Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar |
08-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kehf Sûresindeki Sırlı KıssalarKehf sûresinde anlatılan kıssalar birbirleriyle irtibatlı mıdır? Bu kıssaların günümüze bakan yönleri nelerdir? Kehf sûresinde ana başlıklar altında anlatılan birkaç vak'a var: Bunlar sırasıyla, Ashab-ı Kehf, Hz Musa ile Yuşa b Nun'un seyahati ve Hz Musa'nın Hızır'la yolculuğu, sonra Zülkarneyn ve buna bağlı olarak da Ye'cüc ve Me'cüc meselesi Biz önce bu dört hususu kısaca özetleyelim Ardından da aralarındaki bağlantıyı ve bu kıssaların günümüze bakan yönlerini arz etmeye çalışalım Ashab-ı Kehf: Ashab-ı Kehf, Allah inancından uzaklaşıp putperestliğe saplanan toplumu terk ederek yaşadıkları şehirden ayrılıp bir mağaraya sığınan, hâlleriyle insanlara ahiret inancı ve ölümden sonra dirilme hususunda ibret olan yarım düzine genç mü'minlerdir Sayıları kesin olmamakla beraber, Kur'ân'ın onlardan bahsederken فِتْيَةٌ deyip cem-i kıllet sığasıyla zikretmesinden bunların sayısının on rakamından az olduğu anlaşılmaktadır Çünkü cem-i kılletin son hududu, dokuzdur [color="red"]Bu gençler, şerir bir idareye karşı, fiilen mukavemet edemediklerinden dinî hayatlarını yaşayabilmek için saray hayatını terk ve mağarada yaşamayı tercih ederek bir mağaraya çekilmişlerdir Bu zatlar orada, ilâhî bir rahmet eseri olarak uzun süre bir uykuya dalmışlar Romalılar da mağaranın ağzını kapatarak onların bir daha kurtulmamaları için onları mağaraya mahkûm etmişlerdi Onların uyanıp sonra da ölmelerine şahit olan o dönemin idarecileri de mağaranın kıyısına bir mescit yapmışlardı ki, daha sonra burası herkes için bir ziyaretgâh hâline gelmişti Hz Musa ve Yuşa b Nun'un Seyahati: Hz Musa, uzun bir seyahate çıkar Yanına, o gün için henüz genç yaşta olan Yuşa b Nun'u da alır (Her iki hâdisede de fetâ (genç) vardır) Hz Musa, zâhirî ilimden sonra bâtınî ilmi de araştırmak üzere yanındaki fetâsıyla bir sahili takip edip gider Yolculuk esnasında bir kayanın dibinde biraz istirahat ederken tam o esnada yanlarında taşıdıkları zembilin içindeki ölü balık canlanır ve denize dalıverir Ancak bu hâdiseyi gören Yuşa b Nun'dur [color="red"]Biraz daha yürürler Hz Musa, ona kahve altını getirmesini söyleyince Yuşa, olan hâdiseyi hatırlar ve durumu Hz Musa'ya bildirir Aslında Hızır'la buluşulacak yer, ölü balığın hayat bulduğu yerdir Hemen geriye dönerler Orada Hızır'la buluşurlar Daha sonra herkesin malumu olan seyahat başlar Hızır'ın gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi ve yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı tamir etmesi bu macerada karşılaşılan hâdiselerdir Ancak Hz Musa ona soru sormamaya baştan razı olmasına rağmen her defasında, yapılan işin hikmetini sorar ve üçüncü soruda da Hızır'la yolları ayrılır Zülkarneyn-Ye'cüc ve Me'cüc: İki boynuzlu, iki yönlü veya iki buudlu insan mânâsına gelen Zülkarneyn, peygamber olup olmadığı şüpheli zevattandır Ancak zâhir ve bâtın ilimlerini cem eden bir insan olduğu kesindir (Bu vak'aların üçünde de zâhir ve bâtın meselesi iç içedir) Zülkarneyn, cihanın şarkına ve garbına seyahat yapar Önce Bahr-i Muhit'e daha sonra da meşrık tarafına gider Orada üzerlerinde elbise dahi olmayan bir toplulukla karşılaşır Yolculuğuna devam eder ve iki sed arasına ulaşır Burada dillerini anlamadığı bir cemaat, ona Ye'cüc ve Me'cüc anarşisinden bahseder ve ne pahasına olursa olsun onlarla kendi aralarına bir sed yapması teklifinde bulunurlar O da ücreti reddetmekle beraber sed yapmayı kabul eder ve iki tepe arasına demir ve kaynamış bakır halitasından bir sed yapar Orada bulunanlar da kendisine işçilikte yardım ederler [color="red"]Ye'cüc-Me'cüc hâdisesi, çok geniş alanlı bir herc ü merci sembolize eden hâdisedir O gün Zülkarneyn'in yaptığı sed, onların etrafı istilasına mâni olmak içindir Ancak Cenâb-ı Hakk'ın tayin ettiği vakit geldiğinde bu sed yıkılacak ve her tarafı Ye'cüc-Me'cüc istila edecektir * * * Kehf sûresinde anlatılan bu hâdiselerin hemen hepsi vüzuhu içinde hafî gibidir Bir bakıma topyekün beşerin serencâmesinin yine beşerin enzârına arz edilmesi itibarıyla vak'aların kahramanları âdeta belirsizleştirilmiş, ifadeler fizikî mülâhazalar çerçevesinde ele alınsa da metafizik edalıdır Değişik renklerle vak'aya/vak'alara öyle bir ton verilmiştir ki, kahramanlar birer sırlı ve sihirli varlıklar görünümü arz etmektedir İfadeler onları hep buğulu gösterir İnsan, onları seyrederken tayin ve teşhislerinde zorlanır Zannediyorum bu tür konularda esas olan da budur Çünkü anlatılanlar, bütün bir insanlığın macerasıdır Şu kadar ki, Kur'ân'ın anlattığı vak'alar, bizim senaryolarımız gibi hayalî değildir; onlar, hakikatin ta kendisidir Bu vak'aları, peygamberler ve salih insanların şahsında sahnelendiren Hz Allah (celle celâluhu), Kelâm-ı Kadim'i ile de ibret alınması maksadıyla, ayn-ı hakikat olarak Peygamberine bildirmiş, anlatmış ve yaşanan o hâdiseleri ölümsüz birer ifade hâline getirmiştir Şimdi bize de, onlardan alınacak hisseyi almak düşmektedir Haklarında bu kadarcık dahi olsa malumat verdikten sonra şimdi de bu hâdiseleri az dahi olsa sırasıyla açmaya çalışalım: |
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar |
08-24-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar1 Ashab-ı Kehf Ashab-ı Kehf'e, bazılarınca Ashab-ı Rakîm de denir ki, Kehf sûresinin baş tarafı, bu kişilerden bahsetmektedir Âyet, mealen Efendimiz'e hitap sadedinde şöyle demektedir: "Sen, Ashab-ı Kehf ve Rakîm'i bizim âyetlerimizden hayret edilecek bir şey mi zannediyorsun?"[4] Bu âyetten başlayarak, Kur'ân‑ı Kerim, 26 âyete kadar bize Ashab-ı Kehf'in serencamesini anlatır; anlatır ama Ashab-ı Kehf'in sayıları hakkında net bir bilgi vermez Zira âyette çeşitli insanların değişik görüşleriyle bazı rakamlar söyledikleri nakledilmekte, ancak bunlardan hangisinin isabetli olduğu söylenmemekte ve adetleri ile alâkalı bilgi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın ilmine havale edilmektedir [color="blue"]Konuyla alâkalı âyette onlar hakkında şöyle denir: "İnsanların kimi, 'Onlar, üç kişi, dördüncüsü de köpekleri idi' diyecekler Bazıları da, 'Beş kişi, altıncısı köpekleri idi' diyecekler Bunların hepsi gayb hakkında tahmin yürütmekten başka bir şey değildir Kimileri de, 'Onlar yedi kişi olup sekizincisi köpekleri idi' derler De ki: 'Onların sayısını ancak Rabbim bilir' " Ashab-ı Kehf'e, Ashab-ı Rakîm de denildiğini yukarıda söylemiştik Bunlara Rakîm Ashabı denmesinin hikmeti tefsircilere göre şöyle bir mülâhazaya dayanmaktadır: Rakîm, kitâbe demektir Ashab-ı Kehf'in içinde bulundukları mağarada, onların durumlarının ve isimlerinin kaydedildiği bir levha vardır Bu levhaya işaret edilerek onlara Ashab-ı Rakîm denilmiştir Bazıları bu ismin, mağaranın bizzat kendi adı olduğunu söylemişlerdir Diğer bir rivayet de, mağaranın bulunduğu dağın adı olması şeklindedir Netice olarak, Rakîm'in ne olduğu kesin ve net değildir Bu mütalâalar Ashab-ı Kehf'le Rakîm'in ayrı ayrı şeyler olduğunu söyleyenlere göredir Ashab-ı Kehf'in bulundukları yer de ihtilaflıdır Bazıları Şam'da, bazıları Endülüs'te, bazıları Tarsus'ta ve bazıları ise Efes'te olduğunu söyleyegelmişlerdir Endülüs'ün yetiştirdiği büyük müfessir Ebû Hayyan, tefsirinde konuyla alâkalı, Gırnata'ya yakın Sole denen mevkide bir mağara gördüğünü, o mağarada kemikleri çürümüş bir köpek ölüsü ve arkasında da yedi tane, etleri yavaş yavaş dökülmeye yüz tutmuş insan cesedine şahit olduğunu ve bunların Ashab-ı Kehf olabileceğini kaydeder İbn Atiyye de Sole'de böyle bir ziyaretgâhın olduğunu ve kendisinin bizzat orayı ziyaret ettiğini söylemektedir İbnü'l-Esir ise Ashab-ı Kehf hakkında şu malumatı vermektedir: Hıristiyanlık bozulur Krallar sefahate dalar Hatta içlerinden Dakyanus isminde bir kral putperest olur Bu, çok cebbar ve zalim bir insandır Allah'ın birliğine inanan insanlara imha planını uygulamak ister Bu düşünce ile, ne kadar inanmış insan varsa istisnasız hepsine işkence uygular Saraya mensup yedi genç de iman edenlerdendir Dakyanus onları da öldürmek ister Ancak saraya mensup oldukları için öldürmekten çekinir Onlar da Bencülüs (Anchilus) adıyla bilinen bir dağın mağaralarından birine sığınırlar Bunlardan birisi olan Yemliha bir gün çarşıya iner Fakat sıkı bir takibe uğradığı için geri döner Bunun üzerine mağarada bulunan diğerleri de çok müteessir olup dua ederler O esnada Cenâb-ı Hak onların üzerine bir uyku gönderir Hepsi de uyuyup kalırlar (Bu malumat, Fransızların neşrettiği Grand Ansiklopedisi'nde de aynı şekilde yer almaktadır Sadece isimler farklıdır ki, onlar bu isimlerin Yunancasını söylemektedirler) Onlar uykuya dalınca, Theodere ve Rufinus isminde saraya mensup iki inanmış insan, onların isimlerini ve başlarından geçenleri bir kitâbe hâlinde yazıp mağaraya koyarlar Zaten haklarında elde edilen malumat da bu kitâbeden elde edilmiştir İsimlerine gelince, Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyüş ve bir de köpekleri Kıtmir'den ibarettir Aradan uzun bir zaman geçer Kur'ân-ı Kerim'e göre bu müddet, kamerî takvime göre 310, güneş takvimine göre 300 senedir Kur'ân, kamerî takvim ile güneş takvimi arasındaki farka bu âyetiyle işarette bulunarak bir taraftan da zamanın izafîliğine aynı âyetle işaret etmektedir Geçen bunca zamandan sonra Ashab-ı Kehf uyanır Ancak çarşıya gönderdikleri arkadaşlarının durumu dikkat çekici olduğu için hemen fark ediyorlar Halk, onlara muttali olduğu için Cenâb-ı Hak Ashab-ı Kehf'in ruhlarını kabzeder ve ölürler Ashab-ı Kehf hakkında söylenenlerin hulâsası budur Ancak biz bu hâdisenin günümüze bakan yönüne de temas etmek istiyoruz; istiyoruz ki bu suretle kıssanın Kur'ân'da anlatılması hikmetlerinden bazıları tebellür etsin Yoksa sadece maziye ait bir vak'anın zikredilmesinden başka bir mânâ ifade etmeyen –hâşâ– bir durum söz konusu olacaktır Kur'an gibi, mucize bir kitap, bu tür mülâhazalardan münezzeh ve müberradır Bu kıssanın, her devrin insanına olduğu gibi bu devrin insanına da anlattığı/anlatacağı çok şey vardır Aslında her devrin insanının, kabiliyeti ölçüsünde bu ve benzeri kıssalardan hisse almaları için bunlar Kur'ân-ı Kerim'de anlatılmaktadır Kur'ân-ı Kerim, Ashab-ı Kehf'in yerini tasrih edip açıklamamıştır Yukarıda da temas ettiğimiz gibi İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan ve Doğu Türkistan'da; Anadolu'da ise Efes, Tarsus ve Efsus (Afşin) gibi dünyanın çeşitli yerlerinde Ashab-ı Kehf'in mağarası olarak gösterilen yerler vardır Bunun bir hikmeti şu olabilir ki, dünyanın çeşitli yerlerinde inanan insanların çoğu hep böyle bir mağaraya sığınma ve bir "tahannüs" devri yaşamışlardır Bu, sadece bir yerde olmuş mahallî bir hâdise değildir İşte Kur'ân, meseleyi mutlak bırakmakla bu hususa işaret etmekte ve her yerdeki Ashab-ı Kehf'e dikkat çekmektedir Belki de her peygamberin ümmeti içinde bu tür bir Ashab-ı Kehf mevcudiyeti söz konusudur Meselâ Hz Musa'nın ümmeti içinde zalimlerin zulmüne dayanamamış ve bu yüzden bir mağaraya çekilerek orada kendini ibadete vermiş bir Ashab-ı Kehf olabileceği gibi, Hz Mesih'in ümmeti içinde de kendi devrinin zalim ve gaddarlarından kaçıp bir mağaraya sığınan Ashab-ı Kehf olabilir Ancak biz, bugünkü tarihî malumatla bunların hangisinin hangi ümmetten olduğunu bilemiyoruz İleride belki de bugün kapalı olan bu hususlar aydınlığa kavuşabilir Aynı zamanda bu hareket, bize fütüvvete dair bir hakikati de anlatmaktadır Her devirde bir fütüvvet hareketi olmuştur Yani gönlünü Allah'a vermiş bir kısım delikanlılar bir araya gelip bazı hakikatlere sahip çıkmışlardır Zaten Kur'ân‑ı Kerim'de de bunların isim ve adetleri üzerinde herhangi bir açıklama yapılmayıp, daha ziyade onların durumlarının anlatılması, bize o keyfiyetten alınacak hisseyi ders vermek içindir Kur'ân, onları (tercüme ve tefsirlerimiz içinde) mealen şu ifadelerle destanlaştırmaktadır: Onlar bir fütüvvet cemaati, bir gençler topluluğudur ki hakikati omuzlamış ve ne olursa olsun onu yaşama azmindedirler, dedikten sonra ilave eder: Biz de onların hidayetlerini artırdık ve onların kalblerine rabıta verdik Birbirlerine sımsıkı bağlandılar ve pervasız hâle geldiler Onlar, küfür, tuğyan ve dalâlet karşısında gayet fütursuz idiler Rahatlıkla, ateşe girebilir, çarmıha gülerek gidebilir ve arenalarda aslanların ağzında parçalanırken Cenâb-ı Hakk'ın celâlî tecellîlerini seyir neşvesiyle tebessümlerle ölüme yürüyebilirler Öyle ki kaba kuvvetin temsilcileri onları yakalamak için takip ederken bile onlar bunları bir koruma görevlisi gibi karşılar ve her zaman rahat hareket ederler Kalbleri, kenetlenmesi gerektiği şekilde kenetlenmiştir Başkaldırmışlardır kargaşaya, nizamsızlığa bu başkaldırışlarında Hakk'ın rızası ve âlemşümul değerlere saygı nümâyândır Her zaman, "Sizin ve bizim Rabbimiz, semavat ve arzın Rabbidir Biz O'ndan başkasına el açıp yalvarmayız"[6] hakikatiyle soluklanırlar Aslında işte böyle bir fütüvvet topluluğu, onların içinden çıktıkları milletin bekâsının garantisidir Onun içindir ki Hz Ömer, "Gençliği olmayan bir millet mahvolmuştur" buyurur Bunun mânâsı, içinde fütüvvet topluluğu olmayan bir millet, yıkılmaya ve haritadan silinmeye mahkûmdur, demektir Böylesine zinde, canlı, dinamik ve her yönüyle sıhhatli bir gençlik, her yerde kendi değerlerini haykırarak her türlü uğursuz sesi bastıracak, insanların eğri büğrü yollara girip perişan olmasına meydan vermeyecek, bir cihetle murabıtlık yaparak milletin menfaatine olmayan her meseleye karşı koyacaktır Evet, işte böyle bir gençliği olmayan millet mahv ve perişandır Meseleye bu zaviyeden yaklaşıldığı zaman görülür ki, Hz İsa devrinde başlayan fütüvvet hareketi tam 310 sene devam etmiş; yani Hıristiyanlık bu kadar sene gizli ve el altından yayılmış ve bu insanlar, o günün zalim ve cebbarlarına karşı bu dini işte böyle bir gizlilik içinde korumuşlardır Devlet gücü zalim ve gaddar insanların eline geçince, Neronlara rahmet okutacak zulüm ve işkence inanan insanların mukadder akıbetleri olmuş ve bu mâkus tali' değişeceği ana kadar da görmedikleri zulüm ve çekmedikleri çile kalmamıştır İhtimal Uhdud Ashabı'nın zulmü de işte bu döneme rastlar: Hendekler kazılır, hendeklerin içi alev alev ateşle doldurulur ve inanan insanlar diri diri bu hendeklere atılarak cayır cayır yakılır, ama yine de o mü'minlerde dininden dönen olmaz Hatta bir kadın, elinde çocuğuyla beraber yanıp gidecektir Bir ara tereddüt geçirir Herhâlde kendisinin yanması umurunda değildir; ama "Bu masum çocuk yüzünden mesul olur muyum?" diye düşünmektedir İşte o esnada kundaktaki çocuktan ses gelir: "Ana durma at kendini!" der Ve kadın hiç düşünmeden ciğerpâresiyle beraber kendini ateşe atıverir Fütüvvet cemaati, kadını ve erkeğiyle her türlü mehâliki göğüsleyen yiğitler topluluğudur Uhdud Ashabı, bunca katliama rağmen yine karşılarında kıyam edip duran bir gençlik buluyorlardı Onlar çarmıha geriliyor, yakılıyor, fakat asla dinlerinden taviz vermiyorlardı Demir testerelerle kesiliyor, etleri kemiklerinden ayrılıyor, yine de dinlerinden dönmüyorlardı Günlerce ve aylarca aç susuz bırakılıyor, çöllerde süründürülüyor, buna rağmen bir adım geri atmıyorlardı Zaten, asırlar sonra Habbab b Eret'in dua talebine karşı Allah Resûlü işte bu kahramanları misal göstermemiş miydi? Evet, onlar kendilerine düşeni hakkıyla yapmışlardı; Saadet Asrı'nda da bu vazife Allah Resûlü'nün arkadaşlarına düşmüştü Ve Allah Resûlü orada son cümlesini şöyle tamamlamıştı: "Allah bu dini tamamlayacaktır, ama siz acele ediyorsunuz" Acele etmeye hiç gerek yoktu Çünkü fütüvvet cemaati er geç fonksiyonunu eda edecek ve kendine düşeni yaparak dinin tamamlanması mevzuunda Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna mazhar olacaktı Ne var ki, sabır isteyen böyle bir meselede diş sıkıp sabretmek gerekecekti evet bu tür konularda acele, daima yıkım getirmiş ve milyonlarca insanın çalışma ve gayretleriyle vücut bulan bir oluşum heba olup gitmiştir Sözün burasında bir girizgâh bulup şu hususa intikalim mazur görülsün: Bugüne kadar kendimi daima mü'minlerin en mücrimi görmüşümdür Bunun bir devamı olarak da İslâm hesabına bir şey yaptığım iddiasında bulunduğumu hatırlamıyorum Ancak şu da bir gerçek ki, yeryüzünde bütün inanan insanlar doğransa ve sadece ben kalsam, bu durum beni hiç mi hiç ümitsizliğe düşürmez –Hafizan– böyle bir şey olsa ben yine: "Çalışır, tekrar çoğalırız" der, yoluma devam ederim Ancak inanmış insanların, hayatın bütün sahalarında oldukları devrede dahi işe çilesizlerin müdahale etmesi ve mazisinde hiçbir sıkıntı bulunmayanların işi ellerinde tutmaya çalışmaları işte beni ve benim gibi düşünenleri ümitsiz edecek en büyük musibet budur Zira Saadet Asrı'nı dahi bu tür çilesizler karıştırmış ve İslâm âlemini kan gölü hâline getirmişlerdir Evet, o aydınlık çağı ifsat edenler, Habbablar, Ammarlar ve Bilaller değildir Nerede, nevzuhur ve sonradan iltihak etmişler varsa –elbette hepsi değil, sözüm sadece bir kısım çilesizleredir– bu ifsat ve anarşinin başını hep onlar çekmiştir Bu hususu düşündükçe bazen ümidime gölge düştüğünü ve ellerimi açıp Rabbim'e şöyle niyaz ettiğimi itiraf etmeliyim: "Rabbim, ard fikirli insanları Sen bertaraf et İnanan insanları hiçbir zaman inkisara uğratma!" Âmin Konuya tekrar dönecek olursak, Hz Mesih'in ümmeti fütüvvet hareketini tam 310 sene devam ettirmiştir Bu hareket tabandan gelen bir zorlama olduğu için neticede Kostantin, Hıristiyanlığı resmî din olarak ilan etmek mecburiyetinde kalmıştır Gerçi bu, Hıristiyanlık üzerinde kontrolü elde tutmak için yapılan bir kabulleniştir, ama yine de bir mânâda önemlidir Eğer o günün Hıristiyanları, Kostantin'in bu oyununa gelmeyip kendileri olarak vaziyet edecekleri ana kadar dişlerini sıkabilselerdi, ihtimal dinlerini bir süre daha koruyabilirlerdi Şunu hatırdan çıkarmamak gerekir ki, günümüzün inanan kesimine karşı oynanan veya ileride oynanacak olan kabullenme taktikleri de, dünün o inananlarına oynanandan farklı değildir Öyleyse günümüzün inananları dünden ibret alıp kat'iyen şunun-bunun oyununa gelmemelidirler Hıristiyanlığın resmî din olarak kabul edilişi, Hıristiyanlara indirilen bir rehavet darbesi olmuştur Bu devreden sonra Hıristiyanların bir kısmı eski gerilimlerini kaybedip kelepir sevdasına düşmüşlerdir Tabiî ki bu düşüş, sona doğru gidişi hızlandırmıştır Dün, uğruna canlarını verdikleri hakikatlere karşı bu rehavet döneminde ihtimal, kıllarını dahi kıpırdatamamışlardır Evet, mağaraya çekilme, toplumdan kaçma şeklinde düşünülmemelidir O sadece bir gerilime geçme devresidir ki, başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün büyükler hep böyle bir dönemden geçmişlerdir Efendimiz, Hira dağında bir mağaraya çekilmiş İmam Gazzâlî belli bir devreyi mağarada yaşamış Asrın Çilekeşi mağaralarda gerilim devresini tamamlamış ve bir bakıma memleket hapishaneleri ve sürgün yerleri onun için hep bir çilehane olmuştur Zaten tasavvuf ehlinin hemen hepsi de böyle bir gerilime geçiş devresini şart koşmuş ve her fert kendi ihtiyacı nispetinde bir çile devresinden geçmiştir Hem her zaman toplumu irşada hazırlama için günahlardan teberri ile böyle bir uzlet devri geçirme büyüklerce kaçınılmaz görülmüştür evet, Ashab-ı Kehf'i anlatmanın bu hususlara da işareti söz konusu Allah Resûlü, işin başında böyle bir fütüvvet topluluğu meydana getirmiş, kendisi de "Baş Fetâ" olarak onların başına geçmiştir Zaten sûre-i Kehf'de Ashab-ı Kehf'in anlatılmasından evvel Efendimiz'e ait bazı hususların anlatılmasının hikmetlerinden biri de işte bu hususa işarettir O devrede de işi gençler üzerine alıp götürmüşlerdir 300 küsur sene yine fütüvvet hareketi devam etmiş, ondan sonraki zamanda İslâm âleminin başına zalim ve cebbar melikler musallat olmuşlardır Bu dönemde Müslümanlar, eski safvet ve duruluklarını kaybetmişlerdir Daha sonra yeniden bir varoluş devresi yaşanmış ve İslâm, eski ihtişamlı günlerine kavuşmuştur Bu ihtişam devresini de bir yıkılış, onu da yine bir varoluş devresi takip etmiş; derken Karlofça Anlaşması yeni bir yıkılışın başlangıcı olmuştur Şimdi ise dünyanın dört bir yanında İslâm adına gösterilen gayretlerin semere vereceği günlere bir yürüyüş var Mağarada kalma müddeti tamamlandıktan sonra bahar ve gül devri bütün debdebesiyle tülleniyor gibi… Ancak inanan insanların mağaradan çıkışları da yine belli usûl ve prensipler dahilinde olmalıdır ki, Ashab-ı Kehf'in anlatıldığı âyetlerde bu hususlara da işaretler var İsterseniz kısaca bu hususları da özetleyelim: Birincisi, mağaranın şekli ve saklanma keyfiyeti hakkında söylenen hususlardır Bu şekil ve keyfiyet, yaşanan devrin şartlarına uygun olmalıdır Çünkü mülhit cephenin taharri ve araştırma tekniği her devirde farklılık arz etmektedir Ancak hangi devirde olursa olsun değişmeyen bir ortak çizgi vardır ki, o da, düşmanlığa kilitlenmişlerin muttali olmasına fırsat verilmemelidir Çünkü onlar muttali olurlarsa akla hayale gelmedik zulümler mukadder olur Onların en basit teklifleri ise inanan kimseye dininden dönme teklifidir; mü'min, ya bu teklifi kabul edip ebedî hasarete dûçâr olacak ya da cemiyet içinde rezil olmayı kabul edecektir Esasen her iki teklif de inananların aleyhinedir Birincisi mü'minin ebedî hayatını, ikincisi ise hizmet hayatını tehdit etmektedir Bu tehditlerden salim kalmanın bir tek yolu vardır; o da hasımların eline düşmemektir Binaenaleyh, ulvî düşünceler ve yüce ideallerle donatılmış olan fütüvvet davasına gönül vermiş yiğitler böyle bir yola koyulurken, iç ve dış kaynaklı husumetin sürekli takibinde olduklarını hatırdan çıkarmamaları gerekmektedir İkincisi, her zaman husumetin tabiatı, şiddeti ve sebep olabileceği menfilikler hesaba katılmalıdır Kuvvet bir hakikattir ve onun da bir hikmet-i vücudu vardır evet, Cenâb-ı Hak, güç ve kuvveti yaratırken bir hikmete mebni yaratmıştır; öyleyse onu yok kabul edemeyiz Nasıl yok kabul edebiliriz ki, bazen o, hakka dahi galebe çalmaktadır Hâlbuki esas galebe, hakkın hakkıdır Ne acıdır ki, günümüzde çok defa kuvvet, hakka galebe çalmaktadır Bu da kuvvetin bir yaratılış hikmetinin olduğunu göstermektedir Bu bir realitedir ve inkâr etmenin de kimseye bir faydası yoktur Onun için bir kere daha ifade ediyorum ki, hasım kuvvetin gücünü ve hakka galebe çalma durumunu daima göz önünde bulundurmalıdır Aksine hareket edenler her zaman maksatlarının aksiyle tokat yerler Üçüncüsü, telattuf meselesidir Başka bir vesileyle de bu husus üzerinde durduğumdan burada tekrarını zait görüyorum Ancak şu kadarını söylemeliyim ki telattuf, inanan insanın, kendisini, yaşadığı cemiyette yadırganmadan kabul ettirmesidir Zaten cemiyetin her kesiminin, inanan insanlara hava kadar ihtiyacı vardır Telattuf, işte bu mânâda olmalıdır Cemiyet hep onun mefkûresini teneffüs etmeli ve mevsimi geldiğinde herkes anlamalı ki, onlar onu boğmak ve öldürmek isterken, o onlara hayat üflüyormuş Böyle olursa bir gün gelir içlerinden bunu idrak edenler onlara yaptıklarına pişman olur, af dilerler Af dilemeseler de mü'minler onları bağışlar Çünkü mü'min, rikkat insanıdır Mahzun her çehre, onu yürekten ağlatır Şimdi de ikinci vak'a olan Hz Musa ve Yuşa b Nun hâdisesine gelelim: |
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar |
08-24-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar2 Hz Musa ve Yuşa b Nun'un Seyahati Yuşa b Nun, bir nebidir Hz Musa'dan sonra Amelikalılara karşı yapılan savaşları onun komuta ettiği söylenmektedir Gerçi biz, bizzat Kur'ân'ın naklettiği üzere Calut'u Hz Davud'un öldürdüğünü biliyoruz ve bu kesindir[7] Ancak Hz Yuşa'ın (aleyhisselâm) kendi döneminde nasıl bir unvanla o savaşlara iştirak ettiğini bilmiyoruz Hz Musa, bir münacatında kendisinden daha bilgili bir insan olup olmadığını Cenâb-ı Hakk'a sorar Gayesi tefahur değil, sadece o kişiden istifade etmektir (Meseleyi bu şekilde değerlendirmek, nebiye karşı saygılı davranma hususunda bana daha muvafık geliyor) Cenâb-ı Hak, Hz Musa'ya, böyle bir kişi olduğunu ve onu görmek için de "Mecmaü'l-Bahreyn"e kadar gitmesini vahyeder Hz Musa da emre icabet ederek yanına fetâsını alır ve yola koyulur Bu genç, tefsircilerin ittifakıyla Yuşa b Nun'dur Yolda büyük bir kayanın yanına varırlar Orada bir müddet istirahat edilir Bu arada zembillerindeki ölü balık birden canlanır ve denize dalıverir; derken gözden kaybolur Demek ki, bulundukları o yerde mânevî ve ayrı bir atmosferin mevcudiyeti söz konusuydu Orada Cenâb-ı Hak, apaçık Hayy ismiyle mütecellî idi Aslında makam-ı Hızıriyet, bütünüyle canlılıktır Aynı durum Hz Cibril'de de vardır Onun için kendisinin ve atının bastığı her yerin yeşerdiği ve geçtiği yolların yemyeşil olduğu kanaati çok yaygındır Tabiî ki bunlar, harikulâde ve tabiatüstü hâdiselerdir İhtimal işte o atmosfer içine girince, Hayy isminin fevkalâde tecellîsiyle balık birden canlanır ve suya dalıverir Âyette bahsi geçen "sahr-kaya" nerededir? Bu kaya hangi kayadır? Hakkında kesin bilgi yoktur Zaten böyle de olmalıdır Zira meçhuliyet bütün bu vak'aların umumî karakteridir Bazılarının bu kayayı Hz Davud'un altına girip ibadet ettiği Mescid-i Aksa'da bulunan bir kaya olarak nakletmeleri ise kesin değildir Bizce, bilinmeyen bir kaya olması umumî mânâya daha uygun düşmektedir [color="magenta"]Hz Musa ile Yuşa b Nun (aleyhimesselâm) bir müddet yürürler Kendilerinde bir yorgunluk ve açlık hissettiklerinde Hz Musa'nın teklifiyle yemek yemeye karar verirler O esnada Hz Yuşa unuttuğu bir meseleyi hatırlayıverir; balığın canlanıp denize atlayıp gittiğini Daha sonra oranın bir buluşma yeri olduğunu anlayıp geriye dönerler Hızır'ı (aleyhisselâm) orada duruyor görürler Kur'ân, onu, kendisine "Ledün ilmi" verilen bir kul olarak anlatır Hz Musa, durumunu ona açar ve kendisine tâbi olmak istediğini söyler Ancak Hızır (aleyhisselâm), Hz Musa'nın kendisiyle yolculuk yapmaya tahammül edemeyeceğini hatırlatır Efendimiz'den şerefsüdur olan hadislerde bu hâdise ile alâkalı tafsilat şöyledir: Hz Musa'ya hitaben Hızır şöyle der: "Allah sana bir ilim vermiştir Onu ben bilemem Bana verdiği ilmi de sen bilemezsin" Sonra da denize gagasını daldırıp çıkaran bir kuşu gösterir ve şöyle der: "Yâ Musa! Senin ve benim bildiklerim, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine nisbeten, şu kuşun gagasına bulaşan su ile koca okyanusun nispeti gibidir" Yolculuk sırasında Hz Hızır gemiyi arızalı hâle getirir, bir çocuğu öldürür ve kendilerine yemek vermeyen insanların bulunduğu yerdeki bir duvarı da düzeltir Bunlar işin zâhirine göre hep hatadır, bu itibarla da her defasında Hz Musa'nın itirazı olur Ancak ayrılacakları sıradadır ki, Hızır, bu vak'aların iç yüzünü anlatır: Gemi salih insanlara aittir Hâlbuki zalim bir kral, gördüğü sağlam ve dayanıklı gemilere el koymaktadır Onu kusurlu kılmakla, gasbolmaktan kurtarmıştır Öldürülen çocuk şakidir Anası, babası ise salih insanlardır Eğer o yaşasaydı ana ve babasını da baştan çıkaracaktı İşin ledünniyatında onu öldüren Hızır'dır (aleyhisselâm) Ancak zâhire göre o, yine kendi tuğyanı içinde bir hâdiseyle ölmüştür Duvar yıkılsaydı, o hane sahibinin yetim kalan çocuklarına ait bir hazine ortaya çıkacak ve bu hazine yağmalanacaktı Onlar büyüyünceye kadar duvar yıkılmayacak bir hâl alınca çocuklara ait bu hazine korunmuş olur Bu yolculuk, her zaman ve devirde yapılması gereken bir yolculuktur İnanan insanlar sadece zâhirî ilimlerle yetinmemeli, kalb ve ruh dünyalarını işlettirerek ledün ilmine vâkıf olmaya da çalışmalıdırlar İşte Hz Musa, yanındaki gençle bu yola sülûk etmiş ve bütün gençliğe bu dersi vermiştir Yolculuk, bir mânâya göre çile ve seyr u sülûkun remzidir Bu uzun yolculukta her makamın kendine göre şartları vardır ve bunlar ancak erbabınca bilinmektedir Sahabeden sonra tâbiîn döneminde bu iş hakkıyla yapılmış ve her türlü ilmi elde etme cehdiyle insanlar uzak mesafelere yolculuk yapmış ve at koşturmuşlardır Aynı hedefe varmak isteyenler, günümüzde de aynı şekilde davranmak zorundadırlar Demek ki, bu hâdiseden hisse alma kıyamete kadar devam edecek ve her ilim insanı bu hâdiseden kendi seviyesine göre bir mânâ anlayacaktır Gemi de ayrı bir semboldür Her devrin zalim ve cebbar insanlarınca gasbedilmek istenen sefineler, kırık dökük ve mukassi gösterilmekle kurtarılabileceğine bu hâdiseyle işarette bulunulmuştur Tabiî ki burada sefineyi ben de mecazî mânâda kullanmış oldum Zira bu prensip bütün devirlerde kullanılabilecek bir usûldür ve hükmü kıyamete kadar bâkidir Ayrıca bu üç hâdisenin müşterek olarak anlattığı şöyle bir nükte daha vardır: Mantık ve rasyonalizm, kalbe ve ruha teslim olmak zorundadır Burada masum gibi görünen çocuk öldürülüyor, yıkılması gereken duvar tamir ediliyor ve teşekkür edilmesi gereken yerde iyi insanların gemisi deliniyor Böylece anlıyoruz ki, akıl, ledünden açılmış bir pencere karşısında her zaman yeterli olmayabiliyor Onun için esas olan, dinin ruhuna teslim olmaktır İnsan, dünya ve mâfîhâdan tecerrüt edip tam soyunmadıkça ledünnî hakikatleri alabilme melekesini de elde edemez Onun için, kalben dünyadan uzaklaşıp, ukbâya yaklaştırıcı bir seyre ihtiyaç vardır İki denizin birleşmesi (Mecmaü'l-Bahreyn) ise, tefsirlerde ismi geçen birçok denizin birbiriyle birleştiği yerlerden ziyade, her ikisi de bir sahanın denizi durumunda olan ve birisi zâhir ilminin diğeri de bâtın ilminin denizi sayılan Hz Musa ile Hz Hızır'ın bir araya gelmesidir ki, mecaz olarak iki denizin birleşmesi olarak tabir edilmiştir Bu da işarî bir yorum Hz Musa ve Yuşa b Nun'da ise tamamen lâhût âlemine bir teveccüh ve im'an-ı nazar söz konusudur Orada insan, nâsûtîliğini bırakır, lâhûtî bir hüviyet alır ve derinleştikçe derinleşir Bu aynı zamanda bir büyük davayı omuzlamaya ehil hâle gelmek demektir ki, cihanın fethi bu tekevvünü takip eder ve Zülkarneyn olmak için de evvelâ böyle bir terbiyeden geçmek lâzımdır Ciddî bir tecerrüt, uzlet ve halveti olmamış, iradî veya gayri iradî böyle bir çile devrini doldurmamış insanların "vâsıl" olmaları elbette mümkün değildir İşte bu merhale, bir çeşit katedilmelidir ki, Hızır'la buluşma yoluna girilebilsin Zülkarneyn olabilmek için de bu ikinci merhaleden geçmek gerekir Dünden bugüne bunu iradesiyle yapanlar yapmış, bazıları da iradesi dışında bu yola sevk edilmiştir Düşünün ki Asrın Çilekeşi, seksen küsur senelik hayatında dünya zevki namına bir şey tatma imkânı bulamamıştır Evet, o ömrünü ya harp meydanlarında ya esaret zindanlarında ya memleket mahkemelerinde ya hapishanelerde ya da sürgünde geçirmiştir Bu da onun için gayri iradî bir Ashab‑ı Kehf hâline gelme ve ardından gidenlere de bu mevzuda tam bir örnektir Allah'a ulaşma istikametinde yürünen yolun muktezası budur Ateşten hendeklerin içine girmeden, su yerine zehir içmeden, birkaç defa cendereden geçmeden, Yunus'un ifadesini az değiştirerek söyleyeyim, "Sen vâsıl olamazsın" Gönüller sultanlığına açılan kapı buradan başlamaktadır Söğüt'te kurt hâlinde beklemek, kanatlanmak, kelebek olmak, daha sonra dört bir yana pervaz edip kanat çırpmak ve "Kostantiniye elbet fetholunacaktır Onu fetheden asker ne güzel askerdir Ve onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır!" hakikatini temsil edebilecek kıvama gelmek için birkaç asır beklemek, Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen kanunudur ve bu, bütün Müslümanlar için geçerlidir |
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar |
08-24-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Kehf Sûresindeki Sırlı Kıssalar3 Zülkarneyn Zülkarneyn hâdisesine gelince, bu isim Kur'ân'da bizzat zikredilir "Sana Zülkarneyn'i sorarlar"[9] âyeti bunu ifade etmektedir Ancak isim zikredilmekle birlikte, Zülkarneyn'in kimliği yine kapalı kalmaktadır ki, bu vak'ada da diğer hâdiselerdeki gibi meçhuliyet devam etmektedir Ona Topal Filip'in (Philippos) oğlu Büyük İskender diyenler vardır Hâlbuki Zülkarneyn, Hz İbrahim devrinde yaşamıştır Hatta bazı rivayetler, Hz İbrahim ile Zülkarneyn'in görüşmelerinden bahsetmektedir Bu itibarla milattan 300 sene kadar önce yaşamış olan Büyük İskender asla Zülkarneyn olamaz Zülkarneyn'in Himyer'den olması ihtimal dahilindedir Çünkü Yemen lisanında isimlerin başına "Zülmenar", "Zülyesar" vs gibi "zü" getirilmesi âdeti vardır Durum böyle olunca şark ve garptan maksat, baştan sona Afrika olabilir Zülkarneyn'in oradan Çin'e uzanmış olması da mümkündür Yukarıda söylediğimiz gibi yine ışıklar bulanık ve yine teşhis tam değildir Acaba bu Zülkarneyn kimdir? Hz Ali'den gelen bir rivayette, Zülkarneyn'in salih bir insan olduğu söylenmektedir Peygamberliği ise şüphelidir Durum böyle olunca da, böyle biri, kat'iyen gittiği yere sefahat götüren sarhoş ve ayyaş İskender olamaz Hem Hz İbrahim gibi ulülazm bir peygamber, İskender gibi birine sarılıp onu bağrına basmaz Bir kere daha tekrar edelim; Zülkarneyn'in kim olduğunu bilmiyoruz Bildiğimiz bir husus varsa, o da onun, bir hakikatin temsilcisi olduğudur Zaten bizim için mühim olan da böyle bir hakikatin keşfidir Zülkarneyn, sebeplerle çepeçevre kuşatılmış ve kendisine Cenâb-ı Hak tarafından "müknet" verilmiş bir insandır Onu, hiçbir hâdise sarsamaz O, hayatın bütün ünitelerinde tam bir salahiyet sahibidir İçtimaî hayatı bütün teferruatıyla bilir Onun iktisadî hayatı ve askerî hayatı da, en az bunlar kadar ileridir Ve o aynı zamanda, bir ibadet insanıdır Bu yönüyle de tam bir zâhiddir Bütün sebepler seferber edilmiş ve onun emrine verilmiştir Binaenaleyh yerinde irşad ekipleri çıkarır, onları yürütür, yerinde de cihanı fethetmek için hem şarka hem garba seferler tertip eder Evvelâ batıya gider, güneşin battığı yere ulaşır Burası öyle bir yerdir ki, onun artık bir adım daha atması mümkün değildir Çünkü bir ihtimal o Atlas Okyanusu'na ulaşmıştır Burada Zülkarneyn, güneşin bulanık bir balçık içinde battığını görür Belki de bu görüntü, denizin buharlaşmasından meydana gelen bir görüntüdür veya bu tasvirin hakikati tamamen Kur'ân'ın bakış ve değerlendiriş ufkuna aittir evet, semalar ötesinden vahiy yoluyla gelen Kur'ân, o âlemden görünen manzarasıyla böyle bir tablo tasvir etmektedir Semanın yüzünde küçük bir göz gibi duran güneş, yeryüzünün gözü durumunda olan okyanusa batarken gök ehli tarafından, Kur'ân'ın tasvir ettiği şekilde görünür Onun içindir ki, Kur'ân bu tabloyu anlatırken فِيعَيْنٍحَمِئَةٍ demiştir Daha sonra o, şarka azm-i râh eder Dünyanın şarkını da fethetme niyetindedir Fakat bütün seferlerinde sebeplere riayet ederek hareket eder Burada bir topluluk görür ki, bunlar âdeta üryandırlar Bu üslûp, ya bulundukları yerin çoraklığını ya da üzerlerine elbise dahi giymeyen kavmin bedeviyetini işaretlemektedir Derken Zülkarneyn'in yolculuğu, bir seddin bulunduğu yere kadar devam eder Orada bir kavim görür ki, bunlar ya ibtidaî bir dille konuşuyorlardır veya dilleri ibtidaî değil de fakat Zülkarneyn bu dili tam bilmemektedir Onlar, Zülkarneyn'e müracaat ederek Ye'cüc ve Me'cüc istilasına karşı kendilerini korumasını ve bunun için de ona haraç vermeye hazır olduklarını arz ederler Zülkarneyn, haracı kabul etmez Ama seddi kendi imkânlarıyla yapacağı sözünü verir onlara Yukarıdaki hâdisede, Hz Musa ile Hızır'ın buluştukları denizin neresi olduğunu bilmediğimiz gibi bu seddin de nerede olduğunu bilmemekteyiz Meçhuliyet burada da devam etmektedir Zira bu hâdiseler, sadece bir devreye ve bir mahalle mahsus hâdiseler değildir Her devirde ve her yerde olması mümkün hâdiselerdir ve kahramanları da belli şahıslara münhasır olmamalıdır Belki bu kahramanlar, dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiştir Hz Âdem'den beri devam eden ve kıyamete kadar da devam edecek olan her türlü şuurlu bir araya gelmeler bu hakikatin bir parçasıdır ve Cenâb-ı Hak, bu hususu bir sır olarak sürdürmektedir Bu set hakkında da çeşitli rivayetler var; bazıları bu seddin, meşhur Çin Seddi olduğunu söyler Onlara göre bu set, Çinlileri Türklerden korumak için yapılmıştır Bazılarına göre ise Azerbaycan-Ermenistan arasında Dağıstan'daki Demirkapı seddidir Belki de bu set, Ural dağlarındaki seddir veya hiçbiri değildir de Bering Boğazı'ndaki geçit noktasıdır Bütün bunlar bizim bilgimiz dışındadır Bunların ne olup-olmadığını bilmediğimiz gibi, bu seddin keyfiyetini de kesin olarak bilemiyoruz Bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Zülkarneyn, şarktan garba gün be gün bir hâkimiyet tesis etmiş ve öyle bir set yapmıştır ki, bu seddin tuğlaları demirden, sıvası da bakırdandır Bu inşa, bugünün teknik ve sanayiinden çok daha ileri bir teknikle yapılmış olmalıdır Günümüzde yapılan bazı araştırmaların neticesi, bizlere bu mevzuda bir fikir verebilir Kendisine her türlü "müknet" verildiğine göre tekniğin bu kadar zirvede oluşunu istiğrab etmemek (garipsememek) gerektir Zülkarneyn, diğer taraftan zâhir ve bâtın ilimlerinin hepsini kendinde toplamış zü'l-cenâheyn bir zattır Aslında bu temsil keyfiyetine ulaşmadan cihan çapında böyle bir manevraya kalkışmak da doğru değildir Doğru olmayan bir başka husus da, bu merhaleye durup dururken gelineceğini zannedip pasif beklemektir Fütüvvet ruhu, bir güç ve kuvvet kazanıp her şey yapabilecek seviyeye gelince gerektiği şekilde disipline edilememişse, güce dayanma gibi bir hevese dahi düşebilir İşte o zaman karşısına Hz Musa ile fetâsı Yuşa b Nun çıkar ve nazarlar daha ziyade ledünne çevrilir Maddî planda yapılan ve olan işleri kendilerine isnat edip duran insanlar, ilm-i ledün sayesinde işin hakikatini anlar ve hayra ait bütün fiilleri hakikî sahibi olan Cenâb-ı Hakk'a verirler Demek ki, ister fert ister cemiyet, maddeten kuvvet kazandıkları ölçüde mânevî beslenme olmazsa dünyevîlik kaçınılmaz olur Bu cümleden olarak bir hareketin temsilcileri maddî güç arttıkça gecelerini ihya ederek atmosferlerini aydınlatmıyor ve evrâd ü ezkârla ruhanîleşme peşinde değillerse, onlar bir mânâda düşüşe geçmiş ve kaybetmeye başlamışlar demektir Bu bir iç kokuşma ve bir çöküştür Bunların dışında Kehf sûresinde anlatılan bir hâdise de, bağ ve bahçe sahibi iki kişinin durumudur[10] Mağara devrinden sonra böyle bir imtihan devresine işaret gibi görünen bu hâdise de çok mühimdir Servet sahibi olmak, bağ ve bahçe edinmek, elbette bir suç ve günah değildir Ancak bunlar, insanın gönlünü çeliyor ve yapılması gereken insanlık adına büyük ve mühim işlerin ihmal edilmesine sebebiyet veriyorsa o zaman mahzurludur Bu kıssada iki arkadaştan biri bu imtihanı vermiş diğeri ise kaybetmiştir Demek oluyor ki, elenmeler her devrede devam etmektedir Kimisi işin başında kaybederken, kimisi de işin ortasında veya sonunda kaybetmektedir Buradan ipi göğüsleyinceye kadar (yani ruh bedenden ayrılıncaya kadar) insanın kazanmak veya kaybetmekle yüz yüze bulunduğunu çıkarabiliriz Âlemşümul kabul devresi ise Zülkarneyn'le anlatılmış olmaktadır O devre, dünya muvazenesinde bir yer almak, sözü dinlenilir bir konumda bulunmak ve daima haksızlığın önünde bir set gibi durmak zamanıdır Yol, usûlünce takip edilirse, Cenâb‑ı Hakk'ın tevfik ve yardımıyla o hedefe de varılabilir Zülkarneyn olma, evvelâ mağarada Ashab-ı Kehf olmaktan başlar Bu arada safvetini koruyanlar, ledünniyata sımsıkı bağlı olanlar ve işin başındaki hasbîliklerini sonuna kadar götürenler, bence işte fütüvvet cemaati onlardır ve insanlığın mâkus tali'ini de onlar değiştirecektir Bağa, bahçeye, mal ve servete takılıp kalanlar, yazlığına kışlık ve kışlığına yazlık eklemeye çalışanlar ve en kıymetli sermayeleri olan ömürlerini böyle lüzumsuz arzu ve isteklerin arkasında koşarak tüketenlerin ise Zülkarneyn olmaya hakları ve liyakatleri yoktur [1] Bkz: Kehf sûresi, 18/9-26 [2] Bkz: Kehf sûresi, 18/60-82 [3] Bkz: Kehf sûresi, 18/83-98 [4] Kehf sûresi, 18/9 [5] Kehf sûresi, 18/22 [6] Bkz: Kehf sûresi, 18/13-14 [7] Bkz: Bakara sûresi, 2/251 [8] Bkz: Kehf sûresi, 18/65 [9] Kehf sûresi, 18/83 [10] Bkz: Kehf sûresi, 18/32-34 |
|