde bağımsız kalmıştır. 4. Antiokhos I.S. 71'de Roma ordusuna yenildi. Kommagene'nin ağır zırhlı ünlü süvarileri ve muhteşem okçuları "cohortes Comagenorum" adı altında Roma ordusuna dahil edilmek suretiyle küçük Kommagene ordusu lâğvedildi. Gelecekte çıkabilecek isyanlara önlem olarak Kommagene Krallığı'nın yüceliğini hatırlatan binalar ve heykeller yerle bir edildi. Kutsal Nemrud Dağı'ndaki tapınak yıkıldı. Kommagene devrinin kapanışıyla Nemrud sadece dağ rüzgarlarının ve yolunu kaybeden çobanların ziyaretleriyle irkileceği uzun uykusuna daldı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Antik çağlarda Ege'de "Karia" olarak adlandırılan bölge, Bodrum Yarımadası dahil, kabaca günümüzdeki Muğla ilini içine alan bir bölgeydi. Batı Anadolu'da eski Yunanlılar'dan önce "Mis"ler, "Leleg"ler ve "Kar"lar oturuyorlardı. Misler Anadolu'nun kuzeybatısında, Karlar güneybatıda, Lelegler de Bodrum Yarımadası'nda yaşıyorlardı. Eski Yunan kaynaklarına göre bu iki halk, (Karlar ve Lelegler), Pelasg'larla birlikte Ege'nin en eski halkıydı. Daha sonraları Karia'mn kuzey kıyılarını İonlar, güney kıyılarını da Dorlar ele geçirmişlerdi.

Lelegler hakkında bilgi veren ilk en önemli kaynak, ünlü tarihçi Herodot... Onun anlattığına göre, eski Yunanlılar Miletos'a ilk geldiklerinde burada Karialılar bulunuyordu. Giritliler, ona "Karialılar'm eskiden adalarda oturduğunu, destanlarda adı geçen Girit Kralı Minos'a bağlı bulunduklarını ve daha o zamanlarda bile 'Lelegler' diye anıldıklarını" kendi masalsı bilgilerinden aktarmışlardı. Tarihçinin Giritlilerin ağzından yaptığı bu aktarmanın önemi, daha sonra aynı bilgiyi Karialılar'm ağzından da yapmış olmasında yatıyordu. Herodot, yapıtında Lelegler'le Karialılar arasında hiçbir ayrım gözetmemişti. Üstelik yapıtının bir yerinde "Karialılar'a eskiden Leleg denildiğinden de söz etmişti...

Lelegler çok eski bir dönemde yaşadıkları için bunlar hakkındaki tüm veriler antik yazar ve tarihçilerin verdiği bilgilere dayanıyor. Günümüz kazılarında her ne kadar Miken ağırlıklı seramikler çıkıyorsa da, kimi uzmanlar Miletos'un da Lelegler tarafından kurulduğunu savunuyor. Bütün bunların yanında Lelegler'i ilginç yapan en önemli konu, kireçsiz ve harçsız yapılarının tüm izlerinin binlerce yıl sonra bile hala izlerinin sürülebiliyor olması... Günümüz batı kültürüne kaynaklık ettiği öne sürülen Eski Yunan uygarlığının tüm baskısına rağmen bunların silinememiş olduğu gözleniyor.

Lelegler hakkında ilk ve temel bilgileri veren Herodrot "Şu üç şeyi onlar bulmuşlar ve Yunanlılar da onlardan almışlardır" deyip başlıyor anlatmaya... "Savaş başlığının üzerine konan sorguç, kalkan üzerine işaretler kazımak bize onlardan geçmiştir. Kalkanı tutmak için kulp yapmak da yine onların buluşudur. O zamana kadar kalkan elle kulpundan tutulmaz, boyundan geçirilen bir kayışla sol omuz üstüne alınır ve böyle kullanılırdı..."

M.Ö. IV. yüzyıl, yarımadaya ve Lelegler'e büyük değişiklikler getirmiş, Karia bu sıralarda yeniden Pers denetimi altına girmişti. Bölge büyük Pers kralının atadığı bir "satrap" tarafından yönetiliyordu. Yüzyılın başlarında satrap olan Hektadomos, M.Ö. 377 yılında satraplığı oğlu ünlü Mausolos'a bırakmıştı. Mausolos da, o sırada küçük bir yerleşim yeri olan Halikarnassos'u askeri savunmaya uygun bulup, başkentini Mylasa'dan buraya taşıdı. Satrap, burada yeni ve büyük bir başkent kurmayı tasarlamaktaydı. Mausolos'un bu amaçla yaptığı işlerden biri de, komşu Leleg kasabasının halkını, kimi zaman zor kullanarak yeni başkente, yani Halikarnassos'a getirip büyük alana yerleştirmesiydi.

Bu olaydan sonra Lelegler'in sayısı yarımada üzerinde azalmaya başladı. Ancak Myndos ve Syangela varlıklarını sürdürdüler. Fakat Mausolos, bu iki kenti de daha büyük alanlarda yeniden kurdu. Böylece Myndos ile Syangela Mausolos'un yeni başkentine bağlanmamışlardı. Syangela giderek Thiangela'ya dönüştü ve Leleg özelliğini yitirdi. Böylelikle hemen tüm Karia Yunanlılaşarak bir Yunan ili durumuna geldi. Myndos'ta ise bir nüfus azalması sorunu yaşanıyordu. Kent nüfusu bir türlü beklenilen sayıya ulaşmamıştı. Söylentiye göre, bu sıralarda kenti ziyaret eden filozof Diogenes, kapıların kente oranla çok büyük olduğunu görerek, Myndoslular'a, "Kentin akıp gitmemesi için kapılarını kapalı tutmasını önermiş"ti...

Lelegler'in yanmada üzerinde çok sayıda yerleşmeleri vardı. Günümüzde, Bodrum Yarımadasının en batı ucunda bulunan Gümüşlük, bir zamanlar "Eski Myndos" adıyla anılan bir Leleg yerleşim yeriydi. Ancak, yapılarında harç kullanmadıkları için zaman içinde hemen tamamı yerle bir oldu. Sadece yanmada üzerinde bugün Lelegler'e ait dokuz büyük yerleşme kalıntısı bulunuyor.

M.Ö. 1500 ile M.Ö. 400 yıllarına kadar varlıklarını sürdüren bu toplumun bölgede kurduklan kentlerin adlan şöyleydi: Eski Myndos'tan başlamak üzere, yarımada üzerinde "Termera", "Uranium", "Telmissos", "Madnasa", "Side" ve "Pedasa"... Yarımadanın ya da bir başka deyişle, Bodrum'un (Halikarnassos) batısında da iki büyük kent kalıntısından da söz etmek mümkün... Bunlar da "Syangela" ile "Thiangela" adındaki kale kentler..

Fakat, bunlar birbirinin devamı gibiler. Ünlü coğrafyacı Strabon ise Bodrum Yarımadası'nda Lelegler'in 8 kent kurduğunu yazıyor. Plinius ise yarımadada Lelegler'e ait 6 kentin adını veriyor. Ancak, bu kale kentlerin dışında yarımadada çok sayıda küçük yerleşmeler ve yapılar da mevcut. Bu, kasaba ya da kale yerleşmesi şeklinde nitelendirilebilecek kentlerin "kurgan" ya da "birleşik yapılar" olarak adlandırılan ilginç mimari yapılar vardı.

Gümüşlük limanının önünde bulunan ve kenti doğal kale gibi örten küçük yarımadanın üzerindeki uzun sur kalıntısı arkeologlarca "Leleg Suru" olarak tanınıyor. Yerine göre yaklaşık 1-3 m. eninde ve 200 m. uzunluğundaki bu surun günümüzde çok az temel kalıntısı görülebiliyor. Yöreyi ayrıntılı bir biçimde araştıran George Bean'e bile, "Yarımadayı böylesine ikiye bölmenin anlamı neydi?" diye sordurtan bu dev duvarın, 3.500-4.000 yıl önce Lelegler tarafından, bugün bile sorun olan Kardak dahil tüm diğer Yunan Adalan'ndan gelecek bir tehlikeye karşı yapıldığına hiç kuşku yok...

Leleg mimarisiyle ilgili bir diğer ilgi çekici nokta da, tüm yerleşmelerin dağların en yüksek doruklarında kurulmuş olmaları ve bu yapıların genel planlarındaki ortak yöndü. Günümüzde ıssız ve uzak ören yerleri olarak bilinen bu yerleşim alanlarının tepe doruklarındaki konumlan, denizi ve çevre adalarını gözetlemede çok stratejik bir öneme sahipti. Kıyıları gözetleyen tüm Leleg kent ve kasabaları dumanla haberleşiyordu. Bugün kimi yaşlı yöre insanının yakın zamanlarda bile bu tepelerden dumanla haberleşildiğini hatırlaması, bu geleneğin binlerce yıldan günümüze aktarıldığını kanıtlıyor.

Günümüzü ilgilendiren bir başka ilginç yön ise, bu kalıntıların hiçbirinde Lelegler'e ait kazı çalışmasının yapılmamış olması... Lelegler hakkında bugüne kadar yapılan en kapsamlı yüzey araştırması, ünlü Alman arkeolog Dr. Wolfgang Radt'a ait... Uzun yıllardan beri Bergama kazısı başkanlığını yapan Dr. Radt, 1960'k yıllarda Bodrum Yarımadasının Lelegler'e ait önemli bir bölümünü mimari açıdan araştırmıştı. Doktora tezi kapsamında yaptığı çalışmasını da daha sonra Leleg mimarisiyle yapılmış en kapsamlı araştırma olarak yayımlamıştı.

Dr. Radt'a göre, Leleg mimarisi "arkaik ve bölgesel bir yapıda"... Yapıların ilginç bir yanı, taşların arasında hemen hiç harç kullanılmamış olması... Bu nedenle büyük taşların dışında kalan yapı elemanları, Diogenes'in dediği gibi adeta akıp gitmiş... Fakat Dr. Radt, "Bu arkaik ve primitif özellikli Leleg mimarisinde öyle bir yapı türü var ki, şimdiye kadar hiç bir mimari tarzda bulunmuyor" diyor... "Bunlar, dağların yüksek yamaçlarında inşa edilmiş yuvarlak ve çok amaçlı yapılar. İç içe iki surdan oluşan bu yapılar arasında yarıçapı 20 m. olanlar var. İç içe geçmiş surlar birbirlerine içteki bir noktadan değecek biçimde inşa edilmiş ve üstleri kapalı...

Burada çobanlar yaşıyor olmalı; ortadaki geniş avluda da hayvanlar... Ancak, yapının tamamının üstünün örtülü olup olmadığım bilemiyoruz. Belki belli bir yükseklikten sonra ağaçlarla örtüyorlardı. Hayvanlarını hem korsanlardan hem de kaplan gibi vahşi hayvanlardan korumak için bu yapıların duvarlarını çok kalın ve yüksek inşa ediyorlardı. Bunların çağlar içinde, M.Ö. 8-7 yüzyıldan başlayıp Roma dönemine kadar adım adım değişmeler gösterdiğine tanık oluyoruz. Özgün Leleg tipinde olanlar bütünüyle yuvarlak bir plan sergiliyor. Bölgenin Helenleşmesine paralel olarak, bu yapılarda köşeli ilaveler ve kulemsi görüntüler ortaya çıkıyor. Yani, bir tür evrimleşme başlıyor. Roma dönemine gelindiğinde ise bu özgün tip yapılar kendi özelliklerini iyice yitiriyorlar..."

Lelegler, Roma çağlarına doğru geldikçe, yalnız mimari açıdan değil, toplum olarak da giderek erimişler. İzleri neredeyse kaybolmak üzere bir Anadolu yerli halkı olan Lelegler'in özellikle de şimdiki Bodrum Yarımdası'nda yaşamaları ilginç .. Çünkü, günümüzde böylesine popüler olan bir bölgede binlerce yıl önce yaşamış eski bir halk karşısında, hem Bodrum meraklılarının hem de arkeologların ilgisiz kalması bir çeşit ihanet... İnsanınkendi geçmişine, kendi kültürüne,kendi geleceğine ihanet....

Mausolos'un kurduğu kent: Thiangela.

Bir dağ kenti olan Thiangela'nm güney tarafı daha az sarp olup saldırıya açıktı. Şehrin kuleli ana kapısı buradaydı ve bu yüzden sur yer yer kulelerle takviye edilmişti. Bu cephenin batı ucundaki tepeye dışında çok sayıda da, "çiftlik evi", dört kuleli, kare planlı bir hisar yapılmıştı. Bu hisar şehrin zayıf olan batı-güneybatı tarafını güven altına alıyor ve bu yüzdeki şehir kapısını da koruyordu.

Surların planı burada hilale benziyordu. Hisar da bu hilalin bir ucunda yükseliyordu. Hisara şehirden, dirsekli ve üzeri yalancı tonozla örtülü bir kapıdan giriliyordu. Güneydoğudaki kulenin yanında, sur duvarına açılan küçük bir kapı vardı. Bu kapıdan, hisarın önündeki kavisli iki siper duvarına ulaşmak ya da düşmana saldırmak mümkündü. Thiangela, Mausolos'un kurduğu bir kentti. Surların inşa tarihi kesinlikle 4. yüzyılınikinci çeyreği olarak kabul edilebilir. Kent, aynı yüzyılın sonunda, Karia'da bir krallık kurmaya kalkışan ve kendi adına sikke de basan Makedonyalı Eupolemos tarafından kuşatılmış ve şarta bağlı olarak teslim olmuştu.

Antik Çağ'ın NATO'su: Delos Birliği...

Hellespontos ve Bosphoros kıyılarının Persler tarafından ele geçirilmesinden sonra, Helen güçlerinin başkomutanı olan Sparta Kralı Pausanias'ın sert davranışları, bağlaşık devletleri ondan soğutmuş ve onlar da Atina çevresinde kümelenmişlerdi. Atina, başlangıçta gönüllü bir nitelik taşıyan bu birliğin önderi oldu. Birliğin üyelerine düşen yükümlülükleri, hangi kentin ne sayıda savaş gemisi sağlayacağını ya da ne tutarda yıllık gider katkısı ödeyeceğini saptadı. Toplanan paralar Delos Adası'nda toplanıyordu.

Daha sonra Atinalılar ilk olarak Miltiades oğlu Kimnon komutasında bir donanmayla, Thrakia-Make-donya sınırında, Strymon Çayı ağzındaki İran bağımlısı Eion kentini alıp (M.Ö. 475) halkını köleleştirdiler. Ege Denizi'nde Skyros ve Euboia (Eğriboz) Adası'ndaki Karystos kentini ele geçirdiler. Bu sırada Naxos Adası birlikten ayrılmak istedi, fakat adanın kenti Atina birliklerince kuşatıldı ve kent de birliğe tekrar geri dönmek zorunda kaldı. Bu olay, Delos Birliği'nin bir Atina bağımlıları topluluğuna dönüşmesinin ve gönüllü bağlaşıklar birliği olmaktan çıkışının başlangıcıydı (M.Ö. 467)...

Bu arada Leleg kentleri de bu Delos Birliği'nin üyesiydiler. Myndos kenti birliğe onikide bir talent haraç ödüyordu. Bu miktar Myndos'un küçük bir kasaba olduğunu gösteriyor. Pedasa kenti ise Delos Birliği'ne iki talent haraç ödemekteydi. Kıyıdaki Halikarnas sos'un 1.65 talent ödediği düşünülürse, dağlık Pedasa'nın ödediği miktar oldukça iyiydi. Termera kentinin ise birliğe ödediği iki buçuk talentlik haraç Mydos'un yükümlülüğünün tam 30 katıydı. Madnasa kenti ise, birliğe önceleri iki talentlik haraç ödemesine karşılık, sonraları bu haraç bir talente kadar düşürülmüştü.

Yarımadadaki bir diğer Leleg yerleşmesi Side, ya birliğin dikkatinden kaçmış olabileceği ya daçok küçük olduğu için haraç ödemiyordu. Uranium adındaki kent debirliğe bağlı olmasına karşın çok önemsiz bir haraç ödüyordu. Syangela ise Delos Birliği'ne, kendisine bağlı mynanda ile birlikte bir talent haraç ödüyordu.

Antik Çağ duvar örgü biçimleri

Balıksırtı duvar örgüsü: Küçük yassı taş bloklarının bir sıra sağa, bir sıra sola eğik olarak tabaka tabaka dizilmesiyle oluşan bir duvar örgüsü... Yaklaşık M.Ö. 3000 yıllarında harçsız örülmüş örnekleri görülür. Batı Anadolu'daki kazılarda toprak harçlı örneklerine de rastlanmıştır.

Bosaj duvar: Kenarları dikdörtgenler prizması biçiminde yontulmuş taş blokların ön yüzleri hafif dış bükey bırakılmış ve kaba ya da düz olarak işlenmiş duvar örgü biçimi...

Kyklop duvar: Düzgün olmayan büyük boyutlu taşlarla, harçsız olarak yapılmış duvar örme şekli...

Poligonal örgü: Düzensiz duvarlardır, ancak bu teknikle çeşitli irilikteki taşların birbirine uydurulması için çok işçilik gerekir. Daha çok teras ve sur duvarlarında görülür. Antik dönemden sonra kullanılmaz.

Psudo-İsodom: İnce ve kalın taş dizelerinin almaşık olarak kullanılmasıyla oluşturulmuş, harçsız Helenistik duvar örgüsü...

İsodom: Eş yükseklikte blok taş sıralarından oluşan harçsız Helenistik duvar örgüsü... Derz uyumu (duvarlarda iki öğenin arasındaki dıştan çizgi biçiminde gözüken birleşme yeri) olmayabilir ya da birleşme derzleri bir ara ile birbirlerini dikey olarak izleyebilir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
(M.Ö. 700-300) Batı Anadolu'da Gediz ve Küçük Menderes yörelerinde oturan bu halkın nereden geldiği kesin olarak belirlenememiştir. Antik dönem yazarları onların güneydeki Karyalılar ile kuzeydeki Mysialılar ve Frigler ile akraba olduklarını söylerler. Hint-Avrupa karakterli bir dilleri olan Lidyalıların Batı Anadolu'da M.Ö. 2. binyılın ikinci yarısından itibaren varoldukları kabul edilmektedir. En ileri dönemlerindeki kralları aşağıda verilmektedir :

Gyges M.Ö. 680-652
Ardys M.Ö. 652-625
Sadyattes M.Ö. 625-610
Alyattes M.Ö. 610-575
Kroisos M.Ö. 575-546

Lidya'nın parlamasının nedeni bölgede bulunan altın madenleriydi. Bu madenin M.Ö. 7. yüzyılın başından beri Sardes'te işletilmeye başlaması Lidya'lıları zenginleştirmiş ve güçlendirmişti. Lidya'nın Anadolu'daki uygarlığa katkısı daha çok ekonomi dalında olmuştur. Altın sikkeler basarak ticaretteki değiş-tokuş usulünü değer ekonomisine çevirmişlerdir.

Lidya tarihinin bazı dönemlerinde Frigleri de yıkan Kimmerlerin saldırısına uğradı ve Sardes kenti Kimmerlerle birlikte yine göçebe bir topluluk olan Trerler tarafından da yağmalandı. Ayrıca Medler ve Perslerle de çeşitli kez savaşlar yapmışlardır. M.Ö. 28 Mayıs 585 günü Medlerle yapılan savaş sırasında güneş tutulması meydana gelmiş ve savaş böylece sona ermiştir. Lidya devletine son veren Pers kralı Kyros olmuştur.

Lidya soyluları ölülerini, Friglerdeki gibi tümülüslere gömüyorlardı. Bu tümülüsler Sardes'in kuzeyinde Marmara Gölü kıyısında yer alırlar. Bunlardan 355 m. çapında ve 61 m. yüksekliğindeki tümülüs Anadolu'daki en yüksek yığma mezar örneğidir. Çok zengin olan Anadolu mozayiğinde sözü edilmesi gereken ve bugün de izlerine rastladığımız başka uygarlıklarda vardır.

Demir Çağında incelenmesi gerekenler arasında Karia ve Lykia uygarlıklarını sayabiliriz. Hint-Avrupa ailesinden olan dilleri Hitit öncesi ögeler taşımaktadır. Karialıların daha önceleri Batı Anadolu'da yerleşmiş oldukları bilinen Leleglerden, Lykia'lıların ise Luvilerden geldikleri sanılmaktadır. Lykia uygarlığının en özgün örnekleri arasında kayalara oyulmuş anıtlar yer almaktadır.

Lidya devletinin M.Ö. 546 yılında son bulmasıyla İranlılar Ege Denizi kıyılarına kadar tüm Anadolu'yu ellerine geçirdiler. Pers egemenliği M.Ö. 333 yılına değin sürdü. Bu dönemden sonra yerli kültür gelişiminin yerini Batıdan gelen yeni etkiler ve bunun sonucunda ortaya çıkan bir kültür almaya başladı.

LİDYA TARİHİ

Kökenleri konusunda kesin birşey söylenilemeyen Lidyalılar'ın oturdukları yerlere MÖ 2. Bin yıldan önce geldikleri bilim adamlarının ortak görüşüdür. Dilleri nedeniyle Hint-Avrupa kökenli oldukları düşünülmektedir. Sonraları Lidce konuşan bu halk kütlesinin MÖ 2000 ya da daha erken bir tarihte Hititler'den ayrıldığı sanılır. Buna karşılık Lidya'da hiç olmazsa Kalkolitik çağdan başlayarak yerli bir halk kitlesinin oturduğu kesindir.

Lidyalı'lar yerli halkla kaynaşmış gibidir. Herodotos'tan öğreniyoruz ki "Yunanlıların Lidya diye bildikleri ülkede eskiden ,Maionlar adında, Lidlerden farklı, ama onlara tümüyle yabancı olmayan başka bir halk yaşardı. Lidler, Maionları yenip topraklarını alınca onlar da ya denizi geçip batıya kaçtılar ya da kalıp yenenlere boyun eğdiler".

MÖ 7.yy'ın ilk yarısı içinde birdenbire parlayan Lidya krallığı, Önasya dünyasının en ilginç kültürlerinden biridir. Bu krallık ne tam anlamıyla doğulu, ne de tam anlamıyla batılı devletlere benzer; her iki bloğun siyasal ve kültürel etkilerinden oluşmuş yeni bir Anadolu Krallığıdır. Kaynaklara göre Lidya'da üç ayrı sülale hüküm sürmüştür: Atyadlar, Heraklidler(Tylonidler) ve Mermnadlar.

Herodotos'a göre Atyadlar sülalesi Atys'in oğlu Lydos ile başlar fakat Lydos'tan sonra kralların sıraları ve hatta adları bile kesin değildir. Bu da 2.bin yılın ikinci yarısı içinde yaşanmış olması gereken Atyad sülalesi krallarının gerçekte var olmadığı, tüm eski çağ toplumlarındaki gibi, Lidyalılar'ın çok eski bir geçmişe sahip olma istedikleri sonucunda ortaya çıktığı fikrinin oluşmasına neden olmuştur. Ama bu hanedana ait bir kral adı 'Meles' Hitit kayıtlarında geçmektedir.

Sardes'te yapılan kazılar Son Tunç Çağı'nda (MÖ 1400-1200) Lidyalılar'ın, Yunanistan'dan gelip Batı Anadolu'ya yerleşen Mikenlerle ticaret yaptıklarını ortaya çıkarmıştır. Ayrıca Hitit arşivlerine göre Hitit İmparatoru Tudhaliya IV (MÖ 1250-1220) "Assuwa Konfederasyonu" adıyla birleşerek kendine karşı gelen bir takım devletlere sefer yapmış, bu ülkeleri yıkıma uğratmıştır. Nitekim arkeolojik kazılar 2.bin yılın sonlarında bir düşman güç tarafından yakılıp yıkıldığını göstermiştir.

Atyadlar'ı izleyen Heraklidler sülalesi Lidya'da 505 yıl egemen olmuştur. Başlangıcı MÖ 1192 yıllarına uzanır. Bu tarih yeni Hint-Avrupa kabilelerinin Boğazlar yoluyla Anadolu'ya göç ettikleri ve Büyük Hitit İmpartorluğu'nun ortadan kalktığı yıllardır. Bu sülaleye Grekler'ce tanrı Herakles'le ilişkiye getirelerek "Heraklidler", Lidyalılarca kahramanları Tylos ya da Tylon'un adından "Tylonidler" adı verilmiştir. Tylon'un Batı Anadolu'ya yeni gelen Hint-Avrupa'lı Thraklar'ın bir boyunca getirilmiş olması olasıdır.

Heraklidlerin daha önce bahsettiğimiz Maionlar'a eşitliği ve Demir Çağı'nın başlarında Sardes'e "Hyde", ülkeye de "Maionia" adını verdikleri öne sürülmüştür. Çünkü son Heraklid kralı Kandavles'in adının Maionca olduğu kabul edilmektedir. Ayrıca MÖ 1000 yıllarında Maionia denilen Lidya' da çanak-çömlekçilikte yeni bir boyalı geometrik biçim meydana gelmiştir ve bu Demir Çağ Lidyasında yüksek bir kültür ve artistik faaliyet olduğunun kanıtıdır.

Daha sonra Mermnadlar denen hanedanın ilk kralı Gyges'in MÖ 685 yılında Lidya tahtına çıkışıyla ilgili oldukça heyecanlı asıl öykü başlar. Karısının güzelliğine hayranlığını kanıtlama derdindeki Kandavles'in kuşkulu dostu Gyges'e yatmaya hazırlanan karısını gizlice seyrettirmesi ve çok kızan Kraliçe'nin kocasını öldürsün diye Gyges'ı gizliden gizliye zorlamasıyla Gyges Kandavles'i öldürür ve kraliçeyle evlenerek tahta geçer. Böylece 141 yıl sürecek olan Mermnad egemenliği başlar.

Lidyalılar eski Önasya' da birinci derecede önem kazandılar ve özgün eserler yarattılar. (MÖ 587-546) sırayla Gyges, Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos Lidya devletini yönettiler. Bu dönemde Lidya'nın zenginleşmesi ve güçlenmesi de altın madeninin bulunması, işlenmesi ve ticaretin yapılması çok önemli bir faktördür. Bu saydığımız kralların ilk adımda, güç politikasının silahı olarak ekonomik kaynakları kullandıkları sanılır. İlk sikkelerin ortaya çıkışının asker ücretlerinin ödenmesiyle ilgili olduğu bile düşünebilir.

Gyges tarihe geçince Yunan kentlerine karşı askeri girişimlerde bulundu ve kuzeyden gelen Kimmer tehlikesiyle uğraştı. Ve onları yenilgiye uğrattı. Fakat ikinci Kimmer saldırısına dayanamayacak Sardes'in yıkımıyla sonuçlanan savaşta öldü. Bu dönemde Yunanistan'la ticaret ilişkileri çok gelişmiştir.

Gyges'ten sonra gelen krallar döneminde de Kimmer akınları devam etti. Fakat bunlara karşı Lidya devleti çok iyi direndi ve bu da ekonomisinin ne denli güçlü olduğunu gösterir. Yine Gyges'ten sonra gelen krallar Yunan kent devletlerine saldırılar düzenlediler. Alyattes Lidya tarihinin en büyük kişisi ve Mermnad hanedanının en etkin kralıdır. Batı And kıyılarını ele geçirdi ve Batı And'ın kuzey kısmını elinde bulunduran Kimmerleri Kızılırmak'ın ötesine sürdü ve bu sayede Lidya Krallığı'nın gücü yeni boyutlara ulaştı.

Kuzeyli barbarlardan zara görüp zayıflayan Phrygia Lidya'ya bağlandı.Bu dönemin önemli olaylarından biri de nedeni pek bilinmeyen Lidya-Med savaşıdır. Sonuçta Kızılırmak her iki devlet arasına sınır kabul edildi. Alyattes Lidyalılar'la Grekler arasındaki ilişkilere çok değer verdi; Miletos'ta iki tapınak inşa ettirdi; Delphi'deki kehanet merkezine armağanlar yolladı; Korint tiranı Periandros ile dostluk ilişkileri kurdu. Bu kraldan itibaren Grek etkisi açık bir şekilde görülmeye başlar, Hellenleşme bunu izleyen dönemlerde büyük bir hız gösterir.

MÖ 560 yılında oğlu Kroisos başa geçti ve babasından devraldığı güçlü ve zengin devlet sayesinde ününü tüm eski çağ dünyasına duyurdu. İçerdeki taht kavgasını sona erdirdikten sonra Ephesos'a yöneldi ve tüm Grek kentlerine egemen oldu. Ephesos'taki Artemis tapınağını tekrardan inşa ettirdi. Kroisos döneminde Lidya devleti zenginliğinin ve kültürel gelişiminin doruğuna ulaştı. Dillere destan zenginliği kaynağını bağlı bölgelerden alınan haraçlar, ticari gelirler ve ülkenin doğal zenginliklerinden alıyordu.

MÖ 6.yy'ın ortalarında beliren Pers tehlikesini gören ve önlemler alan Kroisos Sardes yakınlarına gelen Pers ordusuyla karşılaştı ve yenildi. Sonuçta İranlılar tüm Anadolu'ya hakim oldular ve Lidya devleti tarih sahnesinden silindi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Metropolis Antik Kenti, İzmir'in Torbalı ilçesi sınırları içindeki Yeniköy ve Özbey Köyleri arasındaki bir tepenin üzerinde yeralmaktadır. Kent, Efes'e 30 km İzmir'e ise 40 km uzaklıktadır.

Metropolis, oldukça verimli Kaystros (Küçük Menderes) Ovası'na hakim bir konumdadır. Hayvancılığın yanısıra üzüm, zeytin ve meyveciliğe dayalı tarım, kente önemli gelir kaynağı sağlıyordu.

Antik coğrafyacı Strabon, Ege Bölgesi'ndeki ünlü şarap merkezleri arasında Metropolis'i de saymaktadır. Çevredeki zengin mermer yatakları da önemli bir gelir kaynağı idi. İzmir-Efes yolu üzerinde kurulmuş kentte, ticaretin geliştiği, hatta Hegesias isimli bir bankerin varlığı yazıtlardan öğrenilmektedir.

Metropolisli zenginler, kentlerinin güzelliği için cömert davranmışlar, Stoa, Tiyatro ve Gimnazyum gibi anıtsal yapıların yapımına parasal katkıda bulunmuşlardır.

Metropolis, "Ana Tanrıça Kenti" anlamına gelmektedir. Meter Gallesia isimli Ana Tanrıça'nın tapınağının bulunduğu kutsal mağara, kentin 5 km kadar kuzeyinde Uyuzdere Mevkii'nde bulunmaktadır. Mağara içinde yapılan kazılarda, topraktan yapılmış çok sayıda pişmiş toprak Ana Tanrıça heykelciği bulunmuştur.

Metropolis'te 1989 yılından beri sürdürülen kazılarda en erken yerleşim Akropol'de bulunmuştur. Burada, Erken Tunç Çağı ve M.Ö. 2000'e ait bazı seramik parçaları ile taş baltalar ve Hitit dönemine ait bir mühür ele geçmiştir.

Helen Dönemi'ne ait yerleşim ise M.Ö. 725 yıllarından sonra yine Akropol üzerinde kurulmuştur. Kentin asıl gelişmesi M.Ö. 3. yüzyılda Helenistik Dönem'de gerçekleşmiştir. Yoğun bir şehirleşme etkinliğinin gözlendiği bu dönemde, Stoa, Tiyatro ve Bouleuterion gibi anıtsal kamu binaları yapılmıştır.

Roma Dönemi'nde kent, önemini korumuş ve Hamam, Gimnazyum gibi kamu yapılarının yanısıra, Roma İmparatorluk geleneğinde zengin evleri de yapılmaya başlanmıştır.

Bizans Dönemi'nde Metropolis, bir piskoposluk merkezi olmuştur. Bu dönemde savaşlar ve ekonomik nedenlerden dolayı küçülmeye başlayan kentte, bir Bizans Kalesi inşa edilmiştir.

14. yüzyılın başlarında Aydınoğulları Beyliği'nin egemenliğine giren kent, Osmanlı Dönemi'nde "Kızılhisar" adıyla bir ilçe durumuna gelmiştir. 19. yüzyılda İzmir-Aydın Demiryolu'nun inşası ile Torbalı adıyla bugünkü yerine taşınmıştır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Güneydoğu Anadolu'dan başlayarak, Basra Körfezi'ne kadar uzanan, Dicle ve Fırat Nehirleri arasındaki bölgeye Mezopotamya denir.

Mezopotamya, verimli topraklara sahip olması, iklim şartlarının uygun olması gibi nedenlerden dolayı, sık sık istila ve göçlere sahne olmuş, insanlar arasındaki kültür etkileşimi fazla olduğundan medeniyet bu bölgede gelişmiştir.

Sümerler

Birbirinden bağımsız, "site" denilen şehir devletleri halinde yaşadılar. En önemli şehirleri, Ur, Uruk, Lagaş'tır. Bu şehir devletleri, "ensi" veya "patesi" denilen rahip-krallar tarafından yönetiliyordu.

Çok tanrılı inanca sahip Sümerlerin, tapınaklarına ziggurat denirdi. Mezopotamya'da evler ve tapınaklar, taş az olduğundan kerpiç ve tuğladan yapılmıştır. Hem bu özelliğinden, hem de sık sık istilalara uğradığından bu yapılar, günümüze kadar ulaşmamıştır

Günümüz uygarlığının temeli olan yazıyı (çivi yazısı), ilk kez Sümerler bulmuştur (M.Ö. 3500). Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları da Sümerler tarafından oluşturulmuştur. Bu özellikleri ile Sümerlere, dünyadaki ilk hukuk devleti diyebiliriz. Lagaş Kralı tarafından oluşturulan ilk yazılı kanunlar, "fidye ve bedel" sistemine dayanıyordu.

Sümerlerin en önemli edebiyat eserleri; Gılgamış Destanı, Yaradılış Destanı ve Tufan Hikayesi'dir.Sümerler aynı zamanda matematik ve geometrinin de temellerini atmışlardır. Dört işlemi bulmuşlar, dairenin alanını hesaplamışlar, çarpma ve bölme cetvelleri hazırlamışlardır.

Sümerler, astronomide de gelişmişlerdir. Burçları bulmuşlar, bir ayı 30, bir yılı 360 gün olarak hesaplamışlardır. İlk kez Aay yılı hesabına dayanan takvimi, Sümerler bulmuşlardır.

Örf, adet, gelenek ve dil yapılarına, kullandıkları aletlere bakılarak, Sümerlerin, Mezopotamya'ya Orta Asya'dan geldikleri, Türk olabilecekleri tahmin edilmektedir. Akkadlar tarafından yıkılmışlardır.

Akadlar

Arap Yarımadası'ndan Mezopotamya'ya gelen Sami kökenli bir kavimdir. İlk sürekli ve düzenli orduları kurmuşlardır. Bu sayede, kısa zamanda Mezopotamya'nın tamamına sahip olmuşlardır. Tarihte bilinen ilk büyük imparatorluğu kurdular. Kurucuları Sargon, başkentleri Agade'dir. Tapınaklarına da Agade denilirdi. En önemli mimari eserleri Zafer Anıtı'dır.

Elamlılar

Elam, Güneydoğu Mezopotamya'ya verilen addır. Başkentleri Sus'tur. Bilim ve teknikte ileri olmamalarına rağmen, güzel sanatlar ve süsleme alanında gelişmişlerdir.

Babilliler

İlk mutlak krallık anlayışı, Babil'de ortaya çıkmıştır. Ünlü kralları Hammurabi, ilk anayasa olarak bilinen "Hammurabi Kanunları" nı oluşturdu. Bu kanunlar, Sami geleneklerinden ve Urukagine Kanunları'ndan yararlanılarak hazırlanmıştır. "Babil Kulesi" ve "Babil'in Asma Bahçeleri" en önemli eserleridir.

Asurlular

Yukarı Mezopotamya'da (Güneydoğu Anadolu) kurulmuşlar, Toroslar ve Kapadokya'ya kadar yayılmışlardır. Anadolu'da ticaret kolonileri kurdular. Çivi yazısını Anadolu'ya öğreterek, Anadolu'da tarih devirlerini başlattılar. Tüm çivi yazılı eserleri, başkentleri Ninova'da toplayarak, ilk kütüphanecilik ve arşivcilik faaliyetini başlattılar.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:36 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Milas, Muğla ilinin ikinci büyük yerleşim bölgesidir. Sodra Dağı'nın eteklerinde, kendi adıyla anılan ova üzerinde kurulmuştur. Arkeolojik araştırmalar göre kentin kuruluşu MÖ 10. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Adını rüzgarlar tanrısı Ailos'un soyundan gelen Mylasos'dan aldığı hakkında bir efsane vardır, ancak bu efsaneden ileri gidememektedir.

Milas, önce Karia'nın sonra Menteşe Beyliği'nin başkentliğini yapmıştır. Milas'ın antik ismi Mylasos ya da Mylasa'dır. Tüm Karia'nın ulusal tanrısı Zeus Karios Mabedi'nin yer aldığı Milas, Karialıların haç yeri durumunda idi. Her yanı mermer yapılar ve anıtlarla kaplı olan kent, haklı olarak "Mabetler Şehri" adını almıştır. Kesintisiz 3 bin yıllık kültür birikiminin izlerini Milas'ın her yerinde görmek mümkündür. Milas'ın sınırları içinde 27 antik kentin kalıntıları vardır.

Milas Müzesi

Milas Müzesi ilk kez 1983 yılında bakanlık onayı ile Bodrum Müzesi'nden devredilen eserler ve ilçe sınırları içerisindeki kazılardan çıkan eserlerin bir araya toplanmasıyla oluşturulmuş ve 1987'de ziyarete açılmıştır. Müze Müdürlüğü, Milas Kültür Merkezi binası içerisinde yer almaktadır.

Müze teşhir salonundaki toplam 11 adet vitrinde Stratonikeia kazılarında bulunan altın eserler, İasos kazılarında bulunan pişmiş toprak kandil örnekleri, Milas ve çevresindeki kurtarma kazılarında bulunan eserler, mermer heykeller, mermer büstler ile vatandaşlardan satın alınan diğer eserler kronolojik bir sıra içerisinde yer almaktadır. 2002 Kasım ayı itibarıyla Milas Müzesi'nde 2371 adet arkeolojik, 145 adet etnografik ve 1096 adet sikke olmak üzere toplam 4112 adet envanterlik eser bulunmaktadır.

Baltalıkapı

MS 1. ya da 2. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. Hemen hemen hiç bozulmadan günümüze kadar ulaşmıştır. Adını, dış yüzündeki kilit taşı üzerinde bulunan çift ağızlı balta tasvirinden alır. Sonraki dönemlerde kapının üzerinden geçirilen bir su kemeri ile şehrin doğusundaki dağlardan getirilen su hattı bağlanmıştır.

Gümüşkesen Mezar Anıtı

Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen yapının MÖ 1. ile MS 2. yüzyıl arasında yapıldığı sanılmaktadır. Gümüşkesen Caddesi üzerinde, Hıdırlık Tepesi eteğinde bulunan yapının kime ait olduğu bilinmemektedir. Dünyanın yedi harikasından biri olan Bodrum Mozolesinin küçük bir örneğidir.

İlk çağlardan günümüze tüm elemanlarıyla sağlam kalabilen tek mezar anıtı olan yapı; yüksek bir kaide, tapınağı çevreleyen korint başlıklı bir sütun sırası ve basamaklı piramit bir çatıdan oluşmaktadır. Bodrum Mozolesinden daha küçük boyutlarda olması nedeniyle burada bulunan piramit üzerindeki quadriga, Gümüşkesen Anıtında bulunmamaktadır.

Zeus Karıos Kutsal Alanı

Halk arasında "Uzun Yuva" adıyla anılmaktadır. Korint başlıklı yivli sütun, mabedin ayakta kalan tek sütunudur. MS 2. yüzyılda inşa edilmiştir.

Hacı İlyas Cami

!330 yılında yapılan cami, düz ahşap çatılı olmakla beraber, bütün cepheyi kaplayan kiremit örtülü, üç cepheli son cemaat yeri ile önem kazanır. Batı yanında, açık bir merdiven üzerindeki balkon biçimindeki minaresi, Milas için karakteristik olmuştur.

Ulu Cami

Ahmet Gazi tarafından 1378'te yaptırılan cami kıble duvarına dik 3 sahına sahiptir. Mihrap önünde bir kubbe yer alır. Diğer bölümler ve yan sahınlar çapraz ve beşik tonozla örtülüdür. Bol spoli malzeme ile yapılan caminin planı, Selçuklu camileri geleneğine bağlıdır.

Firuz Bey Cami

Osmanlıların bölgeyi ele geçirdiği 1394 yılında Menteşe Valisi Firuz Bey tarafından yaptırılmıştır. Yapının ana eyvanı durumundaki mihrap önü kubbeli, avlu yerine geçen orta mekan ise kırlangıç kubbelidir. Ters T planlı bir camidir. Halk arasında içindeki süslemeleri nedeni ile Gök Cami, kubbesinin kurşunla kaplı olmasından dolayı da Kurşunlu Cami olarak adlandırılmıştır.

Milas Halısı ve Seccadeleri

Milas, 17. yüzyıldan itibaren Anadolu'nun tanınan halı merkezlerinden biri olmuş, burada dokunan seccadeler "Milas Seccadeleri" olarak ün yapmıştır. Seccadelerde zemin genellikle şeftali kırmızısı, bordürler sarı ve yeşildir. Mihrap alınlığı çoğu kez üst kısımda baklava şeklini alır. En güzel örneklerini 18. ve 19. yüzyıllarda gördüğümüz Milas Seccadeleri, bugün Sultanahmet Halı ve Kilim Müzesi ile Ankara Etnografya Müzesi gibi müzelerde sergilenmektedir.

Milas Evleri

Geleneksel Türk mimarisinin özelliklerini taşıyan Milas evleri 19. yüzyılda yapılmıştır. Evlerin hemen hemen tümü iki katlı ahşap yapılardır. Bu evlerin özellikle bacaları özgün karakterleriyle ön plana çıkmaktadır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Kuzey Afrika'da Nil Nehri ve etrafında kurulmuş olan bir medeniyettir. Etrafının çöl ve denizlerle kaplı olması, diğer medeniyetlerle etkileşiminin daha az olmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Mısır Medeniyeti, kendine özgü bir medeniyettir.

Önceleri "nom" adı verilen şehir devletleri varken, M.Ö. 4,000'de Kral Menes'in başa geçmesiyle merkezi krallık haline gelmiştir. Kral Menes'le firavunlar devri başlar. Mısır krallarına "firavun" denirdi. Firavunlar, dini ve siyasi otoriteyi kendilerinde toplamışlardı. Kendilerini Tanrı olarak ilan etmişlerdi.

Mısır'daki tanrı kral anlayışı, Mezopotamya'da ise rahip kral anlayışının egemen oluşu, hem Mısır hem de Mezopotamya'da laik olmayan yönetim anlayışını yansıtmaktadır. Dinleri çok tanrılıdır. Tanrılarını, insan veya hayvan şeklinde tasfir etmişlerdir.

Firavunlar için piramitler yapmışlar, ölülerini mumyalamışlardır. Bu durum, öldükten sonra dirilme inancının olduğunu göstermektedir. Halk mezarlarına ise labirent denilirdi.

M.Ö. 525'te Persler ve M.Ö.333'te de Büyük İskender tarafından işgal edilmiştir. Büyük İskender'in istilası ile Yunan ve Mısır Medeniyetleri birbirini etkilemişlerdir. M.Ö.1,280'de Hititlerle Kadeş Antlaşması'nı imzaladılar.

Kendilerine özgü hiyeroglif (kutsal resim yazısı) yazısını kullanmışlardır. Yazılarını "papirüs" adı verilen bitki yapraklarına yazmışlardır. Eczacılık, kimya ve tıpta gelişmişlerdir. Matematikte "pi" sayısını bulmuş ve astronomide gelişmişlerdir.

Rasathaneler kurmuşlar ve Nil Nehri'nin taşma sürelerini hesaplamışlardı. Güneş yılı esasına dayalı ilk takvimi Mısırlılar yapmışlardır. Romalılar, Mısır'dan aldıkları bu takvimi geliştirerek bugün kullandığımız Miladi takvimi oluşturdular. Mısır ekonomisi tarım, ticaret ve madenciliğe dayanıyordu.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Selçuklu fetihleri arasında Doğu Anadolu'da kurulan Türk devletlerinden birisi Saltuklular'dır. Anadolu'nun fethinde görev alan kumandanlardan Ebul Kasım, Erzurum dolaylarını ele geçirmiş ve Sultan Alparslan onu bu bölgenin beyliğine tayin etmişti. Ebul Kasım 1102'de ölünce yerine oğlu Ali geçti ve Bey oldu. Ali'den sonra Bey olan İzzeddin Saltuk bu hanedanın en güçlü beyi oldu ve beylik onun adı ile yani "Saltuk Beyliği" olarak anıldı (1072).

Bu beylik, önceleri Büyük Selçuklu Devleti'ne tabi idi, fakat bu devletin zayıflamasından sonra, bağımsızlığını kazandı. Saltuklu Beyliği Kars, Bayburt, Oltu, Trabzon, İspir ve Tercan bölgelerini ele geçirerek gücünü arttırdı. Önce Gürcülerle, sonra Bizanslılarla yaptığı savaşlarda da başarılı sonuçlar elde etti.

Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan'la ittifak kurarak kız alıp vermek suretiyle akrabalık kuruldu. Saltuklu beyleri bir çok defa Gürcülere karşı savaştılar. Nitekim bunlardan İzzeddin Saltuk bu savaşların birisinde Gürcülere esir düşmüş (1153), öteki Türk beyleri tarafından 10.000 dinar verilmek suretiyle kurtarılmıştır.

İzzeddin Saltuk 1174'te ölünce yerine oğlu Muhammed Kızıl Arslan geçti. Kızıl Arslan Bey, 1195'te Erzurum önüne kadar gelen Gürcü kuvvetlerini mağlup etti. İzzeddin Saltuk devrinde (1132-1168), Saltuklu Beyliği ülkesi Tercan'dan başlayarak Tahir Gediği'ne kadar uzanmakta; Erzurum, Bayburd, Avnik, Micingird, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları kaplamakta idi.

Nasıreddin Muhammed (1168-1191)'in ise, Irak Selçuklu sultanı III. Tuğrul'a ve asıl iktidarı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan'a tabi olduğu anlaşılıyor. Yine onun zamanında Gürcüler Erzurum önüne geldilerse de, bir muhasaraya girişmeden aldıkları ganimetlerle yetinerek geri döndüler.

Bu devrin dikkati çeken bir olayı da bu hanedandan Muzaffereddin Melikşah adlı Saltuklu beyinin Gürcü kraliçesi Thamara ile evlenmesidir. XII. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye Selçukluları ve Eyyubi Devletleri, Doğu ve Güney-doğu Anadolu'daki beyliklerin varlıklarını tehdide başlamışlardı. O sırada Ulu Hakan olan Melikşah, Anadolu'da birliği korumak için bütün beylikleri itaat altına almak istiyordu. Süleymanşah da onun politikasını takip etti ve 1202'de Erzurum kalesini alarak Saltuklu Beyliği'ne son verdi (1202).

Saltuklular devrinde, Erzurum bölgesi imar edilmiş ve zenginleşmiş bir durumda idi. Ayrıca bölgenin iktisadi durumuna da bir canlılık getirmişlerdi. Saltuklulardan zamanımıza kadar bazı eserler de kalmıştır, bunlar Kale Mescidi, Tebsi Minare, Ulu Cami ile bazı türbelerdir. Ayrıca Tercan'da bulunan Mama Hatun kervansarayı ve türbesi de zikre şayan Saltuklu eserlerindendir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Selçuklu fetihleri arasında Doğu Anadolu'da kurulan Türk devletlerinden birisi Saltuklular'dır. Anadolu'nun fethinde görev alan kumandanlardan Ebul Kasım, Erzurum dolaylarını ele geçirmiş ve Sultan Alparslan onu bu bölgenin beyliğine tayin etmişti. Ebul Kasım 1102'de ölünce yerine oğlu Ali geçti ve Bey oldu. Ali'den sonra Bey olan İzzeddin Saltuk bu hanedanın en güçlü beyi oldu ve beylik onun adı ile yani "Saltuk Beyliği" olarak anıldı (1072).

Bu beylik, önceleri Büyük Selçuklu Devleti'ne tabi idi, fakat bu devletin zayıflamasından sonra, bağımsızlığını kazandı. Saltuklu Beyliği Kars, Bayburt, Oltu, Trabzon, İspir ve Tercan bölgelerini ele geçirerek gücünü arttırdı. Önce Gürcülerle, sonra Bizanslılarla yaptığı savaşlarda da başarılı sonuçlar elde etti.

Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan'la ittifak kurarak kız alıp vermek suretiyle akrabalık kuruldu. Saltuklu beyleri bir çok defa Gürcülere karşı savaştılar. Nitekim bunlardan İzzeddin Saltuk bu savaşların birisinde Gürcülere esir düşmüş (1153), öteki Türk beyleri tarafından 10.000 dinar verilmek suretiyle kurtarılmıştır.

İzzeddin Saltuk 1174'te ölünce yerine oğlu Muhammed Kızıl Arslan geçti. Kızıl Arslan Bey, 1195'te Erzurum önüne kadar gelen Gürcü kuvvetlerini mağlup etti. İzzeddin Saltuk devrinde (1132-1168), Saltuklu Beyliği ülkesi Tercan'dan başlayarak Tahir Gediği'ne kadar uzanmakta; Erzurum, Bayburd, Avnik, Micingird, İspir, Oltu gibi şehir ve kasabaları kaplamakta idi.

Nasıreddin Muhammed (1168-1191)'in ise, Irak Selçuklu sultanı III. Tuğrul'a ve asıl iktidarı elinde tutan Atabeg Kızıl Arslan'a tabi olduğu anlaşılıyor. Yine onun zamanında Gürcüler Erzurum önüne geldilerse de, bir muhasaraya girişmeden aldıkları ganimetlerle yetinerek geri döndüler.

Bu devrin dikkati çeken bir olayı da bu hanedandan Muzaffereddin Melikşah adlı Saltuklu beyinin Gürcü kraliçesi Thamara ile evlenmesidir. XII. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye Selçukluları ve Eyyubi Devletleri, Doğu ve Güney-doğu Anadolu'daki beyliklerin varlıklarını tehdide başlamışlardı. O sırada Ulu Hakan olan Melikşah, Anadolu'da birliği korumak için bütün beylikleri itaat altına almak istiyordu. Süleymanşah da onun politikasını takip etti ve 1202'de Erzurum kalesini alarak Saltuklu Beyliği'ne son verdi (1202).

Saltuklular devrinde, Erzurum bölgesi imar edilmiş ve zenginleşmiş bir durumda idi. Ayrıca bölgenin iktisadi durumuna da bir canlılık getirmişlerdi. Saltuklulardan zamanımıza kadar bazı eserler de kalmıştır, bunlar Kale Mescidi, Tebsi Minare, Ulu Cami ile bazı türbelerdir. Ayrıca Tercan'da bulunan Mama Hatun kervansarayı ve türbesi de zikre şayan Saltuklu eserlerindendir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
SKİTLER (SAKALAR)

MÖ. VII. yüzyılda batıya doğru göç ederek Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehrine kadar uzanan topraklara yerleştiler. Batı kaynakları bu topluluğa İskitler, İranlılar ise Sakalar adını vermişlerdir. Medler, Persler, Asurlular ve Urartularla savaşmışlardır.

Anadolu, Suriye ve Mısır'a kadar akınlarda bulunmuşlardır. İskitlerin yönetici kesimi Türklerden meydana geliyordu. Yaşayış ve inanışları Türklerle aynıydı. En önemli edebiyat eserleri ALPER TUNGA DESTANI'dır.

AKHUNLAR (EFTALİT) DEVLETİ

Hun soyundan gelmektedirler. Afganistan'ın batısında MS.350 yıllarında kurulan bu Türk Devleti HEFTAL isimli hükümdarından dolayı EFTALİT DEVLETİ diye de anılır. Akhunlar Sasani Devletinde başlayan MAZDEK İSYANI'nı bastırmakta etkili oldular. Sasani Devletinde yaşayan Mazdek, kadın ve servetin ortak olması durumunda her türlü huzursuzluğun ortadan kalkacağını savunan bir kişiydi.

Göktürk Devleti'nin Batı Bölgelerini idare eden İSTEMI YABGU ipek yoluna egemen olmak için, Sasanilerle ortak hareket ederek Akhun Devleti'nin yıkılmasını sağladı. Akhun Devleti'nin toprakları Sasani ve Göktürk devleti arasında paylaşıldı.

BAŞKIRTLAR (BAŞKURTLAR)

Itil (Volga) Nehri civarında oturmakta idiler. Moğol istilası sırasında Moğol egemenliğine girdiler.

SABARLAR (SİBİRLER=SABİRLER)

Önceleri Hun devletinin egemenliğinde yaşayan Sibirler, VI. yüzyıl başlarında Avarların baskısıyla batıya göç ederek Ural dağlarının güney doğusuna yerleştiler. Sasanilerle anlaşarak, Bizans'a karşı savaştılar. Anadolu'ya akınlar yaptılar. Bugünkü SİBİRYA adı Sibir Türklerinden gelir. Avarlara yenilince Hazar Türklerine karıştılar. Hazar Devletinin asıl kitlesini oluşturdular.

TÜRGEŞ DEVLETİ

I. Göktürk Devletine baglı olan Türgişler 630 yılında Göktürk devletinin yıkılmasıyla serbest kaldılar. BAGA TARKAN Türgiş Devleti'ni kurdu. Kendi adına para bastı. II. Göktürk devletinin kurulmasıyla yeniden Göktürk egemenliğine girdiler. II. Göktürklerin son dönemlerinde yeniden serbest kalan Türgişlerin başına SU-LU KAĞAN geçti. Su-lu Kağan Emevilere karşı mücadele etti. 766 yılında Türgiş Devletine Karluklar son verdi.

KARLUKLAR

II. Göktürk Devletinin yıkılmasında Basmil ve Uygurlar'la birleşerek rol oynadılar. Talas savaşında Çin'e karşı Arapları destekleyerek Orta Asya�nın Çinlileşmesini ve İslamiyet�in yayılmasını kolaylaştırdılar. İslamiyeti kabul eden ilk Türk boylarındandırlar. (İlk boy Kıpçaklar'dır.) İlk Müslüman Türk Devleti olan KARAHANLILAR'ın kurulmasında etkili oldular.

KIRGIZLAR

840 Yılında Ötügen'i alarak Uygur Devletine son verdiler. 1207 yılında Cengiz Han tarafından yıkılmış.Türk Kavmidir. Daha sonra Rusların egemenliğine girmişlerdir. 1916'da Ruslara karşı MİLLİ İSYAN adı verilen bir ayaklanma başlatmışlar, ancak Rus Çarı tarafından ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır. 1936'da Sovyetler birliğinin 15 Cumhuriyetinden biri olmuşlar, 1991'de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla Bağımsız KIRGİZİSTAN DEVLETİ kurulmuştur.Başkenti BİŞKEK'dir.

KİMEKLER

Batı Göktürk topluluklarındandır. İrtis ırmağı civarında yaşıyorlardı. XI. yüzyıla doğru diğer Türk topluluklarıyla kaynaşarak, yok oldular.

AVARLAR

552 yılında Orta Asya'daki Avar İmparatorluğu�na Göktürkler son verince, batıya doğru ilerleyerek Romanya'ya giren AVARLAR merkezi MACARİSTAN olan yeni devletlerini kurdular. Çin kaynakları Avarlara JUAN- JUAN demektedir. 619 yılında tek başına, 629 yılında da Sasanilerle ortaklaşa İstanbul'u kuşattılar. Slav topluluklarının göç etmesine neden olarak, bunların Doğu Avrupa ve Balkanlara inmesini sağladılar. Böylece Balkanların Slavlaşmasında etkili oldular. 805 yılında Franklar tarafından yıkıldılar.

BULGARLAR

Batı Hunları ve Ogur Türklerinin karışmasıyla ortaya çıkan Türk topluluğuna BULGAR denir. (Bulgar kelimesi karışmak anlamındadır.)

BÜYÜK BULGARYA DEVLETI

Karadeniz'in kuzeyinde Göktürk Devleti�nin yıkılmasıyla "Büyük Bulgarya Devleti" kuruldu. Ancak kurucusu KUBRAT'ın ölümüyle Hazarlar tarafından yıkıldı.Bulgarların bir kısmı Tuna nehri, bir kısmı da Volga nehri kıyılarına göç etmek zorunda kaldı. Tuna Bulgar Devleti: Büyük Bulgarya Devleti'nin yıkılmasından sonra Tuna boylarına (Bugünkü Bulgaristan) göç eden Bulgar Türkleri burada Tuna Bulgar Devletini kurdular.

KURUM HAN zamanında Bizans'ı kuşattılar.(Avarlardan sonra Bizans'ı kuşatan 2. Türk kavmidir.) Bu bölgedeki halkın çoğu Slav olduğu için Türkler zamanla Slavlaşmaya başladılar.Barış Han zamanında Hristiyanlığı kabul ettiler. Daha sonra ortaya çıkan bugünkü Bulgaristan Devleti Türk değil Slav devletidir. Bugünkü Bulgaristan'da yaşayan Türkler, Osmanlılar zamanında Balkanlara yerleştirilen Türklerdir.

Kama Bulgar Devleti

Büyük Bulgarya Devletinin yıkılmasından sonra Volga=İtil kıyılarına giden Bulgarlar burada Kama Bulgar Devletini kurdular. Hükümdarları Almış Han zamanında (X. yüzyıl) müslüman oldular. 1236'da Moğolların egemenliğine girdiler. Altinorda Devleti�nin parçalanmasıyla kurulan KAZAN HANLIĞI�nın esas kitlesini oluşturdular. (Kama Bulgarlarına bugün KAZAN TÜRKLERİ denilir.)

HAZARLAR

Kuzey Karadeniz ve Kafkaslar arasındaki bölgede Göktürk Devleti�nin yıkılmasıyla HAZAR KAĞANLIĞI kuruldu. Ticarette geliştiler. Hazar yöneticileri Museviliği benimsediler. Halk arasında Hristiyanlık ve müslümanlık yayılmıştı. Hazarlar ülkelerinde farklı dinleri içinde bulundurduklarından yüksek bir HOSGÖRÜ vardı.

MACARLAR

Fin Ugor kavmi ile OGUR Türklerinin karışmasıyla MACAR kavmi ortaya çıkmıştır. 896 yılında kendi adlarını verdikleri MACARİSTAN'a gelerek devletlerini kurdular. X. yüzyılda Hristiyanlığın Katolik mezhebini benimsediler. (Bundan sonra Türklük özelliklerini kaybetmeye başladılar.) Almanların (Germenlerin) doğuya doğru yayılmasını engelleyerek, Balkan topluluklarının (Slavların) Germenleşmesini önlediler.

PEÇENEKLER

Karadeniz'in kuzeyinde Don ve Dinyesper nehirleri arasındaki bölgeye yerleştiler. Kiev Prensliğini yenerek, Rusların Karadeniz'e inmelerini engellediler. 1071 Malazgirt Savaşına Bizans ordusu içinde ücretli asker olarak katıldılar. Ancak Selçukluları kendileri gibi Türk olduklarını anlayınca Selçuklu ordusu saflarına katıldılar. Edirne ve Trakya'nın Marmara kıyılarına kadar olan toprakları Bizans'tan aldılar.

İzmir Beyi ÇAKA BEY Peçeneklerle temas kurdu. Buna göre Çaka Bey Peçeneklerle birlik olarak Anadolu ve Rumeli'den İstanbul'u kuşatmak istiyordu. Ancak Bizans kurnaz bir politikayla, yine bir Türk topluluğu olan KUMANLAR'ı Peçenekler üzerine saldırtarak, Peçeneklerin dağılmasına sebep olmuştur.

KUMANLAR (KIPÇAKLAR)

Volga'yi asarak Avrupa'ya ve Balkanlara girmislerdir. Kıpçaklarin Karadeniz'in kuzeyinde hakim olduklari topraklara "KIPÇAK BOZKIRLARI" denilmektedir. Macaristan'a giden Kıpçaklar ROMEN devletinin kurulmasinda etkili olmuslardir. Kıpçaklarin Oğuz Türkleriyle yaptigi mücadeleler DEDE KORKUT HIKAYELERI'nin ortaya çikmasina sebep olmuştur. CODEX CUMANICUS (Kodeks Kumanikus); Kıpçak Türk sivesi ile yazilan Latin, Fars ve Kuman dilleri üzerine yazilmis bir sözlüktür

UZLAR (OĞUZLAR)

Tarihte türk Milletinin siyasi, kültür ve medeniyet alaninda en büyük rolü oynayan koludur. Oğuzlara; Bizanslılar UZ, Ruslar TORKI veya TORK, Araplar GUZ demislerdir. 24 Oğuz Boyu vardır. Hazar denizinin kuzeyinden bir kolu "UZ" adi ile Avrupa ve Balkanlara göç etti. Balkanlara gelen UZLAR Bizans ordusunu ve Bulgarlari yendi. Ancak Peçenek akinlari, soguklar, salgin hastaliklar yüzünden dagilip yok oldular. Uzların bir kısmı Malazgirt Savası sırasında Bizans Ordusu saflarından, Selçuklu Ordusuna geçtiler.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
SKİTLER (SAKALAR)

MÖ. VII. yüzyılda batıya doğru göç ederek Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehrine kadar uzanan topraklara yerleştiler. Batı kaynakları bu topluluğa İskitler, İranlılar ise Sakalar adını vermişlerdir. Medler, Persler, Asurlular ve Urartularla savaşmışlardır.

Anadolu, Suriye ve Mısır'a kadar akınlarda bulunmuşlardır. İskitlerin yönetici kesimi Türklerden meydana geliyordu. Yaşayış ve inanışları Türklerle aynıydı. En önemli edebiyat eserleri ALPER TUNGA DESTANI'dır.

AKHUNLAR (EFTALİT) DEVLETİ

Hun soyundan gelmektedirler. Afganistan'ın batısında MS.350 yıllarında kurulan bu Türk Devleti HEFTAL isimli hükümdarından dolayı EFTALİT DEVLETİ diye de anılır. Akhunlar Sasani Devletinde başlayan MAZDEK İSYANI'nı bastırmakta etkili oldular. Sasani Devletinde yaşayan Mazdek, kadın ve servetin ortak olması durumunda her türlü huzursuzluğun ortadan kalkacağını savunan bir kişiydi.

Göktürk Devleti'nin Batı Bölgelerini idare eden İSTEMI YABGU ipek yoluna egemen olmak için, Sasanilerle ortak hareket ederek Akhun Devleti'nin yıkılmasını sağladı. Akhun Devleti'nin toprakları Sasani ve Göktürk devleti arasında paylaşıldı.

BAŞKIRTLAR (BAŞKURTLAR)

Itil (Volga) Nehri civarında oturmakta idiler. Moğol istilası sırasında Moğol egemenliğine girdiler.

SABARLAR (SİBİRLER=SABİRLER)

Önceleri Hun devletinin egemenliğinde yaşayan Sibirler, VI. yüzyıl başlarında Avarların baskısıyla batıya göç ederek Ural dağlarının güney doğusuna yerleştiler. Sasanilerle anlaşarak, Bizans'a karşı savaştılar. Anadolu'ya akınlar yaptılar. Bugünkü SİBİRYA adı Sibir Türklerinden gelir. Avarlara yenilince Hazar Türklerine karıştılar. Hazar Devletinin asıl kitlesini oluşturdular.

TÜRGEŞ DEVLETİ

I. Göktürk Devletine baglı olan Türgişler 630 yılında Göktürk devletinin yıkılmasıyla serbest kaldılar. BAGA TARKAN Türgiş Devleti'ni kurdu. Kendi adına para bastı. II. Göktürk devletinin kurulmasıyla yeniden Göktürk egemenliğine girdiler. II. Göktürklerin son dönemlerinde yeniden serbest kalan Türgişlerin başına SU-LU KAĞAN geçti. Su-lu Kağan Emevilere karşı mücadele etti. 766 yılında Türgiş Devletine Karluklar son verdi.

KARLUKLAR

II. Göktürk Devletinin yıkılmasında Basmil ve Uygurlar'la birleşerek rol oynadılar. Talas savaşında Çin'e karşı Arapları destekleyerek Orta Asya�nın Çinlileşmesini ve İslamiyet�in yayılmasını kolaylaştırdılar. İslamiyeti kabul eden ilk Türk boylarındandırlar. (İlk boy Kıpçaklar'dır.) İlk Müslüman Türk Devleti olan KARAHANLILAR'ın kurulmasında etkili oldular.

KIRGIZLAR

840 Yılında Ötügen'i alarak Uygur Devletine son verdiler. 1207 yılında Cengiz Han tarafından yıkılmış.Türk Kavmidir. Daha sonra Rusların egemenliğine girmişlerdir. 1916'da Ruslara karşı MİLLİ İSYAN adı verilen bir ayaklanma başlatmışlar, ancak Rus Çarı tarafından ağır bir şekilde cezalandırılmışlardır. 1936'da Sovyetler birliğinin 15 Cumhuriyetinden biri olmuşlar, 1991'de Sovyet Rusya'nın dağılmasıyla Bağımsız KIRGİZİSTAN DEVLETİ kurulmuştur.Başkenti BİŞKEK'dir.

KİMEKLER

Batı Göktürk topluluklarındandır. İrtis ırmağı civarında yaşıyorlardı. XI. yüzyıla doğru diğer Türk topluluklarıyla kaynaşarak, yok oldular.

AVARLAR

552 yılında Orta Asya'daki Avar İmparatorluğu�na Göktürkler son verince, batıya doğru ilerleyerek Romanya'ya giren AVARLAR merkezi MACARİSTAN olan yeni devletlerini kurdular. Çin kaynakları Avarlara JUAN- JUAN demektedir. 619 yılında tek başına, 629 yılında da Sasanilerle ortaklaşa İstanbul'u kuşattılar. Slav topluluklarının göç etmesine neden olarak, bunların Doğu Avrupa ve Balkanlara inmesini sağladılar. Böylece Balkanların Slavlaşmasında etkili oldular. 805 yılında Franklar tarafından yıkıldılar.

BULGARLAR

Batı Hunları ve Ogur Türklerinin karışmasıyla ortaya çıkan Türk topluluğuna BULGAR denir. (Bulgar kelimesi karışmak anlamındadır.)

BÜYÜK BULGARYA DEVLETI

Karadeniz'in kuzeyinde Göktürk Devleti�nin yıkılmasıyla "Büyük Bulgarya Devleti" kuruldu. Ancak kurucusu KUBRAT'ın ölümüyle Hazarlar tarafından yıkıldı.Bulgarların bir kısmı Tuna nehri, bir kısmı da Volga nehri kıyılarına göç etmek zorunda kaldı. Tuna Bulgar Devleti: Büyük Bulgarya Devleti'nin yıkılmasından sonra Tuna boylarına (Bugünkü Bulgaristan) göç eden Bulgar Türkleri burada Tuna Bulgar Devletini kurdular.

KURUM HAN zamanında Bizans'ı kuşattılar.(Avarlardan sonra Bizans'ı kuşatan 2. Türk kavmidir.) Bu bölgedeki halkın çoğu Slav olduğu için Türkler zamanla Slavlaşmaya başladılar.Barış Han zamanında Hristiyanlığı kabul ettiler. Daha sonra ortaya çıkan bugünkü Bulgaristan Devleti Türk değil Slav devletidir. Bugünkü Bulgaristan'da yaşayan Türkler, Osmanlılar zamanında Balkanlara yerleştirilen Türklerdir.

Kama Bulgar Devleti

Büyük Bulgarya Devletinin yıkılmasından sonra Volga=İtil kıyılarına giden Bulgarlar burada Kama Bulgar Devletini kurdular. Hükümdarları Almış Han zamanında (X. yüzyıl) müslüman oldular. 1236'da Moğolların egemenliğine girdiler. Altinorda Devleti�nin parçalanmasıyla kurulan KAZAN HANLIĞI�nın esas kitlesini oluşturdular. (Kama Bulgarlarına bugün KAZAN TÜRKLERİ denilir.)

HAZARLAR

Kuzey Karadeniz ve Kafkaslar arasındaki bölgede Göktürk Devleti�nin yıkılmasıyla HAZAR KAĞANLIĞI kuruldu. Ticarette geliştiler. Hazar yöneticileri Museviliği benimsediler. Halk arasında Hristiyanlık ve müslümanlık yayılmıştı. Hazarlar ülkelerinde farklı dinleri içinde bulundurduklarından yüksek bir HOSGÖRÜ vardı.

MACARLAR

Fin Ugor kavmi ile OGUR Türklerinin karışmasıyla MACAR kavmi ortaya çıkmıştır. 896 yılında kendi adlarını verdikleri MACARİSTAN'a gelerek devletlerini kurdular. X. yüzyılda Hristiyanlığın Katolik mezhebini benimsediler. (Bundan sonra Türklük özelliklerini kaybetmeye başladılar.) Almanların (Germenlerin) doğuya doğru yayılmasını engelleyerek, Balkan topluluklarının (Slavların) Germenleşmesini önlediler.

PEÇENEKLER

Karadeniz'in kuzeyinde Don ve Dinyesper nehirleri arasındaki bölgeye yerleştiler. Kiev Prensliğini yenerek, Rusların Karadeniz'e inmelerini engellediler. 1071 Malazgirt Savaşına Bizans ordusu içinde ücretli asker olarak katıldılar. Ancak Selçukluları kendileri gibi Türk olduklarını anlayınca Selçuklu ordusu saflarına katıldılar. Edirne ve Trakya'nın Marmara kıyılarına kadar olan toprakları Bizans'tan aldılar.

İzmir Beyi ÇAKA BEY Peçeneklerle temas kurdu. Buna göre Çaka Bey Peçeneklerle birlik olarak Anadolu ve Rumeli'den İstanbul'u kuşatmak istiyordu. Ancak Bizans kurnaz bir politikayla, yine bir Türk topluluğu olan KUMANLAR'ı Peçenekler üzerine saldırtarak, Peçeneklerin dağılmasına sebep olmuştur.

KUMANLAR (KIPÇAKLAR)

Volga'yi asarak Avrupa'ya ve Balkanlara girmislerdir. Kıpçaklarin Karadeniz'in kuzeyinde hakim olduklari topraklara "KIPÇAK BOZKIRLARI" denilmektedir. Macaristan'a giden Kıpçaklar ROMEN devletinin kurulmasinda etkili olmuslardir. Kıpçaklarin Oğuz Türkleriyle yaptigi mücadeleler DEDE KORKUT HIKAYELERI'nin ortaya çikmasina sebep olmuştur. CODEX CUMANICUS (Kodeks Kumanikus); Kıpçak Türk sivesi ile yazilan Latin, Fars ve Kuman dilleri üzerine yazilmis bir sözlüktür

UZLAR (OĞUZLAR)

Tarihte türk Milletinin siyasi, kültür ve medeniyet alaninda en büyük rolü oynayan koludur. Oğuzlara; Bizanslılar UZ, Ruslar TORKI veya TORK, Araplar GUZ demislerdir. 24 Oğuz Boyu vardır. Hazar denizinin kuzeyinden bir kolu "UZ" adi ile Avrupa ve Balkanlara göç etti. Balkanlara gelen UZLAR Bizans ordusunu ve Bulgarlari yendi. Ancak Peçenek akinlari, soguklar, salgin hastaliklar yüzünden dagilip yok oldular. Uzların bir kısmı Malazgirt Savası sırasında Bizans Ordusu saflarından, Selçuklu Ordusuna geçtiler.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:37 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
En ünlü Türk kavmi.

"Türkmen" ve "Batı Türkleri" de denen Oğuzlar Türk kavimlerinin en ünlüsüdür. Orta Asya'da kurulan Türk hakanlıklarının hepsinin kuruluşuna katılmış, Uygurlar ve Karahanlılar döneminde önemli rol oynamışlardır.

SELÇUKLU YÖNETİMİNDE

Oğuzlar XI. yy.da, Selçuklu hanedanı zamanında, gene birer Türk devleti olan Karahanlılara ve Gaznelilere karşı savaştılar ve sonunda bütün Türk kavimlerinin başına geçtiler. Selçukluların yönetiminde Dandanakan Meydan Savaşı'nda (1040) Gaznelileri yendikten sonra, açık denizlere ve Yakındoğu'da Akdeniz'e ulaştılar. Anadolu'yu ele geçirerek burayı ikinci Türk anayurdu yaptılar. Anadolu Selçuklu Devleti'nin kuruluşunda başrolü oynadılar. Anadolu'ya önce çeşitli beylikler halinde egemen olan Oğuzlar, daha sonra Osmanlı Devleti'nin de temelini oluşturdular.

Geleneğe göre Oğuzların 24 boyu vardı. Osmanoğulları bunların Kayı boyundan, Selçuklular ise Kınık boyundandır. Türk geleneğine göre Oğuzların atası Oğuz Kağan büyük Türk hakanlarından Mete'dir. 24 Oğuz boyunun bu kağanın soyundan türediğine inanılır. Hattâ Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'yi Oğuz Kağan'a (Mete) bağlayan 45 kuşaklık bir soy kütüğü yapılmıştır.

BUGÜNKÜ OĞUZLAR

Bugünkü Oğuz Türkleri Türk kavimleri içinde en kalabalık olan topluluktur. Bu topluluk şimdi başlıca üç kol halinde bulunmaktadır: 1. Türkiye Türkleri; 2. Azerî Türkleri; 3. Türkmenler. Türkiye'de, Balkanlar'da, kısmen Suriye ve Irak'ta yaşayan Türkler birinci koldandır. Kafkasya'da, Batı İran'da ve kısmen Irak'ta yaşayan Türkler ikinci koldan, Horasan ve Türkmenistan'da yaşayan Türklerse üçüncü koldandır. En kalabalık olan kol Türkiye Türkleridir.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
527-548 tarihleri arasında Bizans kraliçesi olan Teodora bir hipodrom bekçisinin kızıyken güzelliği ve aşk maceraları ile ün yaptıktan sonra zamanının Bizans imparatoru Justinyen'in metresi olmuş ve bir süre sonra İmparatorla evlenmişti. Güzel olduğu kadar hırslı ve zeki olması sonucu kocasının Bizans'ın en kudretli yöneticilerinden biri olarak tarihe geçmesine katkıda bulunmuştur: 530 tarihinde çıkan Nika isyanının bastırılması onun Justinyen'i, İstanbul'da kalıp mücadele etmeğe ikna etmesi sonucu gerçekleştirilmiştir.

Zamanında kadınlarla ilgili, evlenme, boşanma, ırza geç

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Orta Asya'da ve Avrupa'da devlet kuran Türk boyudur. Osmanlı hanedanı dışında Türklerin başında hüküm süren en uzun ömürlü ve en önemli hanedan Hunlardır. Onları dört önemli topluluk olarak ele alabiliriz.

Orta Asya Hunları, ilk büyük Hun hakanlığıdır (M.Ö. 220-M.S. 216). ilk büyük hükümdarları Teoman Yabgu'dur. Oğlu Mete (Oğuz Han da denir), M.Ö. 209'da Teoman'ın yerine tahta geçti. 35 yıl hükümdarlık etti. Bütün Türk, Moğol, Tonguz, Altay Türklerini buyruğu altında topladı. Devletinin sınırları Büyük Okyanus'tan Hazar Denizi'ne, Tibet ve Keşmir'den Kuzey Sibirya'ya uzanıyordu.

Volga Hunları, M.S. 48'de devlet ikiye bölündü, sonra da göçler sonucu dağıldı. Çeşitli Türk boylarının birbiri üzerine yaptığı baskılarla zayıflayan önemli Hun boyları batıya göç etmeğe başladılar. Bunların bir bölüğü Volga ile Ural ırmakları arasında bir devlet kurdu (M.S. 374). Hakanları Balamir Han'dı. Avrupa Hun Devleti, M.S. 425'te kuruldu. 454'e kadar yaşayan bu devletin en büyük hükümdarı Attilâ idi. 9 yıl süren saltanatı sırasında 4 milyon km2'lik bir toprak üzerinde dünyanın en büyük imparatorluğunu meydana getirdi.

Hindistan Hunları (Akhunlar), ise Moğollarla karışarak güneye inen ve orada VII. imparatorluk hanedanını kuran Hunlardır. 3,5 milyon km2'lik bir bölgede 71 yıl Hindistan'a egemen olduktan sonra dağıldılar.

Attilâ ve Azizler

Attilâ iktidarından ve Hun gücünden korkan Hıristiyan inancına göre Attilâ'nın atının bastığı yerde ot bilmezmiş. Attilâ'nın Avrupa'ya saldığı korku yüzünden, kilise ona direnme cesaretini gösterenleri azizliğe yükseltti: Paris'i kurtaran Azize Genevieve; Romalıları yardıma çağıran Orieans piskoposu Aziz Aignan, Roma'ya ilişmemesi için Attilâ ile pazarlığa girişen papa Leo I bunlar arasındadır.

Hun uygarlığı

Ordu örgütlemeyi, savaşmayı, at yetiştirmeyi çok iyi bilen Hunlar, büyük bir uygarlığa sahipti. Tahta evlerde oturur, deriyi işler, dokuma yapar, şiir ve edebiyatla uğraşırlardı. Avrupa'ya Asya uygarlığının önemli öğelerini ve özelliklerini onlar götürdüler.

Hunların önünde dize gelen Avrupa, Attilâ'yı ve yiğit savaşçılarını vahşiler olarak görmek ve göstermek istemiştir. Ünlü ressam Raffaello'nun bu tablosunda, Roma kapılarında Attilâ ile papa Leo I'in karşılaşmaları da, eli sopalı melekler ilâvesiyle ve aynı anlayışla canlandırılıyor. Vatikan Müzesi, Roma.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Kutsal kitaplarda hikâyesi anlatılan Sami asıllı Ortadoğu halkı. İbranilerin kökeni Mezopotamya'dır; göçebe olarak yaşayan bu kavim, aralarındaki en bilgin ve en saygın kişilerce (eski peygamberler) yönetiliyordu. Eski Ahit'e bakılacak olursa, Milattan iki bin yıl kadar önce, onlardan biri, yani İbrahim Peygamber gidip Ken'an Ülkesi'ne (şimdiki Filistin) yerleşti; bunlara «nehri aşan» anlamına İbranî dendi.

Sonra, Ken'an'da kıtlık başladı. Açlık yüzünden halkın bir kısmı Mısır'a göç etti, orada köle olarak yaşadı, İbrahim'den sonra İbranilerin başına yine onun oğulları geçti: Yakup ve İshak bunların en ünlüleridir. Yakup bir gece rüyasında tanrı Yahova ile güreşmiş ve onu yenmişti. Bunun üstüne kendisine «güreşte yenen» anlamına İsrail adı verildi. Kavmine de İsrailoğulları dendi.

Sonra Yakup'un oğlu Yusuf Mısır'a gitti ve bir süre sonra kavmini de yanına aldırdı. Ama M.Ö. XIII. yy.da İbranîler, Musa'nın firavunla olan mücadelesi yüzünden, onun yönetiminde Mısır'dan ayrıldılar. Uzun süre çölde yaşadılar, sonra «Adanmış Ülke» diye adlandırdıkları Filistin'in fethine giriştiler.

Îbranîler Davut ve Süleyman zamanında (M.Ö. X. yy.) zenginliğin ve kudretin doruğuna ulaşmışlardı. Ama, Süleyman ölünce, gerileme dönemi başladı ve krallık iki rakip devlete bölündü: İsrail ve Yahudi Devleti (Yuda). Bu devletler, sırayla Asurluların, Babillilerin, Perslerin ve Romalıların egemenliğine girdi.

Diaspora

M.S. ilk iki yüzyıl içinde, İbraniler Roma egemenliğine karşı birçok defa ayaklandılar, ama hepsi boşa gitti: çoğu öldürüldü, geri kalanı da ya köleleştirildi ya da yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. O zaman yüzyıllar süren geniş bir göç hareketi başladı: Diaspora (İbranice «dağılma»). Dünyanın her yanında birçok Yahudi topluluğu bulunmasının nedeni işte budur.

Mısır'a gitmekte olan göçebe bir İbranî. Beni Hasan'da (Aşağı Mısır) bulunmuş bir duvar resminden.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Makedonya kralı (M.Ö. 356-323). Asya içlerinde fethedilmiş binlerce kilometre, geniş yankılar uyandıran bir dizi zafer, uçsuz bucaksız bir imparatorluğun tek sahibi... İlkçağ'ın en büyük fatihi Büyük İskender'in serüveni kısaca böyle özetlenebilir. İskender, daha çocuk denecek yaşlarda, babası Makedonya kralı Filip'in (Philippos) sarayında zekâsı ve canlılığıyla kendini göstermeyi bildi.

On üç yaşına geldiğinde, ünlü Yunan filozofu Aristoteles onun eğitimiyle görevlendirildi. On beş yaşındayken, kendi gölgesinden bile ürken ve kimseyi sırtına bindirmeyen Bukephalos adlı ata binmeyi başardı. 336 yılında kral olduğu zaman henüz yirmi yaşındaydı.

Zafer Peşinde

İskender tahta çıkar çıkmaz, muhteşem bir düşü gerçekleştirmeyi, doğuyu fethetmeyi aklına koydu. 334 yılının ilkbaharında, 37,000 askerle Hellespontos'u (Çanakkale Boğazı) geçip Pers kralı Darius (Dara) III'ün kalabalık ordusunu yendi. Gordion'da, o güne dek kimsenin çözemediği ünlü Gordion düğümünü bir kılıç darbesiyle kesiverdi: kentin kehanetinde, bu düğümü çözecek kişinin bütün dünyaya egemen olacağı söylenmişti.

Birkaç ay sonra, İssos Ovası'nda Pers kralının ordularına karşı yeni bir zafer kazanıp hükümdarın paha biçilmez hazinelerini ele geçirdi. Bu savaştan sonra Mısır'a doğru indi, İskenderiye şehrini kurdu, çölde ilerledikten sonra tekrar kuzeye doğru çıktı. Dicle ve Fırat'ı aştı, Arbela'da (Erbil) Darius'un son ordusunu da bozguna uğrattı (331).

Hindistan Yolu

Artık bütün kentler ona kapılarını açıyor, birbiri ardına bütün doğu eyaletleri ona baş eğiyordu. Ne var ki, bunca zafer fatihin başını döndürmüştü: bir çeşit zafer sarhoşluğu içinde, bundan böyle herkesin önünde secdeye kapanmasını istedi. Kolayca öfkeleniyor, kendisine karşı çıkanlara, direnenlere hiç tahammül edemiyordu. Fetih açlığı artık sınır tanımaz hale gelmişti: Asya'nın içlerine daldı, Hindistan'a ulaştı.

Fakat 326 yılında, yürümekten, iklimin sertliğinden ve sürekli savaşlardan bitkin düşen askerleri başkaldırdılar ve onu geri dönmeğe zorladılar. İndus Irmağı'nı izleyerek Hint Okyanusu'na kadar indi, sonra Babil'e geldi ve buradaki sarayında, görülmemiş bir lüks içinde, bütün dünyadan gelen elçileri huzuruna kabul etti. 13 Haziran 323'te, 33 yaşındayken, tahta bir vâris bile bırakmaksızın, bu zenginlik içinde yüzen şehirde öldü. İmparatorluğu da onunla birlikte yeryüzünden silinecekti.

Pers kralı Darius III'ü yenilgiye uğratan İskender, onun elinden hem haremini, hem paha biçilmez hazinelerini, hem de uçsuz bucaksız imparatorluğunu aldı. Roma mozaiği, M.Ö. II.-I. yüzyıl, Milli Müze, Napoli, İtalya.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
M.Ö. III. yy. ile IV. yy. arasında Avrupa'yı istilâ eden, Akdeniz dünyasına yabancı kavimlerin akımı.

Miladın ilk yüzyıllarında, Roma imparatorluğu döneminde, Ren ve Tuna nehirlerinin ötesinde Germenler yani, Burgondlar, Franklar, Alamanlar, Vizigotlar, Ostrogotlar yaşıyordu. Bunlar mükemmel savaşçı olduklarından kendilerinden korkulan kavimlerdi. Kabileler halinde toplanmışlardı ve kaynakları yetersiz, yoksul topraklardan geçimlerini sağlamağa uğraşıyorlardı. Açlığın dürtüsüyle, yeni yeni otlaklar aramağa çıktılar ve II. yy.dan itibaren, zenginlikleri karşı konulmaz biçimde onları çeken Roma İmparatorluğu topraklarına zorla girmeğe başladılar.

Sınırlarda ve İmparatorlukta

Miladın ilk yüzyıllarında Avrupa'ya korku salan ve kendilerine batılılarca barbarlar da denen (Yunanca «yabancı» [Yunanlı olmayan] anlamına, barbaros sözcüğünden) bu kavimlerin yıkıcı akınlarını önlemek için, Roma imparatorları sınırları tahkim ettiler. IV. yy .a kadar, Germenleri püskürtmeyi başardılar ve aralarından birçoğunu tutsak aldılar. Bu tutsakları, ya ekilmemiş topraklarda köle olarak ya da orduyu güçlendirmek için asker olarak kullandılar. Böylece, bu yağmacıların bazıları köylü oldu; bazıları da, batı orduları başkomutanlığına kadar yükselen Vandal Stilicho (360-408) gibi. Roma subaylığı rütbesine çıktılar.

Büyük İstilâlar

IV. yy. sonlarında, Ren ve Tuna nehirleri boyunca, büyük bir barbar baskısı kendini göstermeğe başladı. Bu baskı, kralları Atillâ'nın yönetiminde, Asya'dan gelen Hunların etkisiyle oluşmuştu. Hunlardan kaçıp kurtulmak için Vizigotlar 376 yılında Tuna Nehri'ni aştılar. «Got zehiri» artık, imparatorluğa girmiş oluyordu: 200,000 savaşçı, Roma eyaletlerini yağma etti ve 410 yılında Roma'yı ele geçirdi.

Bu tarihten kısa bir süre önce, çeşitli kavimler, 406 yıllarından itibaren, Ren Nehri'ni aşmış, Galya'ya girmiş, sonra İspanya ve Kuzey Afrika'ya geçmişlerdi. Bir yüzyıl sonra. Batı Roma İmparatorluğu ortadan kalktı, toprakları istilâcıların eline geçti. Barbar krallar artık duruma egemen olmuşlardı. 496 yılında Hıristiyanlığı benimseyen Clovis, Frank monarşisini kurarak Galya'da hüküm sürdü. Barbarlar yeni bir dünya düzenlediler ve böylece Ortaçağ başladı.

(Solda) Vandal asıllı Stilicho ile karısı Serena'yı ve oğulları Eucherius'u tasvir eden fildişi kabartma. Tamamıyla Romalılaşan Stilicho gene de küçümsenecek, Romalı soyluların nefretine hedef olacak ve 408'de ailesiyle birlikte öldürülecektir. Monza Katedrali hazinesi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:38 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Tarihöncesi ve ilkçağ döneminde yaşayan Avrupa kavimlerinin bir bölümüdür. Dört bin yıl kadar önce Keltler, anavatanları olan Orta Avrupa'dan göç ederek özellikle Britanya Adaları'na, İspanya'ya ve Galya'ya yerleştiler. Savaşçı ve avcı oldukları kadar mükemmel çiftçiydiler. Tekerlekli pulluğu ve fıçıyı icat ettiler. Yayılmaları batıda, Bronz Çağı'nın sonuna ve Demir Çağı'nın başına denk gelir. Sayısız göçleri sırasında Yunanlıların, Etrüsklerin, İtalyotların tekniklerini benimsediler; kazancılığı ve çömlekçiliği geliştirdiler. Onların yaptığı yollara sonradan Romalılar taş döşeyecekti.

Çoğu zaman birbirine rakip kabileler ve klanlar halinde toplanmış olan Keltler, gerek yaşama biçimi, gerek kültür yönünden özgün bir halktı. Ürünlerin koruyucusu sayılan kır tanrılarına taparlar, geleneklerin koruyucusu olan hem kâhin, hem yargıç niteliğindeki din adamlarının (drüitler) yönetiminde yaşarlardı.

M.S. I. yy.da Romalılar tarafından kısmen yıkılan Kelt uygarlığı, gene de, Ortaçağ'a kadar yaşayageldi. Bugün bile, bazı Breton ve İrlanda törelerinde bu uygarlığın varlığını sürdürdüğü görülür.

Gümüş sunak kabı. Madencilikte usta olan Keltler, yetenekli elsanatçılarıydı: çok erken bir dönemde, o zamana kadar hiç bilinmeyen örme zırhlar, mahmuzlar ve at nalları yapmışlardı. Kuyumculukta da ustaydılar: süs eşyası bu kap gibi oymalı ve kakmalıydı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Mısır kraliçesi, bu adı taşıyanların yedincisi ama en ünlüsü (M.Ö. 69-30).

Pascal şöyle yazmıştı: «Kleopatra'nın burnu biraz kısa olsaydı, dünyanın çehresi değişirdi». Bu cümle, Mısır kraliçesinin ozanlar ve yazarlar üzerindeki çekici etkisini özetliyor. Kleopatra, yaşantısının ayrıntıları pek az bilindiğinden,, bir efsane kahramanı haline getirilmiştir. Bu efsaneye göre güzel, büyüleyici, politikada olduğu kadar aşkta da usta olan Kleopatra, Nil kıyılarında büyük bir lüks içinde yaşıyordu.

Gerçekte, Yunan tarihçisi Plutarkhos'a bakılırsa pek fazla güzel değil di, ama konuşur konuşmaz dayanılmaz bir kadın oluveriyordu. Sesi çok tatlıydı, konuşmaları hem akıllıca, hem kurnazlık doluydu. Birkaç dil bilirdi: Yunanca, Mısır dili, Arami dili, Latince. On yedi yaşında kraliçe olmuş, ülkenin töreleri uyarınca iki erkek kardeşiyle evlenmişti.

Sezar, iktidarı ele alması için kendisine yardımcı olduğundan, onunla birlikte Roma'ya bir yolculuk yaptı. Sonradan, Sezar'ın ölümü üzerine, Marcus Antonius'u baştan çıkardı ve ikisi birlikte görkemli gemilerle Yunanistan'ı ve Asya'yı dolaştılar. Bu yüzden Octavius, yani geleceğin Augustus'u, Kleopatra'ya savaş ilân etti ve donanmasını M.Ö. 31'de Actium'da yenilgiye uğrattı. Kleopatra, kendisini zehirli bir yılana sokturarak canına kıydı.

(Solda) Kleopatra'nın ölümü. Roma katakomplarında bir duvar resminden.

(Sağda) Kleopatra adına dikilmiş bir mezartaşı. Aşağı ve Yukarı Mısır'ın taçları başında bir hükümdar olarak tasvir edilen Kleopatra, bir tahta oturmuş olan tanrıça İsis'e bir armağan sunuyor. Louvre Müzesi, Paris.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
M.S.V. yy.da Galya'yı fetheden Germen kavimleridir. Main Irmağı, Kuzey Denizi, Elster ve Elbe ırmakları arasındaki bölgelerden gelen Franklar, Roma Galyası'nı fetheden müthiş savaşçılardı. Fransa'ya bugünkü adını onlar verdi. Batı uygarlığını ancak VII. yy.da benimseyen Franklar aslında, çiftçilik nedir bilmez, savaşçı ve yağmacı insanlardı.

Franklar iki ayrı kavimden oluşuyordu: Ripüerler ve Salienler. Ama Salienler zamanla Frankları egemenlikleri altına aldılar, bu halkın Galya'ya girmesi yavaş yavaş oldu. III. yy.da Franklar, Roma ordusunu desteklediler ve ağır ağır imparatorluğun içlerine sızdılar. Böylece, Cambrai ve Kuzey Galya'yı işgal ettikten sonra Luvar Irmağı'na kadar indiler.

Clovis

V. yy. sonunda, Roma İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında, Frankların kralı, hırslı ve akıllı bir savaşçı olan Clovis'ti (465-511). Clovis bütün Galya'ya, askerlerinin kahramanlığı ve Kilise'nin yardımı sayesinde kısa zamanda hâkim oldu. Kilise onu Hıristiyanlığı kabul ettiği için destekliyordu. Paris'i başkent yapan Clovis, hükümdarlığının sonuna kadar genç Frank ulusunu, otoritesi altında birleştirmeğe gayret etti, böylece de Frank Krallığı'nın kurucusu kabul edildi.

XIV. yy. minyatürü: Clovis'in, Reims piskoposunca vaftiz edilmesi. Karısı Clotilde'in etkisiyle Katoliklik inancını benimseyen Frank kralı, böylece Galya Kilisesi'nin desteğini sağlamıştır. Castres Müzesi, Fransa.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Suriye ve bugünkü Lübnan kıyılarına yerleşmiş olan İlkçağ halkıdır. Milattan önce III. binyılda Akdeniz'in doğu kıyısına yerleşen Fenikeliler, buğday ve zeytinyağı üreten mükemmel çiftçilerdi. Kurdukları şehirler (Sur, Sidon, Biblos, Ugarit), zamanla büyük limanlara dönüşmüştü. Yaşadıkları dar kıyı şeridinden denize yönelmişler, gemiler yaparak serüvenlere atılmışlardı.

Gemici ve Tacirler

Fenikeliler astronomi bilgilerinden yararlanarak, üç yüzyıl boyunca Akdeniz'i enine boyuna dolaştılar, Kıbrıs'ta (orada bakır buldular), Girit'te, Sicilya ve Sardinya'da ticari koloniler kurdular. İspanya'ya kadar gittiler, Cebelitarık Boğazı'ndan aşıp Fas'a, hattâ Kamerun'a vardılar. M. Ö. IX. yy.da hızla gelişerek, Roma'ya rakip olacak Kartaca şehrini de Fenikeliler kurdular.

İşlenmiş bronzu, fildişini, seramiği, doğu camını ve özellikle lal renginde bir deniz kabuklusundan elde edilen boyayla boyanmış kumaşları her yörede tanıttılar. Siteleri çok zengin oldu, ama aynı krallar tarafından yönetilen bu siteler, birleşmeyi bilemediler ve M.Ö. VI. yy.da Perslere boyun eğmek zorunda kaldılar.

Fenikelilerin dini Yunan ve Roma inanışlarını, tapınışlarını etkiledi. Fenikeliler, tanrı Baal'e genç çocukları kurban eder, böylelikle denizlerde onun himayesini sağlamağa çalışırlardı. Güzel tapınaklar yapar, heykel yontar ve kuyumculuğu iyi bilirlerdi. Batılılara çok şey öğretmişler, özellikle alfabeyi de onlar icat etmişlerdi.

Fenike Dini

Doğa güçlerine, Bereket Tanrıçası Aştart'a, Dağlar Tanrısı Hodad'a, Gök Tanrısı Baal'e, vahşi bir yerde veya açıkhava tapmağında tanınırlardı Dikili bir taş, bir kazık veya bir ağaçla temsil edilen ilâhlara bazen bir çocuk kurban ederlerdi.

(Solda) Bereket ve Analık Tanrıçası Aştart'ı tasvir eden, oyma fildişi bir kabartma. Louvre Müzesi, Paris.

(Sağda) Fenikelilerde kuyumculuk sanatı: «Biblon Hazinesi»nden yer yer altın varakla kaplanmış, bronz heykelcikler (M.Ö. XVII. yy.). Beyrut Müzesi.

Biblos sitesinin yıkıntıları. Önemli bir dini merkez olan Biblos, aynı zamanda Lübnan'ın kerestesini ve Kafkasya'nın bakırını ihraç eden büyük bir ticaret kentiydi.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Müslüman Türk devleti (963-1187).

Gaznelilerin bayrağı

Gazne Devleti'ni, Samanoğullarının hizmetinde bulunan Türk komutanlarından Alp Tigin kurdu. Samanoğulları Devleti'nin yanıbaşında, Afganistan'da bulunan Gazne'yi kendine başkent yaptı. Ölümünde yerine oğlu geçtiyse de ordu komutanlarından Bilge Tigin ile Sebük Tigin yönetime elkoydular.

Bilge Tigin'in ömrü kısa sürdü, ama Sebük Tigin, Gazne Devleti'ni güçlendirerek sınırlarını genişletti. Gaznelilerin en parlak dönemi Sebük Tigin'in oğlu Mahmut zamanıdır. Mahmut döneminde Gaznelilerin sınırı doğuda Ganj Nehri'ne, batıda Mezopotamya ve Kafkasya'ya kadar dayanıyordu. Mahmut, Hindistan'ı yağma ederek getirdiği hazinelerle Gazne kentini zenginleştirdi. Camiler, medreseler yaptırarak, ünlü bilginleri, şairleri yanına çağırarak Gazne'ye ün kazandırdı.

Ömrünün son yıllarını, gittikçe Horasan dolaylarında güçlenen Selçuklularla uğraşarak geçirdi. Son Hindistan Seferi'nden dönüşünde öldü. Mahmut'un ölümünden sonra yerine geçen oğlu Mesut babasının yerini tutamadı. Selçukluların karşısında tutunamadı; Dandanakan'da üç gün süren çetin savaşta büyük bir yenilgiye uğradı (1040). Horasan ve Irak'ı onlara bırakmak zorunda kaldı. Mesut'tan sonra gelen Gazne hükümdarları devleti bir süre daha sürdürdülerse de başarılı olamadılar. Gazne Devleti, Afganistan'ın yerlileri olan Gurlular tarafından 1187 yılında ortadan kaldırıldı.

Gaznelilerde Sanat

Gaznelilerden günümüze kalan en önemli sanat eseri, Afganistan'ın Büst kentindeki Leşgeri Bazar Sarayı'dır. Son yıllarda, gene aynı çevrede cami kalıntıları da bulunmuştur. Mimarlık yanında süsleme sanatları da Gaznelilerde önem kazanmıştı. Buna yazı sanatına duyulan ilgiyi de eklemek gerekir: kûfi yazı en olgun biçimini Gazneli Sultan İbrahim (1059-1099) döneminde almıştır. Gazneli sanatı Selçuklu ve Hint sanatlarını etkilemiştir.

Gazneli Mahmut

Doğu dünyasının büyük hükümdarlarından biri olan Gazneli Mahmut (967-1030), babasının ölümü üzerine kardeşini öldürerek tahta geçti. Hindistan'a 17 kez sefer yaptı. Devletin sınırlarını çok genişletti, İranlı ünlü şair Firdevsi, Şehname'sini ona sunmuştur.


Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Fransa'nın eski adıdır. Eski Galya, aşağı yukarı bugünkü Fransa topraklarının ancak, Ren Irmağı'na kadar uzanan kısmını kapsar. Bu geniş bölgede yaşayan Galyalılar aslında, M.Ö. I. binyılda Güney Almanya'dan gelen ve Galya'yı istilâ eden Keklerdir. M.Ö. VI. yy. sonlarında ikinci bir Kelt istilâsı olmuş, bu istilâcılar önceden yerleşmiş halklara karışarak, Galyalılar adı verilecek olan yeni bir halk oluşturmuşlardı. M.Ö. III. yy. sonlarında, Ren Irmağı'ndan Pireneler'e, Manş Denizi'nden Provence kıyılarına kadar Keltler, yerleşmelerini tamamlamış oluyorlardı.

Kelt uygarlığı

Galyalıların birçok tanrısı vardı. Onlara açıklanamaz gibi gelen her şeye, gökcisimlerine, rüzgârlara tapınırlardı. Ruhun ölümsüzlüğüne de inanıyorlardı. Çok iyi çiftçiydiler, toprağı tekerlekli sabanla sürüyorlardı; dökmecilik, kuyumculuk, çömlekçilik sanatında usta zanaatçılardı. Ticaretleri de gelişmişti. Buğday ve tuzlama etin şarap ve zeytinyağı ile takas edilmesi, M.Ö. III. yy.da paranın kullanılmasına yol açacaktı.

Roma Fethi

Massalia'daki (Marsilya) Foça kolonisi, Galya'yı fethetmek için, Romalılara başlangıç noktası oldu. Romalılar M.Ö. 154 yılında, bu sitenin çağrısı üzerine, onları komşu kabilelere karşı korumak için, işe karıştılar. Böylece Galya'nın güneyine yerleşip yavaş yavaş Akdeniz kıyısını işgal ettiler, yönetim merkezi Narbonne olan Provence eyaletini kurdular ve İspanya'ya giden bir ticaret yolu açtılar.

Zaten sarsılmış bulunan Galya, Kimber ve Toton istilâsıyla (M.Ö. 109-101) bir defa daha sarsılmış, yakılıp yıkılarak pek zayıf düşmüştü. M.Ö. 60'a doğru, Germenler tarafından tehdit edilen Galyalılar, Provence valisi Sezar'dan yardım istediler ve Sezar, istilâcıları püskürttü. Roma'nın fethi gerçek anlamıyla, askerlerini Galya'nın hemen hemen her yerine yerleştiren Sezar ile başlamış ve M.Ö. 54 yılına doğru, Sezar kendisini bu ülkenin hâkimi sayabilecek duruma gelmişti.

Galyalılar bağımsızlıklarını yitirdikleri zaman genç Vercingetorix'in ardında toplandılar, ama bu önder düşmana yenildi (M.Ö. 52) ve Romalılar, Galya'ya kesinlikle egemen oldular.

V. yy .da, göçmen kavimler Galya'yı istilâ edince Roma İmparatorluğu dağıldı. Ortaya çıkan kargaşalıktan, ülkenin ekonomisi büyük zarar gördü. Ama çok geçmeden eski Galya, Frank kralı Clovis'in buyruğunda yeniden birleşecek ve yavaş yavaş Fransa haline gelecekti.

Alesia

M.Ö. 52 yılında Alesia'ya çekilen Vercing6torix orduları, Sezar ile lejyonları tarafından kuşatıldı. Romalılar şehri kuşattılar, hendekler kazdılar, çitler, tahta perdeler diktiler, insan tuzakları kurdular. Galya'nın her yanından akın akın yardım gönderildi, ama Vercingetorix son bir çatışmadan sonra, yurttaşlarının canını kurtarmak için teslim olmağa karar verdi.

(Solda) Dövme bronzdan Galya zırhı, Hallstatt dönemi (M.Ö. 700'e doğru). Bronz, «Demir Çağlanda hâlâ mücevher, heykelcikler ve tören silâhları yapımında kullanılan bir alaşımdı, Eskiçağ Müzesi, Fransa.

(Sağda) Vercingetorix'in, at motifli bir altın staterinin arka yüzü.

(Solda) Augustus devrinde Galya'h bir savaşçı. Heykel, sırtında örme zırhı ve Roma tarzı mantosuyla bir subayı tasvir ediyor: boynunda, Galyalıların geleneksel süsü olan «tork» (kolye) asılı. Calvet Müzesi, Fransa.

(Sağda) Sonbaharda meyve toplanışını tasvir eden Galya-Roma mozaiği. Eskiçağ Müzesi, Fransa.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:39 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Denizci bir kavim olan Germenler, İskandinavya'nın güneyinden gelerek Keltleri yerlerinden sürdüler ve M.Ö. III. yy .dan itibaren bugünkü Almanya'ya yerleştiler. Sonra, Miladın ilk yüzyılları boyunca, Germanya dedikleri topraklarını, Urallar'a ve Karadeniz'e kadar genişlettiler.

Germenler her şeyden önce savaşçıydı: silâh olarak mızrak (kargı), çift yüzlü balta ve uzun kılıç kullanırlardı. Val-Hall veya Walhalla adlı bir cennete ve bu cennette ölülerin tanrılarla birlikte yaşadığına inanırlardı; bu tanrıların en güçlüsü, Wotan da denen Odin'di. Germenler, Roma İmparatorluğu'yla ilişki kurunca, Hıristiyanlığı benimsediler: M.S. IV. yy.da Kutsal Kitap, Gotların piskoposu Ulfilas tarafından dillerine tercüme edildi.

IV. yy .a kadar Ren ve Tuna boylarını ellerinde tutan Germenler 376 yılında Hun istilâlarına karşı koyamadı ve bu, Avrupa'da büyük kavimler göçünün başlangıcı oldu.

Avrupa'yı İstilâ Edenler

Vizigotlar («Bilge Gotlar») Tuna'yı aştılar, Roma'yı yağma ederek 410'da Galya'nın güneyine yerleştiler: Akitanya'da bir krallık kurdular. Sonra İspanya'yı istilâ ederek (476) Arap fethine kadar (711) burada kaldılar. Vandallar da aynı yolu izleyerek Kuzey Afrika'ya ulaştılar.

Burgondlar Ron vadisinde durdular (Burgonya adı buradan gelir); Alamanlar ve Vizigotlar gibi bunlar da bir gün Franklar tarafından ezilecekti. Ostrogotlar İtalya'da, ışıklı sanatı ve ince uygarlığı bakımından ilgi çeken Ravenna Krallığı'nı kurdular. Nihayet Angllar ve Saksonlar da İngiltere'yi istilâ ettiler. Böylece, Roma imparatorluğu tamamen fethedildi ve yıkıldı.

Kelt sanatından ve Gotlar aracılığıyla doğu sanatlarından etkilenen Germen sanatının örnekleri arasında, mine işlemeli mücevherler, bunlarda yer alan hayvan figürleri, güneşi temsil eden gamalı haçlar sayılabilir.

Büyük Germen Kavimleri

Alamanlar, Burgondlar, Franklar, Ostrogotlar, Vandallar, Vizigotlar.

Bir Germen gencini tasvir eden Galya-Roma heykeli.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 

Göktürk bayrağı.

İlk defa Türk adını taşıyan Türk devletidir. Göktürkler, Türklerin atlı uygarlık ya da bozkır uygarlığından yerleşik uygarlığa geçiş döneminde, Türk boylarının başına geçerek hüküm süren bir hakan sülâlesidir (552-745). Kurdukları devlete de Göktürk Devleti denir.

Başkentleri Orta Asya'da Karakurum yakınında Ötüken kentiydi. Devlet başkanlarına «kağan», hakan soyundan olanlara «tigin» derlerdi. Devletin kuruluşunda kağan, Bumin'di. Ülkenin doğu kesimini yönetiyordu. Batı kesiminde ise kardeşi İstemi Kağan vardı, ama geleneğe göre o, doğu kağanına bağlıydı.

Bumin öldüğünde yerine oğullarından biri değil, İstemi Kağan geçti. Göktürkler, saltanatı Avarların elinden alarak devletlerini kurmuşlardı. Bu iki kağan ve onların oğulları zamanında Göktürkler, doğuda Kingan Dağları'ndan batıda Demirkapı'ya kadar bütün Orta Asya'ya egemen oldular. İran Sasani hükümdarı Hüsrev Nuşirevan ile anlaşarak Çin ipek ticaret yollarım ellerine geçirdiler. Türk egemenliğinin batıda yayılmasında ve Batı Türkistan Türkmenleşmesinde önemli rol oynadılar.

VII. yüzyılın ilk çeyreğinde bir durgunluk geçiren Göktürkler, Kutluğ İlteriş Kağan zamanında yeniden canlılık gösterdiler. Ama bu sırada doğudaki Çin tehlikesine, batıdan gelen ve Sasani egemenliğine son veren bir de Arap tehlikesi eklendi.

VIII. yüzyılın başlarında, 706'da Kapağan Kağan komuta ettiği Türk ordusu Çinlileri yenerek Türk devletinin durumunu düzeltirken, batıda Kültigin Kağan ordusuyla Buhara yakınlarına kadar ilerledi (707). Böylece Türkler batıda Araplarla karşı karşıya" geldiler.

Kapağan Kağan 716'da ölünce oğullarıyla yeğenleri Bilge ve Kültigin arasında iktidar mücadelesi başladı. Yeğenler bu savaşı kazandılar ama, ayrılıkçı Türk boyları ve Çinlilerle uzun uzun uğraşmak zorunda kaldılar. Kültigin 731'de, ağabeyi Bilge Kağan ise 734'te öldüler. Geniş bölgeyi elde tutmak iyice güçleşti. Arap baskısına doğuda Moğol baskısı eklenince iç ayrılıkların da etkisiyle Göktürk Devleti son buldu (745).

Uygarlık

Göktürkler dönemi, Türklerin bozkır göçebe uygarlığından yerleşik tarım uygarlığına geçiş dönemidir. Bu dönemde hayvancılığın yanı sıra tarım da yapılmış, etrafı duvarlarla çevrili kentler meydana getirilmiştir.

Kaya resimlerinden anlaşıldığına göre Göktürkler deri veya keçe çizme ve uzun kaftan giyerlerdi. Savaşırken başlarına tulga geçirir, uzun ve eğri kılıçlar kullanırlardı.

Göktürklerin, Türk dilinin özelliklerine uygun bir yazıları vardı. 38 harften oluşan Göktürk alfabesinde satırlar sağdan sola yazılırdı. Bu alfabe ile yazılmış olan Orhon ve Yenisey yazıtları Türk dilinin VII. yüzyılda gelişmiş bir kültür dili olduğunu gösterir.

Göktürkler Türklerin ulusal dini olan Samanlığa bağlıydılar. Başta Gök Tanrı olmak üzere doğa güçlerine taparlardı. Hakanın hizmet yetkisini Tanrı'dan aldığına inanılır, bu görevi iyi bir şekilde yerine getirmesinin de bir Tanrı buyruğu olduğu kabul edilirdi.

Yazıtlardan anlaşıldığına göre Göktürklerde ölen bir kimsenin ruhunun bir kuş gibi uçup gittiğine inanılır ve onun için «yuğ» denilen törenler yapılır, ardından ağıtlar yakılırdı.

Bilge Kağan Yazıtı

Bilge Kağan ölümünden sonra oğlu tarafından diktirilmiş (735), yazısını da yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Yazıt, piramit biçiminde büyük bir taş kütlesi üzerindedir. Taşın doğu cephesinde 41, dar olan kuzey ve güney cephelerinde 15'er satır vardır.

Batı cephesindeki yazılar Çincedir. Asıl metin ve bugünkü şekil olarak yazıttan bir örnek: «Üze kök tengri asra yağız yir kılmdukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm apam Bumin Kağan istemi Kağan olurmış. Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş». (Üstte mavi gök, altta kara yer yaratılınca, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğlunun üzerine atalarım [babam ve dedem] Bumin Kağan ve istemi Kağan tahta geçmişler. Oturmuşlar, Türk milletinin ülke ve kanunlarını idare ve tanzim etmişler).

Orhon ve Yenisey Yazıtları

Moğolistan, Sibirya ve Yedisu eyaletlerinde, Orhon ve Yenisey ırmakları yöresinde bulunan bu Türkçe yazıtlar, Türklerin devlet anlayışı, yurt sevgisi, devlet görevlilerinin sorumlulukları v.b. konularda da açıklamalar yapar. Orhon'dan Tuna'ya, Yakutistan'dan Gobi'ye kadar olan bölgeye yayılarak, bu bölgenin Türk kültürünü meydana getiren bu yazıtların ilk zengin grubunu Kuzey Moğolistan yazıtları oluşturur.

Bu gruba giren Ongin, Kuli-Çur, Selenga, Karabalasagun, Suci v.b. yazıtlarından başka, büyüklükleri bakımından şu üç yazıt çok önemlidir: Bilge Kağan tarafından 732'de diktirilen Kültigin yazıtı, Bilge Kağan oğlu tarafından 735'te diktirilen Bilge Kağan yazıtı ve Tonyukuk'un ihtiyarlık yıllarında bizzat diktirdiği (720-725) Tonyukuk yazıtı. Diğer gruplarda şöyle sıralanabilir: Yenisey havzası yazıtları, Altay yöresi yazıtları, Lena ve Baykal yöresi yazıtları, Doğu Türkistan yazıtları, Orta Asya yazıtları, Doğu Avrupa yazıtları.


Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Hıristiyan Avrupa'nın XI.-XIII. yy.lar arasında kutsal yerleri kurtarmak amacıyla, Türklere karşı açtığı askeri seferlerdir. Papa Urbanus II ilk Haçlı Seferi tasarısını Papalık Meclisi'ne sunduğu zaman (1095) Hıristiyan dünyasının durumu ciddîydi: Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya iki yüzyıl önce Müslümanların eline geçmişti; Kudüs ve Hıristiyanların kutsal yerleri ise zaten çoktan beri Müslümanların elindeydi. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Bizans, yıllardan beri İslâm ordularını püskürtmek için çaba harcıyordu.

XI. yy.ın sonlarına doğru Selçukluların yönetiminde Yakındoğu'ya inen Türkler bütün bu bölgeyi egemenliklerine alarak, Hıristiyan dünyasının en güçlü ve en zengin devleti olan Doğu Roma İmparatorluğu'nun doğudaki topraklarını ele geçirdiler. Bu başdöndürücü ilerleme, iktisadî bakımdan çok kötü durumda olan Avrupa'da büyük telâş uyandırdı.

Kudüs'ün Türkler eline düşmesi batıda büyük şaşkınlık yarattı. O çağda din düşüncesi milliyet düşüncesinin çok üstündeydi. Kutsal Kudüs'ü Türklerin elinden geri almak düşüncesi Avrupa'da hızla yayıldı.

Batı için amaç Müslüman dünyasına karşı saldırıya geçmekti. Din heyecanının yanı sıra uzak diyarların çekiciliği ve zenginliği de bu işte önemli rol oynadı. Doğuda kendine bir derebeylik edinmek umudu besleyerek yola çıkan beyzadelerin sayısı az değildi. İtalya'daki büyük ticaret kentleri de (Cenova, Pisa, Venedik) doğuya giden ticaret yollarını Müslümanların elinden almak amacıyla Haçlı Seferleri'ni desteklediler.

Kutsal Toprak

Pierre l'Ermite adında basit bir rahip Avrupa'yı dolaşarak fakir halkı ayaklandırdı; zengin doğu ülkelerinin hayalini onların gözlerinde canlandırdı. Bu heyecanla büyük kitleler toplandı. Sayısı bir milyona varan bir kalabalık Anadolu'ya kadar ilerlediyse de Selçuklu Türkleri tarafından yok edildi (1096).

Bunun üzerine bu işin ancak düzenli askeri birliklerle başarılabileceği anlaşıldı. Ertesi yıl askerî kuvvetlerle harekete geçen Haçlılar, Anadolu'da Türklerin çete saldırılarıyla büyük kayıplar verdiler, ancak Kudüs'e de ulaştılar. Şehri ele geçirip Müslümanları kılıçtan geçirdiler (1099).

Sonucu bakımından başarılı olan bu Birinci Haçlı Seferi sonunda Ortadoğu'da birtakım devletler ve derebeylikler kuruldu: Kudüs Krallığı, Antakya, Urfa, Trablus ve Kıbrıs, Mora, Atina v.b. prenslik, kontluk ve dukalıkları. Fakat bu Latin devletleri hem Türklerin saldırıları, hem de aralarındaki rekabet yüzünden zayıfladı.

Kudüs'ü de, kendi yerlerini de çok geçmeden kaybettiler. Kutsal yerlerin savunması askerî tarikatlara kaldı. Bunların en ünlüleri önce Akkâ'da, sonra Rodos'ta ve Malta'da devam eden Saint-Jean şövalyeleriydi. Bunlar Osmanlı Devleti'ne düşman kesildiler. Sultan Cem'i ele geçirip papaya teslim eden bu tarikattır.

İki Uygarlık Arasında Bir Köprü

1096-1270 arasında, 174 yıl içinde Hıristiyanlar Türklere karşı 8 büyük askerî sefer düzenledi. Bu seferlerin çoğu tam başarısızlıkla, bir kısmı yarım başarılarla sonuçlandı. Bu arada İstanbul'un Hıristiyan Bizanslılardan alınıp yağma edilmesi ve burada bir Latin İmparatorluğu kurulması gibi gariplikler de oldu.

Son Haçlı Seferi'ni düzenleyen Fransa kralı Saint-Louis 1270'te Tunus önlerinde öldü. 20 yıl sonra Latin doğu devletlerinden hiç biri ortada kalmadı. Haçlı Seferleri ne dinsel, ne de siyasal amaçlarına ulaşabildi. Buna karşılık doğu ve batı uygarlıkları arasında iktisadî ve kültürel bağların doğmasına yaradı. Avrupa bu bağlardan fazlasıyla yararlandı; kilisenin otoritesi sarsıldı, körükörüne Müslüman düşmanlığı geçerliliğini kaybetti.

Çocukların Haçlı Seferi

1212 yılında binlerce çocuk, genç mürşitlerin yönetiminde Güney Fransa'nın yolunu tuttu. Marsilya'dan gemiye binip Kudüs'e giderek İsa'nın mezarını kurtarmak istiyorlardı. Şaşkına dönen anne ve babaları, çaresiz kalarak izin verdiler, papa İnnocentius III de bu izine katıldı; yalnız, Fransa kralı Philippe Auguste, çocuklara, evlerine dönmelerini emretti, ama söz dinletemedi.

Marsilya'da bazı tacirler bundan yararlanarak genç hacıları gemilerle Mısır'a götürüp köle olarak sattılar. Bunların çoğu sonradan fidye ödenerek geri alındı, ama 1229'da İskenderiye paşasının hizmetinde 700 kadar çocuk bulunuyordu.

Haçlılardan Avrupa'ya Kalan Miras

Flamalı mızrak, kundaklı yay, trampet ve borazan, arma, kayısı, karpuz, yabanî sarımsak hep Haçlıların Kutsal Ülke'den getirdikleri yeniliklerdi. Ayrıca, Haçlı Seferleri'yle, «doğu biçimi» sakal koyverme de moda oldu; o tarihe kadar Avrupalılarda Romalılar ve Franklar gibi tıraş olurlardı.

Birinci, İkinci ve Üçüncü Haçlı Seferleri. (XI.-XII. yy.)

Papa Urbanus II'nin öncülüğüyle başlayan Birinci Haçlı Seferi sonunda, 1099'da Kudüs'ün alınışı: resmin solunda ünlü rahip Pierre l'Ermite, ortada Kudüs krallık tacını giymiş olan Godefroi de Bouillon.

(Solda) Fransa kralı Genç Louis VII ile Germanya kralı Konrad III'ün İstanbul'a girişleri görülüyor. Papa Eugenius III'ün isteği üzerine Aziz Bernard, İkinci Haçlı Seferine önayak oldu, ancak bu girişim yenilgiyle sonuçlandı: Kudüs'ü kaybeden Hıristiyanların elinde üç Filistin kenti kaldı: Tur, Trablusşam ve Antakya.

(Sağda) Fransa kralı Saint-Louis'in Dimyat'a girişi (1249).

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Türkistan'da Ortaçağ'da kurulan Türk devletidir. Türkistan'da Amuderya dolaylarına Ortaçağ'da Harizm veya Harezm denirdi. XI. yüzyılın sonlarına doğru bu bölgede kurulan Türk devletine Harizmşahlar ya da Türkçe kolay söylenişiyle Harzemşahlar adı verilir.

Selçuklular Zayıf Durumdaysa...

Harzemşahlar soyu Harizm'i yöneten Selçuklu valisi Anuş Tigin ve onun oğlu Kutbeddin Muhammet ile başlar. Otuz yıl Selçuklular adına Harizm'i yöneten Kutbeddin iyi bir yönetici, anlayışlı bir siyaset adamı idi. Onun zamanında Harizm büyük bir gelişme gösterdi.

Kutbeddin'den sonra oğlu Kızılarslan Atsız, Harzemşah olarak görevlendirildi. Atsız ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Ama bir süre sonra Sencer ile arası açıldığında bunu fırsat bilerek bağımsızlığını ilân etti (1142). Fakat bu çok sürmedi. Bir ara gene Sencer'e yenilip ona bağlandı. Atsız böylece, Selçuklular zayıf olduğu zaman bağımsızlık ilân edip Selçuklu güçlenince ona bağlılık gösterme siyasetini birkaç kez tekrarladı.

Atsız'ın ve Sencer'in art arda ölümünden (1156 ve 1157) sonra Harzemşahlar soyunu sürdüren Atsız'ın oğlu İlarslan ve özellikle onun oğlu Tökiş, ailenin büyük hükümdarı olarak ün kazandılar.

Cengiz'in Karşısında

Onun oğlu Alâeddin Muhammet, Karahıtayları yenerek egemenlik altına aldı (1207). Fakat kurduğu büyük imparatorluğu devam ettiremedi. Bir Moğol kervanını vurması üzerine Cengiz ile arası açıldı. Cengiz büyük bir ordu ile Türkistan'a yürüdü (1219). Harizm ordusunu perişan etti.

Alâeddin Muhammet güçlükle kaçıp kurtuldu ve Hazar kıyısında yokluk içinde öldü. Yerine geçen oğlu Celâleddin Harzemşah da Cengiz ile savaştı, ancak, yenilerek batıya çekilmek zorunda kaldı. Doğu Anadolu'da bir kurt tarafından öldürüldü ve Harzemşahlar Devleti de böylece sona erdi (1230).

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Ortaçağ'da Güney Rusya'da imparatorluk kuran Türkler (468-965). Hazarlar, Batı Hun Devleti yıkıldıktan sonra onun kalıntıları üzerinde devlet kurdular. Devletin ağırlık merkezi Kırım ve Volga dolaylarıydı. Bu durumda doğuda Sasanîlerle (İran), batıda Bizanslılarla ilişkileri vardı.

627'de yapılan Bizans-İran savaşında Hazarlar Bizans'ı tuttular. VII. yy.da sürekli olarak Müslüman Arap saldırıları karşısında kalan Bizans İmparatorluğu Hazarlardan yardım istedi. Bizans'ın yardımına koşan Hazarlar bu yüzden Müslüman Arapların düşmanlığını üzerlerine çektiler.

Arap-Hazar çatışması

Doğuda Hazarların etkisi Kafkaslar'ın güneyinde Kura Irmağı'nın ötesine kadar uzanıyordu. Araplar bu kesimde Hazarlara saldırdılar. Mervan bin Muhammet kumandasındaki güçlü bir Arap ordusu Hazar illerine girdi, Hazar ordusunu yendi (737). Bu yenilgi sonucunda Hazarlar kuzeye çekildiler. Fakat bir süre sonra güçlenen Hazarlar yeniden güneye sarkarak Ermenistan ve Azerbaycan'ı ele geçirdiler (765).

Hazarlar IX. yy.ın sonlarına doğru zayıfladılar. Sürekli Rus saldırıları sonucunda Hazar Devleti dağıldı. Bir ara Musevîliği kabullendikleri için Hazar krallarının çoğunun adı Yahudi adıdır: Hızkiya, Menaşe, Hanuka, İshak, Harun, Menahem, Benyamin v.b.

Hazar Uygarlığı

Hazarlar yarı göçebe, yarı yerleşik yaşayan Türk boylarının meydana getirdiği bir kavimler topluluğuydu. Genellikle yazın kırsal alanlarda çadırlarda, kışın kentlerde otururlardı. En büyük kentleri İtil, Saksın, Belencer, Sarkil ve Semender'di. Başkent İtil (şimdiki Astrakhan) Volga ağzında çok büyük bir ticaret merkeziydi. İtil'de hakanın tuğladan yapılmış bir evi vardı; hakandan başkası tuğladan ev yaptıramazdı. Hazarlar ölülerini Oğuz Türklerinde olduğu gibi suya atarlardı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 

Uygur Devleti'nin bayrağı.

Ortaçağ'da Orta Asya'da ileri bir uygarlık kuran Uygurlar, önceleri Kuzey Moğolistan'da yaşıyorlardı. Hun İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Göktürklerin buyruğu altına girdiler. Sonra onlara karşı ayaklanarak bağımsız bir devlet kurdular (740). Diğer Türk boylarım da buyrukları altına alarak güçlendiler. Yüz yıl kadar Moğolistan'a egemen olan Uygurlar, Çinlilerle de ilişki kurdular.

IX. yüzyılın ortalarında Kırgızlarla Tibetlilerin saldırısına uğrayarak yıkılan Uygur Devleti ortadan kalkınca Uygurlar batıya göçtüler (840) ve dağınık küçük devletler kurdular. Sonunda bütün Uygurlar Cengiz Han zamanında Moğol egemenliğine bağlandılar. Böylece son Uygur Devleti de XIII. yy.ın başında ortadan kalktı (1212).

O zamandan beri bir daha bağımsız olamayan Uygurlar, bugün Çin'in kuzeybatısında Sinkiang eyaletinde Çin egemenliği altında yaşamaktadır.

Uygur Uygarlığı

Uygurlar sanat, yapı ve yönetim işlerinde ileriydiler. Bu alanlarda öteki Türk boylarına öncü olmuşlardı. Doğu Türkistan'da yapılan kazılarda bulunan eserler, Uygur sanat ve edebiyatının yüksek bir düzeye ulaştığını gösteren tanıtlardır. Uygurlar 14 harfli bir alfabe kullanırlardı. Bugünkü Moğol ve Mançu alfabeleri Uygur alfabesinden alınmadır. Gene bu kazılarda bulunan tahta harfler Uygurların VIII. yüzyılda kitap bastıklarını göstermektedir.

Uygurlar Buda dinine bağlıydılar. Mani dininden olanları da vardı. Uygurca yazıların çoğu bu dinlerle ilgilidir. Ama Müslümanlık Uygurlar arasında yayıldıktan sonra içlerinde bu dine bağlı bilim adamları da yetişti. Uygur fikir adamları Arapça ve Hintçe'den çeviriler yaptılar. Uygurlardan kalan en önemli eser Yusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilig'idir.

Kutadgu Bilig (Mutlu Olma Bilgisi)

Yusuf Has Hacip tarafından Uygurca yazılmış ilk Türk mesnevisidir (1069) Batı Uygurlarının (Karahanlılar) hakanı Ebu Ali Hasan'a sunulan eser, sembolik dört kişi üzerine düzenlenmiştir: 1. hakan Küntoğdı (doğru yasa); 2. vezir Aytoldı (mutluluk); 3. vezir Aytoldfnın oğlu ögdülmüş (akıl); 4. Zahit Odgurmuş (yaşamın sonu).

Bunlar arasındaki konuşmalarla toplumu meydana getiren bireylerin ödev ve sorumlulukları ve çağın yaşam felsefesi dile getirilmiştir. Kutadgu Bilig'in Uygurca ve Arapça yazmaları bulundu. XIII. yüzyılda kopya edilmiş olan Arapça Fergana yazması en güvenilir olanıdır. Üç önemli yazmanın tıpkıbasımı ile Türkçe çevirisi Türk Dil Kurumu'nca yayımlandı.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:40 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Doğu Anadolu'da yaşamış ilkçağ ulusudur. Urartu Devleti en parlak döneminde (M.Ö. IX. yy.) Hazar Denizi'nden Malatya'ya kadar uzanan alanda egemenlik sürüyordu. Başkenti Tuşpa (Van) idi. Devletin kuzey sınırları Erzurum ve Erzincan'a, güney sınırlarıysa Musul ve Halep'e kadar uzanıyordu. O yıllarda Ön Asya'nın büyük devleti olan Asur Devleti, Urartuların bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı.

Urartular M.Ö. VIII. yüzyıla kadar Yakındoğu'nun en büyük devletlerinden biri olarak yaşadılar. Bu yüzyılın ortalarında Kimmer ve Îskit akınlarıyla sarsılarak dağlık bölgelere sıkıştılar, Îskit istilâsından ve VII. yüzyılda Asur Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra Medlerin Anadolu'yu ele geçirmeleri üzerine Urartu Devleti M.Ö. 600 yıllarında son buldu.

Urartu Uygarlığı

Bugüne kalan yazıtlardan anlaşıldığına göre Urartu kralları başkent Tuşpa'da ve başka kentlerde kaleler, saraylar, su kanalları yaptırmışlardı. Ortaya çıkarılan eserler Urartu mimarisinin yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir. Urartuların yaptığı su tesisleri de ilgi çekicidir (kral Menua'nın yaptırdığı Menua ya da Şamranaltı Kanalı, Keşiş Gölü Barajı v. b.). Onlardan kalan madenî eşya ve kapkacak, taş, kemik ve seramik eserler sanat ve teknik bakımından ileri düzeydedir.

Urartu dili Ön Asya dilleri grubuna girer. Yazılarıysa iki çeşitti: çivi yazısı ve hiyeroglif. Hiyeroglif yazısı yönetim ve din işlerinde kullanılıyordu. Bazı bilginler bu yazıyı onların kendilerinin bulduğunu, bazılarıysa Girit veya Hitit yazılarından edindiklerini öne sürerler. Urartular çivi yazısını Asurlardan almışlar ve bunu değiştirerek sadeleştirmişlerdi. Taş üzerine yazılmış kral yazıtları, yıllıklar, askeri olaylardan söz eden belgeler, yapılar ve su tesisleriyle ilgili levhalar çivi yazısıyla yazılmıştır.

Arkeoloji

Urartular üzerinde arkeolojik araştırmalar 1879 yılında başladı. Van-Toprakkale bölgesindeki bu çalışmayı İngilizler sürdürüyordu. Sonra Ruslar, Almanlar, Amerikalılar bu çalışmalara katıldılar. 1938'de demiryolu yapımı sırasında Erzincan yöresindeki Altıntepe'de çok değerli Urartu eserleri bulundu ve Ankara Müzesi'ne getirildi. Bu tarihten sonra konu Türk bilim adamlarının malı oldu. Bugün Türkiye'deki Urartu araştırmaları yalnız Türk arkeologları tarafından yapılıyor: Altıntepe kazılarında Prof. Tahsin özgüç, Adilcevaz kazılarında Prof. Emin Bilgiç, Toprakkale-Çavuştepe kazılarında Prof. Afif Erzen.

Urartu kralı Sordur I tarafından, kalker bir kaya üzerinde yaptırılan Van Kalesi'nde birçok Urartu kralının mezarı ve yazıtlar vardır.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:41 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
IX. ve X. yüzyıllarda parlayan İskandinav halklarıdır. Adları «deniz savaşçıları» anlamına gelen Vikingler, aslında iki ulusa, yani Varyaglar ile Normanlar'a mensup insanlardır.

İsveçli olan Varyaglar doğuya doğru yayılmış, IX. yüzyılda Karadeniz'e, hattâ İran'a kadar uzanmışlardı. Bunların çoğu Rusya'da, Novgorod ve Kiev'de yerleştiler, barışçı ticaret erbabı olarak ipek karşılığında kürk ve köle alışverişi yaptılar. Bunların içinden prens Ryurik Hanedanı Rusya'da XVI. yüzyıla kadar hüküm sürdü.

Normanlar

Danimarkalı ve Norveç'ti olan Normanlar («kuzey adamları») batıya doğru denizleri fethe giriştiler. Usta gemici ve korkunç savaşçı olan bu insanlar İzlanda'yı, Grönland'ı ve Kanada kıyılarını ele geçirerek sömürgeleştirdiler. Pruvası ejderha başı biçiminde olan, yelkenle ve kürekle yol alan, dibi hemen hemen düz, uzun teknelerin üstünde Büyük Britanya'ya çıktılar, zengin manastırları yağmalayarak, ağır fidyeler alarak her yere korku ve dehşet saldılar. Aynı hızlı akın tekniği anakarada da uygulandı.

Sen Irmağı boyunca denizden yukarı çıkan Normanlar, biri 845'te, diğeri 885'te iki kere Paris'e saldırdılar. Luvar vadisi, Bordeaux, Toulouse, Lizbon, Sevilla, hattâ İtalya bile onların saldırısına uğradı (Robert Guiscard, XI. yüzyılda Sicilya'yı ele geçirecektir). 911 yılında başkan Rollon, sonraları Normandiya adını alan bölgeye yerleşti ve yüz yıl kadar sonra buradan kalkan Fatih William I İngiltere'nin fethine girişti.

İki yüzyıl kadar Avrupa'ya egemen olan bu Vikingler sanıldığı kadar yırtıcı insanlar mıydı? Bu putatapar savaşçı insanların saldırısından ödleri patlayan keşişlerin yazdığı hikâyelere fazla inanmamak gerekir. Sağa adı verilen kahramanlık destanları, onların savaşlardaki başarılarını anlatır; bu destanlar ve bıraktıkları bazı sanat eserleri, Vikingleri tanımak için en iyi kaynaklardır.

Özgün Bir Uygarlık

Çok çabuk Hıristiyan olmalarına rağmen Vikingler, geleneksel inançlarını korudular. Gene Savaş Tanrısı Odin'e kurbanlar sunuyor, cinleri-perileri kutluyorlardı. Çok iyi örgütlendikleri için ülkelerinde merkezî monarşiler kurdular. Arkeolojik kazılarda çeşitli eşya (koşum, kızak, araba takımları), süs parçalan (tokalar, bilezikler, gümüş madalyon ve gerdanlıklar), silâhlar (kılıçlar, kargılar, baltalar) ortaya çıkarıldı; bunların üzerindeki ejderha, kuğu, at ve yılan motiflerinin büyülerle ilişkili bir anlamı olduğu sanılır. Tahkim edilmiş Viking köylerinin sokakları odun döşeliydi; bu köylerde kumtaşından ve granitten yapılmış, üzeri yazılı ve resimli mezar taşları bulundu.

Derebeyliğin Güçlenmesi

Viking yayılmasının sonuçlarından biri Avrupa'da derebeyliğin güçlenmesi oldu. Gerçekten bu sürekli tehdit karşısında krallar, soyluları kendi topraklarında kendi silâhlarıyla savunmakta ve köylüleri, tahkim edilmiş yerlerde korumakta serbest bıraktılar. Böylece derebeyler bağımsızlığa yöneldiler ve krallık karşısında güçlerini artırdılar.

Arkeolojik Yerler

En önemli araştırmalar Oseberg'de (Norveç) ve Jelling'deki (Danimarka) bir kral mezarlığında gerçekleşti. Eski Tralleborg ve Jutland kalelerinde, Hedeby köyünde Viking yapı tekniği ortaya çıkarıldı. İsveç'te Gotland Adası'nda çok değerli kalıntılar bulundu.

(Solda) Bir Viking gemisi. Deniz savaşçıları olan Vikinglerin, zarif biçimli tekneleri bazen 20 m.den uzun olur, hem kürek hem de yelkenle yol alabilir ve alçak su kesimleri sayesinde, hem denizde hem de nehirlerde kullanılabilirdi. Ölen Viking şefleri, tabut yerine bu teknelerden biriyle gömülürdü.

(Sağda) Viking başı (XI. yy) İskandinavya'da yapılan arkeoloji kazılarında, çok ustaca yontulmuş ağaç ve madenden yapılma pek çok eşya ortaya çıkarılmıştır. Devlet Tarih Müzesi, Stockholm.

(Solda) Tralleborg'da (Danimarka) tarihî modeller uyarınca yeniden yapılmış bir kale-ev. Uzun seferlerden dönüşte bu geniş ahşap evlere çekilen Vikingler, esirlerinin hizmet ettiği şölenlerde, kendi kahramanlık öykülerini dile getiren ozanları dinlemeyi pek severlerdi.

(Sağda) Miğferlerin süslenmesinde kullanılan, bronzdan kalıp (VII. yy.). Devlet Tarih Müzesi, Stockholm.

Prof. Dr. Sinsi 11-04-2012 11:41 AM

Medeniyetler Tarihinde Bilmedikleriniz
 
Yunanca «Helias»tan dolayı «Helenler» de denen, Yunanistan Yarımadasında yaşayan kavimler ve onların kurduğu eski devlet ve uygarlıktır.

Çiftçi bir halk olan Helenler ya da Eski Yunanlılar, tarihlerinin başlangıcında çok sade bir yaşam sürerler, sırtlarına kendilerinin dokuduğu yünden bir gömlek, ayaklarına sığır derisinden çarık giyerlerdi. Köylüler tek bir odadan ibaret olan kulübelerde oturur, evcil hayvanlarla birarada yatarlardı. Soylular sınıfı ömürlerini savaş, av, eğlence ve yarışmalarla geçirirlerdi. Deniz kıyısında yaşayanlar ise pek de dayanıklı olmayan teknelerle balıkçılık yaparlardı.

Savaşçı kavimler olan Akalar ve Borlar tarafından istilâ edilmeden önce, Yunanistan Yarımadası'ndaki dağlarla çevrili küçük ovacıklarda birbirine rakip bağımsız siteleri oluşturan topluluklar yaşıyordu. Bu sitelerden özellikle Atina ve Isparta'nın, Eski Yunan uygarlığında özel bir yeri vardır.

Eski Yunan halkı M.Ö. VI. yüzyılda Anadolu kıyılarında ve Akdeniz'de (Güney İtalya, Sicilya) yeni kentler kurdular. Siteler arasında büyük geçimsizlikler ve rekabet olmasına karşılık Eski Yunan toplulukları din ve dil bakımından bir birlik oluşturuyordu ve bu birlik sayesinde siteler, Persleri geriye püskürtmüşler, Isparta ordusunun Termopil'de (Thermopylai) ezilmesine rağmen Perslere karşı iki büyük zafer kazanmışlardı: Maraton Zaferi (M.Ö. 490) ve Salamis Deniz Savaşı (M.Ö. 480).

İşte bu olaylardan sonra Eski Yunan uygarlığı gelişmiş ve özellikle Atina, mimarları, bilginleri, filozofları, şairleri, müzikçileri, tiyatrocuları ve heykelcileriyle bu uygarlığı ebedîleştirmişti.

V. yüzyılın sonlarına doğru siteler yeniden birbirine düşünce Atina ve Isparta, ayrı ayrı bütün Yunanistan'a hâkim olmak istedi. Bu yüzden çıkan Peloponnes Savaşı, tüm ülkeyi kasıp kavururken veba salgını da Atina halkını kırdı. Böylece Atina, Isparta'nın baskısı altına girdi ve kendi yasalarından vazgeçmek zorunda kaldı (M.Ö. 404).

Bu kavgalardan yararlanan Persler Anadolu'yu ele geçirdiler ama Yunanistan topraklarını elde edemediler. Ama az sonra Makedonya kralı Filip (Philippos) II Yunanistan'ı fethetmekte hiç bir güçlükle karşılaşmayacaktı (M.Ö. 337).

İskender İmparatorluğu

Filip'in oğlu Büyük İskender başkaldıran sitelere boyun eğdirdi (Thebai yerle bir edildi) ve hırsla fetihlere girişti. On yıla yakın bir süre içinde, Akdeniz'den Hindistan kıyılarına kadar uzanan geniş bir imparatorluk kurdu. Darius III'ün tahtına yerleşti, onun kızıyla evlendi, yeni danışmanlar edindi ve birçok doğu âdetini benimsedi. Ne var ki İskender İmparatorluğu'nun zayıf birliği, ardılları arasındaki rekabete dayanamadı. İmparatorluğun parçalanmasıyla asıl Yunanistan'ın gücü de son buldu; onun yerini Antakya, Bergama ve İskenderiye gibi kentler aldı.

Romalılardan Türklere

Yunanlılar Kelt saldırılarına bir süre karşı koydular, ama Romalıların gücüne dayanamayarak sonunda onlara boyun eğdiler (M.Ö. 146). Eski Yunan uygarlığı öylesine zengindi ki Roma bu zenginliği ve sanat hazinelerini yağma etmekle kalmadı, onu taklit etmeğe de çalıştı: Yunan edebiyat, sanat ve mitolojisi Romalılar için en geçerli kaynak oldu ve sonunda onların uygarlığını belirli bir biçimde değiştirdi. Siyasal bakımdan ise Eski Yunanistan artık prokonsüllerce yönetilen iki eyalet haline geldi. Roma İmparatorluğu'nun büyük iktisadî dolaşımı dışında kaldı, onlara yazlık oturma yeri oldu.

Yabancı istilâları (Vizigot, Ostrogot, İslav, Bulgar) bu barış dönemini altüst ederek Yunanistan'ın yıkılıp dağılmasına yol açtı (III. yüzyıldan X. yüzyıla kadar).

Siteler ve Yurttaşlar

Eski Yunan'da sitelerin kurulması 2.500 yıllık bir olaydır ve bu uygarlığın temeli sitedir (polis). Her site az sayıda (beş-on bin) yurttaştan oluşurdu; sitede yaşayan yurttaşlar sırayla çeşitli görevler (maliyeci, asker) yüklenerek devlet yönetimine katılma hakkını elde eder ve yasaların güvencesinden yararlanırlardı.

Sitede oturanlar siyasal açıdan eşit değillerdi: yabancılarla kölelerin hiç bir hakkı yoktu. Aşağılık sayılan ve elemeğine dayanan işler bunlara yaptırılırdı.

Yurttaşlar şehrin merkez kesiminde otururlardı; burası savaş sırasında müstahkem bir kale, barış günlerindeyse siyasal, düşünsel, dinsel ve ekonomik yaşamın merkeziydi. Her sitenin kendi tanrıları ve yalnız kendi yurttaşlarınca uygulanan dinleri vardı.

Eğitim de sitelere göre değişikti. Isparta'da çocuklar çok sıkı, âdeta askerî bir eğitim görürdü. Yeniyetmelikten çıkma sırasında, soğukkanlılıklarını ve duyarsızlıklarını ispat etmek için köleleri (heilos) öldürebilirlerdi. Ve ömür boyu savaşa hazır askerler olarak kalırlardı.

Eski Yunan şehirleri çok canlıydı; buralardaki alışveriş yerleri şimdiki Yakındoğu şehirlerinde görülen çarşı ve pazarlara benzerdi. Bütün yurttaşlar, hattâ köleler şehrin ortasında bulunan ve agora denen büyük bir meydanda toplaşıp buluşurlardı. Sebze, şarap ve balık satıcılarının çığlıkları, halı-kilim ve koku sergileri arasında, neşeli bir uğultu içinde karşılaşır, söyleşir, tartışır, itişir-kakışırlardı.

Atina'da yurttaşlar Ekklesia denen halk meclisinde toplanır, bu toplantılarda sitelerinin sorunlarını tartışır, savaş ya da barış konusunda karar alırlardı.

Sofokles'in, Aiskilos'un, Euripides'in trajedilerinin ya da Aristofanes'in komedilerinin oynandığı açıkhava 'tiyatrosu, halkın tek eğlencesiydi.

Yunan uygarlığı M.Ö. V. yy.da en yüksek düzeye ulaştı; III. yy.da İskender'in fetihleriyle her yana yayıldı. Ordunun bozguna uğramasına rağmen Yunanistan'ın etkisi Roma'ya kadar uzandı ve Roma uygarlığının gelişmesinde büyük payı oldu.

Haşmet ve Sefalet

Anıt yapıların güzelliği, edebiyatın göz kamaştırıcı parlaklığı bizi yanıltmamalıdır. O zamanlar Yunanlıların çoğu köylerde harap kulübelerde, şehirlerde basit evlerde ve ilkel kondularda yaşıyorlardı. Kaldırımsız, ışıksız dar sokaklarda lağım suları akardı. Her taraf sinek, sivrisinek, fare doluydu. Atina ya da Isparta'ya dışarıdan gelen bir kimse önce pislikle ve ağır kokularla karşılaşırdı.

Perikles Çağı

'Perikles (M.Ö. 495-429) döneminde Atina, sosyal ve kültürel alanda kazandığı başarılar sayesinde öteki Yunan sitelerine üstünlüğünü kabul ettirdi. «Perikles çağı» tarih (Herodotos), felsefe (Sokrates ve Eflatun), tiyatro (Aiskilos [Aiskhylos], Sofokles, Euripides) ve özellikte sanat (heykelci Pheidias'ın Akropolis'teki çalışmaları) alanında olağanüstü bir gelişme gösterdi.

Isparta

Atina'nın büyük rakibi Isparta aristokratik bir rejimle yönetiliyordu. Ahalisi üç sınıftan oluşuyordu: heilos (savaşta tutsak alınan ve toprakları işleyen köleler), perioikos (Isparta'ya boyun eğmiş Akalar) ve eşitler (tamamı yurttaş sayılan savaşçılar sınıfı). Yedi yaşından başlayarak sert ve sıkı bir eğitim gören eşitler, Isparta'yı Med Savaşları'na kadar Yunanistan'ın en güçlü devleti yaptılar.

Sitede Din

Din, sitedeki yaşamın bir parçasıydı. Yüksek görevlilerin yönettiği din törenlerine sitenin bütün ahalisi katılırdı. Ayinler kesin kurallara bağlıydı ve candan katılmayı gerektirirdi: Yunanlılar, candan katılmazlarsa, kıskanç ve alıngan olan tanrıların kendilerini korumayacağına inanırlardı.

Aristofanes

Aristofanes (M.Ö. 445-386) kırk kadar komedi yazmıştır; başlıcaları şunlardır: Bulutlar, Yaban Arıları, Kuşlar, Lysistrata, Plutos ve Kadınlar Meclisi. Aristofanes, buluşlarla dolu usta bir üslûpla savaşa, hasımlarına, paraya saldırır ve Atina mahkemelerini gülünçleştirir. Kullanmaktan sakınmadığı edepsizce sözler, herkesi, sıradan insanları olduğu kadar seçkinleri de güldürürdü.

(Solda) Erekhtheion Tapınağı'nda (Akropolis) kareler tribünü (M.Ö. 421-406). Genç kız biçimli bu zarif sütun-heykeller, Eski Yunan'da kadına gösterilen saygının simgesi sayılır.

(Sağda) Mitoloji öykülerinden birini canlandıran bu sahne, M.Ö. VI. yy.dan kalma bir Yunan vazosu üzerinde yer alır. Louvre Müzesi, Paris.

(Solda) Demostenes (M.Ö. 384-322), Atina'nın ünlü hatibi ve siyaset adamıydı. Demokrasinin ve millî bağımsızlığın ateşli savunucusu olan Demostenes, on yılı asan bir süre Atinalıları, Makedonya'nın saldırgan kralı Filip tehlikesine karşı uyarmağa çalıştı; bu yöndeki konuşmaları hitabet örnekleridir; ama çabaları boşa gitti ve sonunda Filip'in oğlu İskender Yunan ülkesini de egemenliği altına aldı.

(Sağda) Panathena yarışlarında yer alan dört at koşulmuş bir yarış arabası resmiyle süslü Yunan küpü (amphora). Bu küpler, sözü geçen yarışlarda birinci gelenlere ödül olarak verilirdi. Attike'de bu büyük bayram dört yılda bir temmuz ayında yapılır ve altı gün sürerdi. British Museum, Londra.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.