Tasavvufun Menşei |
08-06-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Tasavvufun MenşeiTasavvufun Menşei Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının yaşayışlarında görülmektedir Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra başlamış olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır: “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik” (Mâide: 48) “Sâdıklarla beraber olun” (Tevbe: 119) “Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler”(A’raf: 181) “İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır” (Yunus: 62-63) “Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur” (Bakara: 282) “Onlar o kimselerdir ki Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile takviye edip desteklemiştir” (Mücâdele: 22) “Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş, kurtulmuştur Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır” (Şems: 9-10) “Kim inanır nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” (En’am: 48) Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar: “İlim ikidir Birisi dilde olup, (ki bu zâhir ilmidir) Hazret-i Allah’ın kulları üzerine hüccetidir Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur” (Tirmizî) Hadis-i Kudsî’de ise şöyle buyuruluyor: “Her kim benim velî kullarıma düşmanlık ederse, ben ona harp açarım” (Buharî) Asr-ı saâdet’te tasavvuf adı ve mutasavvıf adı ile anılan zümre yoktu Sufiliğin hakikati vardı, fakat adı yoktu; yaşanırdı, dâvâsı yoktu Saâdet asrında en yüksek mevkiyi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizle sohbet şerefine eren Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı almışlardı Hepsi değerliydi, amma içlerinde değerlisinin de değerlisi vardı Her biri ayrı ayrı kabiliyetlere sahip idiler, vazifeleri ayrı ayrıydı Bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğ etmeye, bir kısmı cihada, bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken, bir kısmı da ibadete daha çok önem veriyordu Müslümanlar onlar için “Sahabi” olmaktan daha üstün bir tâzim ünvanı tasavvur etmiyorlardı Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra Ashâb-ı kiram’a yetişenlere ve ilmi onlardan alanlara “Tâbiîn” denilmiştir Ondan sonra da “Tâbiîn”e erişen “Tebe-i tâbiîn” gelmektedir Bu üç nesil, en hayırlı insanlar olarak kabul edilmişlerdir İslâmî ilimler ilk devirlerde bir bütündü Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi Bugünkü şekliyle bir Tefsir, bir Hadis ilmi yoktu, itikadî ve fıkhî mezhepler de yoktu Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye’nin ne olduğunu bilmiyordu, amma yaşıyordu Nasıl yaşıyordu? O Nur’un sohbetinde kendilerine icabeden her şey veriliyordu Herkes nasibi kadar alıyordu Kimisi çok alıyordu, derya oluyordu; kimisi az alıyordu, havuz oluyordu O Nur’un sohbetinde bulunmakla, Allah-u Teâlâ onları lütfu ile dolduruyordu Şu kadar var ki, Ashâb-ı kiram’ın hepsinin dereceleri aynı değildir Bu dereceler, onların kendi şahsiyetlerine âit faziletlere, İslâm’a yaptıkları hizmete göre farklılık arzetmektedir Ashâb-ı kiram Tarikat-ı aliye ile meşgul olmamıştır, çok az olmuştur Amma hepsi de Tarikat-ı aliye’nin içinde idiler Hele bunların arasında bir zümre vardı ki; “Seninle beraber olanlardan bir tâife de kalkıyorlar” (Müzemmil: 20) Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, fazla ibadetleriyle seçilmişlerdi Dikkat edilirse görülür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah için çok seyrek halka toplamıştır Hadis-i şerif’lerde birkaç yerde geçer Ashâb-ı kiram’ı her yönden yetiştirmeye çalışmıştı Çünkü herşeyden habersiz bir topluluğun, her yönden eğitime ihtiyacı vardı Bir yönden, bir noktadan değil, birçok yönlerden onları yönetiyordu Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz kendilerine göre bir ders vermişlerdi, fakat yaygın değildi Çünkü onlar Hazret-i Kur’an’ın nuru ile nurlanmış, feyzi ile feyizlenmişlerdi Âyet-i kerime’ler sabah akşam nâzil oluyordu Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru ile, şeref-i sohbeti ile hemhâl oluyorlardı O Nur’un karşısında bulunuyorlar, o Nur’dan nur alıyorlardı, ilim alıyorlardı, edep alıyorlardı, feyz alıyorlardı O Nur’un yanında bulunmak, ona bakmak kâfi idi Baka baka iman ediyorlardı Hepsi de Tarikat ehli idi, amma kapalı, meydanda birşey yok Öylece yetişiyorlardı Bu müridan da aynı şekildedir Ciddi bir ders almış, terbiye görmüş değil, hususiyetli bir şey yok Kitaplardan nasibi kadar almış, kimisi derunî noktasına yavaş yavaş inmiş, kimisi cihada eğilmiş, kimisi yolda kalmış, amma o yolun içinde bulunuyor Herkes nasibi kadar nasibini alıyor Kimisi açık olarak, kimisi gizli olarak terakki ediyor Fakat hepsi de kapalı olarak götürülüyor, gizli hallerle terbiye ediliyor Teslimiyeti, bağlılığı, sadakati ve nasibi nispetinde hiç farkına varmadan mahviyetle yürütülüyor, Allah-u Teâlâ’nın ilâhî lütfuna nâil oluyorlar O yol ile bu yol bu noktada da bitişiyor Her ne kadar mâneviyat yoluna ağırlık veriyorsa da birçok müridan bunun ciddiyetle farkında değil Ashâb-ı kiram da böyle idi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin aralarında bulunması ve sohbeti onları yetiştiriyordu Ashâb-ı suffa da aynı şekilde yetişiyordu Ashâb-ı kiram ile her zaman görüşemese de, Ashâb-ı suffa ile her zaman görüşüyordu Onlar onun talebeleri idi Onun feyzi ile gıdalanıyorlardı Onlar onu tercih etmişlerdi Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn devirlerinden sonra muhtelif ilimlerle uğraşanlara, uğraştıkları ilimlere göre isimler verilmişti Meselâ Tefsir ilmiyle uğraşanlara “Müfessirûn”, Hadis ilmiyle uğraşanlara “Muhaddisûn”, Kelâm ilmiyle uğraşanlara “Mütekellimûn”, Fıkıh ilmiyle uğraşanlara da “Fukaha” gibi isimler verilmişti İşte bu arada rûhî kabiliyetlerini geliştirmeye çalışan ve Allah yoluna sülûk eden zümrenin yoluna da “Tasavvuf” adı verildi İlk devirlerde zühdî bir hareket tarzında başlayan tasavvuf; İslâm dininin kendi bünyesinde doğmuş, gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde gelişmiştir Tasavvuf ismiyle zuhuru, hicrî ikinci asrın ortalarına rastlamaktadır Tarikat kelimesi ise tasavvufun sistemleşmesinden sonra kullanılmaya başlamıştır Zühd hareketi “Mutasavvıfe” adı ile bir topluluk meydana getirince tasavvuf sistemleşmeye başladı Fakihler nasıl ki fıkıh ilmini, kelâmcılar kelâm ilmini sonradan meydana getirdilerse; başlangıçta sadece hareket halinde beliren tasavvuf da öteki İslâmî ilimler gibi, sonradan bir ilim haline geldi Bedenî ameller için hükümler konduğu gibi, kalbî ameller için de hükümler kondu Böylece “Tasavvuf ilmi ” doğmuş oldu Zâhirî fıkhın hükümleri Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunduğu gibi, bâtınî fıkhın hükümleri de Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de bulunmaktadır İslâm dini ruh ile bedenin birleşip kemâle erdiği bir dindir İnsanın ruh ve beden diye iki cephesi olduğu gibi, dinin de zâhir ve bâtın diye iki yönü vardır Namaz, oruç ve diğer amellerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlar zâhirî fıkhın mevzusunu teşkil ediyorsa; yine bu ibadetlerin aynı şekilde huzur ve huşû gibi bâtınî bir şekli de vardır Bu da bâtınî fıkhın yani tasavvufun mevzusunu teşkil eder Fıkıh konularının dört mezhep imamı tarafından toparlanıp sistemleştirildiği ve bu imamların adları ile anılmaya başlandığı gibi; zikrin cehri kısmını Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri, hafi kısmını ise Muhammed Bahaüddin Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri sistemleştirmişlerdir Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna “Kadiri tarikatı”, hafi zikir yapanların yoluna ise “Nakşibendi tarikatı” denmiştir Bundan sonra çeşitli kollar zuhur etmiş ise de, hepsinin aslı birdir Tarikat-ı Muhammediye’dir Gaye, Allah-u Teâlâ’yı en güzel şekilde zikretmek ve O’na kulluk yapmaktır |
|