Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaÖNEMLİDİR LÜTFEN OKUYUNUZ İlk mesaj olduğu için mesajda düzenleme yaparak bu konuyla ilgili bir sorunu çözmek istedim Türk tarihinde önemli olan kişiler sayılamayacak kadar çoktur dolayısıyla konuya eklenecek mesajların sonunun gelmesi mümkün değildir bazı Türk büyüklerinin iki hatta üçer defa konuya eklenmiş olduğu tarafımdan tespit edilmiştir ilerleyen zamanlarda bunun kontrolünün daha zor olacağı düşüncesi ile mesaj tekrarını önlemek adına konuda yer alan Türk büyükleri burada sürekli güncellenerek belirtilecektir lütfen buradan takip etmeden konuya ekleme yapmayalım arkadaşlar saygılar Konuya Eklenmiş Olan Türk Büyükleri 1-Fatih Sultan Mehmed 2-Genç Osman 3-İsmet İnönü 4-Celal Bayar 5-Cemal Gürsel 6-Cevdet Sunay 7-Fahri Korutürk 8-Kenan Evren 9-Turgut Özal 10-Dede Korkut 11-Nasreddin Hoca 12-Yunus Emre 13-Katip Çelebi 14-Evliya Çelebi 15-Köroğlu 16-Bilge Kaan 17-Oğuz Han 18-Ulubatlı Hasan 19-Yıldırım Bayezid 20-Sultan II Murad 21-Sultan Çelebi Mehmed 22-Mustafa Kemal Atatürk 23-Attila 24-Osman Gazi 25-Murad Hüdavendigar 26-Sultan II Bayezid 27-Yavuz Sultan Selim 28-Kanuni Sultan Süleyman 29-Sultan II Selim 30-Sultan III Murad 31-Sultan III Mehmed 32-Sultan I Ahmed 33-Hasan Tahsin 34-Ahmet Yesevi 35-Enver Paşa 36-Rauf Denktaş 37-Nene Hatun 38-Babaros Hayreddin Paşa 39-Alparslan 40-Piri Reis 41-Sultan II Abdülhamid 42-Mehmet Akif Ersoy 43-Karamanoğlu Mehmed Bey 44-Mareşal Fevzi Çakmak 45-Mimar Sinan 46-Cengiz Han 47-Ali Kuşçu 48-Oğuz Kaan 49-Bilge Tonyukuk 50-Yörük Ali Efe |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaFATİH SULTAN MEHMED HAN Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu Eşsiz bir komutan ve idareciydi Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı Şair ve açık görüşlüydü Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı Azim ve irade sahibiydi Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı Devlet yönetiminde oldukça sertti Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi 20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı HzMuhammed'in (SAV) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi İSTANBUL'UN FETHİ Fatih Sultan Mehmed padişah, olduktan sonra ilk iş olarak, devamlı ayaklanma çıkaran Karamanoğlu Beyliğine karşı sefere çıktı Karamanoğlu İbrahim Bey af diledi Fatih İstanbul'un fethini düşündüğü için onu bağışladı Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı İstanbul'un Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi Bu sayede Boğazlar'ın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150000 ile 200000 arasındaydı Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı Fatih Sultan Mehmed Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı Ciddi çarpışmalar cereyan etti Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi Sırbistan (1454,1459), Mora (1460), Eflak (1462), Boğdan (1476), Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik (1463-1479), İtalya (1480) ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki hakimiyetini pekiştirdi Sırbistan Krallığı tamamen ortadan kaldırılıp Osmanlı sancağı haline getirildi, Mora tamamen fethedildi, Eflak Osmanlı eyaleti yapıldı, Bosna tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı, Arnavutluk ele geçirildi 16 yıl süren Osmanlı-Venedik Deniz Savaşları sonunda Venedik barış imzalamayı kabul etti İtalya'ya yapılan sefer sırasında Roma'nın fethi açısından çok önemli bir merkez olan Otranto, fethedildi ancak Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine geri kaybedildi KIRIMIN FETHİ ve KARADENİZ Fatih Sultan Mehmed, Karadeniz'e de hakim olmak istiyordu Venedik ve Cenevizlilerin İslam dünyasının aleyhine yaptıkları esir ticaretini önlemek, İstanbul'a gelen ticari malların taşınmasında esas rolü oynayan Kırım sahillerini ele geçirmek, Karadeniz'i bir Türk Gölü haline getirmek amacıyla hareket eden Fatih, işe 1459'da Amasra'yı fethederek başladı 1460'da Candaroğulları Beyliği'ne son verildi 1461'de Trabzon'un, 1475'de de Kırım'ın fethiyle Karadeniz bir Türk gölü haline geldi Bu sayede Karedeniz'deki Ceneviz üstünlüğü sona erdi ve İpekyolu'nun tüm denetimi Osmanlı Devleti'ne geçti OTLUKBELİ SAVAŞI Karamanoğlu İbrahim'in 1464'te ölmesi üzerine oğulları birbirlerine düşmüşlerdi Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yardımıyla İshak Bey Karamanoğlu beyliğine sahip oldu Bunun üzerine diğer oğlu Pir Ahmed Bey Fatih Sultan Mehmed'den yardım istedi ve gelen yardım sayesinde Beyliği ele geçirdi Fakat Pir Ahmed Bey bir süre sonra gidip Venediklilerle anlaşınca, bu duruma sinirlenen Fatih Sultan Mehmed, Karaman Seferi'ne çıkmaya karar verdi Konya ve Karaman alınarak Osmanlı'ya bağlandı Karaman halkı İstanbul'a ve çeşitli yerlere göç ettirildiler Pir Ahmed Bey kaçarak Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a sığındı Bu olay Osmanlılarla Akkoyunluların arasının açılmasına neden oldu Osmanlılar Avrupa ve Anadolu'daki topraklarını genişletirken, Akkoyunlular Devleti'de Doğu Anadolu, Kafkasya, İran ve Irak üzerinde hakimiyet kurmuşlardı Sınırlarını genişleten iki Türk Devleti arasında büyük bir savaş kaçınılmaz olmuştu Otlukbeli mevkiinde 11 Ağustos 1473'de yapılan savaşta, devrin en kuvvetli savaş tekniğine ve araçlarına sahip olan Osmanlı ordusu, Uzun Hasan'ın kuvvetli süvarilerden kurulmuş olan ordusunu birkaç saatte dağıttı Bu savaştan sonra Akkoyunlular bir daha kendilerini toparlayamadılar Fatih Sultan Mehmed, Akkoyunlu tehlikesini bu şekilde engellemiş oldu Anadolu'da ve Rumeli'de birçok sefer düzenleyip pek çok zafer kazanmıştı Buna rağmen güneyde güçlü bir devlet konumunda olan Memlüklerle problemler yaşandığı halde sıcak bir savaştan kaçınmıştı DENİZLERDE DURUM İstanbul'un fethiyle ticaret yollarının hakimiyeti Osmanlılara geçmişti Ancak denizlerde Venedik ve Cenevizliler'in etkinliği devam ediyordu Fatih ticaret yollarının güvenliğini sağlamak ve korsanlardan kurtulmak için Ege adaları üzerinde siyasetini ağırlaştırdı Ege adalarına seferler düzenlendi Yeni tersaneler ve gemiler inşa edildi Rodos seferine çıkıldıysa da alınamadı İDARİ DÜZENLEMELER Fatih Sultan Mehmed, klasik manada Osmanlı devletinin idari kurucusu sayılabilir İstanbul'un fethinden sonra kendisini Kaiser-i Rum (Doğu Roma İmparatoru) ilan etmiş ve devlet müesseselerini yerleştirmiştir Fatih Kanunnamesi ile Atam-Dedem Kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirmiş ve buna Kanunname-i Ali Osman denmiştir Divanın idaresini sadrazamlara bırakarak, işleri kafes arkasından takip etmeye başlamış, mutlak vekilim dediği sadrazamı geniş yetkilerle donatmıştır Ayrıca defterdar, kazaskerler ve diğer üst düzey devlet erkanının görevleri tarif edilmiştir Yeniçeri ordusu 10000'e çıkarılarak güçlü bir merkezi ordu teşkil edildiğinden uç beylerinin önemi azalmış, böylece merkezi idare sağlamlaştırılmıştır Anadolu ve Rumeli'nin en kudretli devletinin hükümdarı olarak "Han" ünvanını ilk defa o kullamıştır İstanbul'un fethinden sonra Yıldırım Bayezid zamanında elden çıkan topraklar yeniden kazanılmış, hatta Rumeli ve Karadeniz kıyılarında yeni yerler fethedilmiştir Kırım'ın fethi ile Karadeniz bir Türk gölü haline getirilmiş, Anadolu birliği tamamlanmış ve Rumeli'deki Türk varlığı Belgrad'a kadar uzanmıştır İstanbul, Fatih zamanında bir ilim ve sanat merkezi haline gelmiş, Fatih medreseleri klasik Osmanlı medreselerinin temelini oluşturmuştur Şairler ve ilim adamları için bir cazibe merkezi haline gelen İstanbul'a bütün İslam dünyasından bilginler gelmeye başlamıştır FATİH'İN İNSAN HAKLARI AHİDNAMESİ Fatih Sultan Mehmed, Bosnayı fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dini serbestiyest getirmiştir Fatih Sultan Mehmed'in buradaki latin papazlarına verdiği 883 (1478) tarihli ferman suretinde; "Nişanı-ı hümayun şu ki Ben ki Sultan Mehmed Han'ım; üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Sözkonusu rahiplere ve kiliselerine hiçkimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri ve göğü yaratna Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki, yukarda belirtilen hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir" Bu ferman suretinde de görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaGenç Osman (1604 - 1622) Sultan Genç Osman, 3 Kasım 1604 yılında İstanbul'da dünyaya geldi Babası Birinci Ahmed, annesi Mahfiruz Haseki Sultandır Mahfiruz Haseki Sultan Rum'dur Sultan Genç Osman 14 yaşında iken, amcası Sultan Birinci Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine Osmanlı tahtına oturdu Annesi onun yetişmesi için çok titiz davrandı Sultan Genç Osman iyi bir terbiye ve tahsil gördü Arapça, Farşça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klasiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel öğrendi Çok güzel bir yüzü olan Genç Osman, zeki, enerjik, atılgan, cesur ve gözü pek bir padişahtı Sultan Genç Osman, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es'ad Efendinin ve Pertev Paşa'nın kızları ile evlendi Yavuz Sultan Selim devrinden itibaren padişah saray dışından evlenmediği için bu davranış önemli bir değişiklik oldu Kendisine planlarını uygulayacak bir sadrazam bulamadı Tarihte eşine az rastlanır bir şekilde tahtan indirilerek, Yedikule zindanlarında boğularak şehit edilen Sultan Genç Osman, babası Sultan Birinci Ahmed'in Sultanahmed Camii'nin yanındaki türbesine defnedildi Tahta çıkar çıkmaz devlet erkanı içindeki üst düzey yetkilileri değiştiren, müderris ve kadıların atanma yetkilerini şeyhülislamdan alan Sultan Genç Osman çok yenilikçi bir padişahtı İRAN İLİŞKİLERİ Sultan Genç Osman tahta çıktığı sırada Sadrazam Halil Paşa, İran seferindeydi Osmanlı ordusu Pul-i Şikeste'de yenilmesine rağmen, İranlılar, mukaddes saydıkları Erdebil şehrinin Osmanlılar'ın eline geçme ihtimali üzerine barış istediler Serav sahrasında, daha önce iki devlet arasında imzalanan Nasuhpaşa antlaşması baz alınarak imzalanan Serav antlaşmasıyla barış tekrar sağlandı (26 Eylül 1618) İTALYA VE AKDENİZ SEFERİ Halil Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1620 yazında Akdeniz seferine çıktı İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Navarin'e gelen donanma, buradan da kuzeye, Adriyatik'e doğru yöneldi Dıraç'da iki İtalyan gemisini ele geçirdikten sonra İtalya'ya asker çıkardı ve İspanyollara ait olan liman şehri Manfredonia'yı işgal etti LEHİSTAN SEFERİ Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında bir dostluk mevcuttu Dinyester Irmağı iki ülke arasında sınır oluşturuyordu Osmanlı-Avusturya Savaşlarında Lehistan ilişkileri gerginleştiyse de barış bozulmamıştı Fakat askeri birliklerin geçimini Lehistan'a yaptığı akınlarla sağlayan Kırım Hanı, barışa aykırı hareket ediyordu Bunun yanı sıra Lehliler Boğdan işlerine müdahaleden geri kalmadıkları gibi, Boğdan'a ait Hotin kalesini işgal etmişlerdi (1617) Ayrıca Eflak ve Erdel'in iç işlerine müdahale etmeye devam ediyorlardı Bu olaylar üzerine Sultan Genç Osman, kendisine yapılan muhalefetlere rağmen Lehistan seferine karar verdi Bu arada Özi Beylerbeyi İskender Paşa komutasındaki birlikler, Purut kıyısında bulunan Yaş'ta, Lehlileri bozguna uğratmıştı (20 Eylül 1620) Sultan Genç Osman, 1621 yılının Nisan ayında Lehistan Seferine çıktı Lehler yeni ve daha büyük bir ordu meydana getirme çabasındaydılar Avusturya'dan yardım alarak ordularını takviye ettiler Osmanlı Ordusu 2 Eylül 1620'de Hotin önlerine geldi Kale kuşatıldı ve Hotin kalesi önlerinde yapılan meydan savaşında, düşman siperlerinin ele geçirilememesi, askerlerin şevk ve heyecanını oldukça yıprattı Yeniçerilerin de kendilerini tam olarak savaşa vermemeleri, bu savaşın kesin bir netice ile sonuçlanmamasına yol açtı Lehistan elçilerinin savaşa kendilerinin neden olduklarını bildirmesi üzerine Hotin Antlaşması yapılarak sefere son verildi (29 Eylül 1621) Antlaşmaya göre Lehler ve Osmanlılar birbirlerinin topraklarına saldırmayacak Lehistan eskiden olduğu gibi Kırım Hanına 40000 düka altın verecekti YENİLİK HAREKETLERİ Sultan Genç Osman, Lehistan seferindeki başarısızlığının sebebi olarak askerin gayretsizliğini görüyordu Askeri alanda bazı yenilikler yapma fikri böylece gelişti İşe Kapıkulu ocakları ile başladı Yaptırdığı sayımda, asker sayısının maaş defterindeki kişi sayısından az olduğunu anlayınca fazladan para vermeyi kesti Bu durum da, daha önce fazladan gelen paraları kendi ceplerine atan zabitlerin, Sultan Genç Osman'a düşman olmalarına yol açtı Sultan Genç Osman; her şeyin farkındaydı, ancak tecrübesiz olması yüzünden istediği yenilikleri yapamıyordu Anadolu, Mısır ve Suriye askerlerinden oluşacak yeni bir ordu kurmak istiyordu Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilatlarını yeniden kurmak, yeni kanunlar çıkarmak gibi yenilikçi düşünceleri de vardı Kapıkulu Ocakları bu durumdan rahatsızdı ve bunu belli etmekten kaçınmıyorlardı Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin başında bulunduğu ilmiye sınıfı ise fikir belirtmiyordu Sultan Genç Osman'ın Haleb, Erzurum, Şam ve Mısır beylerbeylerine asker yazdırmak için gizli bir irade gönderdiğinin sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, bardağı taşıran son damla oldu Sultan Genç Osman asker toplamak için Anadolu'ya bizzat kendisi gitmek istiyordu Bu arada İstanbul'a, Dürzi lider Maanoğlu Fahreddin'in Lübnan'da bir isyan çıkardığı haberi geldi Sultan Genç Osman bunu bir fırsat bilerek, isyanı bastırmak için Anadolu'ya gideceğini söyledi Ancak Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Es'ad Efendi, koskoca padişahın küçük bir isyan için Anadolu'ya gitmesine gerek olmadığını söyleyerek, Sultan Genç Osman'ın Anadolu'ya geçmesini engellemeye çalıştılar Başka bir çaresi kalmayan Sultan Genç Osman, hacca gideceğini ilan etti Daha önce hiçbir padişah hacca gitmemişti Sadrazam Dilaver Paşa ve Şeyhülislam Es'ad Efendi çok uğraştılarsa da Sultan Genç Osman fikrinde kararlıydı Padişahın geçeceği güzergah üzerindeki vilayetlerin beylerbeyleri haberdar edildi ve hazırlık yapmaları istendi Sultan Genç Osman'ın yanında 500 yeniçeri ve sipahi olacak, geri kalan asker İstanbul'un korunması için İstanbul'da kalacaktı Sadrazam, defterdar, nişancı, rikab ümerası, gedikliler, 40 müteferrika ve 40 divan katibi hac kafilesinde yer alıyordu GENÇ OSMAN'IN ŞEHİT EDİLMESİ Padişah otağının Üsküdar'a kurulacağı günden bir gün önce Yeniçeriler Süleymaniye'de toplandılar Ayaklanan yeniçeriler saraya girip bazı devlet adamlarını öldürdüler Yeniçeri ve sipahileri ikna etmek isteyen Sultan Genç Osman, yeniçeri ağalarını merhamete getirmeye çalıştı Ancak bunda başarılı olamadı Yerine kardeşi Sultan Birinci Mustafa ikinci kez tahta çıkarıldı İsyancılar o an için Sultan Genç Osman'ı öldürülmesini düşünmüyorlardı Ancak Sultan Genç Osman'ın ne kadar dirayetli bir padişah olduğunu bilen isyanın elebaşları padişahın Yedikule zindanlarına götürülüp orada öldürülmesini istediler Sultan Genç Osman sekiz tane cellata kahramanca karşı koymasına rağmen boğularak şehit edildi Sultan Genç Osman'ın naaşı, ertesi gün Sultanahmed Camii'nde kılınan cenaze namazında sonra Sultan Ahmed Camii'nde babasının türbesine defnedildi Sultan Genç Osman'ın şehit edilmesi Anadolu'da bazı isyanların çıkmasına sebep oldu Osmanlı halkı padişahın şehit edilmesini hiçbir zaman hazmedemedi Sultan Genç Osman, gençliğinin en güzel günlerinde tahta çıkmış ve hep milletinin iyiliği için çalışmış, azim ve irade sahibi bir padişahtı Ancak gençliği ve tecrübesizliği kendisine bu hazin sonu hazırladı |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her Daldaİsmet İnönü 11 KASIM 1938 22 MAYIS 1950 1884 yılında İzmir'de doğdu İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta tamamladı Bir yıl Sivas'ta Mülkiye İdadisi'nde okuduktan sonra, 1897 yılında İstanbul'daki Mühendishane İdadisi'ne gitti 1901'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a (topçu okulu) giren İsmet İnönü, bu okulu 1903'te topçu teğmeni olarak bitirdi 1906'da Erkân-ı Harbiye Mektebi'ni birincilikle bitirerek kurmay yüzbaşı rütbesiyle Edirne'deki 2 Ordu'nun 8 Alay'ında bölük komutanlığına atandı 1908'de kolağası oldu ve 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) olarak bilinen ayaklanmayı Selanik'ten gelerek bastıran Hareket Ordusu'nda görev aldı 1910-1913 yılları arasında Yemen İsyanı'nın bastırılması harekâtına katıldı Bu ve bundan önceki görevlerinde hudut problemleri ve asilerle yapılan anlaşmalarda başarılı hizmetleri ve meslekî özellikleriyle dikkati çekti Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi'nde Kolordu Komutanı olarak Atatürk'le birlikte çalıştı ve yıllardır süren dostlukları ile devletin geleceği hakkında ortak fikirleri gelişti Suriye Cephesi'nde savaştı; Millî Mücadele sırasında Atatürk'ün en yakın silâh arkadaşı olarak çalıştı 23 Nisan 1920'de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Edirne milletvekili olarak katılan İsmet Bey, 3 Mayıs'ta İcra Vekilleri Heyeti'nde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili oldu Albay İsmet Bey, mebusluk ve bakanlık da uhdesinde kalarak Garp Cephesi Komutanlığı görevine getirildi Kuruluş aşamasındaki düzenli ordu ile Çerkes Ethem ayaklanmasının ve iç isyanların bastırılmasında etkin rol oynadı Ocak ve Nisan 1921'de I ve II İnönü savaşlarında Yunan ilerlemesini durdurdu İnönü zaferleri, Ulusal Ordu'ya güven duyulmasını sağladı, Ulusal Kurtuluş Hareketini yürütenlere moral ve güç verdi Birinci İnönü Savaşı sonunda tuğgeneral rütbesine yükseldi Sakarya Meydan Savaşı ve Büyük Taarruz'dan sonra kazanılan zafer üzerine Mudanya Ateşkes toplantısında Büyük Millet Meclisi'ni temsil etti Lozan Barış Konferansı'na Dışişleri Bakanı ve Türk heyeti başkanı olarak katıldı Görüşmeler sırasında Ulusumuzun çıkarlarını titizlikle savunan ve koruyan İsmet İnönü, 24 Temmuz 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin tanınmasını sağlayan Lozan Antlaşması'nı imzaladı Cumhuriyetin ilânından sonra 1923-1924 yıllarında ilk hükûmette Başbakan olarak görev aldı, aynı zamanda Halk Fırkası Genel Başkan Vekilliği'ni üstlendi 1934'te Soyadı Yasası çıktığında Atatürk'ün verdiği İnönü soyadını alan İsmet Paşa, Başbakanlık görevini 1924-1937 yılları arasında da sürdürdü İnönü, Atatürk devrimlerinin gerçekleştirilmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sağlam temeller üzerine oturtulmasında Atatürk'ün en yakın çalışma arkadaşıydı Atatürk'ün ölümünden sonra 1938 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi Cumhurbaşkanlığı'nın yanı sıra CHP Genel Başkanlığı'na da getirildi CHP'nin 26 Aralık 1938'de toplanan I Olağanüstü Kurultay'ında partinin "değişmez genel başkan"ı seçildi Ayrıca kendisine "Milli Şef" sıfatı verildi İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'yi savaş felâketinin dışında tutmayı başardı Savaştan sonra çok partili siyasî rejime geçilmesinde en büyük destek oldu 1950 genel seçimlerinden sonra CHP iktidarı Demokrat Parti'ye bırakırken, İsmet İnönü de Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı ve 1960 yılına kadar Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı olarak siyasî yaşamını sürdürdü 27 Mayıs harekâtından sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi ve 10 Kasım 1961 tarihinde Başbakanlığa atandı 1965 yılında bu görevden ayrıldıktan sonra milletvekili olarak siyasî yaşamını sürdürdü 1972'de Parti Genel Başkanlığı ve milletvekilliğinden istifa ederek, 25 Aralık 1973'de ölünceye kadar Anayasa gereğince Cumhuriyet Senatosu tabiî üyeliği görevinde bulundu 1916 yılında Mevhibe Hanım'la evlenen İsmet İnönü üç çocuk babasıydı |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaCelal Bayar 1883 yılında Bursa'nın Gemlik ilçesinin Umurbey köyünde doğdu İlk ve orta öğrenimden sonra memuriyet yaş***** atıldı Adalet, reji ve bankacılık alanında memuriyet görevlerinde bulundu 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra İttihat ve Terakki çalışmalarına katıldı Bu cemiyetin İzmir Şubesi Genel Sekreterliğini yaptı 12 Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Saruhan Sancağı Milletvekili olarak katıldı Millî Mücadele'nin başlaması ile birlikte Anadolu'ya geçerek bu hareketteki yerini aldı Millî Mücadele sırasında Batı Anadolu'da etkinlik gösterdi Aynı zamanda Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Bursa Milletvekili olarak görev aldı 1921'de İktisat Bakanı oldu Lozan Barış Konferansı'na danışman göreviyle katıldı 1923 seçimlerinden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi'ne İzmir Milletvekili olarak girdi 1924 yılında İş Bankası'nın kurulmasında önemli rol oynadı Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundaki savaşım çabalarında politikacı ve iktisatçı kimliği ile parladı 1937-1939 yılları arasında Başbakanlık yaptı Daha sonra siyasî yaşamını İzmir Milletvekili olarak sürdürdü Çok partili siyasî yaşama geçilmesi üzerine 1946 yılında arkadaşları ile birlikte Demokrat Parti'yi kurdu ve başkanlığına getirildi Partisinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi (22 Mayıs 1950) 10 yıl boyunca sürdürdüğü bu görevden 27 Mayıs harekâtı ile 1960 yılında uzaklaştırıldı Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi (15 Eylül 1961) Cezası daha sonra müebbet hapse çevrildi Yassıada'dan Kayseri Bölge Cezaevi'ne nakledilen Bayar, 7 Kasım 1964'de rahatsızlığı nedeniyle serbest bırakıldı 1903 yılında Reşide Hanım'la evlenen ve üç çocuğu olan Celal Bayar, 22 Ağustos 1986 gününde İstanbul'da vefat etti |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaCemal Gürsel 1895 yılında Erzurum'da doğdu İlk öğrenimini Ordu ilinde yaptı Daha sonra öğrenimini Erzincan ve İstanbul'da askerî öğrenci olarak sürdürdü 1915-1917 yıllarında Topçu Subayı olarak Çanakkale Savaşlarına katıldı Filistin ve Suriye cephesinde görev aldı Türk Kurtuluş Savaşı'nın Batı cephesindeki bütün savaşlarına katıldı 1929 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi 1946 yılından başlayarak Orgenerallik rütbesi dahil çeşitli general rütbelerinde hizmet yaptı 1958 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı Bütün bu görevleri sırasında meslekî bilgi ve karakteri ile ordunun ve halkın sevgisini ve güvenini kazandı 27 Mayıs 1960 gününde gerçekleştirilen askeri müdahalenin lideri olarak kabul edildi Yeniden demokratik düzene dönülmesinde ve 1961 Anayasası'nın hazırlanmasında önemli rol oynadı Halk oyuna sunulan ve kabul edilen bu Anayasa gereğince, 10 Ekim 1961'de yapılan seçimlerden sonra oluşturulan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin dördüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi 1966 yılında başlayan rahatsızlığının sürmesi ve görevini engellemesi üzerine, Anayasa uyarınca Cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi 1927 yılında Melahat Hanım'la evlenen ve bir çocuğu olan Cemal Gürsel, 14 Eylül 1966 gününde vefat etti |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaCevdet Sunay 1899 yılında Trabzon'da doğdu İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askerî Lisesi'nde yaptı Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında subay adayı olarak eğitim kampına katıldı Aynı yıl Filistin cephesinde görev aldı 1918 yılında Mısır'da İngilizlere esir düştü Esaretten döndükten sonra, Kurtuluş Savaşı'na katılarak, Güney cephesinde görev aldı Sonradan Batı cephesinde görevini sürdürdü 1927 yılında Harp Okulu öğrenimini tamamladı 1930 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi Silahlı Kuvvetlerde çeşitli görevler alarak 1949'dan sonra Generallik rütbelerinde hizmet verdi 1960 yılında Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı 1966 yılında, bu görevinden ayrılarak Cumhurbaşkanlığı kontenjan senatörlüğüne seçildi Cemal Gürsel'in rahatsızlığı sebebiyle görevden ayrılması üzerine, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin beşinci Cumhurbaşkanı seçildi Yedi yıllık görev süresini tamamladıktan sonra 1973 yılında Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı 1929 yılında Atıfet Hanım'la evlenen ve üç çocuğu olan Cevdet Sunay 22 Mayıs 1982 gününde vefat etti |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaFahri Korutürk 1903 yılında İstanbul'da doğdu 1916 yılında Bahriye Mektebi'ne girdi 1923 yılında Deniz Harp Okulu'nu, 1933 yılında Deniz Harp Akademisi'ni bitirdi Deniz Kuvvetleri'nin çeşitli kademelerinde görev aldı Roma, Berlin ve Stokholm'de Deniz Ataşesi olarak hizmet verdi 1936'da Montreux Boğazlar Konferansı'na askerî uzman olarak katıldı 1950 yılında Amiralliğe yükseldi Oramiralliğe kadar çeşitli rütbelerde komuta görevleri yaptı Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinden 1960 yılında emekli olduktan sonra sırası ile Moskova ve Madrid Büyükelçisi olarak diplomatik görevler aldı 1968 yılında Cumhuriyet Senatosu Üyesi oldu 1973 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce Türkiye Cumhuriyeti'nin altıncı Cumhurbaşkanı seçildi 1980 yılında, yedi yıllık hizmet süresi tamamlandığından Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı 1944 yılında Emel Hanım'la evlenen ve üç çocuğu olan Fahri Korutürk, 12 Ekim 1987 gününde vefat etti |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaKenan Evren 1918 yılında Manisa ilinin Alaşehir ilçesinde doğdu İlk ve orta öğrenimini Alaşehir, Manisa, Balıkesir ve İstanbul'da sürdürdü ve Maltepe Askerî Lisesi'ni bitirdi 1938 yılında Kara Harp Okulu'nu, 1949 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi Topçu subayı ve Kurmay subay olarak Silahlı Kuvvetler'in çeşitli kademelerinde görev yaptı Dokuzuncu Kore Türk Tugayı'nda, önce Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü, sonra Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulundu Tuğgeneralliğe yükseldiği 30 Ağustos 1964 gününden başlayarak, Silahlı Kuvvetler'in bütün komuta kademelerinde ve üst rütbelerde görevini sürdürerek, Ordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan sonra, 7 Mart 1978'de Genelkurmay Başkanlığı'na atandı Bu görevi sırasında, 12 Eylül 1980'de yapılan askeri müdahale ile, diğer görevleri yanında Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi 7 Kasım 1982'de halk oyuna sunulan ve kabul olunan Anayasa ile, Türkiye'nin yedinci Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı 9 Kasım 1989 gününde, görev süresini tamamlayarak Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı 1944 yılında Sekine Hanım'la evlenen Kenan Evren üç çocuk babasıdır |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaTurgut Özal 1927 yılında Malatya'da doğdu 1950 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'ni Elektrik Mühendisi olarak bitirdi 1952 yılında ABD'ne giderek ekonomi tahsili gördü Türkiye'ye döndükten sonra Elektrik İşleri Etüd İdaresi Genel Müdür Yardımcılığı'na atandı 1961-1962 yıllarında askerlik hizmetini, Milli Savunma Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu üyesi olarak yaptı ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasına katkıda bulundu Bu sırada, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde ders verdi Bir süre Başbakanlık Teknik Uzmanlar Kurulu Üyesi olarak çalıştı ve 1967-1971 yıllarında Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini yürüttü Ekonomik Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu 1971-1973 yıllarında Dünya Bankası'nda danışman olarak görev yaptı Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli sınai kuruluşlarında çalıştı ve 1979 yılı sonlarına doğru Başbakanlık Müsteşarı olarak atandı Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekaleten yürüttü 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra kurulan Hükümete ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı 1982 yılında bu görevinden istifa etti 1983 yılında Anavatan Partisi'ni kurdu ve aynı yıl yapılan genel seçimlerde partisinin birinci gelmesi üzerine hükûmeti kurmakla görevlendirildi ve böylece Türkiye'nin 19 Başbakanı oldu 1987 seçimleri sonrasında tekrar hükümet kurdu ve başbakan olarak görev yaptı 31 Ekim 1989'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin sekizinci Cumhurbaşkanı olarak seçildi ve 9 Kasım 1989 gününde bu görevine başladı 17 Nisan 1993 gününde geçirdiği bir rahatsızlık sonucu görevi sırasında vefat etti 1954'de Semra Hanım'la evlenen Turgut Özal'ın üç çocuğu bulunuyordu |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaDede Korkut Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca�nın oğludur Onun, IX ve XI yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur: (Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi Ne derse olurdu Gaipten türlü haber söylerdi) (Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı Her ne ki buyursa kabul ederlerdi Sözünü tutup tamam ederlerdi) (Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir Devletli oğul olsa ocağının korudur) (Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi) Dede Korkut'un kitabında on iki destan var Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek�in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ; Vay al duvağımın sahibi, Vay alnımın başımın umudu Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim, Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım Han yiğit Göz açıp ta gördüğüm, Gönül ile sevdiğim, Bir yastığa baş koyduğum Yolunda öldüğüm, kurban olduğum Can yiğit Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı�nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaNasreddin Hoca Türk esprisinin büyük zekâsı, tanınmış halk filozofumuz Nasreddin Hoca'yı, yalnız Türk toplumu değil, doğudan batıya her millet sever Herkes, bu büyük halk filozofunun her devirde aktüalitesini koruyan, güzel fıkralarına hayrandır Tarihî kaynakların verdiği bilgilere göre, Nasreddin Hoca, Anadolu Selçukluları devrinde, 1206 yılında, bugün Eskişehir'e bağlı Sivrihisar ilçesinin Hortu köyünde doğmuştur İlk öğrenimini Hortu'da bir süre babası Abdullah Hoca'nın medresesinde yapmış, çocukluk yıllarını Hortu' da geçirmiştir Söylentilere ve onun gerçek fıkralarından çıkarılan sonuçlara göre, Hortu'da çıkan kıtlık yüzünden ailesi ile birlikte Sivrihisar'a yerleşmiş, öğrenimini burada sürdürmüştür Sivrihisar, o zamanlar Selçuklu devrinin küçük, fakat şirin bir kasabasıdır Küçük Nasreddin, minareyi ilk kez burada görmüş, arkadaşlarıyla hamama gitmiş, bahçelerden çağla yolmuştu Onun, hamamdayken yumurtladıklarını söyleyen çocuklara karşı horoz taklidi yapması, ağaçtan meyve çalarken bahçe sahibinin yakalaması, (Ağaçta ne yapıyorsun?) sorusuna (Ben bülbülüm) diyerek bülbül gibi ötmesi, sonra da bahçe sahibine (kusura bakma, acemi bülbül bu kadar öter) cevabını vermesi, Sivrihisar'daki çocukluk anıları arasındadır Nasreddin Hoca bir zaman sonra, öğrenimini ilerletmek amacıyla, başşehir Konya'ya yolcu olmuştur Nasreddin Hoca, Konya'da bir medreseye yerleşmiş ve öğrenimine başlamıştır O günlerde başından bir olay geçer Şehirde bıçak taşıma yasağı vardır Bir gece şehrin Subaşı'sı, Nasreddin Hoca'nın üzerinde koca bir kasatura bulunca, Nasreddin: (Kusura bakmayın! Ben medrese öğrencisiyim Bu kasatura ile de kitaplardaki yanlışları kazırım) diye özür diler Subaşı'nın: (Bir yanlış için bu kadar uzun kasaturaya ne lüzum var?) demesi üzerine en güzel cevabı verir: (Kitaplarda bazen öyle yanlışlar var ki, bu kasatura bile az gelir!) Nasreddin Hoca'nın Konya'da medrese öğrenimini tamamladıktan sonra, bir ara gölge kadılığı yaptığını görüyoruz Gölge kadıları, tecrübeli hâkimlerin yanında çalışan ve bazı küçük davalara bakan kadı adaylarıdır Odun kıran bir adamın karşısında (hınk) diyen birinin oduncudan hak istemesi, vermeyince mahkemeye baş vurması, Nasreddin'in bu davayı görürken, bir kese parayı şıngırdatarak: (Hadi sen de paraların sesini al) diye hüküm vermesi, onun kadılık günlerindeki anılarından biridir Bir süre sonra kadılıktan ayrılan, üstadı, büyük bilgin Seyid Mahmud Hayranî'nin Akşehir'e yerleşmesiyle Konya'yı terk eden ve Akşehir'e göçen Nasreddin Hoca, artık kişiliğini bulmaya ve usta bir sosyolog gözüyle olaylara neşter vurmaya başlar Nasreddin Hoca'yı bundan sonra, Akşehir'de gösterişsiz yaşantısı içinde, dert çeken, uman, isteyen, efkârlanan, sonunda efkârını bir nüktede boğan bir halk adamı olarak görüyoruz Bir ziyafete yeni kürküyle gitmiş gördüğü itibar üzerine (Ye kürküm ye!) deyişinde insanı yalnızca dış görünüşü ile değerlendiren toplumun, doğuran kazan hikâyesinde aç gözlülüğün, Akşehir Gölü'ne yoğurt çalarken: (Göl yoğurt tutar mı?) diyenlere karşı: (Ya bir tutarsa!) cevabındaki gerçek yönleri Bir gün kürsüye çıkıp ta: (Ey ahali ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?) diye sorduğunda, çevresindekilerden bazılarının "biliyoruz" bazılarının da "bilmiyoruz" cevabını vermeleri üzerine: (O halde bilenler bilmeyenlere öğretsin!) diyerek kürsüden inmesi, az ders mi insanoğluna? Eğitimin temel yapısı, bilenin bilmeyene öğretmesi demek değil midir? Akşehir'deyken Moğol şehzadesi Keygatu ile aralarında geçen, sonraları yanlışlıkla Timur'a mal edilen olaylar, pek iyi bilinen fil hikâyeleri, Akşehir'de medrese hocalığı yaptığı günlerde tanınmış mollası İmad ve yanından hiç ayırmadığı sevgili eşeği Bozoğlan, Nasreddin Hoca'nın yaşantısında önemini her zaman korumuştur Eşeğinden düştüğü zaman gülenlere: (Ne gülüyorsunuz yahu, düşmeseydim zaten inecektim) deyişi, yitirdiği eşeğini türkü söyleye söyleye ararken, bunun nedenini soranlara: (Bir umudum şu dağın ardında, orada da bulamazsam, o zaman seyredin bendeki ağıtı) cevabını vermesi, onun renkli ve çok yönlü yaşantısının anekdotları arasında yer alır Nasreddin Hoca, Akşehir'de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır Onun iki kızından Fatma Hatun ile Dürr-ü Melek'in mezar taşları, son yıllarda bulunmuş ve Akşehir Müzesine kaldırılmıştır Hani bir fıkrası vardır Nasreddin Hoca bir gün, çeşmeden su doldurması için kızlarından birinin eline bir testi verir, sonra da testiyi kırmaması için sıkı sıkı tembih ederek yanağına bir tokat indirir Bunu görenler Hoca'ya çıkışırlar (Kızın ne suçu vardı da tokatladın?) Hoca'nın cevabı ibret vericidir: (Testiyi kırmaması için Kırdıktan sonra, tokat atmışım, atmamışım ne önemi var? Önceden vurursam, dikkat eder, kırmaz) Mezar taşlarının birinin üzerinde Dürr-ü Melek'in resmi de bulunmaktadır Nasreddin Hoca, yaşının seksene yaklaştığı bir sırada, 1284 yılında Akşehir'de ölmüş, mezarı üzerine altı sütuna oturan kubbeli bir türbe yaptırılmıştır Kubbenin altında, Nasreddin Hoca'ya ait mermer bir sanduka görülür Bu sandukanın baş tarafındaki kitabede, Hoca'nın ölüm tarihi olan 683 Hicri yılı, tuhaflık olsun diye ters yazılmıştır Burada, her yönü açık olan Türbeyi kilitleyen Selçuklu devri kilidi, bir sembol olarak yer alır Nasreddin Hoca'nın ölümü, onun yeniden doğumu olmuştur Onun, toplumun temeline oturan sağlam fikir yapısı, her geçen yılla geçerli olmuş, yüzyıllar onu daha dinç, daha diri yapmış, şöhreti, Türkiye sınırlarını da aşarak dünyayı sarmıştır Nasreddin Hoca bugün tüm insanlığın malıdır Akşehirliler, çok sevdikleri Nasreddin Hocaları için her yıl Temmuz ayında festivaller düzenler Bu festivallerde, Nasreddin Hoca'nın ağzından bir türlü huzura kavuşamayan dünyamıza, iyilik ve mutluluk mesajları yayınlanır |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #13 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaYunus Emre Büyük halk şairi ve mutasavvıfı olan ve şiirleri Türk halkının yüzyıllar boyu mânevi besin kaynağı olan Yunus Emre�nin hayatı efsânelerle doludur O, ne zaman yaşamış, nerede yaşamış ve ne zaman ölmüştür; bunlar kesin olarak belli değildir Bolu veya Sivrihisar�da doğduğu rivayet edilir __________________________________________________ _______________ Yunus�un ümmî yani hiç okumamış olduğu rivayeti meşhurdur Düzenli bir eğitim görmediği yazılarındaki dil hatalarından da çıkarılabilir Ancak eserleri okunduğuna, onu cahil saymaya imkan olmadığı anlaşılır Yazıları pek çok şey bildiğini, zamanının kıymet hükümlerini, inanış tarzlarını pek iyi kavradığını gösterir Şiirlerinde dilce ve fikirce anlaşılmayan, izaha muhtaç parçalar mevcuttur Fakat içlerinde pek açık, gayet doğal, özellikle düşündürücü olanları çoktur Yunus şiirleriyle, ilâhileriyle, efsâneleriyle Türk halkının yüzyıllarca hâfızasında yer etmiş, dilinde canlanmış, ruhunda yaşamış ve göz yaşlarında akmıştır Yunus Emre, büyük, engin ve içten bir halk şâiridir O, temiz bir Türkçe ile halka Allah sevgisinin erişilmez heyecanını duyurmağa uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur Ona göre, tabiatta her şey Allah�ı aramakta ve Allah�ı anmaktadır Yunus�ta derin bir tasavvuf kültürü görülür O, Oğuz lehçesinin en güzel eserlerini vererek Türk halk dilini edebi bir dil durumuna getirdi Yaşadığı dönemde Farsça edebî dil, Arapça ise ilim dili idi Yunus Emre, sade ve basit bir dille ilâhî düşüncelerin en güzel anlatımını verdi Benim burda kararım yok, Ben burdan gitmeye geldim Bezirgâmım metaım çok Alana satmaya geldim Ben gelmedim dava için Benim işim sevgi için Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim diyen, gönüller ikliminin güneşi, büyük âşık Yunus Emre için yazılanlar diziye gelmez, koca bir kütüphaneyi doldurur Aslında o yüzyılları kucaklar Yüzyıllar onu söyler, seven ve sevilen gönüller, yüzyıllardır onu söyleşir O, yüzyılların, âşk yüklü dertli dolabıdır inleyen Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş çalap Derdim vardır inilerim Suyum alçaktan çekerim, Dönüp yükseğe dökerim, Görün ben neler çekerim Derdim vardır inilerim Yunus Emre�nin yaşadığı devir, Anadolu'nun içine dönük, umutsuz, bezgin bir dönemidir Moğol akınları karşısında yenik düşen Anadolu Selçuklu Devleti, Türkmen Boylarının ikide bir ayaklanmasıyla tümden güçsüz kalmış, halktan koparak, kendi derdinde, kendi yaşantısını sürdürme çabasına düşmüştür Üst üste gelen kıtlık ve sürekli kuraklıklar, bitkin ve ezik halkın yaşama umudunu kırmıştı Halk, gerçek mutluluğun ölümden sonra var olacağını, bu geçici dünyada, arı-duru bir gönülle Tanrıya yönelmeyi telkin eden mutasavvıf şeyhlerin çevresinde küme küme toplanmıştır Yunus, bu ortamda, bir aşk ve sevgi güneşi olarak Anadolu'da doğmuş, umutsuzlara umut vermiş, Anadolu'nun gönlü ve dili olmuştur Dağlar ile taşlar ile Çağırayım Mevlâm seni Seherlerde kuşlar ile Çağırayım Mevlâm seni Mevlâsını, her yerde, her zaman çağıran Yunus, gençlik yıllarında büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin'in sohbet meclislerine katılmış: Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır, beytiyle himmet nazarının gönlüne ayna olduğunu söylemiştir Çeşitli söylentiler, Yunus Emre'nin yaşantısına renk katar Bir kıtlık günü Hacı Bektaş-ı Velî'nin dergâhına varmış, buğday istemiş Ona, buğday yerine �himmet� teklif edilmiş �Hayır, demiş buğday isterim� Çuvallarını buğdayla doldurmuşlar Köyüne dönerken yarı yolda aklı başına gelmiş Geri dönerek Hacı Bektaş'tan �erenler himmeti� dilemiş �Senin kısmetin Taptuk Emre'dedir� demişler ve Taptuk Emre'ye ısmarlamışlar Yunus, tam kırk yıl Taptuk Emre'nin Dergâhı'na odun taşımış �Taptuk Dergâhı'na odunun eğrisi bile gerekmez� diyerek, kırk yıl tek bir eğri odun getirmemiş Sonunda, muradına ermiş ve kendisine izin verilmiş Dirildik pınar olduk, İrkildik ırmak olduk, Aktık denize daldık, Taştık Elhamdülillâh Taptuğun tapusunda, Kul olduk kapısında, Yunus miskin çiğ idik Piştik Elhamdülillâh diyerek, diyar diyar dolaşmış, içinde yanan ateşin közüyle, şiirler söylemeğe başlamış Bundan sonra, Yunus'un gönlünde ilâhî aşk'tan başka bir şeye yer yoktur artık Bu aşkın potasında yanıp yakılmakta, bu yanışın iniltileri Yunus'u ozanlaştırmaktadır Artık Yunus yok, ortada aşk var, aşkın terennümleri var Yunus, bu aşk harmanında savrulan buğday taneleri gibi estikçe aşk, döküldükçe aşk: Aşkın aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanarım dün'ü günü Bana seni gerek seni Ne varlığa sevinirim Ne yokluğa yerinirim Aşkın ile avunurum Bana seni gerek seni Yunus Emre, Anadolu'da doğan, yine Anadolu'da batan bir tasavvuf güneşidir Yaşadığı çağda Türkçe bir kenara itilmiş, hor görülmüşken, Yunus, Türk dilini, bütün incelik ve güzellikleriyle sırtlamış, ayağa kaldırmış, kendinden sonra gelen ozanlara öncülük etmiştir Yunus Emre�nin dili, Anadolu'nun öz dilidir Anadolu Türklüğünün yüreği Yunus'ta çarpar, bu yürek, tüm kükrekliğiyle Yunus'ta dile gelir : Gönlüm düştü bu sevdaya Gel gör beni aşk neyledi Başımı verdim kavgaya Gel gör beni aşk neyledi Ben ağlarım yana yana Aşk boyadı beni kana Ne âkilim ne divâne Gel gör beni aşk neyledi Onun doyumsuz sevgisinde, tüm insanlığın sesini duyarsınız Bu seste gerçek inanç, Tanrı sevgisi, insan değeri ve var olmanın sevinci vardır Tüm kötülüklerden arınmış, duru bir gönülle seslenir insanlığa: Adımız miskindir bizim Düşmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmayız Kamu âlem birdir bize derken, insanları anlayış ve dayanışmaya, birliğe ve dirliğe davet eder Onun bu çağrısı �sevgi� ocağınadır Seslenir: Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz Yunus Emre�nin bilinen iki eseri vardır Biri, Risaletü�n-Nushiyye ya da (Öğüt Risalesi) adıyla aruz ölçüleri içinde yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir Ötekisi ise, asıl büyük şiir gücünü yansıtan Dîvân�ıdır Son araştırmalara göre, Yunus Emre, 1321 yılında, yetmiş yaşlarında olduğu halde, hayata gözlerini kapamıştır Porsuk suyu ile Sakarya�nın birleştiği yerde bir zaviyesi olduğu ve oraya gömüldüğü rivayetler arasındadır Bursa�da gömülü olduğu da söylenir Erzurum�daki Tuzcu Köyü yakınında, Manisa�nın Salihli ve Kula kazaları arasındaki Emre Köyü�nde, Keçiborlu kasabası civarındaki bir köyde Yunus Emre�nin mezarı diye gösterilen yerler varsa da onun asıl mezarının seven ve sevilenlerin gönlü olduğu bir gerçektir UNESCO, 1971-1972 yılını bütün dünyada Yunus Emre Yılı olarak kabul etmiştir Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selâm olsun Bizim için hayır dua Kılanlara selâm olsun Ecel büke belimizi Söyletmeye dilimizi Hasta iken hâlimizi Soranlara selâm olsun Tenim ortaya açıla Yakasız gömlek biçile Bizi bir âsân vechile Yuyanlara selâm olsun Selâ verile kasdımıza Gider olduk dostumuza Namaz için üstümüze Duranlara selâm olsun Derviş Yunus söyler sözü Yaş dolmuştur iki gözü Bilmeyen ne bilsin bizi Bilenlere selâm olsun |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #14 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaKatip Çelebi Tarihte "bilgi hazinesi" büyük insanlar vardır Eskiler, bunlara "hezarfen" ya da "ayaklı kütüphane" derler Bunlardan bazıları bilgilerini ölümleriyle birlikte götürür, kısa sürede unutulurlar Bazıları da düşünce ve bilgilerini ölümsüzler defterine yazdırırlar İşte, XVII yüzyılın yetiştirdiği, tarih, coğrafya, idarî hukuk, maliye ve denizcilik konularında ünlü eserler yazan, büyük Türk bilgini Kâtip Çelebi de bu ölümsüz kişiler arasında seçkin bir yer alır Kâtip Çelebi'nin asıl adı Mustafa'dır Devrinde, Kâtip Çelebi, ya da Hacı Halife diye tanındığı için asıl adı unutulmuş, sadece okuyup yazan, kendi halinde efendi bir insan anlamındaki "Kâtip Çelebi" takma adı yaşamıştır Batılılar onu "Hacı Kalfa" adıyla tanırlar Kâtip Çelebi, 1609 yılında İstanbul'da doğdu Babası, Osmanlı Sarayında, "Silâhdarlık zümresi"ne bağlı bir görevde bulunan Abdullah Efendidir Yaşlı baba, çocukluğundan beri her şeyi soran, arayan ve araştıran bu parlak zekâyı, en iyi biçimde yetiştirebilmek için çabalar harcar Mustafa'yı devrin tanınmış bilginlerine teslim eder Mustafa kiminden dinî bilgiler alır, kiminden Arapça, Farsça öğrenir Bununla da yetinmez Lâtince ve Fransızca'ya merak sardırır Felsefe, mantık, matematik, tarih, coğrafya bilgileri için kimde ne varsa, onun önünde diz çöker Halep çarşılarında kâtip kavuklu, ince, yirmi dört yaşlarında bir genç, cübbesinin eteklerini savurarak, dolaşıp duruyordu Hacca gidecekti ama, önce yapılması gereken işlerini bitirmesi gerekiyordu Talebe-i ulûmdandı kendisi, yani medrese mollasıydı İlim öğreniyordu Hoş, aslında Yeniçeri kâtibiydi ama, bu, geçimini sağlamak içindi Öteki mollalar gibi köy köy, kasaba kasaba dolaşıp on bir ayın bir sultanı Ramazanda kışlık gıdasını, erzakını toplayacak kadar vakti yoktu Çelebi Mustafa, gerçekten ilim istiyordu Elindeki üç beş kuruşu kitaplara yatırması bundandı zaten Halep çarşısı esnafı, bu tüysüz genci tanımışlardı artık "Gene geliyor" dedikleri zaman hiçbir yazma eserin gerçek değerine gitmeyeceğini bilirlerdi Çelebi Mustafa, bazen o kitapları, bir gecede okumak şartıyla kiralardı Gerçekten, koskoca ciltleri okurdu da bir gecede Bütün masrafı, iki akçeye aldığı bir mumdan ibaretti Onun ilim öğrenmeye karşı bu isteği ve bu denli ateşli çalışması, esnafta kâr isteği bile bırakmamıştı Molla Mustafa, Halep Medresesi'ne döndüğü zaman kolu, koltuğu kitap dolu olurdu Hemen yere çöker, pencere içine yerleştirdiği mumunu ateşler, divitini çıkarır, kamış kalemini cızırdatarak meşk kâğıtları üzerine not almaya başlardı: "Hadîkatü's-Süedâ eser-i merhum Fuzûlî Muhammed Efendi Kerbelâ Vak'ası ve Hasan-Hüseyin Kıssası ve Peygamber Efendimiz'le ilgili olaylar" sonra sayfa sayısı yani yaprak (varak) ve nüshayı hazırlayan kâtip Molla Mustafa, bütün bunları tek tek yazardı 1633 yılında, 24 yaşındayken İstanbul'a döner Kendisini büsbütün okumaya ve öğrenmeye verir Ancak, bu şekilde yaşantısında bir denge kurabildiğini söyler İşi gücü okumak, öğrenmek ve yazmaktır İstanbul'un eski kitapçılarını dolaşarak, nesi var nesi yoksa kitaba verir, satın alamadıklarını da defterine kaydeder Bir yerde bir kitap adı duysa, ne yapar yapar, onu bulur, okur Böylelikle, kaybolmuş sanılan, ya da hiç bilinmeyen birçok önemli eserleri, gün ışığına çıkarır, bilim dünyasına tanıtır Sorarlardı kendisini yeni yeni tanımış ve sevmeye başlamış olan sahaflar: "Kuzum Molla, yazan yazmış, ya sen ne diye bunların künyelerini çıkarırsın yeniden?" Ya da medresede okuyan diğer mollalar ona takılırlardı: "Bre Yeniçeri kâtibi? Nedir zorun bu kitaplarla? Hiçbirisini almazsın, mülk edinmezsin, yazar bre yazarsın Başkalarının ilmini çalarsın Geçinmek midir murâdın, yoksa eser mi telif edersin?" Kâtip Çelebi Efendi, gerçekten çelebi huylu ve efendi olduğu için, sadece bıyık altından gülerdi bu takılmalara Ciddiye almazdı İlmin satırda değil, sadırda (göğüste) olduğunu o da bilirdi Ama, onca kitabı bir araya getirmenin imkânsızlığı karşısında, yüzlerce, binlerce eseri okuyup unutmak tabiî olduğuna göre, onların hiç değilse konularını bir deftere kaydetmenin faydasını kendisi tecrübeyle biliyordu Nitekim, geceler birbirini kovalayıp defterler birbiri üstüne yığıldıkta muazzam bir cilt meydana geldi Bir zamanlar Halep çarşılarında yel yepelek yelken kürek koşuşup duran Kâtip Çelebi, çalıştığı yerde halifeliğe kadar yükseldi Meydana getirdiği eserleri merak sahipleri Osmanlı ülkelerinin dışından gelerek tetkik eder oldular Taş bir medrese odasında, mum ışığında göz nuru dökerek meydana getirdiği o koskoca eser Keşfüzzünûn, o zamana kadar bilinen ilimler hakkında yazılmış bütün eserleri özetleyen eşsiz bir kitap olmuştu Öyle ki, elden ele yazma kopyaları çıkarılarak çoğaltılan kitap, Batı dünyasında Hacı Kalfa diye anılan Hacı Halife'nin, yani Kâtip Çelebi'nin en değerli eserlerinden sayıldı Keşfüzzünûn, üç yüzden fazla fen ve bilim dalında yazılmış 1450 kitabın fihristini, ansiklopedik bir mahiyette sıralayan, bu eserler hakkında, kısa ve özlü bilgiler veren eşsiz bir bibliyografyadır Kâtip Çelebi'nin Cihan-nümâ'sı, Fezleke'si, Tuhfetü'l-Kibâr'ı, Mîzânü'l-Hakk'ı, Düstûru'l-Amel'i ve Takvîmu't-Tevârîh'i başta gelen eserlerindendir Vaktiyle kendisine "Ne yaparsın bre Yeniçeri kâtibi?" diye takaza edenler daha sonra saçları sakallarına karışmış, kadılıklarda kalmış, ilim yolunda ilerleyebilmek için onun eserine başvurarak ancak orada gördükleri eserlerin asıllarını aramaya ve detaylarını öğrenmeye mecbur olmuş insanlar haline gelmişlerdi Hacı Kalfa, bildiği yabancı dillerde de eserlerinin tercümelerini, özetlerini meydana getirdi Böylelikle adını bütün dünyaya duyurdu İlimleri sınıflandırmak, o yolda yazılmış eserlerin tamamını özetlemek suretiyle Türk dilinin ilk bibliyografyasını, kitap, bilgisi ve listesini meydana getirmek şerefi, tarihimizde ilk kez ona nasip olduBir gün, devrin tanınmış şairi Şeyhülislâm Yahya, bir konuşma sırasında, Kâtip Çelebi'ye şöyle der: Çelebim, bin ciltten fazla tarih kitabınız olduğu söyleniyor, doğru mudur? Evliya Çelebi bu soruyu : Olmak gerektirşeklinde cevaplandırır Şeyhülislâm Yâhya, bu cevabı şüpheyle karşılar Buna üzülen koca bilgin, ertesi gün, çarşıdan on katır kiralar Beş yüz kadar kitabı bu on katıra yükler, Şeyhülislâmın konağına gönderir Şu haberi de kendisine iletir : Evde kalanların sayısı bundan daha fazladır İsterlerse gelip görebilirler Kâtip Çelebi'ye göre bilim, topluma biçim ve yön veren, toplumu ayakta tutan bir kılavuz, bir gerçekler topluluğudur Bilginler ise, insanın kalbi ve beyni değerindedir Bilimin her türlüsü yararlıdır Bu yüzden Kâtip Çelebi'ye, ansiklopedi gözüyle bakılır çoğu zaman Eskiler bu gibilere kırk ambar derler Her şeyden söz açar, her şeyi bilir bunlar Örneğin, Kâtip Çelebi'nin Cihannümâ adlı çok tanınan ve çeşitli yabancı dillere çevrilen eserini ele alınız Bu kitaba yalnız dünya coğrafyası gözüyle bakamazsınız Memleketlerin her şeyinden bahseder Tarih, coğrafya, ekonomi, siyaset, ahlâk ve daha başka şeyler O devirde birçok doğulu bilginler, dünyanın tepsi gibi düz veya sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğunu savunurlarken, Kâtip Çelebi, Cihannümâ adlı eserinde, dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin çevresinde döndüğü inandırıcı bilgilerle ispat edilmektedir Onun bu derece müspet bilimlere bağlı kalması, devrinde birçok medrese hocalarını kendisine karşıt yapmış, bu yüzden onlarca sevilmemiştir Kâtip Çelebi'nin Mîzânü'l-Hakk adlı eserinde çeşitli olaylar müspet bilimler süzgecinden geçtikten sonra yorumlanmakta ve sonuçlar çıkarılmaktadır Düstûru'l-Amel adlı eseri, devlet gidişatını eleştiren, doğru yolları gösteren bir başka eseridir Tuhfetü'l-Kibâr denizcilikten, Dürer-i Münteşire ise hukuktan bahseder Kâtip Çelebi, en verimli çağında, 1657 yılının 6 Ekim Cumartesi günü 48 yaşındayken hayata gözlerini kapamıştı O gün, ardında, yirmiden fazla eser bırakıyordu Bu eserler, kısa bir süre sonra, Avrupalı bilginlerce hemen kendi dillerine çevrilecek ve basılacaktı Kâtip Çelebi, eserleri arasında tarihe büyük bir önem vermiş olmakla birlikte, tarihî olayları tam bir tarafsızlık içinde vermesini bilen bilginlerimizin başında gelir Onun Fezleke adlı eserinde, Osmanlı padişahlarını ve idarî açıdan yetersiz devlet adamlarını acı bir dille yerdiğini sık sık görürüz |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #15 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaEvliya Çelebi Çoğu kendi ağzından derlenen bilgilere göre, Evliya Çelebi, 25 Mart 1611 tarihinde, İstanbul, Unkapanı�nda doğdu Babası, Kütahya asıllı saray kuyumcu başısı Derviş Mehmed Zıllî Efendidir Medrese öğrenimini İstanbul'da tamamlayan Evliya Çelebi, müzik ve yazı dersleri almış, hafız olmuş, şairliğe özenmiş ve birçok el sanatlarında hüner kazanmıştı Arapça, Farsça ve Rumca bilirdi Sesi de güzel olan Evliya Çelebi, 1630'da, bir Kadir Gecesi, Ayasofya Camii'nde mukabele okurken, Sultan IV Murat'ın, dikkatini çekmişti Maiyetiyle camiye gelen Sultan, sesine hayran kaldığı bu genci sormuş, hakkında bilgi almıştı Silâhtar Melek Ahmet Paşa'nın da aracılığıyla musahip olarak sarayda hizmete alınmasına irade buyrulmuştur Evliya Çelebi'ye devlet kapısında memuriyet verilmesine aracılık eden Silâhtar Melek Ahmet Paşa, Evliya�nın teyzesinin kocasıydı O günden sonra dört yıl süreyle sarayda padişah musahibi olarak kalmış, sonunda sipahiler zümresine katılarak, 1640 yılında meşhur seyahatlerine başlamıştı Kendi ifadesine göre, bir gece düşünde, Ahî Çelebi Camiine gitmiştir Burada Hazret-i Peygamberi sahabesiyle birlikte görmüş, Peygambere hayran kalarak mübarek ellerini öpmüş: (Şefaat Ya Resulûllah!) diyeceği yerde, heyecandan dili dolaşmış: Seyahat Ya Resulûllah! diyerek ondan seyahat dilemiştir Şefkatli ulu Peygamber, onun her iki dileğini de yerine getirmiştir Bu mutlu rüyadan sonra, gezilerine başlayan Evliya Çelebi, önce İstanbul'un bütün cami ve türbelerini, kahvehane ve divanlarını dolaşmış, gördüklerini, öğrendiklerini bir bir defterine geçirmiştir Daha sonra Bursa ve İzmir'e gitmiş, ardından Trabzon'a yolcu olmuştur Evliya Çelebi, kendi anlattığına göre, daha 19 yaşındayken, İstanbul civarında, yürüyerek dolaşmadık yer bırakmamıştır Gezip gördüklerini, o tatlı sohbetinde anlatırken, oturup bunları yazmak aklına gelmiş ve o günden sonra bütün hâtıralarını kaleme almaya başlamıştır İşte, ünlü Seyahatname�si böylece doğmuştur Artık, Evliya Çelebi için bütün kapılar açılmıştır Askerî seferler, resmî görevler, elçilikler onun için tam bir fırsattır 1650 yılında, büyük saygı beslediği, aynı zamanda akrabası olan Melek Ahmed Paşa'nın sadrazam oluşu, daha sonra onun azledilerek Rumeli Beylerbeyliğine tayin edilişi ile birlikte gezmek, görmek imkânını bulmuş, gezileri Osmanlı Devleti sınırlarını da aşmıştır Kendisini (Seyyah-ı âlem ve nedim-i beni âdem Evliya-yı bî-riyâ) yani (Dünya gezgini, insanoğlunun dostu, riyâsız Evliya) diye takdim eden Evliya, gördüklerini tatlı üslûbu içinde, biraz da abartarak yazmış, seyahat edebiyatımıza ölümsüz bir eser kazandırmıştır Ziyaret ettiği yerlerin tarihçesi, eski eserleri, halkının yaşayış tarzı, folkloru, gelenekleri, giyimleri, sanatları, inançları, ne varsa seyahatnâmesinde dile getirilmekte, bu arada günlük, olaylar, bu olayların yorumu da yer almaktadır On büyük ciltte toplanan Evliya Çelebi Seyahatnâmesi bir kültür, sanat ve inceleme hazinesi olarak büyük önem taşır Evliya Çelebi'nin soyu, Kütahya'ya uzanır Seyahatnâme'sinin altıncı cildinde, aile kökünün Germiyanoğulları'ndan Yakup Bey'e, onun sülâlesinin de Ahmet Yesevî'ye ulaştığını yazar Evliya Çelebi 70 yılı aşkın bir hayat yaşamış ve bu ömrünün 50 yılını seyahatlerde geçirmiştir Üç yüz yıl önceki Osmanlı İmparatorluğunun hemen bütün şehirlerini ve kasabalarını gezen Çelebi'nin, yabancı ülkelere de bol bol seyahat ettiği, ünlü Seyahatname�sinden öğrenilmektedir Gittiği başlıca yerler şunlardır: Anadolu, Rumeli, Suriye, Irak, Mısır, Girit, Hicaz, Macaristan, Transilvanya, Moldavya Potonya, Avusturya-Almanya, Hollanda, Bosna-Hersek, Dalmaçya, Güney Rusya, Kırım, Kafkasya ve İran Dolaştığı yerlerin âdetlerini, yaşayışlarını, çarşı-pazar bütün binalarını, ünlü kişilerini, tarihçelerini ve lisanlarını kendine has, samimî üslubuyla ve pek meraklı bir biçimde incelemiş olan Evliya Çelebi'nin zaman zaman hurafe, efsane ve mübalâğalara da geniş bir şekilde yer verdiği görülür Zaten bunlar, onun eşsiz eserine bambaşka bir renk katmıştır Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, bu üslûp üzerine köy, kasaba, şehir devam eder, bazen at üstünde, bazen gemiyle, ülkeler aşılır Bir macera romanı gibi, okuyucuyu sürükler XVII yüzyıl tüm yaşantısıyla Evliya Çelebi'nin ekranında görünür Bu büyük eser, başka milletlerin de dikkatini çekmiş, üzerinde birçok incelemeler yapılmış, 10 dan fazla yabancı dile çevrilmiştir Evliya Çelebi'nin ne zaman öldüğü, nerede gömülü olduğu belli değildir Araştırıcılar onun 71 yaşlarında, 1682 yıllarına doğru İstanbul'da öldüğünü kaydederler |
|