Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilinmeyen, kavramlar, tarihinde, türk

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Acemi Oğlanı

Osmanlı Devleti zamanında, esirlerden yahut devşirme ile Hıristiyanlardan toplanan çocuklar, meslek itibariyle Türk-İslam unsuruna ve milletine yabancı oldukları için, acemi tabiri kullanılmıştır Bu acemi neferler, asker ocağına yeni gelmiş, askeri talim ve terbiyeyi henüz öğrenmeye başlamış olanlardır

Acemi oğlanları, kırk evden bir hesabıyla devşirilirdi Alınan oğlanların yaşları, 10-20 arasında olurdu Zeki ve kibar olanları saraya iç oğlanı olarak, kuvvetli olanları da bostancı ocağına alınırlardı Acemi oğlanı alınan bölgenin halkı, bazı vergilerden muaf tutulurdu

Savaşlarda esir alınan veya devşirme usulüyle reayadan toplanan bu çocuklar, önce Türkçe ile İslami esaslar öğretilmek üzere 4-5 yıl Anadolu ve Rumeli'deki Türk çiftçi ailelerine verilirlerdi Çiftçilik yapmayanlar, acemi oğlanı olamazlardı Çifti çubuğu olan köylüye verilen acemi oğlanlarının yoklamalarını yapmak için, ikisi Rumeli'de ikisi Anadolu'da olmak üzere dört kişi görevlendirilirdi Bunlara ?Kethüda? denilirdi Kethüdalar, memur oldukları yerlere giderler; oradaki oğlanların, verilen yerde çalışıp çalışmadıklarını kontrol eder ve yıllık vergilerini de bunları hizmetinde kullanan köylüden alırlardı

Acemi oğlanlar, bulundukları çiftçinin yanındaki hizmetleri bitirdikten sonra İstanbul'a getirilirlerdi Mensup oldukları yerlere göre Rumeli veya Anadolu Ağası'nın tezkeresi ile bunlara birer akçe ulufe tayin edilip, yeniçeri yazılırlardı Ulufeye yazılanlar, Yeniçeri ocağının malı olurdu

Acemi oğlanları, padişah ve vezirlerin saray hizmetinde, ağa ve yeniçeri katipliklerinde, gemi ve oda hizmetlerinde, inşaat ve nakliye hizmetlerinde de çalıştırılırlardı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Adaletname

Padişah veya halifelerin; kanunları uygulamayan ve görevlerini kötüye kullanan devlet adamlarını uyarmak veya tahta çıktıkları zaman devleti adaletle idare edeceklerini bildirmek için yayınladıkları yazılı emir Adalet hükmü

Hüsn-i niyet sahibi hükümdarların, İslamiyet'ten önceki devirlerde, adaletname türünden belgeler veya sözlü ifadelerle, idare ettikleri toplumları zulümden korumaya çalıştıkları görülmektedir Peygamber efendimiz de, kendisine nazil olan Kur'an-ı kerimle ve hadis-i şerifleriyle insanlara zulmetmemeyi, adil davranmayı emir buyururlardı Dini âlemşümul olduğu gibi, getirdikleri ve söyledikleri de bütün insanları içine alırdı Veda hutbesi bu hususta bir örnek olarak söylenebilir Hülefa-i Raşidin'in de, bu yolda güzel sözler söyledikleri ve yazılı belgeler verdikleri bilinmektedir Ayrıca adaleti temin etmek ve idare ettikleri insanların durumlarından haberdar olmak için, onlara kapılarını daima açık tuttukları da bilinen diğer bir husustur Halktan herhangi bir kimse, istediği zaman halifenin huzuruna çıkıp bizzat halifenin yaptığı bir işten veya diğer idarecilerden şikayetçi olabilir, hakkını rahatlıkla isteyebilirdi Bu geleneğin devamı olarak, sonraki devirlerde hükümdarlar, "Divan-ı Mezalim", "Divan-ı Adl", "Divan-ı Ala" gibi isimlerle mahkemeler kurarlar, bizzat kendileri halkın şikayetçilerini dinlerler ve gerekli tedbirleri alırlardı Bu şekilde divan tertibine, Halife Mehdi ile Nureddin Zengi'nin çok riayetkâr olduğu bilinmektedir Selçuklu sultanları ve diğer Türk sultanları da, adalet divanları teşkil edip tebaalarının daha huzurlu bir hayat sürmesi için gayret gösterirlerdi

Bütün güzel adet ve gelenekleri, en güzel şekliyle alıp uygulamakla tanınan Osmanlı hükümdarları da, insanları rahat bir ortamda huzur içinde yaşatmak gayretinde idiler Devlet merkezindeki halkın durumunu yakından takip eden Osmanlı sultanları, ülke büyüyüp merkezden uzak yerlerde karışıklık ve yer yer haksız davranışlar görülmeye başlayınca, ilgili yerlerin idarecilerine, adaletname adı verilen yazılı belgeler göndermeye başladılar

Adaletnameler, üç bölüm halinde hazırlanırdı Birinci bölümde, şikâyetler sıralanır ve belgenin gayesi belirtilir; ikinci bölümde, şikâyetlerin değerlendirilmesi neticesinde yasaklanan veya serbest bırakılan hareketler zikredilirdi Üçüncü bölümde ise, emirlerin tatbik edilmemesi neticesinde verilecek cezalar yazılırdı

Adaletnameler, kadılar tarafından şer'iyye sicillerine işlenirdi ve isteyen herkese ücretsiz bir nüsha verildiği gibi, herkesin dinleyebileceği bir meydanda okunması mecburi idi Adaletnamelerde beylerbeyi, sancakbeyi, kadı gibi idarecilere, kimseye zulmetmemeleri ve zulmettirmemeleri emredilirdi Ayrıca adaletnamelerde belirtilen hükümlerin uygulanıp uygulanmadığı, merkezden gönderilen müfettişler vasıtasıyla gizlice teftiş edilirdi

Osmanlılar'da bilinen ilk adaletname, Yavuz Sultan Selim Han devrinde, Eflaklar için yayınlandı Daha sonraları buhran büyüyüp anarşi arttıkça, adaletname sayısı da arttı Çıkarılan adaletnamelerde, idareciler kontrol altında tutulmaya, Müslim-gayrimüslim ayırmaksızın, tebaaya huzurlu bir ortam sağlanmaya çalışıldı

Osmanlı adaletnamelerinin yayınlanmasına sebep olan şeylerden bazıları şunlardır:

1 Vergi yolsuzlukları ve vergi olarak toplanan malların, halka, zorla, uzak mesafelere kadar taşıttırılması, 2 Kadı naiblerinin sık sık teftişe çıkıp halkı rahatsız etmeleri, 3 Muhtelif devlet memurlarının; suçlulardan, kadılardan izinsiz cerime almaları, 4 Bid'atlerin yani sonradan ortaya çıkıp, halkın dinine, itikadına uymayan şeylerin ve hurafelerin yaygınlaşması, 5Memurlukların, yakınlara (dost, akraba) verilmesi veya fahiş fiyatlarla satış yapılması, 6 Rüşvet, 7 Timarlı sipahiler, beylerbeyiler, sancak beyleri, mütesellimler, subaşılar, kethüdalar, kadılar, naibler, kassamlar, amiller, muhassıllar ve mübaşirler gibi memurların halktan, ücretsiz yem ve gıda maddeleri almaları

1516 senesinde yayınlanan Eflaklar (Karadağ-Romanya bölgesi sakinleri) adaletnamesinde yasaklanan suiistimaller ve bid'atler sırasıyla şunlardır:

1 Semendire sancağını yazmış olan eminler tarafından, yeni deftere, sancak beyi için, harman vaktinde her köyden belli mikdarda arpa, buğday tayin edilmiştir Bunun dışında hiç kimse halktan fazla bir şey istemeyecektir Bal, yağ, koyun, kepenek gibi şeyler almayacaklar, kadılar da bunları önleyeceklerdir Fakat paraları ile almak isterlerse, reaya ve Eflaklar da satmaktan çekinmeyeceklerdir

2 Kanuna göre, elli evden bir kişi olarak alınan hizmetçiye gelince, beyler daha çok hizmetkâr istemekte ve daha uzun zaman hizmette tutmağa çalışmaktadırlar Yahut sancak beyi, hizmetkâr yerine bazen para almak istermiş Bu da yasak edilmiştir Kanuna göre işlem yapılacaktır

3 Padişah kapısına mahpus göndermek veya sair devlet hizmetleri için, davar ve adam gerekirse, lüzumu kadar alınacak, bu bahane ile fazla davar çıkarmak veya karşılığında para istemek gibi yollara gidilmeyecektir Sancak beyinin, kendi hizmeti için, davar ve adam istemesi yasaktır

4 Eflakların, hane başına ödedikleri flori resmini toplamak için gidenler, her yerin kadısı ile birlikte bu resmi toplayacaklar ve kendileri için, hane başına sadece bir akçe florici, bir akçe kâtibi alacaktır Ayrıca, bahşiş veya başka adlar altında, hiçbir şey istemeyeceklerdir

5 Eflaklar, sancak beyine ev yapmak mecburiyetinde değillerdir Ancak, voyvoda için, her nahiyede belli bir yerde nahiye halkı bir ev yapar ve tamirine bakar Her gelen voyvoda orada oturur

6 Voyvoda, halktan istediğini parası ile ala Para cezası veya siyaset cezaları hususunda, kadının izni olmadan, kendiliğinden hareket etmeye ve reayayı tutuklamaya Voyvodalar zorla ot, arpa, saman ve tavuk almayalar

7 Eflakların çayırlarına, bahçelerine, tahıllarına ve terekelerine ve otlaklarına, sancak beyi ve adamları at salıverip zarar verdirmeyeceklerdir Seyislerin reayadan yem ve yiyecek almasına müsaade etmeyeceklerdir

8 Domuzlar, bir kimsenin tımarında otlamıyorsa, otlak hakkı alınamaz

9 Yeni gelen voyvodanın, primi (köy kethüdaları) birer karın yağ, birer kebe (kepenek) alması da yasaklanmıştır

10 Muharebe zamanında sancak beyleri, voyvodaları ve subaşıları, knezler (nahiye kethüdaları) ve primikurlar, Eflakların zorla atlarını, silahlarını alıyorlarmış Bu da men edilmiştir

11 Hıristiyan köylerinde oturan Müslümanlardan Hıristiyanlara zarar gelmiyorsa yerlerinde kalabilirler Aksi halde yerlerinden göçürülecek, Müslümanlar bir arada oturacaklardır

12 Bu adaletname ile, eski Despot Kanunu da kaldırılmıştır (Despot Kanunu, bazı davaları, Eflakların kendi aralarında halletmeleridir Bu adaletname ile her türlü ihtilafın kadı ve sancak beyi marifetiyle halledilmesi emredilmektedir)

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Adem-i Merkeziyetçilik

Mahalli idarelere geniş yetkiler tanıyan ve İkinci Meşrutiyet'ten sonra Prens Sabahaddin’in Türk idare sisteminde uygulanmasını teklif ettiği ve savunduğu prensip Merkeziyetçi idare prensibinin zıddı

Ortaçağ Avrupası'nda, feodal düzenin ortak özelliklerinin değişmesinden sonra gittikçe güçlenen merkezi idareler, geniş halk kitlelerine hükmetmeye başladı Mahalli idarecilerin ve kilisenin hükümranlık yetkileri kısıldı Devlet idaresine tamamen merkeziyetçilik hakim olup, güçlü bir devlet otoritesi ortaya çıktı Bunun yanında halkın mahalli problemlerinin tespiti için, bölge temsilci meclisleri veya bölge temsilcileri teşkil edildi

Osmanlı Devleti'nde de sancak beylerine, valilere ve kadılara geniş yetkiler verildi Kadılar, ilmiye sistemine göre tayinle gelen mahalli idarecilerdi Kadıların veya yardımcı personelin, yöre halkı tarafından seçilmesi veya denetlenmesi söz konusu değildi Ancak ekonomik işlerde, kolluk görevinin yerine getirilmesinde, mali işlemlerin yürütülmesinde kadılar, halkın ve esnafın temsilcisi sayılan kimselere başvurduğu takdirde, bunlar, kendilerine yardımcı olurlardı Tanzimat devrine kadar, geniş manâda adem-i merkeziyet prensibine uyulmamakla beraber, mahalli idarecilere geniş yetkiler verilmesi, Osmanlı Devletinde tamamen merkeziyetçi bir idarenin söz konusu olmadığını ortaya koymaktadır

Tanzimat döneminde her sahada olduğu gibi, devletin idari yapısında da bazı değişiklikler yapılmasına ihtiyaç duyuldu Tanzimat Fermanı'yla, gayrimüslim vatandaşlara Müslümanlardan daha geniş haklar verildi Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen Avrupa devletlerinin destek ve teşvikiyle, gayrimüslim vatandaşlar, mahalli idarelerde söz sahibi olmak istediler Onların istekleri doğrultusunda, bazı mahalli muhassıllık meclisleri kuruldu Fakat kısa bir müddet içinde, bu uygulamadan vazgeçildi Batılı devletler, Tanzimat ve Islahat fermanlarında gayrimüslimler için vaad edilen reformların uygulanması ve merkeziyetçi sistemin terk edilmesi konusunda, Babıali’ye yani Osmanlı hükümetine baskılarını arttırdılar Batılı devletlerin baskılarıyla hazırlanan 9 Haziran 1861 tarihli Lübnan Nizamnamesi, adem-i merkeziyetçiliğe doğru gidişin ilk müşahhas örneği oldu Dini ve etnik çatışmaların hüküm sürdüğü Lübnan’da, cemaatlerin, yönetime eşit ağırlıkta katılmaları sağlandı

Bu doğrultuda, bütün Osmanlı İmparatorluğunu içine alacak idari yapının yeniden düzenlenmesi hususunda, iki farklı görüş ortaya çıktı Bir kısmı, sınırları genişletilmiş vilayet ve livalara mali ve idari yetkiler verilmesini savunurken, bir kısmı, adem-i merkeziyet prensibini Osmanlı tebaasının bölünmüş olması dolayısıyla mahzurlu buldular Bu tartışmalar sonunda hazırlanan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesi, Fransız department sistemini andıran bir hüviyete sahipti Merkeziyetçiliği ve adem-i merkeziyetçiliği bir denge içinde uygulamayı hedef alan 1864 nizamnamesi, 22 Ocak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayat Nizamnamesi'nde, merkeziyetçiliğin ağır basması yönünde değiştirildi Nizamname hükümlerine göre, vilayet sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar da karyelere (köylere) ayrılıyordu Vilayet merkezinde valinin başkanlığında toplanan bir vilayet idare meclisi, kazalarda da kaza idare meclisi vardı Hakim, mektupçu, defterdar, hariciye memuru, müftü ve gayrimüslim ruhani reis, meclislerin tabii üyeleriydi Ayrıca meclislerde halkın seçtiği iki Müslüman, iki gayrimüslim, dört üye daha vardı

Bazı vilayetlerde Avrupa devletlerinin destek ve müdahalesiyle, yarı bağımsız bir statü uygulandı Umumi vilayet sisteminin dışında kalan Yemen, Hicaz ve Mısır gibi yerler, mahalli hanedanlar tarafından idare edildi Osmanlı merkezi idaresi, burada sadece asayişi temin etmekle meşgul oldu

Avrupa devletlerinin, Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak emeline dayanan, gayrimüslim unsurları tahrik ve teşvik ederek ve Osmanlı hükümetine baskı yaparak kurdukları adem-i merkeziyetçi idareler, kısa zamanda merkezi devlet otoritesini zayıflattı Bu sebeple, merkeziyetçi idareye yönelik bazı reformcu uygulamalara gidildi Birinci Meşrutiyet'ten sonra, Osmanlı ülkesinin parçalanmasını önlemek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, daha çok, merkeziyetçi bir idare tarzını uygulamaya çalıştı Onun, devlet ve milletin faydasına olarak aldığı kararlara karşı çıkan bazı kimseler, Avrupa’ya kaçarak, adem-i merkeziyetçi bir idare tarzını hararetle savundular Avrupa devletlerinden destek gören bu kimseler, çıkardıkları gazeteler ve dergilerle Osmanlı Devletinin aleyhinde bulundular Bunlardan birisi de, Damad Mahmud Celaleddin Paşanın oğlu Prens Sabahattin’dir Fransız yazarı Edmond Domolins’in fikirlerinden etkilenen Prens Sabahattin, Jön Türkler hareketinin önde gelenlerinden oldu 1902 Paris Kongresinde, Jön Türkler ikiye ayrıldılar Bir kısmı Ahmed Rıza’nın, bir kısmı ise Prens Sabahattin’in etrafında toplandılar Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti adıyla bir cemiyet kurdular Avrupa devletlerinin teşvik ve destekleriyle, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletiyle, yine o devirde Osmanlı Devletinin hakimiyeti altında bulunan İşkodra, Yanya ve Kosova gibi vilayetlerden meydana gelen müstakil bir Arnavutluk Devletinin kurulmasını ve çeşitli unsurlara muhtariyet ve bağımsızlık verilmesini savundular 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet'in ilanından sonra yurda dönen Prens Sabahattin ve arkadaşları, çeşitli gazetelerde, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini neşrettiler ve kendilerine taraftar topladılar Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşlerini benimseyen gençler, Nesl-i Cedid Kulübünü kurdular Daha sonra İttihat ve Terakki Fırkasına muhalif olarak kurulan çeşitli unsurları bünyesinde toplayan Hürriyet ve İtilaf Fırkası da, Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerini savundu

Prens Sabahattin’in savunduğu adem-i merkeziyet prensibine göre; “Her şeyi devletten bekleyen Osmanlı toplumunun gelişebilmesi için, ferdiyetçi bir yapıya geçmesi gereklidir Adem-i merkeziyetçilik, ferdiyetçi yapıya geçilirken, devlet düzeninin yenilenmesinde temel ilke olacaktır Yeni yetişecek burjuva sınıfının teşebbüsçülüğünü engellemeyecek bir idare biçimi, ancak İngiliz ve Amerikan örneğine uygun bir adem-i merkeziyet modeli olabilir Buna göre yapılacak ıslahatla, bütün tebaayı içine alan bir adem-i merkeziyet uygulanmalıdır Seçimle gelecek belediye meclisi üyeleri, mahalli idarede söz sahibi olmalıdır Vilayet meclislerinde, azınlıklar, nüfusları oranında temsil edilmeli, Osmanlı tebaası arasında imtiyazlı hiçbir grup bulunmamalıdır Jandarma teşkilatında her azınlık, nüfusu oranında yer almalıdır Yalnız vali, mutasarrıf, defterdar ve mahkeme reisleri, merkezi idare tarafından tayin edilmelidir

Prens Sabahattin’e göre; “Bir toplumun, bir devletin temelini fertler teşkil eder Toplumu kuran, ona varlık bütünlüğü ve yaşama gücü kazandıran fert olduğu için, sosyolojinin, işe, fertleri ele alarak başlaması gerekir Fert, toplum için değil; toplum, fert içindir

Devletin idare biçiminin değiştirilmesiyle, yenileşme ve reform olmaz Reform, ancak fert hayatının gelişimini durduran, özel teşebbüsü önleyen kurumların değiştirilmesi, yenilerinin kurulmasıyla olur Türkiye’de yapılması gereken en önemli yenilik, eğitim ve öğretim düzeninde olmalıdır

Osmanlı Devletindeki geleneksel teşkilatlanmayı, çağdaş gelişmeye ayak uyduramamanın sebebi olarak gören ve eskiye ait değerleri inkâra yönelen Prens Sabahattin’in ilk bakışta parlak görünen adem-i merkeziyetçi fikirlerinin bazılarının uygulanması bile, Osmanlı Devletinin parçalanmasına ve yıkılmasına sebep olmuştur

Cumhuriyet döneminde, 1921 Anayasasının 11-14 maddeleri, vilayetlere muhtariyet ve manevi şahsiyet (tüzel kişilik) bağışladı Vilayet şuralarına da, mahalli konularda yetkiler verdi Vali, TBMM’nin temsilcisi olarak, devletin işlerini görecekti 1924 Anayasasında bu hükümlere ve benzerlerine yer verilmedi Mahalli idarelerle ilgili düzenlemeler ise, büyük ölçüde, iktidara gelen siyasi partilerin tutumuna bağlı kaldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Ağa

Türk devletlerinde askeri ve sivil kuruluşlarda kullanılan bir unvan

Moğolca büyük erkek kardeş manasındaki “aka” kelimesinden Türkçeleşmiştir Bu manâsından başka, bazı lehçelerde baba, dede, amca, dayı, abla gibi yaşça büyük akrabalar için kullanılmaktadır Ağa kelimesi, unvan olarak kağanlar devrinden itibaren kullanılmıştır Moğol prenslerine de aka unvanı verilmekle beraber, bu unvan daha çok tanınan bir soydan olmayan, fakat hizmetleri sayesinde önemli mevkilere yükselen devlet adamlarına verilmiştir Timurlular devrinde ise, bu unvanın sadece kadınlara verildiği kaynaklardan anlaşılmaktadır

Akkoyunlu Devleti'nde, bey zümresine mensup olmayan vazifeliler, "Ağa" unvanını kullanmışlardır Aynı şekilde Türk ve Moğol devlet teşkilatına bağlı kalan Safevi Devleti'nde de oymak ileri gelenleri, avcıbaşılar, darugalar, elçiler, saray hadımları, bu unvanla anılmışlardır Kaçarlar devrinde ise, mülki memurlar için ağa unvanı kullanılmıştır

Osmanlılarda devlet teşkilatının genişleme ve gelişmesinden sonra ağa kelimesi, askeri teşkilatta çok kullanılan bir unvan haline geldi Eyalet ve sancakların valileri olan paşa ve beylerden sonra merkez askeri teşkilatının bütün emirleri, saray kuruluşlarının başında bulunanlar ve ihtisab ağası gibi bir kısım yöneticilerin, bu unvanı taşıdıkları görülmektedir Ağa unvanı taşıyanların, çok defa vazifeleri veya şekilleri ile tarif edilmeleri de, bu unvanın yaygın bir şekilde kullanılmasından ileri gelmiştir Osmanlı Devleti'nde ağa unvanının kullanıldığı yerlerden bazıları şunlardır: Yeniçeri ağası, harem ağası, hazine ağası, kızlar ağası, silahtar ağa, rikabdar ağa, kol ağası, çuhadar ağası, iç ağası, tatar ağası

On dokuzuncu asırda Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla başlayan yeniliklerden sonra, ağa unvanı, yerini bazı unvanlar hariç, efendi ve bey unvanlarına bırakmıştır 1934’ten sonra, imtiyaz anlatan diğer kelimelerle birlikte ağa unvanı da kaldırılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Ahali Mübadelesi

1923'te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince, Türkiye'deki Rumlarla, Yunanistan'daki Türklerin büyük bölümünün karşılıklı değiştirilmesi

Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında meydana gelen Kırım, Doksanüç ve Balkan harplerinden sonra, Anadolu'ya Kırım'dan, Kafkaslardan ve Balkanlardan pekçok Müslüman-Türk nüfus göç etti Öte yandan, Tanzimat'tan sonra gayrimüslim tebaaya ve azınlıklara verilen imtiyazlar, özellikle Rumların ekonomik bakımdan güçlenmesi neticesini ortaya çıkardı Bu sebeple, Yunanistan'dan Anadolu'ya göç oldu Rumlar özellikle İstanbul'da, Batı Anadolu'da, Trakya'da ve Karadeniz kıyılarında yerleştiler Ekseriyeti şehirlerde oturan, ticaret ve sanatla meşgul olan Rumlar, dış ticarette ve imalat sanayiinde önemli yer tuttular 1919 senesinde, Batı Anadolu'daki imalathanelerin % 73'ü, Rumların elindeydi

Osmanlı Devletinin parçalanması, yeni devletlerin kurulması, kurulan devletlerin Müslüman-Türklere zulüm ve işkenceler yapmaları neticesinde, Rumeli'den Türkiye'ye büyük göçler oldu bu göçler 1911-12 Balkan Savaşları sonrasında hızlandı 140 bini Yunanistan'dan olmak üzere, 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye geldi 1919'da Batı Anadolu'daki Yunan işgalinde, yerli Rum ahali, Yunan ordusuyla işbirliği yaptı Yunan ordusunun, yenilerek geri çekilmesi, Rumların da büyük zarar görmesine, bir kısmının Yunanistan'a kaçmasına sebep oldu (Bkz Türk Göçleri)

Lozan'da, Yunanistan'daki Müslüman-Türk ahali ile Türkiye'deki Rum ahalinin karşılıklı mübadelesi, yani değiştirilmesi konusu da ele alındı 30 Ocak 1923'te imzalanan antlaşmaya göre; Batı Trakya'da yaşayan Türkler ile İstanbul'da yaşayan Rumlar dışında kalan bütün Türk ve Rum nüfus değiştirilecekti Mübadele edilen ahali, bir daha geri dönemeyecek, taşınır mallarını yanlarında götürebilecekler, taşınmazlarını ise karma komisyon denetiminde, altın değerine göre tasfiye edebilecekti Antlaşmanın uygulanması için, iki ülkeden dörder, Milletler Cemiyeti Kurulunun seçtiği üç üyeden meydana gelen bir komisyon teşkil edildi Komisyon, ekim 1923'te çalışmaya başladı Birinci yıl bir miktar ahali mübadele edildi Fakat İstanbul'daki Rumların tespiti hususunda anlaşmazlık çıktı Yunanistan, hileli yollara başvurarak, İstanbul'da oturan Rumların doğum yerleri ve İstanbul'a yerleştikleri tarih ne olursa olsun mübadele dışı bırakılmasını istedi Türkiye ise bunların Türk kanunlarına göre tespit edilmesini istedi

Milletlerarası Adalet Divanı, Türkiye'nin görüşüne yakın bir karar aldıysa da, Yunanistan, bu karara uymadı Batı Trakya'daki Müslüman-Türk ahalinin mallarına, antlaşmalara aykırı olarak el koydu Bu malları, Rum göçmenlere dağıttı Buna karşılık Türkiye de İstanbul'daki Rumların mallarına el koydu İki ülke arasında bir müddet gergin bir hava hakim oldu 1926 senesinde yapılan bir antlaşmayla, el konan taşınmazlar meselesi çözümlendi

Ahali mübadelesi, 1923'ten 1927'ye kadar sürdü Mübadele neticesinde 400 bin Müslüman-Türk, Türkiye'ye gelirken 1 milyonu aşkın Rum, Yunanistan'a gitti Mübadele sırasında giden Rumların yüzde sekseni Anadolu'dan, yüzde yirmisi ise Trakya'dandı 1927 senesine gelindiğinde, İstanbul'da yaşayan 110000 Rum kaldı 1930 senesinde "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi" adıyla Yunanistan'la imzalanan antlaşmayla, Türk tebaası bile olmayan Rumlara, Türkiye'de aynen Türk vatandaşları gibi haklar tanındı Antlaşmada "Mütekabiliyet", yani iki tarafın da bu hakları karşılıklı olarak kullanması hükmü yer aldı Türkiye'deki Rumlar, bu hakları fazlasıyla kullandılar Hattâ, Türkiye'de ticari hayatın köprü başlarını, Rumlar tuttu Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin takip ettiği, tavizci dış politika sebebiyle, Türklerin Yunanistan'da aynı hakları kullanması bir tarafa, ellerindeki hakları, antlaşmalara rağmen alındı Yunanistan, Batı Trakya Türklerine rahat zulmedebilmek için, Türklerin yaşadıkları bölgeyi, birinci derecede askeri yasak bölge ilan etti

Güneydoğu Rodoplarda bulunan Pomak Türklerine, Hıristiyanlaştırarak eritme siyaseti tatbik edildi Pomaklara, yoğun bir şekilde, kendilerinin aslen Türk olmadıkları telkini yapıldı Pomaklar arasında Türkçe konuşmak yasak edildi Diğer bölgelerde yaşayan Türkler arasında milli şuura hizmet eden gazeteler kapatıldı Gazeteciler, çeşitli bahanelerle hapsedilerek, kendilerine işkence yapıldı Cami, çeşme, mektep gibi dini ve hayrî eserlerin yapılmasına müsaade edilmediği gibi, eskilerin tamir edilmesine de binbir güçlük çıkartıldı Bu yüzden o güzelim eserler, zamanla harabe hale geldi Sık sık imar planları değiştirilerek, açılacak yollara Türk-İslam eserleri isabet edecek şekilde çizildi Türklerin elinde bulunan topraklar, toprak reformu bahanesiyle istimlâk edilerek ellerinden alındı ve istimlâk bedelleri ödenmedi Türk-İslam mezarlıkları, aynı şekilde istimlâk edilerek ortadan kaldırıldı Yerlerine de gazino ve sinema gibi eğlence yerleri yapıldı Türk sözünü kullanmak yasak edilerek, suni bir surette Türk ve İslam ayırımı yapıldı Böylece, Müslüman Türkler arasına ikilik sokulmaya çalışıldı Mahalli idarelere seçilmiş bulunan Türkler, Yunan emellerine hizmet etmedikleri takdirde, bunlara işten el çektirildi Türklere memuriyet hakkı verilmediği gibi, Türklerden alış veriş yapılmasına çeşitli yollarla mani olundu Türklerin tahsil imkânları, çeşitli yollardan engellendi ve bu suretle, onlar arasından münevver insanların yetişmesi engellendi El altından ve çeşitli yollarla, Batı Trakya Türklerinin, Türkiye'ye göç etmeleri telkin edildi Bu suretle, Türk nüfusunun azalmasına, azami gayret sarf edildi Türkiye'de ise, azınlık durumunda olan Rumlara karşı yumuşak bir politika izlendi

Konuştukları dillere göre yapılan son nüfus sayımında (1965), Türkiye'de Rumca konuşan 48000 kişinin olduğu ve 80000 Rum-Ortodoks olduğu tespit edilmiştir Bu sayının sonraki yıllarda biraz daha azaldığı tahmin edilmektedir Yunanistan'da ise, yaklaşık 150000 Türk bulunmaktadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Alay

Türkçe'de tören veya gösteri gayesiyle bir araya gelen topluluğa; başında bir albayın bulunduğu tabur ile tugay arasındaki askeri birliğe; Osmanlılar'da askeri ve mülki merasimin tertip ve düzenine verilen ad

Sultan İkinci Mahmud Han tarafından 1826 senesinde kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediyye'nin 12000 kişilik kuvvetinin tamamı, İstanbul’da bulunan sekiz tertibe bölünmüştü Daha sonra imparatorluğun başka bölgelerinde de tertipler kuruldu 1828 senesinde “tertip” terimi “alay”a çevrildi Her alay, üç taburdan meydana geliyor, komutanlığını miralay (albay) rütbesinde bir subay yapıyor, ayrıca yardımcı bir kaymakam (yarbay) bulunuyordu 1831’de bir alayın dört taburdan kurulması ve dördüncü taburun avcı taburu olması kabul edildi Arkasından iki alaydan meydana gelen livalar (tugaylar) kuruldu

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, bulundukları bölgenin güvenlik ve savunmasını yürütmek üzere Hamidiye Alayları teşkil edildi İkinci Meşrutiyet'ten sonra piyade alayları, üç taburdan meydana gelmeye başladı Süvari alayları altı bölükten, topçu alayları ise 12 bataryadan ibaretti Cumhuriyet döneminde ise bir piyade alayı üç piyade taburundan, bir tanksavar bölüğünden, bir piyade hava bölüğünden, bir muhabere takımı ve piyade hafif koluyla bir alay karargahından teşkil edildi Bir topçu alayı ise iki veya daha fazla topçu taburundan meydana geldi

Alay kelimesinin başına ve sonuna getirilen eklerle bir hayli tabir, terim ve deyim meydana gelmiştir Alaylı, alay beyi, alay emini, alay katibi, alay imamı, alay müftisi, alay çavuşu, alay-ı hümayun, alay köşkü, alay kanunu, alay meydanı, alay meclisi, alay erkanı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, valide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selamlık alayı, Hırka-i seadet alayı, baklava alayı, amin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır

İslamiyet'ten önce örf, adet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, Müslüman olduktan sonra da İslamiyet'in yasak etmediği adet ve geleneklerini sürdürdüler Müslüman olduktan sonra, dinin ışığında pekçok güzel adet ve gelenekler ortaya koyarak, İslamiyet'in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler Osmanlılar zamanında, daha önceki Müslüman-Türk devletlerinde görülen bazı merasim ve gelenekler aynen devam ettirildiği gibi, yeni ilaveler de yapıldı Bu merasimlere umumi olarak, alay adı verilirdi Saray erkanı ile halkın kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu

Padişahın tahta çıktığı gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar Kapısında biat merasimi yapılırdı Padişah, hazine-i hümayundan çıkarılan tahta oturur, teşrifata (protokole) riayet olunarak, başta hanedan mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan padişahı selamlayarak yerlerini alırlardı Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı

Bayram gümlerinde de buna benzer bayram alayı veya muayede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı Bayramlaşma merasimini, Babıali teşrifat kalemi idare ederdi Herkes yerini aldıktan sonra, padişah, mızıka-i hümayun efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehteran bölüğü tarafından hünkâr marşı çalınırdı Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonunda icra edilirdi

Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı:

Beşik alayı: Harem'de kus-i şadımani çalınınca, Enderunlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı Her koğuşun önünde kurban kesilirdi Padişah, Çinili Köşkün içinden altın serperdi Mehter takımı, marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzadenin veya sultanın ismini öğrenen şairler, tarih düşürmekte yarışırlardı Hazine kâhyası, darphaneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi Hazine kâhyası ve maiyetindekilere, padişah tarafından ihsanda bulunulurdu

Sürre alayı: Osmanlılar zamanında, hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye, saraydan ve halktan gönderilecek hediyeleri yollamak üzere düzenlenen merasimdir

Hırka-i saadet alayı: Ramazan ayının on beşinde yapılırdı Hazine kâhyası, vezirlere, divan çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi Ayrıca, ilmiye sınıfı mensuplarına, mülki ve askeri erkâna da haber giderdi Merasimden önceki gece padişah, süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi Padişah, sabah namazını Hırka-i saadet dairesinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını, altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi İkinci mahfaza bundan sonra, padişahın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silahdar, çuhadar, rikabdar, dülbentdar ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imamları da hazır bulunurlardı Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’an-ı kerim okuyarak, ziyarette bulunanlara ayrı bir manevi haz verirlerdi Ziyareti evvelâ padişah, sonra sırayla diğerleri yapardı

Baklava alayı: Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, gayet muhteşem bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra, yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi Bu uygulamaya ilk olarak, Kanuni Sultan Süleyman Han zamanında, harplerden zaferle dönen orduya pilav, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı Askeri, gazaya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler, sonraki padişahlar zamanında da devam etti Ramazan-ı şerifin on beşinci günü, İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine bir tepsi baklava ikramı adet oldu

Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler, sarayın orta kapısının iki tarafındaki divan yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde, futa denilen ipekli peştamallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar; bu sırada ortakapı açılıp Babüssaâde'de bekleyen silahdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile, akağalar kapısından çıkar Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek, bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, padişah için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır, silahdara verirdi Bunu müteakip, askerden ikişer nefer, sarılı baklava tepsilerini yeşil yollu sırıklara geçirirlerdi Hazır oldukları, orta kapıya işaret olununca kapı açılırdı Her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı, karakullukçu ve bayraktarı, bölüklerinin önüne düşerek, baklavacılar da arkadan gelerek, alay ile kışlalarına giderlerdi Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (Matbah-ı amireye) gönderilirdi

Adalet ve ihsanla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların, askere ihsan ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti 1826’daki son baklava alayı sırasında, yeniçerilerin, İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında itibarını büsbütün kaybettiren son sebeplerden biri olmuştur

Kadir gecesi alayı: Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde, Hırka-i saadet dairesinden Ayasofya Camiine kadar bütün yol boyları, meşalelerle aydınlatılırdı Alayın önünde yirmi kadar meşale ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Camiine gidilir ve padişahın imamı namaz kıldırırdı Son padişahlar zamanında Kadir gecesi alayı, saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Camiinde yapıldı

Yılbaşı tebriki alayı: Hicri yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, padişah Çinili Köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsanda bulunurdu Ayrıca helvahanede yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikram edilirdi Muharrem ayının üçüncü günü, umumiyetle Çırağan Sarayına rikab (özengi) ısmarlanır, sadrazam ve şeyhülislam, padişah tarafından huzura alınarak, tebrikler kabul edilirdi

Mevlid alayı: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif ettiği gün olan Rebi-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhane köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Camiinde mevlid okunurdu

Kılıç alayı: Yıldırım Bayezid Han zamanında ilk defa Niğbolu Zaferi'nden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından, padişaha kılıç kuşatılırdı Kılıç alayı, usul olarak padişahın cülusunu takip eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebep olurdu Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri, geçenleri buradan seyrederlerdi Padişah, onları arabadan selamlardı Padişahın arabasını, başta sadrazam olmak üzere bütün nazırlar (bakanlar), meclis reisleri ve saray erkânının arabaları takip ederdi Alay, Eyüp Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Ebu Eyyub el-Ensârî'nin (radıyallahü anh) türbesine gidilirdi Burada yeni padişaha kılıç kuşatılır ve dua edilirdi

Alay-ı Hümayun: Padişah sefere giderken, seferden dönerken, sefere gideni uğurlarken, seferden dönen orduyu karşılarken, saraydan Davutpaşa’ya kadar tertip edilen alaylardı Osmanlıların haşmet devirlerinde, bu alaylar, büyük bir ihtişamla yapılırdı

Sadaret alayı: Sadrazamlara, sadaret mührü vermek için tertiplenen alaydır Tanzimat'a gelinceye kadar, sadaret mührü, Hırka-i saadette verilirdi Bu münasebetle sadrazama, has odabaşı vasıtasıyla yeniden samur kürk giydirilirdi

Sadaret alayı merasimi, Beşiktaş’ta başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi Önde mabeyn başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrazam, ata binmiş olarak, halkın önünden geçer, Babıali’de divan odasına gelirlerdi Başkâtip, sadaret mektupçusuna, atlasa sarılı nameyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu Daha sonraki devirlerde bu merasim, arabalarla yapıldı

Selamlık alayı: Padişahın Cuma namazı için camiye gitmesi anında tertiplenen alaydır Sultan İkinci Abdülhamid Han, Cuma selamlığını Yıldız Camiinde yaptırırdı Ermeniler, böyle bir selamlık esnasında suikast tertibinde bulunmuşlardı

Valide alayı: İlk defa, Dördüncü Murad Han'ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde gelenek haline geldi Tahta çıkan padişah, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi Sultan İkinci Mahmud Hanın annesine yapılan alay, pek gösterişli olmuştu Valide Sultanı, yeni sarayda önce saray mensupları, sonra padişah karşılar ve tebrik ederdi

Amin alayı: Osmanlı Devletinde ana okuluna başlayan çocuklar için yapılan merasim

Alayla alâkalı terim ve deyimler de şunlardır:

Alay arabası: Alaylarda padişahların bindiği arabaya verilen addır Buna saltanat arabası da denilirdi Muhteşem olan bu arabayı, ihtişamı bir kat daha arttıran atlar çekerdi Seyislerin elbiseleri de sırmalıydı

Alaya binmek: Resmi sıfatı haiz olanların, bayramlarda ve resmi günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için, bu tabir kullanılırdı

Alay bağlamak: Ordunun, düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde, alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir

Alay elbisesi: Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmi elbiseye verilen ad

Alay kanunu: Alaylarda ve seferlerde, padişahın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tespit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, alimler, devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dair kanundur

Alay meydanı: Topkapı Sarayında ortakapı ile Babüssaâde arasındaki sahaya verilen ad Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askeri geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsus geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi

Askeri teşkilat birimi olan alayla ilgili terim ve deyimler de şöyledir:

Alay beyi: Vaktiyle, miralay yani albay rütbesinde olan, vilayet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bu tabir terk edilerek, yerine alay kumandanı tabiri kullanıldı

Alay çavuşu: İki manâda kullanılırdı Birincisi; padişahların bir yere gidişinde, geçit resimlerinde önden gidip yol açan divan-ı hümayun çavuşlarıydı İkincisi; birlikteki yazılı ve sözlü emirleri, askerlere bildiren çavuşlardı Bunlar, tellal gibi yüksek sesle bağırarak, verilen emirleri tebliğ ederlerdi

Alay emini: Yüzbaşıdan büyük, binbaşıdan küçük, askeri kâtip sınıfından bir vazifelinin unvanıydı Alay kâtipliğinden terfi ederek alay emini olanlar, alayın idari ve hesap işleriyle meşguldüler Diğer askerler gibi resmi elbise giyerlerdi Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları, diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyazdı Alay eminleri, binbaşılığa terfi ettikten sonra, diğer askerler gibi yükselirlerdi 1908’de bu unvan, teşkilattan kaldırıldı

Alay erkânı: Başta miralay (albay) olmak üzere, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftileri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi

Alay imamı: Alayın birinci taburunun imamına verilen addı Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi

Alay kâtibi: Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı Tabur kâtipleri, terfi ederek alay kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay eminliğine terfi edilirdi

Alay meclisi: Alay işleri hakkında icab eden kararları vermeye yetkili meclise verilen addı Miralayın başkanlığında, alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftisinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi

Alay müftisi: Alay imamının üstü olan, rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi Askerlere dinî vazifeleri öğretmek ve onların suallerine cevap vermek için, taburlarda tabur imamı, alaylarda ise alay müftisi bulunurdu Bu vazife, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir

Alay sancağı: İki manaya gelirdi Birincisi, bir alaya mahsus olan sancak demekti İkincisi, resmi günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında kullanılan bir tabirdi

Alaylı: Vaktiyle, mektep mezunu olmayıp, erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı Bir mektep bitirmeden, meslek içinde yetişen diğer devlet memurları için de bu tabir, mecazi olarak kullanılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Anadolu Beylikleri
Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin genel adı Bu beylikler, tarihi kaynaklarda Tavaifi Mülûk ismiyle geçmektedir

Malazgirt Zaferi'nden sonra, birçok akıncı beyi, Anadolu’yu Türk toprakları haline getirmek için seferler düzenledi Bu beyler, elde ettikleri bölgelerde, ilk Türk beyliklerini kurdular Üsküdar’a kadar Anadolu topraklarının büyük bir kısmı bu beyliklerin eline geçti Beyler, Selçuklu sultanını hükümdar tanımakla beraber, iç işlerinde tam bağımsız bir haldeydiler Bunlar; Bitlis ve Erzen’de Dilmaçoğulları (1085-1394), Ahlat’ta Ermenşahlar (1100-1207), Diyarbekir’de İnaloğulları (1098-1183), Erzincan, Kemah ve Divriği’de Mengücükler (1072-1277) Erzurum’da Saltuklular (1072-1202)’dan ibaretti Bu beyleri, bir düzene sokmak için çalışan Büyük Selçuklu Devleti sultanları, başarılı olamadılar Bununla birlikte, beyliklerin ekserisi, sonraları Türkiye Selçukluları'nın hakimiyetine girdiler

Alaeddin Keykubad’ın saltanatının sonlarına doğru, merkez ile uçlar arasında münasebetler gevşemeye başladı 1220’den sonra Moğol istilasının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, Bizans sınırında, büyük değişikliklere sebep oldu Moğol akınlarına karşı koyamayan Türkmen aşiretlerinin, Selçuklu topraklarına yönelmeleri üzerine, Selçuklu sultanı, bunları Bizans sınırına yerleştirdi İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in Kösedağ Savaşı'nda yenilmesinden sonra, merkezî idare iyice zayıfladı Son Selçuklu veziri Muinüddin Pervane’nin ölümüyle, düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı Anadolu'da idareyi ele geçiren Moğol valilerinin zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti Neticede Selçuklu Devletinin hiç bir fonksiyonunun kalmaması, halkı, kuvvetli beyler etrafında toplanmaya teşvik etti

Nitekim, gaziler ve onlara katılan çeşitli aşiretlerle bazı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hakimiyet kurarak, birer hanedan haline geldiler Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları bu şekilde kurulan beyliklerden bazılarıdır Eşref, Sahib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından, mükâfat olarak malikane tarzında verilen arazilerde, bazı komutanların, istiklallerini ilan etmeleriyle ortaya çıktılar

Beylikler, kuruluşlarından hemen sonra, buhranlı bir devreye girdiler Bunun sebebi ise, İlhanlıların, Anadolu valileri ile baskılarını arttırmaları idi Emir Çobanoğlu Timurtaş, Ebu Said Bahadır Han tarafından affedilip Anadolu’ya ikinci defa vali olunca, beylikler, bağlılıklarını belirtmek için, İlhanlılar adına akçe bastırdılar Daha önce affedilen Emir Timurtaş, 1324’te babası gibi öldürülmekten korktuğundan Memluklar'a sığındı Vali olarak, Büyük Şeyh Hasan tayin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alâeddin Eretna’yı vekil olarak gönderdi Ebu Said Bahadır Hanın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343’te Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilan etti ve bir beylik haline geldi Bu hadiseler neticesinde, Anadolu’da İlhanlı hakimiyeti tamamen çöktü

İlhanlı baskısının, Anadolu beyliklerinin üzerinden kalkması üzerine, beyler rahat bir nefes aldılar Anadolu şehirlerinde imar hareketlerini hızlandırdılar Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları, Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar Osmanoğullarının, akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri rahatsız etti ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti

Yıldırım Bayezid Han, başarılı muharebeler neticesinde Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini, Osmanlı topraklarına kattı Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı'nda mağlup olmasıyla, bazı beylikler yeniden kuruldu İkinci Murad Han zamanında, Anadolu beyliklerinin çoğu, Osmanlı topraklarına katıldı Fatih Sultan Mehmed Han ise Anadolu’da birliği tekrar tesis etti Fatih, 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliğini ortadan kaldırdı Karaman Beyliği'nin topraklarının ekseriyetini, Osmanlı hakimiyeti altına aldı Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar İshak, Pir Ahmed, Kasım Beylerin mağlup edilmeleriyle de, 1471’de, Karaman Beyliğinin bütün toprakları, Osmanlı Devletine katılmış oldu

Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memluk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hakimiyetini kabul ettiler Böylece, Anadolu’da Osmanlı Devleti'nin mutlak hakimiyeti kurulmuş ve Tavaif-i Mülûk adıyla anılan beylikler devri, sona ermiş oldu

Beylikler devrinin en önemli özelliği, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik, kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır Eski Anadolu Türkçesi dil yadigârları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve çok sayıda eser yazılmıştır Bazı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beyler de bizzat eserler vermişlerdir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Arpalık
Osmanlılar'da devlet memurlarına vazifeleri sırasında maaşlarına ilaveten, görevden ayrıldıktan sonra ise tekaüt veya ma’zuliyyet maaşı olarak tahsis edilen gelir

Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği, kesin olarak bilinmemektedir On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, memurluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir Arpalık, kendisinden başka kalabalık maiyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara, masrafları gözetilerek bağlanırdı Bu aylık, önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askerî şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislam, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare amirlerine, on yedinci asırdan itibaren de vezirler ile ümeraya verilmeye başlandı

Arpalık, ya belli bir kaza veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunarak veya hazineden belli bir gündelik verilerek olurdu Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bevech-i arpalık ulufe denilirdi Arpalığın en fazlası; idare amirleri için senelik 100 000, ilmiye sınıfı için 70 000, yeniçeri ağaları için 58 000, saray mensupları için ise 19 999 akçe idi Ulufe olarak verilenlerin senelik toplamı da, bu değerleri aşmazdı

Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip, yerlerine bir naip gönderdikleri gibi, bazen de kendileri giderlerdi Sultan Üçüncü Selim, bozulan ilmiyenin ıslahına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul (azledilmiş) vilayet kadıları ile kazaskerlerden, vilayet kadılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hakimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizama vermeyip emanet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst naiplere vermeleri gibi hususları içeren fermanında; cahil kimselere naiplik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin, yeniden kadılığa tayin edilmemesini emretti

Arpalık, birçok suiistimallere meydan verdiği için, on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı Bu durum daha sonra genişleyerek, arpalık maaşı; Tanzimat'tan sonra, isim değişikliği ile tarik maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı Meşrutiyet'ten sonra ise, ilmiye sınıfına da, diğer devlet memurları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı Böylece, arpalık, tarihe karışmış oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #9
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Atabeg
Selçuklu Devleti'nde şehzadeleri eğitip yetiştiren ve zamanla devlet kuran yüksek rütbeli memurlar “Atabeg” unvanı, ilk defa Selçuklularda kullanıldı ise de, daha önceki Türk-İslam devletlerinde de bu vazifeyi gören memurlar vardı Osmanlılar'da ise, şehzadeleri yetiştirmekle vazifeli kimselere lala denirdi

Türkler, neslin devamını sağlayan çocuğa çok önem verdikleri gibi, onun terbiyesi ve yetişmesi hususunda da hassasiyet gösterirlerdi Devletin devamının teminatı kabul ettikleri şehzadelere daha çok ehemmiyet verirlerdi Bu düşünceler içinde olan Selçuklu hükümdarları, oğullarına, dinî, millî, manevî ilimlerin yanında; idarî, malî, askerî ve siyasî işleri öğretmek için, ümeradan birini atabeg (atabey) unvanıyla muallim tayin ederler ve istikbalin hükümdarlarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırlardı Atabegler, büyük işler başarmış, mühim vazifelerde bulunmuş şahıslar arasından seçilirdi Küçük şehzadelere vasi ve mürebbi olan ve doğrudan büyük sultana, yani Selçuklu Devletine bağlı bulunan bu atabegler, başında bulundukları idari sahada yarı müstakil bir hükümdar naibi durumundaydılar İdarî, malî ve askerî bütün yetkileri ellerinde bulunduran atabegler, şehzadenin sultan olma durumunda da, onun veziri, kumandan ve müşaviri olurlardı

Devletin güçlü olduğu zamanlarda, merkezi otoriteye bağlı ve faydalı olan atabegler, Sultan Melikşah’ın oğul ve torunları arasındaki otorite boşluğundan istifade ile idarelerindeki vilayetlerde, yaşları küçük şehzadeler adına değil kendi başlarına hareket ettiler Bu şekilde bağımsızlıklarını ilan eden atabegler, kendi aralarında da topraklarını genişletmek için mücadeleye giriştiler

En meşhur Selçuklu atabegleri; Tuğ Tigin, İldeniz, İmadüddin Zengi, Muzafferüddin Salgur, Emir Sipehsalar, Gümüş Tigin Candar, Emir Atabeg Kara Sungur, Aksungur ve Anuş Tigin’dir Bunlar arasında, elde ettikleri nüfuzlarından istifade ile devlet kuranlar oldu Atabeglerin kurdukları devletler arasında en meşhurları: Dımaşk Atabegliği (Tuğtiginliler), Zengiler (Musul Atabegliği), İldenizliler, Salgurlular, Beğtiğinliler (Erbil Atabegliği)'dir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Avrupa Tüccarı
Avrupa ile, ahitnameli (antlaşmalı) tüccar statüsünde ticaret yapma müsaadesi verilen, Osmanlı tebaası gayrimüslim tüccarlara verilen ad Osmanlı ülkesi sınırları içinde, ahitnameli devletler tüccarı ile Müslüman ve gayrimüslim tebaadan olan tüccar, farklı şartlarda ticaret yapardı

Ahitnameli tüccarın, dış ticarette daha imtiyazlı durumda bulunması, yabancı elçilik ve konsoloslukların kullanacakları tercümanlardan cizye vb vergilerin alınmaması gibi durumlar, gayrimüslim Osmanlı tebaasına çok cazip geldi Bu gayrimüslimler, İstanbul'daki yabancı devlet elçiliklerine ve diğer şehirlerdeki konsolosluklara başvurarak, tercümanlık beratı aldılar Elçiliklerdeki ve konsolosluklardaki vazifeliler, bu yolla bazı menfaatler elde ettikleri için, zamanla tercümanlık beratı alan gayrimüslim tebaa çoğaldı

Tercümanlık beratı ile ilgili suiistimalin önlenmesi için, Osmanlı Devleti idarecileri, bazı tedbirler aldılar Sultan Üçüncü Ahmed Han, Sultan Üçüncü Mustafa Han ve Sultan Birinci Abdülhamid Han, bu konuyla ilgilenip yabancı elçilere notalar verdilerse de netice alınamadı Sultan Üçüncü Selim Han devrinde, 1791 senesindeki teşebbüs de, istenilen neticeyi vermedi Bunun üzerine 1802 senesinde, Avrupa ile ticaret yapan ve yapacak olan, tüccar, kaptan ve gemi sahipleri için özel bir statü kabul edildi Böylece "Avrupa Tüccarı" denilen bir sınıf ortaya çıktı Avrupa ile ticaret yapmak isteyen ve güvenilir bir şahıs olduğunu ispat eden gayrimüslimler, Avrupa tüccarı beratı aldılar Berat için 1500 kuruş ödenmesi ve beratın İstanbul Kadılığı Bab Mahkemesine kaydı şart koşuldu

Avrupa tüccarı sınıfına girenlere; iki hizmetkârının bulunması, bunlardan birinin İstanbul dışında oturabilmesi hakkı tanınmıştı Beratlı tüccara hukuki bakımdan da müste'min tüccar gibi muamele ediliyor, yabancı tüccarla 4000 akçeyi aşan davaları İstanbul'a sevk ediliyordu Müste'min tüccarla olan davalarında ise, davalının tabi olduğu devletin ahitnamesi esas alınıyordu

1839'da Ticaret Nezaretinin kuruluşundan sonra ise Avrupa tüccarlarıyla ilgili işlere Ticaret Nezaretince bakıldı Ticaret Nezaretine bağlı bir Ticaret Meclisinin, 1850'de ise Ticaret Mahkemesinin kurulmasıyla, Avrupa tüccarının ticaretle ilgili davaları da burada görülmeye başlandı

Osmanlı Devletinin, gayrimüslim tebaasını Avrupa devletlerinin himayesinden kurtararak, onlara müste'min tüccar hak ve imtiyazları tanımasından, ahitnameli devletler rahatsız oldular Devletin, gayrimüslim tüccar hakkında kesin tavrını ortaya koyduğu 1806'dan sonra, yabancı himayesine giren birkaç tüccar olduysa da, gayrimüslim tebaa artık kendi adlarına ticaret yapmayı tercih etti Bu, bilhassa Avrupa tüccarı imtiyazının verilişini takip eden yıllarda, bu statüye dahil olan Rum kaptan ve gemi sahiplerine büyük menfaatler sağladı

Müslüman olmayan Osmanlı tebaası tüccarların büyük imtiyazlarla zengin olması üzerine, Müslüman tüccarlar, Babıali'ye bir dilekçe sunarak, Avrupa tüccarının sahip olduğu imtiyazların, kendilerine de tanınmasını istediler Bu istek, zamanla elde edilen kârın Frenklerden Türklere geçeceği hesaplanarak yerinde bulundu İstek, Sultan İkinci Mahmud Han tarafından da uygun bulununca, "hayriye tüccarı" adı verilen yeni bir ticari grup ortaya çıktı Avrupa tüccarlarına yalnızca batı ülkeleriyle ticaret imtiyazı tanınırken, hayriye tüccarlarının Avrupa'nın yanı sıra Hindistan ve Uzakdoğu ülkeleriyle de ticaret yapmasına izin verildi Dış ticaretin kolay ve çabuk yürütülebilmesi için, hayriye tüccarının iki ortağına da imtiyaz tanındı Hıristiyan Avrupa tüccarları, yurt dışına çıkarılması yasak malları alıp satamazken, hayriye tüccarları, gemi kiralayarak veya kendi gemileriyle bu tür malların taşımacılığını, alım ve satımını yapabilirlerdi Yabancı iskelelerdeki şehbenderler de hayriye tüccarlarına yardımla yükümlüydü Şehbenderler ve bunlarla çalışan muhtarlar, hayriye tüccarları arasından seçilirdi

Temel ihtiyaç maddelerinin alım satımıyla uğraşan hayriye tüccarları, merkezlerde ve iskelelerde ticaret büroları, mağaza ve depolar açıyor, gemi çalıştırıyorlardı Devletin savaş ve olağanüstü durumlarda, hayriye tüccarlarına başvurması ve yardım istemesi tabiiydi

Tanzimat'tan sonra Avrupa tüccarlığı ve hayriye tüccarlığının statülerinde bazı değişiklikler yapıldı 1876'da ise Avrupa tüccarlığı ile hayriye tüccarlığı kaldırıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #11
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Babıali Baskını
İttihat ve Terakki Cemiyetinin, hükümeti ele geçirmek için, 23 Ocak 1913’te yaptıkları kanlı baskın

İttihat ve Terakki komitesi, İkinci Meşrutiyet'in ilanından ve 31 Mart Vakası'ndan sonra, orduya dayanarak, hükümeti ele geçirmişlerdi Yalnız, kısa bir zaman sonra, asker ocağını siyasetle uğraştırmanın cezasını çekerek “Halaskâr Zabitan Grubu”nun tazyikiyle yıkıldılar Fakat, tekrar orduyu elde etmek suretiyle yeniden iş başına gelmek için gizli bir faaliyete giriştiler

Nitekim Balkan Savaşı'nın şiddetle cereyan ettiği ve düşman ordularının İstanbul kapılarına dayandığı sırada, İttihatçılar, Kâmil Paşa Hükümetini devirmek ve çeşitli entrikalarla hükümeti elde etmek için çalışıyorlardı

Önce, Balkan Savaşının neticeleri ne olursa olsun, büyük devletlerin, sınır değişikliğine müsaade etmeyecekleri, bu sebepten Türkiye’nin zararı olmayacağı propagandasını yaptılar 81 yaşındaki Kâmil Paşa, bir ara istifa edip yeni bir kabine kurmayı düşündü Sonra bu fikrinden vazgeçince, İttihatçılar bu sefer, Kâmil Paşanın Edirne’yi Bulgarlara bıraktığı şeklinde, akıl almaz ve yıkıcı bir propagandaya giriştiler Bu arada başkumandan vekili Nazım Paşa, Sadrazamın muhalefetine rağmen, orduda bozgunculuk yaptıkları için tevkif edilen İttihatçıları serbest bıraktı Nazım Paşa, daha önce Kurmay Albay Cemal Beyi, Menzil Müfettişi Umumisi, Kurmay Yarbay Enver Beyi de Kolordu Kurmay Başkanı yapmıştı Böylece en stratejik merkezlere İttihatçılar getirilmişti Bütün bu işler, Balkan Savaşının en acıklı günlerinde cereyan ediyordu

23 Ocak 1913 günü Bulgarlar, Edirne ve Çatalca önlerindeyken, Kurmay Albay Enver Bey (Paşa), sabıkalılardan müteşekkil 20-50 kişilik bir çete ile Babıali’yi bastı Babıali’yi muhafaza ile ilgili muhafız bölüğü, Dahiliye Nazırının haberi olmadan Cemal Bey (Paşa) tarafından yerlerinden alınmış ve başka bir yere götürülmüştü Böylece baskıncılar rahatça içeri girdiler Baskının kanlı safhaları, dış sofada cereyan etmiştir Dış sofa mücadelesinde 11 kişi öldürüldükten sonra, başlarında Enver ve Talat beylerin bulunduğu çeteciler, iç sofaya daldılar Kendilerini engellemek isteyen sivil polis komiserini öldürdükleri sırada, Harbiye Nazırı Nazım Paşa ile karşılaştılar Nazım Paşa, Enver’e; “Beni aldattın, hani siyasetle uğraşmayacağına dair namus sözü vermiştin!” deyince, fedaisi Yakub Cemil’in tabancasından çıkan kurşunla, alnından vurularak öldürüldü

Bundan sonra Talat ve Enver, sadrazam Kâmil Paşanın odasına girerek, onu istifaya zorladılar Ancak Kâmil Paşa, devletin içinde bulunduğu durumu izah ederek, böyle bir darbeyle hükümetten çekilmesinin, felaketi arttıracağını söyledi Fakat, silahla tehdit edilmesi üzerine istifa etti Böylece, yaşlı sadrazamın siyasî hayatı sona erdi Bu sırada Babıali Baskınını duyanlar, mahşerî bir kalabalık meydana getirmişlerdi Toplanan kalabalığa, İttihatçıların meşhur hatibi Teğmen Ömer Naci nutuk çekiyordu Sokaktaki kalabalık arasında, Almanya Büyükelçiliği Baştercümanı da vardı Baskın planı için, Almanya Büyükelçiliğinde yapılan toplantı sonunda, Berlin’in izni alındığı açıkça görülüyordu 1876 ve 1909 darbelerinin arkasında İngiltere vardı Almanya ise Türkiye’de ilk defa bir darbeye karışıyor ve destekliyordu

Sadrazamın istifa mektubunu alan Enver Bey, saraya gitti Babıali’de kalan Talat Bey, kendini “Dahiliye Nazır Vekili” tayin ederek, bu unvanla valilere emirler gönderdi Kâmil Paşa Hükümetinin, Adalarla Edirne’yi düşmana verdiği için millet ve ordu tarafından ıskat edildiğini bildirdi Halbuki ne Edirne, ne de Adalar, Kâmil Paşa tarafından düşmana asla verilmiş değildi Edirne’yi güya kurtarmak iddiasıyla Babıali’yi basıp hükümeti zaptetmiş olan İttihat ve Terakki komitesi, Kâmil Paşanın kabul etmediği bu yerlerin teslim şartını hiç sıkılmadan kabul ederek, bütün Rumeli topraklarıyla beraber Edirne’yi de düşmana terk etti Bu tarihi ihanetlerini de ters-yüz ederek millete anlattılar

Bu hükümet darbesinden sonra sadrazamlığa Mahmud Şevket Paşa getirildi Babıali baskını neticesinde İttihatçılar, fiilen yeniden iktidara geldiler

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #12
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Babıali Yangınları
Osmanlı Devletinin idari merkezi olan Babıali'nin; 1740, 1755, 1808, 1826 ve 1839 senelerinde tamamen, 1878 ve 1911 senelerinde ise kısmen yanmasına sebep olan yangınlar

1740 yangını: Bu yangın, sadrazam Mehmed Paşanın devrinde vuku bulmuştur Harem ağalarının oturdukları kısımda başlayan yangın, kısa bir sürede binayı sarmış, havanın rüzgârlı olması yüzünden arz odası, hasır odası ve bitişik daireler tamamen yok olmuştur Devrin padişahı Sultan Birinci Mahmud, söndürme çalışmalarına bizzat nezaret etmiştir Ancak kısmen kurtarılan kısımlar da, birkaç gün sonra çıkan bir yangınla kül olmuştur

1755 yangını: Silahdar Tevkii Ali Paşanın sadrazamlığı sırasında meydana gelen yangın esnasında, Babıali binası da tamamen yanmıştır Demirkapı semtinde çıkan yangın, kısa bir sürede bütün semti sarmış ve yangında ev eşyalarını kurtaranlar, mallarını Sultan Üçüncü Osman’ın emriyle Gülhane Parkına koymuşlardır Babıali binası inşa edilinceye kadar, işler Esma Sultan’ın Kadırga semtindeki konağına nakledilmiştir

1808 yangını: Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa'ya karşı ayaklanan yeniçerilerin, kasten çıkardıkları yangındır 1808 yangınında da tamamen kül olan Babıali’nin, bir sene sonra yeniden inşasına başlanmış, bilahare binanın tamamlanmasıyla buraya taşınılmıştır

1826 yangını: Büyük Hocapaşa yangını sırasında Babıali de yanmıştır 36 saat süren bu yangın esnasında, Babıali, Çifte Saraylar, Büyük Çarşı semtlerinde sayısız bina kül olmuştur Babıali dairesi, yangın neticesi geçici olarak Şeyhülislamın dairesine taşınmıştır Babıali, tekrar, 1828’de yeniden inşa edilen binasında hizmet vermeye başlamıştır

1839 yangını: Dahiliye dairesi ahırlarından çıkan yangın, binayı tamamen kül etmiştir Devlet işlerinin gecikmesini önlemek için, memurlar, önce Necip Efendi Konağına, oradan da Defterdarlık binasına taşındılar 1844’te inşaatı bitince merasimle açıldı ve çalışmalar kârgir olarak yapılan binada devam etti

1878 yangını: Rivayete göre yangın, odacıların ihmali neticesi Şura-yı Devlet Dairesinde çıkmış ve altı saat devam etmiştir Ahkam-ı Adliye Dairesi, Dahiliye ve Hariciye nezaretleri tamamen kül olmuştur Sadrazamlık Dairesi ise büyük gayret sonucu kurtarılabilmiştir

1911 yangını: Sabaha karşı çıkan bu yangında, Sadrazamlık ile Hariciye Nezareti daireleri kurtulmuştur Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Mektubcu, Teşrifatçı, Beylikçi, Sadaret Kalemi daireleri ile Vakanüvis daireleri tamamen yanmıştır

Çeşitli tarihlerde kısmen veya tamamen olmak üzere vuku bulan Babıali yangınları sırasında, evrak ve vesikalara hiçbir şey olmaması, Osmanlı Devleti'nin mükemmel işleyen bir arşiv teşkilatı olduğunu göstermektedir Babıali hazine-i evrakı, orada özel olarak yapılmış mahzene konur, her gün o evraktan lazım olanlar kalem dairelerine getirilir ve işi bitsin bitmesin, akşamları tekrar mahzene konur, sabahları yine getirilirdi Bazen bu hususa riayet edilmemesi yüzünden, Babıali yangınlarında odalarda bulunup mahzene konmayan evrakların yandığı görülmüştür

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #13
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Batılılaşma
Batı'nın ilimde, fende, tecrübede, sanatta, imar ve refah vasıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak ve bunlardan faydalanmaya çalışmak

Osmanlı Türkleri 15, 16 ve 17 asırlarda siyasi sahada olduğu gibi medeniyet seviyesi, içtimaî, yani, sosyal nizamı ve ahlaki üstünlüğü ile dünyada en ileri seviyede bulunuyordu Onlar, mensubu oldukları İslam dinine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adalet gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağın zirvesine çıkmış ve diğer milletlere üstün ve örnek olmuştur Dünyanın en mühim ticaret yolları, önemli ülkeler, şehirler ve denizler Osmanlı hakimiyeti altındaydı İki saatlik bir savaş sonunda bir devleti bütünüyle idareleri altına alabilecek bir güce sahiptiler Karşılarında rakip olabilecek bir kuvvet yoktu Bu sebeple Osmanlı Devleti, hakim bir vaziyette seyrine devam ediyor, onu daha yeni hamleler ve teknik buluşlar yapmaya sevk edecek itici sebepler görülmüyordu

Buna karşılık, 10 yüzyıldan beri açlık, sefalet, hastalık ve zulüm içerisinde, en mühimi Müslümanlar karşısında mahkûm bir vaziyette bulunan batı toplumu için aynı durum söz konusu değildi Çünkü onların karşısında tatbik edebilecekleri yüksek ve parlak bir ilim, örnek alabilecekleri, gelişmiş bir medeniyet mevcuttu Nitekim onlar, Haçlı seferleri ve çeşitli vesilelerle İslam memleketleri ile olan irtibatları sırasında, bu medeniyeti tanıma fırsatı buldular Rönesans denilen hamlelerinde, bunun büyük tesiri oldu

Diğer taraftan Avrupalılar, doğunun, bilhassa Hindistan'ın tabiî ürünlerinden, ancak Osmanlılar vasıtasıyla istifade ettiklerinden onlara pahalıya mal oluyordu Bu sebeple, ihtiyaçları olan maddeleri doğrudan kendi mahalline giderek temin etmeyi düşündüler ve deniz yoluyla Hindistan'a ulaşabilme çarelerini aradılar Bu yüzden pekçok deniz seyahatleri yaptılar Bu faaliyetleri sırasında, denizcilik bilgi ve tecrübeleri genişledi Denizcilik mektepleri açarak, bu bilgi ve tecrübelerini ilerlettiler Donanmalarını bu bilgilerle teçhiz ettiler Diğer harp sahalarında da bu bilgi ve tecrübelerinden faydalandılar Neticede savaş meydanlarında, Osmanlılar üzerinde de üstünlük kurmaya başladılar Öyle ki, 17 asrın başlarında Osmanlı donanmasının hala kürekli ve yelkenli olmasına karşılık, onlar donanmalarını kalyonlarla donatmışlardı

Avrupa devletlerinin elde ettikleri bu üstünlüğün sonunda, kara ve denizdeki başarısızlıklar, Osmanlı devlet adamlarının dikkatini çekti Osmanlı padişahları, ülkelerinin kaybettiği üstünlüğü tekrar kazanmak gayesiyle, batının ilim ve tekniğini Türkiye'ye aktarmak için, her türlü imkânı seferber etti

Sultan Üçüncü Ahmed Han döneminde (1703-1730) Avrupa devletleri ile siyasî münasebetler kuruldu Bu sırada Paris'e giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi, burada birçok müesseseleri gezdi ve raporlar sundu Oğlu Mehmed Said Efendi ise ilk Türk matbaasının açılması için izin istedi Şeyhülislam Abdullah Efendi, matbaanın çok hayırlı bir hizmet olacağına ve açılması gerektiğine dair fetva verdi ve matbaa kuruldu Rochfart isminde bir Fransız subayına Osmanlı ordusunun ıslahı için rapor hazırlatıldı

Sultan Birinci Mahmud (1730-1754), Sultan Üçüncü Mustafa (1757-1774) ve Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) devirlerinde de bu faaliyetler devam etti İbrahim Müteferrika, Tatarcık Abdullah Efendi, Koca Sekbanbaşı ve Vak'anüvis Asım Efendi gibi ilim ve devlet adamları, padişahlara takdim ettikleri eserlerinde, Avrupa devletlerinin askeri teşkilatı, nizam ve talimleri hakkında bilgiler verdiler Bu raporlar ışığında, Osmanlı Devletinde bilhassa askerî alanda pekçok düzenlemeler yapıldı Avrupa taktik, disiplin ve silahlarının kullanılabilmesi için, topçu ve humbaracı ocakları ıslah edildi Kâğıthane'de kurulan askerî bir ocak, tamamen batı tekniği tarzında eğitime başladı Burada Fransız subaylarından da istifade edildi Bu faaliyetlerin geliştirilmesi için, Avrupa'da daimî elçilikler ve konsolosluklar açılmaya başlandı Nizam-ı cedid adı ile yeni ve modern bir ordu kuruldu Osmanlı Devleti, kısa bir süre sonra bu gelişmelerin faydasını gördü Napolyon'un Mısır'ı işgal teşebbüsü, bu talimli ve disiplinli birlikler tarafından önlendi Rusya ve Avusturya orduları karşısında başarılar elde edildi Fakat teşkilatı bozulmuş, disiplini kalmamış, askerlikten çok esnaflıkla uğraşan, söz dinlemez, isyankâr bir güruh haline gelmiş Yeniçeri Ocağı, bu gelişmelere karşı çıktı Neticede batının tekniğini alarak, devleti yeni bir nizama ve hayatiyete kavuşturmaya inançlı ve kararlı olan Üçüncü Selim Han, bu asilerce şehid edildi

İkinci Mahmud Han (1808-1839) tahta çıkar çıkmaz, amcası Üçüncü Selim'in yarım bıraktığı ıslahat programını gerçekleştirmek üzere harekete geçti Askeri reformları istemeyen Yeniçeri Ocağını 1826'da ortadan kaldırdı Asakir-i Mansure-i Muhammediyye adı ile yeni bir ordu kuruldu Ordunun talim ve terbiyesi için, Avrupa'dan mütehassıslar getirildi Mühendishane-i Bahri-i Hümayun ihya edildi Türkiye'de ilk buharlı gemiler satın alınarak Türk deniz kuvvetlerine kazandırıldı Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane açıldı Devlet memurlarının yetişmesi için, Mekteb-i Maarif-i Adli kuruldu Açılan okulların seviyesini yükseltmek ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için, batı dillerinde tercüme büroları açıldı

Görüldüğü üzere batılılaşma adı verilen hareketin esası, İkinci Mahmud devri sonuna kadar, sadece askeri ve teknik sahada ilerlemek ve bunun için batının lüzumlu olan ilminden istifade etmekti Bu gaye ile, gerekli bütün teşebbüsler yapıldı Ancak bu çalışmalar, daha çok Avrupalı subay ve uzmanların kontrolünde oluyordu Oysa yeni kurulan askeri ve teknik müesseseleri, mektepleri devam ettirebilmek ve bunlardan büyük ölçüde faydalanabilmek için, kendi insanını yetiştirmek lazımdı Bunun için, ilk defa olarak, 1827'de Paris'e öğrenci gönderildi ve sonraki yıllarda da bu uygulama devam etti

Diğer taraftan batılılar, Osmanlı Devletinin ilmi ve teknik alandaki ilerlemelerine mani olabilmek ve onları içte ve dışta zayıflatmak için bütün güçleriyle çalışıyorlardı Osmanlı ülkesine gönderdikleri sefirler, tüccarlar, bilginler ve ajanlar vasıtasıyla azınlıkları tahrik ediyor, bölücülük yapıyor ve nüfuz edebildikleri devlet adamlarını kullanarak ihtilaller bile çıkarabiliyorlardı Nitekim İkinci Mustafa Han'ın tahttan indirilmesi, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları, hep onların gizli faaliyetlerinden kaynaklanıyordu Şimdi ise Türk gençleri, kendilerinden istifade etmek üzere ayaklarına kadar gelmişti Onlar, bu gençleri memleketlerine döndüklerinde, gayelerine uygun bir şekilde kullanabilmek için metodlu telkinlerde bulundular Bu telkinlerin üç ana hedefi vardı Bunlar; gençlerin Osmanlı Hanedanına itaat duygusunu kırmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak, yabancı fikir ve adetlere alıştırarak yozlaştırmaktı Böylece bünyelerindeki tahribat tamamlanmış olacaktı Gerçekten de birkaç yıl içerisinde, batı ülkelerine giden gençlerin pek çoğu, bedeni Türk; fakat düşünüşü, anlayışı ve yaşayışı itibariyle tam bir Avrupalı haline geldi

Avrupalılar, diğer taraftan, aynı gayeye dönük planlarını ülkelerine gelen dini yönü zayıf ve sefahate düşkün Osmanlı Devlet adamları üzerinde de deniyorlardı Avusturya büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa ile Londra büyükelçisi Mustafa Reşid Paşa bunlar arasındaydı İskoç Mason teşkilatı üyesi Lord Rading, bilhassa Reşid Paşa ile sıkı bir dostluk tesisine muvaffak oldu Onun idarede en yüksek mevkilere gelebilmesi için çalışacağını ve İngilizlerin desteğini devamlı yanında tutacağını bildirdi Tatlı vaatlere aldanan Reşid Paşa, Mason locasına üye oldu Lord Rading ona devlet idaresinde yapılması gereken ıslahatları telkin etti Mustafa Reşid Paşa, bu telkinler ile İkinci Mahmud Hana; "Batılıların, Osmanlı Devletine, bilhassa Müslüman ve Hıristiyan tebaa arasında eşitlik gözetmediği için düşman olduğunu, müslim ve gayrimüslim ayrılığının kaldırılması gerektiğini, bu hususlarda yapılacak ıslahatı, bir hatt-ı hümayunla ilan etmesini" teklif etti Reşid Paşanın isteklerinin, İngilizlerin arzusu ve emeli olduğunu iyi bilen padişah, bu teklifleri reddetti

Ancak 1839'da İkinci Mahmud Hanın vefatı, Osmanlı Devleti'nin Mısır valisi Mehmed Ali Paşa isyanı karşısında düştüğü durum ve nihayet tahta 16 yaşında genç ve tecrübesiz Abdülmecid Han'ın çıkması, İngilizlere, bekledikleri fırsatı verdi Mısır meselesinde destek olmaları vaadiyle, genç padişaha Mustafa Reşid Paşayı sadrazamlık makamına tayin ettirdiler Reşid Paşa da, daha önce Lord Rading'le beraber hazırlamış olduğu reform ve ıslahatları Tanzimat Fermanı adı altında yayınlatarak yürürlüğe koydu Bu ferman sayesinde, büyük vilayetlerde mason locaları açıldı Casusluk ve hıyanet ocakları açılıp çalışmaya başladı Osmanlıyı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı Gençlere ecdat düşmanlığı aşılandı ve milli birlik parçalandı Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi dersleri, "din adamlarına lazım değildir" denilerek kaldırıldı Batının günlük kültürü, Osmanlı toplumunu sarsmaya başladı Giyim ve ev eşyalarından, evlerin stili ve insanlar arası ilişkilere kadar Avrupa örf ve adetleri yayıldı Nihayet, konu, batılı kanunların alınması meselesine kadar geldi Reşid Paşa ekolünden yetişen Âlî, Fuad, Kabuli ve Midhat paşalar, mahkemelerde Fransa medeni kanunlarının uygulanmasını istediler İstanbul'daki Fransız elçisi Marqui de Mousteir, Fransız medeni hukuku hakkında malumat vererek, onların fikirlerini destekledi Halbuki bu kanunlar, batı insanının aile, toplum, iktisat ve siyaset anlayışını temsil ettiklerinden Osmanlı cemiyetinin yapısına ters düşüyordu Nitekim meşhur hukukçu ve tarihçi, zamanın adliye nazırı (Adalet Bakanı) Ahmed Cevdet Paşa ve taraftarları, bu görüşün karşısında yer aldılar Ahmed Paşaya göre; "Bir milletin temel kanunlarını değiştirmek o milleti ölüme mahkum etmek" demekti

İşte Üçüncü Ahmed Handan itibaren "Avrupalıların ilim ve tekniğini tatbik etmek" şeklinde kabul edilen batılılaşma, Tanzimat devri aydınlarınca, "batının sadece kültür, örf ve adetlerini almak ve batılı gibi yaşamak" şeklinde benimsendi ve yozlaştırıldı Konu, aslından saptırıldı Bu şekilde düşünmek, aydın olmanın icabı sayıldı Batılılaşmayı gerçek manasında anlayanlara gerici, yobaz denildi Devlet kademeleri, tamamıyla, Mustafa Reşid Paşa zihniyetinde yetişenlerin eline geçti Avrupa'da tahsil yapmış denilerek işbaşına getirilenlerin, kısa bir süre sonra, ilim ve teknikten habersiz, tek sermayelerinin İslam düşmanlığı ve kuru bir Avrupa hayranlığı olduğu görüldü Batının ilim ve tekniğini alma gayesiyle Avrupa'ya giden bu gençlerden her biri, dönüşte ateşli bir hatip veya yazar kesiliyor ve Osmanlı Devletini meşruti bir rejime oturtmak için gayret sarf ediyorlardı Onlara göre padişahın yetkileri azaltılmalı ve asıl iktidar, meclise devredilmeliydi Böylece, batılılaşmanın en önemli unsurlarından olan, devlet idaresinde çok seslilik sağlanacaktı 1876'da İkinci Abdülhamid Han'ın ilan ettiği meşrutiyet neticesinde kurulan ve çoğunluğunu Türk olmayanların meydana getirdiği meclis, altı ay içerisinde devleti felaketlerin eşiğine getirdi Osmanlı cemiyetinin henüz böyle bir sisteme hazır olmadığını ve o şartlar içerisinde Meşruti idarenin ülkeyi yıkıma götürdüğünü gören padişah, meclisi feshetti

Devleti, tam otuz bir sene dahiyane bir siyaset ve adaletle yönetti İçte Ermeni, Rum, Bulgar, Arnavut çetecileri, dışta bunları destekleyen süper güçler ve mason teşkilatlarının çalışmalarına rağmen devletin bütünlüğünü korudu Ayrıca bu büyük meseleler yanında, ülkesini ileri bir seviyeye ulaştırmak için eğitim, sanayi, imar, haberleşme ve memleket kalkınmasında büyük hamleler başlattı Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar ve çeşmeler yaptırdı Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi, açılan eğitim müesseselerinden sadece bir kaçıdır Ayrıca ziraat, sanayi ve ticaret odaları açıldı Hereke kumaş fabrikası, çini fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Hamidiye kâğıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu Ereğli kömür ocakları işletildi Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açıldı Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile döşendi

Avrupalıların, Osmanlı devlet adamları ve aydınları bünyesinde yaptıkları tahribat pek büyüktü Bunlar, batıda mevcut parti, fırka ve hizipçilik gibi her türlü sosyal müesseseyi, devletlerinin bünyesine uygun olup olmadığını düşünmeden tatbik etmeye çalışıyorlardı Bu maksatlarının tahakkuku için her türlü gayri meşru yolu deniyor, hatta Ermeni, Rum, Bulgar, Yunan ve Arnavut çetecileriyle işbirliği yapıyorlardı Nihayet İkinci Meşrutiyetin ilanı ile kısmen ve 1909'da Sultan Abdülhamid Hanı tahttan indirerek, bu isteklerine tamamen kavuştular Böylece batılılaşma adı altında parti ve hizipçilik, memlekete hakim oldu Bu idare, 10 milyon km2 toprağı olan Osmanlı ülkesini 10 yılda bitirerek, düşmanlarının insafına terk etti

Türk milletinin gözü önünde, tamamen mecrasından saptırılmış batılılaşma adı altında böylesine acıklı bir manzara mevcutken, yüz yıla yakın bir süredir, halâ bu mevzu üzerinde tartışmalar sürmekte, ilim, fen ve teknik sahalarında bu mesafenin kat edildiği görülmemektedir Meşhur Alman filozofu Ranke: "Eğer millet lâyık olduğu mevkie yükselememiş ise, bilin ki hayatına bir kasıt vardır" demektedir Gerçekte de tarihte parlak medeniyetler tesis etmiş Türk milletinin en önemli bir vasfı da, ilim ve fende gerçekleştirilmek istenen hamlelere karşı hiçbir zaman karşı çıkmamış olmasıdır Onun mukavemeti ve itirazı, ancak örf ve adetlerine lüzumsuz yere müdahale edildiği zaman olmuştur Bu ise kültür bütünlüğü ve istiklali bakımından, çok sıhhatli bir tepkidir Türk toplumu hakkında bu hususta en iyi hükmü, Fransız akademisi üyesi Claude Farrere vermektedir O; "Yeni Türkiye'yi saran en bulaşıcı, en kötü mikrop, şüphesiz siyaset mikrobu Günümüzün Türkleri, kitaplarda okudukları kimselere benzemek istiyorlar Bu bakımdan şuurlu veya şuursuz olarak, komşularında gerçekten yeni olan her şeyi kopya etmişler, bilhassa ilerici olduklarını iddia eden komşularından Rusya da bunlardan biri Fransa da Eski Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı Gerçek imanları vardı Kadınları da kendileri gibi mümindi Toprağına çok çeşitli ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey olduğunu iddia edemeyeceğim Menşelerine (asıllarına) çok yakın olan bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın, çok ciddi ve tehlikeli bir şey olduğuna eminim" diyerek, hakikati, bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir

Netice olarak, 1839'dan itibaren, batılılaşma, "yabancıların kültürleriyle yoğrulma" gibi, maksadından uzak bir manâda ele alındığı içindir ki Türkiye, ilim ve teknikte istenilen seviyeye ulaşmak şöyle dursun, sürekli geriledi Nitekim bugün pekçok Afrika ülkesi bile, ilmî araştırmalarda, Türkiye'yi geçmiş bulunmaktadır Japonya ve Kore gibi ülkeler, ileri seviyedeki devletlerin teknik gelişmelerini, kendi kültürleri ile mecz ederek kullanmak suretiyle, 50 yıl gibi kısa bir süre içerisinde ilimde, sanatta, teknikte, hattâ ticaret ve ekonomide dünyanın süper güçleri arasına girdiler

Türk milleti, batılılaşmayı gerçek manasında kavrayıp tatbik edebildiği gün, ileri milletler seviyesine ulaşmaya ve lâyık olduğu mevkii kazanmaya namzed olacaktır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #14
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Berat

Resmi belge, senet Osmanlı Devleti'nde bir kimseye verilen rütbe, nişan veya toprak imtiyazını gösterir padişah fermanı Berata; nişan, berat-ı şerif, nişan-ı şerif ve hüküm de denilmektedir

Beratlarda istenilen hizmetin adı, mahalli, maaşı veya geliri, verilen şahsın ismi, ne için verildiği; kumandanlık, serdarlık gibi mühim bir vazife ise berat alanın selahiyet derecesi açıkça belirtilirdi Böylelikle elinde berat olan şahsın bu selahiyet belgesinin dışına çıkması önlenmiş olurdu

Beratların muhtelif çeşitleri vardır ki bunlar, timar beratı, iltizam beratı, muafiyet beratı, mulakat beratı, malikane beratı, imtiyaz beratı, beylerbeylik, nişancılık, defterdarlık, vezirlik gibi memuriyet beratları, imamet, hitabet, feraşet ve tababet izni verildiğini belirten beratlar ile, serdarlık beratları gibi Berat verilen kimseden ?berat resmi? ismiyle bir vergi alınırdı Timar beratı bir şahsa verildiğinde, beratta timar sahibinin hüviyeti, timar verilen sancağın kazası, köyü, timarın miktarı, verilme sebebi, ilk mi, tahvilinden mi, mahlulünden mi (yani, birinin üzerinden alarak mı) verildiği, senelik gelir ve istenilen hizmet kayıtlı olurdu

İltizam beratlarında, berat verilenin ismi, iltizamın verilme sebebi, geçerliği olduğu tarihler, iltizam bedeli ve taksitleri, iltizamın ne şekilde idare edileceği muhakkak belirtilirdi

Bunlar da, verilen şahsın itibarına, rütbesine ve verilen şeyin önemine göre sade veya ağdalı bir lisan kullanılırdı Verilen beratlar, veren padişahın hayatıyla kayıtlıydı Padişahlar değiştikçe, yeni padişahın tuğrası bulunan yeni berat verilir ve bu beratlardan yarım resim (vergi) alınırdı Yapılan işleme, ?tecdid-i berat? denilirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Boğazlar Meselesi
İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazından yabancı gemilerin geçişiyle ilgili olarak milletlerarası diplomaside, çeşitli zamanlarda ele alınan anlaşmazlık

Osmanlı Devleti Karadeniz'e, Marmara Denizine ve boğazlara hakim olduğu sırada, boğazlarla ilgili bir mesele olmamıştır Ancak Rusya, 18 yüzyılda Karadeniz'in kuzey kıyılarına hakim olunca, Osmanlı Devleti, 1774'te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Rus ticaret gemilerine, Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanıdı 1798 ve 1805 Osmanlı-Rus İttifak antlaşmalarıyla, Karadeniz, bütün yabancı devletlerin savaş gemilerine kapatıldı Rus savaş gemilerine Boğazlardan serbest geçiş hakkı tanındı ve yabancı savaş gemilerinin Karadeniz'e zorla girmek istemeleri durumunda da Osmanlı-Rus donanmalarının birlikte karşı koymaları hükme bağlandı Fakat bu antlaşma kısa bir müddet sonra, 1807 Osmanlı-Rus Savaşı ile yürürlükten kalktı

Osmanlı Devleti, 5 Ocak 1809'da İngiltere ile imzaladığı Kala-i Sultaniye (Çanakkale) Antlaşması ile Boğazları yabancı savaş gemilerine kapalı tutmayı taahhüt etti 1829 Edirne Antlaşması'yla Rusya, Boğazlardan ticaret gemilerini geçirme hakkını yeniden elde etti Ayrıca Osmanlı Devleti, Boğazları, sulh içinde bulunduğu bütün devletlerin ticaret gemilerine açtı Sultan İkinci Mahmud Han, 1833'te Mısır meselesinde aldığı yardım karşılığında Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı imzalayarak, Boğazları Rusya lehine yabancı savaş gemilerine kapatmayı kabul etti Bu antlaşma, büyük Avrupa devletlerinin, Boğazların, sulh döneminde, Osmanlı olmayan bütün savaş gemilerine kapalı tutulması kuralını benimsediği, 15 Temmuz 1841 Londra Boğazlar sözleşmesi ile iptal edildi Buna rağmen Osmanlı Devletinin müttefiki olan İngiltere ve Fransa, Kırım Savaşı sırasında Rusya'ya saldırmak üzere donanmalarını Boğazlardan geçirdiler Londra Boğazlar Sözleşmesi, bütün savaş gemilerinin Boğazlardan Serbest geçişine izin veren 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Boğazlar Sözleşmesine kadar yürürlükte kaldı Birinci Dünya Savaşı sonunda, 30 ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra Boğazların hakimiyeti, fiilen Osmanlı Devletinin elinden çıkıp, tamamen İtilaf Devletlerinin eline geçti

Lozan Antlaşması'yla birlikte aynı anda imzalanan, Lozan Boğazlar Sözleşmesinin sonunda, Boğazlar, askerden arındırıldı Savaş gemilerinin geçişi, herhangi bir izne bağlı olmadan tamamen serbest bırakıldı Sulh döneminde, yabancı ticaret gemilerine geçiş serbestliği tanındı Bir savaş döneminde Türkiye'nin tarafsız olması halinde de, sulh dönemindeki kaideler geçerli sayıldı Türkiye'nin taraf olduğu bir savaş halinde, tarafsız gemilerin düşmana yardım etmemek kaydıyla Boğazlardan serbestçe geçmesi hükme bağlandı

Türkiye; Lozan Boğazlar Sözleşmesinin, Türkiye'nin hükümranlık haklarını kısıtlayan hükümler taşıması sebebiyle, Boğazlar rejiminin statüsünde ilk defa 1933 Londra Silahsızlanma Konferansında dile getirilen bir değişiklik talebinde bulundu İtalya dışında Lozan Boğazlar sözleşmesini imzalayan devletlerin katıldığı Montreux Konferansı sonunda, Boğazları tahkim etme konusunda Türkiye'ye tam yetki veren ve Karadeniz'de kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin geçişini kısıtlayan Montreux Sözleşmesi 20 Temmuz 1936'da imzalandı

Boğazlar Meselesi, 1945'te Yalta ve Potsdam konferanslarında müttefik devletler arasında tekrar ele alındı Ancak kesin ve net bir anlaşmaya varılamadı İkinci Dünya Savaşından sonra yeniden milletlerarası gündeme gelen Boğazlar meselesi, devletler arasında tartışıldı Sovyetler Birliği, savaştan sonra siyasi dengelerin değiştiğini, bu sebeple Boğazlar rejiminde de yeni şartlara uygun bazı değişiklikler yapılması gerektiğini savundu İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'nin, Montreux Sözleşmesine uymadığını ileri sürerek, kendi emniyetinin sağlanması için Boğazların, Karadeniz'de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine kapatılmasını, Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine ise her zaman açık tutulmasını talep etti Ayrıca Boğazlardan geçiş rejiminin, yalnızca Türkiye ile Karadeniz'de kıyısı olan devletler arasında düzenlenmesi gerektiğini savundu Diğer taraftan Sovyetler Birliği, düşmanca maksatlarla kullanılmasını engellemek için, Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulmasını istedi Bu isteklerini, 7 Ağustos 1946 ve 24 Eylül 1946 tarihli iki notayla Türk hükümetine bildirdi ABD ve İngiltere, Boğazlar rejimi hakkında yeni bir düzenleme yapılmasına karşı olmadıkları için, Sovyetler Birliği'nin teklifini kabul ediyorlardı Fakat diğer batılı ülkeler, Boğazlar rejiminin Montreaux Sözleşmesinin esasları dahilinde, milletlerarası bir toplantıda görüşülmesi gerektiğini savundular Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili görüşmeler yapılmasını kabul etmediler Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Sovyetler Birliği'nin notalarına karşı 22 Ağustos 1946 ve 18 Ekim 1946 tarihlerinde verdiği notalarla, Boğazlar rejiminde yapılacak bir değişikliği ilke olarak kabul ediyor, ama bunun ikili görüşmeler yoluyla değil de milletlerarası bir toplantıda ele alınması gerektiğini bildiriyordu Bu notalarda ayrıca, Boğazlar konusunda ortak savunma talebinin kesinlikle kabul edilemeyeceği açıklandı

Bu sırada meydana gelen bazı önemli siyasî ve askerî gelişmeler, Boğazlar rejiminin yeniden değiştirilmesi konusunda milletlerarası konferans toplanması teşebbüsünü neticesiz bıraktı Dolayısıyla Boğazlar rejiminde bir değişiklik olmadı Böylece Montreux Sözleşmesinin hükümleri, günümüze kadar değiştirilmeden yürürlükte kaldı

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.