ForumSinsi - 2006 Yılından Beri

ForumSinsi - 2006 Yılından Beri (http://forumsinsi.com/index.php)
-   Beslenme, Diyet ve Sağlık (http://forumsinsi.com/forumdisplay.php?f=608)
-   -   Sağlık Makaleleri (Arşiv) (http://forumsinsi.com/showthread.php?t=45333)

rock_alltime 05-08-2008 10:22 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Yüzünüzü iki defadan fazla yıkamayın

Uzmanlar, cilti yağlı olanlara, "Yüzünüzü günde iki kereden fazla yıkamayın. Çünkü fazla yıkanarak kurumayan ciltler daha çok yağ salgılar" uyarısında bulundu.




İHA muhabirinin derlediği bilgilere göre, özellikle yaz aylarında ve alın bölgesinde toplanan yağlar bir çoğunun ortak sorunu olmaya devam ediyor. Uzmanlar, cildi temizlemek için hafif bir jel ürün kullanılmasını çünkü krem içeren temizleyicilerin ciltte kalıntı bıraktığını belirterek, bunun da yağlı bir görüntüye neden olduğunu kaydettiler. Cildi yağlı olanların yüzünü günde 2 kereden fazla yıkamaması gerektiğini işaret eden uzmanlar, "Cildinizi fazla yıkamanız kurumasına sebep olabilir. Bu durumda da cilt daha çok yağ salgılar" dediler. Nemlendirici fondötenlerin kullanılmamasını tavsiye eden uzmanlar, şu bilgileri verdi:
"Mutlaka tonik kullanın. Kullandığınız toniğin alkol içermemesine dikkat edin, çünkü tonik ciltte kuruma yapabilir. Bunun yerine, güvercinağacı (hamamelis) veya buna benzer yatıştırıcı özelliği olan maddeler içeren bir tonik kullanmaya özen gösterin. Toniği, yüzünüzü jelle her yıkayışınızdan sonra kullanın. Güneş kremi sürmeyi ihmal etmeyin. Gene jel olanları tercih etmekte fayda var. Nemlendiricili fondötenlerden kaçının. Daha ileri yaşlar için üretilmiş fondötenlerde genellikle nemlendirici bulunur. Bu nedenle de yağ içerebilir. Bunlar yerine yağ içermeyen formülleri tercih edin. Pudra kullanın. Fondötenin üzerine süreceğiniz yarı saydam bir pudra, fondötenin bozulmadan cildinizde kalmasını sağlar, hem de yağlı görünümün önüne geçer. Cildin yağını almak için özel olarak hazırlanmış kağıtlardan kullanın. Bunları kullanırken, makyajınızı bozmamaya dikkat edin. Ayrıca pudrayı da fazla abartmayın. Çünkü fazla pudra sürdüğünüzde, ince çizgiler oluşabilir. Bu da ağır bir makyaj görünümü verir. Maske yapın. Haftada bir veya iki kez uygulayacağınız killi bir maske gözenekleri temizler. Cildiniz yağlıysa, makyaj malzemelerinizi pudraları olanlardan seçin. Pudra halindeki far ve allık, cildinizde daha uzun süre kalır. Cildinizin daha da yağlandığını, pul pul döküldüğünü fark ederseniz, doktora görününüz".

rock_alltime 05-08-2008 10:23 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
'Hiperaktif' ile 'yaramaz'ı karıştırmayın



Okul hayatında başarısız ancak, yaşıtlarına göre aşırı hareketli ve dikkatini bir türlü toplayamayan çocuklarda 'Hiperaktif' sorunu olabileceği bildirildi.
Uzmanlar, hem evde hem okulda aynı hareketliliği gösteren ve bir türlü dikkatini bir noktaya toplayamayan çocuğu olan anne babalara, "Bu durumu dikkate alın" uyarısı yaptı.




Son yıllarda sıkça kullanılan, "Dikkat eksikliği Hiperaktivite bozukluğu" sorununun ilk belirtileri, 'aşırı hareketlilik' ve 'dikkati toplayamama' olarak gösteriliyor. Uzmanlar öncelikle bir çocuğun hiperaktif olduğunu söyleyebilmek için onun normal çocuklarla kıyaslanamayacak kadar aşırı derecede atak, hareketli olması gerektiğini belirttiler. Hiperaktif çocukların yüzme bilmeden derin suya atlamak veya yoğun trafikte hızla giden arabaların önüne fırlamak gibi aşırı hareketlerde bulunduklarını anlatan uzmanlar, "Hiperaktif çocuklar dikkatlerini bir konu üzerinde toplayamazlar. Ayrıca sadece evde değil okulda ve günlük yaşamda da aynı şekilde davranışlar gösterirler. Hiperaktivite bozukluğunun üç temel belirtisi vardır. Çocukta bu belirtilerin hepsi bir arada bulunabilir ya da sadece biri ya da ikisi görülebilir" diye konuştular.
Hiperaktif çocuğun çoğu zaman dikkatini ayrıntılara veremediğini, etkinliklerde hatalar yaptığını ifade eden uzmanlar, "Örneğin, satrançta, sporda dikkatsizce hatalar yapıyorsa bu önemli bir bulgudur. Ancak burada altının çizilmesi gereken nokta sadece okulda, derslerinde değil, kendi sevdiği etkinliklerde de hatalar yapmasıdır" dediler.


Uzmanlara göre hiperaktif çocuğun belirtileri şöyle:
"- Düşünmeyi gerektiren aktivitelerden kaçarlar. Örneğin, satranç, bilmece çözme gibi şeylerden uzak durabilir.
- Gerçek dikkat eksikliği olan çocuklar dışarıdan gelen en ufak bir uyarana derhal tepki gösterirler. Bir zil sesi, bir ışık çocuğun dikkatini hemen dağıtır.
- Kendisiyle konuşulduğu zaman dinlemiyor gibi gözükür. Çoğu zaman da kendisine söylenenleri yerine getirmez.
- Çoğu zaman kendi için gerekli olan, defter, kalem ve benzeri eşyalarını kaybeder.
- Çocuk o kadar ataktır ki daha soru bitmeden hemen cevap verir, herkesin sırasını beklediği yerde sıra beklemez. Bu ilk defa ana okulunda ya da okulda ortaya çıkar.
- Başkasının sözünü keser, başkasının oyununu bozar.
- Kıpır kıpırdır yerinde duramaz. hareketlerinde bir aşırılık söz konusudur.
- Oturması beklenen yerde oturamaz kalkar, sınıfta kendini tutamaz, kalkar dolaşır.
- Etkinliklere katıldığında oyunu bozar, sırasını beklemek istemez, devamlı hareket der.
- Çok konuşur, söze karışır."

HİPERAKTİF KÜÇÜK YAŞTA DA ANLAŞILABİLİR
Genellikle okula başlama çağlarında göze çarpan hiperaktif sorununun dikkatli bir gözlemle 1-1.5 yaşlarında da tanınabileceğini belirten uzmanlar, "Hatta bazılarının anne karnında bile çok hareketli oldukları veya doğumdan hemen sonra anne kucağında ya da yatağında durmadan hareket ettikleri gözlenir. Bu bebekler, huysuz, huzursuz güç bebek olarak tanımlanır. Yaşamın ilk birkaç ayında aşırı hareketlilik, yeme ve uyku bozuklukları görülebilir. Emekleme dönemi veya yürümeye başladıkları zaman çok hareketli ve atak oldukları için birkaç kişinin devamlı bakımı gerektiği söylenir" şeklinde konuştu.




Hiperaktivite bozukluğunun birinci dereceden akrabalar arasında görülmesinin kalıtsal geçiş şüphesini ortaya çıkardığını vurgulayan uzmanlar şunları kaydetti:
"Hiperaktivitenin gelişme ihtimalleri arasında gebelik ve doğum komplikasyonları, anne-babada alkolizm, depresyon, annenin sigara içmesi gibi durumların da etkili olduğu düşünülüyor. Çocuk psikiyatristleri aile ve öğretmenlerin yaramazlık ve hiperaktiviteyi birbirine karıştırdığını belirterek, bu konudaki farka dikkat çekiyor. Bazı aileler aslında yaramaz olan çocuklarının hemen hiperaktif olduğu düşüncesine kapılıyorlar. Aynı şekilde öğretmenler de bu kanıya kapılıyor. Oysa ikisi çok farklı. Hiperaktivite tanısının mutlaka bir çocuk psikiyatristi tarafından konulması gerekir. Çünkü tembel, şımarık ve yaramaz çocuklar da bu bozuklukla karıştırılabilir. Bu yüzden tanının iyi konulmuş olması son derece önemli. Eğer çocuk gerçekten hiperaktif ise gençlik yıllarında da yüzde 80 oranında devam eder. Yetişkinlikte ise yüzde 30-60'a kadar devam edebilir. Burada korkulan durum daha çok ileri yaşlarda ortaya çıkıyor. Çünkü çocuk tedavi edilmezse okulu bitiremiyor, aşırı tezcanlı olduğundan çalışarak bir şeyleri başarmayı beklemiyor, hırsızlık gibi kolay yoldan para kazanma davranışlarına yönelebiliyor. Toplum dışı bazı davranışlar göstererek, etrafına zarar verebiliyor."

rock_alltime 05-08-2008 10:24 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Tiksinmek hastalıktan koruyor

--------------------------------------------------------------------------------

Tiksinmenin hastalıktan koruduğu İngiliz bilim adamlarının 40 bin kişi üzerinde yaptığı araştırmada ortaya çıktı.


Dünyadaki bütün insanların ter, salya, iltihap, dışkı, yara, ceset, kesilmiş tırnaklar, bozulmuş et gibi şeylerden tiksindiğini belirten bilim adamları, kan basıncının düşmesi, mide bulantısı ve içgüdüsel olarak irkilme gibi tepkilerin de hemen hemen bütün kültürlerde aynı olduğunu kaydettiler.


Londra'daki Hijyen ve Tropikal Tıp Okulu'nda görevli bilim adamı Val Curtis ve ekibi, bu benzerliklerden yola çıkarak, tiksinme duygusunu daha ayrıntılı olarak araştırmaya karar verdi. 'Proceedings of the Royal Society Biology Letters" dergisinde yayımlanan habere göre, Curtis ve ekibi, internet yardımıyla 40 bin kişiyle araştırma yaptı.


Katılımcılara her defasında iki resim gösterildi ve hangisini ne kadar iğrenç buldukları soruldu. Resimlerden birinde normal olaylar, nesneler ve hayvanlar bulunurken, diğerinde ek olarak olası bir enfeksiyon riskini barındıran objeler yer aldı.


Araştırma sonucunda, katılımcıların yüzde 98'inin sağlık tehlikesi bulunan resimleri daha iğrenç bulduğu ortaya çıktı. Bilim adamları, katılımcıların, yeşil-sarı renkteki balgamı mavi renkte yapışkan bir sıvıdan, açık ve iltihaplı bir yarayı kapalı ve hafif kızarmış bir yanık izinden ve kurtçukları tırtıldan daha iğrenç bulduklarını söylediler.
Kadınların iğrenme derecesinin erkeklerden daha yüksek olduğunu kaydeden bilim adamları, tiksinme duygusunun her iki cinsiyette yaşla doğru orantılı olarak azaldığını tespit ettiler. Bilim adamları, tiksinme duygusunun evrim sürecinde, enfeksiyon riskini azaltmak için geliştiğine inandıklarını ifade ettiler.

rock_alltime 05-08-2008 10:24 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Tırnak yemek duygusal bir sorundur

--------------------------------------------------------------------------------

Tırnak yemenin duygusal bir sorun olduğunu belirten uzmanlar, özellikle aileleri tarafından azarlanan çocukların tırnaklarını daha fazla yediklerini kaydettiler.




Tırnak yeme alışkanlığı sıklıkla çocuklarda görülmesine rağmen yetişkinlerde de görülen bir davranış. Tırnak yeme alışkanlığının çocuklarda 3-4 yaşlarında başladığını vurgulayan uzmanlar, "Bu aynı zamanda öğrenilmiş bir davranıştır. Ailesinde tırnak yeme davranışı olan bir çocuk bunu kopyalayabilir" dediler. Uzmanlar, tırnak yemenin diğer nedenlerini ise şöyle sıraladılar: "Ev ortamındaki aşırı baskıcı tutumlar ve kuralcı yapı sonuçta güvensizlik göstergesidir. Çocuğun azarlanması, toplum içinde aşağılanması, ona yaşına uygun sorumluluk verilmemesi (mesela odasını toplaması, kahvaltıyı hazırlaması, gibi basit ev işleri), kardeşler arasında taraf tutma, ana baba ilgisizliği, yaşamış olduğu korkular gibi nedenler çocukta tırnak yeme davranışını tetikler".
Çocukta gerginlik ve huzursuzluk oluşturan nedenlerin titizlikle araştırılmasını öneren uzmanlar, sonuçta tırnak yemenin duygusal bir sorun olduğunun altını çizdiler. Azarlamak, korkutmak, başkalarını örnek göstermek veya çocuğu tehdit etmenin sorunu çözmeyeceği gibi daha da ağırlaştıracağını anlatan uzmanlar şu temel görüşü dile getiriyor:


"Onları, korku ve kaygı oluşturabilecek film, video, atari gibi faaliyetlerden uzak tutmak gerekir. Ebeveynler cocuklarının önünde asla kavga etmemelidirler. Ederlerse bile bu bir alışkanlık haline gelmemeli anlaşmazlık nedenleri çocuga uygun bir dille açıklanmalıdır. Sorun uzun sürerse bir uzmanla yüzyüze görüşülmeli. Çocuklar yeni ortamlara ve yeni kişilere uyum göstermekte zorluk çekmezler. Ve çocuklarda bazı davranış biçimlerinin soruna dönüşmesine neden olan yetişkinlerdir".

rock_alltime 05-08-2008 10:25 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
"Çekingen" deyip geçmeyin

Her 100 çocuktan 10'u aşırı çekingenlik sorunuyla karşı karşıya.


Aşırı derecede çekingenlik ve utangaçlığın, psikolojik bozukluğun bir göstergesi olduğu belirlendi. Sağlık uzmanlarının yaptığı araştırmalar sonucunda çekingenlik, utangaçlık ve sıkılganlık genellikle yapı, aile ve çevreden kaynaklanıyor.

Bu konuda anne ve babanın rolü de büyük. Silik anne-baba modeli, otoriter ebeveynler, aşırı koruyucu, kollayıcı ya da hep eleştiren anne ve babaların bu sorunlara zemin hazırladıkları ortaya çıktı.


Uzmanlar, çocuğun gelişimini anne ve babanın davranışının nasıl etkilediğini gözlemlediler. Anne ve babanın her ikisi veya biri aşırı evhamlı, titiz, koruyucu-kollayıcı ise sürekli çocuğunu kollamaya, göz önünden ayırmamaya çalışır. Çocuğun yaptığı işleri beğenmeyen, küçümseyen, başkalarıyla kıyaslayan, dayak atan anne ve babalar ise çocuklarında çekingen olma riskini artırıyor. Bu psikolojik sorunun önüne geçilmesi, çocuğun kendine güvenli, girişimci olabilmesi için hekimler, çocuğun önce teşvik ve iltifat edilmesi gerektiğini, çocuğun sırtını sıvazlayarak 'aferin' demenin, çocuğu yaptığı işe karşı motive ettiğini ifade ediyorlar.

Çocuğun uygun tercihlerine saygı gösterilmesi, çocuğun yeteneklerinin gelişmesi için özgür ve öz denetime dayalı bir disiplin anlayışı geliştirilmesi öneriliyor. Ayrıca çocuğa anne ve babanın ilgi gösterip birlikte oynamaları ve cocukla ciddi konularda konuşulması gerektiği de tavsiye ediliyor.

rock_alltime 05-08-2008 10:26 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Bir yaşına kadar parmak emme normal

--------------------------------------------------------------------------------

Çocuklarda 1 yaşına kadar parmak emmenin normal olduğunu belirten uzmanlar, 5-6 yaşından sonra bu durumun tehlikeli geleceğin habercisi olabileceğini kaydettiler.


Derlenen bilgilere göre, çocuklar emme faaliyetlerinden büyük keyif alıyorlar. bebekler annelerini emerek onla aralarında duygusal bir bağ kuruyor ve bu arada karınlarını da doyurulorlar. Uzmanlar, çocuklarda 1 yaşına kadar emme faaliyetinin faydalı ve normal olduğunu belirtiyor. Uzmanlara göre bebek beslenmesi bittikten sonra da parmağını emerse bu yeterince emme faaliyetinin yerine getirilmediğini diğer bir deyişle yeterince doyurulmadığını düşündürebilir. Yapılan araştırmalara göre, 5-6 yaşlarına kadar parmak emmenin zararlı olmadığını anlatan uzmanlar, "Ancak sosyal ortamlarda ebeveynler çocukların bu davranışından rahatsızlık duyarlar ve bu emme davranışı ebeveynler için sorun olur" dediler. Uzmanlar ebeveynlere şu önerilerde bulunuyor:


"Çocuğunuzu ürkütmeden hatta onunla beraber emme taklidi yaparak duygularını anlamaya çalışınız. Emme davranışı çocuk gelişiminde bir gereksinim olmakla beraber 6 yaşından sonra duygusal bir sorun olarak değerlendirilir. Bu nedenle çocuğunuzla olan iletişiminizi tekrar gözden geçirin. Ev ortamına katılacak yeni bir kardeş veya var olan ortamdaki değişiklikler çocuğunuzda kaygı yaratabilir bunları göz önüne alın. Sonuçta bu davranış eleştirilmeden ilgisini başka yönlere çekilerek ortadan kaldırılabilir".

rock_alltime 05-08-2008 10:26 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
'Tylol hot' şeker hastalarına sakıncalı

'Tylol Hot' grip ilacı, içerisinde fazla şeker bulundurmasından dolayı Amerikalı uzmanlarca şeker hastalarına önerilmiyor.


İlacın üzerinde uyarı bulunması gerektiğini belirten uzmanlar, poşette olduğu ve tatlı olduğu için tercih edilen ilacın içerisinde çok fazla şeker bulunduğundan, özellikle şeker hastalarının kullanmasının uygun olmadığını bildirdiler. Uzmanlar, bir poşetinde 7 küp şeker bulunan ilacın, kullanılması halinde diyabet hastalarının günlük şeker limitinin 3 katına çıktığını belirtirken, hastaların ilacı kullanırken dikkatli olunmasını gerektiğini vurguluyor. Uzmanlar, ilacın her bir poşetinde bulunan şeker miktarının, diyabet hastası için günlük limit olan 20 grama eşdeğer olduğunu belirtirken, ilacın günde üç kez kullanılması halinde şeker hastasını hiperglisemi denilen şeker komasına sokmak için yeterli" diyerek, şeker hastalarını uyarıyor.

rock_alltime 05-08-2008 10:28 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Bademcik ameliyatı sonrası

Basit ve riski az bir ameliyat olan bademcik ameliyatından sonra hastaların büyük bir bölümü gün içinde taburcu edilir. Ancak tabuncu olduktan sonra da dikkat edilmesi gereken hususlar olduğunu unutmamak gerek.
KANAMA
Bademciğe ait ameliyat bölgesi açık yara şeklinde olduğu için, ameliyat sonrası kanamalar olabilir. Kırmızı taze kan veya kanlı kusmalar olduğunda en kısa zamanda doktorunuza haber verin veya hastaneye gidin.

AMELİYAT SONRASI AĞRILAR
Bademcik ameliyatına bağlı açık yara bölgesi tam olarak kapanana kadar, yaklaşık 2 hafta süreyle bir miktar ağrınız olabilir. Ağrıların şiddeti kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Çoğu kişide basit ağrı kesiciler yeterli olurken, bazı kişilerde daha sık ve daha güçlü ağrı kesiciler gerekebilir. Ağrılar genellikle yutma sırasında oluşan boğaz ağrılarıdır. Boğaz ağrısı bazen kulağa vuran ağrılar şeklinde olabilir.
Erişkinlerde ağrılar, çocuklara kıyasla biraz daha şiddetlidir ve daha uzun sürer.

DİYET BİLGİLERİ
Ameliyatınızdan sonra anestezinin etkisi tam olarak geçene kadar (4 saat) bir şeyler yemeniz ya da içmeniz sakıncalıdır. Ne zaman ağızdan gıda alacağınızı hemşireniz size bildirir.
Genel olarak bol su içmeniz, yumuşak, soğuk ve boğazınızı tahriş etmeyen gıdalar almanız sizin için daha iyi olur.
1.gün: Küçük miktarlarda ancak sık aralıklarla soğuk çay, şerbet, komposto, süt, dondurma.
2.gün: Bunlara ilave olarak oda sıcaklığında, yoğurt, ayran, muhallebi, puding.
3-4.gün: Yumuşak gıdalar, patates püresi, rafadan yumurta, makarna. Miktarları tedricen artırınız.
5.günden itibaren: Tahriş edici, batıcı ve çok sıcak olmamak kaydıyla, doktorunuza danışarak kademeli olarak normal diyetinize geçebilirsiniz. Yaklaşık 10 gün süreyle, ağrı kesicilerin yardımı olmadan, gıdalarınızı tam ve rahat yutamayabilirsiniz.

AKLINIZDA BULUNSUN
Ameliyattan sonraki ilk 7 gün;
1- Sıcak ve asitli ürünlerden kaçınınız (örn: Portakal veya limon suyu, kola),
2- Çikolata ve çikolatalı ürünler yemeyiniz,
3- Pipet kullanmayınız,
4- Bol sıvı alınız (su, süt vb),
5- Kırmızı renkte gıda ve içeceklerden kaçınınız,
6- Acı ve baharatlı gıdalardan kaçınınız,
7- Yutarken ameliyat yerini çizebilecek ekmek kenarı, galeta gibi sert ve katı gıdalardan kaçınınız ve iyice çiğnedikten sonra yutunuz.
KONUŞMA
Ameliyat sonrası konuşmanızın biraz genizden gelmesi ve ses tonunda küçük bir değişiklik olması normal. Bu, ses tellerinizin zarar gördüğü anlamına gelmez.

ATEŞ
Ameliyat sonrası ateşinizin 0.5-1 derece yükselmesi normaldir. Daha yüksek veya uzun süreli ateş genellikle susuz kalmaktan kaynaklanır. Bol sıvı almanıza rağmen ateşiniz hala yüksek olması bir enfeksiyon belirtisi olabilir, doktorunuzu arayınız.

AMELİYAT SONRASI DÖNEMDE YAPILACAKLAR
Çocukların ameliyattan sonra 3 gün evden çıkmayarak dinlenmesi gerekir. Çocuğunuz ameliyattan 5-7 gün sonra okuluna dönebilir, ancak en az 10 gün süreyle programlı spor faaliyetlerinde bulunmaması gerekir.
Erişkinlerde iyileşme süresi daha uzundur ve ameliyattan 1 hafta sonra doktorla yapacakları ilk görüşmeden önce işe gitmemeleri önerilir. Ameliyatı izleyen 2 hafta boyunca da sportif ve yorucu faaliyetlerden kaçınılmaları gerekir.

NEFES KOKUSU
Boğazda bademciklerin alındığı yerde beyaz, kirli-gri renkte bir zar oluşur. Bu zar doğal iyileşme sürecinin bir parçasıdır, ortalama 2 hafta içinde kaybolur. Özellikle az sıvı alan ve yetersiz beslenen kişilerde olmak üzere, bazen nefeste hafif bir koku ortaya çıkabilir. Kokudaki artışla birlikte yutma güçlüğü ve ağrıda bir artış olması durumunda doktorunuzu danışmanız da fayda var.

rock_alltime 05-08-2008 10:28 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Sigara ve alkolü bırakabilirsiniz

--------------------------------------------------------------------------------

Ramazan ayının içki ve sigara gibi kötü alışkanlıklardan kurtulmak için fırsat olarak değerlendirilebileceği bildirildi.


Oruç tutan bağımlıların tedaviyle vazgeçmeye çalıştıkları alkol ve sigaradan, Ramazan'da bir süre de olsa uzaklaştıklarını ifade eden uzmanlar, "Ramazanda bir ay süreyle alkol almayan kişi, sigarayı da azaltırsa, bu tür kötü alışkanlıklarından kurtulabilir" dediler. İçki içmenin azaldığı Ramazan ayında, alkolden uzak durmanın daha kolay olduğunu vurgulayan uzmanlar, "Ramazan'da, iradelerini sınayan kişiler, buna yeni bir irade katarak, alkol ve sigaradan da uzak durabilirler. Kişi Ramazan'dan sonra da kendisini kontrol ederek, içkili yerlerden uzak durup, bu tür kötü alışkanlıklarından vazgeçebilir" diye konuştu.


Bu arada, Ramazan ayında her yönüyle vücudunu dinlendiren kişinin, alkol ve sigaradan kurtulmak için bunu fırsat olarak kullanabileceğine dikkati çeken uzmanlar, bu dönemde alkol almayan kişilerin, alkolü bırakmayıp sadece ara verdiklerini, sigarayı da akşamları içtiklerini belirttiler. Bağımlıların alkolü ve sigarayı bırakabilmesi için uzman hekime başvurmaları gerektiğini savunan uzmanlar, "Ramazan'ı bahane edip, 'Bundan sonra da içmeyeceğim' diyen kişilerin tedaviyle desteklenmesi gerekir. Hastaların bağımlılık durumlarına göre ilaç tedavileri kullanılıyor. Kişinin, Ramazan ayında, tedaviye başlaması, bu tür bağımlılık yapan alışkanlıklarından kurtulmasını kolaylaştırır" dediler.

rock_alltime 05-08-2008 10:33 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Grip hastaları Tylol Hot ve A-ferin diyor

AC Nielsen tarafından Ocak 2004 'de yapılan araştırmada, çok sık karşılaşılan ve yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilen Grip ve Soğukalgınlığında, tüketicilerin bilinç düzeylerini ve tutum/davranışlarını sorgulayan sorular yöneltildi.

6 ilde yürütülen çalışmada 16-64 yaş grubundan 1416 kişiyle görüşüldü.


Bu çalışmanın sonuçlarına gore:

-Son 3 ayda Grip ve Soğukalgınlığı geçirme oranı %53


-Bu 3 aylık dönemde Grip ve Soğukalgınlığına bağlı işgücü kaybı 1.8 gün


-Genç yaş grubunda Grip ve Soğukalgınlığına bağlı işgücü kaybı daha yüksek


-Grip ve Soğukalgınlığında doctor dışı tedavi yöntemleri ön planda (%71)


-Genç yaş grubunda ve yüksek sosyo-ekonomik seviyede Grip ve Soğukalgınlığı tedavisinde en çok hatırlanan ilaç Tylol Hot


-En fazla tercih edilen ürünler Tylol Hot ve A-ferin.


-"Ecazneden ilaç alarak tedavi uygulayan" ve "evde bulunan ilaçlar ile tedavi uygulayan" denekler araında en çok kullanılan ilaç Tylol Hot


-Doktorun önerdiği/reçetelediği ilaçlar arasında ilk sırayı alan Tylol Hot, ikinci sırada A-ferin bulunmaktadır.


-Şeker hastaları için de Tylol Hot-D öneriliyor

rock_alltime 05-08-2008 10:33 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Çocukların dişleri neden çürür?

--------------------------------------------------------------------------------

Süt dişleri normal dişlere oranla daha çok organik madde içerdikleri için daha kolay ve hızlı çürüyor. Bu nedenle ağız bakımına yetişkinler kadar dikkat etmeyen çocukların süt dişleri çok çabuk çürümeye yüz tutuyor.


Türk Dişhekimleri Birliği'nden (TDB) alınan bilgiye göre, çocuklar, çürüğün erken döneminde görülebilen soğuk sıcak hassasiyeti ve hafif ağrı gibi sinyalleri zamanında yorumlayamazlar. Olayı ancak dayanılamayacak kadar ağrı olmasında fark ederler ki bu durumda çok geç kalınmış olabilir. Çocukların ağız bakımına yetişkinler kadar dikkat edemediğini belirten uzmanlar, çocuğun el becerisi, merakı ve ebeveynin tutumunun diş fırçalama alışkanlığını belirlediğini söyledi. Özellikle annelerin emzik ya da biberonu şeker, reçel gibi gıdalara batırarak çocuklara vermelerinin çocuklardaki diş çürüklerinin nedenleri arasında yer aldığını belirten uzmanlar, bununla birlikte uyku aralarında şekerli süt, meyve suyu gibi gıdaların içirilmesinin de çürüğü tetiklediğinin altını çizdiler. Çürüğü tamamen engelleyebilecek bir aşı ya da ilaç henüz geliştirilemediğini vurgulayan uzmanlar, "Ancak, çürük sayısını azaltmaya yönelik bazı malzemeler günümüzde kullanılmaktadır. Bunlardan birisi; 'fissür örtücü' dediğimiz malzemedir. Diş çürükleri genellikle azı ve küçükazı dişlerinin, çiğneyici yüzlerinde bulunan 'fissür' adı verilen oluklarda başlar. Bahsettiğimiz malzemeyle olukların üzeri kapatılıp, o bölgeye mikrop, yemek artığının sızması engellenerek çürük başlaması önlenir. Bu işlem, 6 yaşından itibaren çıkan kalıcı azı ve küçükazı dişlerine de uygulanabilir" diye konuştular.


Çürüğü engellemenin başka bir yolunun da dişlerin çürüğe karşı direncini artırmak olduğunu anlatan uzmanlar, şu bilgileri verdi:
"Dişlere yüzeysel florür uygulanması suretiyle bu direnç kazandırılır. Bebek 6-8 aylıkken, (yani ilk dişler ağızda göründüğünde) temizleme işlemi başlamalıdır. Sabah kahvaltısı sonrası ve gece yatmadan önce dişleri (en azından çiğneme yüzeylerini) temiz bir tülbent ya da gazlı bezi ıslatarak silmek, temizlemek yerinde olur. Diş fırçası kullanımına ise çocuğun arka dişlerinin çıkmasından sonra (ortalama 2,5-3 yaşında ) başlanması uygundur. Okul öncesi çocuklarda diş fırçalama için bir teknik uygulatmak çok zordur. Bu yaşlarda önemli olan, çocuğa diş fırçalama alışkanlığı kazandırmaktır. Çocuklar diş fırçalarken çoğu zaman dişlerin görünen ya da kolay ulaşılan yüzlerini fırçalar. Oysa çürüklerin önlenmesi için dişlerin ara yüzleri ve çiğneyici yüzeylerini çok daha iyi temizlemek gerekir. Bu nedenle fırçalamadan sonra anne-babanın kontrolü iyi olur."

rock_alltime 05-08-2008 10:34 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Erkek kısırlığı tedavi edilebilir

--------------------------------------------------------------------------------

Kısırlık tarif olarak çiftlerin bir yıl boyunca korunmaksızın, istemelerine rağmen çocuklarının olmaması olarak tanımlanabilir.Toplumda görülme oranı yüzde 15 civarındadır. Bu oran Türkiye'de yılda yaklaşık 75-80 bin yeni çifte tekamül eder ki, oldukça büyük bir rakamdır. Erkek ve kadın arasındaki dağılımda; üçte bir erkek sorunlu, üçte bir kadın sorunlu, üçte bir ise erkek ve kadın birlikte aynı anda sorumludurlar. Yani yaklaşık yüzde 50'ye yüzde 50 bir dağılım gösterir.

Erkek kısırlığı son yıllarda meydana gelen gelişmeler nedeniyle çok büyük oranda tedavi edilebilir, ya da sperm elde edip gebelik sağlanabilir konuma gelmiştir.

Çocuğu olmayan çiftler tedavi için başvurduklarında erkek her koşulda ve bir ürolog/androlog tarafından muayene edilmeli ve tedavisi üstlenilmelidir.

Muayenenin ilk aşaması hastadan bilgi alınmasıdır. Hastanın çocukluk çağına kadar geri gidip bilgi alınması, hastalığın nedenlerine ait detaylarla hekimi uyarması açısından çok önemlidir. Daha sonra cinsel organlara ait yapılacak muayene yine çok önemlidir. Görülebilecek gelişme bozuklukları ya da anomaliler, yine nedene yönelik olarak hekime fikir verecektir.

Hasta incelemesinin ikinci aşaması yapılacak tetkiklerdir. İlk olarak semen analizi (meni tahlili) yapılır ve bu sonuca göre başka tetkikler sırasıyla istenebilir. Hormonlar, genetik testler gibi.

Semen analizinde dikkat edilmesi gereken özellik; örneğin 3-4 günlük cinsel perhiz sonrasında klinikte ve masturbasyon yöntemiyle verilmesidir. Semen analizi hekimi yönlendiricidir, asla hastanın kısır ya da üretken olduğunu kesin olarak belirlemez. Öykü, muayene ve laboratuar analizleri sonuçları birlikte tedaviye esas olacaktır. Tedavide amaç ise doğal yolla gebelik için gerekli spermi verebilecek konuma hastayı getirebilmek, ya da tüp bebek yöntemlerinden biri kullanılacak şekilde hastadan sperm elde edebilmektir.

Erkek kısırlığının en sık görülen nedenleri arasında ilk sırada varikosel yüzde 42'lik bir oranda bulunmaktadır. Daha sonra enfeksiyonlar, hormonal nedenler, genetik nedenler, inmemiş testis, testis yetmezliği, cinsel fonksiyon bozuklukları sayılabilir.

Erkek kısırlığında tedavi planlaması nedene yönelik olarak düzenlenmektedir. Amaç, sperm sayı ve kalitesini normale yakın hale getirebilmektedir. Varikosel tespit edilen hastalarda, ameliyat mikroskobu altında ameliyat yapılmalıdır. Hormon yetmezliklerinde gerekli hormon takviyesi yapılabilir, ya da enfeksiyon varsa antimikrobik tedavi yapılmalıdır. Sigara ve yoğun alkol alımının olumsuz etkileri kanıtlanmış olduğundan kullanılmaları engellenmelidir.

Semen analizinde sperm yok ise, doğrudan kaynağından, yani testisten sperm elde etmeye yönelik yöntemlerden biri seçilebilir. Hekim bu konuda en uygun kararı verecektir. Eğer testisten biyopsi yöntemiyle sperm aranacaksa, bugün artık kabul edilmiş yöntem mikroskopik TESE operasyonudur. Eski yöntemlere göre yüzde 50 daha fazla sperm bulma şansı verir. Elde edilecek spermler, bir daha bulunabilme güçlüğü nedeniyle çok kıymetli olduğundan, bu spermlerin dondurularak saklanabilecek olanakların olduğu klinikler, bu alanda daha yararlı olacaktır.

Günümüz şartlarında tıp artık erkek kısırlığı alanında eskiye oranla çok az hastada çaresiz kalmaktadır. Bu nedenle bilgi birikimi çok iyi olan hekimler ve çok iyi donanımlı laboratuar olanakları ile oluşturulmuş tüp bebek klinikleri en iyi tedavi seçeneklerini hastaları için uygulamaktadırlar. Bu olanaklardan yararlanmak erkek kısırlığı olan hastalarımız için en uygun seçim olacaktır.

rock_alltime 05-08-2008 10:36 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
'Şişmanlık' gelişmiş ülkelerin baş sorunu

--------------------------------------------------------------------------------

Dünya ülkelerinin korkulu rüyası haline gelen ve mücadele edilmesi gereken bir alana dönüşen 'şişmanlık' konusunda tehlike çanları çalıyor.


Şişmanlığı, enerji alımının enerji tüketiminden daha fazla olduğu durumlarda, yağ dokusunun artışıyla ortaya çıkan sosyal, psikolojik ve ciddi tıbbi sorunlar yaratabilen önemli bir sağlık problemi olduğunu belirten hekimler, şişmanlık insidansının gelişmiş ülkelerde yüksek oranlarda görüldüğü gibi özellikle gelişmekte olan ülkelerde de yaşam koşullarının değişmesine bağlı olarak giderek arttığına dikkat çekiyorlar.


Kalıtım, yanlış beslenme alışkanlıkları, hareketsizlik gibi nedenlerden kaynaklanan ve modern toplumların problemi olan şişmanlık, beraberinde bir çok sağlık problemine yol açıyor. Şişmanlığın nedenleri araştırılarak bugün çeşitli faktörlerin şişmanlığı meydana getirdiği ortaya konuldu. Kalıtım, beslenme alışkanlıkları, hareket azlığı, endokrin veya metabolizma hastalıkları ve psikolojik nedenlere bağlı faktörler, şişmanlığa sebep olan nedenleri oluşturduğu kanısına varıldı.

İŞTE ALTIN KURALLAR
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde artık ciddi bir hastalık kategorisinde ele alınarak tedavi edilme yoluna gidilen şişmanlığın önünün alınabilmesi için çeşitli araştırmalar yapılıyor. Diyetisyenler, yaptıkları çalışmalar sonucunda şişmanların başta çok fazla yemek alışkanlığından kurtulmaları gerektiğini belirtiyorlar. 'Şişmanlıktan kurtulmak istiyorum' diyenlerin yapmamaları ve uymamaları gereken kurallar şöyle:
- Hızlı yemek, büyük lokmalar almak, az çiğnemek, yemekte çatalı, kaşığı hiç bırakmamak.
- Öğün atlamak, öğün aralarında sürekli bir şeyler atıştırmak.
- Yemek yerken başka aktivitelerle uğraşmak.
- Sıkıntılı veya stresli durumlarda aşırı yemek.
- Ziyaret ve davetlere sık sık katılmak ve ikramları reddetmemek.
- Akşam yemeğinden sonra yatıncaya kadar sürekli yemek.
- Su içmemek veya az içmek.
- Özellikle çalışan kişilerde, akşam eve geldikten sonra yemek zamanına kadar atıştırmak ve sonra tekrar yemek yemek.

rock_alltime 05-08-2008 10:37 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
'Utangaçlık' sorunu ve çözüm önerisi



Her 10 kişiden birinde utangaçlık sorununa rastlanıldığı, utangaçların yüzde otuzunun hiç evlenmediği ve tek başına yaşadı belirlendi.


Utangaçlık sorunu olanların önemli bir bölümü korkularından kurtulmak için kendini ya alkole ya da uyuşturucu maddeye veriyor.


Edinilen bilgilere göre, utangaçlık sorunu olanların en sık başvurduğu yollardan birisi alkol kullanımı. Bir çok kişi, utangaçlığını alkolle eritmeye çalışıyor. Yapılan araştırmalar, aşırı utangaç kişilerde, böyle olmayanlara göre en az iki kat daha yüksek bir oranda alkolizme ve alkol kullanımının yol açtığı diğer sorunlara rastlandığını gösteriyor. Sık başvurulan bir diğer çözüm yolu, topluluk karşısında duyulan sıkıntıyı azaltacak uyuşturucu maddelerin kullanılması olarak gösteriliyor. Bu kişilerin yaklaşık yüzde onbeşi yaşamlarında en az bir kez bir uyuşturucu maddeye bağımlı duruma geliyorlar. Üçüncü bir yöntem, utangaçlık krizine yol açabilecek toplumsal etkinlikleri tümüyle dışlayan bir yaşam tarzı geliştirmek. İş ve okul ortamında ön plana çıkmayı ve kendini göstermeyi gerektiren durumlardan uzak durmak, basit ve göze batmayacak işlere yönelmek bu yaşam tarzının temel taktikleri arasında sayılabilir.


Uzmanlar, her üç yöntemin de küçümsenmeyecek bireysel kayıplara yol açtığını belirterek, şu bilgileri verdi:


"Alkolizmin ve madde bağımlılığının neden olduğu sorunlar herkes tarafından biliniyor. Çok sayıda toplumsal etkinlikten uzak durmaya dayalı bir yaşam tarzının sonucuysa, düşük toplumsal ve mesleki başarı ve yalnızlık. Aşırı utangaç kişiler, içinde bulundukları toplumun ortalamasına göre, daha düşük bir eğitim görüyor, daha az para kazanıyor ve karşı cinse uzak durmalarına bağlı olarak, eş bulmakta daha fazla güçlük çekiyorlar. Bu kişilerin yüzde otuza yakın bir bölümü hiç evlenmiyor ve tek başına yaşıyor. Eğer sorun yalnızca topluluk önünde konuşmakla sınırlıysa, genellikle, kişiyi üç dört saatliğine aşırı utangaçlığın bedensel belirtilerinden kurtaran ilaçlar kullanılıyor. Beta bloker adı verilen bu ilaçlar, yaşanan içsel karmaşayı kalp çarpıntısı, soluk soluğa kalma, ses titremesi ve yüz kızarması gibi yollarla dışa vuran sinirsel ileti sistemini bloke ediyor. Beta blokerlerin sahne sanatçıları arasında yaygın bir kullanımı olduğu bilmiyor. Daha uzun süreli bir rahatlama içinse, beyindeki sinirsel iletimi sağlayan maddeler üzerinde etkili bazı ilaçlar kullanılıyor. Yapılan çalışmalar, söz konusu ilaçların, aşırı utangaçlık hastalığı olan kişilerin yüzde yetmişinde önemli bir düzelme sağlayabildiğini gösteriyor, ilacın yanısıra bazı psikoterapi teknikleri de uygulandığında, bu oran daha da yükseliyor".

rock_alltime 05-08-2008 10:38 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Uzun boylu olmak en ideali

--------------------------------------------------------------------------------

Bilim adamları; vücut şekli, boy ve yağ dağılımının "eskiye oranla" sağlık üzerinde daha çok etkisinin olduğunu ortaya çıkardı. İngiltere'den elde edilen veriler, sağlık riskleri göz önünde bulundurulduğunda, en ideal boyun uzun olduğunu gösterdi.


Ancak uzun boylu olmanın da; göğüs kanseri, prostat, kolorektal, lösemi ve lenf kanserine yakalanma gibi kendine özgü riskleri bulunuyor. Bilim adamları, uzun boylu insanların daha çok yaşaması ile kanserin yaşlılık hastalığı olması arasında bir bağ olduğunu düşünüyor.


Diğer taraftan, Bristol Üniversitesi Epidemioloji Profesörü David Gunnell'a göre kısa insanlar kalp hastalıkları ile felce yakalanma riskine sahipler. Gunnell, "Bu yıl yayınlanan ve 4 kadını inceleyenlerin de dahil olduğu birçok çalışma, kısa bacaklı insanların uzun bacaklı insanlara oranla kalp rahatsızlıklarına yakalanma riskinin daha fazla olduğunu gösteriyor. Kısa boylu erkeklerin de aynı riskle karşı karşıya olduklarını biliyoruz" dedi.


Bu ay başında New England Journal of Medicine (New England Tıp Dergisi), doğarken fazla kilolu ve 14 yaşında daha uzun olan kızların ileriki yaşlarda göğüs kanserine yakalanma riskinin çok daha fazla olduğunu öne sürdü. Vücut şekli ve sağlık riskleri arasındaki bağlantı, uzun bir süredir inceleniyordu.


Örneğin, yağların kalçalarda ve yanlarda yoğunlaştığı armut şeklinde vücudun yağların belde yoğunlaştığı elma şeklindeki vücuda göre daha sağlıklı olduğunu biliyoruz.
20 yıldan fazla süredir devam eden araştırmalar, elma şeklinde bedene sahip olan insanların kalp ve şeker hastalığına daha çok yakalandığını doğruladı.


2 hafta önce İngiltere Ulusal Obezite Forumu'nda açıklanan yeni rapor, bel genişliği 89 cm'den fazla olan kadınlar ile 101 cm'den fazla olan erkeklerin şeker ile kalp rahatsızlıklarına yakalanma riskinin 4 kat arttığını gösteriyor.


Ancak kilo alımı, diyet ve egzersizle kontrol edilebilir. Uzmanlara göre, kilo verin sağlık sorunlarınız azalsın; boy ise, doğmadan önce belirleniyor.


Avustralya'da yapılan bir araştırma, boy ile beslenme arasındaki güçlü ilişkiyi ortaya çıkararak, kısa ve geniş bir nesil büyüttüğümüz hakkındaki endişeleri açığa çıkardı.
Sidney Üniversitesi okutmanlarından Dr Jenny O'Dea, Avustralya'nın birçok fakir bölgesinde yetişen çocuk ve yetişkinlerin boylarının 2 cm uzamasını engelleyen bir çeşit yetersiz beslenme ile karşı karşıya olduğuna inanıyor.


O'Dea; bu çocukların çikolata, şeker, cips ve hafif içecekler gibi kendilerini şişmanlatan besinler tükettiklerini; protein, demir ve kalsiyum gibi potansiyel boylarına eriştirici besinler yemediklerini söylüyor.


Sonuç olarak bu kişiler boylarına oranla şişmanlayarak ileride yakalanabilecekleri hastalıklara davetiye çıkarmanın yanı sıra Avustralya'yı saran obezite salgınına katkıda bulunuyor.


Diğer incelemeler, anne sütüyle beslenmemenin, çocukluk döneminde yetersiz beslenmenin ve düşük sosyo ekonomik geçmişin boy uzaması üzerinde güçlü negatif etkileri olduğunu gösteriyor.


ABD'nin Teksas Eyaleti'nde yapılan bir araştırma, kilolu ancak hareketli erkeklerin zayıf ancak hareketsiz erkeklere oranla daha sağlıklı olduklarını ortaya koydu.

rock_alltime 05-08-2008 10:39 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Grip ve soğuk algınlığı hakkında

Grip, influenza denilen virüsün bronşlar ve akciğerden oluşan solunum sisteminde meydana getirdiği, özellikle sonbahar sonu, kış ve ilkbahar başında salgınlara yol açan yüksek derecede bulaşıcı viral bir enfeksiyondur.

İşgücü kaybı açısından bakıldığında tüm dünyada işe devamsızlığın %10'undan sorumludur. Dünya nüfusunun yaklaşık %10-20'si her yıl gribe yakalanmaktadır.

Grip olan kişilerin aksırık, öksürük ve hatta konuşmaları ile üst solunum yollarındaki salgılardan yayılan virüs yüklü su damlacıkları havaya geçerek orada saatlerce asılı kalabilir. Bu damlacıklar nefes yolu ile alındıklarında, alt ve üst solunum yoluna yerleşirler ve orada hızla çoğalırlar. Kuluçka süresi 1-3 gün arasında değişir ve bu dönemde kişide hastalık belirtisi olmamasına karşın hastalık bulaştırıcı özellik bulunmaktadır. Bu özellik grip belirtileri başladıktan sonra 4-6 gün kadar da devam eder.

BELİRTİLERİ NELERDİR?




Başlangıcı genellikle anidir. Kişi kendini iyi hissediyorken, 1-2 saat içinde önce; üşüme, titreme, terleme, baş ağrısı, kas ağrıları ve ateş (38°C-40°C) başlar, daha sonrasında ise burun akıntısı, baş dönmesi, öksürük, boğaz ağrısı, göğüste yanma, ağrı, gözlerin sulanması ve gözlerde ışığa hassasiyet şikayetlerinden bir ya da birkaç tanesi tabloya eklenebilir.

Bu belirtiler 3-5 gün kadar sürse de genellikle 2-3 gün içinde düzelme başlar.

EN ÇOK KİMLER RİSK ALTINDADIR?


Küçük çocuklar ve 65 yaşından büyük olan kişiler,
Şeker hastaları,
Astım ve kronik akciğer hastalığı olanlar,
Transplantasyonlu organ nakli yapılmış hastalar,
Böbrek hastaları,
Bakımevlerinde ve huzurevlerinde kalanlar,
Bağışıklık sistemini baskılayıcı tedavi gören kişiler,
Anne adayları,
Bebekler,

Türkiye'de bu gruplara giren yaklaşık 30 milyon kişi yaşamaktadır.

GRİPTEN NASIL KORUNMALI?




Grip virüsünün vücuda girmesi ile başlayan bu bulgular genellikle 5-7 günde iyileşme ile sonuçlansa da, bazen kulak (otit) veya akciğer enfeksiyonları (zatürre) gibi bazı ciddi enfeksiyonlara yol açabilirler. Bu nedenle korunma çok önemlidir.



Korunma için;

Dengeli beslenmeli: Vücudun ihtiyacı olan protein, yağ, şeker ve vitamin yeterli olarak alınmazsa, vücut direnci düşer ve solunum organları mukoza hücreleri de bu durumdan etkilenir. Özellikle besleyici değeri düşük, yağdan zengin hamburger gibi yiyeceklerin aşırı tüketilmesi grip hastalığına davetiyedir.

Yeterli miktarda su içilmeli: Solunum mukoza hücrelerinin nemli olması, virüs taşıyan damlacıkların etkisine karşı direnci sağlar. Bu nedenle özellikle su içme ihtiyacının azaldığı kış mevsimi de dahil olmak üzere, her dönemde günde 8-10 bardak su içilmelidir.

Düzenli spor yapılmalı: Yetişkin biri için haftada 3 gün, günde 1 saat olmak üzere spor yapılması gereklidir. Spor vücut direncinin arttırılması için çok önemlidir.

Stresten uzak yaşamalı: Stres, vücut direncini azaltarak hastalıklara davetiye çıkaran en önemli etkenlerdendir.




Sigara içmemeli: Sigara da aynı stres gibi vücut direncini azaltır. Ayrıca virüs yüklü damlacıklar, sigara içilen ortamlarda, dumana yapıştıkları için hastalık yapıcı özellikleri artar.

Tokalaşmayın: Grip olan bir kişi ile tokalaşmak, salgın zamanlarında iş yerlerinde bir çok kişi tarafından kullanılan cihazları kullanmak ta bulaş yollarındandır. Çünkü virüs bu gibi yerlerde 2-3 saat canlı kalabilir. Bu nedenle temizlik önemlidir.

Kalabalık yerlerden mümkün olduğu kadar uzak durun: Toplu taşıtlar, sinema, tiyatro gibi kalabalık yerlerde grip olan bir kişinin aksırması ile virüsler büyük bir hızla (160 km/saat) hareket ederek 3-4 metre uzağa yayılabilir.

Düzenli uyuyun: Bir gece uykusuz kalındığında, virüslere karşı savaşan vücut hücreleri yarı yarıya azalmaktadır.

Çıplak ayak dolaşmayın: Özellikle kış aylarında, zemin ısısı düşük olacağından, refleks olarak solunum mukoza hücrelerini de besleyen vücut damarlarında daralma olacak ve sonuç olarak kan dolaşımı yavaşlayacaktır. Mukoza hücrelerindeki nemlilik oranının azalması ile birlikte savunma gücü de azalacak ve virüslerin girişi kolaylaşacaktır.

Sıcak ortamlardan kaçının: Özellikle kış mevsiminde daha çok kapalı ve sıcak ortamların tercih edilmesi de solunum mukoza hücre zarlarının kurumasına neden olarak virüslerin vücuda girişini kolaylaştırır.

GRİP NASIL TEDAVİ EDİLİR?




Her şeyden önce istirahat, mümkünse yatak istirahati önemlidir. Yatarken başın yukarıda tutulması (2 ya da daha fazla sayıda yastık ile yatmak) geniz akıntısının vereceği rahatsızlığı azaltacaktır.

Yakınmalar düzeldiğinde hemen normal aktiviteye dönülmemeli, tam bir iyileşme için bir süre daha dinlenmeye devam edilmelidir.




Bulunulan ortamın uygun ısıda olmasına ve iyi havalandırılmasına dikkat edilmeli, havanın kuruması engellenmeli, nemli olması sağlanmalıdır.

Hastalık süresince, özellikle yüksek ateş varsa bol sıvı alınması çok önemlidir. Bu nedenle su içinde eritilerek kullanılan anti-gribal ilaçlar, sıvı alımının artırılması, hızlı etki sağlaması açısından önerilir. Hastalıkta; su, meyve suyu ve kafeinsiz içecekler tercih edilmelidir. Yeteri kadar sıvı alınması sinüslerdeki ve göğsünüzdeki ifrazatın daha az birikmesine ve vücuttan daha kolay temizlenmesine yardım eder.

Hastalık dönemlerinde beslenmeye dikkat etmeli, iştahsızlık varsa enerji ihtiyacını gidermek için karbonhidrattan zengin diyet uygulanmalıdır.

Antibiyotik türü ilaçlar, ancak viral bir enfeksiyon olan gribin üzerine bakteriyel bir başka enfeksiyon eklendiğinde ancak bir hekimin önerisi ile kullanılabilir.

Grip sırasında aspirin kullanılmamalıdır.

SOĞUK ALGINLIĞI NEDİR?

Soğuk algınlığı; çeşitli virüslerin yol açtığı, üst solunum yollarında bazı belirtilere yol açan 'hafif' seyirli bir hastalıktır.

En sık görülen virüsler:
Rhinovirüsler %15-40,
Coronavirüsler %10-20,
Parainfluenza virüsü %5-10,
Respiratuar sinsityal virüsler %6,

Soğuk algınlığı kişiden kişiye bulaşır. Başlangıçta bu bulaşmanın aksırma, öksürme ile etrafa saçılan damlacıkların içindeki virüslerin havada kalması ile olduğu sanılmaktaydı. Ancak şimdi mevcut kanıtlar bulaşmanın virüsü almış hastanın elinden hassas insanlara geçmesi ve hassas bireylerin de ağız-burun mukozalarına sürmeleri ile olduğu yönündedir. Bu nedenle soğuk algınlığının bulaşmasını engellemenin yolu ellerin sık yıkanmasıdır.

Yapılan araştırmalarda havanın soğukluğunun soğuk algınlığı hastalığının başlaması ve seyretmesi ile ilintili olmadığını, psikolojik stres, üst solunum yollarını etkileyen alerjiler ve adet dönemlerinin hastalığa yakalanma riskini artırdıkları saptanmıştır.


Soğuk algınlığına bir çok virüs sebep olabileceği için de vücut hiçbir zaman bu virüslerin tümüne direnç geliştiremez. Bu sebeple her sene tekrar tekrar soğuk algınlığı geçirilebilir.

Soğuk algınlığı belirtileri: Ateş, baş ağrısı, eklem ve kas ağrısı, yorgunluk hissi, akan ya da dolu burun, hapşırma, boğaz ağrısı, göğüs doluluğu, koku ve tat duygusunun azalması, kulaklarda basınç hissi ve ses kalitesindeki değişiklikler

SOĞUK ALGINLIĞI TEDAVİSİ:


Soğuk algınlığı tedavisinde antibiyotiklerin yeri yoktur. Tedavi belirtilere göre yapılmalıdır. Su içinde eritilerek kullanılan ve soğuk algınlığına ait belirtileri gideren ilaçlar, sıvı alımının artırılması ve hızlı etki sağlaması açısından da önerilmektedir. Ayrıca istirahat edilmesi ve stresten uzak durulması da vücut direncinin yeniden kazanılmasına yardım eder.

Virüsler, mikrobun bulaştığı yerlerde (kapı tokmağı, telefon gibi) canlı kalabildikleri için, bu yüzeylere temastan sonra virüsleri rahatlıkla burnumuza veya gözlerimize transfer edebiliriz. Bunu engellemek için ellerimizi sık sık sabunlu su ile yıkamalıyız.

rock_alltime 05-08-2008 10:40 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Rahim ağzı kanserine karşı aşı umut verici

Rahim ağzı kanserine karşı geliştirilen aşının klinik deneylerinin umut verici olduğu bildirildi.

Aşının, rahim ağzı kanserlerinin çoğundan sorumlu tutulan papiloma virüsüne (HPV) karşı işe yaradığı kaydedildi.

Klinik deneylerin dört yıl süreyle 755 kadın arasında yürütüldüğü ve deneklerin yüzde 94'ünün HPV'den korunduğu belirtildi. Bu süre zarfında deneklerin sadece 7'sinin HPV ile enfekte olduğu, ancak hiçbirinin kanser belirtisi göstermediği vurgulandı.
750 kişilik karşılaştırma kümesindeki kadınların ise 11'ine papiloma bulaştı, bu kadınların 12'sinde de kanser öncesi semptomlar görüldü.

Rahim ağzı kanseri, kadınlar arasında meme kanserinden sonra ikinci sırayı alıyor.

rock_alltime 05-08-2008 10:41 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Çocuklarda astım alerjik kökenli

--------------------------------------------------------------------------------

Çocukluk çağının önemli hastalıklarından 'Astım'ın belirtilerinin ve bronşlardaki aşırı duyarlılığın, alınacak çevre tedbirleri ile belirgin derecede azalmasının mümkün olduğu, çevre tedbirlerinin yetersiz kaldığı durumlarda ise hastalarda havayolu ile akciğerlere çekilip bronşları tedavi eden sprey ilaçlar kullanıldığı bildiriliyor.


Uzmanlar, astımı, "Hava yollarının çeşitli uyaranlara artmış cevabının söz konusu olduğu, tekrarlayıcı, kendiliğinden veya tedavi ile tamamen veya kısmen geri dönüşümlü öksürük, hırıltı, nefes darlığı gibi belirtilerinin yer aldığı bir hastalık" olarak tarif ediyor.


Astımın, çocukluk çağında yüzde 90 oranında alerjik kökenli olduğunu vurgulayan uzmanların belirttiğine göre, yıl boyu maruz kalınan ev içi alerjenlerin bronşlarda yol açtığı alerjik iltihabi durum, soğuk hava, egzersiz, viral solunum yolu enfeksiyonları, kimyasal buharlar, hava kirliliği ve sigara dumanı gibi nonspesifik uyaranlarla temas sonucu astım belirtileri ortaya çıkıyor.


Astım teşhisi alan çocukların çoğunun, hayatın ilk 2 yılında belirti verdiğinin tespit edildiğini, ilk yıllarda öksürük ve hırıltının ana uyaranının viral solunum yolu enfeksiyonları olduğunu ifade eden uzmanlar, bu yaşlarda akciğerlerin gelişiminin henüz tamamlanmamış ve küçük hava yolu çaplarının dar, kıkırdak dokunun az olmasının, tekrarlayıcı bronş daralmasına katkıda bulunduğuna dikkat çekiyor.


Uzmanlar, 4-5 yaşlarında akciğerlerin gelişiminin tamamlanması ile erken yaşlarda astım belirtileri gösteren birçok çocukta klinik olarak düzelme gözlendiğini, düzelmeyen bir grup hasta ve daha geç astım teşhisi almış çocukların bir kısmının da ergenlik çağında klinik bir iyilik dönemine girdiklerini kaydediyor.


NASIL TEŞHİS EDİLİR?


Öksürük, hırıltı veya nefes darlığı belirtilerinin ve gece kötüleşmesinin şiddetle astımı düşündürdüğünü vurgulayan uzmanlar, yattıktan sonra veya sabaha karşı yaklaşık 30 dakika süreyle devam eden ve bronş genişletici ilaçlara olumlu cevap veren öksürüğün, aksi ispat edilene kadar astım kabul edilmesi gerektiğini bildiriyor.


Uzmanlar, astımda akciğer fonksiyonlarının ölçülmesinin, gerek teşhis gerekse tedaviye cevabın değerlendirilmesi açısından büyük önem taşıdığını da hatırlatıyor.


Astıma sebep olması muhtemel alerjinin hangi maddeye karşı geliştiğinin tespit edilmesinde deri testleri kullanıldığını ifade eden uzmanlar, ön kol ön yüzüne veya sırta delme metodu ile uygulanan bu testte, ciltteki kızarma ve kabarmanın şiddetine göre değerlendirme yapılıp, hastanın neye alerjisi olduğunun tespit edildiğini belirtiyor.


Uzmanlar, alerji deri testi uygulamasının mümkün olmadığı 3 yaş altı çocuklar, yaygın alerjik egzaması olan hastalar, antihistaminik içeren ilaç kullanmakta olanlar, ciltte dermografismus adı verilen cilde bastırma sonucu kabarma reaksiyonu verenlerde, kanda spesifik immünoglobulin E düzeyi belirlenmesi yöntemiyle alerjen tespiti yapılabildiğini kaydediyor.


Tüm alerjik hastalıklarda olduğu gibi astımda da birinci basamak tedavinin, alerji geliştirilmiş maddeden uzak durmak olduğunu vurgulayan uzmanlar, "Uygun öneriler doğrultusunda alınacak çevre tedbirleri ile hastalık belirtilerinin ve bronşlardaki aşırı duyarlılığın belirgin derecede azalması mümkündür" diyorlar.


Uzmanlar, çevre tedbirlerinin yeterli olmadığı durumlarda, hastalarda havayolu ile akciğerlere çekilip bronşları tedavi eden sprey ilaçlar kullanıldığını bildiriyor. Bunların, sadece bronşları gevşetici özelliğe sahip rahatlatıcılar ve alerjik iltihabın meydana getirdiği aşırı bronş duyarlılığını azaltmak yoluyla tedavi edici özelliğe sahip olanlar olarak ikiye ayrıldığını ifade eden uzmanlar, son yıllarda bu amaca yönelik kana karışma oranı en aza indirilmiş, kortizonlu ilaçlara has yan etkileri ağızdan alınanlara kıyasla çok az olan yeni jenerasyon kortizon bazlı sprey ilaçlar geliştirildiğini de kaydediyor.

rock_alltime 05-08-2008 10:42 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Çikolata, her derde deva

--------------------------------------------------------------------------------

Evrensel bir tat olan çikolatanın, her derde deva olduğu bildirildi. Araştırmalara göre, çikolata beyni rahatlatıp gevşetiyor, mutluluk veriyor. İnsan bedeni, çikolata yendiğinde aşık olunduğu zamanlardaki gibi hoş reaksiyonlar veriyor.


Middlesex Üniversitesi uzmanlarından Dr. Neil Martin'in yaptığı araştırma sonuçlarına göre, çikolatanın kokusu bile insanı baştan çıkarıyor. Çikolata, beyni rahatlatıp gevşetiyor, mutluluk veriyor. Çikolata, beynin "endorfin" salgılamasına neden oluyor. Bu salgı, mutluluk duygusu duymamızı sağlıyor. Çikolata, beyin gibi bedeni de gevşetip rahatlatıyor. Çikolatanın içindeki "phenylethylamine" adlı bileşim, endorfin gibi fiziğimize mutluluk veriyor. Yani insan bedeni, çikolata yendiğinde, aşık olunduğu zamanlardaki gibi hoş reaksiyonlar veriyor. Çikolatanın aynı zamanda çok besleyici olduğu, içinde büyük oranlarda magnezyum, demir ve kalsiyum bulunduğu söyleniyor. Küçük bir parça çikolata, almamız gereken minerallerin en az beşte birini içeriyor.


Harvard Üniversitesi'nde 8 bin erkek üzerinde yapılan araştırma, çikolatanın ömrü uzattığını da ortaya çıkarıyor. Çikolata yiyenlerin ömürlerinin en az 1 yıl uzadığını belirten uzmanlar, bunu içindeki antidiyoksidan maddelere bağlıyorlar. Çikolatanın içindeki yağ, 3 kaynaktan geliyor. Kakao yağı, bitki yağları ve süt içindeki yağlar. Kakaonun içindeki "stearic asit" içeren yağ, bir çeşit doymamış yağ. Doymamış yağların da sağlığa ve özellikle kalbe zararlı olduğu biliniyor. Ancak kakao içindeki stearic asit vücuda girince "oleic asite" dönüşüyor. Aynen zeytinyağı içindeki oleic asit gibi. Bu yağ türü de kalp için çok faydalı. Çikolatanın dişleri çürüttüğü ön yargısı olmasına rağmen, araştırmalar tam tersini gösteriyor. Kakao içinde bulunan bir bileşim, diş çürümelerini engelliyor. Kakao yağı içindeki bu bileşim dişi kaplıyor ve dışarıdan gelecek bakterileri engelliyor. Çikolata aynı zamanda uyarıcı bir madde olan kafeini de içeriyor.


ÇİKOLATA HER ZAMAN YARARLI DEĞİL


Elbette her şeyin azı karar, çoğu zarar. Çikolata da fazla yendiğinde insan vücuduna birtakım zararlar verebiliyor. Eğer bir oturuşta, koca bir çikolatayı yerim diyorsanız, uyuşturucu madde bombardımanına hazır olun. Çünkü bu kadar fazla çikolatanın içindeki maddeler, insanın beynini uyuşturuyor. Migren hastalarının da tercih etmemesi gereken çikolata, migrene bağlı ağrıları şiddetlendiriyor.


Acaba çikolata kalp için zararlı mı? Bu sorunun cevabı, kilo aldırıcı bir özelliği olduğu için, ne yazık ki "evet." Çünkü çikolata, içeriğinde çok fazla şeker bulunduran, oldukça kalorili bir yiyecek. Tabii bu çikolatanın çeşidine de bağlı. İyi kalite çikolatalar kakao yağından yapıldığından, kullanılan diğer doymuş yağlara nispeten yaklaşık üçte bir daha az kalorili. Ayrıca doymuş yağlar kötü kolesterol (LDL) içeriyor, kandaki kolesterol miktarını yükseltiyor. Ancak tüm çikolataların kakao yağından yapılmadığını unutmamak gerekir. Emin olmak için çikolatanın içeriğini okumakta fayda vardır.


Son günlerde her şeyin sahtesi çıktı. Çikolatanın da yapayı var. Ancak çikolatanızın gerçek olup olmadığını çok rahat biçimde anlayabilirsiniz. Gerçek çikolatanın görünümü kadifemsidir. İyi bir çikolata ne çok tatlı ne de çok acıdır. Ağzınıza aldığınızda hemen kırılmalı ve bu kırılma sesini duymalısınız. Ayrıca iyi çikolata damağa yapışmadan kolayca erimelidir. Ve dil çikolata üzerinde bir pürüz hissetmemelidir. Eğer çikolatanızın üzerinde beyazlaşma varsa, çikolatanızın tarihi geçmiş demektir. Aynı zamanda çikolata buzdolabında değil, oda sıcaklığında ve kapalı bir kutuda muhafaza edilmelidir.


Türkiye'de 1860'larda başlayan çikolata üretimi, bugün yıllık 400 bin tonluk üretim kapasitesine ulaşmış durumda. Türkiye 500 trilyon liralık çikolata pazarına sahip. Kişi başına 1 kilogramın altında çikolata tüketiyor. Buna karşın dünya çikolata tüketim hacmi 6 milyon ton civarında. Dünya çikolata pazarının cirosu ise 54 milyar dolar. Çikolata kişi başına 11.5 kg'lık tüketimle en çok İsviçre'de tüketiliyor.

rock_alltime 05-08-2008 10:43 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Lejyoner hastalığı nedir?

Lejyoner hastalığı Legionella pneumophila olarak adlandırılan bakterinin neden olduğu bir akciğer infeksiyonudur. Halk arasında ‘’zatürre’’ olarak bilinen bu hastalığa neden olan bakteri ilk olarak 1976 yılında Philadelphia'da bir otelde Amerikan Lejyonerlerinin toplantısına katılanlarda ortaya çıkan bir salgın sonucu keşfedilmiştir. Bu nedenle enfeksiyon, salgından etkilenenlerin anısına Lejyoner hastalığı olarak ve keşfedilen yeni bakteri de Legionella pneumophila olarak adlandırılmıştır.

Memorial Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümü hekimlerinden Uzm.Dr. Ayfer Utkusavaş Lejyoner hastalığının belirtileri, tedavi yöntemleri hangi şartlarda ortaya çıkabileceği ile ilgili bilgi verdi.

Bu bakterinin enfeksiyon yapma potansiyeli oldukca zayıftır. Bakteriye maruz kalan bireylerin yalnızca %1-5’inde hastalık ortaya çıkabilir. Bireyde hastalığın ortaya çıkabilmesi için bir yatkınlık olması gerekir. Normal bağışıklık sistemine sahip sağlıklı bireylerde, etken alınsa bile çoğu kez hastalık gelişmez. Hastalığın ortaya çıkması için bireyin bazı risk faktörlerini taşıyor olması gerekir.



En önemli risk faktörleri, kişinin solunum yolu direncini veya genel vücut direncini zayıflatan etkilerdir. Bunlar : 50 yaşın üzerinde olmak, sigara tiryakiliği, alkol bağımlılığı, bağışıklık sisteminin çeşitli nedenlerle baskılanmış olması (organ nakli, uzun süreli kortizon tedavisi, kanser tedavisi), kişinin kronik bir akciğer hastalığının olmasıdır. Sudaki bakterinin akciğerlere ulaşabilmesi için iki temel mekanizma ileri sürülmektedir.

Birincisine göre; bakteri önce üst solunum sistemine yerleşmekte ve buradan akciğere aspirasyon yoluyla ulaşmaktadır. “Aspirasyon” ağızdaki materyalin alt solunum yoluna istenmeden kaçması ve yetersiz öksürme refleksi nedeniyle geriye çıkarılamaması olarak tarif edilebilir.

İkinci teoriye göre ise; suyun küçük su damlacıkları (aerosol) haline gelmesi ve havada asılı kalması sonucunda bakteriyi içeren bu damlacıklar nefes alma ile akciğere ulaşmaktadır. Lejyoner hastalığının belirtileri bakterinin alınmasından sonraki 2-10 gün arasında ortaya çıkar. Hastada birkaç gün süre ile halsizlik ve yorgunluk yakınması olur. Hastaların çoğunda ateş yükselir (>38.50C). Giderek alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri gelişir. Öksürük, göğüs ağrısı ve nefes darlığı ortaya çıkar.

Hastalar çoğu kez balgam çıkaramaz. Bulantı, kusma, karında rahatsızlık hissi ve ishal görülebilir. Diğer yaygın belirtiler başağrısı ve kaslarda ağrı olup; bazı olgularda huzursuzluk, dalgınlık, sıkıntı, bilinç bulanıklığı ve komaya kadar ilerleyebilen sinir sistemi bulguları gözlenebilir.



Hastanın şikayetleri, hekimin muayene bulguları veya akciğer filmi hastalığın diğer akciğer enfeksiyonlarından ayrılması için yeterli değildir. Bu nedenle teşhiste birinci koşul hastalığın akla getirilmesidir. Hastalık için ciddi klinik şüphe varsa balgam, serum ve idrar örnekleri alınarak incelemeye gönderilmeli ve hemen empirik (körlemesine) antibiyotik tedavisinin başlanarak sonuca göre tavır alınması gerekmektedir. Tedavi süresi 14-21 gündür. Penisilin ve penisilin türevi antibiyotikler tedavide etkisizdir. Bu nedenle kuşkulu durumlarda hastanın mutlaka hekim tarafından izlenmesi ve uygun antibiyotik tedavisinin başlanması gerekir. Hasta akciğer infeksiyonunun başlangıcında uygun antibiyotikle tedavi edilirse ve özellikle hastada bağışıklık sistemini baskılayan bir hastalık yoksa sonuç yüz güldürücüdür.

Bağışıklık sistemi baskılanmış olan hastalarda, organ nakli alıcılarında, uygun antibiyotik tedavisinin yapılmadığı durumlarda; hastanede kalma süresi uzayabilir, komplikasyonlar görülebilir ve hastalık ölümle sonuçlanabilir.

Lejyoner hastalığına neden olan bakteri doğal çevrede yaygın olarak mevcuttur; göller, nehirler, dere, çay v.b. akarsular gibi yüzey sularının, termal su banyoları ve çamurların normal florasında bulunur. Şebeke suyunun işlenmesi esnasında kullanılan tekniklere rağmen çok küçük konsantrasyonlarda da olsa doğadaki sulardan şehir şebeke suyuna geçebilir. Ardından bina su sistemleri içinde yerleşir ve koşullar uygun ise çoğalır, yani, teorik olarak, suda her zaman bulunabilir.



Sonuç olarak koruyucu önlemlerinin uygulanması koşulu, suda bakterinin araştırılması esasına dayandırılamaz. Maliyetin çok yüksek olması ve elde edilecek sonuçların bilimsel ve epidemiyolojik değer taşımaması nedenleriyle su sistemlerinin Rutin olarak Legionella varlığı yönünden araştırılması önerilmemektedir. Lejyoner hastalığının seyahat veya otelde kalma ile ilişkisi sudan bakterinin bireye ulaşması için gerekli koşulların oluşup oluşmadığına bağlıdır. Suyu aerosol haline getiren araçlar (havalandırma sistemlerinin soğutma kuleleri, duş başlıkları, jakuziler, dekoratif fıskiyeler…) turistik tesislerde yaygın kullanılmaktadır ve bakterinin bireye ulaşmasına aracılık edebilmektedir. Lejyoner hastalığına yol açan bakterinin tesisata yerleşmesinin önlenmesi amacıyla otellerin su sistemlerinde düzenli aralıklarla bakım yapmaları gerekmektedir. Su sistemlerinde Legionella bakterisinin araştırılması seyahat-ilişkili Lejyoner hastalığı tespit edilen bir vaka bildirildiğinde vaka-kaynak ilişkisinin ortaya konulabilmesi için yapılması gereken bir çalışmadır.

Amaç; aynı otelde ortaya çıkabilecek yeni vakaları ve/veya salgınları önlemektir. Bu tür tesislerin iki yıl süre ile; bir yandan kontrol önlemlerini uygularken bir yandan da önlemlerin yeterli olup olmadığını araştırmak üzere su örneklerini düzenli olarak laboratuvara göndermesi gereklidir..

jasmine 05-08-2008 10:50 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
bilgilerin için tşkler rock_alltime emeğine sağlık..

rock_alltime 05-08-2008 10:57 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Parmaklarda yanma veya karıncalanma

--------------------------------------------------------------------------------

Koldan gelen bir sinir ve kas bağları el ayasının tabanında, bilek bölgesinde dar bir kanal ya da tünelden geçerek ele ulaşır. Bu dar kanala Karpal Tünel adı verilir, karpal tünelin içinden geçen sinir ise Median Sinir olarak adlandırılır.



Karpal tünel sadece median sinir ve kas bağlarının sığabileceği kadar bir genişliğe sahiptir. Kanal içinde yer kaplayan herhangi bir oluşum ya da şişlik içindeki dokuların sıkışmasına neden olur. Median sinirdeki bu sıkışma sinirin uyardığı bölgelerde uyuşma ve keçelenme şikayetleri ile kendini belli eder. Median sinirin karpal tünelde sıkışması ile ortaya çıkan bu tablo Karpal Tünel Sendromu olarak adlandırılır.



Operatör Doktor Aybars Akkor, Karpal Tünel Sendromu hakkında şu bilgileri verdi.



Karpal Tünel Sendromunun nedenleri nelerdir?



Karpal Tünel içinde yada çevresinde irritasyona enflamasyona sıvı birikimine ya da anormal doku büyümesine yol açan aşağıdakilerden herhangi bir sebep Karpal Tünel Sendromunu oluşturabilir.



Elin bileğin yada parmakların tekrarlayıcı hareketleri (Özellikle bilgisayar klavyesinin aşırı kullanımı, bazı müzikal enstrümanlar veya el aletleri)



-Titreşim yapan cihazların kullanımı



-Yapısal olarak Karpal Tünelin darlığı



-Bilek hasarı



-Yanıklar



-Kemik kırıkları



-Kazalar sonucunda ezilme



-Artritler



-Diyabet



-Raynaud Hastalığı



-Vücutta su tutulmasına yol açan gıdaların fazla tüketimi



-Böbrek Hastalığı



-Kalp Hastalığı



-Hormonal sebepler



-Gebelik



-Laktasyon (Emzirme)



-Menopoz



-Hipotiroidizm



-Cushing Hastalığı



-Yükselmiş Büyüme Hormonu



İlaçlar



-Doğum Kontrol Hapları



-Kortizon tedavisi



-Bazı Hipertansiyon ilaçları



-Karpal Tünel içindeki tümörler yada kistler



Karpal Tünel Sendromunun belirtileri nelerdir?



Karpal Tünel Sendromu bir ya da her iki elde kola da uzanabilen belirtilere yol açar. Belirtiler tünel içindeki sinirin sıkışmasından kaynaklanır. Bu sinir başparmak, işaret orta ve yüzük parmağının yarısının duyusunu sağlar. Aynı zamanda işaret parmağını küçük parmağa yaklaştıran ve işaret parmağını bir daire içinde hareket ettiren kas gurubunu uyarır.



Belirtiler



-İlk üç parmak ve dördüncü parmağın yarısında karıncalanma, yanma ve hissizlik



-Aşağıdaki durumlarda artan bilek, el ve parmak ağrısı



-Bilek, el veya parmak hareketi



-Uyku (Semptomlar sizi uyandırabilir)



-Aşağıdaki durumlarda iyileşme gösteren el katılığı ya da kramp



-Eli sallamak



-Sabah uyanmak



-El hareketlerinde güçsüzlük ya da sakarlık



-Yakalama gücünde azalma



-Başparmakla küçük parmağa dokunmada güçlük



-Eldeki şeyleri sıklıkla düşürme



-Kola doğru yayılan ağrı



Teşhis nasıl konulur?



Teşhis EMG ile konur. Eğer ileri safhadaysa mutlaka ameliyat gerekir.



Tedavisi nasıl yapılır?



Karpal tünel sendromu varlığında değişik tedavi alternatifleri mevcuttur. Bandaj bunlar arasında en sık kullanılan yöntemdir. Parmaklar, el ve bileğin doğal pozisyonlarında hareketinin engellenerek dinlendirilmesi karpal tüneldeki basıncı azaltmada oldukça etkili bir yöntemdir. Bandaj ile ağrının azalmadığı durumlarda bilek içine küçük dozda kortizon ya da lokal anestezik enjeksiyonu yapılabilir.



Ağrıyı ve enflamasyonu gidermek amacıyla çeşitli steroid olmayan antienflamatuar ve ağrı kesiciler kullanılabilir. Hamile kadınlarda bu ilaçlar mutlaka hamileliği takip eden doktorun önerisi ile kullanılmalıdır.



Israrcı olgularda küçük bir cerrahi müdahale gerekebilmektedir. Bu işlem hastanede yatmayı gerektirmeyen, ayaktan yapılan bir müdahaledir. El ayasında bileğe yakın bir alandan yapılan küçük bir kesi ile sıkışmaya neden olan bağ dokusu rahatlatılır. İşlem sonrası hasta 4-6 hafta içinde tamamen normale döner



Önlemler nelerdir?



-Su tutulumunu azaltmak için tuz alımını kısıtlamak



-El bileğinin uzun süre aynı pozisyonda tutulmaması



-Düzenli aralıklarla el bileğini dinlendirmek



-Uzun süre tekrarlayıcı karekterde hareketler yapmamak



-Obesite karpal tünel sendromu için bir risk faktörü olduğundan kilo verilmesi



-KTS'yi önlemeye yönelik egzersizler.



ULNAR SİNİR BASISI NEDİR?



El önkol kemikleri olan radius-ulna ile bilek eklemini ve birbirleriyle eklem yapan 2 sıra halinde 8 kemikten oluşan küçük karpal kemikler, 5 tarak kemiği, 14 parmak

kemiğinden oluşur. Median, radial sinir ve ulnar sinir eldeki ana sinirlerdir. El hareketlerinin büyük kısmı önkolda bulunan ve tendonları ele uzanan adaleler aracılığı ile olur.



Eğer 4. ve 5. parmaklarımızda uyuşukluk hissediyorsak ve dirseğimizden başlayan bir ağrı varsa ulnar sinir basısından şüphelenmek gerekir.



Teşhis EMG ile konur. Eğer ileri safhadaysa mutlaka ameliyat gerekir.

rock_alltime 05-08-2008 10:58 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Katkı maddeleri hiperaktivif yapıyor

--------------------------------------------------------------------------------

İngiltere'de yapılan araştırmalar, yiyeceklerde kullanılan katkı maddelerinin çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye neden olduğunu ortaya koydu.


'Science' dergisinde yayınlanan habere göre, yarısı hiperaktiflik teşhisi konan 3 yaşındaki 277 çocuğu kapsayan araştırmada, içinde renklendirici boyalar ve sodyum benzoat gibi kimyasallar bulunan yiyecek ve içecekler bir ay içinde haftada bir çocuklara verildi. Çocukların hangisine katkılı hangisine katkısız içecekler verildiği söylenmeyen annelerden, çocuklarının davranışlarını bildirmeleri istendi. Sonuçta, hem hiperaktif, hem de normal olan çocukların deney sonrasında aşırı konuşkanlık, hareketlilik ve dikkat toplama güçlüğü sergilediği gözlendi.

rock_alltime 05-08-2008 10:58 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
İyot eksikliği, zeka geriliğine neden oluyor

--------------------------------------------------------------------------------

Yozgat İl Sağlık Müdürlüğü, yazılı açıklama yaparak, zeki, çalışkan, başarılı ve guatrdan uzak bir nesil yetiştirilmesi için mutlaka iyotlu tuz tüketilmesi gerektiğini belirtti.




İyot yetersizliğinin, zeka geriliği, okul çağı çocuklarında görülen, öğrenme isteğinde azalma, algılama güçlüğü ve guatr gibi hastalıklara neden olduğu belirtilen açıklamada şu görüşlere yer verildi:
"İyot, troit hormonu yapımında kullanılan bir maddedir. Bir insanın günlük iyot ihtiyacı 150 mgr dır. İyot genel olarak yüksek miktarda deniz ürünlerinde, az miktarda süt, yumurta ve et de bulunmaktadır. İyotlu tuz kullanarak önlenebilecek sorunlarla mücadelede tüm sektörlere de görev düşmektedir. Okul döneminde hızlı büyüme ve gelişmenin yanı sıra yoğun öğrenme içinde bulunan çocuklarda yetersiz iyot alımı okul başarısını da olumsuz etkilediği görülmüştür. Bütün bu veriler iyotlu tuz kullanımının önemini göstermektedir. Bu nedenle halkın iyotlu tuz kullanmasını kullanırken de güneş ışınlarından uzak tutulması, serin kuru, koyu renkli koruma kabında muhafaza edilmesi gerekmektedir. Zeki çalışkan, başarılı ve guatrdan uzak bir nesil yetiştirilmesi için mutlaka iyotlu tuz tüketilmelidir".

rock_alltime 05-08-2008 10:59 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Doktorunuz meyve ve sebzeler

--------------------------------------------------------------------------------

Bitkisel renk maddeleriyle ilişkili olan meyve ve sebzelerdeki fitokimyasalların insan sağlığını korumak için çalıştıkları bildirildi.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü tarafından hazırlanan broşürle, fitokimyasal üreten meyve ve sebzelerin hangi hastalıklara iyi geldiği konusunda bilgi verildi.


Bitkisel gıdalarda bugüne kadar 900'ün üzerinde farklı fitokimyasal bulunduğu öğrenilirken, bu koruyucu bitkisel bileşiklerin beslenme ve sağlık üzerine etkileri konusunda her gün yeni araştırma sonuçları veriliyor.


Günde 5-9 porsiyon meyve ve sebze, tam tahıllar, soya ve sert kabuklu meyveler tüketerek bitkisel gıdalarda bulunan tüm fitokimyasallardan ve besin öğelerinden yararlanma imkanı bulunduğuna dikkat çekiliyor. Elde edilen verilere göre, bazı meyve ve sebzelerin iyi geldiği hastalıklar şöyle:
Elma ve elma suyu, turunçgiller, kivi, siyah üzüm ve üzüm suyu, kırmızı biber, domates ve karpuz kalp hastalıklarına karşı kalbi koruyor.


Taze ve kuru kayısı, yaban mersini, kavun, havuç, üzümsü meyveler, karalahana, erik, balkabağı, kuru üzüm, ıspanak ve çilek yaşlanma sürecini yavaşlatıyor.
Taze ve kuru kayısı, böğürtlen, yaban mersini (alıç-likapa), Çin lahanası, brokoli, lahana, kavun, havuç, karnabahar, taze soğan, Brüksel lahanası, turunçgiller, kuş üzümü, sarımsak, karalahana, kivi, pırasa, soğan, balkabağı, ahududu, kara üzüm ve üzüm suyu, ıspanak, çilek, şalgam ve suteresi bazı tip kanserlere yakalanma riskini azaltıyor.


Taze ve kuru kayısı, kavun, havuç, brokoli, karalahana, balkabağı ve ıspanak akciğer fonksiyonlarını iyileştiriyor.
Ispanak, balkabağı, karalahana, havuç, kavun, brokoli, taze ve kuru kayısı diyabetle ilgili komplikasyonları azaltıyor.
Brokoli, mısır, karalahana, kivi ve ıspanak 50 yaşın üzerindeki kişilerde görme bozukluğunun başlıca nedeni olan makula dejenerasyonunun önlenmesine yardımcı oluyor.


Brokoli, üzümsü meyveler, sarımsak, kıvırcık salata, soğan, armut, kara üzüm ve üzüm suyu alerjik kökenli iltihaplanmaları azaltıyor.
Üzümsü meyveler, sarımsak, karalahana, kıvırcık salata, soğan, armut, kara üzüm, üzüm suyu baş ve boyun tümörlerinin gelişmesini durduruyor.
Sarımsak, karalahana, kıvırcık salata, soğan, armut ve üzümsü meyveler akciğerleri hava kirliliği ve sigaranın zararlı etkilerinden koruyor.
Karalahana ve ıspanak katarakt riskini azaltıyor.


Kırmızı biber, karpuz, domates ve ketçap, domates suyu, salça, makarna sosu gibi domates ürünleri prostat kanseri riskini azaltıyor.
Böğürtlen, yaban mersini, taze soğan, kuş üzümü, ahududu, çilek, pırasa ve soğan kanın kolesterol seviyesini düşürüyor.

rock_alltime 05-08-2008 11:03 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Ihlamur deyip geçmeyin

--------------------------------------------------------------------------------

Özellikle soğuk kış günlerinde sıcak içecek olarak tüketilen ıhlamurun insan sağlığına birçok faydasının bulunduğu bildirildi.
Yurdumuzda Marmara ve Doğu Karadeniz Bölgeleri'nde bol miktarda yetişen ıhlamurun çiçek, yaprak, kabuk ve ağacından faydalanılıyor. Hoş kokulu bir bitki olan ıhlamurun aynı zamanda iyi bir ev ilacı olduğunu vurgulayan uzmanlar, "Kurutulmuş ıhlamur yaprakları, çiçekleriyle birlikte kaynatılarak hoş kokulu bir içecek elde edilir. Bu içecek sinirleri yatıştırır, bağırsak kurdunu düşürür, bağırsak sancısını giderir, öksürüğü keser, damar tıkanıklığını açar, gribi iyileştirir, hazımsızlığa karşı kullanılır, mide üşütmesini ve uykusuzluğu giderir. Ihlamur ayrıca idrar söktürücü, terletici, yatıştırıcı, göğüs yumuşatıcı özelliğe de sahiptir. Ihlamur çiçeği balla karıştırılıp içilirse mide ülserine faydalıdır. Kan dolaşımını düzenler" dedi.


Ihlamurun içinde uçucu yağ, tanen, şeker, C ve P vitamini, reçine ve enzimler bulunduğunu açıklayan uzmanlar, ıhlamurla ilgili şu bilgileri verdi:
"Mide şikayeti olanlar ıhlamuru tek başına kaynatıp içerse hazmı kolaylaştırır. Bunun yanısıra ıhlamurun içine biraz kekik, nane ve rezene katıp kaynatıp içerseniz hem mide yanmalarına, hem de kusma türü rahatsızlıklara iyi gelir. Cildinizde leke mi var? Hemen ıhlamuru suda kaynatıp sıvı sümüksü bir hal alıncaya kadar bekletin. Sonra bu sıvıyı lekelere sürün faydasını göreceksiniz. Yine aynı şekilde elde edeceğiniz ıhlamurla kırışıklıklara masaj yaparsanız iyi sonuç alacaksınız. Strese karşı ıhlamur çayı iyi gelir. İçine çok az karanfil atarsanız hem güzel bir tat elde etmiş olursunuz, hem de sizi sakinleştiren etkisini arttırırsınız. Grip ve nezle olunca ıhlamuru hiç eksik etmeyin. Bilinmelidir ki, bu tür hastalıklarda ıhlamur sadece terlemeyi sağlayarak değil, aynı zamanda vücudun direncini de artırarak tedaviye yardımcı olur.



Göz çapaklanmalarında ıhlamuru kaynatın ve süzün. Pamuk yardımı ile gözlerinize kompres yapın. Hem çapaklanmaları önleyecektir, hem de gözünüzü dinlendirecektir. Gözlerinize kompres yaparken gözünüzü kapatmayı unutmayın. Ihlamuru kaynatıp elde ettiğiniz su ile ara sıra saçlarınızı yıkayarak saçlarınızın beslenip kuvvetlenmesini sağlayabilirsiniz. Bu işlemden sonra saçınızı durulamayı ihmal etmeyin. Bunların yanında ıhlamur kan dolaşımını düzenler. Kabızlıkta da ıhlamurdan yararlanabilirsiniz. Kramplar için de ıhlamurun iyi bir ilaç olduğunu unutmamalısınız. Sabah aç karnına içilmeye devam edilen ıhlamur zayıflamak isteyenlere bu hususta yardımcı olacaktır. Ihlamurun migren için de birebir olduğu bilinir. Ancak ıhlamuru uzun süre ve fazla miktarda kullandığınızda kalbinize zarar verebileceğini unutmamalısınız."

rock_alltime 05-08-2008 11:03 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
'Karbonhidratsız diyet olmaz'

--------------------------------------------------------------------------------

ABD'li diyetisyenler, zayıflamak için uygulanan diyet formüllerinin çoğunluğunun 'çok protein az karbonhidrat' tavsiyesi sunduğunu, ancak karbonhidratın az olduğu bir diyetin sağlıksız olduğunu açıkladılar. Uzmanlar, karbonhidratın, sinir sisteminin adeta 'yakıtı' olduğunu ve karbonhidratsız bir beslenmenin sinir sisteminin sağlıklı işlemesini engelleyeceğini belirtiyorlar.


Amerikan 'CBS' televizyonunda yer alan habere göre, Amerikan Diyetisyenler Birliği'nde görevli uzmanlar, amacına uygun ve profesyonel olan diyetlerde mutlaka karbonhidratın da önemli yer tutması gerektiğinin altını çiziyorlar. Dengeli bir öğünün diyetin anahtarı olması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar, sadece protein alarak vücudun yeterli derecede beslenmediğini, gerek sinir, gerekse sindirim sistemi için karbonhidrat içeren yiyeceklerin de ölçülü bir şekilde tüketilmesinin şart olduğuna değiniyorlar. Uzmanlar, aşırı miktarda tüketilen karbonhidratın da, aşırı olarak tüketilen her şey gibi vücuda zararı olduğunu ifade ederken, sağlıklı bir insanın günde en az 2 bin kaloriye ihtiyacı olduğunu ve bunun en az yarısının karbonhidratlı besinlerden elde edilmesi gerektiğini vurguluyor. Günde en fazla 250 gram karbonhidratın yeterli olabileceğini vurgulayan uzmanların, dengeli ve 250 gram karbonhidrat içeren bir diyete verdikleri örnek ise şöyle:

"KAHVALTI
1/2 bardak portakal suyu
1/2 tabak mısır gevreği
4 yemek kaşığı yoğurt
1 bardak az yağlı süt
17 tane yeşil üzüm

ÖĞLE YEMEĞİ
2 dilim kepek ekmeği
3 parça haşlanmış hindi göğsü
Bir çay tabağı dilimlenmiş havuç
2-3 adet marul yaprağı
Bir çay tabağı dilimlenmiş salatalık

ARA ÖĞÜN
10 parça az yağlı kraker
Orta boy bir elma

AKŞAM YEMEĞİ
1/2 oranında kızartılmış piliç göğsü
Bir tutam haşlanmış brokoli
Yarım fincan domates sosu
Bir dilim kek."

rock_alltime 05-08-2008 11:04 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Alıntı:

jasmine tafarından gönderildi (Mesaj 203815)
bilgilerin için tşkler rock_alltime emeğine sağlık..

İlgilendiğin için ben teşekkür ederim canım..:)

rock_alltime 05-08-2008 11:05 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Kış hastalıklarına dikkat

--------------------------------------------------------------------------------

Kış mevsimi ile birlikte ülkemizde soğuk havaya bağlı olarak nezle, grip, faranjit, larenjit, sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit, zatürre gibi hastalıkların görülme sıklığının arttığı belirtildi.


İHA muhabirinin derlediği bilgilere göre, kış mevsiminde soğuk havaya uyum sağlamak için vücudun daha fazla enerji harcadığına dikkat çekiliyor. Bu enerji ihtiyacı karşılanmadığında da vücut direnci düşüyor ve enfeksiyonlara davetiye çıkartılıyor. Soğuk kış iklimde yaşayan ve yıllarını geçiren insanların soğuk havaya uyumuyla ılıman iklimde ve zaman zaman soğukta yaşayan insanların uyumunun farklı olduğu belirtiliyor. Soğuk, özellikle akciğerin akut veya kronik tüm hastalıklarını tetikliyor. Bronşit, astım gibi sağlık sorunları daha sık görülür. Ayrıca kronik böbrek ve diyabet hastaları, kalp hastaları, by-pass geçiren kişiler aşırı soğuklardan çok daha fazla etkileniyor. Kışın ortaya çıkan hava kirliliği de soğukla birleştiğinde sorun büyüyor. Kış mevsiminde artış gösteren ve iyi tedavi edilmediğinde ölümlere yol açabilen hastalıkların başında zatürre geliyor. Akciğerlerin iltihabi bir hastalığı olan zatürre ile birlikte akciğerlerin görevi olan oksijen alış veriş fonksiyonu bozuluyor ve kanda oksijen düzeyi azalıyor. Amerika'da bile halen ölüme yol açan hastalıklar arasında zatürre altıncı sırada yer alıyor.


Kış mevsiminde enfeksiyonlar ağır geçtiği için korunma tedbirlerine özen gösterilmesi gerekiyor. Yaşlıların, çocukların, kalp, astım, diyabet gibi sağlık sorunları olan kişilere havanın çok soğuk olduğu günlerde mecbur kalmadıkça sokağa çıkmamaları gerekiyor. Kış hastalıklarından korunmak için uzmanlar şu önerilerde bulunuyor:
"Giyime özen gösterilmeli, soğuktan koruyacak biçimde giyinilmesinin yanısıra aşırı terlememeye dikkat edilmelidir.


- Kış ve soğuk diye fazla enerji almak iyi olur. Ancak aşırı yağlı yemek ve az hareket, kilo almaya neden olur. Bu yüzden öğünler muntazam yenilmeli. Sabah kahvaltılarına ve enerji verecek mevsim meyve ve sebzelerine de ağırlık verilmeli.
- Soğukta özelikle hamileler, mevsim hastalıklarına yakalanmamaya özen göstermeli, toplu yerlerden uzak durmalı, maske ile korunmalı.
- Astımı olanların ilaçlarını düzenli almaları, mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamaları, hava kirliliğinden, soba ve kömür etkisinden sakınmaları gerekiyor.
- Kalp hastalığı olanların çok soğukta yürümemelerini öneriyoruz.
- Yüksek tansiyonu olanların da ilaçlarını titizlikle kullanmaları, direnç artsın diye diyeti bozmamaları, tuzlu yememeleri büyük önem taşıyor."

rock_alltime 05-08-2008 11:19 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Az uyu, kilo alma

--------------------------------------------------------------------------------

Sidney'de düzenlenen ve konusu uyku olan bir sağlık konferansında konuşan diyet uzmanları, uyku süresi ile obez olma riski arasında güçlü bir bağlantı olduğunu belirttiler.


Konferansta konuşan bilim adamları, gecede 4 saatten az uyuyanların 7 ile 9 saat uyuyanlara göre daha yüksek bir risk altında olduğunu kaydettiler.


Konferansta 5 saat uyuyanların obez olma riskinin yüzde 50 iken, altı saat uyuyanların riskinin yüzde 23 oranında olduğu bildirildi.


Columbia Üniversitesi St Luke's-Roosevelt Hastanesi'nden Dr. Steven Heymsfield, "Belki insanların daha fazla uyumasını sağlayarak kilo vermelerini kolaylaştırabiliriz" derken, Kolombiya Salgın Hastalıklar Uzmanı James Gangwisch ile Heymsfield'ın birlikte yürüttükleri bu araştırma, bu hafta Kuzey Amerikan Birliği Obezite Çalışmaları toplantısında sunulacak.


İkili, 1980'lerde ABD Hükümeti'nin yaptığı Ulusal Sağlık ve Beslenme İncelemesi'nden aldıkları verileri kullandı.


Dr. Gangwisch, "İnsanlar dinlendiklerinde daha az kalori yakarlar bu yüzden uyumanın kilo alımını ve obeziteyi engelleyeceği söylemek mantıksız görülebilir. Ancak uyumadıklarında daha çok yemek yerler. Vücudun yiyecek isteme devrelerini etkileyen kronik uyku ihtiyacı obezite risklerini farklılaştıran etken olabilir" dedi.


Uzmanlara göre uyku ihtiyacı iştahı bastıran ve vücut yeterli besini aldığında beyni etkilediği düşünülen kan proteini leptinin oranını düşürüyor.


Sydney'de uyku eksikliği konferansında konuşan Stockholm Karolinska Enstitüsü'nden Prof. Torbjorn Akerstedt ise, vardiyalı çalışanlarda uyku kalitesinin düştüğünü ve kalp hastalıkları gibi rahatsızlıkların çoğaldığını belirtti.

rock_alltime 05-08-2008 11:26 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
CİNSEL YOLLA BULAŞAN HASTALIKLAR

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar insanlık tarihi kadar eski olup gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde en önemli halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Başlıca bulaşma yolunun koruyucu bariyer olmadan penisin ağıza, vajinaya ya da anüse penetrasyonu ile gerçekleşen cinsel ilişki olduğu bir grup bulaşıcı hastalığa CYBH( cinsel yolla bulaşan hastalıklar) denmektedir. Bunun dışında anneden bebeğine bulaşma ve kan ve kan ürünleriyle bulaşma da CYBH ların bulaşma yolları arasındadır.

Pek çok gelişmekte olan ülkede CYBH'lar yetişkinlerin sağlık kurumlarına başvurma nedeni olan ilk beş hastalık içerisinde yer almaktadır.

Bu hastalıklar hem toplumlar üzerine ciddi ekonomik yükler getirmekte hem de çağımızın en önemli sağlık sorunlarından biri olan AIDS hastalığına yol açan HIV virüsünün yayılımını kolaylaştırabilmektedirler.

CYBH'lardan bir kısmı belirtisizdir. Kişi herhangi bir rahatsızlığı olmadığı için sağlık kuruluşlarına başvurmaz ve böylece tanısı ve tedavisi gerçekleşemez. Yakınma ve belirti olduğu durumlarda da kişiler bazı önyargılar ve utanma ya da hizmete ulaşamama nedeniyle yine sağlık kuruluşlarına başvurmayabilir ve yine tanısı ve tedavisi gerçekleşmeyebilir. Sağlık kuruluşlarına başvuranlar ise her zaman doğru tanı ve tedaviyi alamayabilirler. Ayrıca bu hastalıkların tedavisi için standart koşullara uygun ve kabul gören sağlık merkezlerinin sayısı da oldukça azdır. Böylece toplumdaki CYBH ların aslında çok az bir kısmı doğru tanı ve tedaviye ulaşabilir.

Ülkemizdeki CYBH sıklığı gelişmiş ülkelerdekinden çok daha fazladır. Ancak ülkemiz koşullarında prevelans ve insidans çalışmaları yapmak oldukça zor olduğundan gerçek rakamlar bilinememektedir.

CYBH geçişini etkileyen davranışlar:

Yakın zamanda cinsel eş değiştirmek,
Birden fazla cinsel eşe sahip olmak,
Cinsel eşin birden çok cinsel eşinin olması,
Seks işçileri, onların müşterileri ile cinsel ilişkide bulunmak,
CYBH belirtisi olanlarla cinsel ilişkiyi sürdürmek,
CYBH olanların cinsel eşlerini tedavi olmaları konusunda bilgilendirmemesi.


CYBH geçişini etkileyen biyolojik faktörler:

Yaş: Genç kadınlar vaginal mukoza ve servikal doku özellikleri nedeniyle enfeksiyona daha duyarlıdır.Kadınların erken yaşta evlendirilmeleri de erken yaşta cinsel aktif olmaları nedeniyle enfeksiyon risklerini arttırmaktadır.
Cins: Penetratif ilişkide daha geniş mukoza yüzeyi teması söz konusu olduğundan enfekte erkekten kadına CYBH geçme olasılığı enfekte kadından erkeğe bulaşma olasılığına göre daha fazladır.
Sünnet: Sünnetsiz erkekler sünnetli erkeklere göre daha yüksek CYBH riski altındadır.


CYBH geçişini etkileyen sosyal faktörler:

Güvenli cinsel ilişki konusunda yetersiz bilgi,
Kondom elde etme ya da satın almada güçlük,
Kondomdan hoşlanmamak,
Kültürel dinsel inançlar,
Alışılmış, vazgeçilmesi güç cinsel ilişki davranışı,
Yoksulluk.

Yapılan araştırmalar 19 yaş üzerinde erkeklerde CYBH sıklığının kadınlara göre daha fazla olduğunu göstermektedir. Bunun nedenleri arasında erkeklerin daha fazla cinsel aktif olması, kadınlara göre daha fazla eş değiştirmesi, erkeklerin büyük kısmının paralı seks satın almaları, kadınlarda bu hastalıkların çoğu zaman belirtisiz olması ve kadınların bazı sosyo-ekonomik nedenler yüzünden sağlık kuruluşlarına başvurmamaları sayılabilir.


CYBH'larda sendrom yaklaşımı:
WHO tarafından önerilen bu yaklaşım hastanın yakınmalarına ait belirtiler ve muayene sırasında gözlenen bulgulardan yola çıkarak etkene ulaşmayı içeren bir yaklaşımdır.Bu yaklaşım aşağıdaki tablodaki gibi özetlenebilir:


SENDROM
BELİRTİLER
BULGULAR
OLASI ETYOLOJİ





Vaginal akıntı


Vaginal akıntı

Vaginal kaşıntı

Dizüri

Ağrılı cinsel ilişki






Artmış vaginal akıntı


Vaginit:

· Trikomoniyazis

· Kandidiyazis

· Bakteriyel vajinozis

Servisit:

· Gonore

· Klamidya





Üretral akıntı


Üretral akıntı

Dizüri

Sık idrar yapma




Üretral akıntı


· Gonore

· Klamidya



Genital ülser




Genital yaralar


Genital ülser

Büyümüş inguinal lenf nodülleri




· Sifiliz

· Şankroid

· Genital Herpes



Kasık ağrısı(pelvik ağrı, alt karın ağrısı)




Kasık ağrısı

Ağrılı cinsel ilişki


Vaginal akıntı

>38°C ateş

Palpasyonla kasıklarda hassasiyet




· Gonore

· Klamidya

· Anaerob etkenler



Skrotal şişme




Skrotal ağrı ve şişme


Skrotal şişlik


· Gonore

· Klamidya



CYBH'larda danışmanlık hizmeti:

Danışmanlık hizmetten yararlanmak üzere başvuranın, konu ile ilgili özel eğitimi ve birikimi olan biri ile etkileşim sürecidir. Bu süreçte kişinin sorunu, nedenleri, sorunla ilgili neler yapılabileceği, hangi hizmetlerden nasıl yararlanabileceği, sorunun tekrarından nasıl korunulacağı konularında birlikte tartışılıp kişiye kendine en uygun seçeneği bulma konusunda yardımcı olunmalıdır. Bu süreçte kişi sorunuyla ilgili doğru bilgilere sahip olmanın yanında riskli davranış kalıplarının farkına varıp bunlardan kaçınma yollarını anlayabilmeli ve yaşam tarzına uygun çözümler bulup olumlu davranış değişikliklerine adım atmalıdır. Başarılı bir hizmet:


Kişi haklarını bilip saygı göstermeyi,
Duyarlı ve özenli yaklaşımla güven duygusu yaratmayı,
Başvuranın katılımının güçlendirilmesi konusunda becerikli olmayı,
Üreme sağlığı, aile planlaması, CYBH'lar konusunda bilgi ve önerilerini başvuranın koşullarına uyarlayabilmeyi,
Başvuran kişinin dinsel, geleneksel ve kültürel durumunu anlayıp önyargısız davranmayı,
Gerekli bilgi ve önerileri yalın bir şekilde kişiyi yönlendirmeden sunabilmeyi,
Soru sorulmasına ve iletişime uygun bir ortam yaratılmasını
Kişiye yararlı olunamadığı takdirde vakit geçirmeden uygun kişilerden yardım isteyebilmeyi içermelidir.

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar gibi bilgi sahibi olunduğunda ve gerekli davranış değişiklikleri konusunda güçlenildiğinde hastalıklardan uzak kalmanın mümkün olduğu durumlarda etkili ve nitelikli danışmanlık hizmeti çok önemlidir.

CYBH 'larda tedavi:
Etkeni bakteri olan belsoğukluğu, bakteriyel vaginoz, başlangıç dönemindeki frengi ve etkeni mantar olan kandidoz antibiyotikler ya da antifungallerle kolay tedavi edilir. İlaçlar ağız yolu ile, şırınga edilerek veya deri ve mukozadaki lezyon üzerine pomat şeklinde sürülerek kullanılır. Trikomoniyaz, uyuz ve kasık biti bitlenmesi de kolay tedavi edilir. Hepatit B, genital herpes, genital siğil ve HIV enfeksiyonu etkeni olan viruslar üzerine kesin etkili ilaçlar bulunmadığından kolay etdavi edilemezler. Genital herpes ve genital siğil tedavi edildiğinde belirtileri iyileşir, ancak çok defa nüküs ettikleri (tekrarladıları) görülür. Hepatit B'de belirtilerin düzelmesi için bazı ilaçlar kullanılır ve hastalık zamanla iyileşmeye bırakılır. HIV enfeksiyonunun bugün için kesin tedavisi yoktur. Ancak HIV'li kişilerin daha uzun ve sağlıklı yaşamalarını sağlayacak bazı ilaçlar kullanılmaktadır. Antibiyotik tedaviniz bittikten sonra, laboratuvar muayenelerini tekrar ettirilip etkenin varlığı yeniden araştırılmalıdır. Tedaviden sonra yine de hastalık belirtileri varsa, aynı zamanda birden fazla hastalığın bulunduğu düşünülmeli ve tedavi buna göre şekillendirilmelidir. Ayrıca tedavi sırasında mutlaka cinsel eşlerinde tedaviye katılması sağlanmalıdır.

Tedavi edilmezse belsoğukluğu, klamidiyoz, üretrit ve servisit kısırlığa, frengi çeşitli organlarda harabiyete sebep olur. Tedavi edilmeyen CYBH'larda hastanın yakınmaları devam eder. Bazen belirtiler kaybolur ancak hastalık kendiliğinden iyileşmez. Kişi taşıyıcı durumundadır. Hastalığı cinsel partnerlerine bulaştırmaya devam edebilir. Kişi tedavi edilerek bu taşıyıcılık durumundan kurtarılır.


Başlıca CYBH'lar:

HIV İNFEKSİYONU VE AIDS
AIDS'in etkeni HIV "Acguired Immune Deficiency Syndrome" kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur ve "Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu" demektir. HIV girdiği vücutta enfeksiyon oluşturur. Özellikle CD4+T lenfositlerine yerleşir. Vücuda giren mikropları harap etme görevi olan CD4+T hücreleri artık bu görevi yapamaz ve vücudun bağışıklık sistemi giderek zayıflar. Bunun sonunda vücudun mikroplara karşı koyma yeteneği azalır ve ve yok olur. HIV enfeksiyonlunun ve AIDS hastasının kanında, sperm sıvısında veya vagina sıvısında HIV bulunur. HIV kan nakli ile, HIV'li kan bulaşmış kesici ve delici aletlerle, şırınga ve iğnesi ile bulaşır. En önemli bulaşma yolu cinsel ilişkilidir ve her türlü (vaginal, anal, oral) cinsel ilşki ile bulaşır. Sperm sıvısı, vagina sıvısı ve adet kanında bulunan HIV'ın ağıza girmeside bulaşmaya sebep olur. Gebelikte, doğum sırasında ve süt emzirmede anneden bebeğine HIV bulaşabilir. CYBH'ı olanlar AIDS'e daha duyarlıdırlar.

Tanıda kullanılan anti-HİV testi ile kanında antikor bulunan kimseye "HIV pozitif" kişi denir. HIV taşıyıcısı enfeksiyonunu başkalarına bulaştırabilir. Antikorlar HIV vücuda girdikten 3 ay sonra oluşurlar. Şüpheli durumdan 3 ay geçmeden test yapılmamalıdır. HIV enfeksiyonu başladıktan sonra AIDS hastalığının oluşması için geçen dönem 5-15 yıl gibi çok uzundur. Bu süre içinde kişi hiçbir belirti hissetmeyebilir. Bu süre sonunda zayıflayan bağışıklık sistemi pek çok hastalığa açık hale gelir. HIV enfeksiyonunda HIV'e karşı antikorlar oluşursa da bu antikorlar CD4+Thücrelerinin içine yerleşmiş olan HIV'e etkili olmazlar. Direnci azalan vücutta, HIV'in etkisi yanında çeşitli mikroplar (bakteri,mantar, virus, protozon) deri, solunum, sindirim, merkez sinir sistemi gibi muhtelif doku ve organlara yerleşip hastalık oluştururlar; bunlara "fırsatçı enfeksiyonlar" denir. Ayrıca direnci kırılmış vücutta Kaposi sarkomu ve lenfoma gibi kanserler gelişebilir. HIV enfeksiyonu başladıktan sonra, kişinin yaşam koşullarına ve vücut direncine göre AIDS hastalığı belirtileri yılar sonra ortaya çıkar. AIDS'li hasta çok defa fırsatçı enfeksiyonların oluşturduğu komplikasyon sonucu ölür.

.AIDS'in bugün için kesin tedavisi yoktur. Ancak tedavideki son gelişmeler hastaların daha uzun ve nitelikli bir ömür sürmelerini sağlamaktadır

HEPATİT B
Etken olan Hepatit B virusu karaciğer iltihabına( hepatit) neden olur. Kuluçka süresi 2-6 ay arasında değişir. Belirtileri yorgunluk, halsizlik, bulantı, karın ağrısı, bazen eklemlerde ağrı ve ateştir. Daha sonra sarılık belirir; gözlerin beyaz kısmı, bazen deri sararır. İdrarın rengi koyulaşır, dışkının rengi çok açılır. Belirtiler haftalarca bazen aylarca kalır. Hepatit B vakalarının %90'ında virus vücuttan tamamen yok olur ve belirtiler kaybolur; %5-10 vakada virus vücutta kalır, antikorlar meydana gelmez ve kişi taşıyıcı olur. Taşıyıcıda belirti yoktur ve sağlıklı görülür %1 hepatit B vakası iyileşmez ve ölümle sonuçlanır. Virus infekte kişinin kanında, sperminde vagina sıvısında, ve tükürüğünde bulunur. Özellikle kanla ve cinsel ilişki ile bulaşır. Son yayınlarda oral bulaşmadan da söz edilmektedir. Kan nakli için alınan kanlar test edilmekte ve kan yoluyla bulaşan hastalıklar konusudna taranıp öyle transfüzyonuna izin verilmektedir. Kişide hepatit B varsa kanı başkasına verilmez. Kanla bulaşmadan korunmak için viruslu kanla temas etmemelidir. Şırınga ve iğne, diş fırçası ve traş makinası bulaşmaya neden olabilir. Akut HBV enfeksiyonu tedavisinde etkene yönelik tedavi yoktur. Genellikle genel durumu düzeltmeye yarayan destekleyici önlemler kullanılır. Kronik enfeksiyonlarda ise viral replikasyon değerlendirilerek gerekirse interferon uygulanabilir. Vakaların %40 ında bu tedavi başarılı olabilmektedir. Bunun yanı sıra antiviral ilaçlar örneğin AIDS tedavisinde de kullanılan Lamivudine in HBV tedavisinde de etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Nadir olarak taşıycıda kronik karaciğer iltihabı ve daha sonra kanser oluşur. Hepatit B'den korunmanın en önemli yolu aktif bağışıklamadır.

BEL SOĞUKLUĞU (GONORE)
Çok yaygın görülen bu hastalığın etkeni gonokoklardır. Hastalığın kuluçka süresi 2-6 gündür. Üretra (dış idrar yolu), vagina, anüs, ve boğaz mukozası iltihaplanır. Erkekte üretra ağzından sarı yeşilimsi akıntı mevcuttur. İdrar yaparken yanma ve ağrı vardır, sık sık ve az miktarda idrara çıkılır. Bazen hiç belirti olmayabilir. Kadında çoğunlukla belirti yoktur. Normalde görülen vagina akıntısı artabilir, yeşil veya sarı renkte ve kötü kokuludur. İdrar şikayetleri bulunabilir. Kadında ve erkekte akıntı ağıza bulaştığında boğaz enfeksiyonu olur, ağız içi ve boğaz kızarır ve ağrı vardır. Anüs infekte olduğunda genellikle belirti olmaz, anüste yanma ve hafif ağrı olabilir, dışkıda müküs ve kan görülebilir. Gonokok göze bulaştığında göz iltihabı yapar. Doğum sırasında çocuğun gözüne bulaşıp iltihaplanmasına sebep olabilir. Belsoğukluğu kolay tedavi edilir. Kas içine uygulanan seftriakson ile birlikte doksisilin veya tetrasiklin türevleri ile tedavi yapılır. Hastanın cinsel eşine de tedavi verilir ve cinsel perhiz önerilir. Tedavi edilmezse, erkekte ve kadında infertiliteye neden olabilir.

FRENGİ (SİFİLİZ)
Frengi çok tehlikeli, kuluçka süresi 2-12 hafta olabilen bir hastalıktır. Frenginin etkeni spiroket cinsinden treponema pallidumdur.Kronikleşmeye eğilimlidir ve başlangıcından itibaren sistemik belirtiler verebilir. İlk yerleştiği yer penis, vagina anüs va ağız olabilir. Frengide bir veya daha fazla sayıda, üstü açık, bir cm boyutlarında sert ve ağrısız "şankır" denilen yaralar oluşur. Vagina ve anüsün içinde olduğunda şankır görülemez. Etken daha sonra kan yolu ile bütün vücuda yayılır. Kasık ve boyun lenf bezleri şişebilir. Tedavi edilmezse de şankır kendiliğinden iyileşir. Şankırın iyileşmesi hastalığın geçtiği anlamına gelmez, frenginin ikinci dönemi başlar; ellerde, ayaklarda ve vücudun diğer kısımlarında kırmızılıklar oluşur ve bir süre sonra geçer. Ayrıca baş ve boğaz ağrısı, ateş yorgunluk, saç dökülmesi, genital bölgede siğile benzer döküntüler olur. Tanıda serolojik testler ( VDRL, RPR) kullanılır. Gebelikte anneden çocuğa frengi geçer. Frengi penisilin tedavisi ile tamamen iyileşebilir. İlk ve ikinci dönemde tedavi edilmezse etken vücutta kalır ve hastalığın uyuyan dönemi başlar. Kişi hastalığın farkında değildir, ancak yapılan test hastalığı belirler. Yıllar geçince beyin harabiyeti sonucu akıl hastalığı, omurilik harabiyeti sonucu felç, kalp hastalıkları, körlük ve kemik iltihapları ortaya çıkar.

BAKTERİYEL VAGİNOZ
Vaginada, normalde bulunan laktobasillerin asit üretimi ile, ortam asit reaksiyondadır ve birçok bakteri vaginada üreyemez. Antibiyotik kullanımı gibi sebepler laktobasilleri etkileyerek reaksiyonunu azaltır ve bu ortamda çeşitli bakteriler, özellikle anaerop bakteriler ve mantarlar üreyebilir. Bakteriyel vaginoz etkeni olan Gardnarella vaginalis şartlar uygun olduğunda vaginada üreyip iltihap yaparak bakteriyel vaginoz oluşturur. Bu hastalıkta vaginadan kötü kokulu akıntı gelir, vaginada kaşıntı olabilir. Erkek infekte olsa da beliti görülmez. Belirti görüldüğünde tedaviye başlanır ve kolay tedavi edilir. Tedavide genelde metranidazol kullanılır.

KLAMİDİYOZ
Çok yaygın görülen bu hastalığın etkeni chlamydia trachomatis adlı mikroorganizmadır, hastalığın kuluçka süresi 1-2 haftadır. Kadında servisit ve üretrite neden olur. Erkekte peniste akıntı olur, çoğunlukla sabahları bir damla şeffaf akıntı,dizüri görülür. Kadında vagina mükopürülan akıntı,dizüri, vulva ve perinede hafif kaşıntı ve karın ağrısı olur. Klamidyozda bazen hiç bir belirti görülmeyebilir, fakat kişi bulaştırıcıdır. Bel soğukluğu ile birlikte bulunabilir. Doğum sırasında anneden bebeğine bulaşabilir. Klamidyoz kolay tedavi edilebilir. Tedavi edilmezse; kadında salpenjite, ektopik gebeliklere ve infertiliteye neden olabilir. Erkekte de infertiliteye yol açabilmektedir. Tedavide doksisilin, tetrasiklin, azitromisin ya da ofloksasin seçeneklerinden biri kullanılmalıdır.

KANDİDA VAJİNİTİ
Etkeni kandida cinsi mantarlar, özellikle Candida albicans'tır. Hastalık hafif seyirlidir. Cinsel ilişki olmadan da insana bulaşabilir. Fazla yorgunluk, stres, OKS kullanımı diyabet, gebelik, fazla ve uzun süreli antibiyotik kullanımı enfeksiyonu kolaylaştırır. Kuluçka dönemi 2-5 gündür. Kadınların çoğunda özellikle gebelikte hiç bir belirti yoktur. Kadınlarda disparoni, dizüri, vaginadan peynirimsi beyaz akıntı, vulvada yanma ve kaşıntı, vajen ve vulvada ödem ve hiperemi görülebilir. Erkekte çoğunlukla belirti görülmez, penisin ucunda kızarma ve kaşıntı olabilir. Tedavi kolaydır, antimikotik maddeler kullanılır. Belirtiler olduğunda tedaviye başlanmalıdır.

ÜRETRİT VE SERVİSİT
En sık görülen nedenleri Neisseria gonorrhoeae ve Chlamidia trachomatis dir. Servisiti olan kadınlarda anormal vaginal akıntı olabilirse de çoğu zaman semptom yoktur. Çoğu zaman farklı nedenlerle yapılan jinekolojik muayenelerde saptanır. Başlıca iki tip semptomatik servisit vardır:

Enfeksiyöz: Servikal kanal epitelinde enfeksiyon vardır. Epitel serviksin dış ağzından vajene doğru dışa dönmüştür. Eğer tedavi edilmezse uterus ve adneksleri tutarak PID ye neden olur.İki ana nedeni gonore ve klamidyadır.
Ektopik: Normal kanal epiteli vajene doğru kanal dışına dönmüşütr. 16 yşından küçüklerde ve oral kontraseptif kullananlardadaha sık görülür. 35 yaş üzeri kadınlarda çoğunlukla neden mekanik, kimyasal travmalar veya HPV gibi viral enfeksiyonlardır.

Tedavi etkene yönelik yapılmalıdır. Tedavi edilmezse infertiliteye neden olabilir.

GENİTAL HERPES
Tedavisi olmayan tekrarlayan ülserlerle karakterize viral bir hastalıktır.Olgularda özellikle HSV-2 yanında az olarak HSV-1 ile enfeksiyonda sözkonusudr. Bulaşma cinsel ilişki ile olur.Kuluçka süresi 2-20 gündür. Hastalık kaşıntılı ve yanmalı lokalize eritemli bir plkala başlar. Daha sonra eritemli zeminde veziküller ve bu veziküllerin spontan rüptürü ile ortaya çıkan girintili çıkıntılı kenarlı ülserlerin görülmesi hastalık için tipiktir.Ateş, halsizlik, ağrılı LAP lar görülebilir. Primer enfeksiyondan sonra rekürren enfeksiyonlar görülür. Tedavide ilk epizodda ve rekürren epizodlarda asiklovir kullanılır.Cinsel eşde tedavi edilmelidir.

GENİTAL SİĞİL (KONDİLOMA AKÜMİNATUM)
Genital ve anal siğillerin nedeni human papilloma virüstür. Kuluçka dönemi 9-12 aydır. Lezyonlar tek ya da çok sayıda, yumuşak, ağrısız, karnıbahar görünümünde olup genelde anüs, vulvovajinal bölge, penis, üretra ve perinede yerleşir.Tnı tipik görünüme dayanır. Cinsel ilişki ile bulaşır. Tedavisi çok doyurucu değildir. Tedavide kriyoterapi, podofilin, veya trikloroasetik asitkullanılır. Servikal kanserlerle ilintilendirilmektedir.

MOLLUSKUM KONTAGIOZUM
Etkeni poxvirus grubundan Molluscum contagiosum dur. Cinsel ilişki dışında vücut teması veya ortak kullanılan havlu ya da eşyayla da bulaşabilir. Kuluçka süresi 1 hafta ile 6 ay arasında değişir. 2-4 mm çapında, bazen daha büyük, kül renginde inci gibi siğile benzer nodüller oluşur, tek tek ya da gruplar halinde görülür. Nodüller genital bölgede, kollarda, bacaklarda, ve saçlı deride bulunabilir. Kaşınma ve ağrı olabilir. Çoğunlukla kendiliğinden iyileşme görülür. Tedavide her lezyon sıkılıp içindeki peynirimsi madde çıkarılır ve içine fenol uygulanır.

TRİKOMONİYAZİS
Etkeni protozoon cinsinden Trichomonas vaginalisdir. Kdınlarda vajen ve serviksde erkekde üretra ve prostatda enfeksiyona neden Oldukça yaygın, hafif seyirli, kuluçka süresi 4-20 gün olan bir CYBH dır. Vücutta uzun süre bulunduğu halde belirti vermeyebilir. Erkekte belirti çok seyrek görülür. Bazen sabahları penisin ucunda hafif bir akıntı olur, idrar yaparken hafif yanma olabilir. Kadında da semptom olmayabilir ya da vaginal akıntı,vajen ve vulvada kaşıntı şikayeti olabilir. Akıntı köpüklü, sarı yeşil renkte ve çok kötü kokulu olabilir, bazen ağrı vardır. Tedavide metronidazol kullanılır. Eşlerin tedaviside önemlidir.

UYUZ
Uyuz hastalığını oluşturan parazit kene türü Sarcoptes scabiei dir. Dişi parazit deride incecik tüneller açarak yumurtalarını bırakır. 3-4 gün sonra yumurtalar açılır ve 18 günde parazit erişkin şekle geçer. Uyuz fazla kaşıntı yaparak rahatsızlık verir. Tipik olan parmak aralarındaki kaşıntılardır. Uyuz kişi ile yakın temasta parazitin geçişi sonucu bulaşır. Böcekler vücuda geldikten 3 hafta sonra vücutta çoğunlukla akşam ve gece kaşıntı başlar, kaşıntı yatakta çok artar, özellikle bilekte ve parmaklar arasında, kırmızı-mor nokta şeklinde tünellerin ağızları görülür. Genital bölgede de küçük morumsu noktalar görülebilir. Fazla kaşıntı derinin yaralanmasına sebep olur. Uyuz tedavi ile kolayca iyileşir. İlaçla ölen uyuz parazitleri deride allerjik reaksiyon yapabilir ve kaşıntıya sebep olurlar. Birlikte yaşayan kişilerin beraber tedavi olmaları gerekir.

KASIK BİTİ
Kuvvetli bacakları ile kıla tutunan kasık biti özellikle pubisteki, kasıktaki ve genital bölgedeki kıllara yerleşir. Vücudun ön kol, göğüs gibi diğer kısımlarına da yerleşebilir. Deriden kan emer ve kaşıntı yapar. Deride kırmızı morumsu lekeler görülür. Tedavisi kolaydır, bit öldüren ilaçlar deriye sürülür. Bir hafta sonra tekrar ilaç sürerek yumurtadan çıkan yavrular da öldürülür. Tedaviye başlandığında çamaşırlar, yatak takımları ilaçlanıp yıkanmalı, kasık biti ve yumurtalarından arındırılmalıdır.

rock_alltime 05-08-2008 11:27 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Yürümek her derde deva

--------------------------------------------------------------------------------

ABD'de yapılan araştırmalara göre, yürümenin insan sağlığına pek çok yönden yararlı olduğu tespit edildi. Düzenli olarak yürüyüş yapmanın, kasların kuvvetlendirilmesinden, düşünce potansiyelini arttırmaya, yaşlanma sürecini geciktirmekten zayıflamaya kadar birçok yararı olduğu ifade ediliyor.


Mayo Klinik tarafından yayınlanan rapora göre, yüzyıllardır doktorlar tarafından bir tedavi yöntemi olarak kullanılan yürüyüşün sağlıklı olması için düzenli ve programlı yapılmasında fayda var. Düzenli bir yürüyüş için de kısa ve uzun dönemli gerçekçi hedefler koymak, tepeden tırnağa kadar kullanılacak malzemenin kaliteli ve iyi seçilmesinin göz önünde tutulması gerekiyor. Uzmanların bu konudaki tavsiyeleri şöyle:


"- Amaç kilo vermekse vücut sentetik maddelerle sarılmalı


- Doktordan uygun görüş alınmadan böyle bir programa başlanmamalı


- Yemeklerden sonra uzun ve tempolu yürüyüşlerden kaçınılmalı


- Herhangi bir rahatsızlık hissedildiğinde yürüyüş bırakılmalı


- Yürüyüş, akşam yemeğinden en az 2 saat sonra yapılmalı


- Diyabet, tansiyon yüksekliği, kalp ve karaciğer rahatsızlığı ya da kronik rahatsızlığı olanlar yorucu ve uzun yürüyüşlerden kaçınmalı."


Bu tavsiyelere uyulması halinde düzenli bir yürüyüş programının vücuda yararları ise şöyle:


"- Kan akışının hızlanması, kan dolaşımının iyileşmesi, kalp, damar ve beyin rahatsızlıklarının giderilmesi


- Vücudun tüm kaslarının güçlenmesi


- Kalp kasılması ile meydana gelen kan miktarının artması ve dinlenme esnasında nabzın azalması


- Kan basıncının düzenlenmesi


- Hareket ve stres anında tansiyonun yükselmesinin önlenmesi


- Şişmanlığın önüne geçme


- Barsak hareketlerinin arttırılması ile sindirimin kolaylıkla sağlanması


- Beyine giden oksijen miktarının artması ile zihinsel keskinlik ve düşünce potansiyelinin artması


- Lenf dolaşımını düzene sokma


- Akciğerlerin hava kapasitesini arttırma


- Hareketlilik veya dinlenme sırasında metabolizmayı uyararak sürekli dinç tutma


- Travma sonrası toparlanma sürecini hızlandırma


- Kandaki yağ oranını düşürme


- İyi ve kötü huylu kolestrol dengelerini düzenleme


- Vücuttaki tüm organlar arasındaki koordinasyonu düzenleme


- Eklemlerin esnekliğinin artması, bel ve boyun ağrılarının hafifletilmesi


- Kemiklerin sertleşmesi


- Vücudun hastalıklara karşı dayanıklılığının artması ve bağışıklık sisteminin direncinin artması


- Yorgunluğun hafiflemesi


- Uykusuzluk sorununun giderilmesi ve bünyesel rahatlamanın sağlanması


- Vücudun endorfin adı verilen keyif hormonlarını hareketlendirme


- Yaşlanma sürecinin geciktirilmesi ve deriye zinde bir görünüm kazandırma


- Moral, özgüven ve iyimserliğin artması."

rock_alltime 05-08-2008 11:28 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Kemiklerinizi koruyun

--------------------------------------------------------------------------------

Uzmanlar, dünyada 50 yaşın üzerindeki her 3 kadından birin ve her 8 erkekten birinde görülen sinsi bir hastalık olarak nitelendirdikleri Osteoporoz (Kemik erimesi) hastalığının ilerleyen yaşlarda vücuttaki kemiklerin kırılmasına neden olduğunu belirttiler.




Yaşlıların kemik ağrımaları yakınmaları ile tedaviye geldiğinde ise tedavi için oldukça geç kalındığını ve tedavinin zorlaştığını bildirdiler. Kemik erimesine yönelik kullanılan ilaçların çoğunun her gün alınmasının zorunlu olduğuna işaret eden uzmanlar, bu sebepten tedavinin yıllar boyunca sürebileceğine ve bunun da hastalarda ciddi bir ekonomik yük getirdiğini ifade ediyorlar. Uzmanlar, hastalığa karşı alınması gereken önlemler olarak vakit geçirmeden gerekli testlerin yapılarak hastalığın tam olarak belirlenmesi gerektiğini belirtiyorlar.




Hastalara kemik sağlığını destekleyen bir beslenme programı uygulamalarını öneren uzmanlar, yeterli miktarda kalsiyum ve D vitamini alınması gerektiğini belirtiyorlar. Uzmanlar, diğer yapılması gerekenleri ise şöyle sıralıyorlar:
"- Düzenli olarak egzersiz yapın
- Sigara ve alkol tüketiminden kaçının
- Hastalık hakkında düzenlenen eğitim programlarını takip edin
- Düşme risklerini azaltmak için işyerinizde fiziksel önlemler alın."

rock_alltime 05-08-2008 11:30 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Uykusuz kalmayın IQ dan olmayın!!

--------------------------------------------------------------------------------

Dr. Hüseyin Nazlıkul, geceleri yetersiz uykunun zekâyı haftada 15 puan birden düşüreceğini belirtip, "İdeal uyku, 23.00 - 06.00 saatleri arasında olur" diyor...

Dr. Hüseyin Nazlıkul, önümüzdeki hafta piyasaya çıkacak "Hayatı Keşfet - Anti - Aging Yaşam Kılavuzu" adlı kitabında, düzenli ve dengeli beslenmenin yanı sıra uykunun da önemine değiniyor. 1 saat az uyumanın bile zekâyı olumsuz etkilediğini savunan Dr. Nazlıkul, 10 yıl genç görünmek için de "haftada 3 kez seks" öneriyor. İşte Dr. Nazlıkul'un genç görünmek ve zinde kalmak isteyenlere önerileri:


Günde en az bir kez yeşil salata, sebze, bir kadeh şarap veya üzüm suyu, 3 kez yoğurt, 5 kez meyve, bitkisel çay, maden suyu ve meyve suyu, 12 tane fındık ya da badem yemelisiniz.

Erkekler haftada, 100 - 150 gram tuzsuz kabak çekirdeği yemeli.

Haftada bir kez kırmızı et, 2 kez yağlı balık, beyaz et, karaciğer, 3-4 kez de çiftlik yumurtası tüketmelisiniz.

Haftada 3 kez, aynı kişiyle düzenli seks yapmak 10 yaş genç görünmeyi sağlar. Seks, spordan sonra genç görünmeyi sağlayan en önemli ikinci faktör.

Uykusuzluk IQ'yu düşürür. 1 saat uykusuzluk dahi IQ puanında eksilmeye yol açar. 1 hafta süren uyku düzensizliği IQ'yu, 15 puan birden düşürebilir.

Günde 6-7 saatten fazla uyumamalı. Gece 23.00-06.00 arası ideal uyku saatleridir.

Düzenli koşmak, bir süre sonra istediğinizi yemeyi, hatta uykuda bile yağ yakmanızı sağlar. Ayrıca açlığı bastırır ve baş dönmesini önler.

rock_alltime 05-08-2008 11:31 AM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Yeşil çay koruyor

Taze yeşil çaydaki polifenolik maddelerin, kanser riskini azaltmada önemli etki gösterdiği belirtildi. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Ziraat Fakültesi Gıda Mühendisliği Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Sait Doğan, son yıllarda yapılan araştırmalarda yeşil çayın insan sağlığına olumlu etkiler yaptığını, özellikle kanser tedavisinde kullanılabileceğini belirtti.

Şekersiz olarak kullanılan yeşil çayın insan vücudunda sıvı dengesini sağladığını vurgulayan Doç. Dr. İsmail Sait Doğan, "Araştırmalara göre yeşil çaydaki polifenolik maddeler antioksidan özelliğe sahip olduklarından kanser riskini azaltmada müspet etki gösteriyor.” dedi. Çayın içerdiği antikanserojen ve antioksidan bileşenlerin vitamin E ve C’den daha etkili olduğu tespitini yapan Doğan, bu bileşenlerin kanser tedavisinde büyük rol oynamasının yanı sıra yeşil çayda E ve C vitaminlerinin az da olsa bulunduğunu dile getirdi.

Tokyo Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada, yeşil çayın kanser ve kalp hastalıkları gibi çok sayıda hastalığa karşı etkili olmasının sebebinin EGCG maddesi olduğunu söyleyen Doğan, "EGCG’nin akciğer, mide, kolon, karaciğer ve cilt kanserlerini önleyici etkisi bulunmaktadır. Avustralya’daki Curtin Üniversitesi ile Çin’deki Hangzu hastanesinin kanser uzmanları yeşil çay içen Çinli erkeklerle çay tüketmeyen Avustralyalı erkekler arasında yaptıkları karşılaştırmalı incelemeler sonucunda yeşil çayın prostat kanseri riskini azalttığı gözlenmiştir. Bu yüzden dünyada prostat kanserinin en düşük oranda görüldüğü ülke Çin’dir.” dedi.

Aynı araştırmacıların yeşil çayın yumurtalık kanseri riskini de azalttığı bulgularına ulaştıklarını ifade eden Dr. Doğan; "Yeşil çayın içinde bulunan EGCG ve EGC gibi maddeler sigara ile ilişkili kanser riskine karşı da etkilidir. Günde içilen 4-6 fincan yeşil çay, mide, yemek borusu, kolon, meme, sindirim sistemi kanseri riskinde azalma sağlar.” dedi.

Yeşil çayın faydaları

Kafein içeriğinden dolayı çay, kalp ve dolaşım sistemi için hafif bir uyarıcı olup damar sertliği riskini azaltıyor. Diş minesinin kuvvetlenmesinde ve dişlerin çürümelere karşı korunmasında önemli rol oynuyor. Yeşil çayın canlılık verici etkisi, içerdiği kafein ile yakından ilgilidir. İshali durdurur. İçerdiği mineral maddeler nedeniyle vücuttaki mineral madde dengesinin kurulmasında sudan çok daha etkilidir. Çay banyoları, sıcak çay emdirilmiş temiz tülbent veya pamukla yapılan kompres ve pansumanlar, göz ve cilde canlılık kazandırarak bazı rahatsızlıkları giderir. Vücuttaki toksinleri atar, yaşlanmayı geciktirir. Migreni geçirir, depresyonu önler. Zayıflama rejimlerine yardımcı olur. Bağışıklık sistemini güçlendirir. Sürekli kullanımı, romatizma hastalığının tedavisinde faydalıdır. Çay yazın dinlendirmekle kalmayıp serinlik hissi de verir.

rock_alltime 05-08-2008 05:58 PM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Yalnizken Kalp Krizi Nasil Atlatilir

--------------------------------------------------------------------------------

Diyelim ki saat 18:15 ve zorlu bir iş gününden sonra arabanızla
yalnız başınıza eve dönüyorsunuz.Gerçekten yoruldunuz, sıkıldınız
ve çileden çıktığınız bir gününüzdesiniz.Birden göğsünüzde başlayıp,
Kolunuza ve çenenize doğru ilerleyen şiddetli bir ağrı. En yakın
hastaneden sadece 10 km uzaktasınız, fakat o mesafeye bile ulaşıp
ulaşamayacağınızdan emin değilsiniz. Ne yapabilirsiniz? Kalp masajı
konusunda belki eğitimde almıştınız ama size öğreten şahıs, muhtemelen
bu masajı kendi kendinize nasıl yapacağınızı öğretmedi. Son zamanlarda
birçok insan kalp krizine yalnız başınayken yaklaşmaktadır. Yardım
olmaksızın, normal kalp atışı bozulan ve baygınlık hisseden bir insanın
bilincini yitirmeden önce 10 Saniyesi vardır. Bu durumda kalan şahıslar
kendilerine,devamlı ve şiddetli bir şekilde öksürerek yardımcı olabilirler.
Her öksürükten önce derin nefes alınmalı. Derin nefes alma ve öksürük,
yardım gelene yada kalp normal ritmine geri dönene kadar , durmaksızın
her iki saniyede bir olacak şekilde devam etmelidir. Derin nefes alma
akciğerlere oksijen ulaştırırken, öksürük hareketi kalbi sıkıştırarak
kanın dolaşımını sürdürür. Kalp üzerindeki sıkışma hareketi aynı zamanda
kalbin normal ritmine dönmesine de yardımcı olur. Bu Şekilde kalp krizine
maruz kalan kişi, kendisini bir hastaneye ulaştırabilir. Bunu elinizden
geldiğinde daha çok insana ulaştırın, onların hayatını kurtarabilirsiniz.
Bu makale Rochester General Hastanesinin " AND THE BEAT GOES ON." adlı bülteninden alınmıştır.

Yeniden baskısı The Mended Hearts Inc 'in " Heart Response " adlı yayımında yapılmıştır.

rock_alltime 05-08-2008 05:58 PM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Yuşçenko'yu zehirleyen madde: DİOKSİN

--------------------------------------------------------------------------------

Sizlere Cumhuriyet Gazetesinin Bilim Teknik ekinden sağlığımızla ilgili bir alıntı veriyorum;


Yuşçenko'yu zehirleyen madde: DİOKSİN

Ukrayna muhalefet lideri Yuşçenko'yu zehirleyen dioksinler çok zehirli, belki de insanoğlu tarafından şimdiye kadar üretilmiş olan en zehirli kimyasal maddelerden biridir.. Dioksin grubu maddelerle zehirlenildiğinin en tipik belirtilerinden biri deride patlama şeklinde klor kaynaklı aknelerin oluşumu ve deri görünümünde değişimlerdir. Bu durum Yuşçenko'da belirgin olarak gözlenmiş, tanı da bunun üzerine konulabilmiştir.



Murat Ozmen (*)


Bir zamanlar Amerikanın ortasında bütün canlıların mutluluk içinde yaşadığı, uzaktan bir satranç tahtasını andıran çiftliklerle sarılmış bir kasaba vardı. İlkbaharda tahıl tarlaları, meyve bahçeleri ve yeşil tarlaların üzerinden beyaz bulutlar geçerdi. Sonbaharda meşe, akçaağaç ve huş ağaçlarının tutuşturdukları renkler uzaktaki çam ağaçlarının üzerinde alev gibi titrerdi. Tepelerde tilki sesleri duyulur, sabah sisinin gizlediği geyikler tarlalardan sessizce geçerlerdi.

Sonra acayip bir afet yöreye gizlice yayılmaya başladı. Sanki kasabanın üzerine korkunç bir lanet çökmüştü. Tavuklar esrarengiz bir hastalığa yakalanmış, inekler ve koyunlar hastalanıp ölmüştü. Her yerde ölümün gölgesi vardı. Kuşlar artık uçmuyor, bahar geldiği halde kuş sesleri duyulmuyordu çevrede...

Rachel Carson 1962 yılında "Sessiz Bahar" (Silent Spring) adlı kitabının başında çevre sorunlarına ilk kez böyle bir vurgu yaparak başlamıştı. Kitap 40 yılı aşkındır halen popüler ve biz çevremizi giderek daha çok tahrip etmeye devam ediyor, ekosistem dengelerini artık geri dönüşümsüz olarak daha çok bozuyoruz.

Özellikle son 40 yıl içerisinde plastik malzemelerin ve organik klorlu pestisitlerin kullanımındaki artış, birçok çevresel sorunların yanında, dioksin sorununun da ortaya çıkmasına neden oldu.

Günümüzde organik klorlu insektisit kullanımı tüm dünyada yasaklanmış olup, birçok organik maddelerin (örneğin DDT ve diğer türevleri) ve halen yaygın olarak kullanılan bazı herbisitlerin (zararlı bitki ve tohum öldürücü maddeler) dioksin adı verilen bir maddenin açığa çıkmasında başlıca sorumlu kaynaklardan olduğu bilinmektedir. Kâğıt sanayinde kâğıt hamurunun beyazlatılması esnasında kullanılan beyazlatıcıların, odundaki organik kimyasallar ile reaksiyona girerek de dioksin ürettiği anlaşılmıştır.

Plastik maddelerin temel hammaddesi olan polivinil klorür (PVC) günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Şampuan şişelerinden duvar kağıtlarına, su tesisat borularından plastik poşetlere kadar birçok alanda yaygın olarak kullanılmaktadır. Çevremizde nereye baksak PVC'den mamul bir ürün ile karşılaşmamak artık olanaksız.


EN ZEHİRLİ MADDE

Dioksinler çok zehirli kimyasal maddelerdir, klorlu dioksinler ve furanlar klor içeren organik kimyasalların (çeşitli pestisitler gibi) ve plastik maddelerin üretimi, mikroorganizmalar tarafından yıkımı ve yanması sırasında istenmeden açığa çıkan yan ürünlerdir.

Dioksinler belki de insanoğlu tarafından şimdiye kadar üretilmiş olan en toksik kimyasal maddelerden biridir diyebiliriz. Aslında dioksin tanımı bu gruba dahil birçok kimyasal için kullanılmakla birlikte, bunların içinde en toksik olanı 2,3,7,8-tetraklorodibenzo-p-dioksin (kısaca, TCDD) olarak bilinen maddedir.

Gelişmiş ülkeler dioksin hakkında yeterince bilgi sahibi değillerken, bu maddenin açığa çıkmasına yol açan kimyasalları daha yaygın olarak kullanıyorlardı, ancak günümüzde mümkün olduğunca bundan kaçınmaya başladılar.

Dioksin'in ciddi olumsuz etkileri aslında Vietnam savaşı sırasında bitkileri öldürmek için kullanılan bir kimyasal maddenin (Orange Agent) insanlardaki toksik etkilerinin gözlenmesinden sonra anlaşılmaya başlandı. Dioksin ve dioksin-benzeri kimyasalların başlıca kaynaklarını dört ana grup altında toplamak olasıdır:


4 ANA KAYNAK

1- Yanma esnasında oluşan dioksin: Özellikle evsel katı atıklar ve artıkların yakılması, demir-çelik sanayiinde cevherin işlenmesi ve eritilmesi sırasında kullanılan yüksek sıcaklık, kömür, odun ve petrol ürünlerinin yakılması olarak sıralanabilir.

2- Kimyasal üretim ve işleme sırasında oluşan dioksin: Dioksin-benzeri yan ürünler klorlu fenoller, poliklorlu bifeniller, fenoksi grubu herbisitler (örneğin: 2.4.5-T gibi yurdumuzda yaygın olarak kullanılanlar), klorlu benzenler gibi birçok kimyasal maddenin üretimi esnasında oluşabilmektedir.

3- Endüstriyel ve evsel atıkların işlenmesi sırasında oluşan dioksin: Dioksin-benzeri yan ürünler doğal olarak oluşan fenolik bileşiklerin klorlanması esnasında (örneğin: kâğıt hamurunda olduğu gibi) oluşabilir.

4- Su depolama alanlarındaki dioksin: Dioksin grubu kimyasallar suda iyi çözünemedikleri ve kalıcı oldukları için, toprakta, sedimentte ve organik maddelerde birikebilirler. Su kaynaklarını kirleten bu maddeler daha sonra taşınarak başkaca su kaynaklarına kolayca bulaşabilir, ancak genelde bu bulaşma etkisinin çok yaygın olmadığı ve bölgesel olarak etkisini gösterdiği saptanmıştır.


DİOKSİN VE ÇEVRE SAĞLIĞI

Günümüzde dioksinlerin insan sağlığı bakımından ne denli ciddi etkilerinin olduğu daha iyi biliniyor. Birçok toksik kimyasal ile karşılaştırdığımızda, dioksinler onlardan yüzlerce hatta binlerce kez daha düşük dozlarda alındığında bile, daha toksik etkilere neden olabilmektedir. Bu nedenle bu konuda yapılan araştırmalara insan ve çevre sağlığı bakımından büyük bir önem verilmektedir.

Vücuda çok düşük miktarlarda alınan dioksin hormonal sistemin bozulmasına yol açabilir. Bu etkisini hormon reseptörlerine bağlanarak gösterir. Bu nedenle dioksinler bilinen tüm kimyasal kirleticiler içinde, "hormon bozucular" ya da "endokrin bozucular" dediğimiz kimyasalların en başta gelenlerindendir. Bu etkisi sonucunda,

* hücrede genetik mekanizmaların bozulmasına yol açabilir, bağışıklık sisteminin zayıflamasına, kanserlere, sinir sistemi bozukluklarına ve doğumsal kusurların ortaya çıkmasına neden olabilir. Amerika Çevre Koruma Kurumu (EPA) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından dioksinler kanser yapıcı kimyasal maddeler grubuna dahil edilmektedir.

Ancak, insanların dioksine maruz kalmasına bağlı olarak, doğrudan elde edilen epidemiyolojik veri sayısı yeterli düzeyde olmadığından, olası etkiler deney hayvanları üzerinde yapılan gözlem ve araştırmalara dayanıyor. Özellikle embriyonal gelişim esnasında bu maddelere fötüsün maruz kalması sonucunda hücresel fonksiyonlarda belirgin şekilde ortaya çıkabilecek kusurlar ya da değişimler, gelişimin bozulmasına yol açabilir.

Yapılan çalışmalar dioksin toksisitesi için belirli bir eşik dozun bulunmadığını ve vücudumuzda çok düşük dozlarda alınması sonucunda bile bu maddeye karşı bir savunmanın tam olarak geliştirilemediğini göstermektedir.

Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalara bağlı olarak, insanların günde ancak 1 ng/kg (1 mg'ın milyonda biri) düzeyinden daha düşük dozlarda dioksine maruz kalması durumunda embriyonal gelişim bakımından önemli düzeyde bir riskin ortaya çıkmayacağı rapor edilmektedir.

Dioksin grubu maddelerle zehirlenildiğinin en tipik belirtilerinden birinin deride patlama şeklinde klor kaynaklı aknelerin oluşumu ve deri görünümünde değişimler olduğu (Chloracne) bildirilmektedir. Bu durum Yuşçenko'da belirgin olarak gözlenmiş ve büyük olasılıkla dioksin zehirlenmesi şüphesine bağlı tanı da bunun üzerine konulabilmiştir.


BESİN ZİNCİRİNDE

Çevresel kirleticilere bağlı olarak tüm yaşam ortamlarında dioksin kirliliği görülebilir. Dioksin çevrede oldukça kalıcı ve yağda kolay çözünebilir bir madde olduğundan dokularda kolayca birikime uğrar. Bunun sonucu olarak özellikle besin zinciri yolu ile canlıdan canlıya taşınması ve her birinde giderek daha yüksek dozlara ulaşması söz konusudur. Örneğin dioksin ile kirlenmiş olan sularda yaşayan balıklar aracılığı ile bunları tüketen insanlar, dioksin ile kirlenmiş çayırlıklarda beslenen hayvanların etini yiyen insanlar bu maddenin etkisine maruz kalabilir. Doğada oldukça kalıcı bir madde olduğundan, sürekli olarak kirlenen ortamlar bunun sonucunda hem ekosistem dengesini bozacak, hem de o ortamda yaşayan insanlar için ciddi bir sağlık sorunu oluşturacaktır.

Daha sağlıklı bir çevrede yaşamak ve sağlıklı çevrenin gelecek kuşaklara bırakılmasını sağlamak açısından, Türkiye'nin AB kapısında iken çevreye daha fazla duyarlı olması kaçınılmazdır. Bu nedenle tüm çevresel kirleticiler ve özellikle dioksin ve benzeri kirleticilerin kaynaklarının en aza indirilmesi, dioksin kirliliğine neden olan atıkların mutlaka ön arıtımdan geçirilerek bu maddenin kökeninin ortamdan uzaklaştırılması, organik klorlu pestisitlerin kullanımından kesinlikle vazgeçilmesi ve halk sağlığının korunması için toplumun bu konularda daha fazla bilinçlendirilmesinin zamanı çoktan geçiyor. AB trenine binemesek bile, bizler bu topraklarda var olan muhteşem doğal zenginliklerimizle yaşamaya devam edeceğiz. Çevreye saygı, geleceğe yatırım demektir.

rock_alltime 05-08-2008 05:59 PM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Uzmanlardan Ailelere Uyarı

--------------------------------------------------------------------------------

Doğumdan sonra bebeğin topuğundan alınacak iki damla kan fenilketonüri hastalığına yakalanan bebeğin zeka özürlü olmasını önlüyor.

Uşak İl Sağlık Müdürü Ali Taşçı, doğumdan sonra bebeğin topuğundan alınacak iki damla kanın fenilketonüri hastalığına yakalanan bebeğin zeka özürlü olmasını önlediğini söyledi.

Fenilketonüri hastalığına yakalanan bebeklerin diğer bebeklerden ayırt edilemediğini ifade eden Uşak Sağlık İl Müdürü Dr. Ali Taşçı, erken tanı konması halinde hastalığın tedavi edilebileceğini söyledi. Doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde anne sütü aldıktan sonra bebeğin topuğundan alınacak iki damla kanın bebeğin zeka özürlü olmasını önleyeceğini belirten Dr. Taşçı, "Çocuklarımızı tehdit eden önemli hastalıklardan birisi de kalıtsal metabolizmaya bağlı bir hastalık olan fenilketonüridir. Bu hastalıkla doğan çocuklar, proteinli gıdalarda bulunan fenilalanin isimli aminoasiti vücutta kullanamaz. Bunun sonucunda kanda ve diğer vücut sıvılarında artan fenilalanin ve onun artıkları çocuğun gelişmekte olan beynini harap eder. Tedavi edilmediği takdirde hastalık ağır zeka geriliğine neden olur" dedi.

Fenilketonüri hastalığının bebeğin beyni etkilenmeden, erken tanınmasının önemli olduğunu vurgulayan Dr. Taşçı, "Bu amaçla geliştirilmiş her yeni doğan çocuğa uygulanabilen bir tarama testi vardır. Doğumdan sonra ilk 24 saat içerisinde özel bir filtre kağıdına alınan 2 damla kan teşhis için yeterlidir. Hastalık erken teşhis edildiğinde uygun diyet tedavisiyle zeka geriliği önlenebildiği için gelişmiş ülkelerde tüm yeni doğanların fenilketonüri yönünden taranması zorunluluğu var. Tedavide genel ilke gıdalarla alınan fenilalanin miktarını azaltarak, kanda fenilalanin düzeyini normal sınırlar içinde tutmaktır. Diyet tedavisinde fenilalanini çok azaltılmış ya da fenilalanin içermeyen özel ve ilaç niteliğinde mamaların ve tıbbi ürünlerin kullanılması gereklidir. Fenilketonüri yeni doğan taramasıyla saptanıp ilk 3 ayda tedaviye başlanmazsa, zihinsel özür gelişmesi kaçınılmazdır" diye konuştu.


İHA

rock_alltime 05-08-2008 06:00 PM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Verem Öldürmeye Devam Ediyor

--------------------------------------------------------------------------------

Nedeni belli, tedavisi mümkün, korunulabilir bir hastalık olmasına karşın tüberkülozun hala dünyada insanları en çok öldüren 10 hastalık arasında bulunduğu belirtildi.
Günümüzde her gün 22 bin kişide veremin geliştiğini ve 9 bin hastanın veremden öldüğünü kaydeden Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tevfiek Özlü, bir yılda veremden ölenlerin sayısının 3 milyonu bulduğunu söyledi. Aşağı yukarı her 10 saniyede bir kişinin dünyada veremden öldüğüne ifade eden Prof. Dr. Özlü, "İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde yeryüzünde bu kadar tüberkülozlu hasta olmamıştır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), 1993'te tüberküloz salgınının önlenemediğini itiraf ederek acil durum ilan etmiştir. 2005'e gelindiğinde de durum benzerdir. Bu yıl için hesaplanan rakamlara göre, yeryüzünde yaşayan her üç kişiden biri verem mikrobuyla tanışmış olup, günün birinde verem hastası olmaya adaydır. Yılda 62 milyon kişi mikrobu almakta ve 10 milyon kişi hastalanmaktadır. Tüm veremli hastaların sayısı ise 23 milyon olarak tahmin edilmektedir. Eskiden sadece gelişmemiş ülkelerle, fakir ve sefalet içerisinde yaşayan insanların hastalığı olarak kabul edilen verem, günümüzde küreselleşme, hızlanan nüfus hareketleri ve AIDS salgınına bağlı olarak sınır tanımamaktadır ve zengin toplumlarda ve çok popüler kişilerde de sık rastlanır olmuştur. Artık kimse güvende değildir" dedi.
Türkiye'nin hastalığın orta sıklıkla rastlandığı coğrafyada yer aldığına dikkat çeken Tevfik Özlü "Nüfusumuzun dörtte birine verem mikrobu bulaşmış haldedir. 200 bin civarında verem hastası olduğu ve her yıl 30-40 bin yeni hastanın ortaya çıktığı sanılmaktadır. Tüberküloz karşısında tıp aciz değildir. Tüberküloz, tıbben hem kolay teşhis edilebilen hem de yüzde 100'e yakın başarı oranıyla tedavi edilebilen ve hatta büyük oranda korunulabilen bir hastalıktır. Bu bakımdan tüberküloz tıbbi bir sorun değildir. Yönetimsel bir sorundur" diye konuştu.

TÜBERKÜLOZUN KONTROL ALTINA ALINAMAMASININ NEDENLERİ
Prof. Dr. Özlü, tüberküloz olgularının ve ölümlerin yüzde 90'dan fazlasının gelişmekte olan ülkelerde olduğunu ve olguların yüzde 75'inin üretken yaş grubunda (15-54 yaş) yer aldığını belirterek şunları söyledi:
"Tüberkülozlu hasta sayısı yılda yüzde 2,4 oranında artmaktadır. Bu artış, yoksulluk, gelir dağılımının bozulması, yetersiz beslenme, savaşlar, nüfus hareketleri, AIDS salgını, alkolikler, evsizler, mahkumlar, göçmenler gibi risk gruplarındaki artış, yanlış veya eksik tedaviler, direnç gelişimi ve sağlık hizmetlerinin sunumundaki aksaklıklardan kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi ekonomik dengeler, gelir dağılımı, yaşam koşulları, savaş ve göçler ve sağlık hizmetlerinin yeterince ulaşılabilir olmaması gibi yönetimsel sorunlardan kaynaklanmaktadır"
Ülkemizde tüberkülozun kontrol altına alınamamasının nedenlerini ise Prof. Dr. Özlü, şu şekilde sıraladı:
" - Birinci ve ikinci basamak sağlık kurumlarında mikroskopik olarak verem mikrobunun tanınmasına dönük işlemlerin yaygın olarak yapılamaması,
- Verem teşhisi konan hastaların yasal olarak zorunlu bildirimlerinin yapılmaması,
- Verem hastalarının tedavilerinin doğrudan gözetim altında yapılamaması,
- Tedavi başlanan olguların sonuna kadar izlenememesi,
- Hasta eğitiminin yapılamaması ve hastalarımızda tedaviye uyumsuzluk,
- Yanlış veya eksik tedavi rejimleri,
- Verem savaşındaki personelin eğitim ve motivasyon eksikliği."

VEREMLE SAVAŞTA YAPILMASI GEREKENLER
Prof. Dr. Özlü, verem savaşında yapılması gerekenleri ise şu şekilde özetledi:
"- Uygun yakınmaları olan kişilerin balgam örneklerinde mikroskobik muayeneyle verem mikrobunu araştırmak,
- Tanı konmuş hastaların tedavilerini sonuna kadar gözetim altında uygulamak,
- Doğum sonrası 2. ayda ve ilkokul 1. sınıfta BCG aşılamasını yapmak,
- Verem teşhisi konmuş hastaların yakınları ile temaslı olduğu kişileri taramak, gerekirse ilaçla korumaya almak,
- Halkı verem konusunda bilgilendirmek,
- Hasta ve hasta yakınlarını eğitip tedavilerini yanlış ve eksik yapmalarını önlemek,
- Verem teşhis ve tedavisiyle ilgili sağlık hizmetlerini kolay ulaşılabilir hale getirmek ve ücretsiz sağlık hizmeti verildiğini kamuoyuna duyurmak,
- Verem tanısı almış tüm hastaların kim tarafından teşhis edilmiş olursa olsun mutlaka hastaya en yakın verem savaş dispanserine bildirmek ve ilgili dispanser tarafından takip edilebilmesini temin etmek,
- Dispanserlerde tüberküloz tedavisiyle ilgili tüm ilaçları yeterli dozlarda ve kesintisiz bulundurmak,
- Dispanserde çalışan hekimlerin meslek içi eğitimlerini yapmak ve verem savaşında motivasyonlarını güçlendirecek moral ve ekonomik önlemleri almak,
- Verem savaşında taraf olabilecek tüm kesimlerin (Tıp Fakülteleri, Verem Savaş Dernekleri, Hekimlerin Uzmanlık Dernekleri, Basın ve gönüllü kuruluşlar gibi) koordinasyonunu sağlamak." İHA

rock_alltime 05-08-2008 06:00 PM

Cevap : Sağlık Makaleleri (Arşiv)
 
Hiperaktif çocuklara balık yağı


Omega-3 yağ asidi, dikkat eksikliği için de öneriliyor
Hiperaktif çocuklarda, Omega-3 yağ asidi içerikli şuruplar, rahatsızlığın giderilmesinde yarar sağlıyor.

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Hasan Koç, ''özellikle hiperaktivite gözlenen çocuklarda, Omega-3 yağ asidi içerikli şuruplar, rahatsızlığın giderilmesinde büyük yarar sağlıyor. Bunu hastalarımızda net bir şekilde gözlemliyoruz" dedi.

Hamilelik sırasında dengeli beslenmeyen annelerin çocuklarında vitamin ve mineral eksikliğine bağlı olarak bazı rahatsızlıklar görüldüğünü de söyleyen Koç, ''hamilelik ya da bebeklik döneminde, beyinsel gelişim için gerekli vitamin ve mineralleri alamayan çocuklar için, Omega-3 yağ asidi takviyesi önerilmekte'' dedi.

"Yararlı olduğu bir başka rahatsızlık ise dikkat eksikliği"

Omega-3'ün balık yağında bulunduğunu belirten Koç, "bu vitamin grubunun yararlı olduğu bir başka rahatsızlık ise ilköğretim çağındaki çocuklarda sıkça görülen dikkat eksikliği" dedi.

Şurupların düzenli kullanımının dikkat toplama güçlüğünü azalttığını da söyleyen Koç, "bu şuruplardan, 1-6 aylık bebeklere günde bir çay kaşığı, 7-12 aylık bebeklere bir tatlı kaşığı, bir yaş üzeri çocuklara ise bir yemek kaşığı içirilebilir. Söz konusu ilaçların, hekim gözetiminde kullanılmasında yarar var'' diye konuştu.

"Avrupa'daki araştırmalar gelişmeyi ortaya koyuyor"

Türkiye'de Omega-3 yağ asidi kullanımıyla ilgili bilimsel bir araştırmanın yapılmadığını da vurgulayan Koç, "Avrupa'da yapılan araştırmalar, vitamin-mineral eksikliği tespit edilen çocukların, Omega-3 yağ asidi verilmesiyle beyinsel gelişme gösterdiğini ortaya koyuyor" dedi.

Koç, vitamin bileşeninin, tüm yaş grupları tarafından da kullanılabileceğini söyledi.


Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.