Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (D)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (D)



İslam Ansiklöpedisi

Dövme

İnsan vücudunun muhtelif yerlerine yüze, kola, ele, göğse, derinin iğne vb sivri âletlerle şekle uygun olarak delinip, üzerine mürekkep, çivit vs dökülmek sûretiyle yapılan nişan ve resim hakkında kullanılan bir tabir

Dövme süs olarak yapılırdı Câhiliye Arapları arasında yaygın bir âdetti Bilhassa Arap kadınları dövme hususunda çok ileri gitmişler, vücutlarının birçok kısımlarını nakışlarla doldurmuşlardı Hattâ bazıları vücutlarına, tapındıkları put şekillerini kazımışlardı

Eski Trakyalılarda dövme asalet nişanesi, eski Yunanlılarda da ahlâksızlık damgası sayılırdı Hristiyanlar'da da vücutlarına dövme usulüyle haç resmi kazıtanlar vardı Kudüs'e hacca giden hristiyanlar, kol ve ellerine dövme yaptırırlardı Osmanlılar'da yeniçeriler arasında dövme çok yaygındı (Tecrid-i Sarih Terr, 351, 381)

Eski çağlardan türlü şekillere bürünerek zamanımıza kadar gelen dövme geleneği bugün bile garip şekillerde sürmektedir Cahiliye devirlerine ait ilkel bir süs halinde kalması yirminci yüzyıl mantığına daha çok yakışacak dövme; Mısırlılar'ın mumyası, Asurlular'ın örgü sakalı gibi, tarih yapraklarında birer hatıra gibi kalmamış, garip bir ilgi ile günümüze kadar gelmiştir Dövmecilikte Japonlar oldukça ileridirler Onlar bu işi güzel sanatların bir dalı olarak kabul etmişlerdir

Dövme, domuz yahut balık ödü, is karası, susam yağı gibi ilaçlarla yapılır İşlem sırasında kişi büyük bir ızdırap duyar Büyük boyda dikiş iğneleri yanyana dizilerek bir deste halinde bağlanır Beğenilen resim ve şekil çizilir, sonra bu iğne destesi o şekil üzerine bastırılarak zımbalanır Bu cılk yaranın üstüne renk verici madde sürülüp bezle sarılır Renk maddesi yukarıda saydıklarımızın dışında normal boya veya kara barut olabilir Genellikle barut ve çin mürekkebi kullanılır Dövme iğnelerinin acısı bittikten sonra yaranın acısı başlar İğnelenen yer şişer, iltihap yapar, tıpkı normal bir yara gibi işler ve kabuklanır Bir de cilt altına yabancı bir cisim gömerek yapılan dövme vardır ki, buna en fazla Eskimolar'da, Çukçiler'de Gurdenlandlılar'da ve İtalya'nın bazı bölgelerinde rastlanır

Veşm; hem eziyet, hem de Allah'ın yarattığı güzel sûreti değiştirip bozmak olduğu için çirkin bir harekettir İnsanları bu kötü işe teşvik eden şeytandır Cenâb-ı Hak bu durumu şöyle özetliyor: "Şeytan dedi ki: Elbette senin kullarından belli birtakımı alıp onları saptıracağım Onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim " (en-Nisâ, 4/119) Hz Muhammed (sas) "Allah'u Teâlâ dövme yapan ve yaptırana kaşlarını incelten ve güzellik için dişlerini törpüleyip Allah'ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmiştir " (İbn Hacer el-Heytemî, ez-Zevacir, Mısır 1970, I, 141) demiştir

Bazı âlimler dövme yaptırmayı büyük günahlardan saymışlardır Lânet edilen bir hareketin ne derece kötü olduğu ortadadır Hadis-i şerifte sadece kadınların zikredilmesi, bu hareketin bilhassa kadınlar arasında yaygın olmasından dolayıdır Kadınlar için yasak olunca erkekler için de yasak olacağı tabiidir Yasağın bu derece şiddetli olması özellikle Allah'ın yarattığı tabii güzelliği beğenmeyip bozmaya kalkışmaktan dolayıdır İslâmiyet insan tabiatına en uygun din olduğu için insanların her hal ve hareketlerinden daima tabii olmalarını, sun'i ve sahte hareket ve fiillerden sakınmalarını istemektedir İnsanın şekli fıtrîdir Allah'ın bahşettiği bu tabiî şekil ve güzelliğin üstünde bir güzellik var mıdır? Şayet daha güzel bir şekil olsaydı meselâ Allah dudaklarımızı, kırmızı yaratırdı (Tecrid-i Sarih Trc V, 351-352)

Dövme günümüzde birçok ülkelerde bilhassa Afrika'da yaygın haldedir İnsanın tabii halini bozup zaman zaman çok gülünç ve iğrenç hallere girmesi günümüzde çokça görülmektedir Ruh ve ahlâk güzelliğinin değerini kavrayamayanlar, kendilerini iman, ilim ve edeple süsleyecekleri yerde, çürüyüp toprak olacak fâni vücutlarını süslemekle meşguldürler

Ali Rıza TEMEL

DUA

Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah'a yalvarmak, O'ndan dilekte bulunmak, O'na yakarmak

Dua, insanda fıtrî bir olgudur Bu sebepledir ki, bütün dinlerde mevcuttur Üstün bir varlığa inanan her insan şu veya bu şekilde dua eder İnsanlar hayatları boyunca, üstesinden gelemeyecekleri birçok şeylerle karşılaşmakta, keder, sıkıntı, acz ve ümitsizliklere maruz kalmaktadırlar Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsana bir darlık dokunduğu zaman yanı üzere yatarken, otururken yahut ayakta bize yalvarır, ama biz onun sıkıntısını giderince sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamış gibi hareket eder İşte aşırı gidenlere yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir" (Yunus, 10/12)

"(Denizde) onları gölgeler gibi dalgalar sardığı zaman dîni yalnız kendisine has kılarak Allah'a yalvarırlar Fakat o, onları kurtarıp karaya çıkarınca içlerinden bir kısmı orta yolu tutar, (birçoğu da inkâr eder) Zaten bizim ayetlerimizi (öyle) nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez " (Lokman, 31/32)

Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi dua, insanda fıtrîdir ve özellikle sıkıntılı anlarda Allah'a dua etmek, sadece samimî olarak Allah'a inananlara has bir durum değildir Allah'a ortak koşanlar da bu gibi durumlarda Allah'a yönelir ve O'na dua ederler

Dua ettikten sonra insan gönlünde bir ferahlık ve serinlik hisseder İsteğinin yerine getirileceği konusunda ümidi artar Bu yönüyle dua, insana bir şifa ve rûhî bunalımlara karşı koruyucu bir sağlık tedbiridir Bu nedenledir ki, dua etmeyen toplumlar rûhen çökmüş toplumlardır

Âyet ve hadîslerde dua teşvik edilmiştir: "Rabbiniz, şöyle buyurdu: Bana dua edin, size cevap vereyim (duanızı kabul edeyim)" (Mü'minûn, 23/60)

Hz Peygamber (sas) de şöyle buyurur: " Allah katında duadan daha şerefli bir şey yoktur" (Tirmizî, Daavat,1; İbn Mace, Dua,1) Dua aynı zamanda bir ibadettir "Dua ibadetin ta kendisidir " (Tirmizî, el-Bakara Sûresi Tefsiri, 16)

O halde dua sadece Allah'a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fatiha Sûresi'nde: "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz " (el-Fatiha, 1/4) buyurulur

Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dahilinde olan bir şey olmalıdır Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez Hatta kulların güçlerinin dahilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O'nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir

Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O'nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden çok fazladır Bir âyette şöyle buyurur: "Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım Bana dua edenin duasını kabul ederim " (el-Bakara, 2/186)

Duanın muhteviyatı, Allah'tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır Meselâ yemek duası ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak dua ayrıdır Birçok konuda Hz Peygamber (sas)'den nakledilmiş dualar mevcuttur Kur'ân-ı Kerim'de geçmiş peygamberlerin duaları zikredilir Dua bu me'sur dualarla yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken Hz Muhammed (sas)'den nakledilmiş dualarla dua etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir

Dua eden kişi gönülden etmeli, duasında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir Kişi duasında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır Meselâ duasında Allah'ın emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"Biliniz ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gafil bir kalbin duasını kabul etmez" (Tirmizî, Daavât, 64)

Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir Ancak dil ile dua etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi vardır Ayrıca dua Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibadettir Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ kendisine nasıl dua edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin dualarını bize haber verir Müminler önce bu dualara bakmak ve böyle dualarla Allah'ı zikretmek durumundadırlar Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah'tır " Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma " (el-Bakara, 2/286) Eyüp Aleyhisselâm,

"Ya Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi Halbuki sen merhametlilerin merhametlisisin" (el-Enbiya, 21/83); Zekeriya (as), "Rabbim, beni yalnız bırakma" (el-Enbiya, 21/89); Âdem (as), "Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz " (el-A'raf, 7/23) diyerek dua etmişlerdir "Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat " (Yusuf, 12/101) duası Yusuf (as)'ın; "Senden başka hiçbir ilah yoktur Seni tenzih ederim Ben zalimlerden idim " duası da Yunus (as)'ın duasıdır

İmam Ahmed b Hanbel'in Ebû Saîd el-Hudrî'den (ra) rivâyet ettiği bir hadîste: "Duanın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen dua oranında günahın affedileceği" beyan buyurulmuştur

Dua yalnız Allah'a yapılır; istek ve yardım sadece Allah'tan istenir Allah'tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara dua edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah'tan başkasına dua eden müşriklerdir Ancak melekler müminler için dua ve istiğfar etmektedirler

Hz Muhammed (sas) şöyle buyurur: "Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet'e girecektir Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir" (Buhârî, Tıb, 18; Müslîm, İman, 371, 372) Yani müminler ancak "Bize Allah yeter " demelidir Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah'a sığınmışlardır Bunu da namaz*la yapmışlardır Çünkü dua esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır

Müslüman müslüman kardeşi için dua edebilir Rasûlullah, " Kim bir hidayete çağırırsa, o hidayete tabi olanların mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir " buyurmuştur (Müslim, İlm, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Tirmizî, İlm,15) Ebeveyn, kendilerine dua eden çocuklarının amelinden istifade eder: "İnsanoğlu öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir Yalnız şu üç şey bunun dışındadır: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve dua eden salih evlât " (Müslim, Vasiyyet,14; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 14) Rasûlullah, ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir Cenâb-ı Hak, "O'na salât ve selâm getirin " (Ahzâb, 33/56) diye emretmiştir Mümin, Allah'tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır Rasûlullah umreye giden Ömer (ra)'e: "Bizi de duandan unutma kardeşim" demiştir (Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; İbn Mâce, Menâsik 5) Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah'a kulluğa çağırmıştır Hanefi fukâhâsı: "Bir yaratık aracılığıyla Allah'tan bir şey istenemez" demiştir Hz İbrahim,

"Doğrusu benim Rabbim duayı işiticidir" (İbrahim,14/39) demiştir Hz Peygamber: Biriniz dua edeceği zaman Allah'a hamd ve senâ ile başlasın, Resûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duayı yapsın" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Salât, 358; Tirmizî, Daavât, 65) Salih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örneklerinden birisi mağaraya sığınan üç kişinin duasıdır Bunlardan her biri yalnızca Allah'ın rızasını gözettiği önemli bir amelini zikrederek duada bulunmuştu Çünkü böyle bir amel, Allah'ın, sahibinin duasının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu bir şeydi Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek diğeri tam iffeti delâletiyle, öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duada bulunmuştu (Buhârî, Hars,13) İbn Ömer'in meşhur duası şöyledir: "Ya Rabbi, Senden beni İslâm'a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum " (İmam Malik, Muvattâ, Hacc, 128) Hz Peygamber'den nakledilen rivâyetlerde

"Ya Rabbi, Ya Rabbi" diye duaya başlanır, bazılarının yaptığı gibi "Ya Hannân, ya Mennân" denilmez Yine cahil halkın büyük bir kısmı Allah'tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah'a duada birer şirk aracı yapılmıştır Oysa Rasûlullah dahi, "Ey Allah'ım, benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir put haline getirme Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah'ın gazabı şiddetlidir Benim kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine çevirmeyin" diye uyarmıştır (İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer, 85; Ebû Dâvud, Mena**** 100) Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir, bid'attir Müminler, aynen müşriklerin ve bid'at ehlinin yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında yapılan duanın evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah'tan talepte bulunmazlar "Allah bize yeter, o ne güzel vekildir" derler (Âli İmrân, 3/173) Dinin esası da budur Salât, Arapça'da dua anlamına da gelir: "Ey peygamber, Mü'minlere selât et, çünkü senin duan onlar için huzur ve sükûnettir"(et-Tevbe, 9/103) Duada istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır Bu da ancak Allah'tan istenir İslâm bilginleri bid'at dua şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek Ey efendi hazretleri bana mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah'a dua et', demek bid'attir Ölülerden medet umulmaz Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur'ân okunur Allah'a, Allah'ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye dua etmek, nehyedilmiştir Çünkü, "Yardım Allah'tandır" (Enfâl, 8/10) "İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine dua edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan dualarını inkâr ederler" (el-Ahkâf, 46/6)

Dua Âdâbı

Hz Peygamber'e Allah'ı sormuşlardı Cevaben Allah buyurdu ki:

"Kullarım sana beni sorduklarında: Ben muhakkak ki, yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin duasına icâbet ederim" (el-Bakara, 2/186) Dua ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: "Ey insanlar! Kendinize gelin Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak herşeyi işiten ve çok yakın bulunan birine dua ediyorsunuz Sizin kendisine dua ettiğiniz size bineğinizin boynundan daha yakındır" (Buhârî, Cihad, 131; Daavât, 51; Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr, 26; İbn Hanbel, IV, 394, 402, 418; Müslim, Sahih IV, 2076) Kul, duasında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir; dua ederken yalnızca Allah'ı düşünür Kalp başka birşey ile meşgulken dua etmek manasızdır "Âmin" diye bağırıp çağırmak da manasızdır İnsan dua ederek Allah'a yöneldiğinde, dileği, Allah'tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duanın mânâsı olmaz Tembelliği huy edinmiş biri rızık için dua edebilir, ama önce çalışması lâzımdır Duada riya olmaz Duanın hemen kabul edilmesinde acele edilmez Hiçbir dua boşa gitmez En güzel sözlerden biri "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah"tır

Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle dua edilir "Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez " (el-Â'râf, 7/55) Secîli, kafiyeli, yazılı dualarda riya vardır Başkalarına dua ediyor görüntüsü vermek de böyledir Bu şekilde ağlayarak dua edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek içindir ve duası riyadır Özel olarak komutlu dua da böyledir

Sünnet olan dualar

Uykudan önce: "Ey Allah'ım senin adınla ölür ve dirilirim"

Uykudan sonra: "Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun Dönüş ancak O'nadır"

Sabahleyin: "Allah'ım senin yardımınla sabaha çıktık, senin yardımınla akşamladık, senin yardımınla yaşıyor, senin yardımınla ölüyoruz Kabirden kalkış sanadır"

Akşamleyin: "Allah'ım, senden dünya ve âhirette selâmet isterim Allah'ım, senden dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında beni bağışlamanı ve selâmete çıkarmanı isterim Allah'ım, benim ayıplarımı örtüver Korktuklarımdan emin kıl Allah'ım, Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve üzerimden gelecek belâları defederek beni koru Altımdan gelecek ani belâlardan senin azametine sığınırım"

Evden Çıkarken: "Allah'ın ismiyle Allah'a güvendim O'nun gücünden başka hiçbir güç yoktur"

Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve "Allah'tan başka ilâh yoktur o tektir ortağı yoktur, Muhammed kulu ve Resûlüdür, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, peygamber olarak Muhammed'e râzı oldum" demek

İstihârede: bk İstihare mad

Sıkıntılarda: "Senden başka ilâh yoktur Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim Muhakkak ben zalimlerden oldum" (Ayrıca bk Zikir, Namaz ve ilgili maddeler Dualar için hadîs kitaplarının "Daavât" bölümlerine bk)

M Sait ŞİMŞEK

DUHA NAMAZI

Kuşluk vaktinde kılınan sünnet namazı

Duha, Arapça bir kelime olarak lûğatte, "güneş isabet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek" manalarına gelir "Dahvetün" kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi manasına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur'ân âyetlerinde de geçmektedir

1- "Yahut kasabaların halkı duha (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?" (el-Â'râf, 7/98)

2- Hz Musa: "Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı duha (kuşluk) vaktidir" dedi (Tâhâ, 20/59)

3- "Kuşluk vaktine andolsun " (ed-Duha, 93/1)

4- "Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar " (en-Naziat, 79/46)

Fıkhî ıstılahta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder Bu zamana Türkçe'de kuşluk vakti denir İslâm'da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır Kur'ân-ı Kerim'de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir Bu namaz bazı hadislerde konu edilmektedir Taberânî Mu'cemü'l-Kebir adlı eserinde Ebu'd-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimizin (sas) şöyle dediğini naklediyor: "Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gafil kimselerden olmaz Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah'a ibadet eden kimselerden olur Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet'te bir köşk yapar " (et-Tahtavî, 321)

Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni'den; "Rasûlullah (sas) Mekke'nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı Bu namaz duha namazıydı" hadisiyle yine Ebu Hüreyre'den; "Dostum Rasûlullah (sas) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151) Ve Hz Âişe'den "Rasûlullah (sas) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı" şeklinde hadisler de varid olmuştur

Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir Ayrıca en azı iki rekat, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir "Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm Ben de aynı görüşteyim" (Tahtavî, 321) Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur

Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder

Halid ÜNAL

DUHA SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerim'in doksanüçüncü sûresi Onbir âyet, kırk kelime, yüzyetmiş iki harften müteşekkildir Fasılası, se', râ', elif harfleridir Sûre, ismini ilk âyetindeki "Duhâ" kelimesinden almıştır

Sûrenin muhtevasından, Mekke dönemi başlarında nazil olduğu açıkça anlaşılmaktadır

Rivâyetler; Rasûlullah (sas)'e,gelen vahyin bir müddet kesildiğini, Cibrîl (as)'in bu süre zarfında görünmediğini, bunun üzerine müşriklerden bazılarının, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terk etti" iddiasında bulunduklarını, bazılarının ise -vahyin şeytandan geldiğine inandıklarından; "Şeytanı onu terk etti" dediklerini naklederler (el-Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Sûretu ve'd-Duhâ; Buharî, Kitâbü't-Tefsîr, Sûretu ve'd-Duhâ)

Teblîğ görevine başladığından beri müşriklerin sert tepkileriyle karşılaşan Rasûlullah, bu defa onların alaylarına muhatap oluyordu Haliyle bu durum onu çok üzüyor, âdetâ dünyayı kendisine zindan ediyordu Ancak, O bir peygamberdi ve her ne pahasına olursa olsun görevini eksiksiz yerine getirmesi gerekiyordu Onun en büyük yardımcısı ve koruyucusu da hiç şüphesiz Rabbi idi Rabbinden kendisine gelen vahiy, ona bir taraftan bu meşakkatli yolda nasıl hareket etmesi gerektiğini bildiriyor, diğer yandan güç ve huzur veriyordu Vahiy onun için, âdetâ uzun bir yola çıkmış yolcunun hem azığı hem de can yoldaşı durumundaydı Vahyin kesilmesi onu bu azıktan ve kendisiyle teselli olacak dosttan mahrum bırakmıştı

Peygamber (sas)'e huzur ve güven veren, içine düştüğü sıkıntıyı gideren bu sûre, işte böyle bir zamanda nazil oldu Bu sebepledir ki, asıl konuyu, Rasûlullah'ı teselli etmek ve bundan sonraki mücadelelerinde, karşılaşabileceği her türlü engelin üstesinden gelebilmesi için ona manevî güç kazandırmak teşkil eder

Sûre şöyle başlıyor:

"Andolsun kuşluk vaktine! Sükuna vardığında geceye (ki), Rabbın seni ne terk etti ne de darıldı" (1-3)

Yüce Rabbimiz, kuşluk vaktine ve sükûna vardığı zaman geceye yemin ederek başlıyor Böylece bu iki ânın önemine dikkatleri çekiyor Kâinat hadiseleriyle rûhî duyguları birbirine bağlıyor Âdetâ Rasûlüne, sûrenin başından itibaren çevresini dost varlıklarla doldurduğunu imâ ediyor, yalnız başına ve kimsesiz olmadığını hatırlatıyor Peygamberi üzmek, onu ye'se düşürmek ve savunduğu davadan vazgeçirmek için müşriklerin:

"Rabbi O'nu terketti" demelerine cevap olarak; " Rabbin seni ne terketti ne de darıldı" (3) buyurmaktadır

Onların iddia ettikleri gibi Rabbin seni asla terk etmez Sen onun sevgili kulu ve Rasûlüsün, sen yüce bir dâvânın tebliğcisisin, sen onun tarafından yetiştirilip korunmaktasın, nasıl terk etsin seni? "Âhiret elbette senin için dünyadan daha hayırlıdır " (4)

Rabbin, sana bu dünyada da verecek Ancak senin için öbür dünyada, bu dünyadakilerden daha güzel, çok daha mükemmel mükâfatlar hazırlamıştır:

"Şüphesiz Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın " (5)

Rabbin, senin için, hoşlanacağın herşeyi hazırlamıştır Bu dünyada davanı başarıya ulaştıracak, yolundaki engelleri kaldıracak, savunduğun düzeni galip getirecek, seni ve davanı üstün kılacaktır Bundan hiç şüphen olmasın Nitekim:

"O, seni öksüzken barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi? Fakirken zenginleştirmedi mi?" (6-8)

Evet, Cenâb-ı Allah, sevgili Peygamberine, geçmişine şöyle bir bakmasını tavsiye ediyor Kimsesiz iken onu korumuş, şaşkın bir durumdayken hidâyete erdirmiş ve fakir iken sonsuz ihsanı ile onu herkesten zengin kılmıştır Henüz küçücük bir yavru iken de, annesini kaybederek hem ana hem de babadan yetim ve öksüz kalan sevgili Peygamberini korumuş, sapık bir cahiliyye ortamında yetiştiği halde onu şirkten korumuştur Ne şirk pisliğine bulaştırmış, ne de muharref dinlerden yahudilik ve Hıristiyanlığa meyletmesine müsaade etmiştir

Peygamberlik görevini yaparken, kendisini engellemek isteyen müşriklere karşı, amcası Ebu Tâlib'i kendisine yardımcı kılmış, mal bakımından fakir olmasına rağmen gönülce zenginlerin en zengini yapmıştır

Sûrenin buraya kadar olan kısmı, müşriklerin, "Rabbi Muhammed'e küstü, O'nu terketti" gibi iftiralarına bir cevap ve vahyin yalnızca Allah'tan olduğunu beyan eder mahiyettedir Ayrıca sevgili Rasûlü'ne ihsan ettiği nimetleri de hatırlatmakta, buna bir şükran olarak kendisinden nasıl davranması lazım geliyorsa öylece davranmasını istemektedir:

"O halde yetime zulm etme Dilenciyi de azarlama Sadece Rabbinin nimetini (hatırla ve) anlat " (9-11)

Rabbi onu yetimken koruduğunu, kararsız iken onu hidâyete erdirdiğini, fakir iken zenginleştirdiğini belirtmişken, hem kendisini hem de peşinden giden ümmetini, her yetimi korumaya, her muhtaca destek olmaya ve Allah'ın üzerlerindeki nimetini hatırlamaya yöneltiyor

Yetime zulmetmekten nehyettiği gibi, ikram edilmesini de emrediyor İkram ederken, ona verirken de gönlünü kırmadan, horlamadan, haysiyetini zedelemeden vermeyi emrediyor

Halit ERBOĞA

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (D)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (D)



Duhân

Duhân; lügatta, "duman" anlamındadır Terim olarak iki anlamı vardır: 1) Duhân, Kur'ân-ı Kerîm'in 44 sûresinin adıdır Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır 2) Duhân (duman), "Kıyâmet alâmetlerinden biri"dir Hz Peygamber (sas) bir hadiste; "On alâmet zuhur etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl,* Dâbbetü'l-Arz,* Ye'cûc ve Me'cûc*, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur (Müslim, Fiten, 39, 40,128, 129; Ebû Dâvûd Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbn Mâce, Fiten, 25, 28)

Duhân sûresinin "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azabdır" (10-11) âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır (Nesefî, Medârik, Beyrut, (ty), IV,128) Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b Ali'nin rivâyetleri bu dumanın kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198)

Abdullâh b Mes'ûd'dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (sas), Kureyş'in kendisine şiddetle isyanını görünce: "Yarab! Yusuf'un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek suretiyle bana yardım et" diye dua etmişti Onları bir kıtlık yakaladı Birçokları açlıktan öldü Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu Nihayet Ebû Süfyân Hz Peygamber'e gelerek dedi ki: "Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun Halbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu Allah'a dua et de onlardan bu belâyı kaldırsın" Bunun üzerine Hz Peygamber dua etti, kıtlık geçti Bol yağmura kavuştular Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16 âyetleri indi (Buhârî, İstiskâ, 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn, 39, 40)

Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz Peygamber'e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz Peygamber'in duası neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir Veya bu duman, kıyametten önce zuhur edecek olan kıyâmet alâmetlerinden biridir Yahut da, Cehennem'in dumanıdır (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (ty), VII, 29)

Mehmet BULUT

DUHÂN SÛRESİ

Kur'ân'ın kırkdördüncü sûresi Ellidokuz âyettir Üçyüzkırk kelime, bindörtyüzkırk harften müteşekkil olup fasılası mim ve nûn harfleridir Mekke'de nazil olmuştur

Sûre; onuncu âyetinde geçen "duhân" kelimesinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır

Duman anlamına gelen "duhân" hakkında iki temel görüş vardır Bunlardan birincisi "duhan"ın vuku bulduğunu yani gelip geçtiğini savunur Bu görüşe göre; Kureyş müşrikleri Peygamber (sas)'e karşı çıkıp, İslam'a girenlere eziyet etmeye başlayınca, Hz Yusuf (as) dönemindeki kıtlık gibi bir kıtlıkla onları cezalandırmasını Cenâb-ı Allah'tan dilemiş, bu dileği yerine gelmiştir Kuraklık, müşrikleri çok güç durumda bırakmıştır Öyle ki, göğe bakan kimse, kuraklık ve açlıktan dumandan başka birşey görmüyordu Allah Teâlâ;

"Göğün, apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle İnsanları bürüyecektir Bu elîm bir azaptır" (9-11) âyetini inzâl buyurdu

Bu durum üzerine Rasûlullah (sas)'e müracaat ederek: "Ey Allah'ın elçisi? Mudar kavmi için Allah'tan yağmur dile, çünkü helâk olacaklardır" dediler Peygamber de yağmur diledi ve yağmur yağdı "Biz az bir süre için azabı kaldıracağız Yine de siz eski halinize döneceksiniz " (15) âyeti buna işaret etmektedir (Buharî, Tefsîr, Sûretü'd-Duhân)

İkinci görüşe göre; burada sözü edilen "duhân", kıyâmet alâmetlerinden biri olup henüz vuku bulmamıştır Kıyamete yakın bir zamanda görülecektir Bu görüşü savunanların başında İbn Abbas gelmektedir, (İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm", Sûretü'd-Duhân)

Mekkî sûrelerin ortak özelliğini taşıyan bu sûrenin temel konusu, inkârcıların, Allah'ın gönderdiği "Kitab''a, Rasûlüne ve tekrar dirilmeye inanmayı reddetmelerini ve başlarına gelecekleri dile getirmektedir

Sûre, herşeyin hikmetli bir şekilde ayırdedildiği mübarek bir gecede, Allah tarafından, kullarına rahmet olması ve onları uyarması için indirilen "Kitab"a and içerek başlıyor Ardından da hemen insanlara, kendi Rablerini yani göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan varlıkların Rabbini anlatıyor O'nun birliğini ispat ediyor, gelmişleri ve geçmişleri O'nun diriltip öldürdüğünü beyan ediyor Bilâhare konuyu değiştirerek: "Fakat onlar şüphe içinde eğlenip duruyorlar " (9) ifadesi ile Kureyşliler'in durumuna temas ediyor Onların, hâlâ ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeye yanaşmadıklarını; "Ölüm ancak bir defadır" (35) deyip eğlenmelerine devam ettiklerine dikkati çekiyor Sonra, Kur'ân'a inanmayıp onu alay ve şüphe konusu etmelerinin cezasını şu korkunç tehditle dile getiriyor:

"Göğün, apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle İnsanları bürüyecek elîm bir azaptır bu " (10-11)

Bu arada aniden geliveren o günün azabım kaldırması için Allah'a: " Rabbimiz bu azabı bizden kaldır Doğrusu biz artık müminleriz" (12) deyip yalvarışlarını ele alıyor, Rablerine dönmezden ve o korkunç azaba çarpılmazdan evvel fırsatı değerlendirmeleri icabettiğini hatırlatıyor Lâkin: "Nerede onlarda öğüt almak! Onlara gerçeği açıklayan bir Peygamber gelmişti de, O'ndan yüz çevirmişler ve: Öğretilmiş delinin biri' demişlerdi" (14)

Allah'u Teâlâ, onların durumlarını çok iyi bilmektedir Buna rağmen: "Biz az bir süre için azabı kaldıracağız Yine de siz eski halinize döneceksiniz" (15) diyerek mühlet vermektedir

Evet varsınlar öğüt almasınlar, inkâr ve küfürlerine devam etsinler:

"Onları şiddetli bir şekilde çarpacağımız gün, şüphesiz intikam alırız " (16)

Sûre, bundan sonra sözü, Firavun ve kavmine getiriyor Firavun'la kavmine gönderilen şerefli peygamberin onları: "Ey Allah'ın kulları! bana gelin Doğrusu ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim Allah'a karşı azgınlık etmeyin " (18) diyerek nasıl uyardığını, onların bu sese kulak asmadıklarını ve neticede Allah elçisinin, onlardan ümidini kestiğini: "Bunlar suçlu bir kavimdir, diyerek Rabbine dua etti" (22) ğini belirtiyor

Onların başına gelenler işte bundan sonra olmuş, o azgınlığın ve büyüklenmenin sonu aşağılanma ve felaket olmuştur:

"Onlar nice nice başları, pınarları bırakmışlardı Nice nice ekinleri, muhteşem konakları da Zevk ve sefâ sürdükleri nice nimetleri de Bu böyle oldu Biz de onları başka bir kavme miras bıraktık Gök ve yer onların helâkine ağlamadı Onlara mühlet de verilmedi " (25-29)

İbret alanlar için, bu duygu yüklü tabloları gözler önüne serdikten sonra âyet, âhireti yalanlayanların ve:

"Ölüm bir defadır, terrar diriltilmeyeceğiz Doğru sözlü iseniz bize babalarımızı getirsenize" (35-36) diyenlerin durumuna geçmekte ve onlara Tübba' kavminin başına gelenleri hatırlatmaktadır Onlar sözü geçen kavimden daha hayırlı değiller ki bu gibi acı âkibetlerden kurtulabilsinler

Bilahare, öldükten sonra dirilmeyle, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışındaki hikmeti arasında bağlantı kuruyor: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık Biz onları ancak ve ancak hak ile yarattık Ne var ki onların çoğu bilmezler " (38, 39)

Ve ardından onlara, herşeyin ayırdedileceği " ve hepsinin bir arada bulunacağı vakit" (40)'ten söz etmekte:

"O gün dostun dosta hiçbir faydası " (41)'nın olmayacağı, "ancak Allah'ın merhamet ettiği kimse(nin) müstesna" (42) olduğu belirtilmektedir Bu arada, günahkârların yiyeceği olan zakkum ağacından, onların sürüklenerek Cehennem'e atılacaklarından, "sonra azab olarak başlarına kaynar su" (48) döküleceğinden söz ederek şiddet dolu tablolar çizmektedir

O gün onlara: "Tat bakalım! hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin İşte bu, doğrusu şüphelenip durduğunuz şeydir " (49, 50) denilecektir

Bu azab sahnesinden sonra Allah'u Teâlâ, müttakiler için hazırlanan mükâfatlardan söz etmektedir:

"Müttakîler ise muhakkak ki emîn makamdadırlar Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar İnce ipekten ve atlastan giyerler, karşılıklı otururlar İşte böylece onları siyah gözlülerle eşlendiririz Orada emniyet içerisinde olarak her meyveyi isteyebilirler Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar Ve onları cehennem azabından Allah korumuştur Rabbinden bir lütuf olarak İşte büyük kurtuluş budur " (51-57)

Nihayet sûre başladığı gibi yine Kur'ân'dan söz ederek son bulmaktadır:

"Biz onu öğüt alırlar diye senin dilinde indirerek kolaylaştırdık " (58)

Ve bunun yanı sıra, hâlâ öğüt alıp akıllanmayanlara inadlarına devam edenlere korku dolu bir tehdit:

"Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler " (59)

Halid ERBOĞA

DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI

Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakın, Şam'a beş gecelik mesafede bir yerdir Hz Peygamber Şam'da hristiyan Araplar'ın ve Bizans imparatoru Herakleios'un desteklediği Rum askerlerinin Medîne'ye saldırı için hazırlık yaptıklarını öğrenince, onlardan önce davrandı ve otuz bin kişilik bir İslâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yılında Tebük'e kadar geldi Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu Ayrıca Şam'da bulaşıcı tâûn (veba) hastalığının bulunduğu haberi de gelmişti Allah Rasûlü, ashabı ile istişare ederek bir süre Tebük'te kaldı

İşte Hz Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Hâlid b Velid (ö 21/641)'i çağırdı ve yanına dörtyüz atlı asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b Abdilmelik'e gönderdi Ükeydir Kindeliler'den olup, onların kralı idi Ve hristiyandı Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklaştı Ükeydir o sırada bazı adamlariyle birlikte yaban sığırı avlamak amaciyle kale dışına çıkmıştı Hz Hâlid ve adamları Ükeydir'e saldırıp, onu yakaladılar Kardeşi Hassan çarpışmaya devam etmek isteyince öldürüldü Diğerleri kaçıp kaleye girdiler (İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, İstanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196)

Hâlid b Velid ile Ükeydir arasında kale halkının durumu ile ilgili olarak yapılan anlaşmaya göre, Hâlid'e, 1) İki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zırh gömlek, 4) Dört yüz mızrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardeşi Mudad, Hz Peygamber'e kadar götürülüp, haklarında orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Meğâzî, III, 1027; İbn Sa'd, Tabakât, II,166) Ükeydir, kardeşi ve ganîmetler Tebük'e getirildi Hz Peygamber ganîmetlerin beşte birini beytü'l-mâl için ayırdıktan sonra, beşte dördünü mücahidler arasında bölüştürdü

Rasûlullah (sas) Ükeydir'le kardeşini İslâm'a davet etti Fakat yanaşmadılar, cizye ödemeye razı oldular Kendileri serbest bırakıldı Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazı verildi Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Meğâzî,III,1030; İbn Hişam, Sîre, IV, 170) Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalık ve ekinleri bulunan, büyük bir panayır ve ticaret merkezi idi Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarını görünce, Dûmeliler, Hz Peygamber'den korkmaya başlamışlardı Ancak bu olaydan sonra da İslâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler

Hamdi DÖNDÜREN

DÜĞÜN

Evlilik münasebetiyle düzenlenen tören ve merasimler Yeni bir hayat başlangıcı demek olan evlenmelere düğün adı altında düzenlenen eğlence ve törenlerle, neşe ve sevinç içinde girilmesi, dünyanın hemen her yerinde âdet halindedir Ancak düğün gelenek ve âdetleri milletlere hatta yörelere göre değişiklik gösterir

Evlilik gibi mühim bir hadisenin başlangıcı olan düğün konusunda İslâm'ın görüşü sorulagelmiştir İslâm öncesi Arap örfünde bulunan düğün âdeti, İslâmî dönemde de düzeltilerek ve İslâm'a uymayan yönleri kaldırılarak muhafaza edilmiştir Rasûlullah (sas) zamanında uygulanan düğün adeti bizim için en güzel örnektir O halde bu konudaki sünnetleri iyice öğrenmeli ve uymalıyız

Evlenen çiftlerin yeni hayata neşe içinde geçmeleri, eş-dost ve akrabalarının, hatta tüm din kardeşlerinin bu sevinçlerinde onlara katılabilmeleri için düğün yapmayı Hz Peygamber (sas) tavsiye etmiştir Rasûlullah (sas) yeni evlenen Abdurrahman b Avf'a: "Düğün yap, bir koyunla da olsa ziyafet ver " buyurmuştur (Buhari, es-Sahih, VI,142) İslâmî bir düğün nasıl olmalı, sorusuna gelince; bu sorunun kesin cevabı verilmiş ve İslâmî bir düğünün hudutları hiçbir zaman kesin olarak çizilmiş değildir Bu nedenle de dünyanın her yanındaki müslümanlar arasında, İslâm'a uygun olsa da, düğünlerde farklılıklar görülmektedir Yani müslümanlar müşterek bir düğün şekline sahip değildirler ve bunda da herhangi bir, mahzur yoktur '

Düğün ve düğün esnasında uyulacak esas; her işimizde olduğu gibi helâl ve haram sınırını gözetmektir Düğünlerimizde harama kaçmamak kaydıyla, kadınlar ve erkeklerin birbirlerine karışmaması, içki içilmemesi şartıyla eğlenebilirler Düğünlerde tef* çalınması, şarkı söylenmesi de Peygamberimiz (sas)'in tasvip ve teşvik ettiği şeylerdendir Hz Âişe (ra)'dan rivâyet olunan bir hadîste Rasûlullah (sas) Ensar'dan bir kadının düğününden dönen Hz Âişe (ra)'ye: "Yâ Âişe herhalde düğününüzde eğlence (çalgı) yoktu, halbuki Ensar eğlenceyi sever" buyurmuştur Bir başka rivâyette de: "Tefe vuracak ve şarkı söyleyecek bir cariye göndermediniz mi?" buyurunca Hz Âişe "(Şarkı olarak) ne söylesin ya Rasûlallah?" demiş, Rasûlullah (sas) de: "Size geldik size geldik " diye başlayan bir kaside okumuş ve "Bunu okusun" buyurmuştur (Mansur Ali Nasıf, et-Tac, II-130) Bir başka hadiste de Hz Peygamber (sas): "Helâl ve haram nikâh arasındaki fark (helâlinde) tef ve ses (şarkı) bulunmasıdır " buyurmuştur (aynı eser)

Düğünlerimizde makûl ölçüde şarkıya ve çalgıya izin verilmişse de bu gibi şeylerde aşırıya kaçmak insanı harama düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır Ayrıca, düğünlerde okunacak şarkıların muhtevası inançlarımıza aykırı olmamalı ve isyana, harama teşvik etmemelidir Çünkü harama vesile olan her şey haramdır

Habil NAZLIGÜL

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (D)

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (D)



Duhân

Duhân; lügatta, "duman" anlamındadır Terim olarak iki anlamı vardır: 1) Duhân, Kur'ân-ı Kerîm'in 44 sûresinin adıdır Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır 2) Duhân (duman), "Kıyâmet alâmetlerinden biri"dir Hz Peygamber (sas) bir hadiste; "On alâmet zuhur etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl,* Dâbbetü'l-Arz,* Ye'cûc ve Me'cûc*, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur (Müslim, Fiten, 39, 40,128, 129; Ebû Dâvûd Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbn Mâce, Fiten, 25, 28)

Duhân sûresinin "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azabdır" (10-11) âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır (Nesefî, Medârik, Beyrut, (ty), IV,128) Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b Ali'nin rivâyetleri bu dumanın kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198)

Abdullâh b Mes'ûd'dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (sas), Kureyş'in kendisine şiddetle isyanını görünce: "Yarab! Yusuf'un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek suretiyle bana yardım et" diye dua etmişti Onları bir kıtlık yakaladı Birçokları açlıktan öldü Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu Nihayet Ebû Süfyân Hz Peygamber'e gelerek dedi ki: "Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun Halbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu Allah'a dua et de onlardan bu belâyı kaldırsın" Bunun üzerine Hz Peygamber dua etti, kıtlık geçti Bol yağmura kavuştular Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16 âyetleri indi (Buhârî, İstiskâ, 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn, 39, 40)

Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz Peygamber'e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz Peygamber'in duası neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir Veya bu duman, kıyametten önce zuhur edecek olan kıyâmet alâmetlerinden biridir Yahut da, Cehennem'in dumanıdır (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (ty), VII, 29)

Mehmet BULUT

DUHÂN SÛRESİ

Kur'ân'ın kırkdördüncü sûresi Ellidokuz âyettir Üçyüzkırk kelime, bindörtyüzkırk harften müteşekkil olup fasılası mim ve nûn harfleridir Mekke'de nazil olmuştur

Sûre; onuncu âyetinde geçen "duhân" kelimesinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır

Duman anlamına gelen "duhân" hakkında iki temel görüş vardır Bunlardan birincisi "duhan"ın vuku bulduğunu yani gelip geçtiğini savunur Bu görüşe göre; Kureyş müşrikleri Peygamber (sas)'e karşı çıkıp, İslam'a girenlere eziyet etmeye başlayınca, Hz Yusuf (as) dönemindeki kıtlık gibi bir kıtlıkla onları cezalandırmasını Cenâb-ı Allah'tan dilemiş, bu dileği yerine gelmiştir Kuraklık, müşrikleri çok güç durumda bırakmıştır Öyle ki, göğe bakan kimse, kuraklık ve açlıktan dumandan başka birşey görmüyordu Allah Teâlâ;

"Göğün, apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle İnsanları bürüyecektir Bu elîm bir azaptır" (9-11) âyetini inzâl buyurdu

Bu durum üzerine Rasûlullah (sas)'e müracaat ederek: "Ey Allah'ın elçisi? Mudar kavmi için Allah'tan yağmur dile, çünkü helâk olacaklardır" dediler Peygamber de yağmur diledi ve yağmur yağdı "Biz az bir süre için azabı kaldıracağız Yine de siz eski halinize döneceksiniz " (15) âyeti buna işaret etmektedir (Buharî, Tefsîr, Sûretü'd-Duhân)

İkinci görüşe göre; burada sözü edilen "duhân", kıyâmet alâmetlerinden biri olup henüz vuku bulmamıştır Kıyamete yakın bir zamanda görülecektir Bu görüşü savunanların başında İbn Abbas gelmektedir, (İbn Kesîr, "Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm", Sûretü'd-Duhân)

Mekkî sûrelerin ortak özelliğini taşıyan bu sûrenin temel konusu, inkârcıların, Allah'ın gönderdiği "Kitab''a, Rasûlüne ve tekrar dirilmeye inanmayı reddetmelerini ve başlarına gelecekleri dile getirmektedir

Sûre, herşeyin hikmetli bir şekilde ayırdedildiği mübarek bir gecede, Allah tarafından, kullarına rahmet olması ve onları uyarması için indirilen "Kitab"a and içerek başlıyor Ardından da hemen insanlara, kendi Rablerini yani göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan varlıkların Rabbini anlatıyor O'nun birliğini ispat ediyor, gelmişleri ve geçmişleri O'nun diriltip öldürdüğünü beyan ediyor Bilâhare konuyu değiştirerek: "Fakat onlar şüphe içinde eğlenip duruyorlar " (9) ifadesi ile Kureyşliler'in durumuna temas ediyor Onların, hâlâ ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeye yanaşmadıklarını; "Ölüm ancak bir defadır" (35) deyip eğlenmelerine devam ettiklerine dikkati çekiyor Sonra, Kur'ân'a inanmayıp onu alay ve şüphe konusu etmelerinin cezasını şu korkunç tehditle dile getiriyor:

"Göğün, apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle İnsanları bürüyecek elîm bir azaptır bu " (10-11)

Bu arada aniden geliveren o günün azabım kaldırması için Allah'a: " Rabbimiz bu azabı bizden kaldır Doğrusu biz artık müminleriz" (12) deyip yalvarışlarını ele alıyor, Rablerine dönmezden ve o korkunç azaba çarpılmazdan evvel fırsatı değerlendirmeleri icabettiğini hatırlatıyor Lâkin: "Nerede onlarda öğüt almak! Onlara gerçeği açıklayan bir Peygamber gelmişti de, O'ndan yüz çevirmişler ve: Öğretilmiş delinin biri' demişlerdi" (14)

Allah'u Teâlâ, onların durumlarını çok iyi bilmektedir Buna rağmen: "Biz az bir süre için azabı kaldıracağız Yine de siz eski halinize döneceksiniz" (15) diyerek mühlet vermektedir

Evet varsınlar öğüt almasınlar, inkâr ve küfürlerine devam etsinler:

"Onları şiddetli bir şekilde çarpacağımız gün, şüphesiz intikam alırız " (16)

Sûre, bundan sonra sözü, Firavun ve kavmine getiriyor Firavun'la kavmine gönderilen şerefli peygamberin onları: "Ey Allah'ın kulları! bana gelin Doğrusu ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim Allah'a karşı azgınlık etmeyin " (18) diyerek nasıl uyardığını, onların bu sese kulak asmadıklarını ve neticede Allah elçisinin, onlardan ümidini kestiğini: "Bunlar suçlu bir kavimdir, diyerek Rabbine dua etti" (22) ğini belirtiyor

Onların başına gelenler işte bundan sonra olmuş, o azgınlığın ve büyüklenmenin sonu aşağılanma ve felaket olmuştur:

"Onlar nice nice başları, pınarları bırakmışlardı Nice nice ekinleri, muhteşem konakları da Zevk ve sefâ sürdükleri nice nimetleri de Bu böyle oldu Biz de onları başka bir kavme miras bıraktık Gök ve yer onların helâkine ağlamadı Onlara mühlet de verilmedi " (25-29)

İbret alanlar için, bu duygu yüklü tabloları gözler önüne serdikten sonra âyet, âhireti yalanlayanların ve:

"Ölüm bir defadır, terrar diriltilmeyeceğiz Doğru sözlü iseniz bize babalarımızı getirsenize" (35-36) diyenlerin durumuna geçmekte ve onlara Tübba' kavminin başına gelenleri hatırlatmaktadır Onlar sözü geçen kavimden daha hayırlı değiller ki bu gibi acı âkibetlerden kurtulabilsinler

Bilahare, öldükten sonra dirilmeyle, Allah'ın gökleri ve yeri yaratışındaki hikmeti arasında bağlantı kuruyor: "Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık Biz onları ancak ve ancak hak ile yarattık Ne var ki onların çoğu bilmezler " (38, 39)

Ve ardından onlara, herşeyin ayırdedileceği " ve hepsinin bir arada bulunacağı vakit" (40)'ten söz etmekte:

"O gün dostun dosta hiçbir faydası " (41)'nın olmayacağı, "ancak Allah'ın merhamet ettiği kimse(nin) müstesna" (42) olduğu belirtilmektedir Bu arada, günahkârların yiyeceği olan zakkum ağacından, onların sürüklenerek Cehennem'e atılacaklarından, "sonra azab olarak başlarına kaynar su" (48) döküleceğinden söz ederek şiddet dolu tablolar çizmektedir

O gün onlara: "Tat bakalım! hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin İşte bu, doğrusu şüphelenip durduğunuz şeydir " (49, 50) denilecektir

Bu azab sahnesinden sonra Allah'u Teâlâ, müttakiler için hazırlanan mükâfatlardan söz etmektedir:

"Müttakîler ise muhakkak ki emîn makamdadırlar Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar İnce ipekten ve atlastan giyerler, karşılıklı otururlar İşte böylece onları siyah gözlülerle eşlendiririz Orada emniyet içerisinde olarak her meyveyi isteyebilirler Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar Ve onları cehennem azabından Allah korumuştur Rabbinden bir lütuf olarak İşte büyük kurtuluş budur " (51-57)

Nihayet sûre başladığı gibi yine Kur'ân'dan söz ederek son bulmaktadır:

"Biz onu öğüt alırlar diye senin dilinde indirerek kolaylaştırdık " (58)

Ve bunun yanı sıra, hâlâ öğüt alıp akıllanmayanlara inadlarına devam edenlere korku dolu bir tehdit:

"Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler " (59)

Halid ERBOĞA

DÛMETÜ'L-CENDEL OLAYI

Dûmetü'l-Cendel, Tebük'e yakın, Şam'a beş gecelik mesafede bir yerdir Hz Peygamber Şam'da hristiyan Araplar'ın ve Bizans imparatoru Herakleios'un desteklediği Rum askerlerinin Medîne'ye saldırı için hazırlık yaptıklarını öğrenince, onlardan önce davrandı ve otuz bin kişilik bir İslâm ordusu ile hicretin dokuzuncu yılında Tebük'e kadar geldi Gerek Rum'dan ve gerekse Araplar'dan bir hareket görülmeyince orada durdu Ayrıca Şam'da bulaşıcı tâûn (veba) hastalığının bulunduğu haberi de gelmişti Allah Rasûlü, ashabı ile istişare ederek bir süre Tebük'te kaldı

İşte Hz Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Hâlid b Velid (ö 21/641)'i çağırdı ve yanına dörtyüz atlı asker verip, kendisini Dûmetü'l-Cendel'de bulunan Ükeydir b Abdilmelik'e gönderdi Ükeydir Kindeliler'den olup, onların kralı idi Ve hristiyandı Halid, emrindeki güçlerle birlikte gece vakti Ükeydir'in kalesine yaklaştı Ükeydir o sırada bazı adamlariyle birlikte yaban sığırı avlamak amaciyle kale dışına çıkmıştı Hz Hâlid ve adamları Ükeydir'e saldırıp, onu yakaladılar Kardeşi Hassan çarpışmaya devam etmek isteyince öldürüldü Diğerleri kaçıp kaleye girdiler (İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391/1971, IV,161,170; İbn Sa'd, Tabakât, Beyrut 1376/1957, II, 165, 167; Vâkidî, Kitabü'l-Meğâzî, Kahire 1965, III, 1025, 1026, 1027, 1031; et-Tevbe, 9/117; Buhârî, Câmiu's-Sahîh, İstanbul, Âmire 1329, V, 128; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 75, VI, 387; Dâre Kutnî, IV, 195-196)

Hâlid b Velid ile Ükeydir arasında kale halkının durumu ile ilgili olarak yapılan anlaşmaya göre, Hâlid'e, 1) İki bin deve, 2) Sekiz yüz at, 3) Dört yüz zırh gömlek, 4) Dört yüz mızrak, verilecek; 5) Ükeydir'le kardeşi Mudad, Hz Peygamber'e kadar götürülüp, haklarında orada hüküm verilecekti (Vâkidî, Meğâzî, III, 1027; İbn Sa'd, Tabakât, II,166) Ükeydir, kardeşi ve ganîmetler Tebük'e getirildi Hz Peygamber ganîmetlerin beşte birini beytü'l-mâl için ayırdıktan sonra, beşte dördünü mücahidler arasında bölüştürdü

Rasûlullah (sas) Ükeydir'le kardeşini İslâm'a davet etti Fakat yanaşmadılar, cizye ödemeye razı oldular Kendileri serbest bırakıldı Onlara emân ve sulh maddeleri ihtiva eden bir yazı verildi Ükeydir Tebük'ten tekrar Dûmetü'l-Cendel'e döndü (Vâkîdî, Meğâzî,III,1030; İbn Hişam, Sîre, IV, 170) Dûmetü'l-Cendel akar suyu, hurmalık ve ekinleri bulunan, büyük bir panayır ve ticaret merkezi idi Arap kabilelerinin birer birer müslüman olduklarını görünce, Dûmeliler, Hz Peygamber'den korkmaya başlamışlardı Ancak bu olaydan sonra da İslâm'a girmek yerine cizye ödemeyi tercih ettiler

Hamdi DÖNDÜREN

DÜĞÜN

Evlilik münasebetiyle düzenlenen tören ve merasimler Yeni bir hayat başlangıcı demek olan evlenmelere düğün adı altında düzenlenen eğlence ve törenlerle, neşe ve sevinç içinde girilmesi, dünyanın hemen her yerinde âdet halindedir Ancak düğün gelenek ve âdetleri milletlere hatta yörelere göre değişiklik gösterir

Evlilik gibi mühim bir hadisenin başlangıcı olan düğün konusunda İslâm'ın görüşü sorulagelmiştir İslâm öncesi Arap örfünde bulunan düğün âdeti, İslâmî dönemde de düzeltilerek ve İslâm'a uymayan yönleri kaldırılarak muhafaza edilmiştir Rasûlullah (sas) zamanında uygulanan düğün adeti bizim için en güzel örnektir O halde bu konudaki sünnetleri iyice öğrenmeli ve uymalıyız

Evlenen çiftlerin yeni hayata neşe içinde geçmeleri, eş-dost ve akrabalarının, hatta tüm din kardeşlerinin bu sevinçlerinde onlara katılabilmeleri için düğün yapmayı Hz Peygamber (sas) tavsiye etmiştir Rasûlullah (sas) yeni evlenen Abdurrahman b Avf'a: "Düğün yap, bir koyunla da olsa ziyafet ver " buyurmuştur (Buhari, es-Sahih, VI,142) İslâmî bir düğün nasıl olmalı, sorusuna gelince; bu sorunun kesin cevabı verilmiş ve İslâmî bir düğünün hudutları hiçbir zaman kesin olarak çizilmiş değildir Bu nedenle de dünyanın her yanındaki müslümanlar arasında, İslâm'a uygun olsa da, düğünlerde farklılıklar görülmektedir Yani müslümanlar müşterek bir düğün şekline sahip değildirler ve bunda da herhangi bir, mahzur yoktur '

Düğün ve düğün esnasında uyulacak esas; her işimizde olduğu gibi helâl ve haram sınırını gözetmektir Düğünlerimizde harama kaçmamak kaydıyla, kadınlar ve erkeklerin birbirlerine karışmaması, içki içilmemesi şartıyla eğlenebilirler Düğünlerde tef* çalınması, şarkı söylenmesi de Peygamberimiz (sas)'in tasvip ve teşvik ettiği şeylerdendir Hz Âişe (ra)'dan rivâyet olunan bir hadîste Rasûlullah (sas) Ensar'dan bir kadının düğününden dönen Hz Âişe (ra)'ye: "Yâ Âişe herhalde düğününüzde eğlence (çalgı) yoktu, halbuki Ensar eğlenceyi sever" buyurmuştur Bir başka rivâyette de: "Tefe vuracak ve şarkı söyleyecek bir cariye göndermediniz mi?" buyurunca Hz Âişe "(Şarkı olarak) ne söylesin ya Rasûlallah?" demiş, Rasûlullah (sas) de: "Size geldik size geldik " diye başlayan bir kaside okumuş ve "Bunu okusun" buyurmuştur (Mansur Ali Nasıf, et-Tac, II-130) Bir başka hadiste de Hz Peygamber (sas): "Helâl ve haram nikâh arasındaki fark (helâlinde) tef ve ses (şarkı) bulunmasıdır " buyurmuştur (aynı eser)

Düğünlerimizde makûl ölçüde şarkıya ve çalgıya izin verilmişse de bu gibi şeylerde aşırıya kaçmak insanı harama düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır Ayrıca, düğünlerde okunacak şarkıların muhtevası inançlarımıza aykırı olmamalı ve isyana, harama teşvik etmemelidir Çünkü harama vesile olan her şey haramdır

Habil NAZLIGÜL

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (D)

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (D)



Dünya Hayati

İnsanın doğumundan ölümüne kadar yaşadığı süre, ömür İnsan bu sınırlı hayatını dünyada geçirir; orada yaratıcısı tarafından sunulan nimetlerden faydalanır İyi veya kötü işlerle bu hayatını geçirir Sonunda Allah'ın huzuruna gider

"Hayat" hakkında tarih boyunca birçok felsefî nazariye ortaya atılmış; hayatın başlangıcı, gayesi, anlamı konularında tutarsız ve insanı tatmin etmekten uzak çeşitli yorumlar yapılmıştır Kur'ân-ı Kerîm bunlardan bazılarını örnek olarak bize tanıtmaktadır: "Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdır, başka birşey yoktur Ölürüz, yaşarız; bizi zamandan başkası helâk etmiyor (bizi öldüren yalnız zamandır) Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur Onlar sadece zannediyorlar" (Câsiye, 45/24) "Ne ise hep bu dünya hayatımızdır, ölürüz ve yaşarız (bir kısmımız ölürken bir kısmımız doğar), biz öldükten sonra diriltilecek değiliz" (Mü'minûn, 23/37)

Âyetlerde bahsedilen inanç sahipleri "hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret olduğunu" zanneden, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ateist (dinsiz) ve materyalistlerdir

"Dünya Hayatı" konusunda en açık ve doyurucu bilgiyi Kur'ân-ı Kerim ve Hadîs-i Şerifler vermektedir Kur'ân-ı Kerim'de "dünya hayatı" ifadesi kırka yakın yerde geçmektedir Bunun karşılığında bazan "âhiret" kelimesi (el-Mü'min, 40/39) (Fussilet, 41/31; ez-Zuhruf, 43/35; el-A'lâ 87/16); bazen (yevmü'l-kıyame) (el-Kasas 28/61) terkibi kullanılmıştır

İlk insan ve ilk peygamber Hz Âdem (as) ve eşi Hz Havva Cennet'te kendilerine yasak edilmiş ağacın meyvesinden yiyince Allah (cc) onları yeryüzüne indirdi: "Derken Şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (nimet yurdu)ndan çıkardı (Biz de) dedik ki: "Birbirinize düşman olarak inin; sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır " (el-Bakara, 2/36)

Kur'ân-ı Kerim, dünya hayatını şöyle tarif ve tasvir ediyor: "Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda (birbirinize karşı) övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekicilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur Ahirette ise çetin bir azap; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır Dünya hayatı ise, sadece aldatıcı bir geçinmedir" (el-Hadîd, 57/20)

"Onlara dünya hayalının tıpkı Şöyle olduğunu anlat: (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir su gibidir Yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler) rüzgarların savurduğu çöp kırıntıları haline geliverdi (İşte hayat böyle bir mevsim kadar kısadır Hayatı yeşerten, kurutan, tekrar yeşertecek olan hep Allah'tır) Allah her şeye kâdirdir " (el-Kehf, 18/45)

"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir Eğer inanır, (günahlardan) korunursanız (Allah) size mükâfatlarınızı verir ve sizden (bütün) mallarınızı istemez (sadece zekât ve sadaka gibi cüz ı bir miktar taleb eder) " (Muhammed, 47/36)

Allah, ölümü ve hayatı insanları imtihan etmek için yarattığını şöyle ifade ediyor: "O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı O üslündür, bağışlayandır" (el-Mülk, 67/2)

"Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/155)

Allah, yapacağımız işlere göre bizi hesaba çekmek, iyi işlere mükâfat, kötü işlere ceza vermek üzere bu dünya hayatını yarattığından iyi ve kötü işleri peygamberleri ve kitapları aracılığıyla insanlara bildirmiştir Bu, Allah'ın rahmetinin bir eseridir İnsanlar Allah'ın gönderdiği programa göre hayatlarını düzenlerlerse kurtuluşa ererler Bunu düşünüp muhakeme etsinler diye Allah insanlara akıl da vermiştir

Allah'ın bildirdiği emir-yasak ve tavsiyeler aklı selim ile birlikte insanı sırat-ı müstakime (doğru yola) götürür İnsanda meleklerden farklı olarak, kötü yola sevkeden nefis ve şeytan vardır İnsan ne ıs ve şeytanın saptırmalarına karşı daima uyanık olmalı, onlarla devamlı mücadele halinde bulunmalıdır

Dünyanın insanı cezbeden ı vardır Bunlar âyette şöyle sayılmıştır: "Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, (otlağa) salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (cazip) gösterildi Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır" (Âli İmrân, 3/14)

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür Bâki kalacak olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır" (el-Kehf, 18/46)

Dünya (ı)nın ne olduğu hakkında hadis-i şerifler de vardır: Buna göre nefse hoş gelen, insanı cezbeden şeyler dünya ıdır: "Dünya tatlı ve hoş manzaralıdır Allah sizi orada başkasının yerine geçirecek de nasıl iş göreceğinize bakacaktır Bu sebeple dünyadan sakınınız, kadınlardan sakınınız İsrailoğullarının (uğradıkları) fitnenin ilki kadınlar arasında (vâki) olmuştur " (Riyazü's-Sâlihîn, çev M Emre, I, 84)

Dünya hayatından sonra ebedî olan âhiret hayatı vardır: Orası çalışma yeri değil, dünyadaki çalışmaların karşılığını görme yeridir Ebedî saadet bu dünyada kazanıldığı için dünya hayatı çok değerlidir İyi değerlendirilmeli, ömür boşa geçirilmemelidir Yüce Allah şöyle buyurur: " Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın, Allah'tan korkun, çünkü Allah yaptığınızı haber âlmaktadır" (el-Haşr, 59/18)

Kur'ân-ı Kerim bize çalışmayı emretmiş, dünya nimetlerinden meşru şekilde istifade etmemizi tavsîye etmiştir:

"Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz" (el-Cum'a, 62/10)

"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur Ve çalışması da yakında görülecektir" (en-Necm, 53/39-40)

Müslüman herşeyi yerli yerinde yapar, dünya hayatını iyi işle (salih amel) değerlendirir Çocuklarının rızkını helâlinden kazanmak için çalışır, elinin emeğiyle geçimini temin eder İbadetlerini vaktinde yapar, kazandığından Allah yolunda harcamada bulunur İnsanlara faydalı olmaya gayret eder Dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terketmez İkisi arasında uyumlu ve dengeli bir hayat düzeni meydana getirir

Allah Teâlâ düşmana karşı güçlü olmamızı, üstün silahlar hazırlamamızı, böylece Allah'ın düşmanlarını korkutmamızı istemiştir:

"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) hazırlayın Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkulursunuz Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60)

Kur'ân-ı Kerim bizi esas olarak âhiret amellerine teşvik ediyor, fakat dünyadan da nasibimizi unutmamamızı hatırlatıyor İyilik yapan da kötülük yapan da karşılığını eksiksiz görecektir:

"Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür Ve kim zerre ağırlığınca Şer yapmışsa onu görür" (İnsana ameli gösterilir, insan yaptığını görür) (ez-Zilzâl, 99/7-8)

"Rabbinizden bir bağışa ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, takva sahipleri için hazırlanmış bulunan Cennet'e koşun" (Âlu İmrân, 3/133)

" Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et; yeryüzünde bozgunculuk etmeyi isteme Çünkü Allah bozguncuları sevmez" (el-Kasas, 28/27)

Mal ve evlâd dünya hayatında insani en çok meşgul eden iki nimet olduğundan bunların tehlikesine işaret edilmiş, bunların Allah'a ibadete engel olmaması istenmiştir:

"Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitne (imtihan)dir Allah'a gelince büyük mükâfat O'nun katındadır " (el-Enfal, 8/28)

"Ey inananlar, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır " (el-Münâfikun 63/9)

"Ey insanlar, Allah'ın va'di gerçektir sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (Şeytan) Allah'ın affına güvendirmek sureti ile sizi aldatmasın " (el-Fâtır, 35/5)

Hadîs-i Şeriflerde de dünya hayatının aldatıcılığı ve fânîliği üzerinde durulmuş, buna karşı insanlar uyarılmıştır:

"Haberdar olun! Dünya mel'undur Dünyada olan (mal, mülk) de mel'un! Ancak Allah'ın zikri ve ona yaklaştıran şeylerle bilen ve öğreten (kimse) müstesna!"

"Siz akar edinip de dünyaya rağbet etmeyiniz "

"Şayet dünya, Allah katında sivrisineğin kanadına denk olsaydı, O (Allah) hiçbir kâfire ondan bir yudum su bile içirmezdi "

"Ademoğlu, malım malım diyor Ey Ademoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var!"

Abdullah b Mes'ud (ra) demiştir ki: Rasûlullah (sas) bir hasır üzerinde uyumuştu Yan tarafında iz bırakmış olduğu halde kalktı Biz: "Ey Allah'ın Rasûlü, sizin için bir döşek edinsek" dedik Rasûl-i Ekrem (sas): "Benim dünyaya ülfetim yoktur (ki yatağa rağbet edeyim) Bu dünyada ancak ağaç altında gölgelenen, sonra ayrılıp terk eden binekli (yolcu) gibiyim" buyurdular (Riyazü's-Sâlihîn, çev M Emre, s 354-356)

Kur'ân-ı Kerim Hz Âdem'in şeytana uyarak işlediği hata dolayısıyla tövbe etmesinden ve Rabbinin onun bu hatasını bağışlamasından sonra ona dünyaya inme emrinin ve halifelik görevinin verildiğini, bu görevin kıyâmete kadar devam edeceğini, Âdem'in sadece şeytanın sapıttırması yüzünden yeryüzüne indirilmediğini, Âdem'in yeryüzünde Allah'ın halifesi olarak yaratıldığını, halifelik görevine şeytana uyarak işlediği hatanın vebâlinden arınmış olarak başladığını ve dünya hayatında sadece Allah'a kullukla imtihan olmak zorunda bulunduğunu açıklamaktadır Oysa muharref hristiyanlıkta insanların "günahla" doğdukları inancı vardır ki, bu, İslâm'ın açıklamasına ters düşmektedir Allah, nimeti kendilerine ulaştıktan sonra onu değiştirenlere şiddetli bir ceza vereceğini Kur'ân'da açıklamakta ve: "Küfredenlere dünya hayatı cazip görünmekte ve bu sebeple iman edenlerle alay etmektedirler Halbuki Allah'tan sakınanlar kıyâmet günü onların Çok üstündedirler Allah dilediğine hesapsız rızık verir" buyurmuştur (el-Bakara, 2/212) Dünyanın anlamını açıklarken: "İnsanlardan hangisinin daha iyi iş işlediklerini ortaya koyalım diye yeryüzündeki şeyleri ona süs yaptık " buyurur (el-Kehf, 18/7) Bütün belaların temeli dünya hayatını gaye edinmektir Dünya hayatına ağırlık veren, öğütten yüz çevirir Çünkü öğüde, hidâyete kulak vermek isteyen, yaşamını mutlaka âhiret temeline dayandıracaktır Ancak iman ve salih amel insanı dünya hayatının aldanmasından alıkoyar Âhirete inananlar dünya hayatını kaybetmez Çünkü însana verilen hilâfet görevi, yeryüzünün imar edilip nimetlerinden faydalanılmasını gerektirir Ama sadece dünya hayatını isteyenler haram, talan, zulüm sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, dosdoğru müslümanları da dünyaya uydurmak isterler Halbuki dünya hayatı; iman ve ibadetin ulvîliğine denk olmayan br oyalanmadır Asıl hayat âhirettedir Dünya, sadece İslâm'ı yaşamak, İslâm'ı hâkim kılma mücadelesi vermek ve Allah'ın yolunda çalışmak içindir Dünyaya bağlılık, sonu hüsranla bitecek bir maceradan ibarettir

Halit ÜNAL

DÜRZÎ, DÜRZÎLİK

Fatımî halifelerinden el-Hâkim biemrillah el-Mansur b el-Aziz billah (385-411/996-1021)'ın veziri Hamza b Ali'nin kurduğu İslâm dışı bâtıl bir mezhep Dürzî, bu mezhebin görüşlerini benimseyen kişi Propagandacı (dâî)* lerinden birisi olan Nuştekîn ed-Dürzî (ö 410/1019)'nin ismine izafetle anılan Dürzîlik, siyasi-itikadî bir mezheptir Şiîliğin İsmailiye* kolundan doğmuştur

Altıncı Fâtımî halîfesi el-Hâkim, ulûhiyet (tanrılık) dâvâsında bulunarak mektuplara "bismil-Hâkim er-Rahmanir-Rahim" yazdırıyor, hutbede kendi ismi okunduğunda halkı ayağa kaldırıyordu (Mahmud Es'ad, Tarih-i İslâm, 158) Hâkim, etrafa dâîler göndererek kendi sapık görüşlerinin propagandasını yaptırır ve: "hiç kimsenin kendilerine zarar veremeyeceğini, mezhebe bağlı olanların artık dalâlete düşürülmeyeceklerini" söyler Veziri Hamza b Ali de bu mezhebin imamı olur Bu arada el-Hâkim'in daha önceki dâîlerinden Nuştekin ed-Dürzî (Ânuştekin ed-Derezî) kendisinin imam tayin edilmesi için faaliyet gösterir Fakat aşırı fikirleri halkı isyana sevkeder ve 410 yılında öldürülür Halkın reaksiyonu üzerine bir süre ara verilen propaganda faaliyetine Hamza b Ali yeniden başlar ve etrafa dâîler göndererek birçok taraftar toplar el-Hâkim'in 411/1021 yılında el-Mukattam dağında kaybolması Hamza b Ali'nin de inzivaya çekilmesi üzerine Hamza'nın dördüncü vasisi Ali b Ahmed mezhebin başına geçer Fakat el-Hâkim'in yerine halîfe olan Ali b el-Hâkim, Dürzîleri takiple cezalandırır Bunun üzerine faaliyetlerini gizli olarak sürdürürler Daha sonra tekrar açıktan çalışmaya başlayarak Teym vadisi, Sayda, Beyrut ve Şam'da yayılırlar

Dürzîler Haçlı saferlerinde hristiyanlarla işbirliği yaparak müslümanlara karşı savaşmışlardır Günümüzde Lübnan'ın dağlık bölgelerinde, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaşamaktadırlar Lübnan anayasasına göre özel hakları olan Dürzîlerin Ortadoğu'da siyâsî güçleri olup bugünkü Suriye yönetiminde büyük etkinlikleri vardır (E Ruhi Fığlalı, İtikâdî İslâm Mezhepleri, 169 vd)

Dürzîlik, Kur'ân'da "sırat-ı müstakim"* diye adlandırılan "doğru yol"un dışındaki bâtıl yotlardan birisidir Bu bakımdan "İslâm mezhepleri" içinde sayılmaması gerekir Kur'ân-ı Kerim sırat-ı müstakim'in dışına çıkılmaması gerektiğine dair gayet açık olarak birçok âyette hüküm bildirmiştir: "Îşte benim doğru yolu, m bu, ona uyun, (başka) yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!" (el-En âm, 6/153)

Kendilerini gerçek tevhid inancına sahip (Muvahhidun) olarak gören Dürzîlerin Allah hakkında tecessüm (Allah'ı cisim olarak tasvir etme), hulûl (ruhun bir canlıdan başka bir canlıya geçmesi) gibi inançları ve bunların çok karışık yorumları vardır Onlara göre Allah'ın bir gerçek ulûhiyeti (lahut) bir de beşerî tezahürü (nâsut) vardır Allah kendisini beşer idrakine ancak bir insan şeklinde yani el-Hâkim şeklinde göstermiştir Aksi halde insan Allah'ı gerçek ulûhiyetiyle tanımaya güç yetiremezdi el-Hâkim'in Allah'ın beşerî tezâhürü olarak imamet mevkiine oturması ve onun tebliğini üstlenmesi Allah'ın gerçek tevhididir Dürzî inancına göre bu gerçek tevhide ulaşan kişinin ibadet mükellefiyeti ve buna ihtiyacı da yoktur (Fığlalı, age, 174-175)

Görüldüğü gibi bu mezhep mensupları İslâm'ın saf ve temiz tevhid akîdesini, nefs ve hevâlarına tâbi olan akıllarıyla bulandırmışlar, lâyık olmayan sıfatları Allah'a izafe etmişlerdir Halbuki gerçek tevhid* inancına göre: Allah birdir, Sameddir (herşey varlığını ve bekasını O'na borçludur Herşey O'na muhtaçtır O, hiçbir şeye muhtaç değildir Herşeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (el İhlâs, 112/1-4)

Dürzîliğin, Hamza b Ali tarafından ortaya atılan inanç esasları özetle şöyledir: 1- el-Hâkim bi Emrillah'ı Allah bilmek Onlara göre Hâkim, Hz Muhammed'in şerîatını neshetmiştir 2-Emri tanımak: Bu, yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilen Hamza b Ali'dir 3-Hududu tanımak: Bunlar Hamza ile birlikte beş vezirdir 4-Yedi esası bilmek: Bunlar iptal edilen yedi akîde (Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve velâyet) yerine konan yedi vasiyet (vesâya veya hisâl) dir Bu yedi vasiyet: 1-Sözde doğruluk, 2-İman kardeşlerini koruma ve karşılıklı yardım, 3-Önceki ibadetler ve bâtıl inançların tamamını terk, 4-İblîs'i ve bütün şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak Hâkim'in birliğine iman, 6-Ne olursa olsun fiillerine sahip olma, 7-Açık veya gizli onun (Hâkim) ilâhî iradesine teslimiyet ve kabut

Dürzîlere göre âhiret ve âhiretle ilgili Cennet, Cehennem, Arş, Kürsî, hesap, ceza, mükâfat gibi şeyler hep bu dünyadadır

Dînî bakımdan Dürzîler, Akıllılar ve Cahiller olarak ikiye ayrılır Özel kıyafetleri olan akıllıların mezhep esaslarına bağlı olmaları, şehvetlerden kaçınmaları, sigara ve içki içmemeleri, hırsızlık, zina vb kötülükleri yapmamaları gerekir Bunların önderlerine Şeyhu'l-Akl denir Cahillerin dünyevî lezzetleri tatmalarında, refah içinde yaşamalarında bir sakınca yoktur

Misafirperverlik, israftan sakınmak, ahlâkî değerlere önem vermek gibi özellikleri bulunan Dürzîler, "İslâm esaslarını hiçe saydıkları ve iman esaslarını da keyfi olarak tahrif ve tağyir ettikleri için" müslüman sayılmazlar

Halit ÜNAL

DÜŞÜK YAPMA

Kürtaj, ana rahmindeki "cenin"* in herhangi bir dış etkiyle düşmesi Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık ile de olur

Tıpta kullanılan "kürtaj" terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir

Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:

1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar

1- İslâm'ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zina ve zinaya götüren bütün ilişkiler haramdır Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zina ve fuhuş olmaz Gayrîmeşru ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur Çünkü çocuk günahsızdır İslâm'a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir Çözüm, zina edenlerin cezasını çekerek tövbe etmeleridir

2- Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez "Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur Ve çalışması da yakında görülecektir Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir " (en-Necm, 53/39-41)

"Kim Allah'tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır Kim Allah'a güvenirse O ona yeter Allah emrini yerine getirendir Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur" (Talâk, 65/2-3)

Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda "ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği" endişesine yer yoktur

"Aile plânlaması", adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen "nüfus artışının önlenmesi" programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan "aile plânlaması" hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir

Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye'ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir Aile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir Pathfinder Fund adlı kuruluşun "Türkiye Aile Sağlığı ve Plânlama Vakfı"na sağladığı destekle Türkiye'nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır

İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır Bu bir cinayet sayılır Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak caizdir: "Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz" (Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126)

İslâm'da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah'a ait olduğu bildirilmiştir: "Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin Onları da sizi de biz besliyoruz Onları öldürmek büyük günahtır" (el-İsrâ, 17/31)

"De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti" (el-En'âm, 6/151)

Cahiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı Kur'ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinayetin cezasız kalmayacağını bildirmiştir: "Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: Hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye " (el-Tekvir, 81/8-9) mümtehine sûresi 12 âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimize: "Mü'min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri hususunda " ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir

Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: "Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır " (Hûd, 11/6)

Abdullah b Mes'ûd (ra) şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü'ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?" Şöyle cevap verdi: "Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve benzer koşman" Sonra hangisi? (dedim) "Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen " dedi Sonra hangisi? (dedim) "Komşunun karısıyla zina etmen" buyurdu (Buhârî-Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83)

Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinayet saymıştır Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezalandırılmıştır Hz Ömer (ra) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor Hz Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor Hz Ömer, Hz Ali (ra) ye: "Sizin görüşünüz nedir?" diye soruyor O da: "Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler Yok seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun" Hz Ömer bu içtihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir

"Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinayet sayılır ve ceza uygulanır"

Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz

Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir

Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezası gerekir

Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar "çocuklarını geçindirememek" endişesi taşımazlar Çünkü rızkı veren Allah'tır Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için "aile plânlaması yardımı (!)"nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur (Ayr bk Doğum Kontrolü)

Halid ÜNAL

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (D)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (D)



Ebabil Kuşları

Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar

Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir Kelime, Kur'ân-ı Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üstlerine sürü sürü kuşlar gönderdi Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı Nihâyet onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı" (el-Fil, 105/1-5)

Bu olay Hz Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:

Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mamud" adlı fili önde olduğu halde Mekke'ye yöneldi MS 570 veya 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille yola çıktı (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442)

Ebrehe yolda Yemen kralı Zû Neferi bozguna uğrattı, ardından Has'amlıları yendi ve bunların Nufeyl b Nubeyb adındaki liderinin hayatını bağışlayarak kendisine Mekke'ye gidişte rehber yaptı Taif'teyken Sakif'liler tanrıları Lât'ı korumak uğruna Ebrehe ile işbirliğine yanaşıp Ebû Regal'i ona rehber olarak verdiler Ebrehe'nin fillerin desteğindeki muazzam ordusunun karşısında hiçbir ordu dayanamadı ve Kureyş'liler bu gelişe bakarak Kâbe'nin yıkılacağına kesin olarak inanmaya başladılar

Mekke yakınında Mugammes denilen yerde Ebrehe ordusu çadırlarını kurdu ve çevredeki Mekke'lilere âit develeri yağmaladılar Burada, Ebû Regal öldü Develerin içinde Abdülmuttalib'in de iki yüz devesi vardı Ebrehe'nin elçisi Hınata el-Himyeri Mekke'ye giderek Kureyş'lilerin ileri gelenleriyle görüştü ve "Kâbe'yi tavaf etmeyi bıraktıkları takdirde onlara saldırmayacaklarını" söyledi Onlara sadece Kâbe'yi yıkmak için geldiklerini, kendileri ile savaşmayacaklarını bildirdi (İbnü'l-Esir, age, s443)

Abdülmuttalib, "Biz onunla savaşmak istemiyoruz, buna gücümüz de yetmez Orası Beytullah'tır, eğer korursa O (Allah) Harem'i korur" dedi; develerini görüşmek üzere Ebrehe'nin yanına vardı Abdülmuttalib'e iyi davranan ve önce onu takdirle karşılayan Ebrehe, Abdülmuttalib develerini isteyince şöyle dedi: "Seni ilk gördüğümde gözüme büyük bir şahsiyet olarak görünmüştün Ama sen Kâbe'nin korunmasını isteyeceğin yerde develerinin peşine düşünce gözümden düştün" Abdülmuttalib, "Ben develerin sahibiyim Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur" dedi

Abdülmuttalib develerini alıp Kureyş'lilerin yanına döndü, onlara olup biteni anlattı ve hepsi, muhtemel bir katliâma karşı Mekke'den ayrılıp dağlara çekildiler

Sabaha karşı Ebrehe, Mekke'ye ilerledi Mamud denilen büyük fil, şehre yaklâşınca yere çöküverdi; kalkması için çok uğraştıkları halde kalkmadı Öteki fillerin de, Kâbe yönünde sürüldüklerinde yere çöktükleri, başka bir yöne yöneltildiklerinde koşarak kaçmaya çalıştıkları görüldü Bu mucizeyi olayın sıhhati Hz Peygamber (sas)'in Kusva adlı devesinin Mekke yakınlarında çökmesi olayında, Nebi (sas)'in söylediği sözlerle sâbit olmuştur: Devesi çökünce Rasûlullah'ın ashâbı, "Deve çöktü" dediğinde, Rasûlullah; "Hayır, Kusva çökmedi, yalnız onu 'Fili engelleyen' engelledi" buyurmuştur Buhâri ve Müslim'de, Rasûlullah (sas)'in Mekke'nin fethi günü şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alıkoydu Ama Rasûlünü ve mü'minleri oraya gönderdi Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iâde olmuştur Dikkat edin, hazır olan olmayana bildirsin "

Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken deniz tarafından, dahâ önce o bölgede hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuş sürüleri bir anda ortaya çıkarak Ebrehe ordusuna saldırdılar Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşları ve çamurdan balçıkları askerlerin üzerine bıraktıklarında onlar, kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi dağıldılar Rehberleri Nufeyl kaçtı, askerler kuş saldırısında telef olup feci şekilde öldüler; yolda kalanlar, geriye dönenler de helâk oldular Mekke'liler bu mucizeyi dağlardan seyrederken Allah'ın irâdesi karşısında hayret ve dehşet içindeydiler Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanmış, çürümüş halde San'aya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak acıklı şekilde öldü (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri)

Kuşlar ve attıkları taşlar hakkında çeşitli rivâyetler vardır Bu olay Rasûlullah'ın dünyaya geldiği yılda vukû bulduğundan, Peygamberimizin ilk mucizelerinden sayılmıştır Muhammed b İshak ve İkrime o yıl çiçek hastalığının Mekke'de yaygınlaştığını söylemişlerdir Muhammed Abduh (v 1905) bu rivâyetlerden hareketle Kur'ân'da geçen "Tayran Ebâbile" ifâdesiyle kastedilenin "sinekler" olduğunu ayaklarında salgın hastalık mikrobu taşıyan sinek sürülerini Allah'ın, Ebrehe ordusuna musallat kıldığını belirtmektedir Yeryüzünün en ihtişamlı ordusu ve hayvanları (filleri) ile gelen Ebrehe ve ordusunu Allah, bir ibret olsun diye gözle görülemeyen küçük canlılarla mikroplarla helâk etmiştir Bu görüşü yukarıda zikrettiğimiz gibi daha önce ilk siyercilerden Muhammed b İshak da kaydetmiştir

Bu tefsirde önemli olan husus; Muhammed Abduh, Reşid Rıza, ve diğer bazı müfessirlerin, Allah'ın, olağanüstü, fevkalâde, harikulâde mucizesi ile bu Allah düşmanı orduyu helâk edişini dile getirmeleridir Tefsirlerde kuşların mâhiyeti hakkında değişik görüşler bulunmaktadır İbn Abbas ile Dahhak, Ebâbil'i "birbiri arkasından gelenler" diye yorumlamışlardır Hasan-ı Basri ile Katâde, "çok" mânâsına; İbn Zeyd "çeşitli, sağdan soldan gelenler" mânâsına; Mücâhid, "toplu halde arka arkaya gelen" mânâsına geldiğini söylemişlerdir Kuşların, bölük bölük, karışık türde oldukları anlaşılmaktadır Rivâyetlerde kuşlar; kırlangıca, kekliğe, sığırcığa, yarasaya, hatta "zümrüdü anka"ya benzetilmektedir

"Siccil" kelimesi, taş ve çamur demektir Yahut, çamurla sıvanmış taş anlamına gelir "Asf" kelimesi, ağaç yaprağı anlamına gelir Haşerelerin ağaç yaprağını yiyip ufalttıklarında yaprak yenik yenik hale gelir ki, sûrede anlatılmak istenen budur

Sûrenin anlamı; Allah'ın, Kâbe'nin müdafaasını müşriklere bırakmadığını, saldırganları alışılmadık şekilde helâk ettiğini bize anlatmaktadır

Fil olayı, Müzdelife ve Mina arasındaki Muhassab vadisi arasında bulunan Muassıb'da meydana gelmiştir Müslim ile Ebû Dâvûd, Câbir'den rivâyetle onun şöyle dediğini yazarlar: "Rasûlullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettiği zaman Muassıb vadisin de hızlanmıştı" İmam Nevevî bunu şöyle izah etmiştir: "Ashâb-ı Fil olayı burada cereyan etmiştir Onun için, sünnet olan, hacıların buradan hızla geçmesidir" (Mevdûdî, Tefhimul Kur'an Trc: Muhammed Han Kayanı ve diğerleri, İstanbul 1988, VII, 238)

İmam Mâlik de Hz Peygamber'den, "Müzdelife durma yeridir, ama Muassıb vadisinde durulmamalıdır" hadisini nakleder

Müşrik Kureyşlileri bu olay o kadar etkilemiştir ki, üç yüz altmıştan fazla Kâbe putunu unutup yedi yahut on sene Allah'a tapmışlardır Fil sûresin de Allah, Ashâb-ı Fil'in acı âkıbetinin fecâatine sadece ana hatlarıyla değinmiş ve müşriklere, Hz Muhammed (sas)'in dâvetine karşı çıktıklarında, onların başlarına gelebilecek acıklı azabı hatırlatmıştır

M Sait ŞİMŞEK

EBÂN B SAİD B el-AS

İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b Said b el-Âs b Ümeyye b Abdişems b Abdimenâf b Kusay b Kilâb b Mürre b Ka'b b Lüeyy el-Kuraşî

İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı Ailesi İslâm'a karşı aşırı muhalif olanlardandı Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi (Üsdü'l-Ğâbe, I, 35) "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" meâlinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti

Ebân, Bedir gazvesinde müslümanlara karşı savaşan müşriklerle beraberdi Kardeşleri Ubeyde ve Âs müslümanlarla savaşırken muhârebede ölmüşlerdi; fakat Ebân ölmemişti (el-İsâbe, I, 10)

Hudeybiye sulhu sırasında Rasûlullah (sas), Hz Osman'ı Kureyş ileri gelenleriyle görüşmek üzere Mekke'ye elçi olarak göndermişti Hz Osman, müzâkere için Mekke'ye gittiği zaman Ebân'ın misâfiri oldu Ebân Osman'ın muhâfazasını üzerine aldı Gerçekten o, Hz Osman'ı çok severdi (el-İstilâb, I, s35)

Ebân, müslüman olmadan önce Rasûlullah (sas)'a muhâlif olanların başındaydı Bununla beraber bu yeni din ve Rasûlullah (sas)'ın peygamberliği hakkında da araştırma yapıyordu Ebân, Kureyş'in ileri gelen tüccarlarından biri idi Sık sık o sıralar ticaret ve ilim merkezi olan Şam'a giderdi Yine bir seferinde Ebân, Şam'da bir rahiple karşılaştı Onun Kureyş'ten olduğunu anlayan rahip, bu kabileden Cenâb-ı Hak tarafından görevlendirilen şahsın çıkacağını ve Allah yolunda İsa ve Musa'nın yolunu takip edeceğini ona bildirdi Bunun üzerine Ebân, bu zâtın isminin ne olacağını sordu Rahip; "Muhammed" dedi Ayrıca eski eserlerde ve semâvi kitaplarda gönderilecek olan peygamberin bazı özelliklerini okuduğunu ona anlattı

Ebân bu sözleri dinledikten sonra rahibe; "Saydığın bu hususların hepsi o zatta mevcuttur" dedi Rahip bu zâtın bütün Arap ülkelerinde iktidarı elde ettikten sonra iktidarının bütün dünyayı saracağını söyledi Şunu da ilâve etti: "Sen memleketine geri döndüğün zaman bana İslâm hakkında malumat ver Ona git, benden selam söyle ve hürmetlerimi bildir"

Ebân, Mekke'ye geri döndüğü zaman artık değişmişti İslâm'a, müslümanlara karşı eski hali kalmamış, muhâlefeti tamamen kalkmıştı (Üsdü'l-Ğâbe, 1, 36)

Bir müddet böyle devam ettiği halde, Ebân hâlâ Atalar dininin hürmetini, rakiplerinin tavrını düşünerek konuştuğu rahibin söylediklerini de bir tarafa bırakmıştı Fakat bütün bunlara rağmen Ebân, Hakk'ın câzibesine daha fazla dayanamayarak Hayber'den önce İslâmiyet'le müşerref oldu (el-İstiâb, 1, 35) Müslüman olduktan kısa bir müddet sonra da hicret etti

Rasûlullah (sas) Ebân'ı müslüman olduktan sonra bir seriyye'nin emirliğine getirerek, Necid tarafına gönderdi Hz Ebân bu seriyyeden zaferle döndü, fakat Hayber fethine katılamadı Hz Ebû Hureyre bu sırada Habeş muhâcirleriyle Medine'ye varmıştı Hz Ebân ve Hz Ebû Hureyre Hayber ganimetlerinden istifade edememişti Bunun üzerine her ikisi de bu ganimetlerden faydalanmak için Rasûlullah (sas)'e maruzatta bulundular Fakat o sırada orada bulunanlardan bazıları bunların Hayber gazasında bulunmadığını söylediler Ebân üzüldü Fakat Rasûl-i Ekrem her ikisine de iltifatta bulundu (Buhârî Kitâbü'l-Meğazî, Cazvetu Hayber) Ebân Necid seriyyesinde muvaffak olduğundan dolayı başka seriyyelerin de emirliğine tâyin edildi

Hz Eban, bundan sonra Rasûlullah (sas)'ın emriyle deniz ve kara işlerinin idaresine ve vergilerinin tahsiline tâyin edildi Rasûlullah (sas)'ın vefâtına kadar da bu görevde kaldı Vefâtıyla birlikte de geri döndü (el-İstiâb, 1, 36)

Rasûlullah (sas)'ın vefâtından sonra Hz Ebû Bekir'e genel bir bey'at yapılmıştı Fakat sayıları sınırlı bazı kimseler bey'at etmedi Bunların arasında Ebân da vardı Fakat bütün Hâşimoğulları bey'at edince artık onun bey'at etmesine mazeret kalmamış, o da bey'at etmişti Hz Ebû Bekir, hilâfette iken Rasûlullah'ın tâyin ettiği emir ve görevlileri azletmedi Hz Ebân'ın da vazifesinin başına dönmesini rica etti Fakat Hz Ebân kabul etmeyip şöyle dedi: "Rasûlullah (sas)'den sonra başka herhangi bir kimsenin teklifini kabul etmem" Bunun yanında ise bazı rivâyetlerde Hz Ebû Bekir'in ısrarı üzerine Yemen valiliğini kabul ettiği rivâyet edilmektedir (Üsdü'l-Ğabe, I, 37)

Hz Ebân'ın vefâtı ihtilâflı olmasına rağmen kuvvetli bir rivâyette Hz Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Ecnâdin muhâberesinde şehid olduğu söylenmektedir

İA

EBCED

Cümel, Cifr, Sayı sembolizmi

Ebced veya Ebûced, Arap alfabesindeki harflerin kolaylıkla hatırda kalması için düzenlenen bir hârf dizisi ile bu harf dizisinin her birine tekabül eden bir rakam değeri sistemi ve diziyi oluşturan sekiz kelimenin ilkinin adıdır

Harflerin her birine 1'den 1000'e kadar matematik değerler verilmiştir

Bu sekiz temel kelime şöyledir: "Ebced, Hevvez, Huttiy, Kelemen, Se'fes, Karaşet, Sehaz, Dazığ"

Bu kelimeler aslında İbrânî, Ârâmî Süryâni alfabelerinin harfleriyle -sessiz harfleri dikkate alınarak aynıdır Alfabe Araplara Nebatîler yoluyla gelmiştir Sâmi alfabelerinin hemen tamamında bir rakam değeri olan harfler sistemi kullanılmıştır Eski Ön Asya dillerinden Akadça ve Asurca'da bile bu değerler kullanılmıştır

Yalnız başlarına hiçbir anlamı olmayan ve sadece ezberleme işini kolaylaştıran bu sembolik sekiz kelimeden başka harflerin sırası ve bunların sayıları göstermekte kullanılmaları bakımından İbrânî ve Ârâmî dillerindekiyle aynıdır Hemze'den, K'ya kadar olan harfler 1-100, son dokuzu da 200-1000 sayılarına delâlet eder Yine bir başka eski sistemde aynı yazı şeklinde olan harfler biraraya getirilip her grubun ilk harfinden sonra o harfe benzeyen diğer harfler sıralanır Meselâ, "Te", "Se", harfleri "Be"den sonra konulmuştur Yalnız "Lam", "Vav", ve "Ye", harfleri sona bırakılmıştır Bu sıra Mağrib alfabesinde bugüne kadar muhafaza edilmiştir: Elif, Be, Te, Se, Ha, Cim, Hı, Dal, Zel, Rı, Ze, Tı, Zı, Kef, Lam, Mim, Nun, Sad, Dat, Ayın, Gayın, Fe, Kaf, Sin, Şın, Lam, Vav, Ye

Rakam değerli harf sistemi, çivi yazısının kullanıldığı döneme kadar inen bir tarihi kökene sahiptir Bu da vahiyle ilgisi olmayan bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir

Cürhümî alfabesi temeline dayanan Arapça harfler diğer Sâmi dillerinden farklı olarak sıralanmaktadır Bu sıra İsmail (as) zamanında ilk kez Arapça'ya uygulanmıştır Sekiz kelimeden ibâret Ebced alfabesi yirmi sekiz harftir Bunlara kolaylıkla öğrenilsin diye "İslâmî" bir kılıf giydirilmiştir Meselâ:

1 Ebced'in ilk altı kelimesi olan Ebced, Hevvez, Huttiy, Kelemen, Se'fes, Karaşet; Şuayb (as)'ın kavminden altı askerin adıdır Bunlar Medyen ülkesinin şahları olup, Kelemen, hepsinin büyüğüydü ve harfleri bu şahlar düzenlemişlerdi Onlar, Medyen ve Eyke halkıyla birlikte helâk oldular

2 Harfler altı şeytanın adına göre düzenlenmiştir Bu şeytanlardan korunmak için kelimelerin sonuna "Fetebârekallahu bi ahseni'l Hâlikın" ibaresi eklenmiştir

3 Ebced kelimeleri haftanın günlerinin adıdır Harflerin sırası gün adlarındaki sıraya göre düzenlenmiştir

Bu iddiaların hepsi de İsrailiyattan ibârettir ve uydurmadır Ebced hesabını İslâm tarihinde ilk kez yahudiler yapmışlardır Rasûlullah'a gelen bir grup yahudi Kur'an-ı Kerim'deki hurûf-ı mukattaa adı verilen Elif, Lâm, Mim, vb harflerini Ebced'e göre değerlendirip, "İslâm ümmetinin ömrü, "Elif: 1, Lâm: 30, Mim: 40" olarak toplam 70 veya 71 yıldır" demişler; kendilerine hurûf-u mukattaa ile başlayan "Kef, He, Ye, Ayn, Sad, gibi diğer ayetler hatırlatılınca önce hesap etmeye başlamışlar, sonra bu işin altından çıkamamış, zihinleri karışmış, rezil olmuşlardır Ashab ve Rasûlullah (sas) onların bu çocukça hesap işine gülmüşlerdir

Bazı âlimlerin de yalnız fonetik fizyolojisi ilkelerine göre tanzim edilmiş bir alfabe sistemi vardır Bu sistemde gırtlak sesleri ile arka damak sesleri başta gelir ve ağız önünden çıkarılan sesler ile dudak sesleri sona bırakılmıştır Halil b Ahmed'in "Kitâbü'l Âyn'ında sıra şöyledir:

(ayn-ha-lamelif-gayn-gaf-kef-şın-sad-dad-sin-ra-tı-dal-te-zı-zel-se-ra-lam-nun-fe-be-mim-vav-elif-ye)

Bu sıra el-Ezherî'nin "Tehzib"inde ve İbn Sîde'nin " el-Muhkem"inde de aynıdır

Hvaş erbâbı harflerin âdedlere delâlet etmek özelliğine dayânarak eski devirlerde Ebced vb kelimeleri büyü ve sihirde kullanmışlardır Bu sistemde Elif'ten Ğayın'a kadar her harfe bir tanrı adı ile tabii kuvvetler tekâbül eder Bir taraftan aded ile harf arasındaki bu ilişkiler diğer yandan bunlara tekâbül eden timsaller sayesinde amelî bir sır sistemi geliştirdiklerine inanmışlardır Meselâ, efsun ve muskacılıkta, harflerin adedi değerlerine göre toplanır ve bu toplamın "cinler âlemi" ile ilişkisi bulunduğu kabul edilir Bütün bunlar boş, şeytani uğraşıdan başka birşey değildir

Ebced hesabı Fars ve eski Türk edebiyatında tarih düşürmede de kullanılmıştır Meselâ İstanbul'un Fetih tarihi için Kur'ân-ı Kerîm'den "Âherûn" kelimesi düşürülmüştür Bunların toplamı

(elif+gayn+ra+vav+nun)=1+600+200+6+50=857

çıkmaktadır ve bu tarih Hicri 857 (M 1453) yılı olan fetih tarihidir Aynı şekilde Elmalılı M Hamdi Yazır, tefsirinde Molla Câmi'den naklederek Sebe sûresinin onbeşinci âyetindeki "Beldetün Tayyibetün" (iyi bir belde) ifadesi ile İstanbul'un fethinin kastedildiğini ve İstanbul'un fetih tarihinin (857 H yılının) bu cümlenin ebcedi ile haber verildiğini yazmaktadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, V, 3956)

Ayrıca şâir Fuzûli, Kanunî Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı fetih tarihi olan 941 H yılı için; "Geldi burc-i evliyaya padişah-ı namdâr" mısraını tarih düşmüştür Yine Sultan Abdülmecid'in saltanata geçişine de "Bir iki iki delik Abdülmecid oldu Melik" mısrası ile tarih düşmüşlerdir

Hatta bazen halk arasında dolaşan ve Kur'an-ı Kerim'in şifa ile ilgili âyetlerinin ebced hesabına göre rakamların yazılıp bunlarla yapılan muskalar bulunmaktadır ki, bu rakamların şifa vereceğine inanmak küfürdür Bu gibi hususlar Hz Peygamber'in sünnetinde olmadığı gibi ashab, tâbiîn ve büyük imamların böyle bir şeye başvurmadıkları ilmen ve tarihen bilinen bir husustur Ebced hesabına dayanarak ortaya çıkan Hurûfilik, bu işi Kur'ân ile fal bakmaya kadar götürmüştür Bir devlet kuruluşu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, devletin dinî anlayışını yansıtmak üzere 1960'larda yayımlanan ''Allah Bizimle" adlı bir kitapçıkta Ebced hesabı ile Hz Peygamber (sas) ile ilgili olan bir âyeti, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine tarih düşürmeye çalışmıştır Oysa bu hesaplar, bir İsrailiyyat uydurması olup İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır

Bütün hurûf-û hecâ denilen yirmi sekiz harfi içine alan Ebced harf tertibinde harflerin sayısal değerleri şöyledir:

Ebced: Elif : 1, Ba : 2, Cim:3, Dal:4 Hevvez: He : 5, Vav : 6, Ze : 7 Hutti: Ha : 8, Tı : 9, Ya : 10 Kelemen: Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nun : 50 Se'fes: Sin : 60, Âyn : 70, Fe : 80, Sad : 90 Karaset: Kaf : 100, Rı : 200, Şın : 3002 Te : 400 Sehaz: Se 500, Hı: 600, Zel : 700, Dazığ: Dad : 800, Zı : 900, Ğaym 1000

Bugün ancak eski kitâbelerde ebced hesaplarına rastlanmaktadır Arap harflerinin kutsal ve bâtıni bir ilim olan "Cifr" ile ilgili olan sayı sembolizminin Hz Ali (ks) tarafından kodlandığı iddia edilir (S Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, İstanbul 1988, Çev: İlhan Kutluer, s77) Bunun uydurmadan başka birşey olmadığı açıktır

Şâmil İA

EBEDÎ

Sonu olmamak, daima var olmak Bu ancak Allah'a mahsustur Kelâm ilminde Allah'ın ebediliği, Bekâ sıfatıyla açıklanmaktadır Kıdemi sâbit olanın ademi mümtenidir Kıdemi zâtı ile kadîm olan zât, bâki ve ebedi olur Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi vücudunun evveli ve âhiri yoktur Herşey, bütün varlıklar biter, helâk olur, ancak Allah kalır Bu, kelime-i tevhidde de ifade edilir: Ancak Allah vardır O'nun varlığının önü, sonu yoktur O'nun önceliğine başlangıç, sonluğuna sonluluk yoktur "O Evvel'dir, Âhir'dir" (el-Hadid, 57/3) ve "Kâinattaki herşey fânidir, yalnız Rabbin bâkidir, ebedidir"(er-Rahman, 55/26-27; Tâhâ, 20/73)

Müminler için ebedi hayat cennettedir: "onlar orada ebedî kalacaklardır" (el-Bakara, 2/25)

Felsefe ve bilim, her cismin sonlu olduğunu kanıtlamıştır Hiçbir cisim sonsuz olarak var olamaz Âlem, tümüyle sonludur Âlemin sonu kıyamettir Allah'tan başka hiçbir şey ezelî ve ebedi olmadığından, herşeyin yaratıcısı Allah'tır, bütün cisimler hudustur (sonradan yaratılmıştır), onları Allah yoktan var etmiştir ve tekrar yok edecek ve tekrar diriltecektir Allah'ın varlığına asla yokluk ârız olmaz; O ezelîdir, daima vardı, var kalacaktır

Rasûlullah şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, Sen Evvel'sin ki, senden önce birşey yoktur Âhir'sin ki, senden sonra birşey olamaz " (Müslim, Zikr, 61: Tirmizî, Daavât, 19)

Hakikatte "O evveldir, âhirdir" (el-Hadid, 57/3) âyeti, şöyle tefsir edilmiştir: Evvellik sonluk, sonluk evvellik; zâhirlik bâtınlık, bâtınlık zâhirliktir Kezâ evvellik ebedîlik, ebedilik ezeliliktir Aralarında bir perde yoktur O her evvelden evvel, her âhirden âhirdir; O ezel, ebed bütün vecihleri kuşatır, gâye ve münteha O'nadır Evveldir, evveli yoktur; âhirdir âhiri yoktur denilmelidir Bütün sıfatlar O'nunla vasıflanır, O sıfatlarla vasıflanmaz (Ayrıca bk Ezeli, Bekâ, el-Bâki)

Sait KIZILIRMAK

EBRÂR

Özü, sözü doğru olanlar Sâdıklar İyiler "Bârr" kelimesinin çoğuludur Kelimenin aslı "berr" olup kara anlamındadır "Birr"* sözcüğü buradan alınmış olup çok iyilik etmek anlamındadır (Rağıb el-İsfahânı, el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Beyrut (ty), 40) Buna göre "bârr", çok iyilik eden; "ebrâr" da çok iyilik edenler, anlamındadır

Ayrıca "birr" sözcüğünde "şuurlu ve delillere dayalı iyilik etme" anlamı mevcuttur Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir Asıl birr o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah 'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi Antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır" (el-Bakara, 2/177)

Kıble değişikliğinden sonra ehl-i kitap bu mesele hakkında ileri-geri birçok şey söylediler Kudüs'e yönelmek mi, yoksa Kâ'be'ye yönelmek mi daha hayırlı gibi sırf şekli meseleler konusunda uzun uzadıya tartışmalara giriştiler Bunun üzerine yukarıya aldığımız âyet-i kerime indi (Ebû's-Suud, İrşâdü'l-Akli's-Selim, I, 193)

Bu âyetle yüce Allah, şeklî meselelerden önce şirkten arınmış temiz ve sağlam bir itikadın gerekli olduğunu; şeklî meselelerin ise bundan sonra geldiğini anlatmaktadır

Bu âyet ışığında "Ebrâr"ı değerlendirdiğimizde; onlar, önce sağlam her türlü şâibeden uzak bir inanca sahip olup sonra da kalplerine yerleşmiş, taklitten uzak ve bu itikadla birlikte salih amel işleyen kimselerdir

Kur'ân'ın kendine has terimlerinden birisi olan ebrâr kelimesi "Mutaffifin" ve "Füccâr" kelimelerinin karşıtıdır Her üç kelime de birer sembol, birer fikrî terim olarak Kur'ân'da kullanılmıştır Mutaffifin kelimesi, ölçüde ve tartıda noksanlık edenleri anlatan bir terim ve onlar için kullanılan bir sembol kelimedir Füccâr kelimesi de "Allah'ın emrinden dışarı çıkarılan" anlatan bir terim ve onlar için kullanılan bir sembol kelimedir Bu iki kelimenin tanımladığı davranışla kelimeleri kendilerine sıfat olarak almış bulunanlar "Rablerinden mahrum olacak ve cehenneme gireceklerdir" Ya bu iki kelimenin zıddı olan ebrâr kelimesini sıfat olarak kendilerine seçmiş bulunan ve bu kelimenin ifâde ettiği davranışta bulunanlar: Bunlar kimlerdir ve herhangi davranışta bulunurlar?

Ebrâr; doğru sözlü, faziletli, Allah'ın iyi kullarının tamamını içine alan bir kelimedir Bunlar, ahde vefa gösterirler; yeminlerinde dururlar; amelî ve itikadı noktalardan kusur işlememeğe gayret ederler; isteyerek ve karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine kendi ihtiyaçlarından fazlasını bağışlarlar; fakiri ve yoksulu gözetirler; esire hürriyetini bağışlarlar; Allah'u Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimetlere devamlı şükrederler ve her durumda Allah'a bağlı ve itaat * halindedirler Onların "Amel defterleri" * meleklerin gözetimi altında ve "İlliyyîn" * denen şerefli bir mevkidedir Kendileri de şerefli bir taht üzerinde diledikleri yere bakarlar Onlar cennettedirler Bolluk ve cennet nimetleri içinde rûhen ve cismen nurlanmışlardır Bu nur, yüzlerinden ve etraflarından taşar Bunu onlara bakan herkes görür Mutaffifin Sûresi 24, 25, 26nci âyetlerinde şöyle buyurulur:

"Onları yüzlerindeki nimet pırıltısından tanırsın", "Sonunda misk kokusu kalan, mühürlenmiş saf bir içecekten içerler", "İyi şeylere imrenenler, buna imrensinler"

Bu vasıflarla vasıflanmış kimseleri Cenâb-ı Hak, ebrâr olarak adlandırmıştır Bunlar Allah'u Teâlâ'ya yakın olanlardır Bu yakınlığı, dünyayı âhiretin tarlası hükmünde görerek çalışmak ve âhiret ölçüsü ile dünyaya bağlanmakla kazanmışlar böylece ebrâr sıfatını haketmişlerdir

Kur'an-ı Kerfin'de melekler hakkında "ebrâr" ile aynı kökten gelen "berere" sözcüğü kullanılmaktadır ki "ebrâr" sözünden mânâca daha kuvvetlidir Anlamı; "Çok çok iyilik edenler"dir (el-İsfahânı, age, s41)

"Ebrâr", bütün iyi hasletleri kendilerinde toplayan, sağlam bir itikada sahip olan, doğru sözlü, ibâdetlerinde samimi kimseler hakkında kullanılır Onlar bu iyiliklerine karşılık olarak cennet'te bol nimetler içerisinde olacaklardır

M Sait ŞİMŞEK

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.