Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
büyükleri, türk

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



Mehmet Akif Ersoy



İstiklal Marşı'nı yazmış, günlük konuşma dilinin şiirle kaynaşmasını sağlayarak halkçı bir nazmın doğuşuna ön ayak olmuştur 1873’te İstanbul'da doğdu, 27 Aralık 1936'da aynı kentte öldü Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapma kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır


Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi Fatih camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi Türkçe, Arapça, Farsça, veFransızca bilgisiyle dikkati çekti Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı


1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi Ziraat Nezareti (Tarım Bakanlığı) emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma olanağı buldu İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı 1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayımlamadı


1908'de II Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar yazmaya, şiirler ve çağdaş Mısırlı İslam yazarlarından çeviriler yayımlamaya başladı 1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı Dönüşte Medine'ye uğradı Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfununda edebiyat dersleri vermeye devam etti İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti I Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gizli örgütü olan Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi Batı uygarlığının gelişme düzeyi onu derinden etkiledi Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında profesör İsmail Hakkı İzmirli'yle birlikte Lübnan'a gitti Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan ulusal direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette halkın kurtuluş hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı




Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, laik bir Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine Mısır'da sürekli olarak yaşamaya karar verdi 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı Bu gönüllü sürgün yaşamı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve İstanbul'da öldü


Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür Bununla birlikte kitabın Tevfik Fikret'ten izler taşıdığı görülür Fransız romantiklerinden Lamartine'i Fuzuli kadar, Alexandre Dumas fils'i Sâdi kadar sevdiğini belirten şair, bütün bu sanatçıların uğraşı alanlarına giren "manzum hikâye" biçimini kendisi için en geçerli yazı olarak seçmiştir Ancak, sahip olduğu köklü edebiyat kaygusu onun yalınkat bir manzumeci değil, bilinçle işlenmiş ve gelişmeye açık bir şiir türünün öncüsü olmasını sağlamıştır Mehmed Âkif'in düşünsel gelişiminde en belirleyici öğe onun çağdaş bir İslamcı oluşudur Çağdaş İslamcılık, Batı burjuva uygarlığının temel değerlerinin İslam kaynaklarına uyarlı olarak yeniden gözden geçirilmesini, Batı'nın toplumsal ve düşünsel oluşumuyla özde bağdaşık, ama yerel özelliklerini koruyan güçlü bir toplum yapısına varmayı öngörür Bu görüşe koşut olarak Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir Kafiyenin geleneksel Osmanlı şiirinde bir bela olduğunu savunan, resim yapmanın yasak sayılmasının, somut konumların betimlenmesini aksattığı ve bu yüzden şiirin olumsuz etkiler altında kaldığı görüşünü ileri süren Mehmed Âkif, Fuzuli'nin Leylâ vü Mecnûn adlı yapıtının plansız olduğu için yeterince başarılı olamadığını dile getirecek ölçüde çağdaş yaklaşımlara eğilimlidir Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir Dilde arılaşmadan yana olan tutumunu her şiirinde biraz daha yalın bir söyleyişi benimseyerek somutlukla ortaya koymuştur Mehmed Âkif geleneksel edebiyatın olduğu kadar, Batı kültürünün değerleriyle etkileşimi kabul eder, ancak Doğu'ya ya da Batı'ya öykülenmeye şiddetle karşı çıkar Çünkü her edebiyatın doğduğu toprağa bağlı olmakla canlılık kazanabileceği ve belli bir işlevi yerine getirmedikçe değer taşımayacağı görüşündedir Gerçekle uyum içinde olmayı herşeyin üstünde tutar Altı yüzyıllık seçkinler edebiyatının halktan uzak düştüğü için bayağılaştığına inanır İçinde yaşanılan toplumun özellikleri göz önüne alınmadan Batılı yeniliklere öykünmenin doğrudan doğruya edebiyata zarar vereceği, "edebsizliğin başladığı yerde edebiyatın biteceği" anlayışına bağlı kalarak "sanat sanat içindir" görüşüne karşı çıkmış, "libas hizmetini, gıda vazifesini" gören bir şiiri kurma çabasına girişmiştir Bu yüzden toplumsal ve ideolojik konuları şiir ile ve şiir içinde tartışma ve sergileme yolunu seçmiştir Bütün çıplaklığıyla gerçeği göstermekteki amacı okuyucusunu insanların sorunlarına yöneltmektir Bu kaygıların sonucu olarak yoksul insanların gerçek çehreleriyle yer aldığı şiirler Türk edebiyatında ilk kez Mehmed Âkif tarafından yazılmıştır Mehmed Âkif şiirinin yaşadığı dönemde ve sonrasında önemini sağlayan gerçekçi tutumudur Bu şiirde düş gücünün parıltısı yerini gözle görülür, elle tutulur bir yapıya bırakmıştır Şairin nazım diline bu dilin özgül niteliğini bozmaksızın elverişli olduğu gelişmeyi kazandırması, aruz veznini yumuşatmayı, başarmasıyla mümkün olmuştur Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki olanaklarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir Söz konusu dönemde her şairin dili kişisel bir dil kurma adına dar bir vadiye sıkışmak zorunda kalmıştı Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış, üslupta öz günlük ve kişiselliğe ulaşmıştır Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır



Eserler



Safahat, 1911; Süleymaniye Kürsüsünde, 1911; Hakkın Sesleri, 1912; Fatih Kürsüsünde, 1913; Hatıralar, 1917; Âsım, 1919; Gölgeler, 1933




iSTiKLAL MARŞI


Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak


Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal

Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!


Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım


Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?


Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın

Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın

Doğacaktır sana va'dettiği günler hakk'ın

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın


Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı


Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!

Canı, c*, bütün varımı alsın da hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda


Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli

Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli


O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,

Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım


Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal


işte eserlerin eseri







Çanakkale Şehitlerine


Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"

Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud ****si!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi Mahşer mi, hakikat mahşer

Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,

Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ

Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz

Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb


Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,

Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre


Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;

"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi

Âsım'ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek

Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb

"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana


Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran

Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın Heyhât!

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber


Mehmet Akif Ersoy


İBNİ SİNA


savaş kazanan, ülkeler fetheden önderlere “kahraman” diyoruz Ya doğayı fetheden, onu sırlarını çözen, insanı doğa ile boğuşturan bilim adamlarına ne diyelim? Asıl kahraman onlar değil mi?


İşte İbni Sina, evren dediğimiz esrarlı alemin büyülü sırlarını çözen, fikir ve metafizik yönleriyle doğayı keşfeden, insanın ve doğanın karanlığını, gerçeğin küçük güneşleri ile aydınlatan bir bilim adamı, dahi, bir Türk kahramanıdır Sanki beyninde bir radtum ışığı taşıyor, her eğildiği konuyu aydınlatıyor, her doğa bilmecesini anında çözüyordu Onun kadar çok yönlü çalışan ve çalıştığı bütün başka alanlarda en üstün bilgi seviyesine ulaşan başka bir bilim adamı göstermek güçtür


Belh’li olan ve sonradan Buhara’ya yerleşmiş olan bir ailenin çocuğudur 980 yılında Afşan’da dünyaya geldi 10 yaşında iken, Kur’an’ı bülbül gibi ezberlemiş, gerekli din bilgisini almıştı 18 yaşına geldiği zaman çağının bütün bilgilerini öğrenmiş, onların üzerinde düşünmeye başlamıştı İbni Sina kendisi için şunları söylüyor:



“Öteki bilgiler arasında tıp da öğreniyor, nazari bilgimi hastalar üzerindeki gözlemlerimle tamamlıyordum Böylece aralıksız çalışmaya devam ettim Geceleri de okumakla, yazmakla uğraşıyordum Uyku bastıracak olsa bir bardak bir şey içerek açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum Uykuda bile zihnim, okuduğum şeylerle meşgul oluyordu Çoğu zaman, uyandığım zaman halledemediğim bazı şeylerin uyku sırasında halledilmiş olduğunu gördüm Bir ara, Aristotales’in “Metafizik” ini incelemeye başladım Bu kitabı belki kırk kere okuduğum halde anlayamadım Ümitsizliğe düştüm Bir gün mezatta bir kitap satılıyordu Beni tanıyan tellal bu kitabı almamı tavsiye etti Bu, Farabi’nin uğraştığım halde anlayamadığım kon üzerine yazılmış bir eser idi Kitabı aldım, eve dönünce hemen okumaya koyuldum O vakte kadar anlayamadığım Aristotales’in kitabındaki fikirleri derhal kavradım Buna son derece sevindim Allah’a şükrederek secdeye kapandım; fakirlere sadaka dağıttım


“Nazari bilgimi, hastaların üzerindeki tamamlıyordum

Diyen İbni Sina o mertebe iyi bir doktordu ki, kimsenin iyi edemediği Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u tedavi etti ve iyileşti Bunun üzerine Emir, İbni Sina’yı kütüphane müdürlüğüne tayin etti ve burada bulabildiği bütün kitapları okuyarak düşüncesini iyice genişletti ve geliştirdi


Emir öldükten sonra Buhara’dan ayrıldı ve büyük bilgin Biruni’nin yaşadığı Harzem’e giderek orada bu büyük bilgin ile birlikte çalıştı İki bilgi denizi Harezem’de birbirine karışarak büyüdülerfakat fikirlerinden ötürü takibata uğradı Bilgisinin enginliği yüzünden kıskançlıklarla boğuştu İran’da şehirden şehre göç etmek zorunda kaldı Ama bütün bu dalgalanmalar içinde durmadan okudu, durmadan yazdı Bütün kurduğu teoriler deneyden geçirmiştir İbni Sina’nın 10 yüzyılın başında kullandığı deneylerden teoriye geçmek metodunu batı dünyası ancak 16 yüzyılda kullanmaya başlayacak ve çağımız uygarlığını bu metodun getirdiği bilgilerle kuracaktır


İbni Sina’nın 100’den fazla eseri olduğu söylenir Bazıları, zaman içinde kaybolmuş olsa da en önemlileri ve belli başlıları bugün elimizdedir Eserlerini Arapça yazıyordu Yalnız iki tanesini, Farsça’dır Eserlerinin çoğu tıbba, fiziğe, astronomiye ve felsefeye dairdir Büyük ansiklopedik eseri “Aş-Şifa” ve bunun özetlenmişi olan “An –Necat” en ünlülerindendir ve dünya tıp tarihinin en büyük eserleri arasındadır Batının 19 yüzyılda bir tesadüfle fark ettiği insan vücudunda kanın “küçük deveranını” İbni Sina, 10 yüzyılda biliyordu


İnsan hekimliğinin bütün yasalarını bir bir deney ve gözlemlerine dayanarak yazdığı “Al-Kanun fit-tıp” adlı eseri, Latince’ye çevrilmiş, daha sonra Fransızca, Almanca ve İngilizce çevirileri 16 yüzyıldan 19 yüzyıla kadar Batının hemen hemen bütün üniversitelerince ders kitabı olarak okutulmuştur Bugün de Paris Tıp Akademisi salonlarında İbni Sina’nın heykeli –en saygın yerinde- durmaya devam ediyor


İbni Sina, felsefede tıpkı Farabi gibi başlamış, fakat daha sonraları ondan ayrılarak Yunan felsefesi ile İslam Kelamı’nı uzlaştırmaya çalışmıştır Bu ilginç deneme, daha sonraki yüzyıllarda sürdürülmüş olsaydı hem doğuda bir felsefe geleneği kurulmuş ve gelişmiş olacak, hem de Batı felsefesi “insan gerçeği” üzerine daha sağlam oturmuş olacaktı Nitekim 18 yüzyıla kadar Batının hemen hemen bütün filozoflarını etkilemiştir


Dünyada ilk felsefi roman denemesi, İbni Sina tarafından yapılmış ve yazdığı iki romanla, dünyanın ilk romancısı şerefini kazanmıştır Eserleri Latince, İbranice, Süryanice’den başlayarak giderek bütün dünya dillerine bir çok defalar çevrilmiş ve yayınlanmıştır Batı bu büyük Türk bilginini “Avicenne” (Avisen) adı ile tanır Türkçe’mize de bir çok eseri çevrilmiştir Bu büyük fikir ve bilim kahramanının 1000 ölüm yıldönümüne, Türk fikir ve bilim adamlarının şimdiden hazırlandıklarını düşünmek tatlı bir umuttur



Mevlana Celaleddin Rumi (Hz)



HAYATI

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğmuştur

Mevlâna'nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultânı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled'tir Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur


Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'den ayrılmak zorunda kalmıştır Sultânü'I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'den ayrıldı


Sultânü'I-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır


Sultânü'I Ulemâ Nişabur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etti Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğradı Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldiler Karaman'da Subaşı Emir Mûsâ'nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler


1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi


Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi Konya'da bu devletin baş şehri idi Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi Alâeddin Keykubâd Sultânü'I-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi


Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis ettiler


Sultânü'l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'ndaki bugünkü yerine defnolundu


Sultânü'I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu


Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı Mevlâna Şems'de "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü Ancak beraberlikleri uzun sürmedi Şems aniden öldü


Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar


Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu Mevlâna'nın cenaze namazını Mevlâna'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı Bunun üzerine, Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı


Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu



"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!

Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"



ESERLERİ


MESNEVİ


Mesnevî, klâsik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır Sözlük anlamıyla "İkişer, ikişerlik" demektir Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım şekillerine Mesnevî adı verilmiştir


Her beytin aynı vezinde fakat ayrı ayrı kafiyeli olması nedeniyle Mesnevî'de büyük bir yazma kolaylığı vardır Bu nedenle uzun sürecek konular veya hikâyeler şiir yoluyla söylenilecekse, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî tarzı seçilir Bu suretle şiir, beyit beyit sürüp gider


Mesnevî her ne kadar klâsik doğu'şiirinin bir şiir tarzı ise de "Mesnevî" denildiği zaman akla "Mevlâna'nın Mesnevî'si"gelir Mevlâna Mesnevî'yi Çelebi Hüsameddin'in isteği üzerine yazmıştır Kâtibi Hüsameddin Çelebi'nin söylediğine göre Mevlanâ, Mesnevî beyitlerini Meram'da gezerken,otururken, yürürken hatta semâ ederken söylermiş, Çelebi Hüsameddin de yazarmış


Mesnevî'nin dili Farsça'dır Halen Mevlâna Müzesi'nde teşhirde bulunan 1278 tarihli, elde bulunan en eski Mesnevî nüshasına göre, beyit sayısı 25618 dir


Mesnevî'nin vezni : Fâ i lâ tün- Fâ i lâ tün - Fâ i lün'dür


Mevlâna 6 büyük cilt olan Mesnevî'sinde, tasavvufî fikir ve düşüncelerini, birbirine ulanmış hikayeler halinde anlatmaktadır


DİVAN-I KEBİR


Dîvân, şairlerin şiirlerini topladıkları deftere denir Dîvân-ı Kebîr "Büyük Defter" veya "Büyük Dîvân" manasına gelir Mevlâna'nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divandadır Dîvân-ı Kebîr'in dili de Farsça olmakla beraber, Dîvân-ı Kebîr içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yar almaktadır Dîvân-ı Kebîr 21 küçük dîvân (Bahir) ile Rubâî Dîvânı'nın bir araya getirilmesiyle oluşmuştur Dîvân-ı Kebîr'in beyit adedi 40000 i aşmaktadır Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr'deki bazı şiirlerini Şems Mahlası ile yazdığı için bu dîvâna, Dîvân-ı Şems de denilmektedir Dîvânda yer alan şiirler vezin ve kafiyeler göz önüne alınarak düzenlenmiştir


MEKTUBAT


Mevlâna'nın başta Selçuklu Hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine nasihat için, kendisinden sorulan ve halli istenilen diıü ve ilmi konularda ise açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur Mevlâna bu mektuplarında, edebî mektup yazma kaidelerine uymamış, aynen konuştuğu gibi yazmıştır Mektuplarında "kulunuz, bendeniz" gibi kelimelere hiç yer vermemiştir Hitaplarında mevki ve memuriyet adları müstesna, mektup yazdığı kişinin aklına, inancına ve yaptığı iyi işlere göre kendisine hangi hitap tarzı yakışıyorsa o sözlerle ve o vasıflârla hitap etmiştir


Fİ Hİ MA Fİ H


Fîhi Mâ Fih "Onun içindeki içindedir" manasına gelmektedir Bu eser Mevlâna'nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir 61 bölümden oluşmaktadır Bu bölümlerden bir kısmı, Selçuklu Veziri Süleyman Pervane'ye hitaben kaleme alınmıştır Eserde bazı siyasi olaylara da temas edilmesi yönünden, bu eser aynı zamanda tarihi bir kaynak olarak da kabul edilmektedir Eserde cennet ve cehennem, dünya ve âhiret, mürşit ve mürîd, aşk ve semâ gibi konular işlenmiştir


MECÂLİS-İ SEB'A


(Yedi Meclis) Mecâlis-i Seb'a, adından da anlaşılacağı üzere Mevlâna'nın yedi meclisi'nin, yedi vaazı'nın not edilmesinden meydana gelmiştir Mevlâna'nın vaazları, Çelebi Hüsameddin veya oğlu Sultan Veled tarafından not edilmiş, ancak özüne dokunulmamak kaydı ile eklentiler yapılmıştır Eserin düzenlemesi yapıldıktan sonra Mevlâna'nın tashihinden geçmiş olması kuvvetle muhtemeldir Şiiri amaç değil, fikirlerini söylemede bir araç olarak kabul eden Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği Hadis'lerin konuları bakımından tasnifi şöyledir :


1 Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı

2 Suçtan kurtuluş Akıl yolu ile gafletten uyanış

3 İnanç'daki kudret

4 Tövbe edip doğru yolu bulanlar Allah'ın sevgili kulları olurlar

5 Bilginin değeri

6 Gaflete dalış

7 Aklın önemi


Bu yedi meclis'de, asıl şerh edilen hadislerle beraber, 41 Hadis daha geçmektedir Mevlâna tarafından seçilen her Hadis içtimaidir Mevlâna yedi meclisinde her bölüme "Hamd ü sena" ve "Münacaat" ile başlamakta, açıklanacak konuları ve tasavvufî görüşlerini hikaye ve şiirlerle cazip hale getirmektedir Bu yol Mesnevî'nin yazılışında da aynen kullanılmıştır



SÖZLERİNDEN BİR DEMET


Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel


Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim

Ben HzMuhammed'in ayağının tozuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse



Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim



Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız

Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir

Güneş olmak ve altın ışıklar halinde

Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim

Gece esen ve suçsuzların ahına karışan

Yüz rüzgarı olmak isterdim


Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap


Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz

Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz


Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir

Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır


Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini

Bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil


Bir katre olma, kendini deniz haline getir

Madem ki denizi özlüyorsun, katreliği yok et gitsin


Beri gel, beri !

Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?

Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik


Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol






Anlatsana


Gönül dostum anlatsana,

İlimizde Mevlana`yı

Ulu zatın hoşgörüsü,

Yolumuzda Mevlanayı


Kıymet verir her insana,

Ulvi görev düştü sana,

Çevir deyişik lisana,

Dilimizde Mevlana`yı


Fetetti nice gönüller,

Ruzi mahşedeki kullar,

Bülbül sedasında diller,

Gülümüzde Mevlana`yı


EZGİNİ geldik gideriz,

Hakka borcumuz öderiz,

Hatırdadır yad ederiz,

Telimizde Mevlana`yı




Ağıt



Göz gamın ne olduğunu bilseydi,

gökyüzü bu ayrılığı çekseydi,

padişah bu acıyı duysaydı;

göz gece demez gündüz demez ağlardı,

gökler yıldızlara, güneşle, ayla

gece demez gündüz demez ağlardı

padişah bakardı ününe,

tacına, tahtına, tolgasına, kemerine,

gece demez gündüz demez ağlardı



Gül bahçesi güzün geleceğini duysaydı,

uçan kuş avlanacağını bilseydi,

gerdek gecesi bu özlemi görseydi;

gül bahçesi hem güle hem dala ağlardı,

uçan kuş uçmaktan vazgeçer ağlardı,

gerdek gecesi öpüşmeye, sarılmaya ağlardı



Zaloğlu bu zülmü görseydi,

ecel bu çığlığı duysaydı,

cellâdın yüreği olsaydı;

Zaloğlu savaşa, yiğitliğe ağlardı,

ecel bakardı kendine ağlardı,

cellât, yüreği taş olsa, ağlardı



Kumru, başına geleceği duysaydı,

tabut, içine gireni bilseydi,

hayvanlarda bir parça akıl olsaydı;

kumru selviden ayrılır ağlardı,

tabut omuzda giderken ağlardı

öküzler, beygirler, kediler ağlardı



Ölüm acılarını gördü tatlı can,

koyuldu işte böyle ağlamaya

Olanlar oldu, gitti dostum benim

şu dünya bir altüst olsa, aülasa yeri var

öylesine topraklar altında kalmışım

Mustafa Kemal ATATÜRK ve MEVLANA



Yıl 1922 Kasım ayının 1'i Büyük önder, büyük devrimci, Türk milletinin başöğretmeni ve dünya ülkelerinin gelecekte kendisini örnek alacağı seçilmiş insan Gazi Mustafa Kemal Paşa Türkiye Büyük Millet Meclisi' ndeki konuşmasını yapmak için kürsüdeki yerini alıyor O şimşekler çakan gözleri ile arkadaşlarına bakıyor ve konuşmasına şu cümle ile başlıyor: "Efendiler! Tanrı birdir, büyüktür Evet, o büyük insan gerçek bir dindardı Belirli çevrelerin daha baştan itibaren Atatürk’ün sözde dinsiz ve dine karşı olduğunu yaymak istemelerine rağmen, o laik zihniyete sahip “dindar” bir kişiydi O, kalıplara sığmayan, şekilcilikten uzak, gösteriş içermeyen ve HzMuhammed'in buyurduğu “yüksek ahlak” üzerine kurulmuş dinin aşığıydı O İslamiyet’in kaynağındaki saf şekline bağlıydı


29 Ekim 1923’de Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte bu saflığı kendisi şöyle tanımlıyor: “Türk milleti daha dindar olmalıdır Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum Hakikate bizzat nasıl inanıyorsam dinime de öyle inanıyorum Şuura muhalif, terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor Halbuki, Türkiye’ye istiklalini veren bu Asya milletinin içinde daha karışık, suni itikatlardan ibaret bir din daha vardır Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaktır


Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Konya konuşmaları, Atamızın din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır İşte 20-23 Mart 1923 tarihleri arasında Konya’yı ziyareti sırasında yaptığı konuşmadan bölümler: “İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini göstermemiş ve yüze çıkmamışsa da, biraz sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirasa olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır

Bu yüzden İslamiyet’e dahil bir akım kavimler, İslam oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için

kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar


Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir Bu hal, kendilerinde bozukluk, cehalet ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor


Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır Fakat bunlara mukabil ilim kisvesi altında hakikatten ilimden uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller vardır Bunların ikisini birbirine

karıştırmamalıyız




Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır Bilindiği üzere Sıffın vak'asında HzAli’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim

sayfalarını takarak saldırdılar İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı Halifelik hile ile el değiştirdi Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular

Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı Lakin onlar yine o hükümdarların keyfini dine alet etmediler Fakat gerçek durumda bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti

Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım Onların menfi yönde

atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir


Evet, yıllar önce ve olağanüstü şartlarda kullanılmış bu ifadeler Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ne kadar büyük bir kimliğe sahip olduğunun ispatıdır

Yüce Atatürk’ün HzMuhammed'e duyduğu büyük sevgi ile birlikte HzMevlana’nın da fikirlerine duyduğu hayranlık onun tüm hayatını ve icraatlarını etkilemiş, din konusundaki ifadelerine temel teşkil etmiştir Bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler HzMevlana'ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: “-Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım HzMevlana düşünceleriyle benliğimi sarar O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi


EvetYüce Atatürk sahip olduğu hayat görüşünün kaynağını işte bu sözleriyle özetleyivermiştir


Çankaya köşkündeki dil çalışmaları toplantısında Konya Mevlevi Dergahı eski postnişinlerinden Veled İzbudak Çelebi de davet edilmişti Söz dönüp dolaşıp HzMevlana’ya gelmiş, yüce Atatürk şunları söylemişti:


“- Mevlana, Müslümanlığı Türk ruhuna intibak ettiren büyük bir reformatör Müslümanlık aslında geniş manasıyla hoşgörülü ve modern bir dindir Araplar onu kendi bünyelerine göre anlamış ve tatbik

etmişlerdir Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren kullanan, genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Badiye Arapları için günde beş vakit abdest ve namaz, çok ileri seviyede bir yaşama hareketidir HzMuhammed insanları uyuşukluktan harekete sevk etmiştir Sarp dağlar, yüksek yaylalarda at koşturan, erimiş kar suları ile yıkanan Türkler için abdest ve namaz çok tabii olmuştur Mevleviliğe gelince, o tamamen dönerek ayakta ve hareket ederek Allah’a yaklaşma fikri, Türk dehasının en tabii ifadesidir"


İşte Yüce Atatürk'ün İslamiyet'e şekilcilik katarak onu asıl ruhundan uzaklaştıranlara verdiği en mükemmel mesajlardan birisi O birçok kez dinin insanlık tarafından gerçek boyutlarıyla anlaşılmadığını belirtirken, HzMevlana’nın da yanlış ve eksik yorumlandığına da temas etmiştir Bir gün Konya milletvekili Naim Onat’ın sözde Mevlana'yı yermek istemesi üzerine Atatürk’ün söylediği şu sözleri bugün bile üzerinde ibretle düşünülmesi gereken ifadelerdir:


“-Eğer Mevlana’yı sizler gibi kavramak gerekirse, o büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki bir saygısızlık göstermek zorunda kalırdık Mevlana’yı ululuğuyla kavrayabilmek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek


Gazi Mustafa Kemal Paşa Konya’ya yaptığı toplam dokuz ziyareti sırasında her sefer önce HzMevlana’nın makamının bulunduğu Türbe-i Saadeti ziyaret etmeyi ihmal etmemiş, tekke ve zaviyelerin işlevlerini tamamlaması ve dolayısıyla kapatılması yönünde çıkan yasa sırasında HzMevlana’nın türbesini müze haline dönüştürerek tüm insanlık alemine açık halde kalmasını sağlamıştır


Bununla ilgili bilgiler 22 Aralık 1987 yılında yayınlanan Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde şöyle dile getirilmiştir:



Atatürk, Konya'daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya'ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya'dan ayrılmamıştır 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi'nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, HzMevlana'nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir


Cumhuriyet'in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü'ye "Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması"emrini vermiştir Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir


Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya'ya 9'uncu defa geldiği zaman, Konya'da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi'nde geçirmiştir


Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt'un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça'yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel'e tercümesini yaptırmıştır Atatürk tercümedeki: "Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır" ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:


"HzMevlana'nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa'ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş"


Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam HzMevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı Bu bir sakınca

doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:



“-Eğer, HzMevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım Çünkü, Hz Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır


HzMuhammedin “Din nedir?” sorusuna verdiği “Ahlak,ahlak,ahlak” cevabına her dönemde çok ihtiyaç duyduğumuzu düşünerek Hz Muhammed'in, HzAli’nin, HzMevlana'nın ve Atatürk' ün şu sözlerine dikkat çekmek istiyoruz:


“İlim Çin’de olsa gidip öğreniniz

HzMuhammed


“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir

Mustafa Kemal Atatürk


“Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada varım,

savaşa dair ne varsa ben orada yokum

HzMevlana


“Yurtta Sulh, Cihanda Sulh"


Mustafa Kemal Atatürk



“Evlatlarınızı zamana göre yetiştiriniz

HzAli


“Milletimi muasır medeniyet seviyesinde görmek isterim


Mustafa Kemal Atatürk




KILIÇARSLAN



Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de Kılıçarslan’dır Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti

Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktıAnadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi

Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu Bunların çoğu Kınık kabileleri idi İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti

Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti

Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti

Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı

Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti

Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler

O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı Fakat muvaffak olamadı


Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü

1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı Ayrıca birçok da şövalye bulundu Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?

Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti


Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı

Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı

Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti


Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir Onun hayatı büyük destandır Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti

Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi


-Bizler ne olacağız?

Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı Ona:

-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu

Esir kız:

- Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi


Kılıçarslan şöyle mukabele etti:

-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim


Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:

-Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu

-Her saat, nerede bulunursam!


Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı

Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu

MELİKŞAH


ran’da hüküm süren Türk Selçuk hükümdarlarının üçüncüsü ve en büyüğüdür 1054 yılında İsfahan’da doğmuş, 1092 yılında Bağdat’ta 38 yaşında iken ölmüştür Babası Alp Arslan’ın vurulması üzerine 1072’de 18 yaşında tahta geçti

Önce amcasının isyanını bastırarak Maveraünnehir ile Harzem’i ele geçirdi Ünlü vezir Nizamülmülk, Melikşah’ın gerek tahta çıkmasında, gerekse zaferlerinde önemli bir rol oynamıştı Anadolu’nun dörtte üçü Melikşah zamanında elde edilmiş ve Suriye’de büyük başarılar kazanılmıştı

1076’da Kudüs Fatımîler’den, 1085’te Antakya, iki yıl sonra da Urfa Bizanslılardan alınmıştır Halep ve Şam da onun döneminde Selçuk idaresine geçmişti Devletin hudutları Kaşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz, Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişlemişti Bağdat’taki Abbasi Halifeleri de tamamıyla Selçuk İmparatorluğu’nun emri altında bulunuyordu

Yirmi sene hüküm süren I Melikşah, cesareti gibi zekası ile, ilim sevgisi ve edebî seviyesiyle de tanınmıştır Kendisi gibi bir Türk soyundan gelmiş olan Veziri Nizamülmülk ile birlikte hem bir çok memleketler almaya, hem de nehirlere köprüler, şehirlere kaleler ve su yolları gibi birçok eserler yapmaya muvaffak olmuştu

Büyük İran şairi Ömer Hayyam onun sarayında himaye görmüş o devrin büyük fikir adamlarındandır

Melikşah, Bağdat’ta bir rasathane kurmuş ve 1086 yılında başlayan ve dünyanın güneş etrafında dönmesi esasına dayanan bir takvim inkılabı yapmıştı ki buna “Celalî Takvimi” adı verilir

Sarayında Türkçe konuşulmakla birlikte edebî dil Farsça idi Kendisinin pek güzel rubaileri vardır Celaleddin Melikşah’ın Berkiyaruk, Sencer, Mehmet adlı üç oğlu vardı ki üçü de hükümdarlık yapmışlardır




MİMAR SİNAN


Türk, mimar Dünyanın en büyük yapı sanatçılarından biridir 1489’da Kayseri'nin Ağırnas köyünde doğdu, 17 Temmuz 1588'de İstanbul'da öldü Doğum tarihi kesin değildir Ailesine ve yaşamına ilişkin kimi zaman yetersiz ve çelişkili bilgiler, çağdaşı Sâi Mustafa Çelebi'nin onun ağzından yazdıklarına, mimarbaşı olduğu dönemden kalan yazışmalara, kendi vakfiyesine ve yazarı bilinmeyen belge ve kitaplara dayanmaktadır Kaynaklara göre Sinan, I Selim (Yavuz) padişah olduktan sonra başlatılan ve Rumeli'de olduğu gibi Anadolu'dan da asker devşirmeyi öngören yeni bir uygulama uyarınca 1512'de devşirilerek İstanbul'a getirildi Orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı'na verildi, 1514'te Çaldıran Savaşı'nda 1516-1520 arasında da Mısır seferlerinde bulundu İstanbul'a dönünce Yeniçeri Ocağı'na alındı

ISüleyman (Kanuni) döneminde 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos seferlerine katıldı, subaylığa yükseldi 1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra zemberekçibaşı (baş teknisyen) oldu 1529'da Viyana, 1529-1532 arasında Alman, 1532-1535 arasında da Irak, Bağdat ve Tebriz seferlerine katıldı Bu son sefer sırasında Van Gölü'nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması üzerine kendisine haseki unvanı verildi 1536'da Pulya (Puglia) seferlerine katıldı 1538'de yer aldığı Karabuğdan (Moldovya) seferi sırasında Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekti Bir yıl sonra mimar Acem Ali'nin ölümü üzerine onun yerine sermimaran-ı hassa (saray baş mimarı)olduGünümüzdekibayındırlık bakanlığına eş düşen bu görevi ölümüne değin sürdürdü


Mimar Sinan, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü olduğu çağda yaşamıştır ISüleyman (Kanuni), II Selim ve III Murat olmak üzere üç padişah döneminde mimarbaşılık etmiş, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında birinci derecede rol oynamıştır Etkisi ölümünden sonra da sürmüş, her dönemde saygınlığını korumuştur Atatürk ona ilişkin bilimsel araştırmaların başlatılmasını, onun bir heykelinin yapılmasını istemiştir 1982'de İstanbul'daki Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çekirdek olmak üzere oluşturulan yeni üniversiteye onun adı verilmiştir Sinan'ın yetişmesine ilişkin doyurucu bilgi yoksa da, dülgerliği Acemi Oğlanlar Ocağı'nda öğrendiği sanılmaktadır Acemi Oğlanlar, başka işlerin yanı sıra yapı işlerinde de görevlendirilirlerdi


Sinan daha sonra ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerinde görev almış, buradaki çalışmalarıyla öne çıkmıştır Gerek ordunun bu birimleri tarafından usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleştirilen yapım ve onarım çalışmaları, gerek orduyla birlikte gittiği yerlerde görme olanağı bulduğu yapılar, Mimar Sinan'ın eğitiminin parçası olmuştur Çeşitli kaynaklara göre Sinan 84 cami, 52 mescit, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 22 türbe, 17 imaret 3 darüşşifa, 7 su yolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam olmak üzere sayılamayanlarla birlikte üç yüz elliyi aşkın yapı gerçekleştirmiştir


Elli yıla yakın bir süre!Osmanlı İmparatorluğu'nun mimarbaşılığını yapmış olmasına karşın, bunların hepsini onun tasarlayıp uygulamış olduğunu söylemek güçtür Çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış bulunan bu yapıların bir bölümünü öğrencileri ya da ona bağlı mimarlar örgütü yapmış olmalıdır Bunların arasında onarımlar da vardır Bu tür sayılar Sinan'a gösterilen saygıyı ortaya koyar Onun asıl önemi, yapılarında gerçekleştirdiği deneyler ve getirdiği yeniliklerle Osmanlı-Türk mimarlığını "klasik" olarak adlandırılan doruğuna ulaştırmasındadır


Sinan mimarbaşılığından önce de askeri amaçlı olmayan yapılar tasarlamış ve uygulamış olmalıdır Ama ilk önemli yapıtı İstanbul'da ki Şehzade (Mehmed) Camii'dir Kendisinin çıraklık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu cami, dört ayağın taşıdığı ve dört yarım kubbenin desteklediği bir kubbe ile örtülüdür Dış görünüşlerin kitlesel etkisi azaltılmış, içerde ise daha aydınlık bir mekân oluşturma yoluna gidilmiştir Onu izleyen Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nde ise yarım kubbelerin sayısı üçe indirilerek daha rahat bir iç mekân araştırılmıştır Osmanlı-Türk mimarlığının en önemli yapılarından biri Süleymaniye Camii ve Külliyesi'dir Sinan kalfalık dönemi yapıtı olarak adlandırdığı bu yapıda İstanbul'daki Bayezid Camii'nde kullanılan taşıyıcı sistemi yinelenmiş, dört ayak üstüne oturan kubbeyi giriş-mihrap yönündeki yarım kubbelerle desteklenmiştir


Bu, Ayasofya ile ortaya atılan strüktür sorunun, onun tarafından bir kez daha ele alınışıdır Süleymaniye, darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanunî Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış kentsel bir düzenlemedir ve Türkler'in dinsel yapılara toplumsal hizmet yapısı içeriği katmalarının en önemli örneğidir

Kubbe ve yarım kubbeler, yüklerini, uyumlu geçişlerle bir sonrakine iletirler Yapı bu düzenden gelen bir dinginlikle, İstanbul'un Haliç'e bakan tepelerinden birinde yer alır Dönemin önde gelen tüm sanatçılarının katkıda bulunduğu Süleymaniye, her ayrıntısıyla bir bütün olarak ele alınmıştır Yedi yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş olması Sinan'ın mimarlıkta olduğu kadar örgütleme alanındaki dehasını da ortaya koyar Yapının yapıldığı döneme ışık tutan muhasebe defterleri de günümüze kalmıştır Sinan yapı ile çatı örtüsü için en yetkin taşıyıcı sistemi, en yetkin biçimi bulmak yolunda deneyler yapmış, hatta zaman zaman geçmişte kullanıp sonra terkedilen yöntemleri yineleyerek bunların nasıl ileri götürülebileceğini araştırmıştır Kimi zaman bu tür deneyleri birbirine koşut olarak sürdüğü de görülür


İstanbul'daki Sinan Paşa Camii gibi kimi yapıları, kubbeyi altıgen bir plana oturtmayı denemesiyle Edirne'deki Üç Şerefeli Cami'yi anımsatır Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde olduğu gibi ana mekânı tek bir kubbeyle örten camileri, erken Osmanlı dönemi camilerini düşündürür Denemelerinin en ilginçlerinden biri gene İstanbul'daki Piyale Paşa Camii'dir Burada kökenleri erken Osmanlı döneminden de önceye giden ve yapıyı çok sayıda küçük kubbe ile örten çok ayaklı cami şemasını ele almıştır Bütün bu deneyler onu başyapıtlarından birine, Edirne'deki Selimiye Camii'ne götürdükleri için önemlidir



Sinan ustalık dönemi yapıtı olarak nitelendirdiği bu camide daha önce İstanbul'daki Rüstem Paşa Camii'nde çözmeye çalıştığı bir sorunu, yani kubbeyi sekizgen bir plan üstüne oturtma düşüncesini uygulamıştır Böylece, taşıyıcı ayaklar incelmekte, yükleri ileten öğelerin küçülmesiyle de kubbe, yapıdaki en önemli mekân belirleyici öğe durumuna gelmektedir Sinan burada 31 m'yi geçen çapıyla en büyük kubbesini gerçekleştirmiştir Külliye'nin öteki yapıları camiye göre arka planda tutulmuştur Selimiye, strüktüründen mekân oluşumuna, oranlarından süslemelerine kadar Klasik dönem Osmanlı-Türk mimarlık bireşiminin dilini ortaya koyan, kurallarını belirleyen çok önemli bir başyapıttır


Sinan, öteki yapıtlarında da araştırıcılığını sürdürmüştür Türbeleri buna örnektir Şehzade Mehmet Türbesi'nde dilimli kubbe kullanmış, alışılmadık ölçüde süslü bir yüz düzenlemesine gitmiştir Kanuni Süleyman Türbesi'nde de iç mekân ile dış görünüş arasında bir denge kurmak amacıyla örtü olarak, Osmanlı-Türk mimarlık geleneğinde çok sık kullanılmayan çift yüzlü kubbeyi seçmiş, iç kubbeyi yapının içindeki ayaklara, dış kubbeyi de dış duvarlara taşıtmıştır II Selim Türbesi'nde ise geleneksel altı ya da sekizgen plan yerine, yapı öğeleri arasında karşıtlık yaratan, köşelerin kesik kare planını seçmiştir Sinan'ın, denemeci tutumunu öteki işlevlerde de sürdürdüğü gözlenir Her zaman işleve, taşıyıcı sisteme, yapının bulunduğu yere göre en uygun olacak biçimi araştırmıştır


Yola çıkış noktası geleneksel biçim ve plan şemaları olmasına karşın, bunlara katı bir biçimde bağlı kalmamış, koşulların gerektirdiği yerlerde yeni biçimlere yönelmiş, böylece eski ile yeni arasında bir bağ oluşturabilmiştir Sinan'ın yapıları mimarlık bakımından olduğu kadar mühendislik bakımından da önem taşır Bu nedenle "ser mimârân-ı cihan ve mühendisân-ı devran dünyadaki mimarların ve zaman içindeki mühendislerin başı" diye anılmıştır Yapılarının çoğunun 400 yıl sonra bile ayakta duruyor, hatta kullanılıyor olması, onların taşıyıcı sistemlerine olduğu kadar temellerine de özen gösterilmiş olmasındandır



Sinan'ın mühendis yanı su yollarıyla köprülerinde ortaya çıkar Bunlarda zamanının sahip olduğu tüm mühendislik bilgilerini uygulamış, hatta kimi zaman onları aşan, ileri götüren tasarımlar gerçekleştirmiştir İstanbul'un su sorununu çözmekle görevlendirilmiş, bentleriyle, tünelleriyle, su yolları ve su yolu kemerleriyle, biriktirme ve dağıtma yapılarıyla uzunluğu 50 km'yi aşan ve Kırkçeşme adıyla bilinen su yapılarını gerçekleştirmiştir Süleymaniye Külliye'sine 53 milyon akçe harcanırken Kıkçeşme yapılarına 43 milyon akçe harcanmış olması da zamanında bunlara verilen önemin bir başka göstergesi olmaktadır


Sinan, köprülerini de en az öteki yapıtları kadar önemsemiş, toplam uzunluğu 635,5 m'yi bulan Büyükçekmece Köprüsü ile sağlam olduğu kadar güzel de olan bir yapıt diye övünmüştür En geniş açıklığı örtecek kubbeyi, en ince ve uzun minareyi araştırmak, böyle bir minaredeki şerefelere birbirleriyle kesişmeyen üç merdivenle çıkmayı denemek, bu mühendislik dehasının yaratıcılığını ortaya koyan örneklerdir Mimarlık, kimi zaman, içinden çıktığı toplumun genel yapısıyla uyum içinde olan bir bütünlüğe erişir Bu, kendi gününün gereksinmelerini kendi olanaklarıyla karşılayan, ama geçmişin deneyim ve anılarını da içeren bir bireşimdir


Yapı gereçleri, yapım yöntemleri, elde edilen biçimlerle ve onlar da yerel-iklimsel koşullarla uyum içindedirler Bunları birbirlerinden ve içinde bulundukları toplumsal koşullardan soyutlamak olanaksızdır Ortaya çıkan biçimler toplumun büyük bir çoğunluğunca benimsenen simgelere dönüşür Toplumu neredeyse yapılarıyla özdeşleştirmek olasıdır Bu yalnız belli bir yere ve çağa özgü, başka bir benzeri olmayan bir mimarlık demektir İşte Mimar Sinan böyle bir süreç içinde yer almaktadır Tek tek yapıtlarından çok, mimarlığı uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir bireşime götürme yolundaki çalışmalarıyla önem taşır


Osmanlı-Türk mimarlığı onunla birlikte bireşim sürecini tamamlamış, arayış aşamasından klasik dönemine geçmiştir Bu geçiş, biçim olarak kubbeyi, düzenleme ilkesi olarak da merkezi planlı yapıyı anıtsal bir mimarlığın en önemli öğesi olan kubbeyi ve ona bağlı taşıyıcılar sistemini en yalın ve açık biçimde kullanıp onu anıtsal mimarlık düzenlemelerinin çekirdeği durumuna getirmek Osmanlı-Türk mimarlığının dünya mimarlığına bir katkısıdır Böylece hem Doğu, hem Batı ile ilişki içinde olan, Anadolu ve Akdeniz kültürlerine sahip çıkan bir Osmanlı-Türk İslam mimarlık bileşimi ortaya çıkmıştır


Bu, yapıya katkıda bulunan öteki sanatları da etkilemiş, imparatorluğun her yerinde ki yapı eylemleri için yol gösterici olmuştur



Eserleri



Şehzade (Mehmed) Külliyesi, 1543-1548, İstanbul; Rüstem Paşa Külliyesi, 1544-1555, Tahtakale/İstanbul; Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi, 1546, İstanbul; Hayrettin Paşa Hamamı (Çinili Hamam) 1546, Zeyrek/İstanbul; Mihrimah Sultan Külliyesi, 1547-1548, Üsküdar/İstanbul; Rüstem Paşa Medresesi, 1550, Cağaloğlu/İstanbul; Süleymaniye Külliyesi, 1550-1557, İstanbul; Zal Mahmut Paşa Külliyesi, 1551-1566, Eyüp/İstanbul; Sinan Paşa Külliyesi, 1553-1555, Beşiktaş/İstanbul; Kırkçeşme Su Yapıları, 1555-1563, Alibey Köyü/İstanbul; Haseki Hürrem Sultan (Çifte) Hamamı, 1556, Sultanahmet/İstanbul; Rüstem Paşa Kervansarayı, 1560, Edirne; Mihrimah Sultan Külliyesi, 1562-1565, Edirnekapı/İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1564-1569, Lüleburgaz; Büyükçekmece Köprüsü, 1566-1568, İstanbul; Sultan Süleyman Kervansarayı, 1566-1567, Büyükçekmece/İstanbul; Selimiye Külliyesi, 1567-1575, Edirne; Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, 1571-1572, Kadırga/İstanbul; Piyale Paşa Camisi, 1573-1577, Kasımpaşa/İstanbul; Sultan II Selim Türbesi, 1574-1577, Ayasofya/İstanbul; Sokullu Mehmet Paşa Camii, 1577-1578, Azapkapı/İstanbul; Valide Sultan Külliyesi, 1577-1583, Üsküdar/İstanbul; III Murat Köşkü, 1578, Topkapı Sarayı, İstanbul; Kılıç Ali Paşa Camisi, 1580, Tophane/İstanbul; Şemsi Ahmet Paşa Camisi, 1580, Üsküdar/İstanbul



NOT:



Birkaç yıl önce, Suleymaniye Camii'nin yıkılma tehlikesiyle karsı karsıya kaldığı anlaşılmış Eğer çözüm bulunamazsa, koca cami kısa bir zaman içinde yıkılacakmış

Caminin tüm taşıyıcı yükü kemerlerindeymis Bu kemerlerin ortalarında bulunan kilit

tasları zamanla aşınmış


Ama elde yazılı bir proje olmadığı için nasıl değiştirileceği bilinmiyormuş

Hemen Türkiye’nin en yetkin mühendis ve mimarlarından oluşan bir heyet oluşturulmuş Ortaya bir sürü fikir atılmış Her kafadan bir ses çıkmış ama sonuç alınamamış Tartışmalar sürerken caminin içinde büyük bir karmasa sürüyormuş Ülkenin çeşitli bilim kuruluşlarından bir sürü mimar, mühendis kemerleri inceliyormuş Bu adamlardan biri ortalarda dolanırken, kazara, gizli bir bölme bulmuş Bölmede,

üzerinde eski yazı olan bir not varmış Uzmanlara inceletilen kağıdın orijinal olduğu

belgelenmiş

Bu kağıt parçası bizzat Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan bir mektupmuş Mektupta yazılanlar tercüme ettirilince ortaya söyle bir metin çıkmış "Bu notu bulduğunuza göre kemerlerden birinin kilit taşı aşındı ve nasıl değiştirileceğini bilmiyorsunuz" Koca Sinan, kademe kademe, kilit taşının nasıl değiştirileceğini anlatıyormuş Bu oyuk içinde yer

alan bir sise ve sise içindeki notta soyle bir sey yaziyormus: "Her kim bu tas eskidiğinde yenisiyle değistirmek isterse; eski tasın yerine takılacak yeni kilit taşının iki tarafından yağlı iple taşı bir taraftan sokup öteki taraftan çeksin ve sonra ipin dışarıda kalan kısımlarını kessin"

Heyet Sinan’ın söylediklerini aynen yapmış Suleymaniye camisi böylelikle kurtarılmış Bu mektup su an Topkapi Sarayı’nda saklanıyormuş

Hem okuyalım hem bilgilenelim

1950-60 arası bir tarihte inşaat mühendisi, mimar ve jeofizikçilerden Bakanlığı’ndan izin alarak ülkemizdeki tarihi yapıları incelemeye başlamış Ayasofya’yı, Yerebatan Sarnıcını filan gezdikten sonra sıra Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camisi'yle Sinan’ın öğrencisi Mimar Davut Ağa’nın eseri Sultanahmet Camisi'ne gelmiş

Japonlar bu camiler üzerinde günlerce inceleme yapmışlar

Her geçen gün şaşkınlıkları daha da artıyormuş Çünkü Japonlar daha ilk incelemede camilerin gevsek bir zemin üzerine inşa edildiğini anlamışlar

Ama bunca yıl, bu camilerde bir çatlak dahi olmamasına akil sır erdirememişler

Bunun üzerine Türkiye programının gerisini tamamen iptal edip, bu iki cami üzerine yoğunlaşmışlar


Araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin sabitlenmediğini aksine yerinde oynayarak yıkılmaktan kurtulabildiği ortaya çıkmış Minareleri incelediklerinde ise dumurları ikiye katlanmış Minarelerin çok daha gelişmiş

bir raylı sistem mekanizması üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece

yatabildiğini görmüşler

Daha derin araştırma yapmak için Edirne'ye, Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi'ne gitmişler Oradaki olağanüstü sistemleri görünce iyice dumur olmuşlar Selimiye'nin tüm sırlarını aylarını harcayarak çözmüşler Japonya'ya döndüklerinde ise Sinan’ın sırlarını uygulamaya sokarak şehirlerini Sinan’ın kullandığı sistemlerle kurup

muazzam gökdelenler dikmişler Yani su an gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında

kullanılan çoğu sistem, yüzyıllar önce Sinan’ın geliştirdiği mekanizmalarmış

Bir gün Selimiye Camii'ne girenler, kubbenin altında bir Japon'un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü yattığını görmüşler

Tabii hemen Japon'u, "Burası kutsal bir yer Bu şekilde yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır Lütfen oturun veya ayakta durun" diyerek uyarmışlar

Ancak, Japon trans vaziyetteymiş, gözlerini kubbeden ayırmadan şöyle sayıklıyormuş: "Bu imkansız Ben yılların mühendisiyim Bu kubbe var olamaz Hayal görüyorum Bu kubbenin orada o şekilde durması fizik ve matematik kurallarına aykırı Bu imkansız, orada hiçbir sey yok, orada hiçbir sey yok"

Selimiye camisisinin zemini gevsek toprakmış Bu nedenle minarelerinin yakın zamanda yıkılacağı fark edilmiş Uluslararası bir grup bilim adamı toplanmışlar Nasıl kurtarırız bu tarihi minareleri diye kafa kafaya vermişler Sonuçta en son teknoloji olan metal kelepçelerle minarelerin temellerini sabitlemenin en iyi çözüm olduğuna karar

vermişler

Minarelerin temellerini acınca, koymayı düşündükleri kelepçelerin aynısıyla

karsılaşmışlar Mimar Sinan bilmem kaç yüzyıl önce ayni şeyi düşünmüş meğerse

Mimar Sinan’ın Selimiye Camii'nin kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı beşinci bir işlem yaratarak çözdüğü söylenir Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların yolda birbirlerini görmemeleri ise büyük bir bir dehanın ürünüdür Almanlar ayni sistemi meclislerinin

önündeki dev kürede kullanmışlar Mimar Sinan bu sistemi 2 metre çapındaki

minarelere yüzyıllar önce monte edebilecek bir dehadır Almanların dehası ise, o

çirkin metal yığınına Selimiye'den fazla turist çekebilmelerindedir…

Gizemcilik, gizeme gizem katmak değil, açıklamaya çalışmaktır


ALPARSLAN


1030 yılında doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğlu ve Tuğrul Bey’in yeğenidir Gazne Hükümdarı Mevdut’a karşı 1044’te büyük zafer kazandığı savaşta dikkat çekti Çağrı Bey ona, 1058’de Belh, Toharistan, Tirmiz, Kobadiyan, Vahş ve Valvalic gibi şehirleri bırakarak devlet yönetimine hazırladı

1059 yılında Gaznelilerle yapılan anlaşma sonrasında 1060’ta Çağrı Bey’in ölümü üzerine Alparslan, Horasan Selçuklu Devleti’nin başına geçti

1063’te Tuğrul Bey’in ölümü üzerine vasiyeti doğrultusunda yeğeni ve üvey oğlu Süleyman, Vezir Amidülmülk Kündüri tarafından tahta çıkarıldı Ancak Selçuklu beyleri, Alparslandan yana tavır koydu Bu arada Kutalmış’ın başkent Rey’e hücumu üzerine, Vezir Kündüri, Horasan Selçuklu Hükümdarı olan Alparslan’ı Rey’e çağırarak, Selçuklu tahtını Alparslan’a devretti Daha sonraki muharebede de Alparslan, Kutalmış’ı mağlup ederek Rey’e girdi ve 27 Nisan 1064’te tahta çıktı Kündüri’nin yerine de Nizamülmülk’ü vezir tayin etti

Dağınık Selçuklu beylerini disipline eden Alparslan, zamanın halifesine, 11 Mayıs 1064’te kendi adına bütün camilerde hutbe okunmasını emretti Alparslan’ın sultanlığıyla Doğu ve Batı Selçukluları tek çatı altında birleşti

İlk olarak Ermenistan ve Gürcistan civarında fetihler yapan Alparslan, daha sonra Bizans’ın en sağlam hudut şehri olan Ani’yi kuşattı Son derece zorlu Ani’nin surları boyunca ağaçtan burçlar yaptırarak, mancınık ve okçularla, Ani’ye hücum etti Uzun süren kuşatmadan sonra Ani, 1064 yılı içinde fethedildi

Alparslan aynı yıl doğuda Tiflis’e kadar fetihler yaparken, kumandanları da Anadolu’da çeşitli fetihler gerçekleştirdi Özellikle Afşin Bey, 1067-1068’de, Bizans’a karşı Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde önemli başarılar elde etti 1067’de Malatya’da Bizans ordusunu yenen Afşin Bey, Kayseri’ye kadar ilerledi Bizans’ın başına geçen Romanus Diogenes, Selçuklu akınlarına son vermek için 1068’de harekete geçti Ancak Afşin Bey’in çevik manevraları üzerine Diogenes, sonuç alamadan İstanbul’a geri döndü

Selçuklu akınlarının sürmesi ve görevlendirdiği kumandanların bozguna uğraması üzerine Diogenes, 1069’da tekrar ordusunun başına geçti 1069 ve 1070 yılları, Diogenes ile Türk akıncı beylerinin vur-kaçlarıyla geçti

Bu büyük Türk istilası Bizanslıların gözünü korkutmuştu Ne pahasına olursa olsun onu durdurmak, bu topraklardan atmak, tehlikesiz hale getirmek, hatta ortadan silmek gerektiğine inandılar


Bizans İmparatoriçesi Odoksiya bu yüzden, cesaretiyle ün yapmış kumandan Diyogenes Romanos ile evlendi Böylelikle hem tahtında sorumluluğu beraber paylaşacakları yürekli bir insan, hem de ordularını yönetecek kahraman bir başkumandan kazanmış oluyordu

Alparslan'ın 1071 yılı baharında güneye doğru yeni bir sefere hazırlandığını haber alan Bizanslılar bunu kaçırılmaz bir fırsat bildiler General Diyogenes Romanos, 200 bin kişilik muazzam bir ordu kurarak Alparslan'ın üzerine yürüdü

Tarihin seyrini değiştirecek iki ordu Van gölünün kuzeyindeki Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiler Alparslan her şeyden önce barış taraftarı idi Bu yüzden en yakın adamlarından Sevük Tekin'i sulh elçisi olarak General Romanos'a gönderdi General Romanos, Alparslan'ın kendisinden korktuğu için sulh istediğini sandı Bunun şımarıklığı içinde Sevük Tekin ile adeta alay etti:


– Biz Isfahan'a gidiyoruz Şurada atlarımızı biraz dinlendirelim dedik Sulh meselesini ise artık Horasan'da görüşürüz Fazla vaktimiz yok Sizi Horasan'da bekleyeceğim, dedi

Savaş artık kaçınılmaz bir hal almıştı Horasan'a kadar bütün Türk topraklarını alacağını söyleyen bu Bizanslı şımarık generale haddini bildirmenin zamanı gelmişti Alparslan o gün beyazlar giymişti Harp meclisini topladı:


– Sulhu kazanamadıysak savaşı kazanacağız Ok ve yaylarımızı bırakıp yakın savaşa gireceğiz Düşmana kılıcım, kılıcım olmazsa pençem yeter İşte şehitlik kefenimi giydim Şehit olursam beni düştüğüm yere gömünüz ve oğlum Melik Şah'ın etrafına toplanınız, dedi


Alparslan'ın imamı Buharalı Muhammed bin Abdülmelik,

– Sen İslamiyet uğruna bir cihada giriyorsun sultanım Bütün Müslümanların dua ettikleri mübarek Cuma günü savaşa başla Allah zaferi senin adına yazsın, diyerek zafer için dua etti

Türk ordusu 26 Ağustos 1071 günü yalın kılıç düşmanın üzerine atıldı Bizanslılar karşı tepelerin eteklerine sırtlarını vermiş beklemekte idiler Alparslan çok isabetli bir kararla düşmanı üzerine çekmeyi beklememiş, bilakis kendisi sayıca çok daha kalabalık olan düşmanın üzerine yürümüştü


Türk ordusu, tarihinin en yaman savaşını verdi Malazgirt ovasında Harbin talihi kısa bir zamanda Alparslan'ın tarafına döndü Bizans'ın o güçlü ve mağrur ordusu darmadağınık oluverdi Ölenler öldü, kılıç artıkları ise esir edildi O dev ordu mahvolup gitti Esir edilenler arasında mağrur ve şımarık kumandan Romanos da vardı

Alparslan, huzuruna getirilen General Romanos'a saygı ile yakınlık gösterdi Kendisini teselli etti Bir süre konuştular, sonra Alparslan:


– Beni esir etseydin ne yapardın, diye sordu Bizanslı Başkumandan:

– Belki öldürür, belki de sokaklarda teşhir etmek üzere seni İstanbul'a götürürdüm, cevabını verdi Muzaffer kumandan acıyan nazarlarla Romanos'a baktı:

– Benim cezam ise daha ağır olacak Seni bağışlayacağım Serbestsin, dedi

Malazgirt zaferi, daha sonra Selçuklu Türk beylerinin Anadolu’da girişeceği fetihlerin anahtarı olurken, Sultan Alparslan, Rey ve Hamedan’a geri döndü

Alparslan, batı fırka mensubu Yusuf el-Harezmi’yi ortadan kaldırmak için yeni Buhara yakınlarındaki Hana kalesine bir sefer yaptı


Daha fazla dayanamayacağını anlayan Yusuf, Alparslan’a teslim olacağını bildirdi Yusuf el-Harezmi’yi huzuruna getirten Alparslan burada Yusuf el-Harezmi’nin ani bir hançer darbesi ile ağır yaralandı Aldığı yara üzerinden dört gün sonra 25 Kasım 1072’de 42 yaşındayken vefat eden Alparslan’ın naşı Merv’e getirilerek, babası Çağrı Bey’in yanına defnedildi


Türbesine şu kitabe vardır:


“Alparslan'ın göklere yükselen azametini görenler, bakınız! Şimdi o şu kara toprağın altındadır


YUNUS EMRE



Büyük halk şairi ve mutasavvıfı olan ve şiirleri Türk halkının yüzyıllar boyu mânevi besin kaynağı olan Yunus Emre’nin hayatı efsânelerle doludur O, ne zaman yaşamış, nerede yaşamış ve ne zaman ölmüştür; bunlar kesin olarak belli değildir Bolu veya Sivrihisar’da doğduğu rivayet edilir


Yunus’un ümmî yani hiç okumamış olduğu rivayeti meşhurdur Düzenli bir eğitim görmediği yazılarındaki dil hatalarından da çıkarılabilir Ancak eserleri okunduğuna, onu cahil saymaya imkan olmadığı anlaşılır Yazıları pek çok şey bildiğini, zamanının kıymet hükümlerini, inanış tarzlarını pek iyi kavradığını gösterir Şiirlerinde dilce ve fikirce anlaşılmayan, izaha muhtaç parçalar mevcuttur Fakat içlerinde pek açık, gayet doğal, özellikle düşündürücü olanları çoktur


Yunus şiirleriyle, ilâhileriyle, efsâneleriyle Türk halkının yüzyıllarca hâfızasında yer etmiş, dilinde canlanmış, ruhunda yaşamış ve göz yaşlarında akmıştır


Yunus Emre, büyük, engin ve içten bir halk şâiridir O, temiz bir Türkçe ile halka Allah sevgisinin erişilmez heyecanını duyurmağa uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur Ona göre, tabiatta her şey Allah’ı aramakta ve Allah’ı anmaktadır


Yunus’ta derin bir tasavvuf kültürü görülür O, Oğuz lehçesinin en güzel eserlerini vererek Türk halk dilini edebi bir dil durumuna getirdi Yaşadığı dönemde Farsça edebî dil, Arapça ise ilim dili idi Yunus Emre, sade ve basit bir dille ilâhî düşüncelerin en güzel anlatımını verdi

Benim burda kararım yok,

Ben burdan gitmeye geldim

Bezirgâmım metaım çok

Alana satmaya geldim


Ben gelmedim dava için

Benim işim sevgi için

Dostun evi gönüllerdir

Gönüller yapmaya geldim

diyen, gönüller ikliminin güneşi, büyük âşık Yunus Emre için yazılanlar diziye gelmez, koca bir kütüphaneyi doldurur Aslında o yüzyılları kucaklar Yüzyıllar onu söyler, seven ve sevilen gönüller, yüzyıllardır onu söyleşir O, yüzyılların, âşk yüklü dertli dolabıdır inleyen

Benim adım dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş çalap

Derdim vardır inilerim

Suyum alçaktan çekerim,

Dönüp yükseğe dökerim,

Görün ben neler çekerim

Derdim vardır inilerim


Yunus Emre’nin yaşadığı devir, Anadolu'nun içine dönük, umutsuz, bezgin bir dönemidir Moğol akınları karşısında yenik düşen Anadolu Selçuklu Devleti, Türkmen Boylarının ikide bir ayaklanmasıyla tümden güçsüz kalmış, halktan koparak, kendi derdinde, kendi yaşantısını sürdürme çabasına düşmüştür Üst üste gelen kıtlık ve sürekli kuraklıklar, bitkin ve ezik halkın yaşama umudunu kırmıştı


Halk, gerçek mutluluğun ölümden sonra var olacağını, bu geçici dünyada, arı-duru bir gönülle Tanrıya yönelmeyi telkin eden mutasavvıf şeyhlerin çevresinde küme küme toplanmıştır Yunus, bu ortamda, bir aşk ve sevgi güneşi olarak Anadolu'da doğmuş, umutsuzlara umut vermiş, Anadolu'nun gönlü ve dili olmuştur


Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni


Mevlâsını, her yerde, her zaman çağıran Yunus, gençlik yıllarında büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin'in sohbet meclislerine katılmış:


Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı

Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır,


beytiyle himmet nazarının gönlüne ayna olduğunu söylemiştir

Çeşitli söylentiler, Yunus Emre'nin yaşantısına renk katar Bir kıtlık günü Hacı Bektaş-ı Velî'nin dergâhına varmış, buğday istemiş Ona, buğday yerine “himmet” teklif edilmiş “Hayır, demiş buğday isterim” Çuvallarını buğdayla doldurmuşlar Köyüne dönerken yarı yolda aklı başına gelmiş Geri dönerek Hacı Bektaş'tan “erenler himmeti” dilemiş “Senin kısmetin Taptuk Emre'dedir” demişler ve Taptuk Emre'ye ısmarlamışlar


Yunus, tam kırk yıl Taptuk Emre'nin Dergâhı'na odun taşımış “Taptuk Dergâhı'na odunun eğrisi bile gerekmez” diyerek, kırk yıl tek bir eğri odun getirmemiş Sonunda, muradına ermiş ve kendisine izin verilmiş


Dirildik pınar olduk,

İrkildik ırmak olduk,

Aktık denize daldık,

Taştık Elhamdülillâh

Taptuğun tapusunda,

Kul olduk kapısında,

Yunus miskin çiğ idik

Piştik Elhamdülillâh


diyerek, diyar diyar dolaşmış, içinde yanan ateşin közüyle, şiirler söylemeğe başlamış


Bundan sonra, Yunus'un gönlünde ilâhî aşk'tan başka bir şeye yer yoktur artık Bu aşkın potasında yanıp yakılmakta, bu yanışın iniltileri Yunus'u ozanlaştırmaktadır


Artık Yunus yok, ortada aşk var, aşkın terennümleri var Yunus, bu aşk harmanında savrulan buğday taneleri gibi estikçe aşk, döküldükçe aşk:


Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım dün'ü günü

Bana seni gerek seni


Ne varlığa sevinirim

Ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum

Bana seni gerek seni


Yunus Emre, Anadolu'da doğan, yine Anadolu'da batan bir tasavvuf güneşidir Yaşadığı çağda Türkçe bir kenara itilmiş, hor görülmüşken, Yunus, Türk dilini, bütün incelik ve güzellikleriyle sırtlamış, ayağa kaldırmış, kendinden sonra gelen ozanlara öncülük etmiştir


Yunus Emre’nin dili, Anadolu'nun öz dilidir Anadolu Türklüğünün yüreği Yunus'ta çarpar, bu yürek, tüm kükrekliğiyle Yunus'ta dile gelir :


Gönlüm düştü bu sevdaya

Gel gör beni aşk neyledi

Başımı verdim kavgaya

Gel gör beni aşk neyledi

Ben ağlarım yana yana

Aşk boyadı beni kana

Ne âkilim ne divâne

Gel gör beni aşk neyledi


Onun doyumsuz sevgisinde, tüm insanlığın sesini duyarsınız Bu seste gerçek inanç, Tanrı sevgisi, insan değeri ve var olmanın sevinci vardır Tüm kötülüklerden arınmış, duru bir gönülle seslenir insanlığa:


Adımız miskindir bizim

Düşmanımız kindir bizim

Biz kimseye kin tutmayız

Kamu âlem birdir bize


derken, insanları anlayış ve dayanışmaya, birliğe ve dirliğe davet eder Onun bu çağrısı “sevgi” ocağınadır Seslenir:


Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz


Yunus Emre’nin bilinen iki eseri vardır Biri, Risaletü’n-Nushiyye ya da (Öğüt Risalesi) adıyla aruz ölçüleri içinde yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir Ötekisi ise, asıl büyük şiir gücünü yansıtan Dîvân’ıdır


Son araştırmalara göre, Yunus Emre, 1321 yılında, yetmiş yaşlarında olduğu halde, hayata gözlerini kapamıştır Porsuk suyu ile Sakarya’nın birleştiği yerde bir zaviyesi olduğu ve oraya gömüldüğü rivayetler arasındadır Bursa’da gömülü olduğu da söylenir


Erzurum’daki Tuzcu Köyü yakınında, Manisa’nın Salihli ve Kula kazaları arasındaki Emre Köyü’nde, Keçiborlu kasabası civarındaki bir köyde Yunus Emre’nin mezarı diye gösterilen yerler varsa da onun asıl mezarının seven ve sevilenlerin gönlü olduğu bir gerçektir


UNESCO, 1971-1972 yılını bütün dünyada Yunus Emre Yılı olarak kabul etmiştir


Biz dünyadan gider olduk

Kalanlara selâm olsun

Bizim için hayır dua

Kılanlara selâm olsun

Ecel büke belimizi

Söyletmeye dilimizi

Hasta iken hâlimizi

Soranlara selâm olsun

Tenim ortaya açıla

Yakasız gömlek biçile

Bizi bir âsân vechile

Yuyanlara selâm olsun

Selâ verile kasdımıza

Gider olduk dostumuza

Namaz için üstümüze

Duranlara selâm olsun

Derviş Yunus söyler sözü

Yaş dolmuştur iki gözü

Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun



YUNUS ve HACI BEKTAŞ




O bölge köylerinden birinde,Yunus adında,rençberlikle geçinir,çok fakir bir adam vardıBir yıl kıtlık olduYunus'un fakirliği büsbütün arttıNihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündüSığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gittiPirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istediHacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir ettiYunus geri dönmek için acele ediyorduDervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılarO da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdiO buğday istediBunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dediYunus buğdayda ısrar ediyorduHacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim" dediYunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı verdilerYunus dergahtan uzaklaştıYolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladıPişman olduGeri dönerek kusurunu itiraf ettiO vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı


Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir köydetaştan bir türbenin içinde,Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadırTürbenin eşiğinde de,bir başka mezar vardırBu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridirYunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmişŞeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye




YUNUS EMRE VE TASAVVUF



Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur

Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır Eşi, benzeri ve zıddı yokturBilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidirAlemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir


Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez

***

Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş

Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde



Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Alemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir


Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktıBilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir


Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken

Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken


Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı,

Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken

Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir

Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken"

"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım

Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım


Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden

Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım"


"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım

Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım"

***

ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden

Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana


Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir


1Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir

Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa

Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana

Şeriat ehli ırak eremez bu menzile

Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana


2Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir


3Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır

Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilirBu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma) Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdürVarlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tırO yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştirBuna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir Bunda zaman ve mekan kaydı yokturAncak "An" vardırÇünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştirDaha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi)Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir


Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık

İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk

Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri

Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk


Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) 'i dilemektir Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir Adem-insan, mevcudattın bir özetidir


Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu

Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk

Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak

Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk


Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ;


"Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda,

Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada "


mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır


Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuşturDeverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir Bu bir kanundurBöylece varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldırAllahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır ” HzMuhammed(sav)Aslında varlıklar bir bütündür Fakat parçaları ile karakter taşırlarBütün eşya ve varlıklar insanda biraraya gelir Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de her an için insandır Kelime-i tevhid de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedirCenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştırBiraz daha açarsak; "La ilahe" demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridirBu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidirKısaca bilinmekliğine sebebtirAslında bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım içindirAslında ayrı gayrı yoktur "Muhammedün Resulullah" ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştirHükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyorBu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor

Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir


"Kim bildi efalini

Ol bildi sıfatını

Anda gördü Zatını

Sen seni bil seni

Görünen sıfatındır

Anı gören Zatındır

Gayrı ne hacetindir

Sen seni bil sen seni " ( Hacı Bayram-ı Veli)


Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah'a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise Vahdet'tir

İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir O "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir O, her an, her yerde tecelli etmektedir "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29) Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır;

"Feeynema tuvellu fesemme vechullah" (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır) Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün değildir Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini görebilmesine vesile olur

"Hu vel Evvelu vel Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3)

(Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur)

"Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd"

(Biz O'na (insana) şah damarıdan daha yakınız) "Ve fiy enfisukim efela tubsirun"(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz&#33

Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; "De ki, O Allah Ahâd'dır Allah Samed'dir Lem yelid ve lem yuled'dir Ve lem yekun lehu küfüven Ahad'dır" Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır Allah'ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır

Gelelim Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine; Birinci mânâda "la ilahe" "tanrı yoktur ", ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın vücuduyla kâimdir Ayrı ayrı varlıklar görme "Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!" demektir


Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde

Kimse yok BiR den ayruk, söylenir BiR içinde

Cümle BiR onu BiRler, cümle ona giderler

Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil içinde

***

"Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy cailun fil ard halife" (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim) Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır Bu idrak, O'nun özünden gelmektedir Esma-ül Hüsna'nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır Halifenin müstakil bir varlığı yoktur Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz Şöyle ki; "Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik) Esma'nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil'dir


Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını almasına neden olmuştur


Bayram özüni bildi

Bileni anda buldu

Bulan ol kendi oldu

Sen seni bil sen seni (Hacı Bayram-ı Veli)


Niyazi Mısri:

Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu,

Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!

Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem

Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!

derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile getirilmiştir


"Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen “ ve "Kancaru bakar isem onsuz yer görmezem"


"Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi"

***

"Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir?

Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”

***

"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez

Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz"

***

"Çün ki gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum biliş

Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”

***

"Nereye bakarısam dopdolusun

Seni nere koyam benden içeri?"

***

Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş

Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde


Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabilirizŞöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır


Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır


Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez

Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez

İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra

Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz


Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan

Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz

Yunus canını terk et, bildiklerini terk et

Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz

***

Unuttum din diyanet, kaldı benden

Bu ne mezheptir, dinden içeri

Dinin terk edenin küfürdür işi

Bu ne küfürdür imandan içeri

Geçer iken Yunus şeş oldu dosta

Ki kaldı kapıda andan içeri

***

Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil

Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi

***

Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir

Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir

Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil

Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir


Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır Genel anlamda TÜM'ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım


Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi'dir Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:


Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler


Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim Kişinin "Ayan-ı Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir

Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar

Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır Tasavvuf erleri bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır

Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır


Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz Yani Öz'ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır

Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah'dır Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır)


Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı

Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni

**

Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan

Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı


Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır “Var olmak” kendisidir Onun yüce zati sıfatıdır İkincisi mutlak yokluktur Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur Yoktur Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittirBu mevcudatın iki yönü söz konusudur Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur Bu mevcudat, mümkünattır Yani var olmasıda, olmamasıda mümkündür Varoluşun kitabı kainat ve özeti olan Kur’an, NOKTA ile başlarBu nokta herşeyin içinde olduğu tohum anlamında olduğu gibi;Mutlak varlığın bilinmesi için, ortaya çıkarılan YOKLUK anlamındadır Mevcudatın tümü, içinde yokluk mefhumu olan noktadır Nokta, tüm mevcudatın-varlıkverilenlerin kendisi ve özetidir İlmin başı noktadır Nokta konulmuşturki bununla varlık (vücud) bilinsinHerşeyin izahı-beyanı bu noktada mevcuttur İlim şehrinin tanıtımı burdadırYokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29)

Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir Varlık ve yokluk da bize göredir Gerçek anlamda ölüm yoktur


Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir

Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir

Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın

Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir

***

Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik

Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır

Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana

Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ aslıdır


Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir Aslında herşeyi yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz Muhammed(SAV) 'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı" (22/17) ifadesi vardır Burada da sûreten Hz Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir

Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey insan içindir Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz Âdem yaratılmıştır Hz Muhammed(SAV) 'in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz Muhammed (SAV) dir İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa") Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir("Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin" HzMevlana) Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 2/30) Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" diyerek insanın önemini göstermiştir Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim Sevdim ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım(Ademi yarattım)” Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydıVe kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür


Canım kurban olsun senin yoluna

Adı güzel kendi güzel Muhammed

Şefaat eyle bu kemter kuluna

Adı güzel kendi güzel Muhammed



Dört caryar anun gökçek yaridur

Anı seven günahlardan beridur

On sekiz bin alemin sultanıdur

Adı güzel kendi güzel Muhammed


Aşık Yunus nider dünyayı sensiz

Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz

Sana uymayanlar gider imansız

Adı güzel kendi güzel Muhammed



Hak yarattı alemi,aşkına Muhammed'in

Ay ü günü yarattı,şevkine Muhammed'in

Ol! dedi oldu alem,yazıldı levh ü kalem

Okundu hatm-i kelam,şanına Muhammed'in

Ferişteler geldiler,saf saf olup durdular

Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed'in

Havada uçan kuşlar,yaşarıp dağ ü taşlar

Yemiş verir ağaçlar,aşkına Muhammed'in



İmansızlar geldiler,andan iman aldılar

Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed'in

Yunus kim ede methi,över Kur'an ayeti

An! vergil salavatı,aşkına Muhammed'in


Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir Ve insanlara bu ozelliğe erişme yeteneği verilmiştir Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir

Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldurYunus,


"İstediğimi buldum eşkere can içinde

Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde"


diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah'ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor:


"Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler

Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde


Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş

Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde


Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına

Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde"


İnsanın kendi benliğindeki Allah'a ulaşabilmesi için kendi benliğinde "seyretmesi" gerekir Bu, çok güzel bir yoldur İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir


"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak

Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır"


"Yunus sen diler isen, dostu görem der isen

Aynadır görenlere ol gönüller içinde"


Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor:


"Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan

Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?"


"Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı

Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi



İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani

Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi



Ma'şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla

Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi

Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı buldum

Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi



Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı

Bu canlara hükm'edenin, kim idiğim bildim ahi"


Kişinin gönlünde HAK'kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır Bunun da üç kuralı vardır


a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak


B) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak


c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek


Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem

Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem

***

Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm

Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem

***

Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz belli beyan

Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem

***

Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan

Kulli dillerde söyleyen kulli dili diyen benem



Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak'kı müşahade eder Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır O oluşa katılma, Allah'ın tecellilerini bir başka gözle görmektirEvrende asıl olan aşktır, sevgidir Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır Allah'ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir "Fenâ mertebesi"ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah'ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah'ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır Nihayet , "sonun başlangıçla birleştiği safha" ya geçilir


"Beli" kavlin dedik evvelki demde

Henuz bir demdir, ol vakt u bu saat

**

O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik , yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır


Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu

La-mekana kavm oldum mekanım yağma olsun


Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir "An" varmış


“Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali


ÖZETLERSEK;


Sadece O vardı Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu Bâzıları buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân Bâzıları bu mukadder hadiseye kıyamet der; ne zaman kopacağı sorulduğunda "ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra" cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O'nda Bâzıları "yaratılışa ne gerek vardı, O'nun ihtiyacı mı vardı" diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınılmazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve güzellikle dolu O'nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; hakikatte ne yaratılış var, ne de yaratılmış Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar


O, fânîler mutlu olsun diye iyi davranan kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise cehennemde ceza göreceklerini tebliğ etti; halbuki her an yeniden yaratılan ve kıyamet kopan âlemde cennetin de cehennemin de zâten mevcut olduğunu, bâzılarının öbür dünya, bâzılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası, burasının da orası olduğunu allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan anlayamadı; anlayanlardan Yûnus Emre diye birisi “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diye yakardı

O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti Big Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler


En azından bir tânesinin varlığından emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü Can, O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınılmaz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde sonunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi

Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kavrayamayacaklarını açıkça beyan etti


Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu Bâzıları buna diyalektik dediler

O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu O, bu menfî vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müsbet olanlara melek, peri, arada ve karışık olanlara cin gibi isimler taktı Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı

Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sahip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus gibi isimler taktılar O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün


Hep O'nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar

O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere


O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin dedi Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler Yenilik ve inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular Bu gibilerin elinde, O’nun insana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti Akılla imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi


Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler Zâten O'’un da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu


Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar

Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı



Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



Aşık Veysel


Ben giderim adım kalır

Dostlar beni hatırlasın

Düğün olur bayram gelir

Dostlar beni hatırlasın

Can bedenden ayrılacak

Tütmez baca, yanmaz ocak

Selam olsun kucak kucak

Dostlar beni hatırlasın


Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde"Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor Yıl 1894 oluyor hesapça Sivas'a bağlıŞarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş Anasi Gulizar, bir yaz günükoy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yolüstünde doğurmuş Veysel'i Göbeğini de kendi eliyle kesmiş Yaman kadınmışGülizar ana Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş Babası Ahmet;bebenin adini Veysel koymuş Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüşVeysel çocuk Böylece yedi yaşına varmış O yıl bir çiçek hastalığı salgınıolmuş Sivas'ta Küçük Veysel de yakalanmış Sol gözünde, cicegin beyi çıkmışkendi deyimiyle Göz akıp gitmiş Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri Yalnızışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, oradabu gözünü açacak bir doktor var" demişler Sevinmiş Ahmet emmi Gel gör kitalihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in Bir gün inek sağarken babasıyanına gelmiş Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucuöteki gözüne girivermiş O göz de akıp gitmiş böylece Veysel'in Ali adında birağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış Hepsi çok üzülmüşler Veysel'inkotu kaderine


Babası meraklı adammış Halk ozanlarından şiirlerokuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu Sivas'ın köyleri saz sairleriyledolu Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış Veysel ilgiyledinlermiş calip söylediklerini Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıpvermiş ona İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'danalmış Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel Unlu Halk ozanlarınınşiirlerini çalıp söylemiş bir zaman Yirmibes yasındayken (1919) anası, babasıVeysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüpgitmiş bu dünyadan (1921) Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotuoyunu İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş,ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış Bu olay çok koymuş Veysel'eDaha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış Karisi koyup gittiğinde bir kızıvarmış Veysel'in Daha bir yasini bile bitirmemiş İki yıl kucağında gezdirmişVeysel, ne çare o da yaşamamış Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler Bukarisi çocuk vermiş Aşığa Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ Onlar da18 torun vermiş Veysel'e


Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıldönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemişKendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş O yıllarda sairlerimizdenrahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'inşiirleri aydınlığa kavuşmuş Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyükyardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiriGazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi"mısrasıyla başlayan şiirdir Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söylerolmuştu 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde;bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını,köylerini yakından tanımıştır Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u,Emrah'i, Dertli'yi severdi Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı biryeri vardı Veysel'de Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure sazöğretmenliği de yapmıştı Veysel Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler,Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu 1952 yılındaİstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye BüyükMillet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı"özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı


Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce birtek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini oyetiştirmişti Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevizekadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bubahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir isyapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?"demişler Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş Köylüler öncekidediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olanbizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar iste böylesine uzağı gören birinsandı o Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973) Fakatkaranlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle Halkşiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calipsöyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı Sanırım simdi de mezarında son uykusunuışıklar içinde uyuyordur Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonrayasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zamanrahmetle anacaklardır




Aşık Veysel'e sormuşlardı:

– Usta, sazın iyisi nasıl olur?” o, şöyle cevap vermişti:

– Nasıl mı? İyi saz dediğin, sapı gürgen, teknesi duttan, döşü çamdan olur

Hemen ardından:

–Ya iyi sazın, iyi sözü nasıl olur? denilince bakır rengi, kırışık yüzünde olgun bir tebessüm dolaştı:

– Sazı, eline yakıştıran bilir




Yıl 1933 idi Cumhuriyet'in 10 Yılı kutlanacaktı Büyük şölen vardı Ankara'da İşte o günlerde, Atpazarı'ndaki hana, ayağında çarığı, sırtında sazıyle iki gözü kör bir ozan inmişti Adını soranlara “Veysel” diyordu, “Şatıroğlu Veysel” Köyünü, kentini soranlara anlatıyordu:

– Sivas'ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyündenim Anam beni koyun sağarken doğurmuş Babam, rençberden Karacaların Ahmet Efendi'dir Anam da, babam da rahmetli oldu

Ve gözlerini soranlara acı acı gülümsüyordu:

– Yedi yaşında çiçek aldı götürdü; sonra, avunmak için bu sazı verdiler elime Ben ona söyledim, o bana söyledi



Uzun ince bir yoldayım

Gidiyorum gündüz gece

Bilmiyorum ne haldeyim

Gidiyorum gündüz gece



Ama, kimse o gün Veysel'e “Ne'yle geldin” diye sormamıştı Kara trenle mi? Kamyon sırtında mı? Kağnı üstünde, at terkisinde mi? Hayır Veysel, Cumhuriyet'in büyük şölenine katılmak için, azığını çıkın etmiş, köyden bir yiğitin yanına düşüp, yürüye yürüye yola koyulmuşlardı Evet, tam üç ayda gelmişlerdi Ankara'ya O günlere kadar, “Tezene”yi sazın “Döş”üne sadece köy kahvelerinde vuran Veysel, sesini bütün yurda ilk defa işte o büyük şölende duyurdu O günden sonra coştu Herkes “Karacaoğlan'lar, Emrah'lar bitti” diyordu Herkes, halk ozanlarının yüzyıllarca süren altın devri kapandı sanıyordu İşte Veysel, o devrin bittiği yerde, pırıl pırıl, bir başlangıç oldu



Karnın yardım kazma ilen, bel ilen

Yüzün yırttım tırmığınen, el ilen

Gene beni karşıladı gül ilen

Beni sadık yarim kara topraktır



Anadolu delikanlısı sıkılgandır Saygılıdır Şamata bilmez Bu yüzden, nice halk ozanı ıssız dağ başlarında kaynayan, fakat vadiye varmadan kaybolup giden pınarlar gibidir Bilinmez

Veysel, günümüzdeki bütün bu pınarlara da bir başka gürleyiş, bir başka ses kazandırdı Şimdi güzel Anadolu'yu dile getiren bunca halk ozanı, hep onun aydınlığında buluyorlar yollarını Bir sohbet sırasında Veysel'e,

– Hani mümkün olsa, gözlerini açtırmak ister misin?

diye sormuşlardı Başını iki yana sallamış,

– Hayır, demişti “İçimde bir dünya kurdum Onu yıkmak istemem” Sonra bir çift söz daha eklemişti buna: “Hem ben görüyorum” demişti “Aşık, gözüyle değil, gönlüyle gören adamdır

Veysel, gözleri görmediği halde, görenlerden daha çok çalışan bir köy çocuğudur Sivrialan'ın “Çoraktır, emeği inkar eder” dedikleri sarı toprağında, meyve bahçeleri kurmuştur Kaplan Dere'deki köprü, onun gayretiyle yapılan köprüdür Hem de iki defa yapılmıştır bu köprü Köy köy dolaşıp, Kaplan Dere köprüsüne para toplayan Veysel, köprünün açıldığı gün pek coşmuştu:



Kolay geçmek için Kızılırmak'tan

Alındı paralar, cemoldu halktan

Gayret köylülerden, izin Allah'tan

Yaptırdı köprüyü, güldürdü bizi



Kaplan Dere, Kızılırmak'ın dalıdır Delifişek bir deredir O güne kadar salla adam geçirip, para alanlar köprüye kızmış, çileden çıkmışlardı Çok geçmeden kundaklayıp, köprüyü yaktılar Herkese derin bir üzüntü çökmüş, Veysel hüngür hüngür ağlamıştı:



Fakir fukaradan alındı para

Yandı kömür oldu gitti sulara

Memlekete düşman, bir yüzü kara

Yaktı köprümüzü, yandırdı bizi


Sonra yine önayak olmuş, yine yaptırmıştı köprüyü Görmedi ama, gönlünce hazzını duydu Seyretmedi ama, hissetti Tıpkı şiirleri gibi Okumadı ama, okutmasını bildi Aşık Veysel, 1942-1944 arasında Arifiye ve Hasanoğlan, sonra da bir süre Çifteler Köy Enstitülerinde Halk Türküleri Öğretmenliği yaptı Şiirleri en çok “Ülkü” dergisinde yayınlanmıştır Ünlü ozanımız evli ve 6 çocuk babasıdır



En çok bilinen eserlerinden bazıları :


Kara Toprak


Dost Dost Diye Nicesine Sarıldım

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır

Beyhude Dolandım Boşa Yoruldum

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Nice Güzellere Bağlandım Kaldım

Ne Bir Vefa Gördüm Ne Faydalandım

Her Turlu İsteğim Topraktan Aldım

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Koyun Verdi Kuzu Verdi Sut Verdi

Yemek Verdi Ekmek Verdi Et Verdi

Kazma İle Dövmeyince Kıt Verdi

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Ademden Bu Deme Neslim Getirdi

Bana Turlu Turlu Meyva Yetirdi

Her gün Beni Tepesinde Götürdü

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Karnin Yardim Kazma İle Bel İle

Yüzün Yırttım Tırnak İle El İle

Yine Beni Karşıladı Gül İle

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


İşkence Yaptıkça Bana Gülerdi

Bunda Yalan Yoktur Herkesler Gördü

Bir Çekirdek Verdim Dört Bostan Verdi

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Havaya Bakarsam Hava Alırım

Toprağa Bakarsam Dua Alırım

Topraktan Ayrılsam Nerde Kalırım

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Dileğin Varsa İste Allah'tan

Almak İçin Uzak Gitme Topraktan

Cömertlik Toprağa Verilmiş Haktan

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Hakikat Ararsan Açık Bir Nokta

Allah Kula Yakın Kul Da Allah'a

Hakkin Gizli Hazinesi Kara Toprakta

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Bütün Kusurlarımı Toprak Gizliyor

Merhem Calip Yaralarımı Tuzluyor

Kolun Açmış Yollarımı Gözlüyor

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır


Her Kim Ki Olursa Bu Sırr-ı Mazhar

Dünyaya Bırakır Ölmez Bir Eser

Gün Gelir Veysel'in Bağrına Basar

Benim Sadık Yarim Kara Topraktır



Senlik Benlik Nedir Bırak


Allah birdir Peygamber Hak

Rabbül alemindir mutlak

Senlik benlik nedir bırak

Söyleyim geldi sırası


Kürtü Türkü ne Çerkezi

Hep Ademin oğlu kızı

Beraberce şehit gazi

Yanlış var mı ve neresi


Kurana bak İncile bak

Dört kitabın dördü de hak

Hakir görüp ırk ayırmak

Hakikatte yüz karası


Binbir ismin birinden tut

Senlik benlik nedir sil at

Tuttuğun yola doğru git

Yoldan çıkıp olma asi


Yezit nedir, ne kızılbaş

Değil miyiz hep bir kardaş

Bizi yakar bizim ataş

Söndürmektir tek çaresi


Kişi ne çeker dilinden

Hem belinden, hem elinden

Hayır ve şer emelinden

Hakikat bunun burası


Şu alemi yaratan bir

Odur külli şeye Kadir

Alevi Sünnilik nedir

Menfaattir var varası


Cümle canlı hep topraktan

Var olmuştur emir Haktan

Rahmet dile sen Allah'tan

Tükenmez rahmet deryası


Veysel sapma sağa sola

Sen Allah'tan birlik dile

İkilikten gelir bela

Dava insanlık davası…



Ala Gözlü Benli Dilber


Ala gözlü benli dilber

Bir gün gelsen bize doğru

Seni sevdim can u dilden

Çekme kendini naza doğru


Ne pervam var ne de perdem

Sanma beni hali bir dem

Söyler seni teller her dem

Kulak versen saza doğru


Asika zulfukar isen

Gulsende güle zar isen

Hakikatli bir yar isen

Ben geleyim size doğru


Gönülleri bir edelim

Gayrileri biz nidelim

İkimiz de bir gidelim

Yürüyelim ize doğru


Bir gün için feryadı zar

Bülbül eder her dem seher

Aç sinemi gel gör ne var

Arttı derdim yüze doğru


Kafi derdim bir derd katma

Veysel'i yabana atma

Kerem eyle çok uzatma

Kavuşalım yaza doğru



Hepimiz Bu Yurdun Evlatlarıyız


Bu nasıl kavgalar çirkin dogusler

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Yolumuza engel olur bu isler

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


Birleşiriz bir bayrağın altında

Biz Türklerin ikilik yok aslında

Yanar tutuşuruz vatan aşkında

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


Hedef alıp dövüştüğün kardeşin

Seni yaralıyor attığın taşın

Topluma zararlı yersiz savaşın

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


Herkes ilim deryasında yüzüyor

Çıkmış ayin çevresinde geziyor

Yazık bize yollarımız uzuyor

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


Kitaplar yazılmış nasihat dolu

Birlikte güçlenir gençliğin kolu

Gençliğe emanet Atatürk yolu

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


Söyler Veysel sözlerinden vazgeçmez

Bulanık çeşmeden kimse su içmez

Ganadı olmasa kuşlar da uçmaz

Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


ATTİLA



Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur 395 yılında doğdu Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti Orleans'ı kuşattı Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu 453 yılında öldüTıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri olduGençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı


Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı Bizans üzerine yürüdü Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı


Bu arada III Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi III Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı,


Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti İki cephede birden savaşmak istemiyordu Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu


Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu Hattâ bunun için kendisine yalvardı Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladıSekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis


Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanırAttilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı

Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı Cesedi altın bir tabuta konulmuştu Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmiştiAttilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi Bunu, böyle vasiyet etmişti Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu

Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez


Piri Reis ( - 1554)



Osmanlı denizci Dünya haritaları ve denizcilik kitabıyla tanınmıştır Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor 1465-1470 arasında Gelibolu'da doğdu Kahire'de öldü



Asıl adı Muhiddin Pirî'dir Karamanlı Hacı Ali Mehmed'in oğlu ve ünlü Osmanlı denizcisi Kemal Reis'in yeğenidir Akdeniz de korsanlık yapmakta olan amcasının yanında yaklaşık 1481'den sonra denize açıldı 1487'de onunla birlikte İspanya'daki Müslümanlar'ın yardımına gitti 1491-1493 arasında Sicilya, Sardunya, Korsika adalarına ve Güney Fransa kıyılarına yapılan akınlara katıldı Amcasıyla birlikte Osmanlı Devleti'nin hizmetine girerek 1499-1502 Osmanlı-Venedik Savaşı'nda bir savaş gemisinde kaptanlık yaptı 1511'de amcasının ölümü üzerine Gelibolu'ya çekilerek Kitab-ı Bahriye (Denizcilik Kitabı) üzerinde çalıştı ve 1513'te bir dünya haritası çizdi



1516 Mısır seferinde Osmanlı donanmasında kaptan olarak savaştı 1517'de ilk çizdiği haritayı I Selim'e (Yavuz) sundu 1521'de Kitab-ı Bahriye'yi tamamladıktan sonra 1522'de Rodos seferine katıldı1524'te sadrazam Makbul İbrahim Paşa'yı Mısır'a götüren gemiye kılavuzluk etti Sadrazamın ilgilenmesi üzerine 1525'te Kitab-ı Bahriye'yi yeniden düzenleyerek onun aracılığıyla I Süleyman'a (Kanuni) sundu 1528'de çizdiği ikinci haritasını da padişaha armağan etti 1528'den sonra güney denizlerinde görev yaptı



Portekizlilerin Aden'i alması üzerine Süveyş'teki Osmanlı donanmasına kaptan atanarak 26 Şubat 1548'de Aden'i geri aldı 1552'de önemli bir Portekiz üssü olan Maskat'ı ve ardından Kişm Adası'nı alarak Hürmüz Kalesi'ni kuşattı Portekizliler'in Basra Körfezi'ni kapatmak istediklerini duyarak kuzeye yöneldi Katar Yarımadası'na, Bahreyn Adası'na egemen olarak Mısır'a geçti Donanmayı Basra Körfezi'nde bıraktığı için sefer sırasında kendisinden yardımını esirgeyen Basra Valisi Kubâd Paşa'nın da girişimleriyle suçlu görülerek idam edildi



Büyük bir denizci olduğu kadar büyük bir haritacı olan Pirî Reis, korsanlık günlerinden başlayarak gezip gördüğü yerleri yabancı kaynaklardan da yararlanarak tarihi ve coğrafi özellikleriyle birlikte kitabında anlatmış ve haritalarını çizmiştir Kitab-ı Bahriye'nin nazımla yazılan ve denizcilikle ilgili tüm bilgilerin toplandığı başlangıç bölümünde, genel açıklamalardan sonra Ege ve Akdeniz adaları tanıtılarak, denizle ilgili gözlem ve deneyim önemi vurgulanır Fırtına, rüzgâr çeşitleri, pusula ve haritanın tanımından sonra dünyayı kaplayan denizler ve karaların oranı belirtilir Portekizliler'in denizcilikteki ilerlemeleri ve keşifleri, Çin Denizi, Hint Okyanusu, Akdeniz ve Ege Denizi'ndeki rüzgârlar, Basra Körfezi, Atlas Okyanusu ayrıntılı biçimde anlatılır



Düz yazı ile anlatımın başladığı haritalı bölüm asıl metni oluşturur Bu bölümde Çanakkale Boğazı'ndan başlayarak Ege Denizi kıyı ve adaları, Adriyatik denizi kıyıları, Batı İtalya, Güney Fransa, Doğu İspanya kıyılarıyla çevresindeki adalara ilişkin tarihi, coğrafi bilgiler verilerek kuzey Afrika kıyıları, Filistin, Suriye, Kıbrıs ve Anadolu kıyıları izlenerek Marmaris'te tüm Akdeniz'in havzası noktalanır



1513'te çizdiği ilk haritasında Kristof Kolomb'un 1498'de çizdiği Amerika haritasından, Portekiz ve Arap haritalarından yararlandığını belirtir Elde kalan parçası Avrupa ve Afrika'nın batı kıyılarıyla Atlas Okyanusunu, Antil Adalarını, Orta ve Güney Amerika'yı gösterir



1528'de çizdiği ikinci haritasından günümüze kalan parça, büyük bir dünya haritasının kuzey batı köşesi olup Atlas Okyanusu'nun kuzeyini, kuzey ve orta Amerika'nın yeni keşfedilmiş kıyılarını ve Grönland'dan Florida'ya uzanan kıyı şeridini içerir Adalar ve kıyılar son keşiflere dayalı olarak daha doğru çizilidir Keşfedilmeyen yerler ise beyaz bırakılarak, bilinmediği için çizilmediği belirtilir İlk haritadan daha büyük ölçekli ve gelişkin olan ikincisi, teknik olarak döneminin en ileri örneğidir



Kitabı Bahriye 'den Piri Reis'in önsözü


Özellikle , güneş gibi parıldayan ve ay ışığı gibi ışıldayan , Arap ve Acem sultanlarının sultanı ve Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan Sultan Bayezid ( II ) Han'ın oğlu , Sultan Selim (I) Han'ın oğlu Sultan Süleyman (kanuni) Han ki ,


"Yüce Allah özellikle kendisinden inayetini esirgemesin, devletini güçlendirsin , ona zaferler versin , dünyanın yıkılacağı kıyamet gününe kadar oğullarına ömürler ve kuvvetler bahşeylesin"


Amin



Bu kitabın yazılış sebebine gelince , cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın yüce devletine ve mutluluklar bahşeden kapısına , zamanın bilgili kişileri , uğurlu hüdavendigarın sonsuz himmetleri ile isim ve şöhret sahibi olabilmek için , çeşitli bilim dallarında eserler vücuda getirmişlerdir

Merhum Kemal Reis'in kardeşinin oğlu olan bu zayıf ve güçsüz Hacı Muhammed'in oğlu Piri Reis de , bu ümitle , padişah hazretlerinin feleğe benzeyen eşiğine , kuretinin yettiği ölçüde "denizcilik ilminden" ve gemicilerin sanatından yadigar olmak üzere bir kitap yazdımÇünkü , bu ilimde , şimdiye kadar hiç kimse , böyle faydalı bir eser bırakmamıştır


Piri Reis Müzesi


Çimenlik Kalesi içinde bulunan Piri Reis Müzesi'de, Piri Reis'in, Kitab-ı Bahriye'sini yazdığı tarihten itibaren değişik tarihlerde çizdiği üç adet Çanakkale Haritası, Dünya Haritası, Piri Reis'i yaşadığı devre ait Bayrak ve Sancaklar, Osmanlı resim sanatı olan Manzaralı Resim Sanatının üstadı Nasuh Matrak-çı'ya ait kitaplardan örnekler yer almaktadır



CENGİZ HAN



Büyük cihangir, devlet adamı ve kanun uygulayıcısı Koyduğu kurallara yasa adını veren hükümdardır 1155 yılında doğdu Asıl adı Timuçin'dir Moğol Oymak beylerinden Bahadır (Yesukay Batır adı ile de anılır) Bey'in oğludur Ömrünü savaş alanlarında geçirdi 1202 yılında Doğu ve Batı Moğolistan'ı zaptettikten sonra önce Hakan, daha sonra Cengiz unvanlarını aldı 25 yıl hakanlık yaptıktan sonra, 1127 yılında 72 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu Mezarının yeri belli değildir


Oymak Beyi Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlât dünyaya getirdiği zaman bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avucunun içinde pıhtılaşmış kanı görenler: “Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avucunun içindeki kan buna işarettir” dedilerAncak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerini yumdu Annesi Ulun Hâtun zeki ve becerikli bir kadındı Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyene kadar yönetimi ele aldı


Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu Bu uğurda yılları

nı harcadı ve sonunda başardı


Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi Bu yüzden ilk savaşlarını yaptı ve ilk zaferlerini kazandı Sonra sıra Moğolistan'a hâkim olmaya geldi Yaman bir cengâver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğolistan'ı egemenliği altına aldı Bunun için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı1202 yılında bütün Moğolistan'a hâkim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan Kurultay'da kendisine Hakan unvanı verildi Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir şaman kâhin kendisine “Cengiz Han” adını verdi Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim “Başbuğlar başbuğu” anlamına gelmekte idi


Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı Bu arada büyük istilâ harekâtına da girişmişti Önce Çin'i istilâ etti ve bu büyük devletin merkezi Hanbâlık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216)Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylılar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler


Bundan sonra emrindeki 200 bin kişilik Türk-Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslâm âlemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han 1220 yılında İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzemşah Doğu Türk Hâkanlığını yıktı Sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istilâ ordusu ile ezip geçti Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı


Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık hâlde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardıCengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört “Başkadın”ı vardı Bunların sayısı kadar da karargâh kurmuştu ülkesi sınırları içinde Her karargâhında bir “Başkadın”ı bulunurdu Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı Ve eski bir Türk-Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında paylaştırdı Kendi yerine üçüncü oğlu Ügedey (veya Ödebey)'i geçirdi Cüci'yi avcıbaşı, Çağatay'ı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ (veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı Kısa bir süre sonra Cüci ile Tuluğ'un araları açıldı Hattâ Cüci'nin babasına karşı bir ihtilâl hazırladığı dahi söylendi Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı


Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi Bu onun son seferi oldu Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu Cesedi Moğolistan'a götürüldü Orada, Kerülen ve Onon kaynaklarının yakınında Burhan-Haldun dağlarının bir köşesinde toprağa verildi Türk-Moğol geleneklerine göre, mezarı gizli tutuldu Kendisinden sonra gelenler de bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarının yeri belli oldu

Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarından Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım-Hanlıkları, Tuluğ'un oğlu Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir



DEDE KORKUT


Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur


Onun, IX ve XI yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır



Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:


(Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi Ne derse olurdu Gaipten türlü haber söylerdi)


(Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı Her ne ki buyursa kabul ederlerdi Sözünü tutup tamam ederlerdi)


(Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir Devletli oğul olsa ocağının korudur)


(Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi)


Dede Korkut'un kitabında on iki destan var Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir


Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır


Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ;


Vay al duvağımın sahibi,

Vay alnımın başımın umudu

Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,

Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım

Han yiğit

Göz açıp ta gördüğüm,

Gönül ile sevdiğim,

Bir yastığa baş koyduğum

Yolunda öldüğüm, kurban olduğum

Can yiğit


Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder


Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır


Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



Arslan Bey


Anadolu’da Selçuklu Sultanlığı’nı kuran Oğuz Türkmenleridir Bu gün Anadolu’yu dolduran Türklerin ataları da Oğuzlardır Oğuzlar X yüzyılda Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adı ile anıldılar


Oğuzların ana yurdu, ormanlarla kaplı olan Tanrı Dağı’dır Oğuzlar bu dağa “Gökmen Adağı” derlerdi Atalarımız Orta Asya’da bulunan bu ilk Türk yurduna (Ortaçağ), doğusuna (Hatay), batı illerine de (Horasan) adını vermişlerdi Oğuzlar, Ortaç Elinde 34 boy olarak yaşamakta idiler Sağ tarafa düşen on iki kabileye (Bozoklar), sol taraftaki on iki kabileye (Üçoklar) denilmekteydi Bozoklar, Oğuz Atanın (Günhan), (Ayhan), (Yıldızhan) adı oğullarından türediler Üçoklar ise Oğuz Atanın (Gökhan), (Dağhan), (Denizhan) oğullarından çoğaldılar


Oğuzların Üçok’larından (Kınık) boyu başbuğlarından Selçuk, XI yüzyılda Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurmaya muvaffak oldu Selçuk’un babası Dakak, Uygur Türkleri ülkesinde yaşamakta idi Ölümünden sonra oğlu Selçuk, Uygur Hükümdarı Beyğu Han’ın hizmetine girerek subaşılık rütbesine kadar yükseldi Fakat Han’ın karısı, Selçuk’u öldürtmek istediğinden, o maiyetindeki Oğuzlarla beraber Seyhun Nehri kenarında bulunan Cent şehrine gelerek yerleşti


Selçuk, civarındaki kavimlerle muharebeye girişerek az zamanda bir şöhret kazandı Cesur olduğu kadar kuvvetli bir ahlaka da sahipti Onda devlet kuruculuğu vasfı da bulunduğundan kısa bir zamanda Horasan Elleri Türkmenleri, Selçuk’un etrafında toplandılar Selçuk’un han seçilmesi hakkında şu tarihî rivayet vardır:


Günlerden bir gün, Oğuz Beyleri, okdanlıklarından birer ok çıkartıp bir yere toplandılar Bir çocuğun gözlerini bağlayarak bu oklardan bir tanesini ona çektirdiler Bu ok, başbuğlardan Selçuk’a aitti Selçuk’u han seçtiler Onu Oğuz töresince bir ak keçeye oturtup dokuz defa havaya kaldırıp ordugahta dolaştırdılar Sonra, önünde diz çöküp bakır kaplarla kımız içtiler Bütün Başbuğlar:


“Selçuk, devletin kutlu olsun! Seni han tanıdır” Diye and içtiler


Ozanlar kopuzlarıyla Oğuzname’den parçalar okudular İşte bu suretle Selçuk, Selçuklu Devletini kurmuş oldu


Selçuk’un (Arslan, Mikail, Musa, Yunus) adında dört oğlu vardı Selçuk bu oğullarından en fazla Mikail’i seviyordu Mikail bir kale muhasarasında şehit düştü Bundan sonra Selçuk’un Mikail’in oğulları olan (Çakır) ile (Tuğrul)’a karşı sevgisi fazlalaştır Fakat oğullarından en ulusu Arslan Bey’di


O sıralarda Samanoğulları hükümdarı, Selçuk’tan yardım istedi Selçuk da oğlu Arslan Bey’i bir kuvvetin başında bunlara gönderdi Arslan Bey, çok cesur ve yiğit bir kumandandı Yaptığı savaşlarda büyük muvaffakiyetler gösterdi Maveraünnehir’in asayişini bozan kavimleri birer ikişer mağlup ederek sindirdi


Bir müddet sonra Selçuk Han, 1030 tarihinde yüz yedi yaşında olduğu halde vefat etti


Artık devletin idaresi Arslan Bey’e kalmıştı Fakat Arslan Bey’in kuvvetlerinden, o devirde devlet kurmuş olan Samanoğulları, Karahanlılar ve bilhassa Gazneliler korkmaya başladılar


Gazneli Mahmut, kendi devletine bir tehlike olarak gördüğü Arslan Bey’le dostluk içinde geçinmenin çarelerini aramaya başladı


Bir gün Gazneli Mahmut, Arslan Bey’e bir elçi gönderdi Arslan Bey de bu elçiye lazım gelen saygıyı gösterdi Elçi, Arslan Bey’e, Gazneli Mahmut’un selamını söyledikten sonra şunlara tebliğ etti:


Gazne Sultanı diyorlar ki, biz daima Hindistan’a doğru sefer ediyoruz Bize birçok Müslüman devletler yardım etmek dileğinde bulunuyorlar Hayret ettiğim şudur ki, hiçbir gün Selçuk Oğullarından bir bölük olsun bizimle birlikte cenge iştirak etmiyor Eğer sizler de Hindistan seferlerine iştirak etme arzusu gösterirseniz, Gazne’ye gelip benimle görüşürsünüz!


Arslan Bey elçiye şu sözü verdi:


Eğer sultanınız, biz Selçuk Oğullarından faydalanmak arzu ediyorlarsa, biz kavgadan hiçbir zaman kaçmayız Derhal Hint seferlerine iştirak ederiz Bu hususu görüşmek üzere Gazne’ye geleceğim!


Hakikaten, bir müddet sonra, Arslan Bey, yavuz delikanlılardan oluşmuş ve her türlü teçhizatı tamamlanmış olan 10000 kişilik Türkmen alayı ile Horasan’dan kalkıp bu günkü Kabil şehri civarında bulunan Gazne şehrine gitti Gazneli Mahmut bu büyük kuvvetin başkentine yaklaştığını duyunca korktu Bu kuvvetler, Gazne civarında ordugah kurup konakladılar Bundan telaşa düşen Gazneli Mahmut Arslan Bey’e hemen bir adamı ile şöyle bir haber gönderdi:


Hind’e henüz bir seferimiz yoktur Kuvvetlerinizi geri çekiniz Yalnız kumandanlarınızı sarayımda misafir edeceğim


Arslan Bey, Sultanın bu arzusunu kabul ederek kuvvetlerini geri çekip yalnız 300 yiğitle Gazne şehrine girdi Küheylan atlar üzerinde birbirinden güzel bu yiğit delikanlıların Gazne sokaklarından geçişi büyük heyecan uyandırdı Oğuzlar simaca pek güzel insanlardı Beyaz tenli, al yanaklı ve kumral saçlı, iri vücutlu idiler Oğuzlar, Türk kavimleri içinde en cesurları ve en zekileriydi Oğuzların güzelliği dillere destan, hele ahlakları bütün Asya kavimlerince hürmete şayandı


Arslan Bey, yanında oğlu Kutulmuş olduğu halde Gazne Sultanı’nın muhteşem sarayına gitti Saray ağaları, Arslan’ı karşılayarak Sultan Mahmut’un huzuruna çıkardılar


Bu saray o devirde, dünyanın en zengin saraylarından biriydi Gazneli Mahmut, sarayında devrinin en yüksek alim ve sanatkarlarını toplamış, meşhur Şair Firdevsî bile Gazne sarayında Şehname’sini yazıp bitirmişti Sultan Mahmut, altın bir taht üzerinde oturmuş, vezirleri de sağında ve solunda el pençe divan durmakta idiler


Arslan Bey, salona girince gayet terbiyeli bir tavırla ilerleyerek eğilip yeri öptü Arslan’ın bu terbiyeli hali Sultan Mahmut’un çok hoşuna gitti Bunun üzerine Arslan Bey’e ikramlarda bulundu Kendi tahtının yanına altından bir kürsü konulmasını emretti Derhal sultanın yanına alın kürsü konuldu Gazneli Mahmut, misafirini yanına oturttu Bir müddet Arslan’la görüştükten sonra dernek kurulmasını emretti Birçok vezirler ve ağalar yerlerine oturarak, divan toplantısı yapıldı Gazneli Mahmut, Arslan Bey’in de bu dernekte bulunmasından dolayı hoşlandı Biraz sonra Gazneli Mahmut, seçkin misafirine dönerek dedi ki:


Eğer ihtiyacımız olursa bize ne kadar askerle yardım edebilirsiniz?

Arslan Bey, yanında bulunan okdanlıktan bir ok çıkartıp Sultana gösterdikten sonra:

Her zaman bu oku oymağıma gönderirseniz size derhal 10,000 sipahi gönderebilirim! diye cevap verdi

Bu vaadden son derece bahtiyarlık duyan Sultan:

Tekrar asker istersem?

Diye sordu Arslan ikinci bir ok çıkardı:

Bu ok da 10,000 askere muadildir

Sultan Mahmut hayretle:

Daha istersem? diye sordu

Arslan Bey, bir üçüncü ok çıkardı:

Bu da 10,000 askere işarettir

Sultan Mahmut’un gözleri açıldı ve divanda bulunanlar hayretlerini gizleyemediler Sultan Mahmut misafirini sonuna kadar yoklamak kararında idi:


Bu askerler kafi gelmezse?

O zaman Arslan Bey, omuzunda asılı olan yayı çıkararak vakur bir sesle:

Ne zaman bu yayı oymağımıza gönderirseniz, dedi; derhal 30,000 asker emrinize gelir!

Bu sözleri duyan Sultan’ın tavrı derhal değişti İçine bir korku ile beraber bir de kin düştü Dernekte bulunanların da tavırları değişti Sevgi ile başlayan bu görüşme bir kinle sona erdi Biraz sonra Arslan Bey oğlu Kutulmuş’u alarak sultanın huzurundan ayrıldı Gazneli Mahmut, vezirlerine döndü:


Bir adam ki üç ok ve bir yayla 60,000 kişiyi silah erzak ve mühimmatı ile toplayabiliyor; onu küçümsememek lazımdır


Vezirler hep bir ağızdan cevap verdiler:

Bu adam, devletimiz için büyük tehlikedir

Bunun üzerine Gazneli Mahmut, Arslan Bey hakkında kötü şeyler düşünmeye başladı:

Mademki Arslan elimize düşmüştür; onu sağ bırakmayalım

Sultanın fikri vezirler tarafından hemen benimsendi İçlerinden biri:

Arslan ve kumandanlarını bir nehre atıp boğalım! diye bir teklifte bulundu

Önce Gazneli Mahmut, kendisine misafir gelen bir adamın boğulmasına rıza göstermedi; fakat:


Arslan’ı yakalayıp, Hint hududundaki “Kalincer” kalesine hapsedebiliriz dedi ve gerekli emri verdi Zavallı Arslan Bey, misafir kaldığı bu sarayın altın yaldızlı bir odasında oğlu ile beraber uykuda bulunuyordu Sabaha karşı birden bire odasının içine ellerinde kılıçlarıyla on tane saray muhafızı girerek uykuda bulunan Arslan ve oğlunun üzerine saldırdılar İkisini de kıskıvrak bağladılar


Arslan Bey, ne olduğunu ve neye uğradığını bilemedi Tanrı misafiri bulunduğu bu sarayda bir hıyanete kurban gittiğini anladıysa da iş işten geçmiş bulunuyordu Gazneli muhafızlar, onu, elleri bağlı olduğu halde, Hint hududundaki bir dağ üzerinde bulunan kalın duvarlı Kalincer kalesinin karanlık bir odasına hapsettiler


Selçuk’un büyük oğlu Arslan Bey, Gazneli Mahmut’un hilesinin kurbanı olarak bu karanlık taş odada ömrünü tamamladı


Fakat Türkler, Gaznelilerden bunun intikamını almaya ant içtiler Nihayet Selçuk’un torunlarından Çakır ile Tuğrul beyler, Gazneli Mahmut’un oğlu Mesud’u “Dandanakan” sahrasında mağlup ederek, Gazneli Devletini tarihten sildiler Gazneli Mahmut, Arslan’ın oğlu Kutulmuş’u serbest bırakmıştı Kutulmuş’u da saltanat kavgası yüzünden Alpaslan öldürttü Fakat Kutulmuş’un oğlu Süleyman, Anadolu Selçuklu Devletini kurmaya muvaffak olarak Oğuz Türkmenlerinin Anadolu’da ebediyen yaşamalarını sağlamış oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



Ahmet Kabaklı


Hayatı ve Eserleri


Hayatı

Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii'nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım'ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 yılında Harput'ta dünyaya geldi Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı'nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı 1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi'nde ilk ve orta öğrenimini, lise öğrenimini ise, Elazığ Lisesi'nde 1944 yılında tamamladı Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1948 yılında mezun oldu


Mezun olduğu yıl Diyarbakır'da öğretmenliğe başladı Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü O, Diyarbakır'ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu Kendisine Halkevi'nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır'ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı Divan Edebiyatı geceleri düzenledi Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı Böylece orada ciddi bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı Diyarbakır'daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi


Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti Askerliğini Manisa'da tamamlayan Ahmet Kabaklı'yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin etti Görev yaptığı Aydın'da 1952 yılında Aydınlı Elbir ailesinden, matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı 1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren "Üniversitede Münazaralar" başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye'de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi


1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesindeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris'e gönderildi 1958 yılında Paris'ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı 1955 yılında Aydın'da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi'ni 1959 yılında tamamladı 26 Ekim 1961 tarihinde 4806 sicil numararası ile İstanbul barosu avukatları arasına katıldı Kısa bir süre avukatlık yaptı Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda öğretim görevlisi olarak devam etti Bu görevdeyken 1974 yılında emekli oldu Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nda edebiyat dersi verdi


Taner isminde yüksek kimya mühendisi bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı Önce Türkiye Gazetesi Hastahanesi Kardiyoloji Servisi'ne kaldırıldı Burada iki gün yoğun bakımda kaldı Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000'de Florance Nightingale Hastahanesi'ne nakledildi 23 Kasım 2000'de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı


Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak zorunda kaldı Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000'de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşkûre Hanım vefat etti Hastahaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşkûre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastahaneye kaldırıldı Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 1420'de Florance Nightingale Hastahanesi'nde Hakkın rahmetine kavuştu 10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii'ne getirildi Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşkûre Kabaklı'nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti'deki aile mezarlığına defnedildi


Kişiliği


Ahmet Kabaklı, Cumhuriyetin ilk yıllarının yokluk ve yoksullukları içerisinde geçirdiği çocukluğundan beri hayatın zorluklarını bilen birisi olarak sade ve abartısız yaşadı O, memleket meselelerinde, yazılarında ve konferanslarında ciddî, özel hayatında inanılmaz derecede şakacı, cana yakın, sevimli, esprili, alçak gönüllü, şen, cömert sevgi dolu, babacan, merhametli bir insan olarak tanınırdı Yakın çevresi onu Türkçe'ye, Türkiye'ye ve Türk insanına aşkla bağlı, ilim sahibi, araştırmacı, bıkıp usanmadan çalışan, vefalı, yardımsever, merhametli, haklının ve mazlumların yanında olan, halktan kopmayan gerçek aydın, kadirşinas, yeni projeler üretme yeteneğine sahip birisi, kalemini menfaat için kullanmayan, çizgisinde direnen, yürüdüğü yoldan şaşmayan, dünya malına fazla değer vermeyen, bereketli bir fikir pınarı, uzun yıllar fikrini ve kalemini vatan, millet hayrına kullanan bir kahraman, bir mektep adam, haysiyet abidesi, millete ve tarihe malolmuş bir şahsiyet gibi daha birçok özellikleriyle tanımakta ve anlatmaktadırlar


Onun şahsiyeti, aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsane ve türkülerin tesiriyle şekillendi Annesinden sonra millî duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanımdır Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Vehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'dan dersler aldı Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof Dr Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun iyi bir meslekî eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır


O, XX ve XXI asrın alpereni olarak kalemiyle bütün Türk dünyasında gönüller fethetmiştir O milleti icin, birliğin sembolü olarak gördüğü ve ideallerini süsleyen bir "alperen" olmak istediğini şöyle ifade etmektedir: "Benim bugüne kadarki hasretim ve geleceklerde yapmak ve anılmak için özlediğim şey, birçok yazılarımda kendisini anlatmaya çalıştığım alperen ahlâkı, alperen yaşayışı, alperen hürriyeti, milletimin her varlığını kuşatan alperen sevgisidir" Onun için "Alperenlik hasretiyle yiğitliğe sarıldım Her güzelliğin zaferi için çalışmaktan zevk aldım İşte ben, Çanakkale'den Bolayır'a, Rumeli'ye sallarla geçip kırk mübarek atlı ile Üsküb'ün, Belgrad'ın kalelerini alan kahramanlarla birlikte yaşadım"


O, Cumhuriyetimizi, millî kültür ve inançlarımızı, bilhassa dilimizi hiçe sayanlara karşı öğrenciliğinde, öğretmenliğinde, yazarlık ve fikir hayatının her safhasında inançla, kararlılıkla kendisi ve milleti adına mücadele etmiştir O daima inandığı gibi yazmış, dolayısıyla mensubu bulunduğu Türk milletinin, İslâmın, ilmin ve demokrasinin hizmetinde olmuştur


Farsça ve Fransızca'yı edebî eserleri tetkik edecek kadar bilen Ahmet Kabaklı, hem doğu, hem batı kültürürü, yetiştiği muhitten ve aldığı meslekî eğitimden dolayı da zengin bir Türk kültürüne sahipti Başta Anadolu'da olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde verdiği konferanslarda, radyo ve televizyon programlarında Türkün kültürünü, sanatını anlatmak için çaba göstremiş, yanık yürekleri serinletmiş ve cesaretlendirmiştir


Sevenleri onu sevgi yüklü olmasından Alperen'e, eserlerinde doğruluğu ve dürüstlüğü anlatmasıyla Yusuf Has Hacib'e, Türk dilinin korunması ve geliştirilmesi için yaptığı mücadele ile Kaşgarlı Mahmut'a, bilgeliği ve otoritesi yönüyle Dede Korkut'a, dünyanın neresinde Türk varsa onların dertleriyle hemhal olmasından dolayı dervişe, gaziye, akıncı beyine, her çağrılan yere gitmesiyle Evliya Çelebi'ye benzetmişlerdir


Yazı Hayatı


Ahmet Kabaklı'nın yazı hayatı daha 22 yaşında üniversite öğrencisi iken 20 Kasım 1946 tarihinde Son Saat gazetesinde "Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?" başlıklı tenkit yazısıyla başlamıştır 1947 yılından itibaren "Hareket" dergisinde "Ayın Hercümerci" başlığıyla polemik, mizah ve hiciv yazıları yazmıştır Diyarbakır'da öğretmenliği sırasında "Karacadağ" dergisini yöneten Kabaklı giderek şiir ve yazılarıyla edebiyat camiasında tanınmıştır Hareket ve Karacadağ dergilerinden başka Bizim Türkiye, Hisar, İstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera, Pınar, Kültür ve Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde de şiirler, makaleler yazmaya devam etmiştir


Asıl ününü Türk basınında duyuran Ahmet Kabaklı, Son Saat, Tercüman, Yeni Haber ve Türkiye gibi gazetelerde idarecilerin ve geniş halk kitlelerinin dikkatlerini uyandıran kültür hayatını ile ilgili konularda yirmi binden fazla fıkra ve makale yazmıştır Tercüman gazetesindeki yazıları önce "Fıkra Müsabakamızın Birincileri" başlığı altında yarışmayı kazanan diğer iki birinciyle birlikte aynı köşede dönüşümlü yayımlanmıştır Eğitim stajı yapmak üzere Paris'e gitmesi sebebiyle yazılarını aralıklarla da olsa "Uzaktan Uzağa" başlığı altında okuyucusuyla buluşturmuştur Bu ayrılık devresinde gazeteye Paris'ten Paris Notları, Paris Mektupları başlıklarıyla yazılar yazmıştır 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur


Avukatlık yapmaya başlamış, tam bu sırada gazete el değiştirmiş ve yeni sahibi Nihat Karaveli kendisinden gazeteye yazmasını istemiştir Bu teklifi kabul eden Kabaklı, Tercüman'da 1961 yılından itibaren "Gün Işığında" adlı köşesinde yazmaya devam etmiştir Tercüman gazetesinin sahiplerinin değiştiği dönemlerde milliyetçi fikirlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşamış, aynı zamanda tam iki sene yazdığı yazılardan hiç para alamamıştır 11 Ekim 1961 tarihinde Tercüman'ın ortakları arasına Kemal Ilıcak da girmiştir Daha sonra Kemal Ilıcak'ın imtiyaz sahibi olmasıyla birlikte diğer kalem arkadaşlarıyla "memleketi onarma ve kötülerden kurtarma mücadelesi" ne girişmiştir Gazete milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye başlamış ve okuyucu sayısı daha da artmıştır Kabaklı yazılarıyla Türk milletinin bilhassa gençliğinin kalbinde yer etmiştir


Kabaklı, dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün önemli meselelerini gazetedeki köşesine taşımıştır 1986 yılında Tercüman'daki yazılarına bir müddet ara vermiştir 1986'nın Kasım-Aralık aylarında Yeni Haber gazetesinde yazmıştır Bu gazetenin yayın hayatı 49 gün sürmüştür Daha sonra 15 ay gibi bir zaman aralığında gazete yazılarına ara veren Kabaklı, boş durmamış, yakın tarihimizi yorumladığı "Temellerin Duruşması" ve senaryo olan "Şair-i Cihan Nedim"i telif etmiştir 1 Şubat 1988 tarihinde tekrar yazmaya başladığı Tercüman'daki yazı hayatı 2 Mart 1991 'de son bulmuştur Kabaklı, 19 Mart 1991'den itibaren Türkiye gazetesinde "Gün Işığında" adlı köşede yazmaya başlamıştır Bu süre 19 Kasım 2000 tarihine kadar devam etmiştir Türkiye gazetesindeki son yazısı "Damda Deve Aranır mı?" olmuştur


Ahmet Kabaklı, 1970 yılında Türk milletinin fikir, sanat ve edebiyat sahasında millî çizgiler içerisinde gelişmesine çalışmak ve genç kabiliyetleri desteklemek için zamanın ilim ve fikir hayatının tanınmış kişileri ile birlikte Edebiyat Cemiyeti'nin kurulmasına öncülük etmiştir Kurucular arasında Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Oktay Aslanapa, Necmettin Hacıeminoğlu, Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Nihat Tarlan, Tahsin Demiray, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Çınarlı, Gültekin Sâmancı, Muhittin Nalbantoğlu, Mustafa Necati Karaer, Zeki Ömer Defne, Arif Nihat Asya, İrfan Atagün, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Tahsin Banguoğlu gibi daha birçok siyasetçi, şair ve yazar vardır


1978 yılında Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü ve bunlara mensup şahsiyetleri tanıtmak ve güçlendirmek gayesiyle Ahmet Kabaklı'nın önderliğinde Meşkûre Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Halis Akaydın, Cahit Dodanlı ve İsmail Gerçeksöz'ün kurucu üyelikleriyle Türk Edebiyatı Vakfı kurulmuştur Ahmet Kabaklı, vakfın başkanlığına getirilmiş ve bu görevini ölene kadar sürdürmüştür


Kitaplarından bir bölümünü vakfa bağışlayan Ahmet Kabaklı'nın bu eserleri ile vakıf bünyesinde Ahmet Kabaklı Kütüphanesi kurulmuştur Yayın faaliyetine de girişen vakıfta bugüne kadar kırk sekiz adet eser neşredilmiştir Edebiyat Cemiyeti zamanından beri süren edebiyat, sanat, kültür ve fikir hayatımızın önemli konularının konuşulduğu ve tartışıldığı ve gelenekli hâle gelen Çarşamba Sohbetleri, Türk Edebiyatı Vakfı bünyesinde günümüzde de ilk günlerdeki heyecanıyla geniş dinleyici kitlelerine hizmetini sürdürmektedir


Ahmet Kabaklı'nın öncülüğünde çıkartılmaya başlayan ve başyazarlığını yaptığı Türk Edebiyatı dergisi 15 Ocak 1972den beri yayın hayatına devam etmektedir Türkiye'nin en uzun soluklu fikir, sanat ve edebiyat dergileri arasında yerini alan Türk Edebiyatı dergisi o öldüğünde 328 sayıya ulaşmıştı Kabaklı'nın derginin 328 sayısındaki son yazısı "Saraybosna'dan Mostar'a" başlığını taşımaktadır Dergi yayın hayatına başladığı günden beri edebiyatta millîlik çizgisini sürdürmektedir


Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı dergisi etrafında toplanan gençlere sahip çıkmış ve günümüzde edebiyat ve kültür hayatımıza hizmet eden genç bir edebiyatçı, şair, yazar grubunun yetişmesine de vesile olmuştur


O, Türk fikir, sanat, edebiyat dünyası ve meslek kuruluşları tarafından kararlı ve uzun soluklu, doğru bildiklerini anlatmaktan ve yazmaktan çekinmeyen yönleriyle daima takdir edilmiş ve ödüllendirilmiştir Aldığı sayısız plâket, şükran belgeleri ve ödüllerden bazıları şunlardır: "Bürokrasi ve Biz" adlı kitabıyla Millî Kültür Vakfı'ndan Fikir ödülü, günümüzde 20 baskıya ulaşan "Temellerin Duruşması" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği'nden, Fikir ödülü; "Mevlânâ" adlı eseriyle Selçuk Üniversitesi ve Konya Turizm Derneği'nden Edebiyat ödülü, "Sohbetler l-ll" kitaplarıyla Kayseri Yazarlar Birliği'nce Erciyes Dergisi Edebiyat ödülü; Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti Yılın Gazetecisi 1978-1979 Fıkra Dalı Başarı Armağanı ödülü almıştır Kendisi için en anlamlı ödüllerden birisi de, 14 Aralık 1996'da Aydınlar Ocağı'nın önderliğinde, 55 gönüllü kuruluşun katkıları ve geniş bir davetli topluluğunun katılırnjyla Atatürk Kültür Merkezi'nde verilen "Şeyhülmuharrirîn" unvanı olmuştur


Kendisine verilen bu paye ile ilgili duygularını Kabaklı, "sırtımıza giydirilen şeref hırkası, sizden ailemize, torunlarımıza, öğrencilerimize sunulan paha biçilmez bir armağandır" diyerek ifade etmiştir Bu toplantıda Prof Dr Abdülkadir Donuk'un teklifiyle ve dönemin Millî Eğitim Bakanı Prof Dr Menmet Sağlam'ın söz vermesiyle Kabaklı'nın adı, öğrenim gördüğü ve uzun yıllar hocalık yaptığı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'nun bulunduğu binada hizmet veren Anadolu Öğretmen Lisesi'ne verilmiştir Ancak daha sonra, yaşamakta olan kişinin ismi müesseselere verilemeyeceği bahanesi ile bu uygulamadan vazgeçilince bu durum Kabaklı'yı çok üzmüştür Çünkü aynı tarihlerde doğup büyüdüğü ve gelişmesi için çok gayret sarfettiği Elazığ'da Anadolu Öğretmen Lisesine kendisinin adı verilmiş olup, bu okul hâlen Kabaklı'nın ismiyle anılmaktadır Ayrıca Fırat Üniversitesinde bir amfiye de onun adı verilmiştir Her zaman, yaşayan Türkçenin koruyuculuğunu yapan ve engin bilgi birikimiyle dilimizin gelişmesine hizmet eden Ahmet Kabaklı, 8 Kasım 1995 tarihinden itibaren Türk Dil Kurumu asil üyeliği de yapmıştır


Eserleri:

Charles Dickens, Pik Vik'in Maceraları, (Tercüme: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1962; Kültür Emperyalizmi, 3 bs, İstanbul 1970; Müslüman Türkiye, İstanbul 1970; Mehmet Akif, 7 bs, İstanbul 1999; Yunus Emre, 6 bs, İstanbul 1991; Mevlânâ, 7 bs, İstanbul 2000; Ahmet Rasim, Şehir Mektupları l, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1971; (MEB) Ankara 1990; Ejderha Taşı, İstanbul 3 bs, İstanbul 1997 (Eser Azize Ceferzade tarafından 1992 yılında Azerî Türkçesine aktarılmıştır); Bizim Alkibiades, İstanbul 1977; Ecurufya, İstanbul 1981; Giritli Aziz Efendi, Muhayyelât-ı Aziz Efendi, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1983; Sohbetler l-ll, 2 bs, İstanbul 1991-1992; Temellerin Duruşması, 20 bs, İstanbul 2000; Güneydoğu Yakından, İstanbul 1990; Şiir İncelemeleri, İstanbul 1992; Doğu'dan Doğuş, İstanbul 1993; Sultanü'ş-Şuarâ Necip Fazıl, İstanbul 1995; Şair-i Cihan Nedim, İnceleme-Roman-Senaryo, İstanbul 1996; Türk Edebiyatı, l cilt, 9 bs İstanbul 1994; ll-lll cilt, 9 bs İstanbul 1997 Türk Edebiyatı, (20 Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, Şiir), IV cilt, İstanbul 1991; Türk Edebiyatı (Hikâye ve Roman), V cilt, istanbul 1994


Sonuç olarak Ahmet Kabaklı, 76 yıldan 77 yıla uzanan ömrünün 55 yılını yazarlık ve öğretmenlik yaparak Türk insanına hizmetle geçirmiştir O milletine ve okuyucusuna karşı sorumluluğu hiç elden bırakmamış, hiç bedbinliğe düşmemiş, okuyucularını de bedbinliğe ve ümitsizliğe düşürmemiştir Hep öğrenen ve öğreten birisi olarak yaşamıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



Hoca Ahmet Yesevi


--------------------------------------------------------------------------------


Orta Asya Türkleri arasında İslamiyeti yayan, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslümanlaşmasında büyük katkıları olan Hoca Ahmet Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir Ancak onun Yesi(Türkistan)’de hicrî 5 asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir


Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Pir Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diye de tanınır Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsil etmiştir Bundan dolayı Yesevî adıyla şöhret bulduğu kabul edilmiştir


Hoca Ahmet Yesevi, küçük yaştan itibaren, babası Sayram’lı Şeyh İbrahim Ata’dan feyz aldı İbrahim Ata, Sayram’ın en meşhur velilerindendi


Hoca Ahmed, çok küçük yaşta annesini, 7 yaşında iken de babasını kaybetti Babasının ölümünden sonra önce Yesi’de Arslan Baba’dan ders alan Hoca Ahmet, kısa zamanda tasavvufta yüksek mertebelere ulaştı Arslan Babanın vefatından sonra ise Buhara’ya giderek, büyük evliya Yusuf Hamedanî’nin öğrencisi oldu Hamedanî’den icazet ve hilafet alan Hoca Ahmet, hocasının vefatından sonra bir süre Buhara’da talebe yetiştirdi


Daha sonra Yesi’ye dönen ve talebe yetiştirmeye orada devam eden Ahmed Yesevi, çevresindeki Türklere İslamiyeti öğretti ve şöhreti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm’e yayıldı Yetiştirdiği öğrenciler, çeşitli ülkelere dağılarak, oralarda İslamiyet’in doğru olarak öğrenilmesini sağladılar


Ahmet Yesevi’nin yaşadığı dönemde, Türkistan’da ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılar hakimdi Bu yüzden İslamiyet, Seyhun Irmağı civarı ile göçebe Türkler arasında kolayca yayıldı


Zamanının en büyük alim ve velilerinden olan Yesevi’nin tasavvufta tuttuğu yola ‘Yeseviyye’ denildi Önce Seyhun çevresinde ve Taşkent civarında yayılan Yeseviyye yolu, daha sonra Harezm ve Maveraünnehir’de güçlendi Ahmet Yesevi’nin sohbetlerinde yetişen birçok derviş, onun tasavvuf yolunu Horasan, Azerbaycan, Hicaz ve Anadolu’ya yaydılar


Sade bir Türkçe ile yazdığı derin manalı veciz sözleriyle, ‘Hikmet’ adlı şiirlerini Divân-ı Hikmet adlı eserinde toplayan Ahmet Yesevi’nin hikmetleri, kısa zamanda doğuda Çin sınırına, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar yayıldı


Ahmet Yesevî böylece Anadolu’daki Türk edebiyatının gelişmesine ve Yunus Emre gibi büyük şair-mutasavvıfların yetişmesine zemin hazırladı


Hoca Ahmet Yesevî, Peygamber Efendimizin (SAV) sünnetine sıkı sıkıya bağlı idi Bu yüzden, Hazreti Muhammed’in vefat ettiği 63 yaşına geldiğinde, ‘artık yeryüzünde durmamak için’ kendisine yer altında bir hücre yaptırdı Geri kalan uzun ömrünün çoğunu burada yaşayarak, bu hücrede ibadet ve tefekkür içinde geçirdi


Yesevî, bir günü üç kısma ayırırdı Günün büyük bir bölümünde ibadet ve zikirle meşgul olur, bir bölümünde öğrencilerine ders verir, kalan bölümünde de, kendisinin ve öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla tahta kaşıklar yaparak, bunları satardı


Hoca Ahmet Yesevî, doğduğu yer olan Yesi’de 1194 yılında vefat etti O sırada bir rivayete göre 125, diğer bir rivayete göre de 133 yaşında idi Seyhun’un sağ sahilinde defnedilen Hoca Ahmet Yesevi’nin kabri üzerindeki türbe ve külliyeyi, Büyük İmparator Timur yaptırdı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



MİMAR SİNAN


Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu 48 yıl bu makamda kaldı 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır


Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu


Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı


İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı


Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir


Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir” demeye başlamışlardı


Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman:

– Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?” diye gürledi Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip,

– Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlümcevabını verdi Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı


Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken:

– Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerekdiyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı


“Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı


Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti


50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi


Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize


Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır



NAMIK KEMAL



Şair, romancı, tiyatro yazarı, gazeteci ve idare adamı 1840 yılında Tekirdağ'da doğdu Dedesinin terbiyesi altında özel eğitimle yetişti Tercüme Odası'nda çalışırken Şinasi ile tanıştı Küçük yaşta şiire başlamıştı Şinasi'nin Tasvîr-i Efkâr adıyla çıkardığı gazetede yazarlığa başladı Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girdi 1867'de Paris'e, oradan da Londra'ya kaçtı 1870'ten sonra İstanbul'a dönerek Gelibolu Mutasarrıfı oldu 1888 yılında Sakız Mutasarrıfı iken öldü


1 Nisan 1873 Akşamı, Gedikpaşa'daki Osmanlı Tiyatrosu olağanüstü bir heyecan içinde kaynaşıyordu Bir yıl önce Gelibolu'da mutasarrıf bulunduğu sırada Kemal Bey'in yazdığı dram, Vatan Yahut Silistre ilt defa sahneye konacaktı Gedikpaşa Tiyatrosu'nun beş kat locasında saray mensupları, hatırlı, tanınmış kimseler yer yer göze çarpmaktaydı Nazırlardan, vezirlerden bazıları da gelmişti


Beş yıldan beri Güllü Agop'un metne dayanarak eser oynatma yetkisini padişahtan alması üzerine, İstanbul'da başka tiyatro kalmadığından, Vatan piyesi bu sahnede oynanacaktı Salon, at nalı şeklinde, kırmızı kadife koltuklar ve aynı renkte kadife kaplı localarla kat kat yükseliyordu Her yer tıklım tıklım doluydu O sırada İbret gazetesini çıkaran Kemal Bey'in şöhreti ise herkesin bildiği bir şeydi


Daha perde açılıp da İslam Bey ve Zekiye Hanım'ın vatanı yücelten sözleri sahneye yakışır bir yiğitçe tavırla söylenmeye başlar başlamaz, seyircilerde coşkunluk alametleri belirmişti Zekiye'yi Yeranuhi Karakaşyan oynuyordu Halk kendini unutmuş, “Aferin!” diye yüksek sesle sahneye bağırıyordu İkinci ve üçüncü perdelerde coşkunluk daha da arttı Tiyatronun içinden yükselen sesler, “Yaşa Kemal! Varolsun milletin Kemal'i” haykırışları sokaktan geçenlerce bile işitilir olmuştu


Temsil, coşkun alkışlar, dakikalarca süren haykırışlar arasında sona erdiği zaman halk tiyatroyu terk etmek istemedi Kemal Bey'in sahneye çıkması arzu olunuyordu Neden sonra kendisinin tiyatroda bulunmadığı anlaşılınca İbret gazetesi idarehanesine gidilmeye karar verildi Elliden fazla itibarlı kimse o zamanlar henüz İstanbul sokakları aydınlatılmadığı için ellerinde fenerler ve meşalelerle bir fener alayı ihtişamı içinde ve yollarda yüksek sesle “Varolsun Kemal” diye haykırarak Gedikpaşa'dan Galatasaray'daki Haçapulo Pasajı'na, İbret gazetesine geldiler Gazetenin sahibi Aleksan Efendi'yi uykudan uyandırdılar Meramlarını anlattılar Kemal Bey orada yoktu Bunun üzerine övgü dolu bir tezkere bırakarak ayrıldılar


Ertesi günü İbret gazetesinde olaylar anlatılıyor ve bu tezkere de yayınlanıyordu Halkın arzusu üzerine tiyatro idaresi, 2 Nisan akşamı da piyesi oynatma iznini kopardı Bu defa temsil, Zekiye'yi canlandıran Karakaşyan yararına verilecekti


4 Nisan akşamı ise tiyatroda Teodor Kasap'ın Pinti Hamit adlı adaptasyonu oynanacaktı Tiyatronun edebî heyetinde bulunan Namık Kemal ve Mustafa Nuri, idare odasında oturmuş olayları görüşüyorlardı İbret, bir gün önce süresiz olarak kapatılmıştı Sebep, olayları anlatış tarzıydı Halkı padişaha karşı isyana kışkırtır görülmüştü O sırada kapı açıldı, içeriye bir yabancı girdi Kemal Bey'in orada olup olmadığını sordu Kendisini Zaptiye Müşiri Paşa istiyordu Kemal'i alıp gitti Az sonra bir zaptiye (askerî polis) binbaşısı geldi Mustafa Nuri'yi alıp götürdü O gece temsil sırasında Ahmet Mithat Efendi'yi de aldılar Ebüzziya Tevfik ve diğerleri birer birer toplandı Memlekette vatan bilincini uyandırmak için tiyatrodan yararlanan ilk adam, böylece Abdülaziz'in Tanzimat Fermanı'na aykırı düşen emriyle Magosa’ya sürgün edilmiş oldu Diğerleri de “Hürriyet taraflısı” olmak suçlarıyla çeşitli yerlere sürüldüler, hapsedildiler


Namık Kemal, en büyük eserlerini Magosa'da yazdı 1876'da Sultan V Murat'ın tahta çıkmasıyla affedilerek İstanbul'a döndü Çok geçmeden Sultan II Abdülaziz'in tahta çıkmasıyla yeniden tevkif edildi Mahkemeye sevk edildi Bereat etti Fakat yine de İstanbul'da kalması önlendi Bu yüzden çeşitli mutasarrıflıklara tayin edildi


En son Sakız Mutasarrıfı iken 2 Aralık 1888'de tutulduğu zatürre hastalığından kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu Rumeli Fatihi Şehzade Süleyman Paşa'nın Bolayır'daki türbesi yanında toprağa verildi


Namık Kemal, bir çok önemli yeteneklere sahipti Mesela bir kaç kişiye bir kaç ayrı metni aynı anda yazdırdığını oğlu Ali Ekrem Bolayır, Ruh-ı Kemal adlı eserinde yazar Keza işittiğini hemen hafızasında tutmak gibi üstünlükleri onun genç yaşta gelişmesine yardım etmiştir


NENE HATUN


Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını 1857 yılında Erzurum'da doğdu Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1255 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti


Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı Tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler


Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı


Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti Kocası cephede idi Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:

- Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı

Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti Ölüyü alnından öptü:

- Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle


Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı

Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmştı Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru


Aziziye'ye yerleşmiş olan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince bir hayli Erzurumlu kırıldı Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yüklenen kalabalık bir anda içeri doluvermişti Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü iman karşısında

Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu şahlanış karşısında Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlı'yı da kısaltıp sadece "Osman"a çevirmişlerdi Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu


Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Ne "Osman" dinleyen oldu, ne de "Teslim"e kulak asan Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı


2000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı Düşmanın geri kalan kısmı selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu Onları takip etmek için Erzurumlu'nun atı yoktu Fakat kaçan atlıyı kovalayan yayalar yine de onu yakalayıp haklamayı biliyordu

Yaralılar arasında taze gelin de vardı Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından


Adı Nene idi taze gelinin O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti


Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkomutanına "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı


OSMAN GAZİ




Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’dir Kurduğu Devletin adına da Osman’a izafetle Osmanlı denildi Osmanlı Devletinin kuruluşu bir mucizeler silsilesidir Söğüt dolaylarında kurulan bu devlet birdenbire gelişerek muazzam bir imparatorluk haline geldi Osmanlı tahtına geçen on padişah enerjik ve devlet idareciliğinde mahir, aynı zamanda birer büyük kumandan idiler Hiçbir milletin tarihinde üç asır süren bir müddet içinde birbiri adınca cihangir padişahlar gelmemiştir


Osman Gazi’den sonra, Orhan Gazi, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım Bayezid, Mehmet Çelebi, İkinci Murat, Fatih Mehmet, Bayezid’ı Veli, Yavuz Selim ve Kanunî Süleyman geldiler Cihan tarihinde Romalılarla Osmanlılar kadar, devamlı ve uzun ömürlü hiçbir devlet kurulmamıştır Osman Gazi’nin kurduğu bu devlet tam 624 yıl devam etti Bu nedenledir ki, Osman Gazi dikkate değer kudretli bir devlet kurucusudur Osmanlı tarihi muhteşem olaylarla doludur Osmanlı medeniyetinin eserleri ise, hala bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadır


Osman Gazi,1258 tarihinde Söğüt’te doğmuştur Annesi Hayme Ana’dır Babası Ertuğrul Gazi, dedesi de Süleyman Şah’tır Asıl adı Otman’dır “Ot” kelimesi eski Türkçe’de “ateş”, “man” da “adam” demektir Osman Gazi, Oğuzların Bozok koluna mensup Kayi boyundandır


Oğuzlar Müslümanlığı kabul edince Türkmen adını almışlardır Kayilerin hepsi Türkmen kıyafetinde idiler Bunlar beyaz tenli, kumral saçlı ela gözlü insanlardır Vücutça kuvvetli, ahlak itibariyle de çok yüksektirler Kayiler ırkı vasıflarını, ruhi asaletlerini muhafaza etmek için ne Moğollarla, ne Acem, ne Araplarla ve de Hıristiyan kavimlerle karışmışlardır Anadolu’yu dolduran Türkler, Türklüğün bütün seciye ve meziyetlerini muhafaza etmişlerdir Ruhlarında yaşayan cihan hakimiyeti fikri, hiçbir devirde sönmemiştir Bu sebepledir ki, daima akıncı olarak kıtalar fethetmişler, birçok milletleri hakimiyetleri altına almışlardır


Osman Gazi, Söğüt’te büyüdü Babası ile beraber savaşlarda bulundu Cesur ve yiğit bir delikanlı idi Uzuna yakın orta boylu, geniş omuzlu, uzun kollu, yuvarlak yüzlü, siyah çatık kaşlı, elâ gözlü, koç burunlu ve değirmi sakallı idi Osman Gazi iyi bir asker olmakla beraber edebiyata da meraklı idi Hayrullah Tarihi’nde, kendisine ait şu şiiri bulmaktayız:


Kurt olup, gel gir sürüye

Aslan ol, bakma geriye

Çar edüp, haydi çeriye

Dil geçidini hisar yap

Osman Ertuğrul oğlusun,

Oğuzhan Karahan neslisin,

Hakkın bir kenter kulusun

İstanbul’u aç gülzar yap!


Osman Gazi’nin, gençliğinde geçirdiği bir aşk macerası zamanımıza kadar intikal etmiştir Kendisi, babasının sağlığında, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde oturmakta olan Edebalı adlı bir şeyhin evine sık sık giderdi Bu zat, âhi pîrlerinden idi Şeyh Edebalı’nın Balahûn adında çok güzel bir kızı vardı Osman Gazi bu kıza aşık oldu Onu babasından istedi ise de Şeyh, kızını bir beyzadeye veremeyeceğini bildirdi Osman ise Balahûn’a candan tutkun bulunuyordu


Bir gece bir rüya gördü Rüyasında, Şeyh Edebalı’nın yanında yatıyordu Bu esnada Edebalı’nın koynundan bir ay doğdu Bedir haline gelince, gökten inip Osman’ın koynuna girdi Bunun üzerine Osman’ın göbeğinden bir ağaç çıkarak yükseldi Büyüdükçe yeşillendi Dallarının gölgesi ile bütün dağları örtüyordu Ağacın yanında dört sıra halinde dağlar gördü ki, bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkan Dağları idiler Ağacın köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu Dağlardan çıkan bu sular, gül ve servili bahçeler arasından dolaşarak akıyordu Deniz gibi üzerlerinde gemiler yüzüyordu Tarlalar mahsullerle dolu idi


Dağların tepeleri de sık ormanlarla örtülü idi Vadilerin her tarafında şehirler vardı Bunların hepsinin altın kubbelerinde birer ay yükseliyor, sayısız minarelerinden müezzinler ezan okuyor, bu sesler ağacın dalları üzerindeki bülbüllerin ve renkli papağanların ve kuşların cıvıltılarına karışıyordu Ağacın yaprakları kılıç kını gibi uzanmaya başladı Derken bir rüzgar çıkıp, ağaçların yapraklarını, İstanbul şehrine doğru çevirdi Şehir iki denizin ve iki karanın birleştiği yerde, iki firuze ile zümrüt arasına oturtulmuş bir elmas gibi parlıyordu Böylece bütün dünyayı kuşatan geniş bir ülkenin teşkil ettiği yüzüğün kıymetli taşını meydana getiriyordu Osman bu yüzüğü parmağına takarken uyandı


Bu rüyasını gidip Şeyh Edebalı’ya anlattı Şeyh gülerek


Osman, padişahlık sana ve senin nesline kutlu olsun Kızım Balahun da senin helalin olsun Hemen nikah edelim! Dedi


İşte Osman, bu rüya sayesinde sevdiği kıza kavuştu Fakat Osman Gazi’nin ilk eşi, bir Türkmen Bey’i olan Ömer Bey’in kızı Malhatun’dur Malhatun, Orhan Gazi’nin annesidir


Ertuğrul Gazi ölünce, onun yerine Osman, Bey oldu Babası gibi Bizanslılarla savaşı devam etti Fakat Bizans Tekfurları, Osman’ın vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler Bu işi harple değil, hile yolu ile görmeye teşebbüs ettiler Bilecik Tekfur’u , Yarhisar Tekfurunun kızı ile evlenecekti Bu düğüne Osman Bey’i de davet ederek öldürmeye karar verdiler Fakat Osman Gazi, Rumların bu gizli kararlarından haberdar oldu


Osman Gazi yaylaya çıkarken her zaman ağırlıklarını Bilecik Tekfuruna emanet ederdi Yine aynı şekilde ağırlıklarını Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı Fakat bu defa eşyaların içini silahla doldurdu Kırk kadar askeri de kadın kıyafetine soktu Bunları Bilecik’e göndermek üzere hazırlattı Ertesi gün de kendisi, oğlu Orhan ile birlikte düğüne gitti Düğün başlayıp da yenilip içildiği bir anda, kadın kıyafetindeki askerler kaleye girerek muhafızları öldürdüler Bir kısım asker de siperlere yerleşti Rum Tekfuru Osman Gazi’yi öldürmek için harekete geçtiği esnada, Osman Gazi korkup kaçar gibi kaleye doğru koşmaya başladı


Tekfur ve Rumlar, Osman’ın peşine düştüler Fakat, tam siperlerin önlerine gelince, pusuya girmiş olan askerlerin içine düştüler Kılıçlarını çekip saldıran askerlerle Rumlar arasında kanlı bir savaş başladı Bu harpte Orhan’ın çok yararlılığı görüldü Tekfur da ağır bir yara alarak öldü Gelin olan Holofira da duvağı ile beraber esir düştü Bu güzel Rum dilberini Osman Gazi oğlu Orhan Bey’e kılıç hakkı olarak verdi Eski tarihler bu kızın adını Nilüfer Hatun olarak yazmakta iseler de, aslında Nilüfer ismi başka bir kıza aittir Nilüfer Hatun, bir Türkmen kızı olup, Orhan Gazi’nin birinci karasıdır Nilüfer Hatun; Süleyman Paşa ile Murat Hüdavendigar’ın annesidir


Bu dönemde Selçuklu sultanları, tamamen Moğol İlhanlıların oyuncağı olmuştu Anadolu’da Selçuk hakimiyeti kalmamıştı Anadolu birliği tamamen bozulmuş, çeşitli bölgelerde muhtelif beylikler kurulmuştu Moğollar, Anadolu halkını soyuyorlardı Durum bu merkezde iken, Osman Gazi’nin başarılarını gören Selçuklu Sultanı II Gıyasettin Mesut, ona bir ferman gönderdi Osman Bey, bu fermanı bütün gazilerin huzurunda okudu (1284) Tam bir tasvip gördüğü için de Bizanslılarla savaşlara devam etti, birçok yerleri zapta muvaffak oldu Bu başarıları üzerine Selçuklu Sultanı, istiklal alameti olarak (Tuğ), (Alem), (Tabıl) ve bir de altın kılıç gönderdi Ayrıca beyaz renkte bir de sancak yolladı (1289)


Aradan bir müddet geçtikten sonra Selçuklu sultanlarının Anadolu’da bir gölge olduğunu gören Kayi Beyleri bir toplantı yaparak Osman Gazi’ye şunları söylediler:


Sen Kayihan neslindesin, Kayihan, Oğuz Beylerindendir Günhan’ın vasiyeti Oğuz türesince hanlık, Kayi soyuna düşer Sen hanlığa layıksın, seni han tanıyalım!


Toplantıda, Ahilerin Pîri Ahi Evren, Bektaşilerin pîri Hacı Bektaş Veli, Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalı da bulunuyordu Oğuz Beyleri, Osman Gazi’yi bir ak keçeye oturtarak dokuz defa havaya kaldırdılar Huzurunda ant içtiler Şerefine kımız dolu kadehler kaldırılırken:


Abu hayatlar, sıhhatler, afiyetler ve padişahlık mübarek olsun! Diye bağırdılar


O gün, Türklük için büyük bir bayramdı Osman Gazi, 1299 tarihinde, han seçilerek bağımsızlığını ilan etti Hacı Bektaş Veli, Osman Han’ın başına Horasani bir keçe kavuk giydirdi Ahi Evren de kılıcını kuşattı Bundan sonra nöbet vuruldu; yani mehter takımı havalar çaldı Arkasından Selçuk fermanı okundu Osman Han, bu fermanı bir ikindi vakti ayakta dinledi Otağının önüne dokuz tuğ dikildi


Bütün bu merasim Oğuz töresince yapılmıştı Bu suretle Osman Gazi, Osmanlı Devletinin kurucusu oldu Osmanlıların ilk hükümet merkezi olarak Karacahisar uygun görüldü İlk hutbeyi Tursun Fakih okudu Fakat namına para basılamadı


Osman Gazi, bağımsızlığını ilan ettiği zaman hükümdarlığı altında şu yerler bulunuyordu: Karacadağ, Domaniç, Söğüt, Karacahisar, Eskişehir, Bilecik, İnegöl, Yarhisar, Çakırpınar, Taraklı Yenicesi, İnönü, Köprühisar ve Bozöyük Padişahlığının üçüncü yılında Yenişehir ve Yunthisar’ı da aldı Bu defa hükümet merkezi Yenişehir’e nakledildi Memleketini beş idareye böldü Oğlu Orhan Bey’e, Sultanönü’nü, büyük kardeşi Gündüzalp’e Eskişehir’i, Aykut Alp’e İnönü’nü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı, Turgut Alp’e İnegöl’ü verdi Diğer oğlu Alaeddin Paşa ile, kayınpederi Şeyh Edebalı’yı da Bilecik’te bıraktı


Osman Gazi, bundan sonra, 1302 tarihinde Köprühisarını, 1306’da da Koyunhisarı’nı fethetti Oğlu Orhan Gazi’yi de Bursa’nın fethine gönderdi Bursa, 1326 tarihinde fetholundu Bu sıralarda Osman Gazi, Nikris hastalığından rahatsız olduğundan yatıyordu Oğlu Orhan Gazi’yi yanına çağırttı Yatağının başında Ahi Şemseddin, Ahi Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp bulunmakta idiler Bu zatların huzurunda şunları söyledi:


Oğullarıma ve dostlarıma birinci vasiyetim şudur:


Daima gaza ve cenge devam ediniz Cihadın kemaline varıp, sancağı daima yüksekte tutunuz Hanedanından ve torunlarımdan her kim ki, doğru yoldan ve adaletten geri kalır, o, rûz-i mahşerde, Peygamberin şefaatinden mahrum kalsın!


Sonra oğlu Orhan’a döndü:


Oğlum; dünyaya gelen bir padişah yoktur ki, ölüme itaat etmesin Şimdi Hakim-i Mutlakın hüküm ve iradesiyle ölüm yaklaştı Bu manevi yolculukta, artık, dünya nimetlerinden ümidi kesmek gerektir Ey bahtiyar oğlum, bu devleti, bu emareti sana ısmarlıyorum Seni Allah’a emanet ediyorum Bütün işlerinde kanunları üstün tut Askerleri ve halkı kendi akraban gibi sev, haklarını tamamen ve noksansız ver!


Dedikten sonra, kendisinin, Bursa’da Gümüşlü Kümbet’e gömülmesini vasiyet etti Kısa bir zaman sonra 1326’da 69 yaşında iken gözlerini hayata yumdu


Osman Gazi, 19 yıl beylik, 27 yıl da padişahlık etmişti Öldüğü zaman terekesinden altın, gümüş gibi kıymetli eşyalar çıkmadı Denizli bezinden içi alemli yapılmış bir yeni sarıklık bezi, bir at zırhı, bir tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çizme, Alaşehir mensucatından kırmızı renkli sancaklar, bir de iki uçlu kılıç, bir tirkeş, tahta bir taht, bir mızrak, birkaç at, üç sürü de koyun çıktı Türk Milletine koskoca bir devlet bırakan yıllarca gaza yapan Osman Han’ın dünya malı bunlardan ibaretti Osman Gazi, padişah iken devlet hazinesinden maaş almaz, koyunları ile geçinirdi Büyük bir ırkın büyük bir padişahı olarak emsalsiz bir feragat sahibi idi



FATİH SULTAN MEHMET


Osmanlı hükümdarlarının yedincisi olup İstanbul’u almak suretiyle tarihte yeni bir devir açan ve Osmanlı devletini de bir imparatorluk haline getiren padişahtır 1430 yılında doğdu İkinci Murad’ın oğlu, Çelebi Sultan Mehmed’in torunudur Annesinin Sırplı veya Zülkadiroğulları soyundan Alime Hatun adlı bir Türk olduğu hakkında iki rivayet vardır Babası sağlığında onu iki defa tahta geçirerek Manisa’ya istirahata çekilmişti


İlk defa 1444 yılında yani 14 yaşında iken hükümdar oldu Fakat onun çocuk olmasından fayda uman Haçlılar Ordusu hududu aşınca ikinci Murat tehlikeyi karşılamak zoruyla tekrar tahta çıktı ve Varna muharebesinde düşmanı yendi


Fatih ikinci defa bir yıl sonra, yani İkinci Kosova savaşının kazanılmasından sonra padişah oldu ama yine çocuk olduğu düşünülerek tekrar Manisa Valiliğine gönderildi


Babasının 1451 Şubatında ölmesi üzerine Manisa’dan dolu dizgin Edirne’ye gelerek tahta çıktı 21 yaşında bir delikanlı idi Manisa’da hükümdarlık nöbetini beklediği yıllarda bütün zamanını okumaya vermiş olduğunu söylenir Arapça ve Farsça’dan başka Latin, Yunan ve İbrani dillerini de öğrenmiş olduğu rivayet edilir


Taca sahip olunca, vaktiyle tahta geçmişken Manisa’ya dönmesine sebep olan Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı içinde sakladığı hınca rağmen makamında bıraktı Karamanoğlu İbrahim Bey’in isyanını da bastırdıktan sonra İstanbul’u almak için hazırlığa başladı


Önce Boğaziçi’nde şimdi Rumelihisarı dediğimiz Boğaz Kesen kalesini yaptırdı Bizans’ın yüzyıllarca kuşatmalara dayanmış olan sağlam duvarlarını yıkabilmek için Edirne’de toplar döktürdü ki aralarında o zamana kadar görülmemiş büyüklükte olanlar da vardı


Hazırlık tamamlarınca ordusunu İstanbul üzerine yürüttü 6 Nisan 1453 günü karargahını Eğrikapı karşısındaki tepenin arkasına kurdu Asker, Marmara’dan Halice kadar yayılarak şehri kuşatıyordu Orduda üç büyük topla beraber, irili, ufaklı ön dört batarya top daha vardı Bu üç büyük top şimdi Topkapı dediğimiz Saint Romain karşısına konulmuştu Bunlardan başka tahta kuleler ve sair kuşatma aletleri de vardı Denizden de Baltaoğlu Süleyman Bey’in komutasındaki donanma muhasarayı tamamlıyordu


İmparator Konstantin Dragazes, Boğazkesen kalesinin yapıldığı günden beri şehri müdafaaya hazırlanmıştı İmparator askeri ancak sekiz, dokuz bin kişiden ibaretti Fakat otuz beş bin kişi kadar eli silah tutar İstanbul halkı ile gönüllüler, Cenevizliler, Venedikliler, ve yabancı kaptanlar gibi birkaç bin de yabancı yardımcıları ve Gran adlı bir de Alman topçuları vardı Haliç, şimdiki Galata Köprüsünün hizasına bir kalın zincir gerilmek suretiyle Türk gemilerine kapatılmıştı


Fatih’in Edirne’den getirdiği büyük top, kullanıldığı zaman patlamış ve Macar Mühendis Orban’ı da öldürmüştü Baltaoğlu’nun komutasındaki donanma da pek iş göremedi 20 Nisanda erzak ve mühimmat yüklü üç, dört Cenova gemisi, çaplarının büyük olmasından ve o sırada kendilerine elverişli bir rüzgar çıkmasından dolayı küçük gemilerden oluşan donanmayı yararak limanın ağzına geldi ve orada gerili bulunan zincirin indirilmesi üzerine içeriye girdi Zavallı Baltaoğlu, bir gözünü kaybedecek derecede fedakarlıkla savaşmış olduğu halde bu başarısızlığından dolayı derhal Donanma Komutanlığından azledilmiş ve yerine Hamza Bey geçirilmiştir


Bu türlü başarısızlıklar, Rumlardan rüşvet aldığı rivayet edilen Halil Paşa’nın muhasaradan vazgeçmesi için Padişaha bir daha ricada bulunmasına fırsat vermişti Fakat İkinci Mehmed, azminden döneceklerden değildi Toplar kara tarafından pek işe yaramıyor ve tahtadan yapılma hücum kulelerini de Bizanslılar Gregeois ateşiyle yakıyorlardı


İkinci Mehmet, Zağanos Paşa ile hocası Molla Gürani ve Akşemseddin gibi değer verdiği alimlerden oluşan büyük bir meclis kurdu ve muhasaraya devam kararını verdi Ve şehri Haliç’ten de sıkıştırarak müdafaa kuvvetlerini dağıtmak maksadıyla dahiyane bir tedbirde bulundu: Dolmabahçe ile Kasımpaşa arasına kızaklar döşeyerek bir gecede 67 parça gemiyi Haliç’e indirdi Muhasara 53 gün sürmüştür


Nihayet 29 Mayıs 1453’te Topkapı ve Eğrikapı üzerinden Türk askeri şehre girdi ve İstanbul alınarak tarihin Ortaçağı sona ermişti


Fatih, şehri aldıktan sonra yirmi gün kadar İstanbul’da oturmuş, mağluplara o çağın değil, bu asrın bile galiplerinde rastlanmayan âlicenaplık göstermişti Rumlara yeniden patrik seçtirmiş, ve sonraları Osmanlı Devleti için büyük güçlükler doğuran imtiyazları vermişti


Edirne’ye dönüşünde Sadrazam Halil Paşa’yı öldürttü ve yerine ancak bir yıl kadar sonra Mahmut Paşa’yı Sadrazamlığa getirdi 23 yaşında İstanbul’u almış olan Fatih, ondan sonra 28 yıl hükümdarlıkta bulunmuş ve bütün saltanatı zarfında iki imparatorluk, on dört devlet, iki yüz şehir fethederek “Fatih” unvanına tamamıyla hak kazanmıştır


Yaptığı savaşlar arasında başarısız olanlar da vardı Fakat savaşlarının çoğu parlak zaferlerle bitmiştir 1456’da meşhur Jan Hünyad, Firuz Bey’in ordusunu bozmuş, kendisini esir etmişti Arnavutlukta yine meşhur İskender Bey, Fatih’in ordularını uzun müddet uğraştırdı


1459’da Yunanistan ve Sırbistan istila edildi 1462’de Trabzon İmparatorluğu da Osmanlıların eline geçti İki yıl sonra Bosna alındı Karaman hükümetine büsbütün son verildi Arnavutluk nihayet istila edildi 1475’de Gedik Ahmed Paşa komutasındaki ordu Kırım’ı aldı ve ondan sonra Kırım bir Osmanlı eyaleti haline girdi İtalya topraklarında ve Avusturya içlerinde Türk akıncıları dolaştı


Fatih Sultan Mehmet, Rodos kalesini almaya uğraşmış, fakat muvaffak olamamıştır Rodos Şövalyeleri, Fatih’in torununun oğlu Kanuni Süleyman zamanına kadar Türk pençesinden kurtulmuş oldular Akkoyunlu devletinin hükümdarı Uzun Hasan’ın mağlubiyetle neticelenen Otlukbeli Savaşı da 1472’de yapılmıştır


25 Nisan 1481 günü Ordu-yu Hümayûn'un başında yola çıkan Fatih Sultan Mehmet, Üsküdar'a geçerek ilerlemeye başladı ve bir hafta sonra Gebze civarında konakladı İstanbul'dan yola çıktığı günden beri sağlık durumu birden bozulmuş ve günden güne de kötüye gitmeye başlamıştı Aslen Venedikli bir Yahudi olan özel hekimi Yakup Paşa (Asıl adı Maestro İacopo), ulu hakanı tedavi etmek bahanesiyle hareket gününden itibaren vermeye başladığı zehrin dozunu artırmakta idi Bu Venediklilerin Fatih'e on beşinci suikast teşebbüsü idi Bundan önceki on dördü hedefine ulaşamamıştı Venedikliler bu kez astronomik bir ücret vaadi ile padişahın özel doktorunu elde etmişlerdi


Fatih Sultan Mehmet, 3 Mayıs 1481 günü Gebze'deki otağında kan kusarak öldü Ancak Yakup Paşanın foyası hemen meydana çıkmıştı Venedik'in kendisine vaat ettiği 250 milyonluk muazzam serveti alamadan, Türk askerleri tarafından linç edildi


Tarihlerimiz Fatih Sultan Mehmet’i şu suretle tarif ederler: “Orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası geniş, gövdesi bacaklarından uzun, kaşları yüksek ve kavisli, çehresi beyaz üzerine siyah ve kıvırcık, boynu kısarak ve ön tarafına mail, alnı açık, gözleri parlak, ağzı küçük, burnu kiraza sokulmuş şahin gagası şeklinde kemerli idi


Kendi adıyla anılan Fatih semtinde yaptırdığı Fatih camiinin bahçesindeki türbede gömülüdür Camiinin etrafında medreseler de yaptırmış ve bunları o zamana göre mükemmel denecek bir şekilde açtırmıştır Eyüp camii ile Ayasofya medresesini de o yaptırmıştı


İlim adamlarına hürmet ettiği, hocası Molla Güranî’nin daima elini öptüğü, Molla Hüsrev’e camide bile ayağa kalktığı, Molla Cami ve Ali Kuşçu gibi şöhretli alimlere büyük ihsanlarda bulunduğu meşhurdur


Fatih edebiyatla da meşgul olmuş ve Avnî mahlasıyla gazeller yazmıştır 14 gazeli Divân-ı Avnî adı ile 1904 yılında Berlin’de basılmıştır


MFEVZİ ÇAKMAK


Büyük asker, cumhuriyet ordumuzun Atatürk’ten sonraki tek mareşali 1876 yılında İstanbul'da, Cihangir'de doğdu Asker bir ailenin çocuğudur Soğuk, çeşme Askeri Rüştiyesi ve Kuleli İdadisinde okuduktan sonra l898'de kurmay yüzbaşı olarak tahsilini tamamladı Ordunun çeşitli kademelerinde görev aldı Birçok savaşlara girip çıktı Sakarya zaferi ile mareşal rütbesini aldı 1944 yılına kadar Genelkurmay Başkanlığı görevindeydi 1950'de öldü


Fevzi Çakmak bir asker çocuğu idi Babası, Miralay Sırrı Bey'di Çakmakoğulları'ndan Sırrı Bey'in üç oğlu da onun yolunda yürümüşlerdi Biri Manastır'da, diğeri Çanakkale'de şehit düşmüştü Bu kardeşlerin üçüncüsünün adı Fevzi idi


Kurmay yüzbaşı rütbesiyle ordu saflarına katıldığı zaman önce Erkân-ı Harbiye Dördüncü Şubesi'ne atandı Sonra da Rumeli'ye tayini çıktı Balkanlarda geçen sekiz yıllık başarılı hizmet sonunda albaylığa yükseldi Çakmakoğullarından Fevzi Bey 1908'de Hürriyet ilan edildiği zaman Taşlıca Mutasarrıfı ve 35'nci fırkanın kumandanı idi Ancak gülünç bir iddia ile, albaylığa terfiinin bir “saray iltiması” olduğu ileri sürülerek rütbesinden iki yıldız geri alındı Bu düpedüz bir haksızlıktı Fakat Fevzi Bey mert bir asker ve olgun bir insandı, uğradığı bu haksızlık karşısında dahi bir infial göstermedi Ancak haksızlıkla elinden alınan yıldızlarını pek kısa bir zamanda yine alnının teri ile geri almasını bildi


1910 yılında Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na, kısa bir süre sonra da Garp Kolordusu Kurmay Başkanlığına tayin edildi Balkan Savaşında Vardar Ordusu Erkânı Harbiye Harekat Şubesi Müdürlüğü görevinde idi Savaştan sonra merkezi Ankara'da bulunan Beşinci Kolordu Kumandanlığına getirilirken rütbesi büyümüş ve adı da Fevzi Paşa olmuştu


Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Fevzi Paşa, emrindeki kolordu ile Çanakkale'nin savunmasına katıldı Oradan İkinci Kafkas Kolordusu Kumandanlığına tayini çıktı Koca bir ömür harp alanlarında geçiyordu Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar uzayan bu savaş hayatı daha sonra Suriye'de devam etti Burada ferikliğe (Korgeneralliğe) terfi etti


Mütarekeyi müteakip İstanbul'a tayini çıktı Bir süre İstanbul Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliğinde bulunduktan sonra 1920 yılı başlarında Harbiye Nazırlığı'na getirildi Böylelikle Salih Paşa'nın kurduğu hükümette kısa bir süre Nazırlık da yapmış oldu Bu makamı işgal ederken, Anadolu'ya askeri eşya ve cephane göndermek suretiyle Milli Mücadele'ye büyük katkılarda bulundu Bu millî harekât aleyhinde şiddetli tedbirler almak üzere iktidara getirilen Damat Ferit Paşa kabinesinin kurulmasından önce Harbiye Nazırlığı görevinden ayrıldı Doğruca Ankara'ya giderek millî harekete katıldı


1920 yılı Nisan ayında Ankara'ya gelen Fevzi Paşa, bir ay sonra Ankara Hükümeti'nin Millî Müdafaa Vekilliği'ne getirilirken Vekiller heyetine de reis oldu


İkinci İnönü zaferini mütekaip orgeneral rütbesi verilen Fevzi Paşa 1921 yılında Erkân-ı Harbiye Reis Vekili oldu 1922 yılı Temmuz ayına kadar on bir ay süre ile bu vazifede ve Vekiller Heyeti Reisliği'nde kaldı


Sakarya'da kazanılan büyük zaferdeki üstün hizmetlerinden ötürü Birinci Ferik (Orgeneral) Fezvi Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kararı ile Müşir (Mareşal) rütbesini aldı


Mareşal Fevzi Çakmak büyük zafer ve cumhuriyetin ilanından sonra Genelkurmay Başkanı olduYalnız ordunun değil, bütün bir milletin en sevip saydığı bir insandı da Benliğini saran engin tevazu, sürdürdüğü alabildiğine sade ve tertemiz özel hayatı ona ayrı bir özellik vermekteydi Bir sembol, bir bayrak olmuştu milletin kalbinde


12 Ocak 1944 günü yalnız binbir şan ve şerefle dolu askerlik yaşantısının değil, hayatının da en hazin gününü yaşadı Mareşal Fevzi Çakmak O gün, emekliye sevkedilmişti 55 yıl sırtında şerefle taşıdığı üniformasına veda günüydü o gün


Genelkurmay Başkanlığı görevine ve vücudunun bir parçası olmuş bulunan ünifarmasına veda etti Bir süre evinde sakin bir hayat yaşadı Memleket çok partili bir devreye girince o sıralarda kurulmuş bulunan Millet Partisi'ne girdi Demokrasi mücadelesine katıldı


Sembolleşmiş insan, büyük asker Mareşal Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950 günü İstanbul'da hayata gözlerini yumdu Vefatı memlekette öylesine içten kopup gelen büyük bir üzüntü yaratmıştı ki, İstanbul Radyosu'nun müzik neşriyatını kesmemesi yüzünden radyo evi önünde iki gün süre ile büyük nümayişler yapıldı


Ve cenazesi 12 Nisan 1950 günü mahşerî bir kalabalığın da katılmasıyla kaldırıldı Eyüp Sultan kabristanında toprağa verildi



YILDIRIM BEYAZIT


Büyük cesareti ile ün yapan ve savaşlardaki benzersiz sürati yüzünden Yıldırım unvanını alan Osmanlı Padişahıdır 1360 yılında Bursa'da doğdu Babası Murat Hüdavendigâr'ın şehit düşmesi üzerine Kosova zaferinin kazanıldığı savaş meydanında padişah oldu İstanbul'u kuşatıp Anadolu hisarını yaptırdı Ankara civarında Timur ile yaptığı savaşı kaybederek esir düştü 4 Mart 1403 günü Akşehir'de kahrından öldü Türbesi Bursa'dadır


Savaş alanlarında gösterdiği benzersiz sürat yüzünden, ona daha şehzadeliği sırasında Yıldırım adı verilmişti Osmanlı hanedânı içinde onun gibi hızlı at süren bir padişah daha yoktu Büyük cengâver Murat Hüdavendigâr'ın yanında yetişmiş, onunla birlikte katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermişti


Nitekim Kosova Meydan Savaşı'nda da kumanda ettiği birliklerin başında gösterdiği büyük kahramanlıklar ve üstün bir idarecilik gücüyle zaferin meydana gelmesinde pek önemli rol oynamıştı Babası Murat Hüdavendigâr'ın yaralı bir Sırplı tarafından hançerle vurulup şehit edilmesiyle, savaş meydanında padişah olmuştu


Padişah olduktan sonra, bir rivayete göre babasının vasiyeti üzerine, bir rivayete göre de etrafındakilerin teşvikiyle, babasının ölümünden haberi olmayan ve asker tarafından çok sevilen kardeşi Yakup Çelebi'yi çadırına çağırtarak orada boğduran Yıldırım Beyazıt, Osmanlı sülâlesinde kardeş katlini başlatan ilk hükümdar oldu


Yıldırım, Kosova zaferi ile Balkan yarımadası üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra, gözlerini İstanbul'a çevirdi Karadeniz Boğazı'nın Anadolu yakasını ele geçirdikten sonra, Anadolu Türk birliğini kurdu Boğaz üzerindeki ilk Türk kalesi olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı Sonra İstanbul'un muhasarasına girişti Bu muhasara sekiz ay sürdü Bizans'ın Türkler eline geçmek üzere olduğunu gören Hıristiyan âlemi, yeni bir Haçlı Seferi için ayaklandı Kuvvetli bir ordu meydana getirilerek Tuna boyuna ilerleyen Haçlılar, Türklerin elindeki en önemli sınır kalesi olan Niğbolu'yu sardılar


Niğbolu'nun sayıca pek kalabalık olan bir düşman ordusu tarafından kuşatıldığını haber alan Yıldırım Beyazıt, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, büyük bir hızla Niğbolu'ya koştu Doğan Bey'in kumandasındaki Niğbolu kalesi kahramanca dayanmaktaydı Cesaretiyle ün yapan Yıldırım Beyazıt, 23 Eylül 1396 tarihinde bir Macar sipahisi kıyafetine bürünüp gecenin geç vakti düşman hatlarını tek başına geçerek kale kapısının önüne geldi:


– Bre Doğan, bre Doğan! diye seslendi Doğan Bey bunu önce bir düşman hilesi sanmış, fakat padişahın sesini tanımıştı Heyecanla burca koştuğu zaman, gecenin karanlığına rağmen surun dibindeki o emsalsiz kır atı gördü Yıldırım:


– Hâlin nicedir, bre Doğan?, diye soruyordu


– Düşman karadan ve nehirden kaleyi tazyik eder, fakat surlar sağlam, erzak boldur Mâdem ki saadetlü padişahım da yetişmiştir, ne ihtimaldir ki Niğbolu düşe dedi Doğan Bey Yıldırım:


– Bir iki gün dayanasın, yetiştik biz gayri, diye seslendi


Bu sesleri duyan Haçlılar kalenin önünde duran kır atlı ve Macar sipahisi kılıklı yabancının üzerine hücum edecek oldular Ancak Yıldırım'ın yıldırım gibi giden atına yetişemediler


25 Eylül 1396 günü Yıldırım Beyazıt, Niğbolu' yu saran o mahşerî Haçlı ordusuna karşı amansız bir hücuma geçti Uzun sürmedi bu kanlı savaş Yıldırım, tarihlere nam salan meşhur kıskaç plânı ile o muhteşem orduyu imhâ etti


Haçlı ordusunun başında bulunan Korkusuz Jean esir düştükten sonra:


– Yemin ediyorum ki, bir daha Türklere karşı elimi silâhıma atmam demişti Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, onu huzuruna çağırttı:


– Ettiğin yemini sana bağışlıyorum Git Şerefini kurtarmak için Hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini bir daha topla ve yeniden gel Böylelikle bana şan ve şerefimi artıracak yeni fırsatlar verirsin diyerek kendisini serbest bıraktı


1402 yılında Doğudan büyük bir kasırga koptu


Timurlenk, başına topladığı büyük bir oldu ile Altınordu devletini yıktıktan sonra İran’ı istila ederek Arap illerine girmişti Timurlenk’in karşısında yalnız Osmanoğulları kalmıştı Bunların ikisi de Müslüman Türk devleti idiler Ne yazık ki bu cihangir Türk hükümdarı anlaşamadılar Ahmet Celayir ile Kara Yusuf yüzünden birbirlerine hakaret ettiler Yıldırım’la Timurlenk’in düşmanlığı Ankara Savaşına yol açmıştı


İki Türk ordusu Temmuz ayının sıcak bir gününde Çubuk Ovasında kanlı bir savaşa tutuştular Önce Yıldırım’ın sipahileri Timur ordularını iyice sarstı Fakat Timur, fillerini bunların üzerine sevk edince savaşın seyri değişti Bu an Anadolu Beylerinin hıyaneti yüzünden Anadolu askerleri Timur tarafına geçiverdiler Hıyanet, Yıldırım ordularını paniğe uğrattı Feci durumu gören padişah, ordugahını kurduğu tepeye çekilerek düşmana karşı mukavemete devam etti Timur kuvvetleri Çataltepe’de Yıldırım’ın etrafını sardılar Yanında ancak 300 yüz asker kalmıştı Yıldırım, elindeki kılıç kırılınca eline bir balta geçirdi Bu balta ile önüne geleni biçiyordu


Sabahleyin altın ışıklarını saçarak doğun güneş, kan renkli bir tablo gibi Çubuk Ovasının mor dağları ardından batıyordu Her tarafı lacivert bir karanlık kaplamıştı Yerlerde ölüler birer sarı gül gibi yatıyorlardı Bu esnada Yıldırım, atını tepenin kuzey batısına doğru sürdü Fakat her tarafı set set düşman askerleri sarmıştı Sabahtan akşama kadar harp meydanında durmadan kılıç sallayan Yıldırım’ın kolları yorulmuş, açlık ve susuzluk ise onu takatsiz bırakmıştı Yıldırım atıyla Mahmudoğlu köyü civarındaki dik ve taşlı yamacından inerken atının ayağı taşlar arasına girerek atı ile beraber yere yuvarlandı Tam bu esnada Timur’un askerleri karşısına dikildiler Yıldırım’ın elinde kanlı bir balta üstü başı yırtılmış, kavuğu başına geçmiş, yüzü toz toprak içinde olduğu halde bir kahramanlık tablosu meydana gelmişti O ateşli gözlerini Semerkandlı askerlere dikerek:


Haydi yapacağınızı yapınız! Diye bağırdı


Çağatay Hanı Mahmudoğlu:


Buyurunuz Timur-u Gürgani’nin misafirisiniz


Yıldırım esir edilmiş, Timurlenk de otağına çekilmişti Kumandanlarının zafer tebriklerini kabulden sonra oğlu Şahruh’la satranç oynamağa başlamıştı Gece yarası, esir edilen Yıldırım, Timur’un otağına getirildi Timur derhal ayağa kalkıp ona yer göstererek saygısını gösterdi Konuşma esnasında bir aralık Timur’un gülümsediğini gören Yıldırım hiddetle bağırdı:


Allahın bedbaht kıldığı biriyle alay etmek fenadır, fena


Timurlenk şu mukabelede bulundu:


Ben, Allah’ın bu dünyayı benim gibi bir topalla, senin gibi bir köre bıraktığına gülüyorum Akabinde Yıldırım’a şu suali sordu:


Eğer sen bizi mağlup etseydin, benim askerlerimin akıbeti ne olacaktı?


Hepsini kılıçtan geçirtirdim


Halbuki ben hayır düşündüm, Tanrı bana zaferi ihsan etti Sen şer düşündün, Tanrının şerrine uğradın Onun için Cenabı Hakkın bahşettiği zaferin şükranesi olarak size ve sizin mensuplarınıza iyilikten başka bir şey yapmayacağım Müsterih olun!


Sonra Yıldırım’a bir sofra hazırlattı Aynı sofrada beraber yoğurt yediler Biraz sonra da oğlu Musa Çelebi’yi bulup getirdiler Ertesi gün Timurlenk, Batı Anadolu’ya doğru ileri harekata geçti Timur’un askerleri her tarafı yağma ediyorlardı Hatta bir gün ellerinde Kur’anları bulunan oğlancıklara atlılara saldırtarak bunların hepsini öldürttü Bursa sarayına girerek hazineyi tamamen yağma ettiler


Bir müddet sonra Timurlenk, İzmir’i almak üzere o taraflara gittiği zaman Yıldırım’ı da beraberinde götürdü İzmir zaferi üzerine Timurlenk, muhteşem bir ziyafet hazırladı Timurlenk’in bu ziyafetten maksadı Yıldırım’a bir ders vermekti Yıldırım, Müslüman bir hükümdar olduğu halde, neden bir Hıristiyan kızı ile evlenmişti? Timur buna bir türlü tahammül edemiyordu Bu ziyafette prenses Olivera’ya sakilik ettirdi Yıldırım, sevgilisinin sarhoşlar meclisine hizmet ettiğini görünce, esirliğin en büyük acısını hissetti Bütün tahammülü yıkılıverdi Ayağa kalkarak Timurlenk’e hakaret dolu sözler söyledi


Hadisenin akabinde Yıldırım, başının vurulmasını beklemeye koyuldu Netice böyle olmadı Ertesi gün Timur’un emriyle Akşehir’e gönderildi Fakat Yıldırım’ın bütün yaşama arzuları kırılmıştı İç acıları içinde kıvranmaya başladı Mülkü perişan olmuş, oğulları muharebe meydanında kaybolmuş, hazinesi yağma edilmişti Artık o nasıl yaşayabilirdi


Parmağında her zaman taşıdığı bir yüzüğü çıkardı Bu yüzüğün taşının altında kuvvetli bir zehir saklıydı Onu yuttu ve akabinde de can verdi Osmanoğullarının bu kahraman hükümdarı kendi iradesi ile gözlerini hayata yummuştu


Bu kanlı faciadan sonra Timur, Anadolu’da durmayarak Semerkand’a döndü Ruhunda devlet kurmak cevherini taşıyan Türk milleti, derhal teşkilatlanarak devletinin varlığını sağlamaya muvaffak oldu Osmanoğulları ismi altında 624 yıllık uzun bir egemenlik devresi geçirdi Fakat Timurlenk ölünce, onun kurduğu devlet kendisiyle birlikte yok oldu


ÂŞIK PAŞAZADE



Âşık Paşazade, 1393 yılında Amasya'ya bağlı Elvan Çelebi köyünde doğdu Asıl adı Derviş Ahmed Aşıkî'dir


On beşinci yüzyılda Fatih Sultan Mehmed'le birlikte İstanbul'un fethini yaşamış ve o günlerin anılarını yalın bir Türkçe ile yazdığı Tevârîh-i Âl-i Osman (Osmanoğulları Tarihi) adlı eseriyle bize sunmuştur On dördüncü yüzyılın tanınmış Türkçeci, mistik şairi Âşık Paşa'nın soyundan gelir


Anadolu'da Türk birliğini temsil eden, Farsça ve Arapça'ya karşı Türkçe'yi savunan ve tasavvufî inançlarıyla Oğuz Boylarını çevresinde toplayan dedeleri gibi, Âşık Paşazade de bir süre Amasya'da baba ocağında uyarıcılık görevi yapmıştır


Daha sonra Osmanlı padişahı İkinci Murad'ın ordusuna gönüllü olarak katılmış, askerin moralini güçlendirme görevini almıştır İkinci Murad'ın Rumeli seferlerinin tümüne katılan ve savaşlarda çeşitli yararlıklar gösteren Âşık Paşazade, bir derviş-gâzi olarak padişahın sevgisini kazanmıştır


Fatih Sultan Mehmed'in ikinci kez tahta çıkmasından sonra, Akşemseddin, Şeyh Vefa, Akbıyık gibi ünlü bilginlerle birlikte İstanbul'un fethine katılan Âşık Paşazade, düzgün ve heyecanlı konuşmalarıyla, ordunun manevî desteği olmuştur Fetihten sonra, İstanbul'da kendisine bir ev verilmiş ve maaş bağlanmıştır


Âşık Paşazade, O günlerde, yaşlanmış olmasına rağmen, yine de boş durmamış, Fatih'in Avrupa seferlerine katılmış, Belgrat'ta düşman ordusuyla kılıç kılıca vuruşmuştur

Âşık Paşazade, 1476 yılında 83 yaşına geldiği zaman artık bir köşeye çekilmiş, Süleyman Şah'tan başlayarak kendi ömrünün sonuna kadar Osman Oğulları tarihini, destansı ve efsanevî yönleriyle yazmaya başlamıştır


Eserini tamamladıktan kısa bir süre sonra, 23 Mart 1481 Cuma günü hayata gözlerini kapamıştır Âşık Paşazade'nin kendi adıyla tanınan Osmanlı Tarihi, özellikle yazarın gördüğü ve yaşadığı olayları, saf ve katıksız bir Türkçe'yle dile getirmesi yönünden çok önemlidir Olayları yalnız anlatmakla yetinmeyerek, onların yorumunu ve değerlendirilmesini de ustalıkla yapmış, bu arada kişisel anılarını da anlatmış, konuları yer yer şiirlerle süslemiştir

Bu nedenle, sürükleyici, millî heyecanlarla yüklü olan Âşık Paşazade Tarihi adlı eseri büyük bir şöhret yapmış, çok okunmuştur Dilinin akıcılığını göstermek için tarihinden kısa bir örnek alıntı yapıyoruz


Fatih Sultan Mehmed'in şehzadeliği günlerinde, Dulkadiroğulları Beyi Süleyman'ın kızı Sitti Mükrime Hatun ile evlendirilmesi konusu Âşık Paşazade Tarihi'nde şöyle geçmektedir:

( Sultan Murad Han Gazi, Kosova gazasından devletle gelince, Edirne'de tahtında karar etti Bir gün veziri Halil Paşa'ya: (Halil! Kızımı çeyizledim, çıkardım Şimdi dilerim ki oğlum Sultan Mehmed'i dahi evlendireyim Ancak dilerim ki Dulkadiroğlu Süleyman Bey'in kızını alayım derim Hem o Türkmen bizimle gayet dostluk ve doğruluk eder) dedi Halil Paşa: (N'ola Sultanım! Hem lâyıktır) dedi


Amasya'da Hızır Ağanın hatununu gönderdiler Yürüdü, Elbistan'a, Süleyman Bey'e vardı O vakit Süleyman Bey'in beş kızı vardı Beşini dahi ortaya getirdi Hızır Ağa'nın hatunu, kızları görünce, beğendiği kızın eline yapıştı İki gözlerinden öptü Oradan Hünkâra geldi, haber verdi Süleyman Bey'in itaatını, tevazuunu ve kızın eline yapıştığını, güzelliğini, evsafını, huyunu bir bir anlattı


Sultan Murad dahi, Hatunun beğendiği kızı kabul etti Yine tekrar Hızır Ağanın hatununu ve Anadolu'nun ileri gelenlerinin hatunlarını Elbistan'a gönderdiler Kızı almaya Anadolu'da ileri gelen beyler de birlikte gittiler Oraya gelince Süleyman Bey karşılarına çıktı Büyük hürmetler edüp gelen dünürleri lütufla konağına kondurdu Usul ve törelerince konuklarını ağırladı İşin sonunda kızın elinden tutup Hızır Ağanın hatununun eline verdiler Onlar da, bir alayla kızı alıp doğru Edirne'ye getirdiler


Hünkâr, gelinin çeyizi ne ise hepsini gördü Ve: (Hele benim töremde böyle değildir, bu çeyiz azdır) deyüp, kendisi padişahlara lâyık zengin bir çeyiz hazırladı Gelinin çeyizine daha nice şeyler ekledi Düğün yaptı ve etrafın padişahlarını davet etti Ulema ve fukarayı topladı Hepsine padişahın ihsanları sonsuz ve ölçüsüz olarak yetişti Gelen ulema ve fukara zengin olup gittiler Bu düğünün tarihi hicretîn 853'ünde Edirne'de vaki oldu


Sultan Murad Han Gazi ki, Sultan Çelebi Mehmed Han Gazi oğludur, Onun saltanat devri otuz bir yıl oldu Bu ben Âşıkî Mehmed Derviş Ahmed, onun gazâlarını, maceralarını, bütün onun halini, yaptıklarını her birisini gördüm ve bildim Ama ihtisar ettim, bu kitapta yazdım Ol sebepten ihtisar ettik ki bunun yaptıkları dil ile beyan olunmaz Ondan sonra nöbet oğlu Fatih Sultan Mehmed'e geçti)


ADNAN MENDERES


Bir döneme adını veren siyaset ve devlet adamı 1895 yılında Aydın'da doğdu Annesi çevrenin en köklü ailelerinden olup Ali Rıza Paşa'nın kızıdır Babası Ethem Bey ise Aydın'da Tahrirat Kâtipliği görevini yürüttükten sonra çiftçiliğe başlamıştı Adnan Menderes, ailesinin tek çocuğu idi İzmir ve Aydın'ın işgali sırasında Yunanlılara karşı kurulan direniş hareketlerine yedek subay olarak katıldı Ege'nin en eski ailelerinden Evliyazâdelerin kızı ile evlendi ve üç oğulları oldu


Politika hayatına 1930 yılında Fethi Okyar'ın kurduğu Serbest Fırka'ya girerek atılmıştı Serbest Fırka'nın Ege çevresinde gördüğü büyük ilgi, Çakır Beyli çiftliğinin sahibi Adnan Bey'i de bu partinin saflarına çekmişti Ancak ne var ki Serbest Fırka çok geçmeden kendisini feshetmişti


Atatürk, bu partinin yarattığı büyük muhalefet cereyanının ana sebeplerini aramak için çıktığı Ege gezisi sırasında Aydın'a uğradığı zaman genç Adnan Menderes'i de tanımıştı Atatürk, sorduğu sorulara gayet cesur ve mantıklı cevaplar veren bu gencin üzerinde özellikle durmuş ve çok geçmeden kendisine Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılması teklif edilmişti Halk Partisi'ne katılan Adnan Menderes, 1931 seçimlerinde aday gösterilmiş ve milletvekili olarak parlamentoya katılmıştı


Adnan Menderes'in Meclis'e girdiği günden 1946 yılında Demokrat Parti'nin kuruluşuna kadar geçen uzun ve kesintisiz milletvekilliği hayatı, kendi deyimi ile "Kendi kendini yetiştirme devresi" oldu Bu yıllar içinde bir yandan Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirirken bir yandan da parti ve parlamento içinde Türk sporunun ana problemleriyle uğraştı Eski bir sporcu idi İzmir'de geçen eğitim devresi sırasında Karşıyaka takımında futbol ve basketbol sporlarıyla meşgul olmuştu


Kendi kuşağının hükümet koltuklarını paylaştıkları Saraçoğlu'nun Başbakanlığı devrinde, Toprak Kanunu gibi bazı hareketler Menderes'i Halk Partisi içinde muhalefet safına itmiş ve sesi duyulmaya başlamıştı


Adnan Menderes, Celal Bayar'ın bir muhalefet partisi kurma niyetini açıklamasından sonra, meşhur dörtlü takrire imzasını koyarak CHP'den gürültülü bir şekilde ayrıldı ve Demokrat Parti'nin kurucuları arasına katıldı O günden sonra adı Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte duyulmaya başladı


1946 seçimlerini Demokrat Parti kazanamamıştı ama Adnan Menderes'in adı bütün memlekete yayılmıştı 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle, Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi Adnan Menderes, Demokrat Parti'nin on yıl süren iktidarının ilk ve son başbakanı oldu


Menderes enerjik bir başbakan olarak o zamana kadar alışılagelmiş düzenden dışarı çıkmasını başarmış, halkla ilişkilerini son günlerine kadar devam ettirmesini bilmişti 27 yıl iktidarda kalan CHP, DP'nin tam tersine, çok bürokratlaşmıştı Ona oranla halka dayanmasını beceren bir partinin başında Menderes hiç kuşku yok ki büyük ve bulunmaz bir şansa sahipti


Ne var ki serbest teşebbüs ve özel sektöre öncelik tanıyan Menderes politikasının ilk hızı kaybolup birçok eski arkadaşları Menderes'ten ve partisinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başlayınca gittikçe yalnızlaşan dinamik ve enerjik adamda bir hırçınlaşma başgösterdi Ekonomik durum da onun iktidarının ilk yıllarındakinden çok farklı bir manzara arzediyordu Ve Menderes ile memleket aydınları arasında aşılmaz engeller meydana gelmeye başladı


Nihayet söz, fikir ve basın özgürlüklerini kısıtlayan kanunların çıkışıyla öğrenci hareketlerinin patlak vermesi Adnan Menderes'i birden bire güç bir duruma sokuverdi

İşte Demokrat Parti'nin dört kurucusundan biri genel başkanı ve on yıllık başbakanı olan Adnan Menderes 27 Mayıs 1960'a böyle geldi


27 Mayıs Devrimi'yle beraber, anayasayı çiğnemek suçundan bütün arkadaşlarıyle birlikte Yassıada'da kurulan Adalet Divanına sevkedildi Yapılan duruşmalar sonunda suçlu görülerek idama mahkum edildi


1 yıl 3 ay 21 gün Yassıada'da tutuklu kalan Adnan Menderes, hakkındaki idam kararının tasdikinden 36 saat sonra 17 Eylül 1961 pazar günü öğleden sonra mahkumlar adası İmralı'da asılmak suretiyle idam olundu


Mezarı, Yassıada'da kurulan Adalet Divanınca ölüm cezasına çarptırılan iki bakan arkadaşı Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu ile birlikte İmralı adasından, yıllar sonra İstanbul Vatan Caddesi'ndeki Anıt Mezar'a nakledildi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



BÎRÛNÎ



Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği büyük bilim ve din adamlarından olan Bîrûnî, bugün İran sınırları içinde bulunan Kas şehrinde 973 yılında doğdu Harezm Türklerinden olan ve küçük yaşta babasını kaybeden Bîrûnî, kabiliyetleri ve zekası ile hemen dikkatleri çekti Harezmşah hanedanından meşhur matematikçi Ebu Nasr Mansur, Bîrûnî’yi himayesine alarak yetiştirdi


Astronomi çalışmalarına 995’te başlayan Bîrûnî, Harezm civarındaki Buşkatir’de, güneşin ve gezegenlerin deklinasyonlarını (meyillerini) tespit etti Dönemin önde gelen astronomlarıyla birlikte çeşitli rasat çalışmaları yapan Bîrûnî, 44 yaşındayken Gazneli Sultan Mahmut’un himayesine girdi ve çalışmalarını burada sürdürdü 1011’de Kabil’de çalışmalar yaptı


Gazneli Sultan Mahmut’un Hindistan seferine, başdanışman ve hazine genel müdürü olarak katıldı


Hindistan’ın fethinden sonra burada çeşitli ölçümler yapan Bîrûnî, yerkürenin yarıçapını 632466 kilometre olarak, gerçeğe çok yakın şekilde hesapladı ve dünyanın yuvarlak olduğunu, tereddüte meydan bırakmayacak şekilde açıkladı


Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Sanskritçe, İbranice, Rumca, Süryanice ve Yunanca’yı da öğrenen Bîrûnî, astronominin yanı sıra tıp, fizik, matematik, tarih, kronoloji, ve din ilimlerinde de büyük ilerleme gösterdi Bu bilim dallarında, toplam 196 eser yazdı


Sahip olduğu bilimsel araştırma metodu sebebiyle, bilim tarihçileri Bîrûnî’yi, bütün zamanların en büyük mütefekkirleri arasında sayar Yerçekimi kanunu konusunda, İngiliz Newton’dan önce incelemeler yapan Bîrûnî, dünyanın merkezinin cisimleri çektiğini ve bu yüzden, dünya dönmesine rağmen üzerindekilerin boşluğa fırlamadığını izah etti


Bîrûnî, 1049 yılında Gazne’de vefat etti


BABÜR ŞAH


Osmanlı İmparatorluğunun, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında, yüz ölçümü 8 milyon kilometrekarelik bir araziye sahip olduğu XVI yüzyıl, Türk tarihinin altın devirlerinden biridir Çünkü bu dönemde, 5 milyon kilometre yüz ölçümü olan Hindistan’da da bir Türk İmparatorluğu kurulmuş bulunuyordu


Hindistan; zenginliği, enginliği esrarla dolu bir dünya olarak, insanlık aleminin hayalinde her devirde yaşamış bir kıtadır Asırlar boyunca Hindistan’a bir sel gibi akınlar olmuş, birçok kavimler Hindistan’ın her bucağında medeniyetler kurmuşlardır Arîler, Persler, Büyük İskender ve nihayet Türkler, Hindistan topraklarına girerek birçok devletler meydana getirmişlerdi Bu devletlerin içinde Hindistan’ın en büyük medeniyetini Babür Şah ve oğulları kurmuştur


Hindistan’ın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir Türk’tür Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenk’in torunudur Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğludur 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergana’nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir


O zamanlar Timurlenk’in kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir’de, Hüseyin Baykara Horasan’da, Babür’ün babası Şeyh Mirza ise Fergana’da hükümdar bulunmakta idi Şeyh Mirza’nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti


Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana’ya hücum etmekte idiler Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı Fakat Babür’ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti Her hadise, zekî ve cesur olan Babür’ün tecrübesini arttırmakta idi Babür, büyük atası Timur’un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant’ı zaptetmeğe muvaffak oldu Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî’ye mağlup oldu Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi


Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı Bu kadının kardeşi, Timurlenk’le Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan’ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind’in eski tarihini her gece Babür’e anlatıyordu Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı Atası Timur’un tarihini bularak okumaya başladı


Ruhunda yepyeni bir mefkure alevlenmişti: Hindistan’ı zaptetmek, orada büyük bir Türk İmparatorluğu kurmak Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu


Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistan’ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti Artık, Hindistan’ın kapısında karargahını kurmuş bulunuyordu Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistan’ı istila etmişlerdi Babür’ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı Kabil’de kendisini şah olarak ilan etti Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu


O zamanlar Hindistan’ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan’ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah’ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi


Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenk’ten kendisine miras kaldığını bildirdi Bu haber Sultan İbrahim’e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan’a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim’in ordusu ise 100,000 kişi idi Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan’ın Pencap bölgesine girdi Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti


İki taraf kuvvetleri, Hindistan’ın Panipat mevkiinde karşılaştılar


Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı Aralarına da topları yerleştirdi Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan’ı fethetmişlerdi


Babür Şah, Hind’in büyük şehirlerinden olan Delhi’ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami’de cemaatla birlikte namaz kıldı Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler Babür’ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind’in meşhur bir şehri olan Ağra’yı zaptetmişti Humayun, Sultan İbrahim’in Ağra’da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim’in eşi, bütün mücevherlerini Humayun’a hediye etti Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi Babür Şah’ın eline Hindistan’ın hadsiz hesapsız servetleri geçti Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı


O zamanlar Hindistan’da bir çok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler Türkler bu racaları teker teker kendi hakimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan’ın birliğini temin ettiler Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu’nu kurmaya muvaffak oldu


Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi Devlet kuruculukta müstesna bir zekaya sahip olan Türkler, Hindistan’da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular Hakimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı Hindistan’ın her bucağında Türk kanunları hakim olduğundan halk saadete erişti Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü


Türkler zamanında Hindistan’da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi Hindistan’ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi Hint’in her tarafına yollar açıldı Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı Mimar Sinan’ın kalfaları Hindistan’a gelerek birçok abideler meydana getirdiler Babür Şah’tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan’ın en büyük sanat eserleri arasındadır


Babür Şah, kuvvetli bir şairdi de Hindistan hatıralarına ait bir de eser yazmıştır Buna Babürnâme denilmektedir Babür Şah, bütün şiirlerini öz Türkçe ile yazmıştı Bu şiirlerde canlı, ince ve neşeli bir ruh hakimdir Şiirleriyle aşkı pek güzel bir şekilde terennüm etmiştir Bir şiirinde şöyle demektedir:


Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım

Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım

Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim

Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim

Bir rubaisinde de şöyle diyor:

Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim

Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim

Cismim bükülmüştür ben ne ideyim

Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim


Hindistan’da büyük imparatorluk kuran büyük devlet adamı ve şair Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra’da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil’e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür


Babürnâme adıyla Çağatay Türkçe’si ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça’ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizce’ye çevrilmiştir Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır


Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan’ı istilası ile sona erdi Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hakimiyeti devam etmektedir


BARBAROS HAYRETTİN PAŞA



Denizcilik tarihimizin en ünlü kaptanlarından birisi de Barbaros Hayrettin Paşa’dır


Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi


Hızır, Barbaros Hayrettin adı ile şöhret bulmuştur


Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başladılar Oruç, Mısır, Trablus ve Şam tarafında, Hızır ile İlyas da Selanik taraafında ticaret yapmaktaydılar İshak ise baba yurdunu bekliyordu Hızır ile İlyas, Rodos Adasının önünden geçerken karşılarına, korsanlar çıkıverdi Bu korsanlar, iki kardeşin mallarını yağma etmek istediler Korsanlarla çetin bir mücadele başladı Fakat bu çarpışmada İlyas şehit düştü Hızır da esir edilerek Rodos zindanına hapsedildi Hızır kısa bir zaman da korsanların elinden kurtuldu, ticareti bırakarak bu olayın etkisiyle korsan olmaya karar verdi


O zamanlar Antalya’da Yavuz Sultan Selim’in kardeşi Şehzade Korkut valilik yapıyordu Şehzade Korkut, Hızır’ı himayesine aldı Ona 18 oturaklı bir perkende verdi Barbaros yanına aldığı arkadaşları ile Akdeniz’e açıldı Arkadaşlarına ilk söz olarak dedi ki :


Kovalayandan kaçmayacağız, kaçanı da kovalamayacağız!


Barbaros kardeşi İlyas’ın intikamını almak için Rodos korsanları ile birçok çarpışmalar yaptı Bunları her taarruzunda yenerek intikamını aldı Bundan sonra yüzünü İtalya sahillerine çevirdi Bu sahillerde birçok gemiler zaptetti Barbaros kış geldiği zaman Afrika sahilinde bulunan Cerbe’ye gidiyordu


Barbaros Akdeniz’de dolaşırken ağabeyi Baba Oruç ise her tarafa büyük nam salmıştı Bütün Hıristiyan gemilerini vuruyor, birçok ganimetler elde ediyordu Avrupalılar Baba Oruç’a, kırmızı sakalından kinaye olarak (Barbaros) adını vermişlerdi Baba Oruç, ölünce bu şöhret Hızır’a geçerek Barbaros adını aldı


Barbaros ağabeyi ile birlikte çalıştı On adet gemileri vardı Bu iki kardeş Müslümanlara zulmeden İspanyollara hiç göz açtırmadılar İspanyollarla bir savaşta Baba Oruç bir kolunu kaybetti Artık Barbaros Akdeniz kıyılarından yalnız başına dolaşıyor, birçok gemileri vurarak ganimetlerle dönüyordu Barbaros bir mevsimde 3800 esir ve 20 parça gemi elde etti


Yavuz Sultan Selim padişah olunca, Barbaros Hayrettin yeni padişahı tebrik etmek için, Kemal Reis’in hemşirezadesi Muhittin Reis’le birçok hediyeler gönderdi Yavuz Sultan Selim de Barbaros’a iki kadırga ile bir hil’at ihsan etti Bundan sonra Borbaros, Cezayir’i hakimiyetine aldı


Adeta Barbaros, Kuzey Afrika’nın bir hükümdarı mahiyetinde idi İspanyollar Barbaros’u Afrika sahillerinden atmak için Tilmisan’ı zapta karar verdiler İspanyollar karaya asker çıkararak, Barbaros kardeşlerle mücadeleye giriştiler Bu savaşta, bir kolu olmayan Oruç Reis ile İshak Reis şehit düştüler Barbaros, kardeşlerinin şehadeti üzerine şöyle feryat etti :


Ah, bütün Frengistanı kılıçtan geçirsem, kardeşlerimle yoldaşlarımın intikamını alamam!


Barbaros, bu acıdan sonra artık Akdeniz’e aman vermiyordu Ünü her yana yayılmıştı Askerleri Akdeniz’de şu türküyü söylüyorlardı :


Deniz üstünde yürürüz,

Düşmanı arar buluruz,

Öcümüz komaz alırız,

Bize Hayrettinli derler


O sıralarda Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethetti Barbaros, Yavuz’a Kurtoğlu Muslihiddin Reis’i göndererek fethettiği yerleri padişaha bıraktığını bildirdi Artık Barbaros’la Avrupalılar hiç başa çıkamıyorlardı “Barbaros geliyor!” sözünü duyan karada denize kaçıyordu Barbaros sayesinde Türkler Akdeniz’e hakim oldular Barbaros’un maiyetine girmiş olan Turgut Reis, Sinan Reis, Salih Reis, Aydın Reis’ler de her tarafı titretiyorlardı


Barbaros’un delaletiyle, Cezayir Osmanlılara bağlı bir eyalet oldu Yavuz Selim de Barbaros’u bu eyaletin Emiri olarak tanıdı


Yavuz Selim ölünce yerine Kanuni Sultan Süleyman geçmişti O zamanlar Avrupa’nın en büyük imparatoru Şarlken idi Kanuni karadan ve denizden onun nüfuzunu kırmak için savaşlara girişmişti Denizlerde, başarı kazanabilecek tek adam Barbaros olabilirdi Çünkü o zaferden zafere koşan bir denizciydi


Kanuni Sultan Süleyman 1533 tarihinde Cezayir Emiri Barbaros’u İstanbul’a davet itti O zamanlar Barbaros’un 18 parça mükemmel kadırgasıyla bir o kadar da korsan gemileri mevcuttu Barbaros donanması ile İstanbul limanına girdi Barbaros, Kaptan-ı Deryâ’nın Atmeydanı’ndaki konağına misafir edildi Ertesi gün Barbaros ve 18 mücahidi Kanuni’nin huzuruna kabul edildi Hepsi sıra ile ilerleyip Kanuni’nin elini öptüler Güneşten tunçlaşmış çehreleri, nasırlı elleri ve iri vücutları dikkat çekiyordu Kanuni Sultan Süleyman o dönemde Akdeniz’de Barbaros’tan sonra en büyük deniz amirali olan Andra Doria’yı sordu:


Padişahım, o herifin lakırdısı mı olur? Emredin gemilerini havaya uçurayım Her tarafta arıyorum, ben yaklaştıkça o kaçıyor


Bu sözlerden hoşlanan Kanunî:


Hızır Bey, sen bu dinin en hayırlı oğlusun Bundan sonra adın Hayreddin olsun dedi


Kanuni, Barbaros Hayreddin’i Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığı’na tayin etti Bu suretle paşa rütbesini de kazanmış oldu


Barbaros Hayrettin Paşa, 84 parça gemiden oluşan bir donanma ile Akdeniz’e açıldı Barbaros, İtalya sahillerinde birçok kaleler ve şehirler fethine muvaffak oldu Bu seferinde Fondi kalesinin kumandanlarından Vespasyo Kobona’nın genç ve güzel karısı Colya’yı kaçırmak istedi Bu kadın Şükûfe-i Aşk lakabı ile şöhret bulmuştu Barbaros bu kıza gönül verdi Fakat kaçırmaya muvaffak olamadı


Bundan sonra Barbaros Korfo adasını zaptederek, burada birçok ganimetler ve esirler ele geçirdi Bunlarla beraber İstanbul’a döndü Bu ganimetlerle esirleri padişahın huzurunda bir alay şeklinde geçirdi Önde allar giyinmiş iki yüz genç erkek esirin ellerinde gümüş sürahiler ve kadehler ve onları takip eden diğer otuz esirin sırtında birer torba altın, daha sonra gelen iki yüz kişinin her birinin omzunda birer kese akçe bulunuyordu En sonra 1000 kadar boyunlarından bağlı esirler ise birer top çuha taşıyorlardı Bunlardan başka 1000 kız ve 500 oğlan da bunları takip etmekte idi İşte Barbaros’un hediyeleri bunlardı


Akdeniz’de Türk hakimiyetine son vermek üzere Papa III Pol, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz hükümetlerinin donanmalarından oluşan bir deniz haçlı seferi hazırladı Bu donanma Akdeniz’de Türk donanmasını tamamen mahvedecekti Bu muazzam donanma Venedik Dukası Amiral Andrea Doria kumandasına verildi Donanma 600 parçaydı Bu donanma Preveze önlerinde demirledi


Barbaros, Andrea Doria’nın büyük bir donanma ile Preveze önlerine geldiğini duyunca donanmasını hazırladı Türk donanması 122 parça gemiden ibaretti Türk donanması Preveze limanı önünde harp nizamı aldı Türk donanması merkez, sağ ve sol kanat olmak üzere üç gruba ayrıldı Sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta Seydi Ali Reis, ihtiyatta Turgut Reis ve merkezde Barbaros yer aldılar Türk donanması yarım daire şeklindeydi Haçlı donanması büyük olmasına karşılık, Türklerin manevî kuvveti pek yüksekti İlk defa haçlı donanması şiddetli bir topçu ateşi açtı Bu topçu ateşine karşılık olmak üzere donanmada bulunan Mehter takımı savaş parçaları çalmaya başladı


Türk gemileri ağır ağır düşmana doğru ilerlerken bütün asker Allah! Allah! sesleri ile etrafı inletiyorlardı Korkunç bir fırtına halinde ilerleyen Türk gemilerini gören düşmana bir ürperti geldi Donanmalar birbirine yaklaştılar Top, kurşun her tarafa ölüm saçıyor, gemiler yanıyor, Türk leventleri elerindeki palalarla dehşet saçıyorlardı Kısa bir zaman denizin üstü kanlı cesetlerle dolup taştı Türk leventleri önüne gelen gemilere rampa ederek kancalıyorlar, ve ellerindeki palalar, baltalarla düşmanlarının üzerine atlıyorlardı


Bu korkunç sahneyi gören gerideki gemiler kaçmaya başladılar Artık zaferin yüzü Türk Milletine gülmüştü Andrea Doria mağlubiyeti kabul ederek, sakalını yola yola firar etti İki eline iki gülle alıp dövünmeye başladı Fakat iş işten geçmiş, Preveze zaferini Barbaros Hayrettin Paşa kazanmıştı Bu savaşta düşmanın 130 parça gemisi batmıştı Barbaros Akdeniz’in en büyük deniz savaşını 28 Eylül 1538 tarihinde kazanmaya muvaffak oldu


Artık Barbaros iyice ihtiyarlamıştı 4 Temmuz 1546 yılında İstanbul’da 73 yaşında vefat etti Barbaros’un türbesi Beşiktaş’tadır Bu türbenin bulunduğu meydana Barbaros’un bir heykeli dikilmiştir O, türbesinin de deniz seslerini dinleyerek ebedi istirahatgahında yatmaktadır


Fakat o, Türk denizcilerinin bir manevi kudret kaynağı olarak ebedileşmekte, bu da denizcilerimizin her sene onun türbesi önünde yaptıkları törenlerle dile getirilmektedir




BİLGE KAĞAN



Bilge Kağan, 683 yılında doğdu Babası Göktürk Devleti’ni yeniden kuran İlteriş Kutlug Kağan, annesi İlbilge Hatun’dur 8 yaşında babasını yitiren Bilge, 24 yıl boyunca Göktürk Devleti kağanlığı yapan amcası Kapağan Kağan’ın elinde büyüdü


Bilge Kağan, amcası öldüğünde yerine geçen oğlu İnal’ı devirerek 32 yaşında Göktürk Devleti’nin başına geçti Devletin yönetimini ele alan Bilge’nin ilk işi iyi bir yönetim oluşturmak oldu Bunun için, ordunun başına 31 yaşındaki kardeşi Kül Tegin’i, vezirliğe de Tonyukuk’u getirdi


Bilge Kağan’ın en büyük hayali milletini yerleşik hayata geçirip onları şehirlerde oturtmak idi Ama buna vezir Tonyukuk karşı çıkarak, “Türkler, Çinlilerin yüzde biri kadar bile değildiler Su ve otlak peşindedirler Avcılık yaparlar Belli bir yerleri yoktur ve savaşçıdırlar Kendilerini güçlü görünce, orduları yürütürler Güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler Çinlilerin sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar Türkleri surlarla çevrili bir kentte toplarsanız ve bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz ” dedi


Bilge Kağan, bir dönem de Türkler arasında Budizm’i yaymak hevesine kapıldı Tapınaklar yaparak Türkleri Budist yapmak arzusunu taşıdı Vezir Tonyukuk, bu düşünceye de karşı çıkarak, Budizm’in insandaki hükmetme ve iktidar duygusunu zaafa uğrattığını, kuvvet ve savaşçılık yolunun bu olmadığını, eğer Türk milletinin yaşaması isteniyorsa bu din ve tapınakların ülkeye sokulmaması gerektiğini söyledi


Bilge Kağan, çok itibar ettiği Veziri Tonyukuk’un tavsiyelerine uyarak, aklından geçen bu planları yapmadı


Bilge Kağan döneminde Göktürk Devleti’nin sınırları Çin’in Şan-Tung ovasından, İç Asya’da Karaşar bölgesine, kuzeyde Bayırku sahasından Ani ırmağı havalisi ve Batı Demir Kapı’ya (Ceyhun Irmağı’nın yakınında Semerkant-Belh yolu üzerinde) kadar ulaştı


Önce veziri Tonyukuk’u sonra kardeşi Kül Tegin’i kaybeden Bilge Kağan’ı, Çinlilerle işbirliği yapan bakanı Buyrak Cor zehirledi Yatağında hasta yatarken, kendisini zehirleten bakan ve yardımcısını öldürten Bilge Kağan, 25 Kasım 734’de öldü


Bilge Kağan’ın cenazesi 22 Haziran 735 tarihinde büyük bir törenle defnedildi



GAZİ OSMAN PAŞA


Her sayfası bir kahramanlık menkıbesi ile dolu bulunan Türk tarihinin altın yaldızlı bir sayfası da Plevne müdafaasıdır Öyle bir sayfa ki, düşman komutanları bile bu sayfa önünde saygı durmuşlardı Bu sayfayı yazan, şanlı Gazi Osman Paşa’dır Gazi Osman Paşa,1832 yılında Tokat’ta dünyaya gelmiştir Kendisi Yağcıoğulları diye anılan bir aileye mensuptur Babası, memuriyet sebebiyle İstanbul’a yerleşmişti Küçük Osman ilk tahsilini bir sıbyan mektebinde yaptıktan sonra, Kuleli askerî idadîsine girdi Bu okulu bitirdikten sonra da Harp Okuluna girerek 1852’de mezun oldu Ruslarla yapılan Kırım Harbi’nde ve Rumeli’deki muvaffakiyetlerinden dolayı yüzbaşılık rütbesine yükseldi Bundan sonra Erkan-ı Harbiye sınıfına devam ederek Kolağası oldu Bir aralık da Bursa vilayeti nüfus yazımına memur edildi


GAZIOSMAjpg (10855 bytes) 1861 yılında Hasa ordusunda binbaşı olarak vazife aldı, Girit isyanında başarılar gösterdi Bunun üzerine üçüncü rütbeden bir nişanla albaylığa yükseltildi Üç yıl sonra da Yemen isyanını bastırmaya gönderildi Buradaki üstün başarılarından dolayı kendisine “paşa”lık rütbesi verildi Yemen’den dönünce İşkodra ve Bosna Kumandanlıklarına tayin olundu Sırp isyanında gösterdiği eşsiz kahramanlıklarından dolayı da bu defa kendisine Mareşallik rütbesi verildi 1877 yılında yapılan Plevne savaşında gösterdiği kahramanlıklar dolayısıyla dünyaca büyük bir şöhrete kavuştu


II Abdülhamit’in tahta çıkışının ikinci yılı Ruslar balkanlara doğru sarkmak emellerini açığa vurdular Bu arzularını yerine getirmek için Londra Protokolünü hazırlattılar Fakat Türkiye, Londra Protokolünü reddedince Rus Çarı II Aleksandr 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı İmparatorluğuna harp ilan ederek, ordularıyla Tuna üzerinden Balkanlara doğru sarkmaya başladı Birinci Meşrutiyeti ilan etmiş olan II Abdülhamit ne yapacağını şaşırdı Halk arasında ise büyük bir galeyan baş gösterdi Gazeteler ateşli yazılar yayınlıyorlardıBu harbe bütün Müslüman devletlerden yardım geleceğini de ilan ediyorlardı Hariciye Nazırı Saffet Paşa, Paris Muahedesine imza koyan devletlerden yardım istediTürkiye’nin bağımsızlığını garanti edeceğini söz vermiş olan devletler şu cevabı verdiler:



“Muahedeler, mürur-ı zamanla hükümden düşerler



Böylece, Osmanlı ile Rusya baş başa bırakıldıOsmanlı İmparatorluğuna Batı devletlerinin yardım etmediğini gören Ruslar, ordularıyla 3 koldan hudutlarımızı aşarak Romanya’yı istila edip Tuna boylarına dayandılar Rusların Tuna Ordusu Kumandanı Çar’ın biraderi Nikola idi Emrinde 250,000 kişilik bir kuvvet bulunuyordu Rus generallerinden Malinkov da 60,000 kişilik bir kuvvetle Doğu illerinden İç Anadolu’ya doğru taarruza geçti Rus kuvvetlerinin karşısına Gazi Ahmet Muhtar Paşa geçti Burada Ruslara karşı Kars ve Zivin zaferlerini kazandıRus Harbi başladığı zaman Gazi Osman Paşa kuvvetleri ile Vidin’de, Süleyman Paşa da Karadağ sınırlarında bulunuyordu Tunaboyu Orduları Kumandanlığına Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa tayin olundu Türk Ordusu 186,000 kişiden ibaretti Rusların Tuna’yı aşıp Bulgaristan’ı işgal etmeleri üzerine Vidin’de bulunan Gazi Osman Paşa, Bulgaristan yollarının bir kavşağı olan Plevne’yi Ruslardan önce elde etmek üzere kuvvetleriyle yaya olarak harekete geçti


Dünyada benzerine az rastlanır bir süratle Plevne’ye girdi Orta Anadolu’nun bu Tokatlı koca Türkü, cihan tarihinde ilk defa olmak üzere Plevne’nin etrafına boy siperleri açtırdı Bu siperler tabya usulünde ilk keşifti Topçularını ve kuvvetlerini yerin altına aldı Ruslar ise meydanda harp ediyorlardı Cihan tarihinde büyük şan kazanan Plevne harbi, Ruslara pek çok zayiat verdirdiKendilerinin itiraf ettiklerine göre bazı taburlarda ancak birkaç kişi sağ olarak geri dönebiliyordu Rusların attığı mermilerle Plevne şehri alevler içinde yanıyordu Çoluk çocuk enkaz altında can veriyorlardı Her ne yaptılarsa Plevne’yi Gazi Osman Paşa’nın elinden almanın imkanı olmadı Rus kumandanı Nikola deliye döndü Nihayet Plevne’ye Rus Çarı Aleksandr da geldi Taarruzla, Plevne’yi muhasara ederek açlık ve cephanesizlikle teslim almaya karar verdiler


Gerçekten zaman geçtikçe Plevne’de açlık başladı Kadınlar çocuklar açlıktan ölüyorlardı Cephane de bitmek üzereydi Bütün bunlara rağmen kahramanlığı karakterine yazmış olan Türk oğlu, kuzeyden akan Rus seline iman dolu göğsünü geriyor, vatanseverliğin destanını yazıyordu Plevne’de bu kanlı savaşlar olurken, İstanbul’dan gazilere bir türlü yardım gelemiyor, diğer taraftan cihanda bir tek el Türk’e uzanmıyordu Balkan dağlarının en önemli geçidi olan Şıpka’da Süleyman Paşa da kahramanlıklar yaratıyordu Koca bir Çarlığa karşı bir Osman Paşa ne yapabilirdi! Nihayet Gazi Paşa muhasarayı yarıp dışarı çıkmaya karar verdi Bir gece, Türk kuvvetleri Plevne’den çıktı Ordunun peşine çoluk çocuk, Plevne halkı da takıldı Fakat Bulgar casusları bu harekatı Ruslara haber verdiler


Türk kuvvetleri, 10 Aralık 1877 tarihinde Vid nehrini aşacakları bir sırada Ruslar, Türk kuvvetleri üzerine şiddetli bir topçu ateşi açtılar Ordunun üzerine yıldırımlar gibi mermi yağdırdılar Halk ve asker birbirine karıştı Binlerce insan topçu ateşi altında parça parça oldular Bu bölge kanlı bir mahşere döndü Nihayet her iki taraf arasında kanlı bir boğuşma meydana geldi Bu sırada Gazi Osman Paşa yaralandı Üç defa vukua gelen Plevne Muharebesinden galip çıkan Türkler, dördüncü Plevne harbinde yenildi Muhasara 145 gün sürmüştü


Gazi Osman Paşa’yı bir değirmenin içine götürüp yarasını sardılar O esnada iki Rus değirmene gelerek, Osman Paşa’ya: “Kayıtsız şartsız teslim” dedi Osman Paşa da, “Bir gün bir güne uymuyor; kaderi ilahî bu imiş!” dedikten sonra “gazilik” kılıcını düşman generaline teslim etti Bu iki general, Osman Paşa’yı ve yaveri Talat Bey’i bir araba ile Plevne şehrine götürdüler Yolda Rus Kumandanı General Nikola’ya rastladılar General Nikola, Osman Paşa’ya: “Plevne’yi müdafaa etmekte gösterdiğiniz muvaffakiyetten dolayı sizi tebrik ederim Bu müdafaa tarihin en parlak askerlik vakalarından biridir” dedi


Osman Paşa’yı görmek için koşan Rus subayları, “Bravo Osman Paşa” diye onu alkışladılar Birçokları da, “Dünyada büyük bir adam yüzü gördük” diye birbirlerine söyledilerGazi Osman Paşa’yı, Plevne’de bulunan bir eve götürdüler Ertesi gün Gazi Osman Paşa’yı, Rus Çarı İkinci Aleksandr’ın karşısına topallıya topallaya götürdüler


II Aleksandr, Osman Paşa’ya :

Silahınızı niçin teslim etmediniz ? diye sordu

Osman Paşa da :

Devletim bana, ‘düşmanı gördüğün zaman silahını terk etme, onu her zaman kullan’ diye vermiştir Beni de buraya kavga için gönderdi cevabını verdi


Çar Aleksandr, bu yüce Türk’ün karşısında çok heyecanlandı ve onun elini sıkarak şu sözleri söyledi : Plevne’yi kuvvetli müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim Bu müdafaa askeri tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur Siz hakikaten cesur bir askersiniz Sizin gibi bir kumandanın kılıcı alınamaz Burada ve Rusya’da kılıcınızı ve nişanlarınızı taşımak hakkına sahipsiniz


On beş gün sonra Osman Paşa’yı esir olarak Ruslar Harkov şehrine götürüp bir otele yerleştirdiler Rus kuvvetleri Bulgaristan’dan İstanbul üzerine akın etmeye başladılar Nihayet Yeşilköy’e kadar dayandılar Rus orduları Kağıthane sırtlarında bir manevra yaptılar General Nikola da bir heyetle İstanbul’a gelerek Beylerbeyi Sarayına gitti ve Osmanlı İmparatoru II Abdülhamit’le bir görüşme yaptı Bütün İstanbul bu mağlubiyet karşısında heyecan içinde kaldı Avrupalı devletlerin ve bilhassa İngilizlerin müdahalesiyle Ruslar İstanbul’a giremediler Yalnız Yeşilköy’de bu zaferin hatırası için bir anıt diktiler Bu harbin sonunda Ayastefanos Anlaşmasıyla, Berlin Anlaşması imzalanarak Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandılar


İstanbul halkı, Gazi Osman Paşa’nın esir olduğunu duyunca, Paşanın evi önünde toplandılar Osman Paşa’nın oğlunu bir at üzerine bindirerek, “Paşa’yı karşılayamadık, bari oğlunu gezdirelim” diye İstanbul sokaklarında dolaştırdılar İki ay sonra da Gazi Osman Paşa’ esaretten döndü O gün İstanbul yerinden oynadı İkinci Abdülhamit Osman Paşa’yı Mabeyin müşiri yaparak hiç yanından ayırmadı


Nihayet, her fani gibi Gazi Osman Paşa da 5 Nisan 1897 tarihinde 65 yaşında olduğu halde hayata gözlerini yumdu Öldüğü zaman vasiyeti üzerine Fatih türbesi bahçesine gömüldü


GAZNELİ SULTAN MAHMUT



Gazneliler Devleti’nin en büyük hükümdarı ve Hindistan Fatihi Gazneli Sultan Mahmut, 2 Kasım 971 tarihinde doğdu İyi bir öğrenim gördü Büyük bilginlerin elinde yetişti Mert ve cesur bir insandı


Gazneli Mahmut’un babası Sebüktekin, Samanoğulları Devleti’nin Horasan valisi idi Sebüktekin cesur ve güçlü bir insandı Samanoğulları’na karşı bağımsızlığını ilan etti


Gazneliler Devleti’nin kurucusu Sebük Tegin’in oğlu olan Gazneli Mahmut, genç yaştan itibaren devlet idaresinde görev aldı Babası sağ iken Horasan valiliği görevini yürüttü


Babası öldüğü zaman yerine küçük kardeşi İsmail geçmişti Gazneli Mahmut, küçük kardeşini ortadan kaldırarak hükümdar oldu


998 tarihinde Gazne tahtına oturan Mahmut, Buhara, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kabil’i Samanîlerden aldı Daha sonra, bugünkü Afganistan ve Belucistan ile Harezm’e kadar tüm Maveraünnehr’i ele geçirdi Ardından Rey, İsfahan, Save, Kazvin, Zencan ve Ebher’i alarak, İran topraklarının büyük bölümüne hakim oldu


Eylül 1000’de ilk Hindistan seferine çıkan Sultan Mahmut, 1027’ye kadar Hindistan’a on yedi büyük sefer yaptı Bu seferler sırasında Hindistan’da birçok cami yaptıran ve İslâm Dinini öğretmek üzere alimler yerleştiren Gazneli Sultan Mahmut, İslam Dininin Hindistan’da yayılıp kabul görmesini sağladı


Cihangirliği yanında, alim bir kişiliği de olan Sultan Mahmut, sarayında alim ve şairlere çeşitli konularda sohbet ve tartışmalar yaptırırdı Gazneli Sultan Mahmut’un sarayı bir bilim akademisi haline geldi Kendisi bilime ve sanata karşı büyük bir sevgi besliyordu Zamanında Fars kültürü yüksek bir düzeye ulaştı Bîrûnî ve Firdevsî gibi birçok meşhur İran bilgini Sultan Mahmut’un sarayında himaye gördüler


Firdevsî’nin meşhur Şehname’si de dahil olmak üzere, devrinin pek çok kitabı Gazneli Sultan Mahmut’a takdim edildi


Gazneli Sultan Mahmut’un sarayında Türk dili konuşuluyordu O, Türk dilin yayılmasını ve gelişmesini sağlamış olsaydı, Türk kültür tarihi ölmez eserler kazanacaktı Ancak o, çevrenin ve dönemin etkisiyle Fars kültürüne önem vererek Farsça’nın çok kudretli eserler kazanmasına hizmet etti


Türk İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan biri olan Gazneli Sultan Mahmut, İslam dünyasında yayılma istidadı gösteren sapık Batınî-Rafızî akımlarına karşı da mücadele etti İmar faaliyetlerine büyük önem veren Sultan Mahmut, Gazne’nin yanı sıra Belh ve Nişabur gibi önemli şehirleri de mamur hale getirdi


33 yıl hükümdarlık yapan Sultan Mahmut, 1030’da Gazne’de vefat ederek, burada defnedildi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Büyükleri

Eski 07-25-2012   #8
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Büyükleri



KILIÇARSLAN



Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de Kılıçarslan’dır Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti


Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktıAnadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi


Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu Bunların çoğu Kınık kabileleri idi İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti


Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti


Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti


Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı


Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti


Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler


O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı Fakat muvaffak olamadı



Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü


1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı Ayrıca birçok da şövalye bulundu Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti?


Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti


Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı


Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı


Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti




Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir Onun hayatı büyük destandır Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti


Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi



-Bizler ne olacağız?

Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı Ona:

-Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu

Esir kız:

- Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi


Kılıçarslan şöyle mukabele etti:

-Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim


Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak:

-Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu

-Her saat, nerede bulunursam!


Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı


Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu

KARACAOĞLAN


XVII yüzyılda yaşamış saz şairlerindendir Bu şairler, sazlarını asıp köy köy dolaşır, kahvelerde, meydanlarda, düğünlerde şiir söylerlerdi Onun için bunlara halk şairi denirdi Karacaoğlan da Güney illerinden çıkma bir halk şairidir1606 yılında Adana'nın Fersak köyünde doğmuştur Sailoğullarındandır Bu aile o yörede hâlâ yaşar Küçük yaşta saz çalıp şiir söylemeye başladı Yeniçeri Ocağı'na girdi Savaşlara katıldı Dîvân’ı vardır


Karacaoğlan derlerdi adına Çünkü çok esmerdi Adana'nın yanık yüzlü, bağrı yanık delikanlılarındandı Bir de sevgilisi vardı ki, gece gibi kömür gözlü, kara saçlı, kara tenliydi Karacaoğlan ona, “Karakız” derdi, o da ona “Karacaoğlan” derdi Köy kızları, Fersaklılar, Kozanlılar, Bahçe ilçeliler, Karacaoğlan'la Karakız'ın sevdasını çekemezlerdiSadece onlar değil, Kozanoğulları da çekemezlerdi Karacaoğlan'ın bunca sevilmesini Günün birinde, güçleri yettiği için onu öldürtmek istediler Karacaoğlan baktı ki postu deldirecek, kalktı bir kış günü, sazını boynuna astı:


İncecikten bir kar yağar

Tozar Elif Elif diye

Deli gönül hayran olmuş


Gezer Elif Elif diye sözlerini diline dolayıp yollara düştü Çıkış o çıkış Bir daha ne Karakız'ın yüzünü görebildi, ne Fersak'a dönebildi Ama Elif'in aşkı yüreğini yakardı Her gittiği yerde; her baktığı kızda Elif'i görürdü sanki Karacaoğlan, dolaşa dolaşa Van'a kadar gitti Oradan Irak'a geçti Oradan Arabistan'ı dolaştı Oradan İran'a girdi Her gittiği yerde korundu, her gittiği yerde insanların gözdesi oldu Koşma, türkü, mâni, varsağı, kayabaşı, üçleme, ağıt, güzelleme, koçaklama, destan gibi her türden şiir söylemişti En çok on birli heceyle yazmıştı Bu, onun bağlamasına daha uygun geliyordu Sazı üzerinde çırpmayı bir kere gezindirdi miydi, arkası sökün ediveriyordu


Kolay ve rahat söyleyişi nedeniyle şiirleri hemen halkın hâfızasına yerleşiyor, bir daha da silinmiyordu Bu sebeple içtenlikle söylenmiş olan bu deyişler, yüzyıllar boyu halk arasında Yunus ilâhileri gibi söylenir oldu


Başka şairler ondan esinlendiler, hattâ onun diline yatkın şiirler söylemek için yanıp tutuştular Çoğu zaman beceremeyince de onun adının yerine kendi adlarını koyuverdiler Böylece, Karacaoğlan'ın olup da başkasının adına söylenen çok şiir vardırKaracaoğlan deyişlerini daima sade, tertemiz bir Türkçe ile dile getirdi Aruz veznine kulak asmadı Coştu, söyledi Çaldı, dinletti Gerek sazının çırpması, gerek sözünün inceliğiyle, adı Anadolu'nun dört bucağında efsaneleşti


Elif kaşlarını çatar

Gamzesi sinemi yakar

Ak elleri kalem tutar

Yazar Elif Elif diye


Yüzyıllar sonra cönkleri ele geçen Karacaoğlan'ın asıl kişiliği üzerine, ciltler dolusu kitaplar yazıldı Karacaoğlan günümüzde de bütün canlılığı ile dile getirilir ve halkın en sevdiği ozanlar arasında gönüllerde yaşar


Karacaoğlan 1674 yılında öldü


NASREDDİN HOCA



Türk esprisinin büyük zekâsı, tanınmış halk filozofumuz Nasreddin Hoca'yı, yalnız Türk toplumu değil, doğudan batıya her millet sever Herkes, bu büyük halk filozofunun her devirde aktüalitesini koruyan, güzel fıkralarına hayrandır


Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre, Nasreddin Hoca, Anadolu Selçukluları devrinde, 1206 yılında, bugün Eskişehir'e bağlı Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğmuştur İlk öğrenimini Hortu'da bir süre babası Abdullah Hoca'nın medresesinde yapmış, çocukluk yıllarını Hortu' da geçirmiştir Söylentilere ve onun gerçek fıkralarından çıkarılan sonuçlara göre, Hortu'da çıkan kıtlık yüzünden ailesi ile birlikte Sivrihisar'a yerleşmiş, öğrenimini burada sürdürmüştür


Sivrihisar, o zamanlar Selçuklu devrinin küçük, fakat şirin bir kasabasıdır Küçük Nasreddin, minareyi ilk kez burada görmüş, arkadaşlarıyla hamama gitmiş, bahçelerden çağla yolmuştu Onun, hamamdayken yumurtladıklarını söyleyen çocuklara karşı horoz taklidi yapması, ağaçtan meyve çalarken bahçe sahibinin yakalaması, (Ağaçta ne yapıyorsun?) sorusuna (Ben bülbülüm) diyerek bülbül gibi ötmesi, sonra da bahçe sahibine (kusura bakma, acemi bülbül bu kadar öter) cevabını vermesi, Sivrihisar'daki çocukluk anıları arasındadır Nasreddin Hoca bir zaman sonra, öğrenimini ilerletmek amacıyla, başşehir Konya'ya yolcu olmuştur


Nasreddin Hoca, Konya'da bir medreseye yerleşmiş ve öğrenimine başlamıştır O günlerde başından bir olay geçer Şehirde bıçak taşıma yasağı vardır Bir gece şehrin Subaşı'sı, Nasreddin Hoca'nın üzerinde koca bir kasatura bulunca, Nasreddin: (Kusura bakmayın! Ben medrese öğrencisiyim Bu kasatura ile de kitaplardaki yanlışları kazırım) diye özür diler Subaşı'nın: (Bir yanlış için bu kadar uzun kasaturaya ne lüzum var?) demesi üzerine en güzel cevabı verir: (Kitaplarda bazen öyle yanlışlar var ki, bu kasatura bile az gelir!)


Nasreddin Hoca'nın Konya'da medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, bir ara gölge kadılığı yaptığını görüyoruz Gölge kadıları, tecrübeli hâkimlerin yanında çalışan ve bazı küçük davalara bakan kadı adaylarıdır Odun kıran bir adamın karşısında (hınk) diyen birinin oduncudan hak istemesi, vermeyince mahkemeye baş vurması, Nasreddin'in bu davayı görürken, bir kese parayı şıngırdatarak: (Hadi sen de paraların sesini al) diye hüküm vermesi, onun kadılık günlerindeki anılarından biridir


Bir süre sonra kadılıktan ayrılan, üstadı, büyük bilgin Seyid Mahmud Hayranî'nin Akşehir'e yerleşmesiyle Konya'yı terk eden ve Akşehir'e göçen Nasreddin Hoca, artık kişiliğini bulmaya ve usta bir sosyolog gözüyle olaylara neşter vurmaya başlar

Nasreddin Hoca'yı bundan sonra, Akşehir'de gösterişsiz yaşantısı içinde, dert çeken, uman, isteyen, efkârlanan, sonunda efkârını bir nüktede boğan bir halk adamı olarak görüyoruz


Bir ziyafete yeni kürküyle gitmiş gördüğü itibar üzerine (Ye kürküm ye!) deyişinde insanı yalnızca dış görünüşü ile değerlendiren toplumun, doğuran kazan hikâyesinde aç gözlülüğün, Akşehir Gölü'ne yoğurt çalarken: (Göl yoğurt tutar mı?) diyenlere karşı: (Ya bir tutarsa!) cevabındaki gerçek yönleri


Bir gün kürsüye çıkıp ta: (Ey ahali ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?) diye sorduğunda, çevresindekilerden bazılarının "biliyoruz" bazılarının da "bilmiyoruz" cevabını vermeleri üzerine: (O halde bilenler bilmeyenlere öğretsin!) diyerek kürsüden inmesi, az ders mi insanoğluna? Eğitimin temel yapısı, bilenin bilmeyene öğretmesi demek değil midir?

Akşehir'deyken Moğol şehzadesi Keygatu ile aralarında geçen, sonraları yanlışlıkla Timur'a mal edilen olaylar, pek iyi bilinen fil hikâyeleri, Akşehir'de medrese hocalığı yaptığı günlerde tanınmış mollası İmad ve yanından hiç ayırmadığı sevgili eşeği Bozoğlan, Nasreddin Hoca'nın yaşantısında önemini her zaman korumuştur


Eşeğinden düştüğü zaman gülenlere: (Ne gülüyorsunuz yahu, düşmeseydim zaten inecektim) deyişi, yitirdiği eşeğini türkü söyleye söyleye ararken, bunun nedenini soranlara: (Bir umudum şu dağın ardında, orada da bulamazsam, o zaman seyredin bendeki ağıtı) cevabını vermesi, onun renkli ve çok yönlü yaşantısının anekdotları arasında yer alır


Nasreddin Hoca, Akşehir'de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır Onun iki kızından Fatma Hatun ile Dürr-ü Melek'in mezar taşları, son yıllarda bulunmuş ve Akşehir Müzesine kaldırılmıştır


Hani bir fıkrası vardır Nasreddin Hoca bir gün, çeşmeden su doldurması için kızlarından birinin eline bir testi verir, sonra da testiyi kırmaması için sıkı sıkı tembih ederek yanağına bir tokat indirir Bunu görenler Hoca'ya çıkışırlar (Kızın ne suçu vardı da tokatladın?) Hoca'nın cevabı ibret vericidir: (Testiyi kırmaması için Kırdıktan sonra, tokat atmışım, atmamışım ne önemi var? Önceden vurursam, dikkat eder, kırmaz) Mezar taşlarının birinin üzerinde Dürr-ü Melek'in resmi de bulunmaktadır


Nasreddin Hoca, yaşının seksene yaklaştığı bir sırada, 1284 yılında Akşehir'de ölmüş, mezarı üzerine altı sütuna oturan kubbeli bir türbe yaptırılmıştır Kubbenin altında, Nasreddin Hoca'ya ait mermer bir sanduka görülür Bu sandukanın baş tarafındaki kitabede, Hoca'nın ölüm tarihi olan 683 Hicri yılı, tuhaflık olsun diye ters yazılmıştır Burada, her yönü açık olan Türbeyi kilitleyen Selçuklu devri kilidi, bir sembol olarak yer alır

Nasreddin Hoca'nın ölümü, onun yeniden doğumu olmuştur Onun, toplumun temeline oturan sağlam fikir yapısı, her geçen yılla geçerli olmuş, yüzyıllar onu daha dinç, daha diri yapmış, şöhreti, Türkiye sınırlarını da aşarak dünyayı sarmıştır Nasreddin Hoca bugün tüm insanlığın malıdır


Akşehirliler, çok sevdikleri Nasreddin Hocaları için her yıl Temmuz ayında festivaller düzenler Bu festivallerde, Nasreddin Hoca'nın ağzından bir türlü huzura kavuşamayan dünyamıza, iyilik ve mutluluk mesajları yayınlanır


SÜLEYMAN ŞAH



Osmanlı Türkleri, Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensupturlar Kayıhan, Günhan’ın oğludur Kayı kelimesi ise dağdan inen sel, tipi, çığ manasına gelmektedir


Oğuzlar, Oğuz Han’ın neslinden gelen en temiz bir soydur Bunlar Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adıyla adlandırılırlar Türkler, Avrupalı kavimler gibi beyaz ırka mensupturlar Moğollarla katiyen bir alakaları yoktur Oğuz Türkleri beyaz tenli, kumral saçlı, ela gözlü, kuvvetli vücutlu yüksek ahlaka sahip insanlardır Hürriyet ve istiklallerine aşık bir millet olduklarından, tarihin hiçbir devrinde, esaret boyunduruğuna girmemişlerdir


Oğuzların cihan tarihinde devletleri 3000 yıldan beri devam etmektedir Oğuz Türkleri, Hun Türkleri, Göktürk İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere devamlı olarak dört büyük imparatorluk kurmuşlardır İlk üç imparatorluğu Çinliler ve Moğollar, daimi akınlarıyla yıkınca bu defa Oğuz Türkleri Osmanlı İmparatorluğunu kurdular


Osmanlı Devleti’ni kuran Türklerin atası Kayaalp oğlu Süleyman Şah’tır Osmanlıların Oğuz Han’a kadar şu silsilenameleri eski yazma tarihlerde kayıtlıdır Osman Gazi’den itibaren Ertuğrul, Süleyman Şah, Kayaalp, Kızılboğa, Baytar, Iğla, Kutluğ, Doğan, Kaytun, Sungur Tekin, Bakı, Sunka, Yakı Timur, Basak, Göktürk, Oğuz Han, Kara Han olmak üzere şecereleri devam etmektedir Bu şecere 155 batın olarak kabul edilmektedir


Osmanlı Oğuz Türklerinin ana yurtları Orta Asya’da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi Bu üst yurda Türkler “Günortaç”, doğu taraflarına “Hatay”, batı taraflarına “Horasan”, kuzeylerine de ”Kıpçak” illeri denilirdi Bütün yurtlarının tümünde de “Turan” ülkesi adını vermişlerdi İstiklal ve hakimiyet mefkurelerinin adı da “Kızıl Elma” olup, müstakbel bir vatanın ideali idi


Türk dilini konuşan bütün oba, oymak ve boylara genel olarak Türk derlerdi Türk kelimesi, kuvvetli ve güzel manasına gelmektedir Oğuz kelimesi ise kutlu kabileler manasınadır Asil soydan gelen Oğuzlara Budun dillerini konuşan ve kültürlerini kabul eden kavimlere de Ulus derlerdi Budun’lara Akkemik, Ulus’lara da Karakemik adı verilirdi


Türkler ana cevherin muhafazasına çok dikkat ederlerdi Çünkü devlet kuran, hakimiyet sağlayanlar asil kanı taşıyanlardı Hakimiyetlerine aldıkları kavimlerle kan bağından çekinirlerdi Fakat onları dinlerinde ve dillerinde serbest bırakırlardı


Hükümdarlık, kumandanlık, idarecilik yalnız Türklere verilir, diğer kavimler yalnız ticaret işlerinde serbest bırakılırdı Bütün tarih boyunca varlıklarını, dillerini muhafaza etmekle koruyabilmişlerdir


Orta Asya’da bir kol olarak yaşayan ve beyaz tenli olan Türkler, Asya kavimlerinin en medenîsi ve ahlakça da en üstün birer Asya centilmeniydiler Türklerin güzelliklerine bütün Asyalı kavimler hayrandırlar Türkmen güzeli ilahi bir güzellik sembolüdür


Türklerin ilk büyük devletini Günortaç elinde Oğuz Han kurdu Bu devlete Hun İmparatorluğu denildi Fakat bu devlete Oğuz Devleti demek daha doğrudur Bu devlet Kore’den Hazar Denizi’ne kadar geniş topraklarda 26 devleti idaresine aldı Fakat bu imparatorluk Çinlilerin tazyiki ile yıkıldı


Bu devletin yerine VI Asırda “Bumin Han”, Göktürk İmparatorluğunu kurdu Bunlar, ilk öz Türkçe kitabeler bırakan bir Türk kavmidir Bu dikili taşlara Orhun Kitabeleri adı verilmektedir Bu devleti de Çinliler yıktılar Fakat Göktürklerin bir kolu olan Uygurlar bir devlet kurarak, Türk hakimiyet ve medeniyetini devam ettirdiler


Uygurlar dünyada ilk defa matbaayı icat eden ve kağıdı bulan bir Türk kavmidir 840 tarihinde Uygurların tazyiki ile Oğuzların büyük kitleleri Horasan iline yerleştiler Bu bölge Seyhun ve Ceyhun nehirleriyle Hazar Denizi arasında kalan arazidir Araplar bu bölgeye Maveraünnehir adını vermişlerdir Oğuzların bir kısmı Rusya ovalarını aşarak Balkanlara ve bir kısmı da Bizanslılar zamanında Anadolu’ya geldiler Fakat bunların hepsi Hıristiyanlığı kabul ettiler


Ancak balkanlara yerleşen Oğuzlar; Bulgarlar, Sırplar ve Boşnaklara karıştılar Horasan illerine yerleşen büyük Oğuz kitleleri göçer evli olarak yaşıyorlardı Araplar Horasan illerini istila ederek bu zengin ülkeyi yağmaya koyuldular Oğuz Türkleri Araplara hakim olmak emeliyle X asırda kütleler halinde Müslümanlığı kabul ettiler


Artık Oğuz Türkleri; Güneş, Ay ve Çobanyıldızı’na ibadet edilen Şamanizm dininden İslam dinine girdiler Cenab-ı Hakkın birliğine Hazret-i Muhammed’in elçi olduğuna ve Kur’an-ı Kerim’e inandılar


İşte bu Müslüman Oğuzların “Kınık” kabilesi başbuğlarından Selçuk Han, Selçuklu İmparatorluğunu kurdu Ön Asya ve Avrupa siyasi tarihinde büyük roller oynayan Müslüman Türklerin hakimiyeti meydana geldi Selçuklu İmparatorluğu Horasan, İran, Arabistan ve Anadolu’yu fethederek, büyük bir Müslüman imparatorluğu oldu Selçuklu Türkleri, Arap kavimlerine hakim olmakla beraber, Müslümanlık adına Avrupa kıtasından gelen Haçlı ordularıyla çarpıştılar İran ve Anadolu’da yüksek bir Türk medeniyeti meydana getirdiler Nihayet Selçuklu Devleti, XIV asrın başında Moğolların tazyiki ile yıkıldı İşte bu devletin yerine de Oğuzların bir kolu olan Kayhan kabilesi Osmanlı İmparatorluğunu kurmağa muvaffak oldu


Oğuzların Kayihaniler kabilesi, Horasan ilinin Mahan ovasında bulunan Merv şehri dolaylarına yerleşmişlerdi Kayihaniler birçok oba ve oymaklardan oluşan büyük bir Oğuz aşiretiydi Bunlar göçebe değil, göçer-evliydiler Yani bu aşiret tam teşkilatlı bir seyyar site halinde bulunmaktaydı


Oğuzların sosyal bünyeleri üçe ayrılmaktadır Bir kısım Oğuzlar toprağa bağlı çiftçiler, ikinci büyük kısım ise sürü sahibi yörükler, bir kısmı da muhtelif sanat kollarıyla meşgul olan sanatkar Türklerdi Sanatkarlar ve esnaf kısmı ahîlik teşkilatına bağlıydılar Bu aşirette ayrıca “Horasan Erenleri” denilen alimler ve “Başbuğ” denilen kumandanlar da bulunmaktaydı


Oğuzların başında Han dedikleri devlet reislikleri bulunmaktaydı Han olabilmek için ana ve babanın Türkmen olması lazımdı Türk babadan gelen şehzadelere “Tekin”, Türk anadan gelen han kızlarına da “İnal” denilirdi İşte ancak bu töreye uygun olanlar han veya hakan olabilirlerdi Bu gelenek Osmanlı Türklerinde Kanuni Sultan Süleyman’a kadar devam etti Bu Oğuz aşiretinde birçok da saz şairleri vardı Bunlara ozan adı verilirdi Ellerindeki sazlarına da Kopuz denilirdi Ozanlar milli günlerde Oğuzname’den parçalar okurlardı Milli bayramlarına da Şölen adı verilirdi; o gün yemek yenir ve kımız içilerek eğlenilirdi


Horasan ilinde Selçuklulardan sonra Harzemşahlar saltanat sürmüşlerdi İşte, o zamanlar Kayıhan aşiretinin başbuğu Kayaalp oğlu Süleyman Şah idi


Kayihaniler, Mahan ovasında mesut yaşıyorlardı Fakat Orta Asya’da devlet kuran Moğol Han’ı Cengiz; büyük bir ordu ile bütün batı Türkeli’ni istila etti Harzemşahlarla kanlı savaşlara girişti Türk Ellerinin zengin şehirlerini yağma edip halkı işkencelerle katle başladı


Şerefname adlı tarihte şunlar yazılıdır:


“Osmanlılar; Selçuklular gibi Oğuzlara mensuptur Bunlar Horasan’dan Anadolu’ya gelmişlerdir Bunların bu tarafa gelişlerindeki sebep, Cengiz Han’ın zulümleri yüzünden bu havalinin darmadağın olmasıdır Bütün musibetler her tarafı sardı Bu felaketi her taraf duydu


Habibü’s-Siyer adlı eserde de şunlar yazılıdır:


“Cengiz Han, Merv şehrinde bir katliam yaptırdı Seyit İzzeddin adında birisi Merv şehrindeki ölülerin sayılmasına memur edildi Yanına birkaç katip de verildi Ölülerin sayılması on altı gün devam etti; 300000 ölü sayıldı Bu, korkunç bir manzaraydı Güzel kızlar ve çocuklar esir edildi Diğer şehirlerde her askerine 25 kişi düşmek suretiyle taksim ederek halkı katlettirdi


1220 tarihinde Horasan Elleri, Cengiz Han’ın vahşetiyle kana boyanırken Süleyman Şah, 50000 hane Türkmeni yanına alarak konak konak ilerlemek suretiyle Van Gölü civarındaki Ahlat şehrine geldi Beraberinde 80000 yiğit asker vardı O zamanlar Ahlat’ta Türkler oturmaktaydı Hükümdarları “Balaban Bey” di Bu durum Horasan’dan Anadolu’ya umumi bir göç idi


Süleyman Şah, aşiretiyle beraber 25 Şubat 1221 tarihinde Ahlat’tan kalkarak Erzincan taraflarına doğru yola çıktı Amasya’da birkaç gün kalarak bu bölgede bulunan Gürcüler ve diğer kavimlerle savaştı Fakat bu ülkede büyük bir mera bulamadı


O sıralarda Halep’te bulunan Eyyubî Devleti şubelerinden bir hükümdar, Haçlılarla çarpışmak üzere Süleyman Şah’ı Halep’e davet etti Kayaalp oğlu Süleyman Şah, bütün ağırlıklarıyla ve oymaklarıyla beraber Amasya’dan yola çıktı Elbistan taraflarından ilerliyordu Nihayet önlerine Fırat Nehri çıktı Bu nehrin geçitlerini bilmiyorlardı Süleyman Şah atını Fırat Nehrinin akarsularına sürdü Fakat atı bu coşkun suyun akıntısına mukavemet edemedi


Süleyman Şah da ayağını üzengiden kurtaramadı Sular Türk’ün atası Süleyman Şah’ı alıp gitti Birkaç defa atıyla batıp çıktıysa da onu kurtaramadılar Aşiret halkı feryada başladılar


Süleyman Şah boğulmuştu Askerler onun cesedini sudan çıkardılar Onu, otağına koyarak, etrafında dokuz defa dönmek suretiyle gözyaşları içinde yas tutular Bütün aşiret halkı, babasız kalan çocuklar gibi gurbet ellerinde mahzun kaldılar Süleyman Şah’ın cesedini Raka kasabası civarında bulanan Caber Kalesi’nin önüne bir türbe yaparak oraya defnettiler


Bu suretle Süleyman Şah, 10 Kasım 1228 tarihinde bu türbeye gömüldü O zamanlar bu mezara “Türk Mezarı” adını verdiler Öldüğü zaman altmış yaşındaydı Asıl adının Türkçe Sülemiş olması ihtimali çok kuvvetlidir Süleyman Şah’ın mezarı, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına verilmiştir


Süleyman Şah’ın beklenilmeyen bu ölümü karşısında Kayı’lar şaşırıp kaldılar Kubur adlı bir su başında konakladılar Oğulları arasında bir anlaşmazlık çıktı Dört oğlundan Sungur tekin, Gündoğdu; Horasan iline gitmeye karar verip o tarafa gittiler Diğer oğullarından Dündar ve Ertuğrul ise dört yüz kırk dört hane halkını alarak Erzurum civarındaki Pasinler ovasındaki Sürmeliçukur’a giderek yaylak kurdular Bir müddet sonra da Ankara’ya gelerek Karacadağ’a yerleştiler Arkasından Ertuğrul Gazi, Anadolu Selçuklu Sultanı tarafından Söğüt’e Uçbeyi tayin olundu Onun oğlu Osman Bey de Osmanlı Devletini kurdu


Oğuzların, atalarımız olan Kayihanîler aşiretini Anadolu’ya getirip yerleştiren Süleyman Şahtır



ŞAH İSMAİL


İran Safevi Devleti'nin kurucusu olan Şah İsmail, 1487 yılında doğdu Babası Şeyh Haydar, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesar ve ona yardım eden Akkoyunlu hükümdarı Yakup Bey'e karşı yaptığı savaşta öldü


Üç yıl hapis hayatı yaşayan Şah İsmail, esaretten kurtulduktan sonra mücadelelere girişti 1500 yılına kadar süren bu mücadelelerden sonra Şah İsmail, babasının katili Ferruh Yesar'ın üstüne yürüdü Bakü'yü ele geçirdi ve 1502'de Akkoyunlu hükümdarı Elvend'i Nahçivan yakınlarında yenerek, ülkesinin bir kısmını ele geçirdi Buradan Tebriz'e giderek taç giydi ve "Şah" unvanını kazandı 1502 kışını Tebriz'de geçiren Şah İsmail, ilkbaharda Fars ve Irak'ı daha sonra da Acem hükümdarı Murad Bey'i yenerek Şiraz'ı aldı 1507'de Erçiş, Ahlat ve Bitlis'i de alarak Elbistan'a kadar ilerledi


Kısa zamanda devletinin sınırlarını genişleten Şah İsmail, iki güçlü rakiple karşı karşıya geldi Bunlar doğuda Özbekler, batıda Osmanlılardı Şah İsmail, Osmanlı Devletini yıkmak için Anadolu'yu karıştırmayı düşünüyordu Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelesinin yoğun olduğu bir dönemde, Şah İsmail'in Anadolu'ya gönderdiği Nur Ali Halife, kendisine katılan Türkmen süvarileri ile Tokat'a girdi Burada Şah İsmail adına hutbe okuttu Ayrıca Şahkulu'da Antalya'da bir isyan başlattı


Yavuz Sultan Selim tahta geçince, taht mücadeleleri bitti Yavuz Sultan Selim ilk olarak Anadolu'daki Şah taraftarlarına karşı harekete geçti Anadolu'daki Şah İsmail taraftarlarını ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, savaş hazırlığı yapmaya başladı Hazırlıklarını tamamlayan Yavuz Sultan Selim, 23 Ağustos 1515'de Çaldıran Ovası'nda yapılan savaşta Şah İsmail'i yendi Bu yenilgiden sonra eski cesaretini kaybeden Şah İsmail, günlerini ayrı ayrı şehirlerde geçirdi


1524'de ölen Şah İsmail, Erdebil'de Şeyh Safiyüddin'in yanına gömüldü


Şair de olan Şah İsmail, Hatâyî mahlasıyla Türkçe tasavvuf şiirleri yazdı



SULTAN VELED



Anadolu Selçukluları devrinde, bugünkü Karaman, Lârende adıyla tanınıyordu Bir gün Lârende'ye sevinçli bir haber ulaşmıştı Ailesi ile birlikte Horasan'ın Belh şehrinden göçen ve birçok yerleri dolaştıktan sonra Anadolu'ya yönelen Sultan'ül-Ulema Bahaeddin Veled, oğlu Mevlâna Celâleddin'le birlikte, Lârende'ye geliyorlardı Haber kısa sürede bütün şehre yayıldı Lârende Valisi Emir Musa, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, Bahaeddin Veled'i karşılayarak sarayına davet etti


Hiç bir şehirde, hiç kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Bahaeddin Veled, burada da Emir Musa'nın davetini reddetti Kendisine uygun bir medrese gösterilmesini rica etti Emir Musa, yıllardır adını duyduğu bu şöhretli konuğa, hemen bir medrese yapılmasını emretti Kısa sürede medreseyi tamamladılar Bahaeddin Veled, ailesiyle birlikte medreseye yerleşti


Bu sırada Mevlâna genç bir bilgin olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz okuyor, araştırıyordu Bahaeddin Veled ile birlikte Belh şehrinden göçen ve Karaman'a yerleşen has müritlerinden Şerafeddin Lala'nın Gevher Hatun adında güzellikte eşsiz, melek huylu bir kızı vardı Bahaeddin Veled, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti Mütevazi bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı Bu mutlu evlenmeden bir süre sonra, 24 Nisan 1226 da Mevlâna Celâleddin'in bir oğlu dünyaya geldi, adını Sultan Veled koydular


Mevlâna'dan sonra Mevlevîliğin kurucusu, tanınmış bilgin ve şair, büyük mutasavvıf Sultan Veled'in yaşantısı, Karaman'da böyle başlamış, iki yıl sonra da, Selçuklu Sultanı I Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine, tüm aile, başkent Konya'ya gelip yerleşmişti


Sultan Veled, Konya'da büyümüş, öğrenimini Konya'da tamamlamıştı Onun fikir ve eserlerinde Mevlâna'nın etkisi büyüktür Babasının yakın dostları olan Şems-i Tebrizî, Selâhaddin-i Zerkubî, Çelebi Hüsameddin gibi tasavvuf bilginlerinin sevgisini kazanan Sultan Veled, bu ulu kişilere içtenlikle bağlanmış, onlara sonsuz bir saygı beslemiştir


Öyle ki, Mevlâna'nın ölümünden sonra, babasının yerine kendisi oturmamış, bu makama, babasının can dostu Çelebi Hüsameddin'i uygun görmüştü Çelebi Hüsameddin, 1284 yılında ölmüş, bu kez Mevlevî topluluğunun ısrarı üzerine Mevlevîlik postuna ancak o zaman oturmuş, Mevlevîliğin kurucusu olmuştur


Sultan Veled, ölüm tarihi olan 1312 yılına kadar, oğlu Ulu Ârif Çelebi'yle birlikte, Mevlâna'nın fikirlerini yayan, eserlerini tanıtan bir mürşid olarak Mevlâna’yı temsil etmiştir Devrin sultanları ve devlet ileri gelenlerince de sayılmış ve sevilmiş, Anadolu'da başlayan “Türkçecilik” akımına da uyarak birçok şiirlerini Türkçe yazmıştır Onun kaside ve gazellerinin bulunduğu, Divân'ından ayrı olarak, İbtidânâme, Rebabnâme, İntihânâme ve Maârif adlı dört büyük eseri vardır Bu eserlerinde Mevlâna'nın üslûbunu, fikir ve düşüncelerini bulmak mümkündür


Sultan Veled'in Türkçe şiirlerinde, çağdaşı ve fikirdaşı Yunus Emre'nin akıcılığı, coşkunluğu ve berraklığı bulunmamakla birlikte, XIII yüzyıl sonlarında başlayan, Anadolu'daki Türkçecilik akımına oldukça önemli katkıları vardır Türkçe, bir şiirinde şöyle seslenir:


Senin yüzün güneşdür yoksa aydır

Canım aldı gözün dahi ne aydır

Benim iki gözüm bil ki canımsın

Beni cansız koyasın sen bu keydür


Gözümden çıkma kim bu yer senindir

Benim gözüm sana yahşi saraydır

Ne oktur bu ne ok kim değdi senden

Benim boynum süngüydü şimdi yaydır


Sultan Veled'in İbtidâname adlı eserine Sultan Veled Mesnevisi de denir Veled bu eserinde, Mevlâna'yı ve onun dostlarını anlatmakta ve eserinin önsözünde şöyle demektedir:


(Babam, yaratılış ve huy bakımından bana en fazla benzeyen sensin sözüyle beni kardeşlerinin, müritlerin ve bilginlerin arasından seçmişti Ona benzemeye çalıştım Kendisi şiirler söylemiş, divânlar meydana getirmişti Ben de onun gibi bir divan meydana getirdim Sonra dostlar, Mevlâna'ya uyup bir divân tertip ettin, Mesnevi yolunda da ona uyman gerektir dediler Ona benzemek için bu işe başladım)


Görüldüğü gibi, Sultan Veled, ömrü boyunca babası Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin izini izlemiş, onun yolundan gitmiş, ona benzemek istemiştir


11 Kasım 1312 Cumartesi gecesi, 86 yaşındayken hayata gözlerini kapadığı zaman, dostları onu babasının sağ tarafına gömmüşlerdi Bugün Konya'da Mevlâna'nın Türbesindeki altın işlemeli sanduka, hem Mevlâna'yı hem de Sultan Veledi örtmektedir


Sultan Veled, Anadolu'da doğan fikir güneşleri arasında seçkin yerini her çağda korumuş, özellikle Mevlâna'nın eserlerini çoğaltan, fikirlerini yayan ve Mevlâna hayranlarını Anadolu'da küme küme bir araya getiren bir teşkilâtçı olarak Mevlevî tarihinde büyük önem kazanmıştır


TURGUT REİS


Türk denizcilerinin büyüklerinden olan Turgut Reis, Akdeniz’deki başarılarından dolayı büyük bir ün kazanmıştır Barbaros’tan sonra Venedik ve İspanyol donanmalarına karşı büyük zaferler kazanarak bütün Avrupa’yı titretmiştir Avrupalılar ona Dragot derlerdi Turgut Reis, elde ettiği başarılar ile tarih sayfalarını süslemiştir


Turgut Teis, 1485 yılında İzmir’in Menteşe sancağı dahilinde Seroluz nahiyesine bağlı bir köyde doğmuştur Babası Veli adında bir çiftçi idi Fakir bir köylü çocuğu olan Turgut, gençliğini çobanlıkla geçirdi İri vücutlu ve çok sağlam bünyeli idi Çok kuvvetli olduğu için pehlivanlığa merak etti Önüne geleni yeniyordu O devirlerde pehlivan ve yay çekenler serdengeçti yazılırlardı Sahil Çocukları da Korsan gemilerine levent olurlardı


Turgut günün birinde çobanlığı bırakarak İzmir’e indi Orada dolaşırken bir tellalın yüksek sesle sokaklarda, “Terlemeden, solumadan can vermek isteyen korsan yazılsın!” diye bağırdığını duydu Bunu işiten çoban Turgut içini çekti, sonra korsan yazılmaya karar verdi O, dağların çocuğu idi Fakat şimdi o, önüne serilen engin denizlere açılmak istiyordu


O bu düşünceler içinde iken İzmir limanına bir Türk korsan gemisi girdi Bütün direklerine elde ettikleri malları asmışlar, altında davul ve zurna çalarak levent zeybeği oynuyorlardı Turgut gözlerini açarak, yanık bağırları açık, kolları çıplak bu iri leventlere hayretle baktı Onlar gibi olmak için içi burkuldu Daha fazla dayanamayarak gitti, levent yazıldı O tarihte Turgut henüz 22 yaşında idi Korsanlar ilk defa onu topçu yaptılar


Artık denizlerde geziyor, korsanlık ediyordu Fakat onun en büyük emeli başlı başına bir gemiye sahip olmaktı Bu gayesine erişmek için yemedi, içmedi, para biriktirdi Nihayet bir gemi almaya muvaffak oldu


Turgut Reis Akdeniz’e açıldı İlk defa Selanik’ten buğday yüklü iki Venedik Gemisine Mataban Burnu’nda tesadüf ederek üzerine atıldı, bu gemileri zaptetti Bu onun ilk zaferi oldu Bir müddet sonra da büyük bir korsan gemisini ele geçirerek, küçük teknesini bir kadırga ile değiştirme imkanına sahip olmuştu O zamanlar maiyetinde yüz elli Türk korsan bulunmakta idi Forsaları bulunmadığından Sicilya sahillerine baskın yaparak birçok İtalyan’ı esir etmiş ve kürekçi yapmıştı


Artık ona korsanlık için geniş bir ufuk açılmıştı Cebelitarık’tan Ege Denizi’ne kadar bütün sahilleri dolaşıyordu Turgut, kısa bir zamanda yirmi kadırga ve kalitadan ibaret bir filoya sahip oldu Artık onun şöhreti Akdeniz’e yayıldı


Bu başarılarından sonra Cezayir’e giderek Barbaros Hayrettin’i kendine bir pir olarak tanıdı Barbaros, Turgut’u çok sevdi Arkadaşlarına onun başarılarını övdü, hatta bir gün:


Turgut benden ileri! Diyerek iltifat etti


Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’i muavin olarak kullandı


1540 yılında Turgut’un donanması, Korsika sahilindeki bir limanda demirli olarak yatıyordu Güneş henüz doğmak üzere iken, Turgut bir seccadenin üzerinde sabah namazını kıldı Namazdan sonra Kuran-ı Kerim okudu Bu esnada tayfaların telaşını duydu Bir tehlike olduğunu anlayarak gözlerini limanın ağzına dikti Buradan iki düşman harp gemisinin üzerlerine geldiğini gördü Fakat bu gemileri daha büyük gemiler takip ediyordu Bu korkunç donanma Kanuni Süleyman’ın en büyük rakibi olan İmparator Şarlken tarafından Turgut Reis’i yakalamak için gönderilen bir donanma idi Bu donanmanın kumandanı da meşhur Venedik Deniz Amirali Andrea Doria’nın biraderzadesi genç Jenatin Doria idi Bu genç kaptan, Akdeniz’i titreten bir kahramanı esir etmeye gelmişti


Turgut Reis bir kapana tutulduğunu hissetti Bu, onun için korkunç bir baskındı Turgut Reis derhal on iki gemisinin kumandasını eline aldı, bu gemileri yarıp geçebileceği ümidiyle altmış parça düşman harp gemisinin üzerine bir yıldırım süratiyle hücum etti Fakat düşmanlar birdenbire bunların üzerine topçu ateşine başladılar Türklerin de karşılık vermesiyle kanlı bir deniz savaşı başladı Fakat Türkler önlerindeki bu büyük seti aşamadılar Bu defa düşmanın sahildeki topları da üzerlerine ateşe başladı İki ateş arasında kalan Türk gemileri batıyor, bazılarının cephanelikleri ateş alarak berhava oluyordu Bu esnada Turgut Reis’in gemisine iki düşman gemisi rampa etti Gemilerden çıkan düşman askerleri Turgut Reis’in üzerine yürüyerek onu esir ettiler Bu koca deniz aslanını amirallerinin karşısına çıkardılar


Turgut Reis, kendisini esir edenin meşhur Andrea Doria olduğunu sanıyordu Fakat karşısında onun yerine tüysüz bir genci görünce bağlı olduğu zincirlerini şakırdattı ve koşarak:


Ah, demek ben böyle bir çocuğun esiri oldum! diye bağırdı


Bu söz üzerine genç amiral, Turgut’un üzerine hücum etti Çünkü Turgut Reis, zincirlerle bağlıydı Amiral Turgut’a yaklaşarak tokat atmak için elini kaldırdığı zaman Turgut gözlerini açarak üzerine hücum edince düşman askerleri üzerine saldırdılar Onu yakalayıp kürek mahkumlarının bulunduğu yere ayaklarından çaktılar Bu tarihte Turgut elli altı yaşındaydı O, artık tel kırbaçlar altında aç ve çıplak kürek çekiyordu Şimdi kaptan değil bir forsa idi


Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’in esir düştüğünü duyunca fena halde canı sıkıldı Hemen donanmasını alarak İtalya sahillerine gelerek her tarafı tehdit ettikten sonra Cenova’yı top ateşine tuttu Cenovalılar Barbaros’tan ne istediğini sordukları zaman:


Derhal Turgut’u teslim ediniz!Diye haber gönderdi


İtalyanlar bunu cana minnet bilerek, Turgut’u Barbaros’a teslim ettiler Turgut Reis bu suretle esaretten kurtuldu Bundan sonra Turgut Reis, Barbaros’la beraber Preveze Deniz Savaşı’na katıldı


Turgut Reis, bu zaferden sonra tekrar Akdeniz’e çıkarak bütün sahilleri vurmaya başladı 1548 yılında filosu ile Napoli’ye giderek bir kaleyi zaptetti, birçok ganimet elde etti


Bundan sonra Trablusgarb’a para götürmekte olan Malta Şövalyelerinin kadırgalarını zaptetti Avrupalılar Cebre adasını kendisine karargah yapmış olan Turgut’u yakalamak için kuşattılar Fakat Turgut Reis, gemilerin yağlı kızaklarla karadan yürütmek suretiyle adanın arka tarafına geçerek Akdeniz’e açılmaya muvaffak oldu Düşmanlar Turgut’u sıkıştırdıklarından emin sevine dursunlar, o onlara yardıma gelen bir gemiyi zaptetmek suretiyle kendilerine bir ders verdi


Kanuni Sultan Süleyman, Turgut Reis şöhretini duyunca, onu devlet hizmetine aldı Karlıeli Sancağı da kendisine verildi Fakat Sadrazam Rüstem Paşa, Turgut’u hiç çekemiyordu Çünkü kardeşi Kaptanı derya Sinan Paşa’ya rakip kabul ediyordu Turgut Reis bu entrikalardan üzüntülü olarak Tunus’a çekildi


Fakat Kanuni ona hediyeler göndererek gönlünü aldı Ayrıca Trablusgarb’ı fethederse, oraya kendisini vali tayin edeceğini de bildirdi Turgut, padişahın bu arzusunu yerine getirmek için Trablusgarb’ı fethetti Bunun üzerine Beylerbeyi rütbesiyle Trablusgarb valisi tayin olundu Bu suretle de paşalık rütbesine kavuştu On bir yıl Trablusgarp’ta valilik yaptı


Turgut Reis, Trablusgarb ve Bingazi’de valilik yaparken, Malta adasındaki şövalyeler rahat durmuyorlardı Burası bir korsan yatağı olmuştu


Günün birinde Mısır’dan gelen bir Türk gemisini Malta korsanları zaptettiler Bunu duyan Kanunî:


Bu eşek arılarını Malta kovanından kışkırtınız! Diyerek bir donanma hazırlattı


1564 yılında 181 gemiden oluşan bir donanma hazırlandı Otuz bin kişilik bir kuvvet de gemilere bindirildi Donanma kumandanlığına Piyale Paşa tayin olundu Askerî serdarlığa da Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa, biraderi Dördüncü Vezir Mustafa Paşa seçildi Turgut Reis de donanmasıyla Malta’ya hareket etti Donanma Malta’ya gelerek karaya asker çıkardı ve orada kanlı bir savaş yapıldı


Turgut Reis çok kuvvetli bir kalenin karşısına bir tabya yapmakla meşgul olurken, düşman istihkamlarından atılan bir gülle, yanında bulunan bir kayaya çarptı, bu kayadan kopan bir parça Turgut Reis’in başına isabet ederek seksen yaşında bulunan bu kahramanın başını parçaladı


Akdeniz’in ihtiyar kaplanı, aldığı bu yara dolayısıyla ağzından ve burnundan kanlar boşalarak yere yığıldı Turgut Reis’in şehit olduğunu gören Serdar Mustafa Paşa, omuzundaki kaputunu bu ihtiyar şehidin üzerine örttü Tabya bitince, Turgut Reis’in cesedini çadırına getirdiler


Turgut Reis Malta Adasında 1565’te şehit düştü Naşını alarak Trablusgarb’ta yaptırılan bir türbeye defnettiler


Turgut Reis, denizcilik tarihinin Barbaros’tan sonra en büyük kahramanıdır



TIMUR



Timur 1336'da Kes'de dogdu Türkler kendisine, Aksak Timur derlerdi Barlas asiretinin basbuglarindan Emir Turagay ile Tekina Hatunun ogluydu 1370 yilinda hükümdar olan Timur askeri ve idari düzenlemeler yapti 1373'de Harizm seferine çikan Timur, Kat sehrini ele geçirdi Daha sonra Celyirlilerin baskenti Hocend üzerine yürüdü ve sehri ele geçirdi Bu bölgede seferlere ve zaferlerine devam eden Timur giderek güçlendi 1379'da Harizm'i tamamiyla, 1381'de de Sebzvar'i, topraklarina katti 1384'de Iraki Acem'e giren Timur, ayni yil Esterabat'i ele geçirdi 1386'da Tebriz, Kars ve Tiflis'i aldi Azebaycan ve Ermenistan bölgelerindeki seferleri sonunda Karakoyunlulara karsi savasti ve 1387'de Dogu Beyazit, Ahlat, Adilcevaz ve Van'i ele geçirdi Iran'a yönelen Timur, Maraga, Rey ve Isfahan üzerine yürüdü 1389 yilinda Altinordu devleti üzerine sefere çikan Timur, iki kez zafer kazandi 1391 yilinda Mazerdan bölgesini ele geçirdi Timur, bütün Siraz ve Kirman'i ele geçirdikten sonra Bagdat, Tekrit, Erbil ve Musul'a hakim oldu Urfa'yi ele geçiren Timur bir süre sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlu beylerini kendine bagladi 1395 yilinda Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü Özi irmagi kiyisinda bulunan Kirim ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova'ya dayandi 1398'de Hindistan'a girdi Delhi'yi ele geçirdi 1400'de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çikma karari aldi Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl'e geldi Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur'dan kurtulmak için Osmanli padisahi Yildirim Bayezid'e sigindilar Bayezid, Timur'a bagli olan Erzincan'i ele geçirdi Timur ise 1400 yilinda Erzincan'a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni sehirlerini ele geçirdi Suriye üzerine yürüyen Timur Halep'i aldi ve Sam'i kusatti ve aldi 1402 yilinda Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya dogru hareket etti Ankara'da Çubuk ovasinda yapilan savasta Osmanli Kuvvetlerini büyük bir bozguna ugratan Timur, Yildirim Bayezid'i esir aldi Bir yil Anadolu'da kalan Timur bütün Anadolu illerini ele geçirdi 1403'de Gürcistan, 1405'de Çin seferine çikti Pir Muhammed'i yerine veliaht birakan Timur, Otrar'da öldü


TIMUR'UN HAYATI


Timur Cengiz'den 110 yil sonra 1336'da dünyaya gelmistir Babasinin adi Taragay (Turgay) idi Türkistan'da Kes ve Nahsep valisi idi Annesi Cengiz Han sülalesinden Tekin Hatun idi Ailesine Köregen (Gürgan-Gürkan) denirdi ki, güzel demektir En eski Türkçe'deki hali ise kurikan'dir Rivayete göre, atalarindan Sahkuli Bahadur, bir rüya görür Rüyasinda kendinden 8 tane yildiz çikar Bunlardan sekizincisi pek parlak olup dünyanin dört bir yanina isik saçar Tabirciler Sahkulu'ndan 7 göbek sonra bir oglan dünyaya gelecegini, ve büyük bir devlet kuracagini söylerler Iste bu oglan Timur'dur Timur "demir" demektir Osmanlica'da demir "timur" diye yazilirdi O oönemde Türkistan ve Sogd diyarinda Kazgan Han hüküm sürüyordu Iyi ata binen, iyi kiliç kullanan ve attigi oku yüzük deliginden geçiren Timur, Kazgan Han'in ordusunda görev almis ve meziyetleri ile hemen göze girmisti Kazgan Han onu Celayirler'den Olcay Türkan adli prensesle evlendirmisti Ancak Kazgan Han müstebid bir kisiydi Halki tarafindan öldürüldü Yerine geçen üç han da pespese ayni akibete ugradi Ülkeyi kargasa sardi Iste bu dönemde Timur'un mensup oldugu Gürkan Türk boyu ile Celayir Türk boyu onun etrafinda kenetlendiler Nihayet karisiklik duruldu ve Çagatay tahtina Tukluk Timur oturdu Bu han da Timur'a kumandanlik verdi Böylece Timur hem bulundugu Maveraünnehir'de siyasetle ilgilenmeye basladi, hem de sofi seyhi Pir Kutb-ül Aktab Zeyneddin Ebubekir'e intisap ederek manevi yönünü gelistirmeye çalisti Bu zati sonradan sadr yapmistir (6) Timur, Zeyneddin Ebubekir'in yanisira Mir Seyyid Serif ve Hoca Bahaeddin'den de egitim görmüstür ki, bu ikincisi Naksibendi tarikatinin kurucusu idi Manevi yönü kuvvetli olmasina ragmen Timur, siyasette her seyi mubah sayardi Onun için Hakan'i hediyelerle elde etmeye çalisir, Hakan bir sey sorarsa, ona yanlis seyler söyler, etrafindaki iyi adamlari bir vesile ile uzaklastirip yerlerine kendi akrabalari olan Barlas ve Celayir boyu mensuplarinin yerlestirirdi Nihayat kendini Hakanin oglu Ilyas Hoca'ya vezir ve kumandan tayin ettirdi Ancak bir süre sonra Han, Timur'dan kuskulaninca, valilikten istifa edip sadece kumandanlikta kaldi O sirada Ilyas'in askerleri yagmaciliga baslamislardi Halk ile "menla" diye bilinen hocalar (7) ve dervis takimi ayaklandi Askerler 70 menlayi zincire vurdular Timur'un bekledigi firsat çikmisti Askerleri ezip menlalari kurtardi O tarihten sonra, Timur'un hayatinin akisi degisti Halk onu din kurtaricisi gibi görmeye bayladi O ise kendine, "Men Timur, Tangri kulu" diyordu Bu olay üzerine Hakan kendisini idama mahkum etti Timur da din ehli ile bir anlasma yapti Arkasindan 60 adamiyla birlikte daga çikti Pesinden gönderilen 1000 kisilik bir orduyu maglup etti Üç yil dagda efe hayati yasadi Bir defasinda bir eskiyanin eline karisiyla birlikte esir düstü, ama bir yolunu bulup kurtuldu Çevresine toplanan insanlarin sayisi gittikçe artti Seyyidler de onu desteklemeye basladilar(8) Bir süre sonra Timur güçlendi Horasan'i, Afganistan'i ve Kandehar'i aldi Bu arada yaptigi bir savasta ayagindan okla yaralandi ve hayati boyunca topal kaldi Bundan dolayi da Timurlenk diye anildi Timur güçlenince, Çagatay Sülalesi'ni (9) ülkesinden atmisti Bir süre sonra da Kazgan'in oglu Hüseyin'i bertaraf etti Türk diyarinda rakipsiz kaldi 1369'da ak keçe üzerinde Türk töresine göre Han ilan edildi Semerkant'i kendine payitaht yapti Timur, Samanist Cengiz Han'in kanunnamesi olan "Yasak"i kaldirip yerine "Seriat"i getirdi "Yarlik"i kaldirip yerine "Tüzük"ü koydu Halki 12 sinifa ayirdi Bütün tarhanliklari vakif yapti(10) Türk örfüne göre isleyen mahkemeleri, seriat esasina çevirdi Ahali bu degisikliklere ayak uydurmakta çok zorluk çekti Ancak kolayca görülüyor ki, Asya'nin müslümanliga adapte olmasinda Timur'un payi büyüktür O tarihlere kadar Türkler ISLAMI ESASLARI kendi kültürleriyle yogurmuslar ve Islam'in en güzel sekli diyebilecegimiz TÜRK ISLAM ANLAYISI'na ulasmislardi Ancak islami kurallarin kanunlar halinde uygulanmasina pek geçilmemisti Timur bunu sagladi Timur 6 yilda 5 defa Türkistan'a sefer düzenledi Sonra Iran'daki Siyistan'i, Mazenderan'i aldi Itaatsizlik eden Mogollari tepeledi Bu olay da Timur'un Cengiz soyundan olmasina ragmen, "Mogol" sayilarak dislanamiyacaginin bir baska delilidir Kaldi ki, Mogollarin da bizden sayilmasi gerektigini, daha önce belirtmistik 1387'de Isfahan'da bir demirci ayaklanip 3,000 askerini öldürünce, Isfahan'i yakti(11) Öldürdügü 70000 kisinin kellesinden küleler yapti Sonradan bu olay bazi Kürt militanlarin kendilerine bir "Demirci Kawa" efsanesi uydurup, devrim edebiyati yapmalarina yol açmistir Azerbeycan'i Dogu Anadolu'yu zaptetti Bilindigi gibi, Timur'un atasi Cengiz'in soyu Asya'yi hemen tümüyle kontrolleri altina almislardi Türkler zaten Çin'in kuzeyinde asirlardir hüküm sürüyorlardi Kubilay ile Güney Çin'e de hakim olmuslardi Ancak 1370'de çikan bir ihtilal, Türklerin Çin'den büsbütün çekilmelerine yol açmistir Batida ise Cengiz'in oglu Cuci soyu hüküm sürüyordu Kirim'da Toktamis Han, Kipçak diyarinda Seyban Han ve Volga taraflarinda da Orus Han vardi Bu kardes çocuklari birbirleriyle ugrasmadan duramiyorlardi(12) Iste o siralarda Orus Han, Toktamis Han'i maglup etmis, Toktamis ta Timur'a siginmisti Timur da kendisine Otrar bölgesinde arazi verdi Orus Handan sonra basa geçen Mamay, Moskova Prensi Dimitri Ivanoviç'e 1378'de yenildi Bu suretle o tarihlerde 1-2 milyonu geçmiyen Ruslar güçlendiler, yayildilar Bir kisim Türkleri ruslastirarak çogaldilar Bu maglubiyetimizin abideleri, tablolari Rus sanatinda önemli bir yer tutar Her nekadar bir süre sonra Toktamis Han, gelip Ruslari maglup ettiyse de, Timur'la arasi bozuldugu için, Ruslar yok olmaktan kurtuldular (1382) Timur 1389'da tekrar Kipçak diyarina ve Toktamis'a saldirdi Onu Moskova'ya kadar kovaladi Sonra Rusya'yi da ele geçirerek Macaristan'a kadar yayildi (1391) Bu savaslarin hepsinde yaninda, kendisinin tahta oturacagini çok önceden haber veren Imam Berke vardi Timur yerine Cengiz Han olsaydi, ele geçirdigi yerleri ülkesine katardi Timur ise, zaferden sonra Semerkant'a döndü Kisacasi Timur, Cengiz'in en önemli gücü olan idareci ve memur kadrosuna sahip degildi Bu yüzden de çok yer fethetmesine ragmen semeresini topliyamamistir Zaptettigi topraklardan ayrildiktan sonra oradaki hakimiyeti sona ermistir Bu, Anadoluda da böyle olmustur Kuzey Asya, yani Sabir Türkleri (13) ve diger Türk boylari müslüman da olsalar, Samanist te; seriatçi Timur'dan pek hoslanmiyorlardi Onun için Timur çekilince Toktamis'i desteklemislerdir O diyarlarda hala çalinip söylenen Toktamis türküleri vardir Azerbeycan'a gelince, orada hüküm sürmekte olan Ilhanli (Cengiz) soyundan Han, Timur'un torunu Pir Muhammed'e kizini vererek onunla akraba oldu Timur, Siyistan, Belücistan, Afganistan, Dogu Anadolu'dan sonra Iran'i ve Irak'i zaptetti Bagdat'i aldi, Kerbela'ya dayandi(1392) Sonra Gürcistan'i ele geçirdi Siraz Valisi Sah Mansur isyan edince, 17 yasindaki oglu Sahruh'un katildigi bir savasta onu maglup etti Sahruh, Mansur'un basini kesti, getirip babasinin önüne atti Timur da, Sahruh'u Horasan, Sicistan, Mazenderan'a padisah yapti Iran'i oglu Ömer'e, Azerbeycan'i da oglu Mirza'ya verdi 1398'de Hindistan seferine çikti Amaci oradaki despot prenslikleri ortadan kaldirarak kafirleri müslüman yapmakti Ama Timur nedense hep Türk ve müslüman olanlarla savasmis, bu yüzden de belki kafirlerin güçlenmesine bile sebep olmustur Hindistan'da öyle oldu Saldirisinin odak noktasini Delhi Sultani Mahmud-u Guri teskil ediyordu Timur Sind irmagindan Ganj'a kadar olan kismi zaptetti Delhi'yi muhasara etti Mahmud fillerini öne sürdü Timur'un atlari korkup geri çekildi Ama ertesi gün Timur arabalar üzerinde saman yakarak filleri bununla karsiladi Bu sefer de filler ürktüler Delhi düstü Timur müthis bir katliam yapti Anlasilmaz görünse de, sonra ilim ve sanat adamlarini aldi, Semerkant'a götürdü Gittigi her yerde böyle yapmistir TIMUR'UN KISILIGI Timur sadece cengaver yönüyle bilinir Ancak arkasinda pek çok eser biraktigi gibi, ilk botanik ve hayvanat bahçeleri sayilacak bahçeler de düzenletmistir Hanlar, hamamlar, kervansaraylar yanisira Amu Derya ve Siri Derya arasinda pek çok kanal açtirmis ve bölgenin refaha kavusmasini saglamistir Ipekçilige, kagit imaline önem vermis, kenevir ve keten ekimini de o baslatmistir Adam seçmesini bilir, böylece islerin düzenli gitmesini saglardi Halk ile daimi temasta idi Adalet hissi pek güçlüydü Çocuklarini da çok iyi egitmis, onlarin sefahattan uzak kalmasini saglamistir Sahruh'un oglu Ulug Bey ise büyük bir matematikçi ve astronom olmustur Diger torunu Babür Sah ile onun oglu Hümayun, onun oglu Ekber Han da alim ve feylezof kisilerdi Kurdugu ilim merkezleri medreseler, Semerkant'a toplanan alimler Türk dünyasina oldugu kadar Osmanli Devleti'ne de 200 yil hizmet vermistir Eger Semerkant olmasaydi, Osmanli Devleti çok daha önce gerilemeye baslardi Timur ayrica Türkçe yazan hükümdarlardan oldugu gibi, onun zamaninda Türkçe eser verme aliskanligi da artmisti Daha önce Ahmed Yesevi ve Yusuf Has Hacip vardi ama bu konuda Timur'un katkisi Karamanoglu Mehmet Bey'den fazladir Timur Meshed'e girdiginde ilk önce Eba Müslim Horasani'nin mezarini ziyaret etmis, Firdevsi'nin mezarina ayagiyla vurup, "Kalk ta Türk'ü gör!" demistir



Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.