Halifeliğin Kaldırılması... |
08-02-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Halifeliğin Kaldırılması...3 Mart, hilafetin kaldırılışının yıldönümüydü (1934) Aynı tarihte Diyanet Teşkilâtı kurulmuş, ayrıca da “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” (eğitimin birleştirilmesi) kabul edilmişti alifeliğin kaldırılması[/url]Yoğun seyahatlerimizden fırsat bulup konuyu günü gününe gündeme getiremedik Ne var ki; bazı konuların günü hiç geçmez, hilafet meselesi de böyle konulardan biridir Hemen ifade etmeliyim ki; yakın tarihimiz, salt ihtiyaçların değil, öfkelerin de belirleyici olduğu bir dönemdir Aradan geçen bunca seneye rağmen, aynı döneme ilişkin öfkeler dinmiş değildir “Taraflar” ve “taraftarlar” oluşmuş, tarihin üzerinden büyük bir kavga başlatılmıştır Tarih âdeta siyasetin boks ringine çevrilmiştir Tabiî tarih ilmi açısından bu tür kavgaların zerre kadar önemi yoktur Tarih ilmi açısından önemli olan, sadece doğru tespitlerin ışığında tarihi gerçeklerle buluşulmasıdır Maalesef Türkiye’nin siyasi şartları buna hâlâ izin vermiyor Tarih hâlâ spekülâtif amaçlarla kullanılıyor Ve yakın tarihe hâlâ öfkeler hükmediyor! Böyle bir ortamda, sağlıklı analizler yapıp, doğru sonuçlara ulaşmak, neredeyse imkânsızlaşıyor O kadar ki; birinci elden anlatımlara bile ulaşamıyorsunuz Halife Abdülmecid’in bizzat kaleme aldığı 12 ciltlik “Hâtıralar” isimli kitabı ülkemizde yayınlanabilmiş olsaydı, eminim tarihimizin alacakaranlık kuşağında kalmış bir bölümü hakkında, bilmediğimiz pek çok şeyi öğrenme şansımız olabilirdi Aslında, tarihi “doğru” yapmak bakımından son derece talihli, ancak doğru “yazmak” ve doğru kaynaklardan öğrenmek açısından çok talihsiz bir milletiz! Mesela İstiklal Savaşımızı, savaşın dört önderinden (Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir) iki önderin (Mustafa Kemal ve İsmet İnönü) gözüyle gördük, onların anlatımlarından öğrendik, diğer ikisinin (Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir) gözünden de görme şansını bir türlü yakalayamadık Ne hikmetse Mareşal Fevzi Çakmak ölümüne kadar sustu, Kâzım Karabekir Paşa ise anılarını kaleme aldı; ancak yıllar boyu kimse yayınlama cesareti gösteremedi Yayınlanan bölümleri ise yasaklandı Sonra sansürlenerek tekrar yayınlandı Kâzım Karabekir Paşa’nın hatıraları, acaba hangi mecburiyetlerden dolayı son derece incitici, yorucu ve düşündürücü bir sansüre tabi tutulmuş olabilir? Dediğim gibi: tarihi “doğru” yapmak bakımından son derece talihli; ancak doğru “yazmak” ve doğru kaynaklardan öğrenmek açısından çok talihsiz bir milletiz! Hele de yakın tarih! Yakın tarih, tam bir mayın tarlasıdır! Öyle ki; yakın tarihin bazı şahitleri sürekli konuşup yazarken, bazıları sus pus durumdadır! Sus pus olanlara, Atatürk’ün resmi eşi Lâtife Hanım da dâhildir Tıpkı Kâzım Karabekir Paşa gibi, o da Atatürk’le ve Atatürk’ün arkadaşlarıyla yaşadıklarını, “Belki bir gün yayınlanır” umuduyla, günü gününe kaydetmişti Ne var ki; önce 25 yıl, 25 yıl dolunca da sonsuza kadar yayınlanması yasaklandı Lâtife Hanım’ın anılarını çelik kasalara koyup kilit üstüne kilit vurdular! Milletin “öğrenme hakkı” gaspedildi “Hilâfet” meselesi de “yasak”larla iç içe bir konudur Tarihçi, bu konuda da alacakaranlık kuşağında el yordamıyla yürümek zorunda kalıyor Şimdi gelelim hilâfetin kaldırılma serüvenine… Önce, Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Dr Rıza Nur ve Hüseyin Avni tarafından verilen kanun teklifine uygun olarak 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı Hemen ardından Sultan Mehmed Vahideddin bir İngiliz savaş gemisiyle ülkeden ayrıldı Padişah’ın bu şekilde vatandan ayrılması, TBMM’de tartışma konusu oldu Nihayet, Konya Meb’usu (milletvekili) ve Şer’iye Vekili Vehbi Efendi hilâfet makamı boşaldığından yeni bir halife seçilmesi gereğini gündeme getirdi Bu yönde hazırladığı fetva okunarak oya sunuldu ve kabul edildi Fetvanın kabulü üzerine 162 üyenin katıldığı oturumda yeni halife seçimi yapıldı, muhtelif adaylar için oy verildi; dört üyenin çekimser kaldığı bu oylamada adaylardan Abdülmecid Efendi 148 oy alarak halife seçildi Seçim sonucu, Atatürk tarafından yeni halifeye iletildi Aynı zamanda Akşam gazetesine verdiği demeçte, Atatürk, “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamanlardır Ne Acemler, ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar Biz halifeyi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık Halifeye saygımız vardır” dedi Bütün bunlar dindar milletvekillerinin ekseriyette bulunduğu, İstiklâl Savaşı’nı kazanan Birinci Meclis döneminde oluyordu İstiklal Savaşı’nı zafere götüren iradeyi temsil eden Birinci Meclis dağılıp, yerini 2 Ağustos 1923 tarihi itibariyle İkinci Meclis alınca, durumlar farklılaştı: Saltanattan sonra hilafetin de kaldırılacağı konuşulmaya başlandı Bu konuda devrin süper devleti İngiltere’nin çok büyük baskıları vardı Çünkü İngiltere, İslâm dünyasını (özellikle Ortadoğu petrollerini) kontrol etmek istiyordu Halifenin varlığı buna engeldi Bunun için, İngiltere açısından halifelik müessesesinin bertaraf edilmesi gerekiyordu Bir sabah Vatan gazetesine bakanlar gözlerine inanamadılar: 60 milletvekilinin hilafetin kaldırılmasına ve hanedanın memleketten çıkarılmasına taraftar olduğunu yazıyordu Buna ilişkin kanun teklifi Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşının imzasıyla Büyük Millet Meclisi’ne geldi: Hilafetin kaldırılması teklifinin başında bir “şeyh”in imzasının bulunması da dikkat çekiciydi Meclis’in 1 Mart 1924 tarihli açılış toplantısında konuşan Mustafa Kemal Paşa, “Millet, Cumhuriyet'in şimdi ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedi olarak masun (dokunulmaz) bulundurulmasını istemektedir Türk milleti üzerinde kâbus bulundurulamaz” demek suretiyle hilafete karşı tavrını netleştirdi… Oysa daha önceki konuşmaları hilafetin üzerinde titrediğini düşündürüyordu Hilafetin kaldırılmasına ilişkin oturum sadece 35 saat sürdü… 35 saat içinde 1300 yıllık müesseseye son verildi İkinci Meclis, 3 Mart 1924 tarihinde, “hilâfet” işlevini üstlenerek (hilâfet müessesesi, hâlâ Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi şahsında mündemiçtir) “ilga” etti (kaldırdı) Son Halife Abdülmecid Efendi görevden alındı Hz Ebubekir’den itibaren 102 halife idi “İlk Halife”nin hilafeti 2 sene 3 ay, “Son Halife”nin hilafeti ise 1 sene 3 ay sürmüşü Halife Abdülmecid, 4 Mart sabahı yakınları ile birlikte Çatalca’ya götürülerek trenle sınırdışı edildi Malvarlığı hazineye aktarıldı Yavuz Bahadıroğlu - Vakit |
Halifeliğin Kaldırılması... |
08-02-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Halifeliğin Kaldırılması...Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır (M Kemal) Evet, doğru söze ne denir? Tarihimiz cidden insanı şaşırtacak bir mahiyet almış durumda Tarihte usulden habersiz kitleler, her yazılanı kabul ediyor Günümüz metodolojisinden usul hakkında bir kaç maddeyle bakalım Halbuki hatıralar değerlendirilirken, karşılaştırmalar yapılmalı Siyasi vb baskılardan, kaygılardan uzak ortam ve zamanda yazılmalıdır Tüm belgeler ele alındıktan sonra, kuvvetli deliller ve mantık nazarından bakılacak sonra yazılacak Muhakeme Örneği: “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamanlardır Ne Acemler, ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla tanımadılar Biz halifeyi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık Halifeye saygımız vardır” sözünü ele alıp değerlendirelim Endenozya gibi uzak bir diyarda dahi halife adına hutbe okunduğunu biliyoruz Hindistan (şimdi Pakistan) 'da toplanan yardımlar ve ateşin konuşmalardan da haberdarız Cezayir de bakış açısı Günümüzde dahi Filistin meselesinde Arap halklarının bakışı belli Acaba Şerif Hüseyin gibi münferit olaylar yukarıdaki hükmün verilmesi için yeterli midir? Takiyye mesleğine ise değinmeyeceğim bile Herneyse Hiçbir yalan sonsuza kadar saklanamaz |
Halifeliğin Kaldırılması... |
08-02-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Halifeliğin Kaldırılması...iletiyi okuyunca geçen sene okudğum Mustafa Armağan'ın Zaman'da bir yazısı aklıma geldimeseleyle ince ilintileri olduğu için eklemek istedim Meclis 1924’te cumhurbaşkanının yetkilerini nasıl kısıtlamıştı? “Bu kitap bir paçavradır efendiler” TBMM’nin 1 Aralık 1921 günkü oturumundan aldığım bu hiddetli ve şiddetli cümlenin sahibini ve hangi kitaptan söz ettiğini merak ettiniz mi? “Paçavra” olduğundan bahsedilen kitap, Anayasa’dır Konuşan da, biraz sonra “Taklit ile, tebdil ile kanun olamaz” sözlerini Meclis kürsüsünden şimşek gibi çaktıracak olan Mustafa Kemal Paşa’dır İyi de daha 13 yıl önce şimdi “paçavra” diye çöpe atılmaya hazırlanan bu kanun uğruna savaşılmamış mıydı? Kanun-i Esasi istiyoruz, hürriyet istiyoruz diyerek uğrunda yollara düşülen, dağlara çıkılan, Selanik’ten İstanbul’a yürünülen günler ne çabuk unutulmuştu? Türkiye 1982’den beri yeni anayasasını arıyor Beğenen de yok, değiştirmek istemeyen de Gelin görün ki, en beğenmeyenler dahi siyasî kudret kendi ellerinde olmayınca değiştirmeye zinhar yanaşmıyor Yıllar yılı ‘Bu askerî anayasa çağdaş Türkiye’ye yakışmıyor’ diye mikrofonları inletenler, bugün nasıl yılana sarılmış kazazedelere benziyor, ibretle gözlemliyorsunuz 1921 Anayasası bağımsızlık savaşı veren bir Meclis’in düzenlediği kısmî bir anayasadır Hukukçularca tam anayasa sayılmıyor 23 maddelik kısa ve özet bir anayasa ile bir devleti idare etmek mümkün olmadığı şuradan belli ki, 1876 Anayasası da yürürlükteydi ve bir sorun çıktığında kendisine başvuruluyordu TC tarihindeki tek ‘sivil’ anayasanın 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olduğunu söyleyebiliriz Her ne kadar Meclis artık o efsanevî birinci Meclis değilse de, onurunu koruma konusunda son derece hassas, millî iradeyi başka organ veya kişilere kaptırmamaya müthiş derecede kararlı bir Meclis’ti Yer: TBMM Tarih: 9 Mart 1924, günlerden Pazar (Zira o tarihte Pazar henüz tatil günü değildi) Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu yeni çıkarılmıştır Sıra yeni anayasayı görüşmeye gelmiştir Mustafa Kemal Paşa’nın 2,5 yıl önce “milletimizin vicdanından” fışkırdığını söylediği 1921 Anayasası çöplüğü boylamak üzeredir İşin garibi, yeni Anayasamız, diğer kanunlar gibi Batı’dan alınmış, Fransa ve Polonya anayasaları ‘taklit’ ve ‘tebdil’ edilerek hazırlanmıştır! Meclis’te asıl kıyamet, sıra cumhurbaşkanına tanınan olağanüstü yetkilere gelince kopmuştur Tasarıya göre cumhurbaşkanı yürütmenin başı olacak, istediği zaman Meclis’e ve bakanlar kuruluna başkanlık edecek, Meclis’i fesih, yani dağıtma ve yeniden seçime götürme hakkı olacak, kanunları geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde veto edebilecek ve nihayet başkomutanlık uhdesinde bulunacaktır Fakat asıl önemlisi, Meclis’in bu olağanüstü yetkiler karşısındaki tepkisi ve haklarını koruma konusundaki kıskançlığıdır Daha sonra Adalet Bakanı olacak Mahmut Esat [Bozkurt], bir kralın bile sahip olmadığı fesih hakkını cumhurbaşkanına vermenin nerede görüldüğünü söyleyerek itiraz eder “Hem “Hakimiyet kayıtsız şartsız millete aittir” diyoruz, der, “hem de Meclis, kendi içinden seçtiği cumhurbaşkanına, kabinenin onayını alarak Meclis’i feshetme yetkisini veriyor Rica ederim, anayasaların tarihinde bundan büyük “darbe” görülmemiştir Türk milleti hiçbir zaman ve hiçbir surette bu hakkını feda edemez” Doğrusu Meclis’e karşı bir “darbe”nin ayak seslerini iyi teşhis etmiştir Bu gerçekten de sert konuşmayı başkaları takip edecektir Dersim Milletvekili Feridun Fikri [Düşünsel]’e göre, başlangıçta padişahın Meclis’i feshetme yetkisi vardı ancak sonra bu hak sınırlandırılmıştı Şimdi (Atatürk’ün 2,5 yıl önce ‘paçavra’ dediği) 1876 Anayasası’nda padişaha tanınan haklara geri dönülmektedir “Öyleyse daha birkaç gün önce Halifeyi niye gönderdik? Meclis’in mutlak iradesini göstermek için değil mi? O zaman dünya huzurunda Halifeyi neden gönderdiğimiz açıklayamaz duruma düşmez miyiz?” dediği kayıtlıdır tutanaklarda Ardından, İzmir Suikasti davasında asılan Halis Turgut çıkar kürsüye ve şunu söyler: “Eğer bu Meclis bu milletin temsilcisiyse ve millet de egemense bu egemenliğin üstüne hiçbir şey çıkamaz” Üstelik cumhurbaşkanına fesih yetkisini vermek, “yıktığımız bir kaynağa”, yani 1876 Anayasası’na geri dönmek anlamına gelecektir Neredeyse konuşan bütün milletvekilleri tasarıyı “irticacı” bulmaktadır Bir hafta sonra, 16 Mart günü bu defa Şükrü Saracoğlu’ndadır söz O da Meclis’in egemenliğini kısıtlayacak maddeler aleyhine konuşur ve ekler: Veto ve seçimin yenilenmesi hakkını ‘bir veya birkaç başa vermek’ irtica, yani geriye dönüş olacaktır Meclis’in neredeyse tek bir blok halinde iradesine sahip çıkması, fesih ve veto gibi haklarını cumhurbaşkanına devretmek istememesi karşısında harekete geçen Mustafa Kemal, 21 Mart gecesi Çankaya’da bir zirve düzenler Toplantıya İsmet İnönü ve Recep Peker’in yanında Mahmut Esat ve Şükrü Saracoğlu da çağrılmıştır ve besbelli ki, bir “ikna” toplantısıdır Ancak milletvekilleri bir türlü ikna edilemez Karşılarında Gazi de olsa Meclis’in üstünlüğünü korumaya kararlıdırlar Nitekim toplantı sonuç alınamadan dağılır; iki gün sonraki oturumda eleştiriler bütün hızıyla devam eder Sonuçta cumhurbaşkanına fesih hakkı veren madde anayasadan çıkarılır Veto hakkı verilmesine ilişkin kanun, muhalefetin itirazları üzerine Mustafa Kemal tarafından geri çektirilir ve bugün de geçerli olan ‘bir daha görüşülmek üzere Meclis’e geri gönderir’ şekline dönüştürülür Bu durumda Meclis aynen kabul ederse cumhurbaşkanına onaylamak düşecektir TBMM’nin başkomutanlık hakkını da kıskançlıkla koruduğunu görüyoruz Yine tasarıda cumhurbaşkanının onayladığı bir hükümetin Meclis’e ‘sunulması’ yeterli görülüyordu Ancak Meclis, kendisinden güvenoyu alınması şartını getirmişti Üstelik cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldan 4 yıla indirilmişti 20 Nisan 1924 günü yapılan oylamayla 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan anayasa kabul edilecekti Bu anayasada değiştirilmesi teklif edilemeyecek tek bir madde vardı, o da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” şeklindeki 1 maddeydi Bir darbe önlenmiştir, ama şimdilik 1926’da Musul’un Irak’a bırakılmasını, milletvekillerinin yarısı oylamaya katılmayarak protesto etmişlerdi Ancak o kadarını becerebilmişlerdi Zira 1924’ten sonra köprülerin altından çok sular akmıştı 11 Mayıs 2008, Pazar |
|