İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’CâzıİLMÎ İ’CÂZI Kur’ân-ı Kerîm’de ilmî terakkî ve keşiflere ışık tutan pek çok âyet-i kerîme bulunmaktadır Bunlar da Kur’ân’ın istikbâle âit bir i’câzıdır Yani Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önde gidiyor, ilim ise ardından geliyor Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in esas gâyesi, tevhîdi kalplere yerleştirip insanlara hidâyet rehberi olmaktır Nitekim ele aldığı bütün mevzûları bu aslî gâyeye mebnî olarak takdîm eder Bununla birlikte, tabiî ilimlerin sahasına giren konularda insanlara bir ibret olarak verdiği bilgiler de tamâmıyla hakîkate mutâbıktır Bu, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devâm edecek ayrı bir i’câzıdır Kur’ân-ı Kerîm’in ihtişâmını, yeniden ispat etmektedir Nitekim sürekli artarak devâm eden ilmî gelişmeler, bu bilgileri devamlı te’yîd ve tasdik etmektedir Misâl kabîlinden şunları zikredebiliriz: 1 Biyoloji a İnsanın Yaratılışı İnsanın üremesi ve embriyonun teşekkülü husûsunda Kur’ân-ı Kerîm, modern ilmin henüz yeni keşfedebildiği birtakım orijinal bilgiler vermektedir Bunlar, özellikle Hac Sûresi’nin 5 ve Mü’minûn Sûresi’nin 11-13 âyetlerinde tafsîlâtlı bir şekilde anlatılır: “Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları belli belirsiz canlı bir çiğnem et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki, size (kudretimizi) gösterelim! Biz dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz) İçinizden kimi vefât eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hâle gelsin! Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir hâlde görürsün; fakat Biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir” (el-Hacc, 5) “Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık Peşinden alekayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir çiğnem eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik Yapıp-yaratanların en güzeli Allah pek yücedir” (el-Mü’minûn, 12-14) İnsanın rûhânî yapısı, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olabilecek bir istîdat ve kâbiliyette yaratılmıştır Diğer taraftan fizikî yapısı da yüce Allâh’ın muazzam ve muhteşem bir sanat hârikasıdır Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, bu muazzam sanatına dikkat çekmektedir Âyetin diğer bir hikmeti de, insanın şekilsizlikten en güzel bir şekle girmesidir Yaratılışla alâkalı âyetleri îzah sadedinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur: “Her birinizin yaratılış mayası, ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenip toplanır Sonra yine (kırk gün içinde) aleka hâline gelir Sonra yine öyle (bir kırk gün daha) et parçası (mudğa) hâlindedir Bundan sonra bir melek gönderilir (Melek, Allâh’ın emriyle) ona rûh üfler ve rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd (kötü veya iyi) olacağını yazar” (Buhârî, Kader, 1; Müslim, Kader, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16/4708) Bebeğin ana rahminde geçirdiği ilk kırk gün, hadîs-i şerîfte nutfe safhası olarak ifâde edilmiştir Bu zamana kadar, pek çok uzvun ilk emâreleri belirdiğinden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu “derlenip toplanır” tâbiri, hakîkatle tam bir uygunluk arz etmektedir [color="YellowGreen"]Kırk ile sekseninci günler arası aleka safhası, seksen ile yüz yirminci günler de ceninin mudğa dönemidir Yüz yirminci günde, yâni aşılanmadan sonraki dördüncü ayın başında, yavruya bir melek gönderilerek rûh üflenecektir [color="YellowGreen"]Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfin verdiği bu bilgilerle, modern biyolojinin bu husustaki tespitleri karşılaştırıldığında, aralarında tam bir mutâbakat müşâhede edilir Hâlbuki Kur’ân’ın verdiği bu bilgiler, on dokuzuncu asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde mâlûm değildi O, insanın üremesiyle alâkalı keşiflerdeki yüzyılların geçmesini gerektiren hakîkatleri, on dört asır önce sâde bir üslûpla ve net bir şekilde açıklamıştır Nitekim bu hakîkati öğrendiğinde Kur’ân’ı tasdîk eden gayr-i müslim embriyoloji uzmanları pek çoktur Bunlardan biri de Kanada’nın Toronto Üniversitesi’nde Embriyoloji profesörü olan Prof Dr Keith L Moore’dur Prof Dr Keith L Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde, insanın ana rahmindeki safhalarını îzâh ettikten sonra bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırıp, ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mütâbakat hâlinde olduğunu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misâl ve târiflerle tıp ilminin önünde gittiğini îtirâf eder Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yâ*ni bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu da ifâde eder Nutfe hâli olarak ifâde edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir Ceninin bütün hayat özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür Âdeta üzerinde diş izleri vardır Bu araştırmalar neticesinde Keith, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân hâli içinde tasdîk eder Kur’ân’dan öğrendiği bilgileri, Before We Are Born (Biz Doğmadan Önce) isimli kitabının ikinci baskısına ilâve eder Kendisine: “–Bu bilgilerin Kur’ân’da bulunmasını nasıl îzah edersin?” diye sorulunca: “–O Kur’ân, Allah tarafından indirilen vahiyden başka bir şey değildir”The Amazing Qur’an, s 34-39) cevâbını vermiştir (Gary Miller, Bu ve benzeri tasdikleri, Kur’ân-ı Kerîm mûcizevî olarak şöyle bildirmektedir: “(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabbinden Sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibâret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette görür ve bilirler!” (es-Sebe’, 6) Ayrıca Keith, verdiği bir konferansta da Kur’ân-ı Kerîm’in embriyoloji ile ilgili hakîkatleri karşısında şöyle bir îtirafta bulunur: “Kur’ân ve Sünnet’in getirdiği mûcizeler üzerinde size bir konferans takdîm ettiğim için çok mutluyum! Asrımızın ilim ve teknolojisinin daha yeni keşfettiği gerçeklerin, bundan 14 asır önce ümmî bir insan tarafından dile getirilmesi, beni büyük bir şaşkınlık ve hayrete düşürmüş, yaptığım bütün araştırmalar da, beni Kur’ân’ın şeksiz şüphesiz vahiy mahsûlü olduğu husûsunda kesin bir kanaate sevk etmiştir” Yaratılışla alâkalı olarak zikredilen âyet-i kerîmelere ilâveten insanın ana karnında oluşması esnâsındaki safhaların üç ayrı mekânda gerçekleştiği, Zümer Sûresi’nin 6 âyetinde şöyle bildirilir: “…(Allah) sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor…” Biyolojik açıdan bu üç karanlık bölgenin, embriyonun gelişirken birinden diğerine intikal ettiği üç bölge olduğu ifâde edilmektedir * Amerika’da anatomi ana bilim dalı başkanı Prof Dr Marshall Johnson’ı da Kur’ân’daki yaratılış safhaları hayrete düşürmüş ve “mudğa”nın ihtivâ ettiği hakîkatler son derece dikkatini çekmiştir: Bir çiğnemlik et… Tam dişlerin dizilişine göre şekillenmiş durumda Sanki çiğnenmiş bir etin üzerinde kalan diş izleri görüntüsü… Tamamı bir santimetre (âdeta bir lokma kadar) Mudğa’da insanın bütün husûsiyetleri mevcut Ancak kimi faal, kimisi henüz faâliyete geçmemiş! Tıp, bu durumu anlatabilecek bir tâbir bulamıyor Organlar iş yapıyor dese, yapmayanlar var; yapmıyor dese yapanlar var Oysa Kur’ân, bunu “belli belirsiz bir çiğnem et” diye tavsîf ederek onun bütün bilgilerini ihtivâ eden bir tâbirle düğümü 1400 küsûr sene evvelinden çözmüş bile… İşte Kur’ânî bilgileri önce peşînen reddedip sonra da tamâmen kabûl etmek zorunda kalan, hattâ bu arada birçok yeni hakîkatler de öğrenen Prof Dr Marshall, sonunda ısrarlı bir şekilde şöyle demekten kendini alamadı: “*–Evet, ilim ehline ışık tutan bu Kur’ân, Allah tarafından indirilmiştir Zamanı geldikçe onun hakîkatleri böyle tek tek açılacak ve ortaya çıkacaktır Allâh’ın buyurduğu: «(Sayısız hakîkatler meşheri olan Kur’ân’ın bildirdiği) her haberin (ve ulvî bilgilerin) tahakkuk edeceği bir zaman (ve mekân) vardır Yakında siz de gerçeği bileceksiniz!» (el-En’âm, 67) âyeti tecellî edecektir” * Müsbet ilim, 17 yüzyılda henüz mikroskop keşfedilmeden önce, spermin ana rahmine tam bir insan şeklinde geçtiğini müdâfaa ediyor, insanın safha safha yaratılışını bilmiyordu Bu görüş, 18 yüzyılda da devâm etti Hattâ 19 asrın yarısına kadar ilim adamları, insanın safha safha yaratıldığı hakîkatine ulaşamadılar Ancak son zamanlarda teknik imkânların iyice artması sebebiyle bu hususta yeterli araştırmaları yapabildiler ve nihâyet Kur’ân’ın 1400 sene evvel ifâde buyurduğu hakîkatin eşiğine varabildiler Buradan yola çıkarak denilebilir ki, bütün ilmî çalışmalar, doğru bir şekilde noktalandığında ve kâmilen nihâyete erdirildiğinde ortaya çıkan hakîkat, Kur’ân’ın tasdîkinden başka bir şey değildir Nasıl ki Kur’ân; “Güneş dönüyor” derken, bir zamanlar onun dönmediğini iddiâ eden ilim, bugün doğruyu tespit edip “Evet, Güneş dönüyormuş!” deme noktasına gelmişse, diğer bütün hakîkatlerde de imkânları ilerlediği nisbette aynı netîceye gelecektir Hakîkate îtibâr eden bütün insanlık Kur’ân-ı Kerîm’e râm olmaya mecbur kalacaktır İşte Kur’ân-ı Kerîm, gittikçe tekâmül eden biyolojik bir mûcize sırrı içinde henüz öğrenebildiğimiz bu ilmî hakîkatleri ve tanzîm-i ilâhîyi, hiçbir biyoloji gerçeğinin bilinmediği on dört asır öncesinden haber vermiştir Bu, Kur’ân’ın azamet ve ihtişâmını gösteren delillerden sadece biridir b Her Şey Sudan Yaratılmıştır Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur: “İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan meydana getirdik Hâlâ inanmıyorlar mı?” (el-Enbiyâ, 30) “Allah, her canlıyı sudan yarattı…” (en-Nûr, 45) Buradan, her canlı varlığın temel maddesi itibâriyle, sudan yaratıldığı mânâsı çıktığı kadar, her canlı varlığın kaynağında suyun bulunduğu mânâsı da çıkabilir Mümkün olan bu mânâların hepsi, ilmî gerçeklere tamamen uygun düşmektedir Hayat, sudan kaynaklandığı gibi, canlı her hücrenin ana unsuru da sudur Susuz hiçbir hayat mümkün değildir 14 asır evvel, insan vücûdunun büyük nisbette sudan ibâret olduğu söylenseydi, buna kimse inanmazdı Ancak, mikroskop îcâd edilip, sitoplâzmanın, yani hücrenin en küçük parçasının yüzde seksen nisbetinde sudan yaratılmış olduğu keşfedilince, yukarıdaki âyetler daha kolay anlaşılmaya başladı Âyette geçen “her canlı şey” ifâdesinin içine bitkiler ve ağaçlar da dâhildir Çünkü bunların hayâtı da suya bağlıdır Bunlardaki nem, tomurcuk ve meyveler, sudandır Yine bugünkü uzay araştırmalarının neticelerine göre, Dünyâ dışındaki hiçbir gezegende su buharı olmadığı için oralarda canlı varlık da yoktur Bu da suyun hayat ve canlılıkla ne kadar sıkı bir alâkasının bulunduğunu göstermektedir Bu açıklamalardan şu neticeye ulaşabiliriz ki, Enbiyâ Sûresi’*ndeki âyet, hayâtın ve canlılığın menşeinin su olduğunu, bütün canlı varlıkların ilk olarak sudan neş’et ettiğini açıklarken, Nûr Sûresi’ndeki âyet de akıllı-akılsız bütün canlıların[171] kendilerine has birer sudan (nutfeden) yaratıldıklarını ifâde etmektedir Bu açıklamalar ise günümüzdeki ilmî tespitlerle uyum hâlindedir Diyebiliriz ki, hayat su ile başlamış ve su ile devâm etmektedir Kim bilir belki de suyun yok olmasıyla her şey son bulacaktır Nitekim kıyâmet hâdiseleri anlatılırken: “Denizler ateşlendiği vakit” (et-Tekvîr, 6) buyrulmaktadır Denizlerin ne şekilde ateşleneceği bugün meçhuldür Ancak bu âyet-i kerîme bizlere, suyun terkibinde bulunan maddelerden hidrojenin yanıcı, oksijenin de yakıcı olduğunu hatırlatmaktadır İşte Cenâb-ı Hak, ikisi de tahrip edici olan bu maddelerden hayat veren bir terkip meydana getirmiştir Zamanı geldiğinde ise bu terkibin bozulacağı zannedilmektedir Verdiğimiz misallerde görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, hem nâzil olduğu devirdeki insanları tatmin etmiş, hem de ilmî keşiflerin hızla ilerlediği bir devirde yaşayan bugünkü insanları tatmin etmektedir c Sütün Teşekkülü Sütü oluşturan unsurların hayvan vücûdunda meydana geldiği yer hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgi, günümüzde ulaşılan ilmî netîcelere ayniyle uygundur Mevzû ile alâkalı âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Muhakkak ki, davarlarınızda da sizin alacağınız bir (ibret) ders(i) vardır: Onların (bedenlerinin) içinde bulunan ve bağırsak muhteviyâtıyla kan arasındaki birleşmeden çıkan ve onu içenlere içimi kolay olan saf bir sütü, Biz size içecek olarak veriyoruz” (en-Nahl, 66) Âyette geçen “bağırsak muhteviyâtı” ve “kan” ibârelerinin hakîkati, kimya ilminin ve sindirim fizyolojisinin elde ettiği ilerlemelerle günümüzde henüz yeni anlaşılabilmiştir Bu bilgiler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında müsbet ilim açısından tamamen meçhûl idi Bunlar, ancak yirmi birinci asrın eşiğinde bulunabilmiştir Kan dolaşımı ise, Harvey tarafından keşfedilmiş olup, Kur’ân’dan yaklaşık on asır sonraki bir zamana âittir Peygamber Efendimiz’in zamanında kanın, sindirilmiş gıdalardan ayrışmış besinleri süt salgı bezlerine taşıdığı, bu salgı bezlerinin de kendilerine ulaşan ham maddeleri işleyerek süt ürettiği bilinmemekteydi Zîrâ ihtisas gerektiren böyle bir bilginin, Kur’ân’ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı, son derece açıktır Bu bilgilere işâret eden bir âyet-i kerîmenin Kur’ân-ı Kerîm’de bulunması, bildirilmiş olduğu zaman hesâba katılacak olursa, hiçbir sûrette beşerî bir kaynakla îzâh edilemez d Anne Sütü Burada anne sütü ile alâkalı bir hakîkate de yer vermek isâbetli olacaktır Kur’ân-ı Kerîm’de: “Emzirmenin tamamlanmasını isteyen kimse için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler…” (el-Bakara, 233) “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye et*mişizdir Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur…” (Lokman, 14) buyrularak çocukların iki tam yıl emzirilmeleri tavsiye edilmiştir Bugün gelişen tıp ilmi de, annenin çocuğunu emzirmesinin, hem kendi sağlığı hem de bebeğin sağlığı açısından fevkalâde önemli olduğunu ispat etmiştir Anne sütü, ilâhî kudret akışları ile dolu bir mükemmellik arz eder Onda, çocuğun hayâtî ihtiyaç duyduğu vitaminler, hormonlar, koruyucu maddeler ve mikroplarla mücâdele eden enzimler; mânen de annenin karakterini çocukta teşekkül ettirecek unsurlar mevcuttur Anne sütünde, insanın beslenmesi açısından temel unsur olan protein, şeker, yağ, fosfor ve vitaminlerin tümü, bebeğin bünyesine uygun gelecek şekilde çok âhenkli bir nisbet ve ölçüde mevcuttur Bunlar ilâhî olarak tanzîm edilmiştir Anne sütünde, bebeği ilk altı ayda tüm mikrop ve hastalıklardan koruyan bağışıklık maddeleri vardır Bu ve diğer başka sebeplerle bebeğin özellikle ilk altı ayda sadece sütle beslenmesi, biyolojik bir zarûrettir Gelişen tıp ilmine göre de, emzirme süresi iki tam yıldır Çünkü karaciğerin kan yapması dolayısıyla çok yüklü oluşu ve diğer organların gelişim hâlinde olması sebebiyle anne sütüne olan mecbûrî ihtiyaç, iki yıl devâm etmektedir Ayrıca çocuğa âit gelişmenin en önemli safhasında da gerçek biyolojik maddelere olan ihtiyaç süresi iki yıldır Zîrâ tıp, bebeğin ilk iki yılda gerçekleştireceği gelişmenin en mühim devre olduğunu mutlak bir sûrette kabûl etmektedir Yine tıp, bebeğini 1-2 yıl emziren annelerde biyolojik bir yenilenmenin meydana geldiğini, bu sebeple onlarda göğüs kanserinin çok az görüldüğünü, çocuğuna süt vermeyen annelerin ise, sıhhat bakımından tehlike altında bulunduğunu ifâde etmektedir Bütün bu faydaların kâmil mânâda gerçekleşmesi için emzirmenin iki yıl olması îcâb eder ki, bu da büyük bir Kur’ân mûcizesidir Diğer taraftan Nisâ Sûresi’nin 23 âyetinde evlenilmesi haram olan kadınlar arasında “süt bacılar” da sayılmaktadır İslâm fıkhına göre, çocukluğun ilk iki yılı içerisinde vukû bulan emzirmelerle süt kardeşliği meydana gelir İki yıldan sonraki emzirmelerde bu kardeşlik mevzubahis değildir Demek ki, iki yıl sonra anne sütü, taşıdığı aslî özelliğini büyük ölçüde yitirmektedir Anne sütü, çocuğun rahimde meydana gelmesiyle oluşur Bir başka çocuk, iki seneye kadar bu sütten çok az bir şey dahî emse, süt kardeşliği tahakkuk eder Bu süt, çocuğun oluşmasıyla meydana geldiği için, onu emen diğer çocuğa da aynı karakter intikal eder Yani ortak vasıflara hâiz bir kardeşlik karakteri gerçekleşir Bu sebeple İslâm’da, zikri geçen âyet-i kerîme ile süt kardeşlerinin evlenmesi haram kılınmıştır Normal batın kardeşliği gibi süt kardeşliği de aynı mahremiyet ölçülerine tâbîdir Bu haram kılmanın, bilinen ve bugün için henüz meçhûl olan pek çok hikmetlerinin bulunduğu muhakkaktır e Kanın Haram Kılınması Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “kan”ın yenilmesini haram kılmıştır: “Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan, çokça esirgeyendir” (el-Bakara, 173 Ayrıca bkz el-Mâide, 3; en-Nahl, 115) İnsanlar, bu yasağın ehemmiyetinden gâfil bulunmaktaydılar Ancak, kan üzerinde yapılan tahliller, bu ilâhî nehyin insan sıhhati açısından ne kadar mühim olduğunu gösterdi Tespitlere göre kan, büyük miktarda idrar asidi (Urik Acid) ihtivâ etmektedir Bu da gıda olarak kullanıldığında, sıhhate zarar veren zehirli bir maddedir İslâm’ın, hayvan keserken tâbî olunmasını emrettiği husûsî şeklin sırrı da budur Yüce dînimiz, hayvanın cisminden bütün kanların çıkması için, onun belli bir usulle kesilmesini emreder (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 249) Tabiî ki, kanın haram kılınmasında başka sebep ve hikmetler de bulunabilir Zamanın ilerlemesiyle onlar da tespit edilip gün yüzüne çıkarılacaktır |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı2 Daktiloskopi Parmak izlerini inceleyen bu ilim dalı, parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak ucu iziyle yapılmaktadır Bu hakîkat, 19 asrın sonlarında keşfedilip kendisinden istifâde edilmeye başlanmıştır Oysa Kur’ân-ı Kerîm: “İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme, 3-4) buyurmak sûretiyle, parmak uçlarının bu hassâsiyetine asırlar öncesinden dikkat çekmiştir Hiçbir insanın yüz şekli diğerine benzemediği gibi, parmak uçlarındaki izler de tamâmen değişik desen ve şekillerde işlenmiştir Bu kadar küçük ve dar bir sahada böylesine hassas ve hârika nakışların işlenmesi, nihâyetsiz bir kudret ve ilim sahibi olan ve en büyüğünden en küçüğüne kadar her şeyi kolay bir şekilde yaratıp bütün mahlûkâtın üzerinde mükemmel bir intizam ve sanat icrâ eden yüce Zât’ın eseridir Kâinattaki ilâhî azamet tecellîlerine bakın ki, mevcûdât içinde maddî ve mânevî bakımdan ikiz bir varlık yoktur! Birgün birisi Hazret-i Ömer’in yanında: “–Şu satranca taaccüb ederim Satranç tahtasının uzunluk ve genişliği birer arşından ibâret iken, insan onun üzerinde milyon kere oyun oynasa, bir oynadığı mutlaka diğerinden farklı olur, hiçbir oyun diğerine benzemez!” dedi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- o zâta şunları söyledi: “–Bundan daha hayrete şâyân olanı vardır O da şudur ki, insanın uzunluk ve genişlik itibâriyle birer karıştan ibâret bulunan yüzünde kaşlar, gözler, burun, ağız gibi âzânın yerleri kat’iyyen değişmediği hâlde, şarkta ve garpta yüzleri birbirine tamâmen benzeyen iki kişi bulamazsın Şu ufacık bir deri parçasında bu haddi-hudûdu olmayan sonsuz farklılıkları gösteren Allâh’ın kudret ve hikmeti ne kadar büyüktür!” (Râzî, IV, 179-180, [el-Bakara, 164]) |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı4 Botanik “Ne yücedir o Allah ki, toprağın bitirdiklerinden, kendilerinden (insanlardan) ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri O yaratmıştır” (Yâsîn, 36) âyeti bütün varlıkların çift yaratıldığını; bunların bir kısmının şimdiye kadar bilindiğini, fakat bilinmeyen pek çoğunun da bulunduğunu haber vermektedir Nitekim günümüzde, gerek canlı âlemde gerek cansız âlemde, bir yandan son derece büyük (makro), öbür yandan son derece küçük (mikro) sistemlerde, ikili yapıların veya ikili fonksiyonların farkına varılmıştır Hâsılı Kur’ân’ın bildirdiği gerçeklerle günümüz ilmi arasında hiçbir uyuşmazlık bulunmamaktadır Hulâsa Cenâb-ı Hak, tekliği yalnız kendisine has kıldığı için, cemâdât, nebâtât, hayvanât, cin ve insan ne varsa hepsini çift halketmiştir Meselâ artı elektrik eksi elektriğe akar, ışık yanar; artı bulut eksi buluta akar, yağmur yağar Bu sünnetullâh ve ilâhî kânun, bütün mahlûkâta şâmildir Kur’ân-ı Kerîm, bitkilerin çift çift yaratıldıklarını bildirir “…Orada (yeryüzünde) bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur…” (er-Ra‘d, 3) âyeti bu husûsu açıklamaktadır Dolayısıyla bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek ve dişi çifti bulunmakta ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla meyveler meydana gelmektedir Yalnız bu döllenme ve aşılanma, rüzgârlar vâsıtasıyladır Henüz günümüzde ulaşılan bu hakîkati, Kur’ân-ı Kerîm, on dört asır önce şöyle haber verir: “Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık…” (el-Hicr, 22) Rüzgârlar bitkileri aşıladıkları gibi bulutları da aşılamaktadırlar Bu konularda günümüze kadar yapılan ilmî çalışmalarda şu neticelere ulaşılmıştır: Atmosferde tonlarca ağırlığa sahip olan devâsa yağmur bulutlarını sürükleyen rüzgâr, onların hava ile sürtünmesini temin ederek negatif ve pozitif elektrik yüküyle aşılanmalarına sebep olur Su buharından meydana gelen bulutları rüzgârlar birbirine çarpıştırır Bu çarpışmadan, bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur; şimşek meydana gelir Rüzgârlar bulutlara elektriği aşılar Aynı zamanda bulutları yükselterek, onların soğuyup yoğunlaşmasını ve içlerindeki su buharının yağışa dönüşmesini sağlar Zîrâ yağmurun yağması için bulutları meydana getiren su buharının soğuması gerekir Bu da, bulutların sıcak denizlerden yatay bir şekilde soğuk kara içlerine taşınması veya yukarılara yükselmesi ile mümkündür Diğer bir îzah şekli de şudur: Denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle hava kabarcıkları oluşmaktadır Bunlar rüzgârların karadan sürüklediği tozlarla karışarak atmosferin üst tabakalarına doğru havalanır Rüzgârların yükselttiği bu parçacıklar su buharı ile birleşir, su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşır Yani bulutların teşekkülü, rüzgârların, havada serbest şekilde bulunan su buharını, taşıdıkları parçacıklarla aşılamaları neticesinde olmaktadır Rüzgârın vazifesi burada bitmez Tonlarca ağırlığa sahip olan bulutların atmosferde Allâh’ın dilediği yere taşınması da rüzgâr sâyesinde gerçekleşir Rüzgârlar olmasaydı bulutlar meydana gelmezdi; geldiğini farz etsek bile, o zaman bulutlar buharlaştıkları okyanusların ve denizlerin üzerine yağacak, yeryüzündeki insanlar, bitkiler ve hayvanlar yağmurdan mahrum kalacak, dolayısıyla hayat da mümkün olmayacaktı Cenâb-ı Hak, her şeyi olduğu gibi, bunu da mükemmel bir şekilde tanzim etmiştir Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir taraftan Allâh’ın insanlara olan nîmetlerini sayarak onları Allâh’a kulluğa dâvet ederken, diğer taraftan da biyoloji, botanik, coğrafya gibi bilimlerin araştırma konuları arasına giren bir ilmî hakîkate, kullandığı husûsî bir kelime olan “لَوَاقِحَ : aşılayıcı” ile işaret etmektedir Bu kelimenin ifade ettiği mânâlardan hareketle, çok önceleri rüzgârların bulutları ve ağaçları aşıladığı söylenmişse de, bunların ilmî îzahları ancak 18 asırdan sonra yapılmaya başlanmıştır Kur’ân’ın işaret ettiği mânâ ile bugün konuyla ilgili ilimlerin yaptığı açıklamalar arasında güzel bir uyum bulunmaktadır Şu kadar var ki, Kur’ân-ı Kerîm kendi maksadı açısından en uygun olacak bir tarzda konuya temâs etmiş, müsbet ilimler de kendi maksat ve durumlarına göre açıklamalarda bulunmuştur |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı5 Astronomi Kur’ân-ı Kerîm, duygu derinliğine varabilmemiz ve Allâh’ın azamet-i ilâhiyyesinin kalplerimizde bir şuur hâline gelmesi için sık sık semâdan misaller verir Mülk Sûresi’nde şöyle buyurur: “…Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (hiçbir nizamsızlık ve bozukluk tespit edemeden) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir” (el-Mülk, 3-4) Yâni Rabbimiz âdeta; gökyüzünde bir trafik kazası, bir infilâk görüyor musunuz, hiç yıldızların birbirine vurup düştüğüne şâhit oldunuz mu, diye sorar Bunların hepsi muhteşem bir ilâhî tanzimdir [color="YellowGreen"]Cenâb-ı Hak, Güneş’ten, Ay’dan misaller verir Güneş’in ekseni etrafında döndüğüne işâret eder Hâlbuki ilim, yakın zamana kadar bu hakîkati tespit edememişti Bu sebeple insanlar, 16-17 asırlarda, Dünyâ sâbit midir, değil midir; yuvarlak mıdır, düz müdür; Güneş mi dönüyor, yoksa Dünyâ mı dönüyor, diye tartışıyorlardı a Göklerin ve Yer’in Yaratılışı Kâinâtın ilk maddesinin ne olduğu ve yaratılışının nasıl gerçekleştiği husûsunda öteden beri bir kısım nazariyeler ileri sürülmüştür Yâni insanlar, semâ hakkında farklı görüşleri tartışmaktadırlar Şu kadar var ki, geliştirilen bu nazariyelerle, Kur’ân-ı Kerîm’in mevzû ile alâkalı hakîkat ve i’câzı daha iyi anlaşılabilmektedir Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “İnkârcılar bilmezler mi ki, göklerle yer birbirine bitişik idi; onları Biz ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık (Bilip de) hâla îmân etmezler mi?” (el-Enbiyâ, 30) “Sonra (Allâh’ın irâdesi) göğe yöneldi; o zaman gök duman hâlinde idi Ona ve yerküreye; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet, 11) Günümüzde astro-fizikçilerin bu konuda sahip oldukları kanaat da, bu âyetlerin çizdiği tabloya uygun düşmektedir Tokyo İlmî Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof Dr Yuşili Kozayn’a yerin oluşumu hakkında Kur’ânî bilgiler sunulduğunda sordu: “–Bu kitap ne zaman indi?” “–1400 sene evvel” Şok oldu ve büyük bir şaşkınlık içinde şöyle dedi: “–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kâinâta tepeden bakıyor Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş! O’na gizli kalabilen hiçbir şey yok!” Prof Dr Yuşili, bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumları hakkında bugün ilmin gâyet net tespitler yaptığını söylemekte ve bunların sâbit gaz kütlesi hâlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı İşte kendisini hayrete düşüren Kur’ânî bilgiyi de bu sırada öğrenmişti Kur’ân, bu oluşum hâlindeki varlığa “duhan” diyordu ve bu tâbir profesöre idrâkini eritecek kadar tesir etti Çünkü o âna kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması neticesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifâde etmekteydi Oysa sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı Kur’ân-ı Kerîm ise “duhân, yâni sıcak duman” demekle, hem gerçek târifi yapmış, hem de mevcut reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harârete de değinmiş bulunuyordu Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm, ilmin tıkandığı bir kapıyı daha 1400 sene öncesinden aralayarak insanlığa -onların yeni fark ettiği- mükemmel bir hakîkat bilgisi kazandırmıştı Prof Dr Yuşili’ye, müsbet ilim ancak bâzı hakîkat kırıntılarını tespit ve keşfedebildiği hâlde, Kur’ân’ın, bunları daha dakîk bir şekilde önceden nasıl haber verdiği soruldu Şöyle dedi: “–Bu bilgilerin bir insan sözü olması mümkün değil! Çünkü biz ilim erbâbı, ancak bir mevzû üzerinde derinleşebiliyoruz Oysa Kur’ân, bütün bir kâinat sahasındaki bilgileri, hattâ daha ötelerini en mükemmel bir şekilde ihtivâ ediyor ve îzah ediyor! Bu kadar geniş bir sahayı içine alan en doğru ve en mükemmel bir ilmî kudreti hiçbir beşer gösteremez! Bundan sonra ilmî hayâtımın rotası Kur’ân-ı Kerîm olacak! Önceki dar çerçevemi Kur’ân’la genişleteceğim!” b Atmosfer Yakın zamana kadar ısı derecesi müsâit olan her gezegende hayat olabileceği kanaati vardı Araştırmalar gösterdi ki, bir gezegen için en zor hâdise, atmosfere sahip olmaktır Zîrâ gezegenler ile atmosfer arasında akıl almaz bir zıtlık vardır Atmosfer, yakın semâda gaz hâlinde bulunan atomlar demektir Bu atomlar, büyük gezegenlerin yüzeyleri tarafından emilir, küçük gezegenlerin câzibesi (yerçekimi gücü) ise bu atomları çekmeye yetmez Dolayısıyla bu gazlar uzaya fırlar ve uçup gider Yani gezegen ile atmosferin kendiliğinden bir araya gelmesi mümkün değildir İşte: “…Semâya ve arza; «İsteyerek veya istemeyerek, gelin!» buyurdu İkisi de; «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet, 11) âyeti, aynı zamanda bu hakîkate de işâret etmektedir Atmosferin oluşması için, moleküllerin kaçış hareketleriyle yerçekimi kuvveti denge hâlinde olmalıdır Diğer taraftan atmosfer mekânının ısısı ile arzın çekim kuvveti de dengede olmalı ve uzaydaki muhtelif enerjiler bu âhengi bozmamalıdır Bu ise imkânsız denecek kadar zordur Belki de kâinattaki gezegenler için bu şans, milyarda birden de azdır Cenâb-ı Hak, insanlar için husûsî bir emirle târifi imkânsız bir denge kurmuş ve kullarına Dünya üzerinde güzel bir hayat imkânı bahşetmiştir c Dünyâ’nın Yuvarlak Oluşu ve Dönüşü Kur’ân-ı Kerîm’de Dünyâ’nın yuvarlak olduğuna işâret eden pek çok âyet-i kerîme vardır Bunların birinde: “…Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye doluyor!” (ez-Zümer, 5) buyrulmaktadır Bu âyette geçen tekvîr (يُكَوِّرُ) kelimesi, baş gibi kürevî bir cismin etrafında bir şeyi, meselâ sarığı döndürerek sarmak, daha açık bir tâbirle “dolamak” demektir Bu tekvîr tâbiri, yeryüzünde görülen bir gerçeği tasvir eder: Kendi mihveri etrafında dönen yerkürenin Güneş’e bakan kısmı aydınlık, yani gündüz olur Ancak, yerküre döndüğünden dolayı bu aydınlık kısım aynen devâm etmez Hareket ettikçe aydınlık olan kısımlar karanlığa; karanlık olan kısımlar da aydınlığa bürünür Yâni devamlı bir şekilde gece gündüzün, gündüz de gecenin üzerine dolanır Bu da, yeryüzü sathının yuvarlak olduğunu gösterir İşte âyette kullanılan tekvîr tâbiri, yeryüzünün kürevî şekilde olduğunu ve döndüğünü ifâde etmektedir Âlimler; “Sen dağları görür, onları hareketsiz, sâbit sanırsın Hâlbuki onlar, bulutların yürümesi gibi yürümektedirler!” (en-Neml, 88) âyetini de, Dünyâ’nın döndüğüne işâret eden âyetlerden kabûl ederler Onların beyânına göre, âyet-i kerîme Dünyâ’nın döndüğünü, dönüş istikâmetiyle birlikte haber vermektedir Yeryüzünün takrîben üç buçuk-dört km üzerinde bulunan ana bulut kümelerinin dönüş istikâmeti, hava şartlarından bağımsız olarak dâimâ aynı istikâmettedir: Batı’dan Doğu’ya doğru… Dünyâ da aynı istikâmette dönmektedir [color="YellowGreen"]Âyet-i kerîme başka bir hakîkate daha işâret etmektedir: Yeryüzündeki kıtalar, Dünyâ’nın ilk devirlerinde bir arada iken, her sene 1-5 cm civarında farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılmaktadır 20 asrın başlarında Alfred Wegener’in yaptığı bu keşif, başta ciddiye alınmamış, ancak 1980’lerden sonra jeolojik bir hakikat olarak kabûl edilmiştir Ay ve Güneş’in durumlarıyla ilgili olarak da Yâsîn Sûresi’nde şöyle buyrulur: “Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner) İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdîridir Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tâyin ettik Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner Ne Güneş Ay’a yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir! Her biri (belli) bir yörüngede yüzerler” (Yâsîn, 38-40) Mîlâdî yedinci asırda Ay ve Güneş’in belli bir yörüngede sürdürdükleri dâirevî hareketlerini düşünmek bile mümkün değildi Onların hareketleri hakkında bâtıl fikirler çoktu Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu İbrâhim vefât ettiği zaman Güneş tutulmuştu Halk: “–Hazret-i Peygamber’in oğlu vefât ettiği için Güneş tutuldu” dedi Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ay ile Güneş, Allâh’ın varlığını (azametini ve kudretini) gösteren âyetlerdendir Hiçbir kimsenin ne ölümünden ne de hayâtından ötürü tutulurlar Böyle bir durum gördüğünüz zaman, Ay ve Güneş açılıncaya kadar namaz kılın[174], duâ edin!” buyurdular (Buhârî, Küsûf, 15) d Güneş ve Ay’ın Yapısı Kur’ân-ı Kerîm, Güneş ve Ay’ın farklı yapıda cisimler olduğunu da belirtmektedir: “Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbirleriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış? Bunların içinde Ay’ı bir nûr, Güneş’i de bir kandil yapmış!” (Nûh, 15-16) “Üstünüzde yedi sağlam gök binâ ettik (Oraya) parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan bir lamba astık” (en-Nebe’, 12-13) Âyet-i kerîmede Ay, “münîr (aydınlatıcı) cisim” olarak vasıflandırılmakta olup, yine Ay aydınlığı hakkında kullanılan nûr kökünden gelmektedir Güneş ise, bir kandile (sirâc) veya parıl parıl parlayan, yanıp tutuşan bir lambaya (vehhâc) benzetilmiştir Burada bir husûsa dikkat çekmek gerekir: Muharref Tevrât, Güneş ve Ay’ı “ışıklar” olarak nitelendirmekte, yalnız bunlardan birine “büyük” ötekine “küçük” sıfatını vermektedir Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm, Ay ve Güneş’in farklı yapı ve husûsiyetlerde olduğunu bildirmektedir Ayrıca onların aynı mâhiyette ışıklar olmadığını açıkça belirtmektedir Bugünkü bilim, uzayda ısı ve ışık kaynağı olan gök cisimlerine “yıldız”, bağlı bulunduğu yıldızdan aldığı ısı ve ışığı yansıtan gök cisimlerine de “gezegen” demektedir Buna göre Güneş, Samanyolu Galaksisi içinde yer alan bir yıldız; Dünyâ, Güneş sistemi içinde bir gezegen; Ay da Dünyâ etrafında dönen bir uydudur Yani Dünyâ ve Ay’daki ısı ve ışığın kaynağı Güneş’tir; onlar ise sadece bir yansıtıcıdır Diğer taraftan Ay, hareketlerindeki safhalarla zaman tespiti için insanlığın istifâdesine sunulmuştur: “…Yılların sayısını ve (vakitlerin) hesâbı(nı) bilmeniz için Ay’a birtakım menziller takdîr eden O’dur Allah bunları (boş yere değil), ancak bir gerçeğe (ve bir hikmete) binâen yaratmıştır (Allah), âyetlerini bilen kimseler için açıklamaktadır” (Yûnus, 5) e Kara Delikler 1400 sene evvel yıldızlarla sadece fal bakılıyor, bir de yol bulmada istifâde ediliyordu Fakat Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nin 75 ve 76 âyetlerinde azamet-i ilâhiyyesini bildiriyor, kudret tecellîsini gösteriyor ve: “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir” buyuruyor Âyet-i kerîme, büyük bir yeminle yıldızların mevkîlerine dikkat çekiyor Günümüz fizik ve astrofizik uzmanları, “yıldızların mevkîleri”nden maksadın, onların doğduğu “beyaz delikler” ve ölüp kaybolduğu “kara delikler” olduğunu ifâde ederler Beyaz delikler, akıl almaz bir enerji deposudur Bünyelerinde milyarlarca yıldız doğuracak kadar enerji mevcuttur Bunlar, âdeta galaksilerin tohumlarıdır Kara delikler ise, esrârengiz bir yıldız mezarlığıdır Bunlar da civarlarında bulunan maddî bütün varlıkları ve zamanı, kendi bilinmezliğinde yok ederler 1950’lerden sonra keşfedilen kara delikler, enerjisi tükenen bir yıldızın kendi içine doğru büzülmesi ve neticede “0” hacim ve sonsuz yoğunlukta çok büyük bir çekim alanının teşekkül etmesi demektir Bu esrarengiz teşekküllerin kütle çekimi o kadar kuvvetlidir ki, ne ışık, ne madde, ne de herhangi bir şey onun tesirinden kurtulamaz Bu yüzden teleskopla görülemez ve sadece kara bir delik olarak tezâhür ederler Ancak çevrelerinde meydana getirdikleri tesir ile varlıkları anlaşılabilir Ayrıca, “Yıldızlar söndürüldüğü zaman” (el-Mürselât, 8) âyetinde işaret edildiği üzere, kara delik, yıldız değil, sönmüş bir yıldızın yeri ve mevkiidir Bu hakîkat, Kur’ân’da geçen kelimelerin ne kadar hassas ve doğru seçildiğini göstermektedir Kara deliklerin dikkat çeken diğer bir husûsiyeti de, büyük kütleli diğer yıldızlar gibi uzayda bükülmeye sebep olmayışları ve uzayı delip geçmeleridir Buna da şu âyetlerde işâret edilir: “Semâya ve «Târık»a yemin ederim Târık’ın ne olduğunu nereden bileceksin? (O,) delip geçen bir yıldızdır” (et-Târık, 1-3) Bu tür âyetlerden Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin sonsuzluğu da anlaşılmaktadır Bugün ilim, gökyüzündeki mesâfeleri ancak ışık yıllarıyla ölçebiliyor ki, bu da insan idrâkinin dışında bir meseledir 1 rakamının sağına bütün dünyâyı kaplayacak kadar sıfırlar koysak, yine de o yıldızlar arasındaki mesâfeyi okumamız mümkün değildir Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in, semâdaki azamet, kudret ve hikmet tecellîlerini gösteren mûcizevî bir yönüdür Vâkıa Sûresi’ndeki âyet-i kerîmenin büyük bir yeminle temâs ettiği bu mevzu, asrımızın bilgileri ışığında ancak bu kadar anlaşılabilmiştir Şüphesiz ki âyet-i kerîme, daha açıklanması gereken nice hikmetleri ihtivâ etmektedir f Yıldızlar Yol Gösterir Semâya serpiştirilen yıldızların bir hikmeti de, insanlara kılavuzluk yapmalarıdır: “(Allah) O’dur ki, karanın ve denizin karanlıklarında yolu bulmanız için yıldızları yarattı Gerçekten, bilen kimseler için âyetleri iyice açıkladık” (el-En’âm, 97) “(Yol bulmak için yararlanılacak) işâretler de (yarattı İnsanlar), yıldız(lar)la da yol bulurlar” (en-Nahl, 16) Meselâ Kutup Yıldızı dâimâ kuzeyi gösterir Kâinâttaki bütün cisimlerde ilâhî bir sanat ve tanzim vardır Bunun içindir ki aralarında hiçbir trafik kazâsı da olmamaktadır Hareketlerinde bir anlık gecikme ve hızlanma söz konusu değildir Hep aynı ilâhî denge içinde akıp giderler Kimse, “Bugün yıldızlar geç ortaya çıkar veya erken kaybolur mu?” şeklinde bir endişe duymaz Bu da, âyet-i kerîmede işaret buyrulan ayrı bir azamet tecellîsidir g Zamanın İzâfîliği Bu muazzam sistemin yaratılışı, sonsuz kudret ve azamet sahibi Yaratıcı’mız için hiç de zor değildir Âyet-i kerîmede buyrulur: “Andolsun ki Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” (Kâf, 38) Bâzı tefsirciler, altı günden maksadın, altı zaman dilimine yayılan altı dönem olduğunu belirtmektedirler Bugünkü modern ilim de Kur’ân-ı Kerîm’deki bu ifâdeyi tasdîk etmektedir Muharref Tevrât ise, bu altı günü normal yirmi dört saatlik bir gün olarak görür ve; “Yedinci gün olan cumartesi günü Allah dinlendi” der (Tekvin, Bâb 1:31) Bu îzah tarzı, Tevrât’ın bugünkü hâliyle ilmî hakîkatlerden ne kadar uzak, Kur’ân’ın ise bütün âyetleriyle her zaman ve mekânda ne büyük bir mûcize olduğunu açıkça göstermektedir Burada bahsedilen gün, husûsî bir zaman aralığıdır Beşer boyutları içinde bir zaman ifâdesi olarak anlaşılmamalıdır Müddeti ancak Allah tarafından bilinir Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar” (es-Secde, 5) “Melekler ve Rûh (Cebrâîl), oraya, miktârı (dünyâ senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar” (el-Meâric, 4) Secde Sûresi’nin 5 âyetinde kâinâtın tedvîriyle ilgili bir zaman, Meâric Sûresi’nin 4 âyetinde de, melekler ve Cebrâîl -aleyhisselâm- için mevzubahis olan bir mesâfeyi ihtivâ eden farklı bir zaman bildirilmektedir Yâni her iki zamanın da mevzûları farklıdır ve aralarında bir tenâkuz yoktur Bu itibarla denilebilir ki, Allah katındaki zaman mefhûmu, beşerin idrâk ettiği zaman anlayışından çok farklıdır Bâzı müfessirlere göre bu ifâdeler, birer kinâyedir ve sürenin uzunluğunu belirtmek içindir Fakat bu süre, mahlûkat için geçerli bir süredir Hak Teâlâ için ise, hiçbir zaman mefhûmu geçerli değildir Bilâkis bu zaman elbisesini varlığın üzerine giydiren, Allah Teâlâ’dır Yoksa O, milyarlarca zamana sığmayacak bir hâdise olan Mîrâcı, “Habîb-i Edîb”ine elbette ki bir sâniyeden çok daha az bir zaman içerisinde ikrâm eden, hayâl ve idrâkin kavrayamayacağı bir kudrete sahiptir Bütün zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh bir Sübhân’dır! İlim adamları, bu âyetlerden, son zamanlarda keşfedilen “zamanın izâfîliği” husûsuna da bir işâret çıkarmaktadırlar Zamanın izâfîliği şununla da sâbittir ki; Dünyâ kendi ekseni etrafındaki bir turunu 24 saatte tamamlar ve bir gün oluşur Ay ise kendi ekseni etrâfındaki turunu 29-30 günde tamamlar Bu sebeple Ay’da 14-15 gün gündüz, 14-15 gün de gece yaşanır ve Dünyâ’dan bakıldığında Ay’ın hep aynı yüzü görülür Aynı şekilde diğer gök cisimlerinin de eksenleri etrafındaki dönüş süreleri ve gün mefhumları farklı farklıdır h Kâinâtın Genişlemesi Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle) Biz binâ ettik ve Biz (onu) elbette genişletmekteyiz” (ez-Zâriyât, 47) Bu âyet nâzil olduğunda Dünyâ, Güneş ve kâinat hakkında sıhhatli hiçbir bilgi yoktu Asrımızdaki gelişmelerle âyet-i kerîme daha iyi anlaşılmaya başladı Âyetteki “semâ” kelimesi, Dünyâ’nın dışındaki kâinâtı ifâde etmek için kullanılmıştır Bu durumda Cenâb-ı Hak, kâinâtı genişlettiğini haber vermektedir [color="YellowGreen"]“لَمُوسِعُونَ: genişleticiyiz, genişletmekteyiz” kelimesinin başındaki “Le” edatı, kelimeye “çok fazla” mânâsı kazandırmaktadır Nitekim buna uygun olarak 20 asrın başından beri ilmî keşifler de kâinâtın büyük bir hızla genişlediği neticesine varmıştır Yaratıldığı günden beri büyük bir hızla genişlemekte olan kâinat, kütlesi belli bir miktara ulaşınca çekim kuvvetleri sebebiyle duracak ve kendi içine doğru çökmeye başlayacaktır Stanford Üniversitesi’nden Fizik Profesörü Renata Kallosh ve Adrei Linde şöyle der: “Kâinat bir küçülmeye ve yok olmaya doğru gidiyor Gördüğümüz ve göremediğimiz bütün cisimler bir protondan bile daha küçük boyutlarda küçülecek Sanki bir kara deliğin içindeymiş gibi…” İlmî keşiflerin yeni yeni ulaşmaya başladığı bu neticeye 14 asır evvel Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işâret edilmiştir: “(Düşün o) günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi gökyüzünü toplayıp düreriz Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hâle getiririz (Bu,) üzerimize aldığımız bir vaad oldu Biz, (vaad ettiğimiz şeyi) yaparız” (el-Enbiyâ, 104) “Onlar Allâh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler Kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir” (ez-Zümer, 67) ı Azamet-i İlâhiyyeyi Tefekkür Kur’ân-ı Kerîm, kâinâtın yaratılışı ile ilgili olarak, göklerin ve yerin başlangıçta birbirine bitişik olup sonra ayrıldıkları,[176] göklerin ve yerin yaratılışının altı gün (dönem, devir)de tamamlandığı,[177] göklerin, görülebilecek direkler olmaksızın, câzibe kanununa bağlı olarak yükseltildiği,[178] göklerin birbiriyle uyumlu yedi kat olduğu,[179] Ay, Güneş ve yıldızların kendilerine has yörüngelerde döndüğü,[180] yüksek yerlere doğru çıktıkça hava basıncının düşüp, oksijenin azaldığı[181] gibi pek çok husûsu haber vermekte ve bu mevzûlarla ilgili yapılan ilmî keşifler de bu bilgileri doğrulamaktadır Cenâb-ı Hak kullarına sık sık: “Düşün, akıl erdir, tefekkür et!” buyuruyor Bilinenlerden çok bilinmeyeni olan bir âlem içindeyiz Meselâ bir atoma bakalım: Elektronlar ve çekirdek… Elektronlar çekirdeğin etrâfında sâniyede 2000 kilometre gibi muazzam bir hızla dönüyor, fakat hiçbir zaman çarpışma söz konusu değil Farkında değiliz Okuyup geçiyoruz Her zerrede yaşanan bu mâcerâyı bilmekten âciziz Fizik ilmiyle ancak Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kâideleri bir miktar öğrenebiliyoruz Bu demektir ki mânevî ilimler ve irfân ile Cenâb-ı Hakk’a kalben yaklaşıp ezelî ve ebedî hikmeti görmek gerekir Bir atomu sonsuz kere büyüttüğümüzde karşımıza sonsuz bir gökyüzü çıkar Trilyonlarca yıldız… Hepsi döner hâlde, hiçbiri diğerine çarpmıyor[182], semâdaki sayısız kütleler arasında bir trafik kazası olmuyor, hepsinin vazifesi ayrı… Aynı şekilde gökyüzü âlemini küçültsek, bir atom meydana gelir Cenâb-ı Hak bu ilâhî sanat hârikasıyla: “Düşünmez misiniz, idrâk etmez misiniz, ey akıl sahipleri!” diye akıllarımıza, vicdanlarımıza hitâb ediyor Hikmetleriyle kalbimizi ve aklımızı irşâd ediyor Kâinattaki küçücük zerrelerden muazzam kütlelere kadar her şey, bize hâl lisânıyla konuşuyor Yeter ki kalbimiz, kâinâtın bu sessiz hikmet lisânından anlayabilsin! Bunun için gafletten sıyrılmak lâzım Zîrâ insan gaflete düşünce nefsâniyetin zebûnu oluyor ve sâdece ten plânında süflî bir hayat yaşıyor * Nasa Uzay Araştırmaları Merkezi başkanı Prof Dr Armes Thom, kendisine yöneltilen: “–Atmosferde bir boşluk var mı?” sorusuna şöyle cevap verdi: “–Hayır, atmosferde boşluk olması mümkün değildir Şâyet böyle bir şey olsaydı, kâinâtın dengesi bozulur ve semâdaki bütün ayarlar alt-üst olurdu Netice olarak fezâda birçok trafik kazası yaşanırdı” Bu sözleri üzerine ona şu âyet-i kerîme okundu: “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl binâ etmiş ve nasıl donatmışız! (İyi bakın ve Yaratan’ın yüceliğini idrâk edin) onda hiçbir çatlak da yoktur!” (Kâf, 6) Gönül gözlerini açmak ve ibret almaya sevk etmek için indirilen bu âyet, profesörü hayrete düşürdü Profesöre bir suâl daha tevcih edildi: “–Kâinâtın son noktasına ulaşabildiniz mi?” Büyük bir gönül yorgunluğu ile cevapladı: “–Uzun zamandır buna çalışıyoruz Eldeki teleskoplarımız yetersiz kaldı Sürekli önümüze sis tabakaları hâlinde çeşitli katmanlar çıkıyor Bunun üzerine uzaktan kumandalı teleskoplar geliştirdik ve uzaya gönderdik Netice, yine aynı… Ben, kâinâtın son noktasına varabileceğimizi sanmıyorum Çünkü onun sonsuz olduğu kanaatindeyim…” Bu durumun da Kur’ân’da bildirilmiş olduğu yine âyet-i kerîmelerle kendisine aktarıldı: “…Gözünü çevir de (göklere) bir bak; bir bozukluk (ve bir son) görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar çevir bak; (her defâsında da göreceksin ki) göz, âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir!” (el-Mülk, 3-4) Âyet-i kerîmeler okunduktan sonra, insaflı bir ilim erbâbı için en küçük îtirâza bile tâkat bırakmayan bu hakîkatler karşısında Prof Dr Armes Thom, hak ve hakîkati teslîm etme mecbûriyetinin takdîre şâyan hissiyâtı içinde şöyle dedi: “–Ben başlangıçtan beri düşünüyorum Kur’ân hakkında bir değerlendirme yapmak çok zor! Hakîkaten şaşkınım! Bu kadar yıl öncelere âit bir kitap, nasıl oluyor da en dikkat çekici astronomi bilgilerini mükemmel bir şekilde doğru olarak, hattâ acze düşürerek takdîm edebiliyor! 1400 sene öncesinin insanı neler yapabiliyordu, tam bir mâlumâtım yok, ama bunlar, kayda değer pek müstesnâ bilgilerdir” Bir müddet daha düşündükten sonra, bütün beşerî eserlerin tecrübe veya hayâlle yazıldığını ve mutlakâ noksan tarafları bulunduğunu bilen profesör, sözlerini şöyle tamamladı: “–Bu aslâ bir beşer tecrübesinin ifâdesi değildir Öyle anlaşılıyor ki, biz ilim ve dînin barıştığı yeni bir asra giriyoruz Artık ilim ve dînin verdiği bilgilerin kucaklaştığı bir zamanda olduğumuzu hissediyorum…” Tabiî ki bu ilim, gerçek olan ilim; dîn de, Allah tarafından geldiği husûsunda hiçbir şüphe bulunmayan İslâm’dır |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı6 Jeoloji a Dağların Fonksiyonu Günümüzde jeoloji ilmi, dağların yer üstündeki kısmı miktarınca yer altında da temelinin bulunduğunu keşfetmiştir “Yeryüzünü bir yatak (gibi) yapmadık mı? Dağları da kazıklar (gibi çakılı) yapmadık mı?” (en-Nebe, 6-7) âyetlerinde de dağlar kazıklara benzetilmiştir Şu bilinmektedir ki, çadır kazığının yarısına yakın bir kısmı yere çakılmaktadır Bunun gibi: “(Allah) dağları da sapasağlam çaktı!” (en-Naziât, 32) âyetiyle dağların yere çakılı olduğu belirtilmiştir Bugünkü jeoloji ilminin ifâdelerine göre dağların iç yapısı kazık görünümündedir Aşağısında âdeta onları tutan bir kök tabaka vardır Dünyâ, tıpkı bir yumurtanın sarısı, akı ve kabuğu gibi üç tabakadan meydana gelmektedir En içte çekirdek, onu saran manto ve en üstte yer kabuğu mevcuttur Yer kabuğu yumurtada olduğu gibi sert, kabuğun altındaki mağma kızgın ve akıcıdır Yer kabuğunun kalınlığı okyanus tabanlarında ince (8-10 km), yüksek dağların olduğu kısımlarda kalındır (30-40 km) Yine dağların, mağma üzerinde yüzen kıta bloklarının dengesini sağlamada mühim bir unsur olduğu, ancak asrımızda anlaşılmıştır Kur’ân-ı Kerîm ise bu gerçeği on dört asır önce pek çok âyetinde ifâde etmiştir Bu âyetlerden birinde şöyle buyrulur: “…Sizi sarsmasın diye yeryüzüne de sâbit dağlar attı…” (Lokman, 10) Jeo-fizikte, “sıcak noktalar” denilen ve Dünyâ’da 110 kadar olduğu belirlenen büyük dağ kitleleri vardır Bunlar yer kabuğunun hareketini engellemekte olup yerin çok derinliklerinden yükselen ve yer kabuğunu deldikten sonra yüzeyde katılaşarak âdeta bir perçin şeklinde kabuğu sâbit tutan ve muvâzeneyi sağlayan büyük mağma kitleleridir Âyetlerin verdiği bilgilerle bugünkü ilmî gelişmeler arasında tam bir uyumluluk olduğu müşâhede edilmektedir b Kömür ve Petrolün Teşekkülü Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “O Rabbin ki, otlakları çıkardı, sonra da onları karamsı bir sel köpüğüne çevirdi” (el-A‘lâ, 4-5) Bu âyetin tefsîrinde Hamdi Efendi şöyle der: “Cenâb-ı Hak önceleri otlak, yayla, bahçe ve ormanlardaki her türlü ağacı yetiştirdi ve daha sonra da bunları kapkara bir gübre ve kömür hâline getirdi” (Elmalılı, VIII, 5747) Âyetteki “ahvâ” kelimesi; karamsı, esmer, koyu yeşil, isli, duru renklere verilen bir isimdir Burada siyah, esmer ve yeşil mânâlarıyla tefsir edilmiştir (Bkz Elmalılı, VIII, 5748) Jeoloji âlimleri, yeryüzünün ilk devirlerde geniş bitki örtüsü ile kaplı olduğunu söylemektedirler O zamanın bugünküne nazaran daha sıcak ve bol yağışlı ikliminde yetişen dev cüsseli ağaçlar, yer hareketleri neticesinde toprağın altında kalmış ve fosilleşmiştir Neticede bugünkü kömür yatakları teşekkül etmiştir Bu âyetin aynı zamanda petrolün meydana gelişine de işaret ettiği düşünülmektedir Nitekim âyette bitkilerin siyahımsı ve koyu yeşil bir sel suyuna çevrildiği haber verilmektedir Yıllardır yapılan ilmî araştırmalar neticesinde de petrolün, yerin tabakaları arasında bir dere gibi aktığı tespit edilmiştir İşte âyet-i kerîmenin, kömür ve petrolün oluşumuyla birlikte, bilim dilinde “Petrol Göçü” denilen bu hâdiseye de işâret ettiği düşünülmektedir |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı7 Coğrafya Coğrafya, insan ve onun tabiî çevresiyle olan münâsebetlerini inceleyen bir bilimdir Tabiat hâdiselerinin oluş ve dağılışlarını sebepleriyle birlikte anlatırken, aynı zamanda insana olan tesirlerini de îzah eder Ra’d Sûresi’nde, coğrafya ilminin bir kısım mevzûlarına temâs edilerek, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu bildirilmiş ve her şeyi kullarına âmâde kıldığı hatırlatılmıştır: “Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, sonra Arş’a istivâ eden, Güneş’i ve Ay’ı emrine boyun eğdiren Allah’tır (Bunların) her biri belirli bir vakte kadar akıp gitmektedir O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır Bunların hepsi bir su ile sulanır (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır” (er-Ra‘d, 2-4) Âyet-i kerîmeler, Allâh’ın azametini gözler önüne sererek çevremizdeki ilâhî sanat hârikalarından ibret almamızı istemektedir Cenâb-ı Hak, gerek burada bahsedilen büyük nîmetleri, gerekse bahsedilmeyenleri biz kullarının hizmetine âmâde kılmıştır Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır” (el-Câsiye, 13) Siyâsî coğrafya ile alâkalı bâzı mevzûlara temas eden diğer bir âyette ise şöyle buyrulur: “Andolsun Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için beraberlerinde Kitâb’ı ve mîzânı indirdik Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır Bu, Allâh’ın, dînine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri ortaya çıkarması içindir Şüphesiz Allah kuvvetlidir, dâimâ üstündür” (el-Hadîd, 25) Âyette zikredilen Kitâb’ı, ilim; mîzânı, adâlet; demiri de teknoloji olarak düşündüğümüzde, ilim, adâlet ve teknolojiye sâhip olan milletlerin güç ve kuvveti ele geçirdikleri ve insanlar arasında hükmetmeye başladıkları görülür Demek ki âyet-i kerîme, aynı zamanda müslümanlara terakkiyâtın yollarını da göstermektedir a En Alçak Bölge Yapılan son araştırmalarda, deniz seviyesinden aşağıda bulunan Dünyâ karalarının en derininin şu âyette buyrulan yer olduğu tespit edilmiştir: “Elif Lâm Mîm Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın ve seviyesi en düşük bir yerde yenilgiye uğradılar…” (er-Rûm, 1-3) Lût Gölü’nün bulunduğu bu mekân, ahlâksızlıklarından ötürü helâk edilen Sodom-Gomore’nin yerin dibine geçtiği yerdir Deniz seviyesinden yaklaşık 400 metre daha aşağıdadır Lût Gölü’nün en derin kesimi de 300 metre civârındadır Buna göre göl tabanı, deniz seviyesinden yaklaşık 700 metre daha aşağıdadır On dört asır evvel, daha Dünyâ coğrafyası tam olarak tespit edilememişken Kur’ân-ı Kerîm’in bu mekândan “seviyesi en düşük yer” olarak bahsetmesi, ayrı bir Kur’ân mûcizesidir Jeoloji uzmanı Prof Dr Balmar, bir seminerinde araştırmacı Abdülmecîd ez-Zindânî’den mevzû ile alâkalı âyeti duyduğunda baştan îtirâz etmiş, daha sonra yaptığı ilmî tetkiklerin ardından şöyle demiştir: “Hayret! Hayret! Bu Kitap, hem mâzîyi hem hâli hem de istikbâli anlatıyor! Buna hiçbir beşerin gücü yetemez!” Daha sonra bu Profesör, Mısır’da «Jeoloji Alanında Kur’ân’ın İ’câzı» adlı bir teblîğ sundu Son olarak şöyle dedi: “–Ben Hazret-i Peygamber’in yaşadığı asrın hayat husûsiyetlerini bilmiyorum! Ancak sâde bir hayat yaşadığı husûsunda bilgim var! Bir bu duruma ve bir de içindeki erişilmez bilgilere bakınca anlıyorum ki, Kur’ân’ın o döneme âit bir kültürün eseri olabileceğini düşünmek çok yanlış! Bu kitap, semâvî bir eserdir!” İşte görülüyor ki akl-ı selîm, ilimle birleştiği zaman ilâhî hakîkatleri kabûl etmekten başka çâre bulamaz Dolayısıyla onlara bu gerçekleri aksettirecek parlak ilim aynalarına ihtiyaç vardır Elbette kıyâmete kadar bütün zamanlarda birçok yeni keşifler olacak ve Kur’ân mûcizeleri, ilim adamlarını hayretler içinde bırakacaktır b İklim Değişiklikleri Bir jeoloji konferansında Prof Dr Couner, Arabistan yarımadasının daha önceleri yeşil bir bölge olduğunu, ileride tekrar tahakkuk edecek büyük bir iklim değişikliğiyle yeniden yeşil bir alana dönüşeceğini söyleyince, oturuma katılan Prof Dr Abdülmecîd ez-Zindânî şu hadîs-i şerîfi okudu: “Arabistan bölgesi yeniden yeşillik olup nehirler akan bir yere dönmeden kıyâmet kopmayacaktır!” (Müslim, Zekât, 60; Ahmed, II, 370, 417) Prof Dr Couner, bir müddet şaşkınlık geçirdi Sonra: “–Bu, ancak Hazret-i Muhammed’e ilâhî kudret tarafından söylenmiştir” dedi Böylece Hazret-i Peygamber’in hak olduğunu kabûl etmiş olarak şu beyânatta bulundu: “–İnanıyorum ki, bütün ilmî tespitlere ışık tutacak bir kudretle buluştum Ben bu bilgilerin 1400 sene evvel Allah’tan geldiğine inanıyorum Zîrâ bu sözleri ilim ve tekniğin yok denecek kadar silik olduğu bir asırda, ümmî, okuma-yazma dahî bilmeyen bir beşerin söylemesi mümkün değildir” İlim adamları, jeolojik devirler içindeki birinci zamanda bugünkünden çok sıcak ve bol yağışlı iklimlerin vukû bulması neticesinde dev cüsseli ağaçların yetiştiğini ve bunların fosilleşmesiyle bugünkü kömür yataklarının oluştuğunu ifâde ederler Dördüncü jeolojik zamanın başında ise buzul çağı yaşanmıştır Deniz seviyesi bugünkünden 100 m kadar daha düşük olmuştur Bunlardan anlaşıldığına göre, iklim gelecekte de değişebilir c Denizlerdeki Karanlıklar Kur’ân-ı Kerîm’in insanların bilemediği veya sâdece ihtisas sahiplerinin bildiği hususları, yakînen gören bir göz gibi tasvîr etmesi, onun, sâdece Allâh’a mahsus olabilecek azametli ifâdeler ihtivâ ettiğini göstermektedir Bunun bir şâhidi şudur: Gary Miller’in nakline göre, birkaç sene evvel müslümanlardan biri Toronto şehrinden marina (yat limanı) ticâreti yapan ve hayâtını denizlerde geçiren bir kimseye, okuması için bir Kur’ân-ı Kerîm tercümesi hediye etmişti Bu denizci, İslâm tarihi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi Fakat Kur’ân’ı okuyunca onun son derece tesiri altında kaldı Kur’ân’ı kendisine hediye eden müslümana: “–Muhammed bir denizci miydi?” diye sordu Zîrâ bu zât, Kur’ân’ın tasvirlerinden son derece etkilenmişti Çünkü kendisi denizdeki fırtınaları yaşayan biriydi ve denizdeki fırtınayı yazıya döken kimsenin de aynı şekilde bu fırtınayı yaşaması gerektiğine inanıyordu Şu âyetteki tasvir ise, bir kişinin denizdeki fırtınayı sırf zihninde tasarlayarak yazabileceği bir şey değildir: “Yâhut o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları derin bir denizdeki yoğun karanlıklara benzer Öyle bir deniz ki onu, dalga üstüne dalga kaplıyor… Üstünde de koyu bulut Üst üste binmiş karanlıklar… İçinde bulunan insan, elini uzatsa neredeyse kendi elini bile göremiyor Öyle ya, Allah birine nûr vermezse artık onun hiçbir nûru olamaz!” (en-Nûr, 40) Bu tasvir, ancak denizdeki fırtınanın nasıl olduğunu gayet iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır Bu sebeple: “–Hayır, Muhammed bütün hayâtını çöl iklîminde geçirmiş olan bir insandır” denildiğinde şaşkınlığı iyice arttı Ömrünü denizlerde geçirmemiş bir kimsenin bilemeyeceği tasvirler, en güzel şekilde Kur’ân’da mevcuttu O hâlde Kur’ân, her şeyi bilen bir kudret tarafından vahyedilmiş olmalıydı Bu düşüncelerle vakit kaybetmeden İslâm’ı kabûl etti (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s 22-23) |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı8 Târih a Hâmân Ne Zaman Yaşamıştır? Kur’ân-ı Kerîm, ezelî ve ebedî olan Allâh’ın kelâmı olduğu için, onun verdiği târihî bilgiler de hakikatin tam kendisidir Beşer müdâhalesine mâruz kalan kitaplarda ise pek çok yanlışlıklar bulunur Bunun misallerinden biri de “Hâmân”dır [color="YellowGreen"]Kur’ân-ı Kerîm’de Hâmân’ın adı Firavun’la birlikte geçmektedir Hâmân, Kur’ân’da 6 defâ, Firavun’un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir Buna mukâbil, yahudîlerin yazılı kutsal metinleri olan Ahd-i Atik’te ise, Nebiim (Nebiler) bölümünde yer alan “Ester” kitabında geçer (3-7 bâblar) Burada Hâmân, İsrâiloğulları’na kötülük yapan Pers kralının yardımcısı olarak zikredilir Dolayısıyla Ahd-i Atik’e göre Hâmân, Hazret-i Mûsâ’dan sonraki dönemlerde yaşamıştır Bundan hareketle müsteşrikler, Kur’ân’da hatâ olduğunu iddiâ etmişlerdir Ancak bu iddiâlarının bâtıl olduğu, Mısır hiyeroglif yazısının çözülüp, eski Mısır kitâbelerinde “Hâmân” isminin bulunmasıyla bir kez daha ispat edilmiştir Eski Mısır dilinde yazılmış hiyeroglif kitâbeler, 18’inci yüzyıla kadar okunamıyordu Çünkü hristiyanlığın bölgede yayılmasıyla Mısır’ın eski inancı da, dili de unutulmuştu Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son târih, mîlattan sonra 394 yılına âit bir kitâbedir Bundan sonra bu dil unutuldu, tâ ki 1799 yılına kadar Yazının sırrı, “Rosetta Stone” adı verilen ve mîlattan önce 196 târihine âit bir kitâbenin bulunmasıyla çözüldü Bu tabletin husûsiyeti, üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, Demotik (Hiyeroglif’in el yazısı şekli) ve Yunanca Yunanca metnin yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı Jean-Françoise Champollion isimli bir Fransız tarafından tamamen çözüldü [color="YellowGreen"]Hiyeroglif’in çözümüyle çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: “Hâmân” ismi, gerçekten de Mısır kitâbelerinde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- döneminde geçiyordu Viyana’daki Hof Müzesi’nde bulunan bir târihî eserin üzerinde bu isimden söz ediliyordu Aynı kitâbede Hâmân’ın Firavun’a olan yakınlığı da vurgulanıyordu [color="YellowGreen"]Bütün kitâbelere dayanılarak hazırlanan “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde ise, Hâmân’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak bahsediliyordu Bu arkeolojik tespitler, Kur’ân-ı Kerîm ile mutâbakat hâlindedir: “Firavun: «Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum Ey Hâmân! Benim için, toprak üzerine bir ateş yak, tuğla hazırlayıp bana bir kule yap; belki çıkıp Mûsâ’nın tanrısını görürüm Doğrusu onun yalancılardan olduğunu sanıyorum» dedi” (el-Kasas, 38) [color="YellowGreen"]Eski Mısır kitâbelerinde Hâmân’ın adının bulunması, Kur’ân aleyhindeki iftirâları boşa çıkarmakla kalmayıp, onun Allah katından olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır Zîrâ Kur’ân, indiği devirde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir târihî bilgiyi, mûcizevî bir şekilde bizlere takdîm etmektedir b İrem Şehri Kur’ân-ı Kerîm’de İrem adlı, sütunları ile şöhret bulmuş olan bir beldeden bahsedilir: “Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd Kavmi’ne; direkleri (yüksek binaları) olan ve ülkelerde benzeri yaratılmamış İrem şehrine” (el-Fecr, 6-8) Bu şehir, târihçilerin bilmediği bir şehirdi 1978 senesinin Aralık ayında National Geographic’in eki, dikkat çekici bir bilgi ortaya çıkardı Bu ekte zikredildiğine göre 1973 yılında Sûriye’de yapılan bir kazı neticesinde “Ebla” diye bir şehir ortaya çıkarılmıştı Bu şehrin 43 asırlık bir tarihe sahip olduğu tespit edilmişti Fakat işin asıl şaşırtıcı tarafı burası değildi Araştırmacılar, Ebla şehrinin kütüphanesinde Ebla’nın ticâret yaptığı bütün şehirlerin kaydını da bulmuşlardı Ve o listede “İrem” şehrinin ismi de yer alıyordu Evet, Ebla toplumu, İrem halkıyla ticâret yapmıştı (Gary Miller, The Amazing Qur’an, s 80) |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı9 Fizik a Yükseldikçe Hava Basıncının Düşmesi Bugünkü bilgi ve tecrübelerimize göre normal atmosfer basıncı 1013 milibardır Deniz seviyesinden itibaren göğe doğru yükseldikçe ortalama her 10,5 metrede basınç 1 milibar azalır Sıcaklık ise yükseldikçe ortalama her 100 metrede 0,5 derece düşer Aynı şekilde, yerden yükseldikçe atmosfer yoğunluğu ve tozların, dolayısıyla oksijen yoğunluğunun da azaldığı görülür Bu sebeple, yükseldikçe nefes darlığı, konuşma ve görme zorlukları, baygınlık hâlleri meydana gelir Hattâ 20000 metreyi geçince özel cihaz kullanılmadığı takdirde nefes alınamadığından ölüm söz konusu olmaktadır Bu sebeple yüksek uçuşlarda oksijen tüpü kullanılır Henüz yeni keşfedilmiş sayılabilecek bu gerçeğe Kur’ân-ı Kerîm on dört asır önce: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, o kimse gökte yükseliyormuş gibi dar ve tıkanık yapar!” (el-En’âm, 125) âyetiyle işâret eder b İki Deniz Arasındaki Perde Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20 âyetlerinde: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhâfaza ederler)” buyrulmuştur Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mûcizesidir Son keşiflerde iki denizin birleştiği yerde, sanki suların birbirine karışmasına mânî olan meçhul bir set, görünmeyen bir perde olduğu tespit edilmiştir Böylece Akdeniz’in suyu ile Atlas Okyanusu’nun suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterlerini muhâfaza etmektedir Sanki Cebel-i Târık Boğazı’nda ilâhî kudreti sergileyen mûcizevî bir perde vardır Missisipi ve Yang-Çe gibi yüksek debili nehirler de aynı özelliği gösterirler Onların tatlı suyu ile denizin tuzlu suyunun karışması bâzen deniz kıyısından çok içeride meydana gelir Bu bir ilâhî kudret tecellîsi olup bugün tespit edilen büyük bir mûcizedir Bu hususta İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki çift yönlü akıntıyı da misâl olarak verebiliriz Akdeniz’in daha yoğun ve tuzlu (binde 36) olan suları, dip akıntısıyla Karadeniz’e doğru; Karadeniz’in daha az tuzlu (binde 18) olan suları da üst akıntıyla Akdeniz’e doğru akar Medeniyetten uzak, câhil bir toplumun ve o toplum içindeki ümmî bir insanın o zaman bu gerçekleri kendiliğinden bilip söylemesi mümkün müdür? Amerikalı deniz uzmanı Prof Dr Heyy de, yaptığı uzun ilmî tedkikler netîcesinde şu hakîkatlere ulaşmıştır: Engin suların arasına çekilen ilâhî bir kudret perdesi vardır Bu perde, iki denizin birbirine karışmasını engelliyor Bununla beraber, iki deniz suyunun birbirine geçmesine mânî olmuyor Ancak bu akışı, her iki tarafın sularının geçtiği tarafın taşıdığı kimyevî muhtevâya göre ayarladıktan sonra gerçekleştiriyor Yâni bu perde, geçmesi gerekeni geçiren, geçmemesi gerekeni engelleyen çift taraflı bir süzgeç gibidir Çünkü bütün deniz ve okyanus sularının husûsiyetleri ayrıdır Öyle ki, sıcaklık ve tuzluluk oranlarından, bünyelerinde yaşayan canlıların farklılığına kadar her biri ayrı bir âlemi ifâde eder Prof Dr Heyy’e bu husustaki Kur’ânî bilgiler gösterilince, onun da birçok insaflı ilim adamı gibi hayret ve dehşet içinde dilinden şu cümleler dökülmüştür: “–Doğrusu ben, bu bilgileri Kur’ân’da görmekle çok şaşırdım! Bunların aslâ bir beşer sözü olamayacağı kanaatindeyim! Bu bilgiler, mutlakâ Allah tarafından bildirilmiş olmalı!” Bundan sonra Prof Dr Heyy, Kur’ân’ı ve hadîs-i şerîfleri büyük bir dikkatle inceledi Kur’ân’ın vahiy mahsûlü olması yanında birçok mûcizelerle dolu olduğunu da görünce şu hadîs-i şerîfteki hakîkatin de bir mûcize olarak tahakkuk ettiğini ifâde etti: Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar: “Gönderilen her peygambere, insanların hidâyetine vesîle olacak bir mûcize muhakkak verilmiştir Bana verilen de Allâh’ın bana vahyettiği kelâm nev’inden olan Kur’ân-ı Kerîm’dir Bu sebeple kıyâmet günü ümmetimin diğer ümmetlerden sayıca çok olmasını ümit ediyorum” (Buhârî, İ’tisam, 1; Fedâilü’l-Kur’ân, 1; Müslim, Îmân, 279) Fizik ilmiyle meşgul olan ve Kur’ân’ı da anlamaya çalışan âlimler şöyle demişlerdir: “Fiziğin bütün can alıcı esasları, noksansız bir şekilde Kur’ân’da yer almıştır Elbette bizden sonra da nice hikmetler kâinattan bilinip öğrenilecektir” |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı10 Genetik Âyet-i kerîmede buyrulur: “Rabbin, Âdemoğullarından, onların sulblerinden (bellerinden) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (demişti) «Evet, buna şâhidiz» dediler Kıyâmet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz!” (el-A’râf, 172) Bu âyet, insan genlerinin özelliğine dikkat çekmektedir Nitekim bugünkü ilim, genlerin, yâni insanın bütün hayâtını içine alan bir kataloğu durumunda olan ırsiyeti nakleden hücrelerin, âdeta bir kayıt defteri durumunda olduğunu ve insanlar daha sulblerde hücreler hâlinde iken onların bütün husûsiyetlerinin o genlerde fihristlendiğini (DNA’yı) bildirmektedir Üstelik üç milyar insanın kaydını muhâfaza eden ve onların bütün husûsiyetlerini ihtivâ eden genlerin, hacim itibâriyle bir santimetre küpü geçmediğini, yani bir dikiş yüksüğü kadar küçük bir yere sığdığını ifâde etmektedir Böyle bir ilmî gerçeğe, yâni âdeta mûcizevî bir bilgisayar olan DNA’ya, bundan on dört asır önce ümmî bir insanın kendiliğinden işâret edebilmesini hangi idrâk kabûl edebilir? |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı11 Hıfz-ı Sıhha (Koruyucu Hekimlik) Kur’ân-ı Kerîm’de, pek çok açıdan olduğu gibi hıfz-ı sıhha açısından da önemli olan; örtünme, elbise temizliği, yeteri derecede istirahat etmek, iyi ve ölçülü bir şekilde beslenmek, kötü ve bozulmuş yiyecekleri yememek gibi konulara dikkat çekilmiştir Bilhassa nebâtî yiyeceklerden ve bunların faydalarından bahsedilmekte, iyi ve kötü içecekler hakkında bilgi verilmekte ve sarhoşluk veren içkiler yasaklanmaktadır Beslenme ile tedâvî ve genel sağlık kâidelerinden biri olan ölülerin defnedilmesi[187] de, Kur’ân-ı Kerîm’in zikrettiği konular arasındadır Ölülerin gömülmesi husûsundaki Kur’ânî işâretlere en güzel şekilde riâyet eden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hâli ne kadar ibretlidir: Yâlâ bin Mürre -radıyallâhu anh- şöyle der: “Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında pek çok defâ seferlere katıldım Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir insan ölüsüne rastladığında, derhâl defnedilmesini emreder, onun müslüman mı, kâfir mi olduğunu sormazdı” (Hâkim, I, 526/1374) O devirdeki müşrikler ise Bedir’de ve Uhud’da kendi ölülerini bile defnetmeden, olduğu gibi bırakıp gitmişlerdi Efendimiz, onları da defnettirdi Uhud’da müşrikler, müslümanların şehidlerine işkence etmiş, onları parçalamışlardı Buna karşılık ellerindeki müşrik cesetlerine de aynı şeyi yapmak isteyen sahâbîlere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Sabredin ve sevâbını Allah’tan bekleyin!” buyurarak mânî olmuştur (Vâkıdî, I, 290) Yeme-içmede ifrat ve tefritten uzak durmayı, îtidâl üzere bulunmayı emreden Kur’ân-ı Kerîm[188], tıbbın yarısını hulâsa etmiş; zinâyı yasaklamakla zührevî hastalıkların önünü kesip, nesillerin maddî ve mânevî bakımdan güzel bir şekilde korunmasını sağlamıştır Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Fuhuş (diğer bir ifâdeyle âilevî ihânet ile başkalarına yönelik cinsî sapmalar ve azgınlıklar), bir toplum içerisinde gözle görülür bir şekilde alenî olarak işlenmeye başladığında, yâni iyice yaygınlaştığında, ortalığı tâûn (hastalığı gibi bulaşıcı ve perişan edici hastalıklar) sarar Ve daha önce hiç görülmeyen hastalıklar zuhûr eder” (İbn-i Mâce, Fiten, 22; Hâkim, IV, 583/8623) Bu hadîs-i şerîften çok etkilenen Amerikalı deniz uzmanı Prof Dr Heyy, mevzu üzerinde uzun bir çalışma yaparak şu beyânatta bulunur: “–Bugünkü ilmî tespitler de nihâyet bu noktaya gelmiştir İşte AIDS! Hıyânet ve cinsî sapmaların neticesi… Gerçekten Avrupa, zinâyı ve cinsî serbestliği îlân ettiği an, birçok bulaşıcı hastalık etrâfı sardı ve ismi bile bilinmeyen türlü türlü mikroplar ortalığı kasıp kavurdu İnsanları âciz bırakan nice dertler zuhûr etti Elbette bu, fuhuş ile hastalık arasında, hadîs-i şerîfin bildirdiği ibret dolu bir irtibâtın müthiş bir tezâhürüdür Artık ben, Hazret-i Peygamber’in son derece doğru değerlendirmelerde bulunup kendisinden asırlar sonra meydana gelecek hâdiseleri haber vermesini aslâ bir tesâdüf eseri olarak kabûl edemem! Bir de O’nun ümmîliği hesâba katılırsa, bu bilgileri kendiliğinden haber verebilmesi aslâ mümkün değildir! Ben de dostum üstad Keith gibi düşünüyor ve bunların ilâhî kaynaklı mâlûmatlar olduğunu kabûl ediyorum! Bu derin hakîkatler, öyle beşer gayreti ile elde edilecek şeyler olamaz! İşte ben, bunca yıldır çalışıp çabalıyorum, ancak yapabildiklerim ortada… Şu dev hakîkatler karşısında kocaman bir hiç!” * Kur’ân-ı Kerîm, leş, kan ve domuz etinin yenmesini de yasaklamıştır ki, tıbben bunların zararları, artık îzahtan vârestedir Beden ve ağız temizliğinin, abdest, namaz ve orucun, rûhî olduğu kadar bedenî faydalarını da inkâr etmek mümkün değildir Bunlar, örnek kabîlinden zikrettiğimiz hususlardır Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’de nice sırlı konulara ışık tutan yüzlerce âyet vardır Bunların mânâları, zamanla, ilim ve fen geliştikçe kısmen de olsa öğrenilmektedir Bu sebeple, “Kur’ân’ın en büyük müfessirinin zaman olduğu” söylenmektedir Böyle, son derece belîğ ve fasîh bir üslûba sahip, içinde hiçbir tenâkuz ve şüphe bulunmayan, kıyâmete kadar vukûa gelecek nice hakîkatleri haber veren, bütün ins ve cin âlemine meydan okumasına rağmen hiçbir sûrette benzeri, hattâ en küçük bir sûresinin bile benzeri getirilemeyen ve getirilemeyecek olan bir Kitâb’ın, câhil bir toplumun içinde yetişmiş ümmî bir beşerin sözü olması, akıl, idrâk ve iz’ânın kabûl edeceği bir durum değildir Kur’ân ve Sünnet, her devirde ilim ve fenne öncülük etmektedir Kur’ân ve Sünnet’in kat’î olarak haber verdiği bâzı şeyleri, ilim, henüz o seviyeye erişemediği için “ihtimâl” olarak görmektedir Zaman içinde bu ihtimaller kat’î hakîkatlere dönüşerek Kur’ân’ın azametini ortaya koymaktadır Daha evvel âyetlerden birçok misâl verdiğimiz için, bir de hadîs-i şerîften misâl verelim: Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Birinizin kabına sinek düştüğünde, (önce) onu batırıp sonra çıkarsın! Zîrâ sineğin bir kanadında hastalık, diğerinde ise bunun ilâç ve tedâvîsi vardır” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 16, Tıb 58; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 48-49/3844; İbn-i Mâce, Tıb, 31; Ahmed, II, 229, 246) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zarûret karşısında kaptaki yemek veya suyun zâyî edilmeyip istifâde edilmesini tavsiye buyurmaktadır Yakın bir zamana kadar sineğin, tamamen mikrop taşıyan bir hayvan olduğu sanılmakta ve kendisinde panzehir olduğu bilinmemekteydi Lâkin bugün hakîkat, bir mûcize-i nebevî olarak tecellî etmiş bulunmaktadır Nitekim 2002 senesinde Avustralyalı bilim adamları, her türlü şartlarda var olabilen sinek ve benzerlerinden antibiyotik ürettiklerini açıklamışlardır Sydney’deki Macquarie Üniversitesi’nden Prof Andy Beattie önderliğindeki ekip câlib-i dikkat bir araştırmaya imza attı Sinekler, böcekler ve her türlü haşerenin çürüyen et ve gübre dâhil her pisliğe karşı dayanıklı olduğunu dikkate alan bilim adamları; “Bu tür canlıların enfeksiyonlara karşı kuvvetli bir mukâvemeti olması îcâb eder, aksi hâlde sağ kalamazlardı Onlardan antibiyotik yapma teşebbüslerimiz müsbet neticeler verdi” dediler Sinekle ilgili bu hadîs-i şerîf, Sahîh-i Buhârî başta olmak üzere diğer mühim hadis kitaplarımızda yer aldığı için müslümanlar ona inanmakta tereddüt etmediler Her şeyi akılla ve müspet ilimle açıklamaya çalışanlar ise, bu hadis ve râvîsi Ebû Hüreyre Hazretleri hakkında ileri-geri konuştular Lâkin ilmî keşifler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve O’na samimî olarak inanan mü’minleri bir defâ daha tasdik etti Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir diğer hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmaktadırlar: “Şâyet bir köpek, ağzını bir kaba daldıracak olursa, insanlar tarafından bu kap kullanılmadan evvel, hattâ ilki ince temiz toprak ile olmak üzere yedi defâ su ile ovulup çalkalanması lâzımdır” (Müslim, Tahâret, 91; Buhârî, Vudû‘, 33) Bu hadîs-i şerîfte köpeğin ağzının pis olduğu ve bu pisliğin temizlenmesinde, ince-temiz toprağın rolü anlatılmaktadır İlmin yeni tespit ettiği bu hakîkatleri Sünnet, bin dört yüz sene evvelden haber vermektedir Fennin ve ilmin tevzî mecmûaları olan ansiklopediler, her sene ek nüsha çıkarmak sûretiyle, değişen ilmî gerçekleri yeniden yayınlayarak eskisini tashîh ederler Kur’ân ve Sünnet ise, bin dört yüz seneden beri bu tür bir tashîhe bir harf için bile ihtiyaç hissetmemiş olarak kıyâmete kadar devâm edecektir Çünkü Allah Teâlâ yüce Kitâb’ında şöyle buyurmaktadır: “…Hâlbuki Kur’ân pek değerli bir kitaptır Bâtıl ona ne önünden ne de ardından yol bulamaz (Ne geçmişte ne de gelecekte onu iptâl edecek yoktur) O, mutlak hikmet sahibi, her durumda övülmeye lâyık olan Allah katından indirilmiştir” (Fussılet, 41-42) |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı12 Kâinattaki İlâhî Âhenk ve Kudret Akışları Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onungerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?” (Fussılet, 53) (Kur’ân’ın) Târih boyunca bu âyet-i kerîmeyi tasdîk eden pek çok hâdise yaşanmıştır Bunlardan birini Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullâh el-Maşrikî şöyle anlatır: 1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi Tekrar selâm verince: “–Benden ne istiyorsun?” dedi “–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı Devamla dedim ki: “–İkincisi de, sizin gibi dünyâ çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?” Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir duraklamadan sonra: “–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allâh’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devâm etti: “–İnâyetullâh, dostum! Allâh’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere bir göz attığımda, Allâh’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar Allâh’ın huzûrunda eğilerek O’na; «Allâh’ım Sen büyüksün!» diye seslendiğim zaman da, benim şu varlığımın her bir parçasının, bu duâda beni desteklediğini görürüm İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saâdet hissederim ve benim bu saâdetimin, diğerlerinin saâdetinden bin defâ daha üstün olduğunu bilirim” Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum: “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) kor*kar…” (Fâtır, 28) Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı: “–Ne diyorsun, «Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar» öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve cidden acâyip! Benim elli yıldır devâm eden uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim şey, Hazret-i Muhammed’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi yaz! Hazret-i Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 251-253) { Rabbimiz, yarattığı varlıklar âlemini tefekkür adımlarıyla gezmemizi istiyor Çünkü bu âlemde ne varsa, küçücük bir zerreden muazzam kütlelere kadar her şey, ilâhî bir sanat hârikası… Her yer, ilâhî kudret ve sanat eserlerinin sergilendiği bir müze âdeta… Her şey ilâhî bir sanat hârikası… Rabbimiz, kalbimizin bu ilâhî sergide derin derin düşünerek, tefekküre dalarak dolaşmasını istiyor Akıl ve idrak sahibi mü’minleri anlatırken: “…Onlar yerin ve göğün yaratılışını (inceden inceye, derinden derine) düşünürler…” (Âl-i İmrân, 191) buyuruyor Yeryüzünü bir tefekkür edelim İncecik bir toprak tabakası, trilyonlarca varlığı besliyor Hayvanâtı besliyor, milyarlarca insanı besliyor Her varlık kendine faydalı olanı yiyor, zararlı olanı bırakıyor Kimi otla, kimi etle, kimi leşle gıdâlanıyor Birine zehir olan, diğerine gıdâ ve şifâ oluyor Her varlığa ilâhî bir sofra hazırlanıyor Rabbimiz ne güzel buyuruyor: “…Biz senden rızık istemiyoruz; (aksine) seni Biz rızıklandırıyoruz Güzel âkıbet, takvâ sahiplerinindir” (Tâhâ, 132) “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor Onlara da size de rızık veren Allah’tır O, her şeyi işitir ve bilir” (el-Ankebût, 60) Sağlam bir kuş bile hasta bir kuşun rızkını taşıyor… Ne müthiş bir intizam! Ne müthiş bir ilâhî program! Ne kusursuz bir ekolojik denge! Her şey bu denge içerisinde… Şâyet Âdem -aleyhisselâm-’dan âhirete kadar gelecek bütün filler, bir anda gelseydi, bütün dünyâyı filler doldururdu Bütün balinalar bir anda gelseydi, denizleri, okyanusları sadece balinalar kaplardı Bütün yılanlar-çıyanlar bir anda gelse, ayak basacak yer bulamazdık Dünyâ yaşanmaz olurdu Aynı şekilde Âdem -aleyhisselâm-’dan son insana kadar bütün insanlar da bir anda gelseydi, yine dünyâda ayak basacak yer kalmazdı Fakat Cenâb-ı Hak mükemmel bir denge içerisinde bütün varlıkları sırasıyla öyle devir-dâim ettiriyor ki, hiçbir şey tıkanmıyor Her şey birbirini tamamlıyor Bir ormana bakalım: En mûnis hayvandan, en vahşîsine kadar hepsi bir arada, beraber yaşıyor Hiçbirinin nesli tükenmiyor Meselâ bir balina, günde takrîben bir ton balık yiyor, yine de o yediği balıkların nesli tükenmiyor Ekvatorda yaşayan hayvanlar var, tutup onları kutuplara götürsen ölür Kutuplarda yaşayanlar var, onları da alıp ekvatora götürsen, onlar da orada yaşayamaz Yine düşünmeliyiz ki; üzerine bastığımız toprak, Âdem -aleyhisselâm-’dan bugüne kadar gelmiş geçmiş milyarlarca insanın cesedini eriterek kendi terkibi içine katmış durumda… Sanki milyarlarca gölgenin üst üste çakışması gibi… O hâlde toprak üstünün nefsânî saltanatına aldanmayalım ki, toprak altının horluğuna düşmeyelim… Hâsılı bütün her şey, Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azametinin sonsuzluğunu sergiliyor Bu sayısız hikmet tecellîleri, Hakk’a yaklaşan kullara dâimâ ilâhî azameti telkin etmektedir Bunun içindir ki tefekkür, pek büyük bir ibâdettir Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Siz takvâ sahibi olun ki, Allah size (bilmediklerinizi) öğretiyor…” (el-Bakara, 282) Hakîkaten Allah Teâlâ, takvâ sahibi kullarına mârifetullâhtan nasipler ihsân ediyor ve onları kâinattaki hikmet, ibret ve sırlara âşinâ kılıyor a Hassas Denge Bütün yıldız ve gezegenleriyle şu kâinâtın ne kadar ince bir âhenk ve uyum içinde olduğu, gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır Öyle ki, kâinattaki ölçü ve nisbetlerden herhangi birinde meydana gelecek en ufak bir değişiklik bile sadece Dünyâ’yı değil, bütünüyle hayâtı mahvetmeye kâfîdir Dünyâ’nın hacmi, kütlesi, Güneş’ten uzaklığı, Güneş’in kütlesi, ısı derecesi, Dünyâ’nın kendi ekseni üzerindeki ölçülü eğikliği, hem kendi yörüngesindeki hem de Güneş etrafındaki seyir hızı, Ay’ın Dünyâ’dan uzaklığı, hacmi ve kütlesi, karaların ve denizlerin Dünyâ üzerindeki dağılımı ve daha binlerce ölçü ve nisbetler, kâinatta muazzam bir ilâhî nizam ve dengenin varlığını açık bir şekilde ifâde etmektedir Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Biz, her şeyi bir ölçüyle yarattık” (el-Kamer, 49) “…O’nun katında her şey ölçü iledir” (er-Ra‘d, 8) Havada % 21 nisbetinde olan oksijen, birazcık fazla olsaydı, Dünyâ’daki her şey ilk kıvılcım ile tutuşurdu Dünyâ ile Güneş arasındaki mesafe birazcık artsa veya eksilseydi bütün canlılar donarak veya yanarak yok olurlardı Normal bir yağmur damlası 1500-3000 metre yükseklikteki buluttan inse, yere fevkalâde sert bir iniş yapar Lâkin yağmur damlası, buluttan itibâren ufak zerreciklerden oluşa oluşa büyümekte; tam yere yaklaşırken paraşüt açmış gibi havanın kaldırma kuvvetine yakın bir hızla inmektedir Eğer yer çekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman kâinât çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok kısa sürerdi Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneş’imizden bir trilyon kat daha küçük olurdu ve ömrü de bir yıl kadar olabilirdi Diğer taraftan, yer çekimi kuvveti birazcık zayıf olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla teşekkül edemezdi Aynı şekilde, diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır Dünyâ’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olurdu Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayâtı imkânsız kılardı Yer kabuğu, yâni toprak tabakası, şimdikinden biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayâtı için elzem olan oksijen bulunmayacaktı Kalın toprak takabası, mevcut oksijeni emecek ve hayat imkânsız hâle gelecekti Kezâ, denizler, bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmayacak, bitki bile yetişmeyecekti Dünyâ’nın etrafındaki hava tabakası, biraz daha ince olsaydı, meteorlar her gün Dünyâ’mızın kabuğunu delip geçecek, her tarafı yakacak, kasıp kavuracaktı Canlı varlıkların hayâtı, oksijen, hidrojen, karbondioksit ve muhtelif şekilleriyle diğer karbon gazlarının birbirleriyle kurdukları âhenkli terkiplere dayanır Bu gazların, istenilen nisbette ve hayat için elverişli bütün husûsiyetleriyle belli bir gezegende tesâdüfen birleşmeleri için on milyonda bir de olsa ihtimal yoktur [color="YellowGreen"]Fezâda çakan her şimşek, nitrojene muayyen miktarda oksijen katar ve bundan meydana gelen nitrojen terkibi, yıldırımdan sonra yağan yağmurlar vâsıtasıyla tarlalara düşer Böylece tarlaların bu terkipten her sene kolaylıkla elde ettikleri miktar, toprağa kimyevî gübreler vâsıtasıyla verilen nitrat sodyumun 60 misline eşittir İçtiğimiz suyun birtakım husûsiyetleri incelendiğinde, onun insan için özel bir rızık olarak yaratıldığı görülür Kimyevî bir madde olması bakımından suyun oldukça câlib-i dikkat husûsiyetleri vardır Bunlardan bâzıları şöyledir: a Suya en yakın bileşik olan hidrojen sülfür (H2S), sudan iki kat ağır olmasına rağmen, oda sıcaklığında gaz hâlindedir Ayrıca pis kokulu ve zehirli bir gazdır b Suyun en yoğun olduğu hâl, benzeri kimyevî bileşiklerin aksine katı, yâni buz hâli değil, +4 derecedeki sıvı hâlidir Bu şekilde denizlerde, göllerde ve nehirlerde su dipten yukarı değil, yüzeyden aşağı doğru donar Bu da suda yaşayan canlıların suyun üstünde oluşan buz tabakasıyla donmaktan korunmasını sağlar c Suyun donma ve kaynama noktaları da organik canlılık için en uygun sıcaklıklardır d Suyun, polaritesi dolayısıyla birçok organik ve inorganik maddeyi kolayca çözebilme husûsiyeti vardır Suyun, burada zikredilenlerden başka daha birçok husûsiyeti vardır ki, bütün bunlar, onun insan hayâtı için sanki önceden tasarlanmış bir madde olduğunu düşündürmektedir “O (Allah) gökleri ve yeri altı günde (devrede) yarattı [color="YellowGreen"]Arş’ı su üstünde idi (Bu kâinâtı yaratması) hanginizin daha güzel ameller işleyeceğini imtihan etmek içindir…” (Hûd, 7) âyetinde göklerin ve yerin yaratılışından ve sudan bahsedildikten sonra; “Hanginizin daha güzel ameller işleyeceğini imtihan etmek içindir” buyrulması, bunların yaratılmasının, bir mânâda insanın yaratılması için olduğu bildirilmektedir Hâsılı kâinattaki her harekete çok ince ve tam yerinde bir ölçü konulmuştur Bu ölçülerde en ufak bir artma veya eksilme olsa, şu gördüğümüz nizam ve âhenk hemen bozuluverir Cenâb-ı Hak, bu nizâmı insanın hizmetine vermiştir Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır” (el-Câsiye, 13 Ayrıca bkz Lokmân, 20) [color="YellowGreen"]Âyetten, göklerde ve yerde var olan her şeyin insanın hizmetine tahsis edildiği anlaşılmaktadır Son yıllarda kozmolojide “Antropik Prensibi” çerçevesinde yapılan çalışmalarda varılan netice de bu hükmü desteklemektedir Şöyle ki: Bütün kâinâtın, içindeki tüm galaksileri ve yıldızlarıyla, bu büyüklükte ve bu yaşta bulunması; Güneş Sistemi gibi bir sistemde, Dünyâ gibi bir gezegende, insan gibi şuurlu bir varlığın ortaya çıkması ve yaşayabilmesi için zarûrîdir [color="YellowGreen"]Hakikaten, çevremize baktığımızda insanın canlı-cansız bütün varlıklardan istifâde ettiğini görmekteyiz Bugün bakteriler bile ilâç üretiminde -bir organik kimya reaktörü gibi- kullanılabilmektedir Kâinattaki bu muhteşem âhenk ve gâyelilik, her şeyi muazzam bir ölçüyle yaratan Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî sanat hârikasıdır Bunu tesâdüfle îzah etmek mümkün değildir Prof Dr Edwin Conqlin şöyle der: “Hayâtın, tesâdüf eseri meydana geldiğini iddiâ etmek, bir matbaada rasgele vâkî olan bir patlama neticesinde muazzam bir ansiklopedinin ortaya çıktığını iddiâ etmek gibidir” (The Evidence of God, P 174; Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 129) On adet kuruş alarak üzerlerine sırayla birden ona kadar bir rakam yazsak, sonra bunları cebimize atarak iyice karıştırsak, sonra da rakamların sırasına göre birden ona kadar birer birer çıkarmaya çalışsak, cebimizden çıkaracağımız her kuruşu tekrar içeri koymak şartıyla üzerinde 1 yazan kuruşu ilk teşebbüste çıkarma ihtimâli onda birdir Üzerinde 1 ve 2 yazan kuruşları sırayla çıkarmak yüzde bir ihtimaldir Fakat 1, 2, 3, 4 numaralı kuruşları sırayla, ardı ardına çıkarma ihtimâli on binde birdir Bütün kuruşları 1’den 10’a kadar sırasıyla ardı ardına çıkarma ihtimali ise on milyarda birdir Bu misâli veren Amerikalı meşhur âlim Gressy Morrison, sözlerine şöyle devâm eder: “Böylesine basit bir misâli tercih etmemdeki hedef, gerçeklerin tesâdüf karşısında ne derece imkânsız hâle geldiğini îzah etmekten başka bir şey değildir” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s 130-131) Tek bir protein molekülünün tesâdüf neticesinde meydana gelebilmesi için, bütün kâinatta şu anda mevcut olan maddeden bir milyar kat daha fazla maddenin bulunması îcâb ederdi Ancak bu şekilde maddenin harekete geçirilmesi ve sevki mümkün olurdu ki, bunun için lâzım olan uzun seneleri ifade etmek için 10 rakamının sonuna 243 adet sıfır koymak gerekmektedir Şuna da dikkat etmek lâzımdır ki, bu şartlar sağlandığında bir protein molekülünün meydana gelmesi yine de sadece muhtemeldir, muhakkak değildir Bu faâliyetin ebediyete kadar devâm etmesi neticesinde hiçbir şeyin ortaya çıkmaması da mümkündür Ruh sahibi olmayan alelâde bir maddenin tesâdüfen meydana gelebilmesi için onun milyar katına ve milyarlarca seneye ihtiyaç duyulduğu anlaşıldıktan sonra, şöyle bir düşünelim: [color="YellowGreen"]Dünyâ’nın yaşı, aşağı yukarı tahmin edilebilmektedir; takrîben 4,5-5 milyar yıldır O hâlde, bu kadar bir zamanda milyonlarca hayvan türleri, 200000’den fazla bitki çeşidi en mükemmel şekilde nasıl meydana gelmiştir? “İnsan” adı verilen muhteşem varlık, bu kadar çok canlı türleri arasında nasıl ortaya çıkmıştır? Her gün gözümüzün önünde mükemmel bir sûrette doğan bebekler ve yavrular, nasıl bir kudretin eseridir? Aslında Cenâb-ı Hakk’ın en mükemmel bir varlığı yaratması için bile zamana ihtiyacı yoktur “Ol” dediği anda her şey derhâl oluverir[194] Ancak kâinâta koyduğu tedrîc (derece derece yapma) kânûnunu kullarına göstermek için varlıkları belli sürelerde yaratmaktadır * İnsanın yapmış olduğu en gelişmiş âletler ve tasarladığı en girift sistemler bile kâinâttaki müthiş sistem karşısında hiçbir ehemmiyet ifâde etmez Bu sebeple, uzun zamandır tabiattaki muhteşem sanatı taklit etmek, ilimde husûsî bir mevzû hâlini almış ve bunun için “Bionics” ismiyle yeni bir ilim dalı meydana gelmiştir İlâhî sanat hârikalarının taklidiyle elde edilen âletlere bir misal vermek gerekirse, fotoğraf makinesinden bahsedebiliriz Fotoğraf makineleri, insan gözünün mekanik taklidinden başka bir şey değildir Kameranın objektifi (lens), gözün dış tabakası gibidir Makinenin sed perdesi (diaphragm) da göz bebeği (iris) yerinedir Işıktan tesir alan film ise gözün perdesine benzer ki, orada mahrûtî[195] hatlar ve şekiller vardır ve eşyâyı ters görür Bugün hiç kimse fotoğraf makinesinin kendi kendine meydana geldiğini iddiâya cür’et edemezken, bâzı âlim geçinen maksatlı insanlar, gözün bir tesâdüf eseri meydana geldiğini söyleyebilmektedirler [color="YellowGreen"]İnsanların ilâhî sanat hârikalarını taklid ederek îcâd ettiği daha pek çok âlet ve edevat mevcuttur |
İlmî İ’Câzı |
08-01-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İlmî İ’Câzı13 Kur’ân, İlme Önderlik Yapıyor Amerikalı Prof Dr Joly Senton’ın îtirâfı çok mühimdir Senton, hristiyanlığın muharref kitabındaki saçmalıklar sebebiyle dînden soğumuştu O, sadece batıdaki dînin perişanlığından haberdâr olduğu için Kur’ânî mâlumâta da başlangıçta böyle yaklaşmak istemiş, ancak îtiraz edemeyeceği kadar açık ve net hakîkatlerle karşılaşınca da müthiş bir şaşkınlıkla şöyle demiştir: “Bu dîn (İslâm), ilme önderlik yapıp çok başarılı neticelere ulaştırabilir! İlmî bir inkılâp gerçekleştirebilir!” Nitekim bitmez-tükenmez bir mûcize menbaı olan Kur’ân-ı Kerîm’in ihtivâ ettiği mânâların sonsuzluğunu ifâde etmek üzere âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “De ki: Rabbimin sözleri için deryâ mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir” (el-Kehf, 109) “Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez Şüphe yok ki Allah mutlak gâlip ve hikmet sahibidir” (Lokman, 27) Şâir Ziyâ Paşa da:İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez, Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez! diyerek ister kevnî ister kelâmî olsun, ilâhî sanatın karşısında hissettiği hayret ve şaşkınlığı dile getirir Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ı, büyük bir acziyet içinde şöylece tenzîh ve tesbîh eder: سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ سُبْحَانَ مَنْ بِقُدْرَتِه۪ يَعْجُزُ الْفُحُولُ “Muazzam sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederim! Sonsuz kudreti ile en yüksek idrakleri bile âciz bırakan Allâh’ı bütün noksan sıfatlardan tenzîh ve tesbîh ederim!” |
|