Post-Yapısalcılık |
08-23-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Post-YapısalcılıkPost-Yapısalcılık 1960'larda Fransa'da ortaya çıkan ve hızla diğer ülkelere yayılan geniş tabanlı, dolayısıyla gevşek biçimde yapılandırılmış, disiplinlerarası bir hareket Post-yapısalcılığın esas başarısı, Saussure'ün dil kuramının içinde yer alan radikal analitik olanakları, temsil edici bir fenomenden ziyade anlamlandırıcı bir fenomen şeklinde yeniden keşfetmesi ve genişletmesi olmuştur Post- yapısalcılığın savunucularına göre, bu olanaklar uzunca bir süre, dilbilimcilerin çalışmalarına egemen olan Saussure'ün bilimcil okunması kadar, Louis Althusser, Nicos Poulantzas, Claude Levi-Strauss ve diğer yapısalcılarınkine benzer kullanımlarda da gözlerden gizlenmiştir Post-yapısalcılığın başarısı, daha özele inildiğinde, Saussure'ün, "Dil kendine yeterli bir toplumsal varlık değilse bile, kendi ayağı üstünde durabilen bir toplumsal varlıktır," şeklindeki ısrarında içerili olanakları yeniden keşfetmesi olmuştur Dil, tüm göstergelerin iki boyutunun da -"gösterenler"i (fıziksel görüntüleri) ve "gösterilenler"i (zihinsel görüntüleri), dilbilimsel dünyanın dışında sahip olabilecekleri herhangi bir gönderge olmadan, birbiriyle aynı düzeye getirildiği bir varlıktır Başka bir ifadeyle, post-yapısalcıları heyecanlandıran şey, sözcüklerin (ve daha genel anlamda göstergelerin) dilbilimsel dünya dışında bir şeye başvurmadan bir anlama sahip olmalarından kaynaklanan analitik olanaklardı; bu yüzden tüm dil ve dilden kaynaklanan fenomenler (örneğin felsefeler, ideolojiler, bilimler, hatta bütün toplumlar) diğer toplumsal fenomenlerle ilişkilerinde şimdiye kadar sanılandan çok daha fazla özerk olabilirdi Saussure'ün kuramının başkaları tarafından gerçekleştirilen bilimsel değerlendirmelerinin, onun kuramında daha radikal anlamlar saklı olduğunu uzunca bir süre gizlemelerinin nedeni, bu değerlendirmelerin yazarlarının, kendi söylediklerinin -başkalarınınki değilse bile- bahsettikleri şeylerin (bunlar, dilin, edebiyatın, akrabalık sistemler-inin ya da üretim tarzlarının boyutları olabilir) doğrulanabilir tam betimlemeleri olduğunu iddia etmeleridir Ancak Jacques Lacan gibi öncü bir istisna dışında post-yapısalcılar, doğrudan Saussure'e geri dönmek ve '`yapısalcı gelenek" diye bilinen düşünceleri bilimcil olamayan bir temelde yeniden formüle etmeye çalışmak yerine, bilimciliğe, geleneğin dışında yer alan görüşlere (Nietzsche'nin Michel Foucault, Heidegger'in ise Jacques Derrida tarafından ele alınışı gibi) başvurarak karşı koymaya çabalamışlardır Hangi strateji kullanılırsa kullanılsın, her durumda ortaya çıkan neticenin sözcüklerle hem gözle görüldüğünden çok daha fazla hem de göründüğünden daha az ilişkili olması çerçevesinde, sonuç birbirine benziyordu: Fazla olması, tekil sözcüklerin bile her zaman diğer sözcük ve metinlerin "izler"ini taşıması (Derrida) "bilinçdışı" için kanıtlar sunması (Lacan) ve gücü "söylem''in unsurları olarak sergilemesi (Foucault) ; az olması ise, Lacan and Derrida'ya göre (Foucault'yu da zorunlu olarak dahil etmezsek), sözcüklerin artık dil-ötesi dünyanın görüntülerini düşünceye taşımaya yetmemesi anlamına geliyordu Post-yapısalcı eleştirinin tüm göreci içerimleri herhalde en kolay Fransız toplum kuramcısı Jacques Derrida'nın çalışmalarında görülebilir Derrida'nın yapısalcı gelenek içinde kendisini farklılaştırmasının, dolayısıyla post-yapısalcılığa yönelişinin başlangıç noktası, yapısalcılık içinde kalıntısal bir hümanizm tespit etmesidir Bu hümanizmin kaynağı Saussure'ün ironik biçimde, dilbilimin inceleme nesnesi olarak parole'den (dili olarak konuşmayı üreten kullanımdaki dil; yani, söz) ziyade langue'ı (kurallar ve birimler sistemi olarak dil) seçmesinin temelinde yatan, konuşmanın yazma karşısındaki bilinçdışı ayrıcalığıdırDerrida'ya göre, Saussure'ün açıklamaya çalıştığı dil, yazılandan ziyade konuşulan dildi Sözün bu ayrıcalık yaratan niteliği ya da "fono-merkezciliği", toplumsal fenomenlerin incelenmesinde hümanist olmayan bir yaklaşımın kurucu belgesi olduğu kabul edilen metnin tam merkezinde, "insan varlığının metafıziği"nin gömülü olduğunu ortaya koyar Böylesi bir metafizik, konuşmacıyı bilinçsiz biçimde ayrıcalıklı hale getirdiği için, yalnızca kalıcı anlamlar elde etme olanağı sunmakla kalmaz ona, hiçbir ikna edici neden olmadan,bilinebilir hakikat olanağını da verir Derrida, Of Grammatologi, (1967) içindeki ilk denemesinde de bulunabilecek bu kavrayış temelinde, çok güçlü bir sözcük olmamakla birlikte yöntem üzerinden ilerler Bunun temel öğeleri şunlardır: Yazı, konuşmayla kıyaslandığında ayrıcalıksız olmamalı, aksine ikisi de "metinler"in örnekleri olarak ele alınmalıdır; metnin dekoratif ve retoriksel boyutlarına özel ilgi gösterilmelidir ve son olarak, okuyucuya, bir "anlam verici'' olarak en azından yazara atfedilene eşit bir otorite verilmelidir Bu koşullar altında anlamın peşinden koşmak, sonsuzluğa doğru geri çekilen bir ufkun takip edilmesi haline gelecektir Başka bir ifadeyle, bir metnin gerçek anlamı asla bilinemez ve onun "metinler arası" doğasının geçici bir değerlendirmesi dışında metin hakkında hiçbir şey söylenemez Özetle Derrida; hakikat iddialarını çok fazla çökertmeyen, ama içinde bu tür iddiaların ortaya konduğu metinlerin nasıl çöktüğünü (ya da "yapıçözüm"e uğratıldığını) gösteren bir araç sunar Yapıçözümcüyöntemin, kendilerini geçerli kılma iddiasında olan ya da geçerli olduğu iddia edilen metinlere (örneğin kutsal yazılara) uygulandığında büyük bir güce sahip olduğu açıktır Bununla birlikte, kendilerini geçerli kılma iddiasında olmayan ya da geçerli olduğu iddia edilmeyen metinlere uygulandığında, aynı derecede anlam değiştirici güce sahip olmayacaktır Bu tür metinler (örneğin sosyal bilimler ve doğa bilimleriyle ilgili metinler), kendi sınırlarının ötesine geçen fenomenlere göndermede bulunan geçerli kılma biçimlerine başvurur Bu geçerli kılma biçimlerinin de sonuçlarının yorumlanmasının da söz konusu metinler ya da karşı-metinlerin karmaşıklığı konusunda kesinlikle masum olmadığı gerçeğine karşın, dışsal geçerli kılma olasılığı her zaman mevcuttur ve yapıçözümcüler bunları, hakikati bilmeye dair, kendisiyle çelişen bir iddianın içine yerleştirmeden inkâr edemezler Post-yapısalcıfıkirlerin sosyoloji açısından önemi iki yönlüdür: Bir yandan, eski problemlere, özellikle ideolojik alanın incelenmesiyle ilgili problemlere yeni yaklaşım yöntemleri geliştirilmesini; diğer yandan, sosyolojinin olanaksızlığına dair apokaliptik düşünceleri teşvik etmektedir |
Post-Yapısalcılık |
08-23-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Post-YapısalcılıkRADİKAL HERMENEUTİK OLARAK GRAMATOLOJİ Muhakkak ki felsefenin sonu teşhisi bile bizatihi felsefi bir konumda bulunmayı içerir ve bu konuda özgül eleştiriler ile özgül tezler bulunmaktadır Derrida'nın konumunun Heidegger'in felsefi konumundan ortaya çıktığını düşündüğümden, sanırım, bu durum, hermenötik adı verilen kıta Avrupası felsefesinin bir koluna ait bir durum olarak daha iyi anlaşılır Derrida'nın felsefi konumu, Paul Ricoeur ya da Hans Georg Gadamer gibi diğer hermenötik felsefecilerinin konumundan çok daha radikaldir ve Derrida , çoğunlukla, açık bir biçimde hermenötiği eleştirir Üstelik, Heidegger'i, son dönemlerinde Varlık'tan (Being) bahsederken metafiziksel geleneğin metaforuna geri döndüğü için eleştirir Eleştirisinin temelini Heidegger'in ve hermenötiğin yeterince uzağa gitmemesi iddiası oluşturduğu için, sanırım Derrida , en iyi biçimde şöyle anlaşılabilir: Derrida, Hermenötik felsefeden tamamıyla farklı bir şey yapmaz; fakat bu felsefeyi, sınırlarına doğru sevkeder: Belki de Derrida, bu hermenötik felsefeyi, aklın sınırlarının ötesine bile sevkeder; fakat Derrida'yi daha dar bir kuram içerisine yerleştirerek, kendi başlangıç noktasıyla tutarlı olan itirazlara karşı verdiği olağandışı cevapları sınamayı mümkün kılar Hermenötik, felsefi olarak, anlama ve yorumlama kuramlarıyla ilgilenir Felsefeciler için hermenötikte birincil ilgi, geleneksel bilgi kuramı tarafından adil bir biçimde değerlendirilmeyen özellikleri hermenötiğin ortaya çıkarıp çıkaramayacağı varsayımına dayanır Temel noktaları şematik bir biçimde vermek için, Richard Rorty'nin hermenötik ile epistemolojiyi karşılaştırma yöntemini, ikisinin arasındaki ilişkinin kaçınılmaz bir çatışma ilişkisi olmadığını da ekleyerek, kullanacağım Epistemoloji" bilginin nasıl mümkün olduğunu araştırırken, hermenötik anlamanın nasıl mümkün olduğunu araştırır; yalnız, bazı epistemologların öne sürdükleri gibi anlamanın bilgiye indirgenemeyeceği, fakat tersine bilginin en iyi bir biçimde anlamanın bir alt-bölümü olarak ele alınabileceği kaydıyla Bu yüzyılın başlarında hermenötik, kendisini, tüm beşeri ve toplumsal anlamanın doğa bilimlerinden çıkarsanan bir açıklama modeline indirgemeyi amaçlayan pozitivist ve empirik kuramlara polemiksel olarak karşıt bir konumda buldu Bununla birlikte, pozitivist ve empirik varsayımların geri çekilmesiyle toplum bilimlerinin ve beşeri bilimlerin metodolojisiyle uğraşan kuramcılar bu disiplinlerin yöntemlerinin ayrıntılı bir açıklaması ile ilgilenebildiler Epistemoloji ile hermenötik arasındaki karşıtlığı aydınlatmak için her birinin belli başlı görüşlerini belirteceğim: Kant'tan beri epistemoloji nesnel olarak kesin olan şeyi kesinleştirmek amacıyla bilgiyi diğer inanç birimlerinden ayırmaya çalışan, kurucu bir girişim olmuştur Bunun tersine, hermenötik felsefenin birincil görevinin temeller sağlamak ve kesinliği garanti etmek olduğu düşüncesini reddeder Bilgi , pragmatik bir biçimde anlama bağlamları için göreceli olan bir şeydir hermenötiğe göreAnlama paradigması, epistemolojideki gibi nesneleri görmek değil, metinleri yorumlamak olur Temsili zihin modeline karşı çıkar hermenötik; fakat temsilin reddedilmesinin görecelilik gerektirmediğini ileri sürer Hermenötik layıkıyla temsil edilmesi gereken fiziksel olanla ilgili "olgu yorumları" olmadığını iddia etmesine rağmen, uygun ya da uygun olmayan yorumları belirleyen kanunlar var olduğunu ileri sürer Epistemolojinin temel ile ilgili iddialarının tersine, hermenötik, anlamanın her zaman yorumlamacı olduğunu ileri sürer Bu farklılığın en azından dört sonucu vardır: BİRİNCİSİ, kesinliğin garantisi olarak imtiyazlı bir başlangıç noktası ararken, hermenötik anlama için tek bir imtiyazlı başlangıç noktası olmadığını ileri sürer Derrida ve Gadamer gibi diğer kuramcılar için bu sonuç, söylenen ya da yazılan şeyin anlamını belirlemek için konuşmacı ya da yazardan özgül bir otoriteyi ortadan kaldırmak gibi pratik bir sonuca sahiptir Derrida'nın ilk eserinin ana odağı, Plato'dan beri, konuşmayı linguistik anlamın belirlenmesi için birincil bir yer olarak ele alan ve yazmayı türemiş bir görüngü olarak düşünen kuramcılar üzerinedir Derrida, bu olağan düzenlemeyi, linguistik anlamın konuşmacıların psikolojik isteklerinden değil, fakat bizzat dilin yapısından çıkarsandığını öne sürdüğü müddetçe, tersine çevirmek istemez Saussure 'ün dilbiliminin bazı özelliklerini eleştirmesine rağmen,; Derrida 'nın kendi gramatoloji kavramı , yalnız işaretlerle (sign) düşündüğümüzü ileri süren Pierce'ın nosyonunu ve işaret ile işaret edilenin ilişkisinin keyfiliğine dair Saussure'ün görüşünü barındırır Derrida, bir bütün olarak için tek bir atıf (referent) ("aşkın bir işaret edilen") belirlemenin olasılığı hakkındaki şüpheciliğine anti-Platonik bir not ekler: Dünyanın, dille yansıtılan sabit ve durağan bir doğaya sahip olup olmadığını belirlemenin dil-dışı (extra-linguistic) hiç bir yolu yoktur Böylece sökme (deconstruction) pratisyenleri, olağan hermenötik iddianın ötesine geçerler; bu iddia şudur: Hiç bir yazma yâ da okuma yoktur, ki daha radikal bir iddia için zaten bu ortam olmasın; bu radikal iddia ise, görünüşte tutarlı olan herhangi bir düşünce sisteminin belirleyici, çözümlenemez çatışkılara (antinomy) sahip olduğunun gösterilebileceğiyle ilgilidir İKİNCİSİ, epistemoloji,bilgi örneğinde olduğu gibi; paradigma olarak görsel algılara dayanırken, hermenötik anlama paradigması olarak görmekten ziyade okumayı ele alır Bu değişimi vurgulamak için, Derrida<, duyusal ve zihinsel yaşantının verilerini dolayımsız bir veri olarak varsaydığı için söz- merkeziyetçiliğini (logocentrium) ve metafiziği eleştirir 'Onun 'differance' terimi, mevcudiyet (presence) üzerine vurgu için panzehirdir Bu terim hem farklılık hem de,ertelenmiş olan anlamına gelir Örneğin, yaşantının herhângi bir özelliğini anlamlandırmak ve gerçek bir yaşantı olarak saymak için gerçekte yaşantının mevcut (present) özelliklerine değil, başka ihtiyaç duyulur Böylelikle Derrida diğer bir çok akademik felsefeci gibi, düşünceler ya da duyu verileri, istekler ya da algılar gibi zihinsel hayatın ani, kesin özelliklerine geleneksel felsefenin inanç duymasına meydan okur Derrida psikolojik isteklerin olduğunu inkar etmediği halde, onlara herhangi özgül bir imtiyaz vermez; çünkü hiç bir zaman aktör (agent) ya da okuyucu için berrak değillerdir onlar “Amaç”ın hemen hemen yorumlayıcı tarafından oluşturulmuş kanıtlanmaz bir hipotez olması gibi, "algı" da bir veri değil, Plato 'dan empirisistlere kadar belirli epistemolojik kuramların ihtiyaçlarını gidermek için oluşturulmuş kuram- yüklü bir nosyondur Hermenötik felsefeciler; onu, en iyi bir biçimde yararsız, en kötü bir biçimde ise yanlış bir şekilde kısır olarak değerlendirmişlerdir Beşeri bilimlerin tarihsel yöntemlerle ilgisinin bir sonucu olarak, hermenötik, bir okuma kuramı geliştirmiştir Bir metni okumak, bir çok bakımdan bir fiziksel nesneyi görmekten farklıdır; önemli bir farklılık nesnenin, algıdan bağımsız olarak var olup olmadığı hakkında hiç bir sorunun yokmuş gibi görünmesidir Okumak, bir sayfanın üzerindeki siyah işaretleri görmek değildir Bir metin ve onun anlamı, yalnızca okuma edimiyle var olmaya başlar (Bir eylemi ya da bir toplumu anlamada olduğu gibi) anlaşılan şeyin, yazılı bir doküman olmadığı yerlerde bile, hermenötik kuramcılar, anlaşılmış olan şeyi metin-benzeri bir şey, anlama sürecini de okuma gibi ele alırlar Böylece toplum bilimciler ya da antropologlar, bir toplumu yorumladıklarında; romancıların ve edebiyat eleştirmenlerinin yaptıklarına benzer bir yolla, anlatı (narrative) ya da metafor gibi araçları açıklamak ya da kullanmak zorunda olabilirler Ancak, sökme, daha ötesine gider; burası, bir metnin nasıl okunabileceği konusunda sınırlamalârın olup olmadığına ve bağımsız bir gerçeklik hakkında doğru ya da yanlış bir şey söylemek için kendisini aşan bir yere atıfta bulunmada başarılı olup olmadığına cevap aramaktırAşkın bir gösterilene atıfta bulunma hakkındaki ideali terketmek, sökmecileri ( deconstructionist) şunu söylemeye itmiştir: Eğer bir metin kendisini aşan bir atıfta bulunuyorsa, bu atıf sonuçta başka bir metne yöneliyor olabilir Tıpkı işaretlerin yalnızca başka işaretlere atıfta bulunması gibi, bir metin de metinler-arasılık (intertextüality) adı verilen kesişen ve muğlak olarak yayılabilir olan bir ağ ortaya çıkararak, yalnızca başka metinlere işaret edebilir ÜÇÜNCÜ KARŞITLIK, gerçekte temsille ilgili aygıtlarımızdan bağımsız olması nedeniyle kuramcıların nesneyi temsil etme idealini terketmelerine tekabül eder Sorgulanamaz ve aşikar aksiyomlardan mahrum olarak, yorumlamalar her an yalanlanabilir ve olasılıkla yer değiştirebilir Bu nedenle, bilginin zaman-dışı (atemporal) gerçekliği hakkındaki epistemolojik ısrarın tersine, hermenötik, anlamanın değiştiğini ve böylece yorumlamaların sürekli olarak yeniden- incelenmeye gerek duyduğunu göz önüne alır Bu farklılık, vurgulardan biridir Epistemoloji ısrarında elbette haklıdır; fakat hermenötik kuram, yorumlamaların kendi tarihsel hayat ve sınırlarına sahip olduğu olgusunu kavramak ve ona 'adil olmak zorundadır Yorumlamalar yalnızca çeşitli iddiaların doğruluğu üzerinde değil; aynı zamanda yararlılıkları, zenginlikleri ve alanları gibi değişen etkenler üzerinde de yargılanır Sökme yorumlamalarda oluşturulan _karar verilemez (undecidable) karşıtlıkların kasıtlı olarak peşinde koşarak ve olası yorumlamaları çoğaltmak için metnin işaret ettiği şeylerin çokluğu üzerinde oynayarak; değişme oranını hızlandırır Yorumlamaların niçin yeniden-incelenmesi ve değiştirilmesi gerektiğine ilişkin canalıcı neden, onların her zaman, zımnen de olsa, yorumcunun kendini anlamasına, disipline ve zamana bağlı olmasıdır Böylece DÖRDÜNCÜ KARŞITLIK düşünümün (reflection) açık inanç kümelerini karışıklık içine itebileceğini inkar eden hermenötik vurgu ile, herhangi bir anlama faaliyetinin, kendini anlamayla yüklü olduğunu, öyle ki kendini anlamadaki değişmelerin konunun anlaşılmasında da değişmelere yol açacağını ileri süren hermenötik tez arasındadır Ancak, bizzat hermenötik içerisinde, bir soru daha vardır: Kendimizi anlamadaki değişme, kendimize ilişkin daha doğru ve daha bütüncül bir tasarımı elde ettiğimiz bir gelişme olarak, sürekli bir gelişme midir? Yoksa yorumlamalarımızı değiştirmekle biz de mi değişiriz? İkinci anlamıyla değişme, şu örneğe benzer; söylediğimiz bir şeyin açık olduğunu düşünürüz; farklı olarak ele alındığını gördüğümüz zaman o şeyi geri çeker ya da değiştiririz (Wittgenstein'ın örneğiyle, "çocuklara oyun öğretmek" onlara kumar oynamayı öğretmek demek değildir; fakat ifade, kumar oynamayı açık bir biçimde barındırır) Derrida'nın konumu, yorumlamaya öncel olarak ya da ondan bağımsız olarak bir "ben" olmadığı sürece, daha çok ikincisine yakındır Yorumlamaların ve böylece kendini anlamanın değişmesi, ister istemez rasyonel olgunluğa doğru kaçınılmaz bir ilerleme anlamına gelmez; fakat değişmeyi gerektirir Bir yorumlama , son yorumlama olduğu iddiasında bulunamaz ve sökme pratiği, yorumlamaların çoğalmasına yol açar Herald Delius |
|