Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Sinsi Eğlence > Bir Tutam Hikaye > Kıssadan Hisse

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
fotoğraflar, konuşan

Konuşan Fotoğraflar

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Konuşan Fotoğraflar




KONUŞAN FOTOĞRAFLAR

Bir Salı gününün ikindiye yarım saat kaldığı “an”daydı Evimizin oradaki camiye yetişemeyeceğimi anladığımdan, ikindi namazını Kızılay’da metro istasyonundaki mescitte “cemaatle” kılmaya karar vermiştim Fakat namaza yarım saat vardı “Bu kadar uzun zaman ne yapacağım” diye düşünmeye başladım Yarım saat, belki bir çok insana uzun gelmeyebilir Ama benim için çok uzun ve meşakkatli bir zaman dilimiydi Çünkü Hâlık-ı Kerîm’in yarattığı zaman denilen “mahluk” ( mahlûktu, çünkü o da yaratılandı, hâlk olunmuştu ) “an”lardan meydana gelmişti Ve bu “an”lar domino taşları gibiydi İlk “kün” emrinden sonra, taşlar sıra ile yıkılmaya başlamıştı Bu yüzdendir ki her “an” değerliydi Hem o kısacık “an”ların her biri Rabb-i Rahîm’e yazdığımız “dua mektupları, amel defterleri”ydi Sonuçta “hesapları çabuk gören” bizi her “ân”ımızdan mes’ûl tutuyordu kul olduğumuzu unutmamamız için

İşte böyle bir endişenin garip telaşı içerisinde bulunduğum ânı tefekkür ederken bir sergi ile karşılaştım yer altı metrosunda İsmi farklıydı ama ben görür görmez “ibret sergisi” koymuştum adını Çünkü mü’minin nazarı ibret olmalıydı Zaten resimler de tam ibretlikti On yedi ağustos depreminin yıl dönümü hasebiyle açılmış olan bu sergide, deprem sonrasında insanların ve çevrenin kalbi ağlatan çok dehşetli hâllerinin fotoğrafları sunuluyordu Göçüklerin altından uzanan morarmış, yarılmış eller Çamurlu mezarlıkların arasında gözyaşları içinde, tek başına, kefenlenmiş annesinin cesedini taşıyan genç delikanlı Gece yatağında yatarken üstüne beton düşüp kafası kopmuş bedenler Yaşlı bir ninenin telaş içerisinde, yıkıntıların arasında torununun kopan bacağını araması Yâ Rabb’im! üç beş resimden sonra dayanamadım, dermânım kalmadı Önce kalbim ve ruhum ,sonra gözlerim ağlamaya başladı o resimlerden ziyâdesiyle müteessir olmuştum O sırada diğer insanların resimlere ne tepki verdiklerini görmek için nazarımı afâka, dış dünyama çevirdim Aman Allah’ım! İnsanlar ne kadar duygusuzlaşmıştı; fotoğraflara bakarken ağzını kocaman açıp esneyenler, cak cuk sakız çiğneyenler “İbret almak lâzım” derken arkadaşına el şakası yapanlar “Çok şükretmek gerek” derken yanındaki nâmahreme bakanlar “Allah Allah nasıl da yıkılmış” deyip yıkılan binaları izlerken belki aklından da yeni kuracağı ticarethânenin kârını hesaplayanlar Dili, “bunlar doğal afet “derken vicdânı elîm feryatlarla “ilâhi ikaz diye haykıranlar

Bütün bunlara dikkat ettikçe, fotoğraflardaki ruhlara hüzün bulaştırıcı sahnelerin mi, yoksa etrafımdaki insanların kainatı velveleye veren gaflet manzaralarının mı daha dehşetli olduğu noktasında şüpheye düşmeye başlamıştım Çünkü “felâket” vardı, “felâketçik” vardı Yani ölenler inşaallah dünyalarını, canlarını, mallarını sadaka olarak verip ahiretlerini kazanmışlardı Ama ya o fotoğrafları seyredenler! Ekserîsi belki de Kadîr-i Zülcelâl’in “ibret almazmısınız?” sorusuna kulak asmıyordu Ve ahiretlerini verip, fani ve de onların bile olmayan şu dünyayı kazanmaya çalışıyorlardı En azından hâlleriyle, giyimleriyle, konuşmalarıyla bunu ifade ediyorlardı

Farklı olarak o resimleri izleyenlerin içerisinde biri vardı ki gerçekten çok dikkatimi çekmişti Dalgalı, süt beyazı, oldukça dökülmüş saçlarıyla, gri- beyaz kıvır kıvır sakallarıyla dört yıl önce doğum günüme rastlayan bir günde vefat eden dedemi andıran bir ihtiyar geldi gözümün önüne Panodaki resme iyice yaklaşmış bir yandan ağlıyor, bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordu Yanına hafifçe sokulup seyrettiği resme baktım Resimde; Helâk olmuş bir şehrin yıkıntı hâline gelen dar bir sokağında genç yaştaki evlâdının bekli günlerdir beton kütlelerinin altında dura dura morarıp şişmiş bedenini kucaklayıp taşıyan yaşlı bir adamın fotoğrafı vardı

Bu resim duygularımı o kadar çok incitti ki; yüzümü bir an için yanında durduğum kır sakallı ihtiyara çevirdim Tuhaf bir tevafuktur ki resimdeki adamla bu yaşlı dede birbirine çok benziyordu Tam omzuna dokunup bir şey soracaktım ki; o benden önce davranıp “evlâdım işte ben bu depremde ölenlerdenim” dedi Oldukça şaşırmıştım Acaba bir cenazeyle mi konuşuyordum? Yaşlı dede şaşkınlığımı anlamış olacak ki konuşmasına devam etti; “şu resimdeki genç aynı benim depremde kaybettiğim oğluma benziyor Kendimi o adamın yerine koydukça o dehşetli hâlden ihtiyar kalbim fazlasıyla ürküyor ve her geçen gün biraz daha ölüyorum” İhtiyar dedenin kim bilir hangi hayat anıları gözünün önüne gelmişti O güzelliklerin yitip gitmesi nasıl da oturuyordu hassas yüreğine

“İşte” dedim içimden “sır burada” ölüm gerçeğinden bîhaber insanların karşılarına çıkan bir mevt hâdisesini kendi nefisleri için düşünmüyorlar, hep başkaları adına hayal ediyorlardı Zaten kopukluk da burada başlıyordu Halbuki insan , kabrin basamaklarını yalnız başına adımlayacaktı Bu yüzden mutlaka kendini o mevtanın yerine koyması şarttı, çünkü insanın gözünü ancak toprak doyururdu

Ama sadece kendimi onun yerine koymak da yetmiyordu Duygularımı ve hislerimi de ölüm fikrine karşı mağlup etmek gerekiyordu Bu da kulluğumu yaşayış tarzıma bakıyordu Çünkü insanın kalbinde öyle hasseler, öyle lâtifeler vardı ki ; küçük bir günaha, ufak bir harama dayanamayacak kadar hassastı, hemen ölüveriyordu hem onların her biri bir “esma”ya bakıyordu Kaybettiğin zaman o esmânın tecellîsini kalbinde hissedemiyordun Durum böyle olunca günaha ve harama girdiğimiz zaman o lâtifeleri kaybediyor, gerek ölüm, olsun gerekse kainatın çok ince sırlarını hissedemiyorduk, “duyamıyorduk

Bu fikir kalabalığı içindeyken kıvırcık sakallı ihtiyar “evlâdım” dedi resmi göstererek “ şu yıkılan binanın bahçesindeki küçük mor menekşeyi görüyor musun? Dikkatli dinlersen ağladığını duyacaksın Daha da dikkatle dinlersen kainatın bile ağladığını duyarsın Onlar derler ki; ‘Ey beşer! Senin bu cehâletinin verdiği gafletten gelen imanî zaafiyetinin ve zalimin zulmüne ortak olmandan dolayı başımıza açtığın belâlardan nedir bu çektiğimiz? Bizim, kainatın Hâlıkına karşı yaptığımız zikir ve şükürleri görmeyip bizi başıboş tevehhüm etmeniz kesinlikle affedilir bir şey değildir’ diye ağlarlar çiçekler, böcekler, kurtlar kuşlar

Bu konuşmalar ihtiyarın dilinden dökülürken gerçekten de sanki insanların gürültülerini değil de kainatın gözyaşlarından gelen ağlama veya zikir , şükür seslerini “duyar” gibi bir hâl ile o da ağlıyor ve göz yaşları şıpır şıpır sakallarını ıslatıyordu En sonunda bu duruma dayanamadım ve “affedersiniz dedeciğim” deyip elimle omzunu sıkarken “peki siz bu ağlayışları nasıl duyuyorsunuz ?” diye devam ettim Gözü yaşlı ihtiyar dedenin söylediği söz bütün dünyamı yıkmaya ve kulluğumdan utanmama yetmişti Eliyle başımı okşayıp ayağa kalkarken “evlâdım özür dilerim ama, söylediklerini işitemedim, çünkü ben sağırım

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.