Gavs-Ül A'zâm Abdülkâdir Geylânî |
08-06-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Gavs-Ül A'zâm Abdülkâdir GeylânîGAVS-ÜL A'ZÂM ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ EVVELİ HÛ, ÂHİRİ HÛ, ZÂHİRİ HÛ, BÂTINI HÛ HÛ YA ABDÜLKADİR-İ GEYLÂNİ GAVS-ÜL A'ZÂM ABDÜLKÂDİR GEYLÂNÎ Güney Azerbaycan'ın Geylân şehrinde 1078 (H471)de doğdu Künyesi, Ebû Muhammed'dir Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir Abdülkâdir Geylânî 1166 (H561)'da Bağdad'da vefât etti Türbesi Bağdad'dadırFıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi Abdülkâdir Geylânî daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü Babası rüyâsında Rasulullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü Rasulullah efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti O benim oğlum ve sevdiğimdir Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak" buyurdu Doğduktan sonra da hâlleri ile dikkatleri çekti Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi Buradaki âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişti Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ gibi fıkıh âlimlerinden öğrendi Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm, Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ gibi hadîs âlimlerinden öğrendi Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaâz ve ders vermeye başladı Hocası Ebû Saîd Mahzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vaâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı Bu sebeple,Bağdad halkının yardımlarıyla çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi Abdülkâdir-i Geylânî , bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaâz vermeyi bıraktı İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti Sonra sahrâlara çıktı Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı Buyurdu ki: "Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu Bâzan uzun müddet yemezdim ve "Açım! açım!" diye midemin feryâdını duyardım Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır" meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi" "Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı Kalbimde büyük bir azim ve direnç hissederdim İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin" derdi İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir; "Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım" diye beni tehdit ederdi Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun tamâmen yandığını görürdüm" Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım""Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım" diyordu Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî "Eûzübesmele" çekti "Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı Bunun üzerine aynı ses; "Ey Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun Halbuki ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan çıkarmışdım" dedi Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım Çünkü Allah böyle şeyleri emretmez" buyurdu Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli süslü ve parlak şeyler göründü "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir" denildi Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allah beni onlardan da korudu Onlara hiç kıymet vermedim Bunun için kaybolup gittiler Sonra Allahnın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm "Bunlar nedir?" dedim "Senin içinde bulunan mânîlerdir" denildi Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım Sonra içimi seyrettim Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm "Bunlar nedir?" dedim "Arzu ve isteklerindir" denildi Tam bir yıl uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim "Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm Bir sene mücâdele ettim Allah'ın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim " "Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim Aradığımı fakirlik kapısında buldum Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu Gönülden Allah’dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım" "Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim Her şeyim Allah için oldu Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin, buna hayret mi ediyorsun?" dedi" "Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân olundum Allah'ın izni ile istediğim olurdu Bunun için çok şey buldum Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim Allah’a karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim" Abdülkâdir Geylânî bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu "Emir var Yedi sene Bağdad'a girmeyeceksin" dedi Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin" diye bir ses duydu Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine geldi ve geceyi orada geçirdi Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır" dedi Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak" diyen bir ses işitti "Ben dînimi kurtarmak istiyorum" dediğinde; "Korkma, dînine bir zarar gelmeyecek" denildi Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allah’a yalvardı Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun" dedi Yanına varınca; "Söyle, dün Allah’dan ne istemiştin?" dedi Abdülkâdir Geylânî şaşırıp cevap veremedi Bunun üzerine o Zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı Dün Allah’dan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı O da ona bir bir açıklardı Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin Burada ne işin var, buradan gitsene" derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz İçinizde onun gibisi yok Benim ona eziyet ettiğime bakmayın Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum" derdi Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî dışarı çıkmıştı Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek" dedi Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ı tanıyanların seyyidi, efendisisin Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak Bütün boyunların sana eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim" dedi Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler Abdülkâdir Geylânî zaman zaman Şeyh Tacül ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor" derdi Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır" derdiBir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allah’a yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır" dedi ve Abdülkâdir Geylânî 'ye dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın" diye hitâb etti Nihayet Abdülkâdir Geylânî Bağdad'da insanları irşâda, Allah'ın beğendiği yolda bulunmaya dâvete ve nasîhat etmeye başladı Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allah'ın sana verdiği yüksek dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi Nûrun git-gide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler Sonra; "Bu, kutubluk denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir" buyurdular Resûlullah efendimizden Hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra Hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi Abdülkâdir Geylânî dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler, bereketler onun vâsıtasıyla geldi Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır" buyurdular Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vasıtasıyla gelecektir Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam(= En büyük Gavs) " denildi İmâm-ı Rabbânî bu hususda onun vekîlidir Abdülkâdir Geylânî 'nin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl etmişti Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır: Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum "Doğru söylemiştir O benim himâyemde bir kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu"Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım O bununla kendi zamânındaki ferdiyet denilen makâmını açıklar Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir" der Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî'dir Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi: "Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyorAhmed Rufaî; "O bu sözü mânevî emirle söyledi" dedi Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim" buyurdu İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu inkâr etmeyecektir" dedi Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi" demişti Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki: "Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı İlimlerinde bereket, hâllerinde yükseklik görüldü Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı" Abdülkâdir Geylânî 'nin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allah’ı anmak, gönlü Allah’dan başkasından kurtarmaktır Abdülkâdir Geylânî tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu Rasulullah efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi Kendileri şöyle anlatır: Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm"Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu "Babacığım ben yabancıyım Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim "Ağzını aç!" buyurdu Ağzımı açtım Yedi defâ ağzıma sürdü ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır" buyurdu Öğle namazını kıldım Yanımda kalabalık insanlar gördüm Nutkum tutuldu Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm Mecliste benim karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum" dedim "Ağzını aç" buyurdu Açtım Altı defâ sürdü "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim "Resûlullah'a karşı olan edebimden" buyurdu ve gözden kayboldu Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu Birden süratle en son basamağa indi Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu Bir müddet sonra minbere çıktı Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti Oradakilerden birisi, ne oldu diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm Geldi ve minber önünde durdu Hayâ edip, son basamağa indim Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti" dedi Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka vâz ederdi Vâzında, âlim ve evliyâdan zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi Kırk sene böyle devâm etti Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdiDers ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti Huzûrunda Kur'ân-ı Kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu Derin ilim sâhibi idi On üç çeşit ilimde ders verirdi Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat dersleri okuturdu Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi Ebû Muhammed Haşşâb der ki:"Gençken nahiv okuyordum Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî'nin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler Vakit bulamadığım için gidemezdim Nihâyet bir gün vâz verdiği yere gittim Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım" dedi O günden sonra yanından ayrılmadım Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim " Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu Âbdülkâdir-i Geylânî okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı Sonra; "Sözü burada bırakıyorum Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi Bunları söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: "Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın" buyurdu Abdülkâdir Geylânî 'nin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî'nin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti Âlimleri bir hâl kapladı Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi sorun buyurdu Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık" dediler Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır: "Ben, Abdülkâdir-i Geylânî'nin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve gördümBir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu" İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir: "1166 (H561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylâni'yi ilmin zirvesine yükselmiş gördük O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık" Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur" diye konuşuldu ve bu arada;"Ben derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim" dediği nakledildi Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü Çok sabırlı idi Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan bir talebe vardı Bir gün ders sırasında İbn-üs-Semhal isminde bir zât gelmişti Abdülkâdir Geylâni'nin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî ; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim" buyurdu Dediği gibi bir hafta sonunda dünya boyutundaki görünüşünden sıyrıldı! Vefâtı: Abdülkâdir-i Geylânî vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile berâberim" Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır Onlara yer açın Onlara edebi gözetin Burada büyük rahmet vardır Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü Allah beni ve sizi mağfiret etsin! Allah benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır: Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ" deyip; "Size geliyorum, size geliyorum" buyurdu Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın Ben, Allah'ın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim" buyurdu Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok O, Allah iledir" buyurdu Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz Allah'ın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz Hüküm değişir, ilim ise değişmez Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz Kullara ise, yaptıkları sorulur" buyurdu Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve kusurdan münezzehdir Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah" deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp, mübarek rûhunu teslim eyledi Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb kıldırdıCenaze merasimine gelen büyük kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve ahlâkî konuları ihtivâ eder 2) El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir 3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vâzlarından ve oğlu Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir 4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir 5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir Hazreti Pîr Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahü Sırrahül Azîz ve Hakîm, velayet burcunun batmayan güneşi, bütün velilerin piri, intisab edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz bir yolun mensubu ve Hazreti Muhammed’in (sav) soyundan gelen torunudur Tüm tarikatlar, hikmet ve ilim yolları, kaynağı Hz Muhammed (sav) ummanı olan O yüce pınardan beslenmişlerdir Yüce vasıflarını dile getirmede kelimelerin güçsüz kaldığı o yüce veli kamil insan, Gavsül Azam, Velayetin Sultanı, Sultanü’l Evliya, Sertacü’l Evliya, Kutbu’r Rabbani, Gavsü’s Samedani gibi yüce sıfatlarla anılır Hazreti Abdülkadir Geylani, 1077 (hicri 470) yılında, Peygamberimizin vefatından 445 yıl sonra, Hazar denizinin güneyinde Geylan kasabasında doğmuş, 1165 (hicri 562) yılında 91 yıllık muhteşem bir ömürden sonra, yani 833 yıl önce bu aleme veda etmiştir Soy itibariyle hem Seyyid, hem de Şerif idi Yani soyu, babası Seyyid Musa tarafından İmam-ı Hasan Efendimiz’e, annesi Fatma Hatun tarafından da İmam-ı Hüseyin Efendimiz’e dayanıyordu Onun için şu ibare meşhur olmuştur: “Veliler Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb’ine vasıl oldu” Doğacağı Ramazan ayının ilk gecesi babası Seyyid Musa Cengi bir rüya görmüştü: Peygamberler peygamberi Hz Muhammed (AS), ashab ve bütün evliyayı kiram bir yere toplanmışlardı Resulullah (sav) Efendimiz buyurdu ki: “Ya Musa, Oğlum! Gücü herşeye yeten ve herşeyin sahibi olan Cenab-ı Allah, bu gece sana insanların üstünde müstesna bir erkek evlat hediye etti Bu evlat benim evladımdır Ne mutlu sana” Abdülkadir hiçbir çocuğa benzemiyordu Ramazan günleri annesinden süt emmiyor, yöre halkı ramazanın giriş çıkışını onun bu durumuna göre tayin ediyordu 18 yaşında çobanlık yaparken bir ineğin, hikmeti ilahiye ile “Sen bunun için yaratılmadın,” demesi üzerine annesinden izin alıp ilim tahsili için Bağdat’a geldi Yolda kervanın yolunu kesen eşkiyalara annesine doğruluktan ayrılmayacağına dair verdiği söz için parasını saklamadan vermesinden dolayı eşkiyalar utanıp tövbekar oldular Hammad-ı Debbas Hazretleri Bağdat’ta ilk mürşidi olmuş, uzun yıllar ilim tahsili ve vazu nasihatla meşgul olduktan sonra, Bağdat’tan uzaklaşıp 25 yıl çöllerde uzlete çekilmiş ve kimseyle görüşmemiştir Bu süre içerisinde kendini ayakta tutacak kadar çöldeki bitkilerle beslenmiş, Peygamber Efendimiz’in ruhaniyyetinde terbiye görmüş ve Hızır (AS) ile arkadaşlık yapmıştır 25 yıl sonra Bağdat’a dönmüş ve tüm insanlık alemine bir hakikat güneşi olarak doğmuştur Bağdat’a gelince tüm halk onun nasihatlarını dinlemek için toplanmış, konuşmaya başlayamaması üzerine, Fahr-i Kainat Efendimiz’in ruhaniyyeti teşerrüf etmiş, ağzına yedi defa üflemiş ve O’na “Konuş, ya oğlum Abdülkadir; insanlara vaaz ve nasihatta bulun,” diye buyurmuşlardır Bundan sonra Hz Pir Efendimiz, durmaksızın kaynayıp coşan bir rahmet, hikmet ve ilim pınarı gibi tüm insanlara, susamış gönüllere hayat vermiştir ve hala da hayat vermeye devam etmektedir Evet, Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri, ölümünden sonra bile tasarrufu ve himayesi devam eden velayet burcunun şahıdır Birgün İbrahim bin Ethem’den bahsederlerken tesadüf ettiği talabelerine “Yazık, ona çok üzülüyorsunuz değil mi? Eğer zamanımızda olsaydı onu sarayında, tahtından ayırmadan irşad ederdik,” diye buyurmuşlardır Bugün dahi aynı o gün ve o dakika gibi, O’nun himmet ve tasarruf eli, eskilerin katlandığı sıkıntı, zahmet ve belalara maruz bırakmadan Hakk’ı arayan Hak yolcularının üzerindedir Biraz gayretle tefekkür edip anlayabilenlere ne mutlu! Bir defasında şöyle buyurmuştur: “Hallac-ı Mansur, yanıldı Ne var ki, zamanında elinden tutacak kimse çıkmadı Bana gelince, her yolda kalanı sırtıma alanım Arkadaşlarım, müridlerim, sevenlerim, ta kıyamete kadar, ne zaman darda kalsalar, ellerinden tutacağım Her ne niyetle olursa olsun ismimizi anan ve kapımıza gelen herkese yardım elimiz uzanır Ey şurada duran! Atım hızla yol alır Mızrağım mutlaka hedefe isabet eder Kılıcım kından çıktı, hem de keskindir Her an seni korumaktayım, ama sen gafilsin; anlayamazsın” Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Hazretleri hem maddi ilimlerde hem de manevi ilimlerde devrinin tek otoritesi idi O alimdi, pirlerin piriydi, kaynağını Habib-i Kibriya’nın o sonsuz deryasından alıyordu Bilgi yönünden herkes O’na muhtaçtı Soruyorlardı da, soruyorlardı O da durmadan, dinlenmeden cevap veriyordu da cevap veriyordu İnsanlara, istedikleri her neyse, Rahman’ın bitmez tükenmez Hazinesinden dağıtıyordu “Dünyayı ne yapmalı? Dünyalığı neylemeli?” diye soranlara “O’nu kalbinden çıkar, eline al Böyle yap, artık dünyanın ve dünyalığın sana zararı olmaz,” diye cevap verirdi Bazan da, malın-mülkün su gibi olduğunu, gemi gibi üzerine binene yol aldıracağını, içine alanı ise helak edip batıracağını söylerdi O, manevi bakımdan eşi bulunmaz bir hazine olduğu gibi, maddi bakımdan da insanların en zengini idi Fakat onun zenginliği hep fakirlerin, muhtaç ve yetimlerin yaralarını sarıyordu Çünkü O, aynı zamanda insanların en cömertiydi Üzerine hiç sinek konmamasının nedenini soran talebelerine şöyle demişti: “Evlatlar, sinek, bal ve pekmez neredeyse oraya üşüşür Benim üzerimde ne dünya pekmezi, ne de ahiret balının işareti vardır İşte bunun için üstümde sinek durmaz” Bir keresinde kendisinden ihsan umarak gelen, doğduğu köyde çobanlık yapan bir çocukluk arkadaşını, en güzel biçimde misafir ettikten sonra, giderken de ona en iyi cinsinden bir kısrak ve yüz altın vermesi üzerine, arkadaşı Abdülkadir Geylani Hazretlerine kendini tutamayıp: “Ya Abdülkadir! Bu koyunlar, bu çobanlık bana çoktur Şu sarayın, köşkler, dünya ve yıldızlar da sana azdır,” diyerek O’nun cömertliği ve inceliği karşısında hayranlığını dile getirmiştir Bir keresinde de Onun debdebe ve saltanatını kıskanan bir yahudinin gelip, “Ya Gavs, sizin peygamberiniz ‘Dünya müminin cehennemi, inanmayanın ise cennetidir’ diye buyurmuşken, bir senin şu ihtişamına bak, bir de benim şu sefil ve fakir halime bak Bunu nasıl izah edersin?” demesi üzerine atından inip adama sağ kolundan cübbesinin yenine bakmasını söylemiştir Adam orda Geylani’nin cennetteki durumunu görüp hayranlık ve hayret içinde kalmış ve şimdi Geylani Hazretlerinin cennete nisbetle cehennemde olduğunu söylemiştir Abdülkadir Geylani Hazretlerinin sol kolundan bakan adam orda da cehennemdeki kendi durumunu görmüş, korku ve dehşet içinde kalarak dünyanın cehennemdeki yere nisbetle kendisi için bir cennet olduğunu itiraf etmiş ve pişmanlık içerisinde tövbe ederek Hz Pir’in huzurunda müslüman olmuştur O’nun daha pek çok tasavvufi kerametleri anlatılagelmiştir Şeytanın bir cihetten seslenip üzerinden şeriatın kalktığını söylemesi üzerine ilahi ilmi vukufiyetiyle bunu sezip “sus, ey melun” diye cevap vermesi; bir ölüyü mezardan Hz İsa Peygamber gibi “Allah’ın izniyle kalk,” diyerek diriltmesi; hizmetinde bulunan bir aşçıyı, birkaç saniye içinde aslında o aşçıya 12 sene gibi gelmesine rağmen tayy-ı zamanla imtihan etmesi; saldırıya uğrayan bir hanımın onun ismini anarak ondan yardım dilemesi üzerine elindeki asayı mescidinden atarak saldırganı uzaklaştırması onun sayısız kerametlerinden sadece birkaçıdır Maddi ve manevi ilimlerdeki derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin esaslarını yeniden dirilttiği için kendine “dinin dirilticisi” anlamında “Muhyiddin” denmiş, O da bu ismi Endülüs’te dünyaya gelen ve “Şeyhül Ekber” namıyla ün salan manevi evladı İbni Arabi’ye vermiştir Manen aldığı selahiyet ve emirle birgün Bağdat’ta zamanın kutbu (sahibüzzaman) olduğunu ve ayaklarının bütün evliyanın boynu üzerine olduğunu ilan etmiş ve bütün evliya da onun bu sözünü tasdik etmişlerdir O’nun bu üstün halini, makamını ve mertebesini anlayan, bilen ve tasdik eden ve Seyyid Abdülkadir Geylani’den 150 yıl sonra dünyaya gelen Şah-ı Nakşıbend Efendimiz “Bütün evliyanın boynu üzerine olan Geylani’nin ayağı benim gözümün nuru üzerine olsun,” diyerek mukabele etmiştir Rivayete göre, birgün uzun bir süre hiç hareketsiz durduğunu gören ve bunun nedenini soran talebelerine Geylani Hazretleri, “Velayet kokusu Buhara’dan geliyor,” demiştir Bahaüddin bin Muhammed El-Buhari Hazretleri Hacca giderken Hz Pir’in türbesini ziyaret etmiş; bu sırada manevi bir halle, Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin elinin kalbine nakşedildiğini ve kabz halinin çözüldüğünü gördüğünden kendisine “Şah-ı Nakşibend” lakabı takılmıştır Geylani’nin feyz ve himmetinden istifade ederek ona olan minnettarlığını, muhabbetini izhar eden Şah-ı Nakşibend Efendimiz, bu hususu şu müstesna şiirinde dile getirir: Her iki alemin sultanı Şah Abdülkadir Evladı Ademin hakanı Şah Abdülkadir, Arşın, Kürsi’nin, Kalem’in ayı hem güneşi, En büyük nurdan bir kalb nuru Şah Abdülkadir Bu şiir mana büyüklerinin birbirini nasıl anladıklarını, birbirlerine nasıl muhabbet ettiklerini, nasıl yardımlaştıklarını ve manen nasıl tevhid sancağının taşıyıcıları olduğunu gösteren bir ibret tablosudur Bu tablo bize bu büyüklerin ardından yürüyenlerin, birbirlerini nasıl anlayıp muamele edecekleri hususunda bir anahtar hüviyetindedir Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri oğluna şöyle vasiyet etmiştir: “Tasavvuf öyle bir haldir ki, o hale kimsenin laf ile varması mümkün değildir Onun için bir fakire rastlarsan ilmine dayanarak onunla münakaşa etme, itirazda bulunma Gönlünü almaya bak Şunu iyi bil ki, tasavvuf sekiz hal üzeredir: 1 Merhamet ve şefkat, 2 Doğruluk, 3 Sadakat, 4 Cömertlik, 5Sabretmek, 6 Sır tutmak, 7 Fakirliğini ve acizliğini bilmek, 8 Rabbine şükretmek” Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne hayranlıklarını ve minnettarlıklarını anlata anlata bitiremeyen Hak aşıklarından birkaç mısra şöyledir: Yunus der ki: Seyyah olup şol alemi ararsan Abdülkadir gibi sultan bulunmaz Ceddi Muhammeddir, eğer sorarsan Abdülkadir gibi sultan bulunmaz Hak yeri yaratıp göğü düzeli Hoş nazar eylemiş ona ezeli Evliyalar serçeşmesi, mana güzeli Abdülkadir gibi sultan bulunmaz O zamandan bu yana asırlar asırları kovalamış, ama Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerinin güneşi hep aynı kalmıştır O güneş ki, hala ötelerin ötesine ulaştıracak engin ufuklar çiziyor O, Ebu Muhammed, Kutbu’r Rabbani, insanların ve cinlerin rehberi olan Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani’dir Tam sekiz asırdan fazladır insanların sığınağı, darda kalmışların yardımına yetişici olmaya devam etmiştir O batmayan güneştir Menkıbe ve kerametleri sayılamayacak kadar çoktur Hiçbir velide ondaki kadar çok keramet görülmemiştir O, Gavsül Azam’dır; O’na bu ismi Cenabı Hak ihsan etmiştir Adetleri yırtacak ve akılları donduracak kadar halleri ve keşifleri olmuştur O, zikri daim, fikri çok, kalbi yumuşak, yüzü mütebessim, ruhu ince, eli açık, ilmi umman, ahlâkı üstün ve soyu temiz bir Zat-ı Şeriftir O ve onun yolunun nurdan halkaları, ömür denilen sermayeyi en güzel şekilde yaşayarak bu yüksek makamlara hak kazanmışlardır Onlar ehli sünnet üzere doğru bir itikat, sabır, gayret, doğruluk, güzel ahlâk, ihlas ve diğer pek üstün meziyetlerle kulluk makamının en üstün noktalarına ulaşmışlardır Onları anlamak ancak onların gittiği nurlu yolun yolcusu olmakla, yani İslamiyet’i yaşamakla mümkündür Onu sevmek saadet tacı, onun ahlâkıyla ahlâklanmak sonsuz kurtuluş ilacıdır Çünkü O’nun namı: Hazreti Pir Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahu Sırrahul Aziz ve Hakim’dir |
|