Gayb Hakkında... |
08-20-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gayb Hakkında...1- Allah Teala bazı gaybi meseleleri kullarına bildirir mi? Bir insan başka bir insan hakında görmediği şeyleri bilebilir mi? Cevap 1 Allah Teala, bazı kullarına ilham yolu ile gaybi şeyleri bildirebilir İlham; feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mana Akıl yürütme ve düşünmeye dayanmadan, kalpte doğan bilgi İlhamın çeşitli tarifleri yapılmakla beraber, ortak noktaları dikkate alındığında şöyle tarif edilebilir; herhangi bir istidlal yoluna başvurmadan, insanın ruhî melekeleri vasıtasıyla bir konu hakkında ilim sahibi olması Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy, ilham ile tefsir edilmiştir Allah Hz Musa (as)'ın annesine "Çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" (Kasas, 28/7) Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir Nitekim Allah Teâlâ'nın Hz İbrahim (as)'e oğlunu kurban etmesini söylemesi, uyku halindeki ilhama misaldir (Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s 63) İlâhî kelâma mazhariyet, sadece nebilere has bir özellik değildir Bazı insanların rüya veya ilham gibi bir yolla, gaybdan bazı sırlara muttali’ olmaları mümkündür ve vakidir Nitekim şu ayet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir: “Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur” (Şûra, 42/51) Ayette, “Allah peygamberlerine bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmeyip “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmesi, peygamber dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâmdan nasibi olabileceğini göstermektedir Buna göre: a Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zaaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir Hem peygamberlere hem de, Hz Musa (as)’ın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifade eder Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilham” manasını da tazammun etmektedir b Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz Musa (as)’ın ilk vahye mazhar olduğunda, doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır c Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz Cebrail (as)’i peygamberine gönderip vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek peygamberine, gerekse bazı has kullarına birtakım sırlarını bildirmektedir İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında "ilham" kabul edilmemiştir Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö 797/1395) şöyle yorumlamıştır: İlham, herkes için bilgi vasıtası değildir Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir Kişinin kendisi için ilham delil olabilir Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şüphe yoktur Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur Birçok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir (Taftazani, Şerhu'l-Akâid, terc Süleyman Uludağ s 121) 2-İnsan Gayb Âlemine Nasıl Açılır? Cevap 2 Gayb âlemi, duyular ötesi âlemdir Gözü görmeyen, kulağı duymayan, burnu rahatsız bir insan, renkler, sesler ve kokular âlemine yabancıdır Böyle insanın ameliyatla gözü açılsa, birden âlemi genişler, rengarenk bir âleme muhatap olur Sonra kulağı açılsa, değişik sesler duymaya başlar Ardından burnundaki nezle gitse, gözle görmediği, kulakla duymadığı yerden kokular hisseder İşte, ruhun gayb âlemine açılışı bunun gibidir Yani, ruh için başka bir göz, başka bir kulak, başka bir burun vardır Mevlâna’nın ifadesiyle: “Vesvese pamuğunu can kulağından çıkar ki, semalardaki meleklerin tesbîh ve takdîs uğultusunu işitesin “İki gözünü ayb kılından temizle ki, âlem-i gaybın bağlarını ve serviliklerini göresin “Beyninden ve burnundan nezleyi defet ki, burnuna Allah rayihası girsin” (1) Mevlâna, gaybî sırların ruha yansımasını şöyle bir misalle anlatır: Bir padişah, Çinli ve Rum mimarları yarıştırır Sarayın bir odasını perdeyle ikiye böler Her iki tarafın, duvarda sanatlarını göstermesini ister Çinliler, rengarenk bir sanat meydana getirirler Rumlar ise, kendilerine ayrılan duvarı cilalamakla meşguldür Müddet bitip sanat tamamlandığında aradaki perde kaldırılır Çinlilerin rengarenk san’atı, karşı tarafın cilalı duvarında daha parlak bir şekilde akseder Yarışmayı Rum mimarlar kazanır (2) Günahlar ruh aynamızın üzerindeki tozlar gibidir Bir başka açıdan ise, manevî pisliklerdir Bunları temizlemek, gözyaşlarıyla mümkündür Çünkü gözyaşı, manevî bir pişmanlığın ve tevbenin göstergesidir “Zahirî necasetin pis kokusu yirmi adımlık yerden duyulur Batınî necasetin pis kokusu ise, Acemistan’daki Rey şehrinden Şam şehrine kadar gelir ve hatta göklere çıkar da, Cennetteki hurîlerin ve oranın Hazini bulunan Rıdvan’ın genzine kadar gider” (3) Toprağın içindeki çekirdek, dar bir yerde sıkışıp kalmıştır Fakat ne zaman ki kabuğunu parçalar, toprağın yüzüne çıkıp etrafına bakarsa, bambaşka bir âleme geldiğini görür Güneşle sohbet eder, rüzgarın tatlı esintilerine mazhar olur (4) Maddî âlemin kaydından kurtulup mana âlemine açılmak da bunun gibidir “Gayb âleminin başka bulutu, başka rahmeti, başka seması, başka güneşi vardır” (5) Peygamberler ve bazı büyük evliya, maddenin dar kalıplarından sıyrılıp, manâ âlemine kanat açabilmişlerdir “Peki, biz niye açılamıyoruz?” sorusu hatıra gelebilir Cevabı Mevlâna’dan dinleyelim: “Fikir kanadın çamura bulaşmış ve ağırlaşmış Zira, çamur yiyorsun Çamur sana ekmek olmuş” (6) “Çare nedir?” diyecek olursak, yine Mevlâna’ya kulak verelim: “Nur ile gıdalan da, göz gibi ol ve meleklere uy” (7) Yani, kanadı çamura batmış bir kuş semalara havalanamadığı gibi, fikri süflî şeylere yönelmiş bir insan da, gayb âlemine kanat açamaz Göz gibi olmak gerektir Zira, göz nuranîdir ve gıdası da nurdur Melekût âleminin sakinleri olan melekler, nuranî gıdalarla gıdalandığı gibi, fikrini ulvi şeylere yönelten, manevî gıdasını iyi alan insanlar da melekût âlemine açılır Mevlâna’nın şu sözleri de, insanın gaybî boyutuyla yakından ilgilidir: “Sofinin biri, bir bahçede murakabeye dalar Bir tanesi ona der: “Ne uyuyorsun? Gözünü aç! Üzüm çubuklarına, çiçek açmış ağaçlara ve yeşermiş çimenlere bak! ‘Allah’ın rahmet eserlerine bak!’ (Rum suresi, 50) ayetine dikkat et!” Sofi, şu cevabı verir: “Ey heveskar adam! Allah’ın rahmet eserlerinin asıl tecelligâhı gönüldür Hariçtekiler ise, ancak eserlerin eserleridir Ruhda öyle bağlar ve yeşillikler vardır ki, hariçteki akisler, akarsuda görülen akisler gibidir” (8) Kaynaklar: 1 Mevlana, VII, 613-614 2 Mevlana, V, 1607-1611 3 Mevlana, X, 547-549 4 Bkz Mevlana, III, 704 5 Mevlana, IV, 1005 6 Mevlana, V, 1350 7 Mevlana, XIV, 86 8 Mevlana, XII, 350-351 3-Gaybı bilmek, levh-i mahfuzdan haberdar olmak ve rical-i gayb hakkında Cevap 1: Gayb, bilinmeyen demektir Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir Cin suresi 26 ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir Ancak devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten bilgiler vereceği haber verilir Demek ki, Allah bildirirse Allahın sevgili kulları da bilebilir Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir" sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir Evet Allah kendi iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı bildirebilir Bu zat-ı muhteremler de kablel- vuku bir hadiseyi haber verebilir Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da bildire bilir Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir Şayet Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen kabullenmiş olacağız Bu ise, bizim itikatımıza terstir Vahiy sadece peygamberlere gelir İlham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir Size alimlerimizin bu ayete verdiği tefsiri verelim: GAYB, duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir Birçok şey hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip olur Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun, başkasına göre gaybıdır Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir Fakat onun ğaybı, mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır Yani mutlak mânâda gayb değil, başkasına göre gaybtır Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır Allah, henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir Ona göre gayp yoktur Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez Matematiksel bir kesinlik ifade etmez Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık olmak yine başkadır Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır"(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur Fakat o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya çalışırlar Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz Muhammed (sav)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir (Hak Dini Kur’an, Cin Suresi 26 ve 27 ayetlerin tefsiri) Cevap 2 : İbadet, hayatın gayesidir İbadetten maksat Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanmaktır Ancak ibadet bir kalıplar ve şekiller bütünü değildir O şekil ve kalıpların ardındaki mana, ibadetin özünü teşkil eder “Kulun Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır” hadisi bu hakikati anlatır İbadet sadece ödenmesi gereken bir borç da değildir O, minnet, şükür, sevgi ve vefanın sembollerle ifade edilişinin adıdır Bu sebeple ibadette kul ile Ma’bud arasında yoğun bir alışveriş söz konusudur “Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim” (Gâfir, 40/60) ayet-i celilesi bunu anlatmaktadır Kul isteyecek, Allah verecek, kul O’na bir karış yaklaşacak, O buna daha büyük bir adımla karşılık verecek, kul O’na yürüyecek, O buna koşarak mukabele edecektir Bu alışverişlerin sonunda bir yaklaşma ve yakınlaşma meydana gelecektir Yakınlaşma kulun, kendi eksiğinin, kusurunun ve ihtiyacının farkına vararak Rabb’inin büyüklüğünü, kudretini ve kusur ve noksandan münezzehiyetini idrak ederek O’nu tanıma noktasına ulaşacaktır Kul o zaman Rabb’inden başka sığınacağı bir melce, derdini açacağı bir makam ve hemhal olacağı bir dostun olmadığını anlar Bu seviyeyi yakalayabilen kul, “Allah dostu” veya “velî” olarak ifade edilir Halk arasında “evliya” olarak bilinen kelime “veli” kelimesinin çoğuludur Allah’a dost olma makamına da “velâyet” denir Allah’a dost olana her şey dost olur Bu seviyeyi elde edebilen insanlar hem Kur’an’da hem hadis-i şeriflerde övülmüştür “Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu değildir Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar” (Yunus, 10/62-63) ayet-i kerimesi ve “Her kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilan ederim” (Buhari, Rekaik, 38) kudsi hadisi bunun öne çıkan örnekleridir Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu ayetin tefsirinde “Evliyaullah” kelimesini, “Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar ve Allah için birbirine destek olanlar” şeklinde tarif eder Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine “Evliyaullah”ı soran birisine şöyle cevap vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar” (İbn Mace, Zühd, 4) Bediüzzaman’a göre velayet iki kısımdır Bediüzzaman Hazretleri velayeti “büyük” ve “küçük” olmak üzere iki kısımda ele alır Büyük velayet, sahabenin mazhar olduğu velayettir Sahabe efendilerimiz, gerek dinin hayat bulması adına eda ettikleri misyon, gerekse Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in sohbetinde bulunmaları sebebiyle başkalarının uzun yıllar süren bir gayretle kazandıkları manevi seviyeden daha fazlasını çok kısa zamanda elde etmişlerdir Bu çeşit velayette çok az keşif ve keramet görülür Küçük velayet ise bahsimize konu olan ve uzun yıllar süren manevi çalışmalar ve gayretler neticesinde kullara İlahi bir ikram olarak verilen velayettir Velayet, kitaplardan okuduğumuz iman hakikatlerinin vicdanımızda ve kalbimizde tam manasıyla ve gözle görülmüş gibi idrak edilmesi maksadıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in miracının gölgesinde ve O’nun sünneti çerçevesinde takip edilen yolda (tarikat) elde edilen bir makamdır Tamamen kalple sürdürülen bu yolun anahtarları ve vesileleri Allah’ı çokça zikretmek ve kâinata tefekkür nazarıyla bakmaktır Velayet, aynı zamanda Kur’an’ın beyan ettiği ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in getirdiği hakikatlere delil teşkil etmektedir Çünkü velayet yolunda yürüyen bir insan, aklıyla kabul ettiği iman esaslarını aynen görmüş gibi bir kesinlik içinde kalbiyle de tasdik eder Kur’an’dan secde emrini alan bir Müslüman, velayet sayesinde secdede kendisinin Rabb’ine ne kadar yakın olduğunu hisseder ve secdenin gerçek anlamını öğrenir Onlar kimlerdir? Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehit de değiller; ama kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı nebiler ve şehitler kendilerine imrenerek bakacaklardır Bunun üzerine oradakiler, “Bunlar kimlerdir ve ne gibi ameller yapmışlardır, bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim” dediler Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bunlar öyle bir topluluktur ki aralarında ne akrabalık, ne ticaret ne de başka bir dünya menfaati olmaksızın birbirlerini sadece Allah için severler Vallahi yüzlerinde bir nur vardır, kendileri de nurdan minberler üzeredirler İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler” buyurdu ve ardından Yunus Suresi’ndeki 62-63 ayeti okudu (Hâkim, Müstedrek, IV, 170) Veli insan, velayeti ya lütuf ya da imtihan görür Fethullah Gülen Hocaefendi “veli”yi “Kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından daha yakın olan Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşmış kişi” olarak tarif eder Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır Bu şartların başında hiç şüphesiz İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek ve yasak olan şeylerden kaçınmak gelir Bunu “Allah’ın kulları için belirlediği hudutlara saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz Bu hudutlara saygıyı bazıları çile çekerek, bazıları zikir ve ibadette derinleşmekle süslemiş, böylece bedene ait uzaklığı aşarak “Kalp ve ruhun hayat derecesine yükselmişlerdir” Bu insanlar, kulluk yolunda sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik saymamışlardır Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine birer lütfu ya da imtihanı olabileceği nazarıyla bakmışlardır Bu örnek insanlar, Allah’a ulaşma ve O’na dost olma gayretlerinde hiçbir beklenti içine girmemiş, ibadetlerindeki derinleşmelerini havada uçmaya, suda yürümeye bina etmemişlerdir “Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a kulluk et” (Zümer, 39/2) emri gereği dini de, diyaneti de halisane yalnız O’na tahsis ederek ömürlerini Allah’a kullukla geçirmişlerdir Bu yol, sadece velilerin değil, Allah’a kul olma şerefini yaşamak arzusundaki herkesin izlemesi gereken bir yoldur Bize düşen, kulluk adına vazifemizi eksiksiz yapmaktır Bu esnada Cenab-ı Hak bize ekstradan lütuflarını ihsan ederse o lütufları hamd ederek karşılar ve şükürle iki büklüm oluruz Ancak bu tür lütuflar kesinlikle kulluğumuzun hedefleri arasında olmamalıdır Zira Allah dostu olmanın yegâne yolu bu değildir Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin geçtiği yoldan geçmemiştir Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi İslam âlimleri arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından dile getirilmiş bir kanaattir Çünkü sahabe, Nebi sohbetinin bereketine mazhar, her gün oturdukları yerden semavi sofralar ile ödüllendirilip din adına yeni, orijinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve kulluk adına mutlak fazilet onlara aittir Dolayısıyla “Veli” ya da “Evliya” derken derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine derecesine göre tâbiîn ve tebe-i tâbiin gelmelidir Allah dostları gaybı bilmezler… Bazı veliler, kendilerinin veli olduklarını bilmezler Bediüzzaman, bu durumu “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır” diyerek açıklıyor Demek ki bir insan “veli” bile olsa Allah bildirmeyince bilmez Öyleyse, her devirde fertler içinde çok büyük veliler olabilir Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler Gaybı bilen sadece Allah’tır Allah dostlarının gayb gibi görünen bazı bilgileri vermeleri, kendilerinden değil tamamen Allah’ın onlara bildirmesiyle olmaktadır Bu hassas noktayı göz önüne almadan o insanların gaybı bildiklerini zan ve iddia etmek, herhalde en çok Allah dostlarını üzecek bir şirk ifadesidir Bu durum onlar hakkında Allah’ın ayrı bir lütfu ve ihsanıdır Bazıları vardır ki konumlarını bildiklerinde onu başkalarına karşı övünme sebebi görebilirler “Şu rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim” diyerek Allah’ın kendilerine olan özel ikramlarını herkese anlatırlar Tasavvuf Hakk’a ulaştırır İslam tarihi boyunca pek çok maneviyat büyüğü, kendi kulluk tecrübelerini çevrelerinde bulunan insanlarla paylaşmışlardır Bu, onların yaşadıkları güzellikleri başkalarının da yaşamasını istemelerinden kaynaklanmaktadır Bu kutlu insanlar tarafından anlatılan tecrübeler zamanla sistemli bir hal almıştır Tasavvuf ilmi de bu tecrübelerin belli bir sisteme dönüştürülmesi çabalarından ortaya çıkmıştır Dolayısıyla tasavvuf, teorik bir ilim değil, yaşanarak öğrenilen bir kulluk tecrübesidir Bu tecrübeleri başka insanlara duyuran ve öğreten kollara “Tarîkat” denmiştir Tasavvufun ve tarikatların tek amacı, insanlara Allah’a daha güzel kulluk yapmanın yollarını öğretmektir Çok istisna olsa da tarihte bu amaçtan uzaklaşan bazı düşüncelerin bulunması tasavvuf ve tarîkatın ehemmiyetini düşürmez On dört asırlık İslam tarihi boyunca Allah dostları, herkes tarafından derin bir saygı ve büyük bir sevgiye mazhar olmuşlardır Gerçek hak dostları bu sevgi ve saygıyı hiçbir zaman istismar etmemişler, çevrelerinde toplanan insanlara hep iyiyi ve doğruyu öğretmişlerdir Kendilerine gösterilen bu teveccühü hak adına adeta bir kredi gibi kullanarak, insanların nazarlarını Kur’an’a ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e çevirmişlerdir Onların istekleri dışında mazhar oldukları kerametler ve bazı olağanüstü haller, insanların onlara olan bağlılık ve güvenlerini artırmıştır Onlardan günümüze intikal eden pek çok hadise ve menkıbe, yaşanmıştır ve gerçektir Arada bazı efsanevi hikâyelerin bulunması, onlara olan güvenimizi sarsmamalıdır İslam’da sınıf ayrılığı yoktur İslam tarihinin hiçbir döneminde tarikatlar insanları sınıflara ayırmamıştır Müslümanların vefa ve kadirşinaslık duygularıyla maneviyat büyüklerine saygı göstermelerini başka şekillerde yorumlamak hakkaniyetli bir davranış değildir Kulluk adına bir kısım eksiklerinin farkında olup onları tedavi etmek isteyen bir Müslüman’a o yollardan geçmiş bir maneviyat büyüğünün kendi tecrübelerini aktarması, ona nasihatlerde bulunması kadar tabii ve Müslümanca bir davranış olamaz Bunu bir sınıf farklılığı olarak algılamak bu gayretlere karşı yapılmış bir haksızlıktır Allah dostlarını sevmek, bir Müslüman için özgüven kaybına yol açmaz Aksine, onları gören ve tanıyan insan, kendisinin de onlar gibi olması gerektiği düşüncesiyle kulluk yolunda daha çok gayret eder Eğer öyle bir özgüven kaybı söz konusu olsaydı, Cenab-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve diğer bütün peygamberlere yüzlerce mucize ihsan etmezdi Burada biz Müslümanların dikkat etmesi gereken en önemli husus, şirke düşme tehlikesidir Çünkü Allah dostları da bizim gibi fani insanlardır Onlarda görülen bazı özellikler, yukarıda da ifade edildiği gibi, tamamen Yüce Allah’ın bir ihsanıdır Kendilerinden değildir Onlarda olanı kendilerinden bilmek ve Allah’tan isteyeceğimiz şeyleri onlardan istemek ve beklemek bizi farkında olmadan şirke götürebilir Her şeyde olduğu gibi sevgi ve alakada da dengeli olmak ve o insanlardaki güzelliğin asıl sahibine (celle celâluhu) yönelmek, kulluk anlayışımızın temeli olmalıdır Tasavvuf kâmil insanı hedefler Tasavvuf her zaman bize “insan-ı kâmil” olma yollarını göstermiştir İnsan-ı kâmil, mükemmel insan demektir En mükemmel insan da imanı en kâmil olan insandır Çünkü “İman insanı insan eder” Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in “Sizden biriniz şunları yapmadıkça kâmil imanı elde edemez…” diye başlayan pek çok hadisi vardır Bu hadislerde O, ümmetine kâmil insan olmanın formüllerini vermiştir En kâmil insan da insanlığın iftihar tablosu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir Bir Müslüman’ın en büyük gayelerinden biri yaradılış maksadına uygun olarak kâmil imanı elde edip mükemmel bir insan olmaktır Ricalü’l-gayb var mıdır ve ne demektir? Allah dostlarıyla alakalı olarak tartışılan konulardan biri de “Ricalü’l-gayb” (görünmeyen adamlar) meselesidir Ricalü’l-gayb, hayatını Allah’ın istediği istikamette yaşamış ve en güzel biçimde noktalamış Nebi, Sıddık, şehit, veli gibi Hak dostlarıdır Bu yüce ruhlar, vefatlarından sonra da Allah’ın izni ve sevkiyle dünyada ihtiyaç olduğu takdirde bazı vazifeleri yerine getirirler Şanlı tarihimiz bu tür hadiselerin en büyük şahididir Bedir Savaşı’ndan en yakın zamanda yaşadığımız Kıbrıs harekatına kadar pek çok hadisede bazı insanların gördüğü atlılar, yeşil sarıklılar, daha önceki savaşlarda şehit olmuş askerler vardır Bunlar Kur’an’ın beyanıyla öldüklerinin farkında olmayan şehitlerdir (Bakara, 2/154) Allah ruhlarını kendisi için feda eden bu dostlarını isterse ve hikmeti gerektirirse bazı işlerde kullanabilir Allah’ın bu tasarrufuna hiçbir şey mani değildir Ancak bu gerçekler bizi asıl vazifelerimizden uzaklaştırmamalı ve tembelliğe sevk etmemelidir Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca sayısız inayet ve lütfa mazhar olmuştur; ama O, bütün işlerinde sonuna kadar sebeplere de riayet etmiştir Uhud Savaşı’nda kendisinin iki tane zırh giymesi, okçular tepesini kontrol altında tutmak istemesi ya da Hendek Savaşı’nda Medine’nin etrafına hendek kazması bunun en açık örnekleridir Kulluk, bir rıza pazarıdır O pazardan herkes kabiliyetine ve gayretine göre bir şeyler kazanır Bu pazarın zenginleri Allah dostlarıdır Ama bütün zenginlikler gibi bunu da veren Allah’tır Dolayısıyla Allah dostlarının elindeki bütün güzellikler, gayretlerinin ve samimiyetlerinin neticesinde kendilerine yüce Yaratıcı tarafından ihsan edilmiştir Bu güzellikleri Allah dostlarının kendilerinden bilmek insanı şirke götürür Müslüman’a düşen, tevhid akidesini sarsmadan Allah dostlarına hak ettikleri saygı ve hürmeti göstermek, onları örnek alıp kulluk tarzını onlara benzetmeye çalışmaktır Tevhid ve şirk arasındaki bu ince çizgiyi kavrayamayanlar ya şirk kokan yanlışların içine düşer ya da şirke düşmeme adına pek çok maneviyat büyüğüne saygısızlık edip sayısız feyiz ve bereketten mahrum olurlar Allah dostlarına ilham eder mi? Allah dostlarının önemli özelliklerinden bir tanesi de maddi manevi berekete mazhar olmalarıdır Bereket halk arasında daha çok maddi değerler için kullanılır Rızkını helal yoldan kazanan, boğazından haram bir lokmanın geçmemesi için azami gayret sarf eden insanların kazançlarına Allah bereket ihsan eder Bu kazanılan paranın, değerinden çok daha fazla bir fayda temin etmesi demektir Kulun o samimi gayretine karşılık Allah’ın bolca ikramda bulunmasıdır Aynı husus manevi âlemde de geçerlidir Allah yolunda ilim tahsil eden insanlara gayretlerindeki samimiyetten dolayı Yüce Allah bereketler ihsan eder O insanın aklını, zihnini ve gönlünü ilme açar Zorlandığı ya da tıkandığı noktalarda Allah kalbine yeni ilhamlar gönderir Bir bal arısına bile nasıl hareket edip balı nasıl üreteceğini ilham eden Allah (Nahl, 16/68-69) insanlığın hayrı ve imanlarının kurtulması için hayatını feda eden alimlerin kalplerini de elbette ilhamsız bırakmayacaktır Alıntı Dy!nG |
|