Tasdik Ve İnkar Bakimindan İnsanlar |
08-05-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tasdik Ve İnkar Bakimindan İnsanlarTASDİK ve İNKAR BAKIMINDAN İNSANLAR İnsanlar tasdik ve inkar açısından üç grupta incelenebilirler a) Mümin 'a, Hz Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir Müminler ahirette cennete girecekler, orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır Günahkar müminler, suçları ölçüsünde ahirette cezalandırılsalar da sonunda cennete sokulacaklardır Müminlerin ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok ayet vardır b) Kafir İslam dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz Peygamber'in yüce 'tan getirdiği kesin olan ve tevatür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarürat-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkar eden kimseye kafir denir Mesela namazın farz, şarabın haram oluşunu inkar eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kafirdir Kafir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir Gerçek ve doğru inancı örttüğü, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kafir denmiştir Bir insan kafir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır Bu konudaki ayetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: "(Ayetlerimizi) inkar etmiş ve kafir olarak ölmüş olanlara gelince, işte 'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir Onlar ebediyen o lanet içinde kalırlar Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (el-Bakara 2/161-162) c) Münafık 'ın birliğini, Hz Muhammed'in peygamberliğini ve onun, 'tan getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir Münafıkların içi başka dışı başkadır Sözü özüne uygun değildir Bir ayette şöyle buyurulur: "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ''a ve ahiret gününe inandık' derler" (el-Bakara 2/8) Münafıkların gerçekte kafir oldukları bir başka ayette şöyle ifade edilir; "Onların yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkar etmeleridir Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münafıkün 63/3) Münafıklar İslam toplumu için açık kafirden daha tehlikelidirler Çünkü onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir; içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara önemli görevler vermezdi Hz Peygamber'den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık, dünyada müslüman gibi işlem görür Onun cezası ahirete kalmıştır Bir ayette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur: "Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel) Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisa 4/145) - İslâm dîninin inanılması farz olan temel hükümlerine tereddütsüz inanıp tasdik eden kimseye mü'min denir - Âmentü'de yer alan îmanî esaslardan veya 'ın uyulmasını farz kıldığı emir ve yasaklarından herhangi birine inanmayan kimseye kâfir denir - Dışa karşı inanmış görünüp de kalbinden inkâr eden kimseye münâfık denir İmânın Mahiyeti Nedir? İmân, mâhiyet itibariyle, 'ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır onu dilediği kullarına nasib eder Ne var ki bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez Bil'akis, insan önce kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir Bu sebeble İslâm büyükleri îmanı, "Cenâb-ı Hakk'ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir nûrdur" diye tarif etmişlerdir İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur? Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye ayırmışlardır: 1- Taklidî îman, 2- Tahkikî îman Taklidî îman: Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şübhe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir: Tahkikî îman ise: İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç kısma ayırmışlardır: 1 - İlme'l-yakîn mertebesi: İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır 2 - Ayne'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir 3 - Hakka'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir? Yukarıda belirttiğimiz gibi bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta ve o şübheler karşısında sarsılıp yıkılmaya mâruz bulunmaktadır Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir: "İnsanlar her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır Fakat bu ihtiyaç, zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır Eskiden atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek hâlinde "taklidî" bir îman ile rahatça yaşıyorlardı Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin ediyordu Bugün durum tamamıyle değişmiştir Din duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini, küstahca bir saygısızlık almıştır Bugün aile daralmış ve bağları gevşemiştir Aile yükü sırf karı-kocanın omuzlarına çökmüş, ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında çocuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda ocakları hâlini almıştır İnatçı münkirlerin tezyif ve temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık basit bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur Din nedir? İlim ile münasebeti nedir? İlim karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır" Gerçekten de, bugün verilecek bir din bilgisinin ve îman dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl ve mantığa îmanî mes'eleleri kabûl ettiren tahkikî bir muhtevâda olması şarttır Yoksa, basit bir din dersi, görenek hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını - özellikle de gençlerini - tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır |
|