Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi.. |
08-05-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Osmanlı Sultanlarında Peygamber Sevgisi..“Bu Âl-i Osman bir sâdık soydur Onlardan meşrû olmayan bir hareket sâdır olmamıştır Onlar, ulemânın günah dediği hareket ve amellerden son derece kaçınmışlardır” Âşık Paşazâde İslam tarihi içerisinde sahabe devrinden sonra en ihtişamlı, sünneti seniyyeye en uygun dönemin Osmanlı dönemi olduğunu birçok ehli ilim ve ehli irfan teslim etmiştir Osmanlı Devleti’nde, padişahından köylüsüne kadar her Müslüman unsurun Peygamber muhabbetiyle, aşkıyla dolu insanlardan oluştuğunu biliyoruz Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’e (sav) olan bu samimi muhabbet ve bağlılık o dönemdeki Müslim-gayri müslim bütün teba için gerçekten rahmet olmuştur Osmanlı Devleti, tarih sahnesinde kaldığı sürece padişahları önderliğinde İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, bu bayrağın dünyanın dört bir köşesinde dalgalanması için cansiperâne mücadele etmiştir Osmanlı'nın, temellerindeki en sağlam harçların başında, "Peygamber Sevgisi" gelmiştir Osmanlı sultanları, Resulü'nün (sav) sevgisiyle büyümüş ve büyütülmüştür Ruh dünyalarına ilmik ilmik dokudukları bu muhabbet, O'nunla (sav) ilgili her şeye hususi bir özen göstermelerine vesile olmuştur Peygamber Efendimiz'e (sav) ve O'nun kutsal beldesine karşı, derin muhabbet, hürmet ve sadakatini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve devletin en muhkem kaidelerinden biri hâline getirmişlerdir Bu ruh, yedi iklim, üç kıta demeden, asırlar boyunca Osmanlı'yı arkasından sürüklemiştir Îlâ-yı Kelimetullâh davası uğrunda fütuhatta bulunurken; Osmanlı'nın baş hedefleri arasında hiç kuşkusuz rızâyı bâriyi kazanmak kadar, Peygamberimizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı Osmanlı Sultanları, hayatları boyunca gaza meydanlarında hep bu ulvî gayeyi gözetmiş ve harikalar sergilemişlerdir Peygamberimize hürmet ve muhabbet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı olmuştur Söz konusu asil duygularını her zaman ve mekânda açığa vurmayı hatta devlet çapında bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet bilmişlerdir Tarih, bunu izah eden birbirinden muhteşem misallerle doludur Mübarek isimleri her anıldığında Peygamberimiz’e (sav) salât u selam getirmek, sonsuz hürmet ile elini kalbine koymak, O'nun mübarek sözleri okunurken; menkıbeleri, özellikle dünyaya teşrifleri anlatılırken topyekûn ayakta dinlemek gibi birçok mükemmel sevgi ve saygı örneklerini bu yüce devletin zirvesindeki padişahlar örf haline getirmişlerdir Bu güzel insanlar, Efendimiz'i (sav) kalblerinde öyle müstesna bir yere koymuşlardır ki, günlük hayatlarından, yazdıkları şiirlere (nâ't-ı şerîf) kadar her sahada O'nun (sav) adını zikretmeyi ve himmetine müracaat etmeyi hayatlarının olmazsa olmazı saymışlardır Onların, gözyaşlarıyla kaleme aldıkları çok sayıda nâ't-ı şerif günümüze kadar birçok Peygamber âşığının da hislerine tercüman olmuştur Erkek çocuklardan en az birisine Efendimiz’in mübarek isimlerinden birisini koymak hanedan içerisinde neredeyse gelenekselleşmişti Öyle ki otuz altı padişahtan on beşi Peygamberimizin isimlerini taşımaktadır Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O'nun davasını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" payesiyle onurlandırmış; neferini de "Mehmetçik" adıyla taltif etmiştir Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir Devletinin başka bir adını ise, Sultan Mehmed Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediyye" koymuştur Medine-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı padişahı yoktur 2 Abdülhamid’in eşi valide sultan, sultanın şu cümlesini nakleder: “Bunca Müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!” Osmanlı Devleti ve padişahlar, Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, müesseseler kurarak da fiîlen gösterme yoluna gitmiştir Sınırları dâhilindeki Peygamber nesebine mensup Seyyid ve Şerifleri tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer belget verilip her çeşit vergiden muaf tutulmuştur Nâkibü'l Eşraf, devlet merasimlerinde devlet ricalinin önünde oturur, padişahlara kılıç kuşandırır dualarını yapardı Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir Savaşlarda pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılır ve Hazreti Peygamber'in sancağı dibinde yürürdü Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getirirlerdi Mukaddes emanetlere de padişahların hürmet ve ilgileri meşhurdur Ramazanın ikinci haftası Mukaddes emanetler revan köşküne taşınırdı Hırka-i Saadet Dairesi temizliğine Padişah, Şeyhülislam ve Sadrazam bizzat katılırdı Temizlik günü odalar, gül suyuna batırılmış süngerlerle temizlenirdi Yanık sesli hafızlar Kur’an-ı kerim tilavetine başlarlar, hep berber makamı ile salavat getirirler, temizlik yapılan süngerleri alanlar hayatları boyunca saklarlardı Dipten, köşeden süpürülen Hırka-i Saadet Dairesi’nin tozları ulu orta atılmaz, mermer dibekte güzel kokulu bitkiler dövülür, tozlar bu koku ile birlikte bu iş için hazırlanmış olan derince bir kuyuya atılırdı Ramazanın 15 günü padişahın da katıldığı büyük bir tören yapılır; sandığı sultan bizzat kendi açar, Hırka-i Şerif’i öper, yüzüne gözüne sürerdi Birçok rivayete göre Şeyh Edebali Hazretleri, “evlad-ı rasul”dendir Osmanoğulları, anne tarafından böyle bir şeref ve şana da nail olmuşlardır Böylece silsile ile anne tarafından Efendimiz’e (sav) vasıl olmuşlardır Son Selçuklu Sultanı, Osman Gâzî’ye tuğ, alem, kılıçla birlikte gönderdiği fermanda şöyle dua ediyordu: “Oğul Osman Gazi! Benim duam, ’ın inayeti, Hazret-i Peygamber’in (sav) mucizâtı ve evliyanın himmeti seninledir” Bu ve benzeri birçok dua ile Beyliğe başlayan Osman Gazi’nin gördüğü bir rüyayı tabir eden Şeyh Edebali Hazretleri, İstanbul’u neslinden birinin fethedeceğini ve Efendimiz’in övgüsüne Al-i Osman’ın nail olacağını müjdeler Bu müjde, Osman Gazi’nin oğlu Orhan’a meşhur “İstanbul’u aç gülzar yap” vasiyeti ile birlikte Sultan Fatih’e kadar padişahların öncelikli hedefi olmuştur İlk olarak Yıldırım Bâyezîd devrinde Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye gönderilmeye başlanan sürre alayı, Çelebi Mehmed Han devrinde resmîleştirildi 1413 târihinde gerçekleştirilen ilk resmî sürre alayında Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye 14 bin altın gönderilmiştir İki mübarek beldeye vakfedilen bu hizmet, Osmanlı’daki dînî ve rûhî yapı ile Hazret-i Peygamber’e (sav) olan o muhabbet, bağlılık ve ihtirâmı ne kadar güzel sergiler *** Sultan II Murâd Han, sabaha kadar uyumamış, gece boyunca Kur’ân-ı Kerîm okumuş ve doğacak çocuğun müjdesini beklemişti Tam Sûre-i Feth’i okuyordu ki, beklediği müjde geldi: “Sultanım! Müjdeler olsun, bir oğlunuz oldu” dediler Sultan Murâd Han, gayr-i ihtiyârî bir şekilde: “Elhamdülillâh, ravza-i Murâd’da bir gül-i Muhammedî açtı” dedi Adını Mehmed koydu II Murâd’ın yazdığı Varna fetihnamesi’nden: “Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti, yalnız İslâm dinîne uymakla tahakkuk edebileceğinden, biz de bütün ömrümüzü, her şeyimizi Muhammed Mustafa’nın (sav) dinini, sancağını yüceltmeye, O’nun dinini bütün insanlara ulaştırmaya, O’nun sünnet-i seniyyesini yayıp canlandırmaya hasreyledik Dünyada yegâne gayemiz ve maksadımız, hâlisâne olarak budur” Vasiyetinden bir bölüm de şöyle: “Peygamberimiz’in (sav) emri üzere Müslüman olup yaşayan kimseye yakışan, vasiyet edecek bir şeyi varsa, önceden onu yazıp yanında saklamasıdır Benim vasiyetim de şudur ki: Malımın üçte birinden on bin altın ayrılarak bunun üçbinbeşyüz altını Mekke-i Mükerreme, üçbinbeşyüz altını Medîne-i Münevvere fakirlerine dağıtıla… Geri kalan üç bin altının beş yüzü yettiği kadar Kâbe-i Muazzama ile Hatim arasında yetmiş bin kerre kelime-i tevhîd okuyacak olanlara ve hatm-i şerîf kırâat edenlere ve diğer beş yüz altını da Medîne-i Münevvere’de Mescid-i Şerîf’de Türbe-i Mutahhara’ya karşı yetmiş bin kere kelime-i tevhîd getirenler ile Kur’ân-ı Kerîm hatmedecek olanlara yettiği kadar dağıtıla… Diğer geri kalan iki bin altının binbeşyüzü Kudüs-i Şerîf fakirlerine ve en son kalan beş yüz altını da Kubbe-i Sahrâ’da ve Mescid-i Aksâ’da kelime-i tevhîd okuyanlara verile…” Genç Fâtih, Sultan Mehmet; fethi müteakip şehirde zafer turu atarken bir derviş: “ Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duâsı ile aldın” der Fâtih de cevaben: “Doğru söylersin derviş baba Lâkin bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır …Hep birlikte hem duâ eyledik, hem de kılıç salladık; zafer müyesser oldu Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamber’in (sav) izini tâkip etmektir” demiştir Bayezid Câmîinin açılışını Evliyâ Çelebi şöyle anlatır: “Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: “Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!” Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak: “Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı Bir gün İkinci Bayezid Han çok iyi dostu olan Hak âşığı Baba Yusuf'u Hacca uğurlamak için ayağına kadar gider, ona bir miktar altın teslim eder ve "Bu, elimle çalışarak kazandığım helâl kazançtır Bu altınları Ravza-i Tahira'nın kandilleri için ayırdım Resulü'nün (sav)huzuruna varınca: Ey 'ın Rasulü (sav), günahkâr kul Bayezid'in selâmı var Bu altınları türbenin kandillerine yağ alınması için gönderdi Kabul buyurunuz" diye söylemesini tembih eder Efendimiz’e (sav) hürmet ve bağlılık konusunda şüphesiz Yavuz Sultan Selim’e de özel bir sayfa açılmalıdır Mısır seferi öncesinde sarayın Kapıağası Hasan Ağa’nın rüyası Sultan’a ulaştırılır: “Bu gece Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle doldu Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu En öndeki zâtın elinde Sultanımız’ın sancağı vardı O zât bana dedi ki: “Biz neye geldik, bilir misin?” Ben de: “Buyurun!” dedim Bunun üzerine: “Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullâh Efendimiz’in (sav) ashâbıdır Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Han’a selâm söyledi ve buyurdu ki: ‘Harameyn’in hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin! Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir Ben de, Alî bin Ebî Tâlib’im Bunu var Sultan Selîm Han’a müjdele!’ dedi ve âniden hep birlikte gâib oldular” Pâdişâhın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak sırdaşına: “Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır Her birinin nice kerâmetleri vardır…” dedi Meğer ki Sultan da, o gece aynı rü’yâyı görmüştür Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz: “Hasan Ağa da dîvânda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi Bu sefer sırasında meşhur Sina Çölü’nü hiçbir zâyiat vermeden, tüm ordu ve techizatla beraber herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden on üç günde geçmeyi başardı Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üç yüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardı Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dâir büyük tereddüdler vardı Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyârı idi Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipti O sanki kumdan bir denizdi Lâkin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi Bir müddet sonra atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan Selim, atından indi, yürümeye başladı Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip yürümeye başladı Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz: “Hasan, görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât (sav) Efendimiz yürüyor?! O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?” dedi Mısır seferi sonrası Hadim-ül Harameyn ünvanını alan Sultan, mübârek ve mukaddes emânetleri, İstanbul’a getirdi Emanetler, Topkapı Sarayı’nda özel bir hücreye konuldu ve burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’ân-ı Kerîm okunması için kırk hâfız tâyin edildi İlk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi oldu Sultan’ın bir şiirinden: "Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ Dergâhından ilticâ eyler atâ El meded ey mâden-i nur-i Hudâ" Bu örneklerin bir kısmını bile sıralamak için bu dergi yazısının sınırlarını epey zorladık Sadece padişahların naatleri, Efendimiz’in hasretiyle ve sevgisiyle yazdıkları şiirler için ciltler dolusu kitaplar yazılmalıdır Son bir örnekle kifayet edelim: Dindarlığı ile meşhur Sultan I Ahmed Han Hazretleri, Efendimiz’in kadem-i şeriflerini kavuğunun üstüne resmettirerek, feyz almaya çalışmış ve altına şu mısraları döşemişti: “N'ola tacum gibi başumda götürsem daim, Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-i rusulün Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidür, Ahmeda, durma yüzün sur kademine ol gülün!” Rabbimiz o ihtişamlı günlere tekrar kavuştursun ve bizleri o kutlu insanlara layık nesiller eylesin |
|