Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #16 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Gazi Giray Han I Kırım hanı 1503 yılında Kırım’da doğdu Kırım hanlarından Birinci Mehmed Giray’ın oğludur Mehmed Giray 1523’te Astragan’ı fethederek Nogayları itâat altına aldı ise de bir gece baskını ile şehid edildi Yerine geçen Birinci Gâzi Giray hanlığa getirildi (1523) Ancak hanlığı, Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmedi Osmanlılar, Kırım beylerinin reisi Şirin Memiş Beyle anlaşarak Birinci Gâzi Giray’ın amcası Saâdet Giray’ı han seçtiler (1524) Hanlıktan alınmasından üç ay sonra bir karışıklık sırasında öldürüldü Gazi Giray Han II Kırım hanlarından Devlet Giray’ın oğludur Mehmed Giray’ın hanlığı zamânında Özdemiroğlu Osman Paşa kuvvetleri safında İran seferine katıldı ve büyük yararlıklar gösterdi Bu seferde İranlılara esir düştü ise de bir yolunu bularak kaçmaya muvaffak oldu İstanbul’a geldiği sırada, birâderi İslâm Giray’ın vefâtı vukû buldu Kırım Hanlığına tâyin edilerek memleketine gönderildi (1588) Kırım hânı olarak ülkesine dönen Gâzi Giray, kardeşi Fetih Giray’ı Kalgaylık ve diğer kardeşi Adil Giray’ın oğlu Baht Giray’ı Nûreddînlik makâmına getirdi Gâzi Giray, 1593 ve 1594 yıllarında, dâvet üzerine iki defâ Avusturya Seferine katıldı Lehistan içlerinden geçerek süratle orduya yetişen Gâzi Giray, bu iki seferde de mühim yararlıklarda bulundu 1596 Eğri Sefer-i Hümâyûnunda ise kendisi Eflâk’ta kalarak kardeşi Kalgay Fetih Giray’ı büyük bir kuvvetle yardıma gönderdi Eğri muhârebesinde büyük hizmeti görülen Fetih Giray, Veziriâzam Cağalazâde Sinan Paşanın tavsiyesiyle Kırım hanlığına tâyin edildi Ancak Gâzi Giray Han bu tâyine usûlsüz olduğu gerekçesiyle karşı çıktı ve Kefe’ye geldi Bu arada Tatarların ileri gelenleri de Gâzi Giray’dan memnun olduklarını belirterek yerinde kalmasını istediler Nihâyet Cağalazâde Sinan Paşanın yerine geçen Vezîriâzam İbrâhim Paşa, Gâzi Giray’ı tekrar Kırım Hanlığına tâyin ettirdi (1597) Gâzi Giray, bu ikinci hanlığında birincide olduğu gibi devlete bağlılığı ve tebaası üzerindeki sevgi ve otoritesi ile memleketi iyi idâre etti Savaşlara katıldı ve büyük hizmetlerde bulundu Vakarlı ve ciddî bir zât olan Gâzi Giray’la temas edenler, kendisinin ilim ve fazîletini övmektedirler Şâirliği de meşhur olup, Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler yazdı Memleket müdâfaası için yıllarca serhatlarda kalan ve düşmanla çarpışan Gâzi Giray’a, bu hizmetlerine karşılık olarak Silistre sancağı dirlik olarak verildi Ayrıca otuz bin altın cep harçlığı ihsân olundu 1608 Martında tâundan vefât eden Gâzi Giray, Bahçesaray’da babasının yanına defnedildi Hanlığı 20 seneden fazladır Gâzi Giray’ın Avusturya Seferi esnâsında kendi el yazısıyla pâdişâha takdim edilmek üzere Hoca Sâdeddîn Efendiye göndermiş olduğu 1598 târihli bir gazelinin ilk ve son beyitleri: Biz mücâhid kulunuz terk ederiz cân ü seri Pâdişâhım ne diyem, sonra duyarsın haberi Azmeder oldu gazâyı, sefere Sultânım Kıl ana hayr-ı duâ, ol da kulundur iş eri Gazneli Mahmud Gazneliler Devletinin en büyük hükümdârı, Hindistan Fâtihi ve büyük Türk ve İslâm kahramanı 2 Kasım 971 (H361) târihinde doğdu Babası Gazneliler Devletinin kurucusu Sebük Tegin, annesi ise Zâbulistan bölgesinden asil bir âilenin kızıydı Daha gençlik yıllarında devlet idâresinde görev almaya başladı ve babasının yanında katıldığı savaşlarda cesâret ve zekâsıyla kendini gösterdi Babası Sebük Tegin’in vefâtı üzerine, orada bulunan küçük kardeşi İsmâil, yerine geçti ise de, Sultan Mahmûd, hemen Gazne’ye giderek, mülkünü kardeşinin elinden aldı ve saltanatını îlân etti (997) Sâmânîlerin elinde kalmış olan Buhârâ, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kâbil’i zaptetti İran ve Irak taraflarında hüküm süren Şiî Büveyhîler (932-1062) ile önce savaş ve sonra sulh ederek saltanatını tanıttı Şâfiî âlimi Ebû Hâmid İsfahânî’yi Bağdat’taki Abbâsî halîfesine gönderdi Halîfe el-Kadir (991-1030), Gazneli Mahmûd’un elçisini memnûniyetle karşıladı Yeni hükümdâra saltanat alâmetlerinden hil’at, tâç, bayrakla birlikte, sâhip olduğu ülkelerin “Ahid”ini gönderip, “Yemînü’d-Devle”, “Velî Emîrü’l-Mü’minîn” ve “Emîrü’l-Mille” lakaplarını verdi Sultan, gönderilenleri kabulden sonra İslâm dînini yaymak ve İslâm düşmanlarıyla mücâdele etmek için her yıl Hindistan’a sefer yapmayı vâdetti Bundan sonra, başşehir Gazne’de büyük bir merâsimle hil’ati ve tâcı giyen Mahmûd, Abbâsî Halîfesi El-Kadir adına hutbe okuttu Sultan Mahmûd, sırasıyla Horasan ile bugünkü Afganistan ve Belûcistan denilen ülkeleri tamâmen hükmü altına aldı Mâverâünnehir Hânı İlikHan ve sonra Kadir Hanla savaşarak, Ceyhûn’un ötesine ve Harezm’e kadar sınırlarını genişletti Şiî Büveyhîlerden İran ve Irak taraflarında Rey, İsfehan, Kazvin, Sâve, Zencan, Ebher şehir ve kalelerini alıp, sapık akımlara kapılanları şiddetle cezâlandırdı Râfızîliği ve felsefî ideolojilere âit kitapları imhâ ettirip, yıkıcı faaliyetlere katılanları sıkıca tâkip ettirdi Gazneli Mahmûd, böylece ülkesinin kuzey cephesini emniyete aldıktan sonra, tahta çıkarken yaptığı yemine ve verdiği söze sâdık kalarak, Hint seferlerine başlamaya karar verdi Eylül 1000 târihinde ilk Hind Seferine çıkan Sultan Mahmûd, bu târihten 1027 yılına kadar Hindistan’a on yedi büyük sefer düzenledi Birinci seferine Eylül 1000 târihinde çıktı Kabil’in doğusunda Lamgan bölgesinde Hintlilerin elinde bulunan birkaç kaleyi zaptederek geri döndü Sultan Mahmûd’un İkinci Hind Seferi, Vayhand Racası Caypal’e karşı oldu 27 Kasım 1001 târihinde Peşaver yakınlarında yapılan savaşı Gazneli ordusu kazandı Caypal on beş kadar oğlu, torunu ve büyük kumandanlarıyla esir düştü Sultan Mahmûd’un eline, bu zaferden sonra muazzam bir ganîmet geçti 1004 yılında Bhatiya bölgesi racası Beci Ray üzerine yürüdü Bu seferde Bhatiya Racalığının bütün bölgelerini ele geçirdi Bölgede mescitler ve minberler inşâ ettiren Sultan, İslâmiyetin esaslarını öğretmeleri için âlimler de tâyin etti Sultan Mahmûd, dördüncü seferini Multan üzerine yaptı Multan Hâkimi Ebü’l-Feth Dâvûd, Karmatî bozuk inanışına sâhipti Gazne ordusunun üzerine geldiğini haber alan Ebü’l-Feth şehri terk ederek İndus Nehri üzerindeki bir adaya kaçtı Multan’ı zapteden Sultan, buradaki Karmatîleri cezâlandırdı 1008 yılında Multan’ın yeni vâlisi Suhpal’ın Müslümanlığı terk ederek Moğol dînine dönmesi üzerine, Sultan Mahmûd çetin kış şartlarına rağmen Beşinci Hint Seferine çıktı Multan önünde yapılan savaşı kazanarak, Suhpal’ı tutuklatıp Multan ve çevresinin idâresini komutanlarından Tegin Hazin’e bırakarak Gazne’ye döndü Aynı yıl Kuzeybatı Hindistan ve Pencab bölgesi racalarının İslâmiyetin yayılmasını önlemek üzere faaliyete girişmeleri üzerine tekrar harekete geçen Sultan Mahmûd, müttefik kuvvetlere karşı Vayhand şehri ovasında yapılan muhârebeyi, ağır kayıplar vererek kazandı Ancak, bu savaş ile Kuzey Hindistan racalarının kuvvetleri ezilmiş ve Pencab yolu Müslüman-Türk orduları için güvenli bir hâle getirilmiş oldu Sultan Mahmûd, Ekim 1009 târihinde büyük bir ticâret merkezi olan Narayyanpur’u zaptetti 1010 târihinde çıktığı seferde Multan’ı bütünüyle fethetti Müslümanlara eziyet eden Karmatîlere ağır bir darbe daha indirildi 1014 târihinde çıkılan Dokuzuncu Hint Seferinde Nandana Kalesinin fethinden sonra Keşmir üzerine yüründü Keşmir kuvvetleri iki defâ bozguna uğratıldı Bu zaferin Hindistan’daki yankıları pek büyük oldu ve İslâmiyet en uzak yerlere kadar yayıldı Sultan Mahmûd, onuncu seferini, Hintlilerce mukaddes bilinen pek çok tapınak ve putun bulunduğu Thanesar şehrine yaptı Hiçbir mukâvemetle karşılaşmadan şehre giren Sultan, bütün putları kırdırdı “Çakrasvami” adındaki en meşhur putu Gazne’ye götürerek halka gösterdi Bu zafer, Hinduların, Müslümanları tanımalarına sebep oldu Bunun netîcesinde pek çok kimse İslâmiyetle şereflendi 1015 yılında Keşmir yolu üzerine Lokhot Kalesini kuşattı ise de şiddetli kış yüzünden bir netîce elde edemeyerek geri döndü Hint dünyâsı, Sultan Mahmûd’dan o derece yılmıştı ki, herhangi bir yere sefere çıksa şöhreti ondan önce varıyor ve şehirler korkudan teslim oluyordu On ikinci seferini zengin ve bayındır bir ülke olan Kanave’a karşı yaptı Sirsava Kalesini zaptetti Baran (Bulendşehr) Kalesi önüne geldiğinde Raca Hardat, Sultânı karşılayarak Müslüman olduğunu bildirdi ve şehri teslim etti Onunla birlikte 10000 taraftarı da İslâmiyeti kabul etti Mahmûd Han, sefere devamla Cumne ile Ganj nehirleri arasında bütün şehirleri aldı 20 Aralık 1018’de de asıl hedefi olan Kanave’i fethetti Bu seferden tahmînen üç milyon dirhem para, altmış bin esir ve beş yüz fil ganîmet ile dönüldü 1020 yılında Kalincar, 1021’de Keşmir ve 1022’de tekrar Kalincar racaları üzerine seferler düzenleyen Sultan, bunları itâat altına aldı On altıncı ve en meşhur seferleri Somnat üzerine yaptı Bu şehirde bulunan kutsal bir tapınaktaki put her yıl yüzbinlerce Hindû tarafından ziyâret edilir ve en kıymetli mücevherlerle süslenirdi Sultan Mahmûd, bunu işitince bu sapık inançla birlikte o putu da yıkmaya karar verdi Bu sâyede Hintliler arasında İslâm dîninin yayılması da çabuklaşmış olacaktı 18 Ekim 1025 târihinde otuz bin atlı ve yüzlerce gönüllüden meydana gelen orduyla harekete geçen Sultan, 8 Ocak’ta Somnat’ı zaptetti Tapınağa girdikten sonra müezzine, tapınağın üzerine çıkarak ezân okumasını emretti Tapınaktaki putların tamâmını kırdırdı Rivâyete göre, tapınaktaki ganîmetten Sultân’ın payına düşen beşte bir malın değeri yirmi milyon dînâr idi On yedinci seferinde ise Karmatî olan Mansura hâkimi Hafif’i cezâlandırdı Yemînüddevle Mahmûd Gaznevî, cihangirâne fetihleri yanında, âlim bir zât olup, ilme ve sanata büyük önem verirdi Sultan’ın sarayında her gün âlim ve şâirlerle devamlı ilmî müzâkereler yapılırdı Sultan bu toplantıların birçoğuna kendisi de iştirâk ederdi Sultan Mahmûd’un adına birçok eserler yazılmış olup, kendisine takdim edilmiştir Firdevsî’nin Şehnâme’si bunlardan biridir Ehl-i sünnet âlimlerinin yetiştirilmesine büyük gayret sarf eden Gazneli Mahmûd, Râfızî ve bid’at ehline karşı sert, hak mezhep ve ehline karşı pek yumuşaktı Dîne, medeniyete hizmetleri pek büyük oldu Parlak bir devir açtı Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri onun zamânında yaşamış en büyük İslâm âlimlerinden biridir Otuz üç sene adâlet ve muvaffakiyetle saltanat sürüp, 1030’da Gazne’de vefât etti Gazne’deki türbesi pek mükemmel ve müzeyyendi Yerine oğlu Celâlüddevle Muhammed geçti Sultan Mahmûd, ömrünün kırk beş senesini savaş meydanlarında dâimâ hareket hâlinde geçirdi O, Türk-İslâm dünyâsının yetiştirdiği en büyük hükümdârlardan biridir Son derece cesûr ve o derece de ihtiyatlıydı Âlimleri toplayıp çok hürmet ve ikramda bulunurdu Onların kalplere feyiz veren sohbetlerinden faydalanırdı İslâmiyeti yaymak gâyesiyle, iki cephede faâliyette bulundu Hindistan’daki putperest Berehmenler ve Mısır Fâtımî Devleti'nin (909-1171) yoğun propagandası ile İslâm ülkelerinde yayılan, yıkıcı Râfızî-Bâtınî hareketleriyle mücâdele etti Berehmenleri her yerde mağlûbiyete uğrattı Buna karşılık Râfızîliği sıkı tâkip edip, ideolojilerini yasaklayıp, yıkıcı ve bölücü eserlerini imhâ etmesine rağmen, faaliyetlerini bütünüyle ortadan kaldıramadı Lâkin yayılmasını büyük ölçüde önledi Devletin menfaatlerinin gerektirdiği her çâreye başvuran bir hükümdârdı Hâdiseleri isâbetlice değerlendirmekte pek mâhirdi Ordusu özel tâlim ve terbiye ile yetiştirilen ve sultânın şahsî birliklerini meydana getiren “Hassa Ordusu” ile ganîmetten hisse alan “Gönüllüler”den meydana gelirdi Gaznelilerin savaş gücünün büyük bir kısmını gönüllüler meydana getirirdi Sultan Mahmûd, İslâm ülkelerinden, vazîfeli adamları aracılığıyla gâziler toplattığı gibi, sefer zamanlarında her taraftan gelerek kendiliklerinden orduya katılanlar da kalabalık bir miktara ulaşırdı Sultan Mahmûd, bu sistem sâyesinde, Orta Doğuda cihâd yapmak arzusunda olan gayretli Müslümanlar ile zararlı faaliyetlerde bulunarak sosyal bünyeyi sarsabilecek işsiz güçsüzleri başka bölgelere seferber ederek, onlara yeni imkânlar temin ediyordu Böylece, zâlim olmayan, bir disiplin altında toplanabilen bu insan gücünü, ülkelerine problem olmaktan çıkarıyordu Hindistan seferleri netîcesinde Gazneli Devleti, sınırlarını genişletip, çok zenginleşti Gazne şehri parklar, bahçeler, zafer âbideleri, câmiler ve Ulu Câmi gibi mîmârî eserlerle süslenmişti Ayrıca Belh, Nişâbur gibi büyük şehirler de, o devrin en güzel ve bakımlı beldeleri hâline gelmişti Gazneli Mahmûd, kalabalık orduları sevk ve idârede muktedir, üstün bir kumandanlık kâbiliyetine sâhipti Her türlü iklim ve tabiat şartlarına göre savaş usûlü tatbik etmek, malzeme temin etmek, askerî birlikler yetiştirmekte de askerî bir dehâsı vardı Hindlilere karşı iyi tâlimli okçu tümenleri kullanmış, Mâverâünnehir, Harezm ve Büveyhîler seferlerinde, bu ülkeler ordularının savaşmağa cesâret edemedikleri filleri ileri sürmüştü Gazneli Mahmûd, gerek iyi idâresi, gerekse hak severliği ve adâletiyle yüzyıllarca sevilmiş örnek devlet adamlarından biridir Gıyaseddin Birinci Keyhüsrev Türkiye Selçuklularından Sultan İkinci Kılıç Arslan’ın oğullarının en küçüğüdür Doğum târihi bilinmemektedir Babası İkinci Kılıç Arslan, yerine en lâyıkını tesbit etmek için ülkesini 11 oğlu arasında taksim edince, Keyhüsrev’e de Uluborlu ve civârını verdi (1182) Keyhüsrev, bölgede kendi adına para bastırdı Hutbeyi babasından sonra Melik unvânıyla kendi adına okuttu Haçlılara karşı başarılı savaşlar yaptı (1190) Babası ile ağabeyi Kutbeddîn Melikşah arasındaki anlaşmazlıkta babasını destekledi Babası tarafından veliahd îlân edildi Babası ile birlikte hareket edip Konya’yı Kutbeddin Melikşah’tan aldı Melikşah’ı Aksaray’da kuşattığı sırada babasının ölümü üzerine Türkiye Selçukluları tahtına çıktı(1192) Melikşah’ın da Aksaray’da ânî vefâtı, diğer ağabeyleri Mesut ve Süleymân Şahları birbirine düşürdü İçte rahatlayan Keyhüsrev, Bizans üzerine sefer düzenleyerek Menderes Vâdisine kadar bölgeyi ele geçirdi Fakat bu sırada Rükneddîn Süleymân Şah güçlenerek, Konya üzerine yürüdü Keyhüsrev, kendisinin ve yanındakilerin canlarına dokunulmaması şartı ile tahtı terk edip Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gitti Bizans İmparatoru Üçüncü Aleksios Angelos’a misâfir oldu (1196) Lâtinlerin İstanbul’u işgâli üzerine İznik yakınlarında bir kaleye çekildi (1204) Aynı yıl, ağabeyi Rükneddîn Süleymân Şahın ölümü ve küçük yaştaki Üçüncü Kılıç Arslan’ın tahta geçirilmesi üzerine Konya tahtına dâvet edildi Ordusuyla yaptığı Konya kuşatmasında başarısız olup Ilgın’a çekildi ise de, Konya ve Aksaray halkının dâvetiyle tahta çıktı(1205) Yeğeni Üçüncü Kılıçarslan ve yakınlarını Gavele Kalesinde muhâfaza altına aldı Devlet işlerini düzene koyup birliği sağladı Eyyûbî melikleri, Artuklular, Mengücükler gibi bağlı beylikler, itâatlerini bildirdiler Büyük oğlu Keykavus’u Malatya’ya, diğer oğlu Keykubad’ı da Tokat’a melik yaptı Trabzon Rum İmparatoru Aleksios Komnenos’u yenerek kuzey ve doğu ticâretini emniyete aldı Antalya’yı ele geçirdi (1207) Kilikya üzerine bir sefer yapıp Pertus Kalesini aldı (1209) İznik İmparatorluğunu ele geçiren Theodoros Leskaris’ten tahtı gerçek sâhibi Aleksios’a geri vermesini istedi Olumsuz cevap alınca Alaşehir üzerine yürüdü Burada yapılan savaşı Selçuklu ordusu kazandı ise de çıkan kargaşada Sultan bir Bizanslı tarafından öldürüldü (1211) Bu haber yayılınca ordu dağıldı Yerine oğlu Birinci İzzeddîn Keykavus sultan oldu Bizanslılarla sulh yaptı Sultan Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, âdil, âlim bir sultandı Zamânında Selçuklu devletinin birliğini sağladı Memleket huzur ve sükûna kavuştu Gıyâseddîn Keyhüsrev II Türkiye Selçukluları sultanı Birinci Alâeddîn Keykubad’ın büyük oğludur 1228 yılında Atabeyi Mübârizüddîn Ertokuş’la birlikte Erzincan’a gönderildi Küçük kardeşi Kılıç Arslan veliaht olmasına rağmen, İkinci Keyhüsrev, babasının ölümü üzerine Türkiye Selçukluları sultanı oldu (1237) İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’in ilk yılları, saltanat kavgalarıyla geçti Bu sırada Moğol zulmünden kaçan göçebe Türkmenler, doğu tarafından Anadolu’ya girdiler ve çeşitli bölgelerde iskân edildiler Bid’at bilmeyen hâlis Müslüman Türklerin sâfiyetinden ve çeşitli sıkıntıları olan kesif göçebe nüfustan faydalanmak isteyen kötü kimseler türedi Peygamberlik iddiâsı ile ortaya çıkan Baba İshak, göçebelere yeni bir devir müjdeleyerek bâzı câhil Türkmenleri etrâfında topladı Babaîler adıyla tanınan bu Türkmenler, isyân ederek, birçok beldeyi tahrip ettiler 1240 senesinde Kırşehir’in Malya Ovasında yapılan savaş sonunda Babaîler mağlûp edilerek, isyân bastırıldı Anadolu’da Babaî isyânından hemen sonra Moğol istilâsı başladı Sultan İkinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Moğol istilâsını durdurmak için harekete geçti Sivas’ın doğusundaki Kösedağ mevkiinde Moğolları karşıladı Moğollar, Selçuklu öncü kuvvetlerini, bir manevra ile perişan edince, ordu geri çekildi (Bkz Kösedağ Savaşı) Geri çekilme ile 1243 senesi Temmuz ayında bozgun başladı Moğollar Kayseri’ye kadar geldiler Müstahkem Kayseri şehri, şiddetli hücumlar netîcesinde teslim oldu Moğollar, Kayseri’de büyük katliâm ve yağma yaptılar Moğol komutanı Baycu Noyan, senelik vergi karşılığında antlaşmaya râzı edildi Gıyâseddîn Keyhüsrev ise, Menderes taraflarına gitmişti Antlaşmadan sonra Konya’ya geldi 1246 yılında Kilikya üzerine sefere giderken Alanya’da vefât etti |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #17 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Fatih Sultan Mehmed Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi İstanbul’un fâtihi olup, İkinci Murad Hanın oğludur 30 Mart 1431 (H 833) Pazar günü Edirne’de dünyâya geldi Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi İlk hocası Molla Yegan’dı Meşhur din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi 12 yaşına gelince devlet idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli olarak gönderildi Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylülünde Türk topraklarına girdi Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata dâvet etti Bâzı rivâyetlerde bu talep üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de, durumun vahâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı 1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu 1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bayezid’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10000 civârında yamak çalıştırıldı Vezirler, sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler Ayrıca, bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi Bunun üzerine, Fâtih Sultan Mehmed, elçiye; “Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın” diyerek niyetini az çok ortaya koydu Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrol altına alınmış oldu Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarasında, donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indiren teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhip olmuştu Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bir köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi Bu çalışmaları gören Bizanslılar, su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi Devrin en ağır toplarını döktürdü O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makine soğutmasını”, havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken,ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddîn İstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti Hazret-i Peygamberin; “İstanbul muhakkak fethedilecektir Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır” meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmıyla benimsemişti Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi Elinde kalem ve kâğıt, dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdıYine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşa'yı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek, İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti Nihayet İkinci Mehmed, 23 Mart'ta ordusuyla Edirne’den hareket etti Kuşatma 6 Nisanda başladı 18 Nisanda İstanbul adaları alındı 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü Bu şekilde Ortaçağ sona erdi, Yeniçağ başladı İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi Dünyânın en büyük kilisesi (Saint-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya, câmiye çevrildi Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek gerekir İsteseydi, İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı Hâlbuki Cenevizliler, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı; “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husumetini azalttı Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan Mehmed Han, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi Devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın hoş karşılamayacağı tabiî idi Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te Cenevizlilerden Enez’i aldı 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı Kuzey Ege adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad’ı tekrar muhâsara etti Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı Fakat Belgrad düşmedi 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi 1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı 1459’daki Sırbistan Seferi sonunda, Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu 1460’da çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine katılması, Paleologosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı 1461’de Ceneviz’den Amasra’yı fethetti Baharda Sinop’a geldi Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliği'ne dostça son verdi Oradan Trabzon’a yürüdü Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları, Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon ve Rize gibi Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini hâlletti Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı Aynı yıl Midilli Adasını fethetti 1463’te Bosna’ya bir sefer daha yaptı Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti 1466’da Karaman Seferine çıktı Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü 1466-67’de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşümûl hâkimiyet fikrini benimsemişti Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devleti'ne katılmayan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu Bu plân artık dünyâca bilinmeye başlanmıştı Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun süren savaşlar başladı Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı Böylece Türk Cihan İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu Dünyânın Osmanlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp, Venedik’i sindirmiş oldu Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı Venedik Cumhuriyeti, Osmanlılara savaş îlân etti Macaristan da Venedik’in yanında savaşa girdi Kısa zamanda Osmanlılara karşı savaşa girenlerin sayısı arttı Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı Fâtih, 11 Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti 11 Ağustosta Erzincan yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi Fâtih’in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler 23 seferini Boğdan, 24sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı Pâdişah, 1478’de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı Kırım Hanlığı, Osmanlı birliğine katıldı 1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi 1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed, 300000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı 27 Nisan 1481 Cumâ günü kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için birkaç gün dinlendi Daha sonra araba ile hareket etti Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı Fâtih’in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdi dönmesiydi Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişler, Yâkub Paşa da bu işi gerçekleştirmişti Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi Fatih Sultan Mehmed Han, orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli bir fizîkî yapıya sâhipti Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir Hâlbuki, National Gallery’de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır Ayrıca, Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir Çünkü o kılıçla keşfi yan yana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır İstanbul’u bütün ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır: Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı Çok merhametli ve müsâmahalıydı Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebep olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamayacağı genişliktedir Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi İstanbul’a girdiği vakit, ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti: “Ayağa kalkınız Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan itibâren artık ne hayâtınız, ne de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!” Fâtih, gayrimüslim tebaasının din ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı Fâtih, İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı Bu müsâmaha o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim” diyerek, yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi Askerî alanda başarısının ilk özelliği, kılıçla kalemin işbirliğidirOrdunun disiplinine çok dikkat ederdi En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi Kendi devrine kadar, atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı Bütün bu seferleri, bir plâna göre yaptığından, nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferin bütün teferruâtını hazırlardı Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haber vermez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur Böyle hareket etmeyi, muvaffakiyetlerinin başlıca sebeplerinden sayardı Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde, İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi Çok başarılı bir diplomattı Otuz sene, Asya ve Avrupa’da, bâzen birkaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harp hâlinde bulunduğu günler oldu Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin, siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu Rodos Adasının fethi için donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşayacaklarını bildiren, diplomatça bir harekette bulundu Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilâtına da sâhipti Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları da vardı İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma servisiyle örülüydü Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını kendisi yaptı Piyâdeye de, öncesine nispetle, büyük önem verdi Osmanlı ordusu, esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idârenin temelini meydana getiren diyânet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi Hattâ Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçe'ye bütün incelikleriyle vâkıftı Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı Hattâ, sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı Çünkü o, medeniyetin, sanatsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyla geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî Hudâ fursat virürise, kara yire karam anı beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar karşısında şahlanan celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular sâhibi hassas bir gönlün, Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır: Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül Cevre sabr eyliyemezsin n’ideyin hay gönül Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi Akşemseddîn, bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devlet zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır Bu sûretle, Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları bir araya toplanarak ortaçağa son verilmiştir Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir Fâtih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi Devlet idâresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâm'ın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı Tanzimât dönemine kadar, Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette (yürürlükte) kalan Fâtih Kânunnâmesi, çok mühim bir eserdir Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas alınmıştır Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir Enderûn Mektebini kurarak, ülke için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi Oğlu Sultan İkinci Bayezid de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkip etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak vakfetti Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve kışla, yapılan binâlar arasındadır İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan Bursa, Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm etti Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ edildi Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır Bu saray, 1876 Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harap oldu Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran bir pâdişahtır Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin, bir keresinde şöyle demiştir: “Sultan Mehmed, çok az gülerdi Zekâsı, dâimî bir çalışma hâlindeydi Çok cömertti Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi Zevk ve sefâdan uzaktı Türkçe, Yunanca ve Sırpça'yı çok iyi konuşurdu Her gün bir müddet okurdu Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vakaları, okuduğu târihler arasındaydı Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı Tabiiyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını, devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta mahâretliydi” Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır: “Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile yanan, cömert ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı En çok harp sanatına meraklıydı Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu Harem dâiresinde çok az vakit geçirirdi Nefsine hâkim ve uyanıktı Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi” Alman müsteşrik Franz Babinger, "Mehmed-II der Eroberer und seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende" adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Türk dünyâsı için Fâtih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukâyese edilmesi zordur O, Türk milletine, bütün târihinin en harîkulâde ve en yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyeti olarak takdim edilmiştir Batı âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir şekilde işâretlenmiştir Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir Ortaçağdan çıkarken, insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır” Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdim edilen iki mısrâlık basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve insan-ı kâmildir Bu büyük cihângir hakkında, günümüze kadar, binlerce kitap yazılmıştır |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #18 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Ebülgazi Bahadır Han Harezm Özbek hanlarından bir hükümdar ve târihçi Babası Arab Muhammed Han, Harezm Özbek hanlarının ceddi olan Yâd-gâr Hanın dördüncü batından torunudur 1603’te Rus Kazaklarının Urgenç’e hücum ve babasının tarafından imhaları hadisesinden 40 gün sonra doğmuş ve bu gazâ dolayısıyla “Ebü’l-Gâzi” ismi verilmiştir Arab Muhammed Han önce Urgenç’i, sonra da Hive’yi başşehir yaptı Oğlu Ebü’l- Gâzi’yi Harezm’de Kat valiliğine tâyin etti 1620 başlarında Hanın oğulları Habeş ve İlbars, babalarına isyân ettiler Ebü’l-Gâzi yaptığı savaşlarda fevkalâde kahramanlık gösterdi ise de, babasının yakalanarak gözlerine mil çekilmesine engel olamadı Bu hâdise üzerine Ebü’l-Gâzî, Buhara hanı İmam Kuli Hana sığınarak iki yıl yanında kaldı Şah Abbas’a sığınan Arab Muhammed Hanın büyük oğlu İsfendiyar Han, babasının yerine Harezm Hanlığına geçince, 1623’te Urgenç’i has olarak Ebü’l-Gâzi’ye verdi Burada üç sene kalan Ebü’l-Gâzi, Harezm’e tek başına hâkim olmak niyetinde olduğundan, ağabeyi ile harbe girişti Fakat muvaffak olamayarak 1626’da Kazakistan’a gidip üç ay kaldı Daha sonra Taşkent hanının dâveti üzerine Taşkent’e gitti ve iki sene orada misâfir kaldı Buradan tekrar Buhara hükümdârı İmam Kuli Han’ın ülkesine giderek, ordu toplamaya başladı Ağabeyinin bir seferde olmasından faydalanarak Hive Kalesini ele geçirdi Fakat İsfendiyar Han, ordusu ile gelince mukavemet edemedi ve yakalanarak Safevîlerin elinde bulunan Yurd’a gönderildi Oradan İsfahan’a geçen Ebü’l- Gâzi, İran’da iken Şah tarafından hüsnü kabul gördüğünü, kendisine dirlik olarak maaş bağlandığını ve on yıl orada kaldığını kendi târihinde anlatır Târihe büyük bir ilgisi olan Ebü’l-Gâzi, gittiği yerlerin târihini tedkik ettiği gibi, İsfahan’da iken de, Türk târihi üzerine yazılmış Fars kaynaklarını tedkik etme imkânını bulmuştu Ebü’l-Gâzi, İsfahan’dan kaçarak, önce Ersari Türkmenleri, sonra Balhan’daki Teke Türkmenlerinin yanına gitti 1642’de ağabey İsfendiyar Hanın ölümü ile boşalan Harezm Hanlığına 1643 yılında çıkıp, Hive’yi kendine merkez edindi 21 sene hanlık yapan Ebü’l-Gâzi, en çok Türkmenlerle mücâdele etmiştir Ayrıca komşuları olan Buhara Özbek hanlarının yurtlarına da birkaç defâ akın düzenleyerek yağma etti Ebü’l-Gâzi’nin, 16 yaşında devlet idâresi işlerine başlayıncaya kadar Urgenç’te geçirdiği gençliğinde ve İran’daki hayatında ciddî sûrette ilim tahsil ettiği, güzel Arapça ve Farsça bildiği, bu dillerden yaptığı tercümelerden anlaşılmaktadır İki mühim eser bırakmıştır Bunlardan biri 1659’da yazdığı Şecere-i Terâkime, diğeri 1663’te ölmesi ile yarım kalan ve vasiyeti üzerine oğlu Enûşe tarafından ikmâl edilen Şecere-i Türk’tür İlk eserini, Reşideddîn’in târihinden aldığı Oğuznâme’yi, Türkmenler arasında ele geçirdiği diğer 20 kadar Oğuznâme rivâyetleri ile karşılaştırarak tasnif etmiştir Eser, Rus müsteşriki Tumansky tarafından 1892’de Aşkabad’da Rusça olarak ve 1937’de Türk Dil Kurumu tarafından Çağataycası faksimile olarak neşredilmiştir Şecere-i Türk ise, 15 asrın ikinci yarısından başlayıp Harezm’de hükümet süren Yâd-gâroğlu Şıban-Özbek hanlarının târihini ve ensâbını (soyunu) tespit maksadıyla kaleme alınmış ve bu sülâlenin 1663’e kadar ki târihi için esas kaynak olmuştur Bu eser, Türk ve Moğol târihine âit bilinen ilk kaynak olduğundan, yalnız Özbek hanları târihi için değil, aynı zamanda Moğol ve Türk târihi için başlıca kaynak telâkki olunmuştur Eseri batıya ilk kez tanıtan; Poltava Savaşından sonra Ruslar tarafından Sibirya’ya sürülen İsveçli subay Tabbert’tir Eser Moğol Hânedânı ve kabîlelerin târihini belirten en iyi kaynaklardan biri olarak tanınmıştır Kont Estralenburg tarafından Almanca’ya tercüme olunmuş, Fransızca tercümesi de 1726’da Leiden’de basılmış ve yayınlanmıştır Ekber Şah (Ebü’l-Feth Celâleddîn) Bâbürlü Türk İmparatorluğunun üçüncü hükümdârı Bâbür Şahın torunu ve Hümâyûn ile Hâmide Banu’nun oğludur Hümâyûn’un, Sir Han ile mücâdelesi esnâsında uğradığı ağır bir mağlûbiyet üzerine, âilesi ile birlikte iltica ettiği Ömerkot’ta 1542’de dünyâya geldi Daha küçük yaşından îtibâren babasının yanında önemli hizmetler gören Ekber’in ilk başarısı 1555’te Serhend’e saldıran İskender Şahı mağlup etmesidir Komutanlar arasında zafer şerefini paylaşamamaktan doğan ihtilâf, Hümâyûn tarafından oğlu Ekber’e gönderilen ve kumandan olarak tebriklerini bildiren nâme ile bertaraf edilmiştir Ekber, bundan sonra 1555 Temmuzunda idârî işlerine atabeyi Bayram Han tarafından bakılmak üzere, Pencap vâliliğine tâyin edildi Babası Hümâyûn’un bir kazâ netîcesinde ölmesi üzerine, tahta dâvet edildi O gelinceye kadar, bu sırada orada bulunan Seydi Ali Reis’in tavsiyesi üzerine, Osmanlı töresine uygun olarak, Hümâyûn’un ölümü gizlendi ve Şubat 1556’da Ekber, Hind-Türk İmparatoru îlân edildi Ekber, 14 yaşında devletin başına geçtiği zaman, babasından kendisine miras kalan ülke, Bayram Hanın küçük ordusunun hâkim olduğu Pencap’ın bir kısmı ile Ganj ötesindeki Katehr eyâletinden ibâretti Delhi ile Agra, babasının ölümü ile düşmanların eline geçmişti Saltanatının ilk yedi senesinde harplerle meşgul olan Ekber, ilk iş olarak Delhi ile Agra etrâfındaki memleketlerde hâkimiyetini tesis etti 1567’de Racputların kalesi Çitor’u zapt ve Ecmir’i fethetti 1572’de Gücerât’a yürüyerek müstakil Ahmedâbâd sultânlarının sonuncusunu mağlup edip bu ülkeyi, hükümdâr nâibi tarafından idâre edilen mümtâz bir eyâlet (subah) hâline getirdi Ganj Vâdisi de imparatorluk hudutları içine alındı Ayrıca 1578’de Orisa, 1581’de Kâbil, 1587’de Keşmir, 1592’de Sind ve 1594’de Kandehar alındı Bundan sonra ordularını Dekken’in Müslüman hükümdârları üzerine tevcih ederek Berar’ı ellerinden aldı Ekber’in askerî ve siyâsî faaliyetleri yanında özelliklerinden biri de teşkilâtçı oluşudur Geniş ölçüde ıslâhâta 1573’te başladı O yıl “damgalama nizâmı” konarak, bütün zeâmetler hükümdâra bağlı devlet mülkü hâline getirildiği gibi, devlet memurlarının mertebe ve dereceleri de tespit edildi Zeâmet usûlünde de yeni tedbirler alındı Erinden en kuvvetli komutanına kadar herkese devlet hazînesinden maaş bağlandı Arâzi gelirlerini kontrol için “kurubî” denilen tahsildârlar teşkilâtı kuruldu Ekber’in en zararlı icrââtlarından birisi, “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni, bozuk bir din kurmasıdır Şeyh Mübârek’in riyâkârâne telkin ve teşvikleri altında derecesinin hükümdârlıktan yüksek olduğuna inanan Ekber, 1582 senesi yağmur mevsiminde bütün vâlilerin sarayda bulunmalarını fırsat bilerek dînini resmen îlân etti İşte bu târihten îtibâren ölümüne kadar imparatorluk bünyesinde ve özellikle sarayda Ehl-i sünnet âlimlerine îtibâr azaldı ve Ekber’in dînine temâyülü olanlar baştâcı yapıldı Mecûsî, Brehmen ve Hıristiyanlara hürriyetler tanırken, Müslümanlara çeşitli eziyet ve işkenceler yapılmaya başlandı Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hapse atıldı ve işkencelere mâruz kaldı Ehl-i sünnet âlimlerinin lâyık oldukları değere kavuşmaları, Ekber’den sonra tahta çıkan oğlu Cihângîr zamânında olacaktır Ekber’in bu dîni ülke çapında pek taraftar bulamadı Yakın adamlarından târihçi Ebü’l-Fazl’ın öldürülmesi ile bu din zayıflamaya başladı, Ekber’in ölümünden sonra ise tamâmen terk edildi Ekim 1603’te şiddetli bir dizanteri hastalığına yakalanan Ekber, 25-26 Ekim 1603 gecesi öldü Cenâzesi İslâmî usûllere göre kaldırıldı Cesedi, saraydan 10 km uzaklıktaki o zamanlar Behiştâbâd denilen ve daha sonra İskender adı verilen bahçeye gömüldü Halefleri tarafından üzerine büyük bir türbe yaptırıldı Ertuğrul Gazi Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gâzinin babası Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şahın oğludur Cengiz’in İslâm memleketini talan ettiği sırada babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabîlesiyle berâber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelmişti 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine kabîlesine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca’ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğuldu Babalarının vefâtından sonra, Ertuğrul Gâzi kabîleye reis seçildi Ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabîle mensuplarıyla berâber Ahlat’a geri döndüler Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Beyle berâber batıya hareket etti Sivas yakınlarında konakladıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şâhid oldular Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, yiğitlik ve mertlik esaslarına göre, kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gâzi gâlip gelmelerini sağladı Bunun üzerine Selçuklu Devletinin hükümdârı bulunan Sultan Alâeddîn, Ertuğrul Gâziye iltifât ederek hil’at gönderdi ve Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ olarak verdi (1230) Ertuğrul Bey, bir müddet burada kaldıktan sonra, oğlu Savcı Beyi Konya’ya gönderince, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verildi Bunun üzerine Ertuğrul Gâzî aşiretiyle berâber gelip, Söğüt ve Domaniç’e yerleşti O civarlarda oturan Afşar (yâhut Alişar) ve Çavdar aşîretlerinin etrâfa verdikleri zararlara mâni oldu Hıristiyan tekfûrlarla da iyi geçinmeye dikkat etti Adâleti, halka olan iyi muâmele ve yardımları o kadar çoktu ki, Hıristiyan tebaa bile kendisini sevip sayıyordu Ertuğrul Gâzinin günden güne kuvvetlenmesi Karacahisar tekfûrunu kendisine cephe almaya yöneltti Bunun üzerine Ertuğrul Gâzi Konya’ya giderek Sultan Alâeddîn’i bu hisarın fethine teşvik etti ve berâberce gelerek Karacahisar’ı kuşattılar Moğolların Konya Ereğlisi’ni kuşatması üzerine, Sultan Alâeddîn geri döndü Ancak Ertuğrul Gâzi muhâsaraya devâm etti Bir müddet sonra kaleyi fetheden Ertuğrul Gâzi, tekfûru ve diğer esirleri kardeşi Dündar Gâzi ile birlikte Konya’ya Sultan’a gönderdi Ertuğrul Gâzi, Selçuklu Sultânı Alâeddîn’in vefâtına kadar altı sene etrâfın fethi ve İslâmiyetin yayılması için bütün gayreti ile çalıştı Sultânın vefâtından sonra, Selçuklu hükümdârları arasındaki taht ve taç kavgalarına karışmayarak Söğüt uç bölgesinde tekfûrlarla mücâdeleye devâm etti 1281 yılında 92 veya 96 yaşındayken Söğüt’te vefât ederek oraya defnedildi Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı Çok cömert olan Ertuğrul Gâzi, fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi Yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslâmiyeti sevdirdi Ertuğrul Gâzinin ölümünden sonra, küçük oğlu Osmân Gâzi, kavim ve kabîlesinin reisi oldu Osman Beyin bağrından çıkarak denizleri, diyarları, kıtaları ve ülkeleri muhteşem dalları arasına alacak olan çınarın kökü toprağa yayılmaya başladı Öyle ki, bu çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı Saâdetten sonra, bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde tam altı asır yaşadı Evrengzib (Birinci Âlemgîr Şah) Bâbürlü hükümdarı, Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal’den doğan üçüncü oğlu 1618’de Malva Duhad’da doğdu Muhyiddîn Muhammed Birinci Âlemgîr Şah olarak da bilinir İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Mâsum Fârûkî’nin terbiyesinde yetişti İyi bir tahsil gördü Din ve fen ilimlerinde ilerledi Askerlik ve idârecilikte ustalaştı Dekken vâliliği esnâsında (1634-1644) idâresinin ve ahlâkının güzelliği ile kendisini halka ve çevresine sevdirdi Safevîlere karşı yapılan seferlere komutan olarak katıldı ve başarılı savaşlar yaptı (1646-1647) İkinci defâ Dekken vâliliğine tâyin edildi (1654) Yaklaşık dört sene bu vazîfede kalıp başarılı hizmetlerde bulundu Şah Cihan, daha çok Hindulara yakınlığı ile tanınan oğlu Dara Şükuh’u veliaht tâyin etmişti 1657 yılında Şah Cihan’ın ciddî bir şekilde rahatsızlanması Evrengzib ile Dara Şükuh’u taht mücâdelesinde karşı karşıya getirdi Evrengzib, ağabeyi Dara Şükuh’u, Samugarh’da kesin bir mağlûbiyete uğrattı Bu arada rahatsızlığı geçen babası Şah Cihan’ı da Agra’daki sarayında göz hapsine aldı İki sene süren iktidar mücâdelesini 1659 da bitirerek hâkimiyeti sağladı Muhyiddîn Birinci Âlemgîr unvânıyla tahta çıktı Âlemgîr Şah, tahta geçtikten kısa bir müddet sonra memlekette sulh ve sükûnu sağladı Müslim ve gayrimüslim herkesin, huzur içinde yaşamasını temin etti Zulüm ve kötülüklere, bid’at ve sapıklıklara son verdi Ayak altına düşme ihtimâlini göz önüne alarak, paralardaki Kelime-i şehâdet yazılarını kaldırdı Ateşe tapan Mecûsilerin dînî bayramı olan Nevrûz (21 Mart) ve Mihrican günlerinin resmî bayram olarak kutlanmasını yasakladı Allahü teâlânın emir ve yasaklarının memleketin her tarafında tatbikinin kontrolü için, Molla İvaz Vecih isimli âlimi vazîfelendirip emrine müfettişler verdi Molla İvaz’ın emirlerine aynen kendi emirleri gibi itâat edilmesini, memleketin her köşesindeki idârî âmirlere fermanlarla bildirdi İslâmiyetin emretmediği seksen çeşit vergiyi halktan kaldırdı Müslüman ve kâfir herkesin gönlünü aldı Bu uygulamalardan sonra hazîne zayıflaması gerekirken, zenginleşti Agra başta olmak üzere ülkenin her yerinde imâret vazîfesini gören bulgurhâneler açtırdı Yolcu ve misâfirler için han ve kervansaraylar yaptırdı İlim ve ilim ehline çok kıymet verip, talebelerin ve müderrislerin vazîfelerini râhat yapmaları için maaş verdi İlmî yayın faaliyetlerini teşvik ederek eser takdim eden âlimleri mükâfatlandırdı Din ve fen ilimlerinin herkes tarafından öğrenilmesine büyük gayret sarf etti Âlemgîr Şah, memleketin ileri gelen ulemâsından meydana getirdiği kalabalık bir heyete her türlü imkânları verip büyük bir kütüphâne kurarak Fetâvâ-yı Âlemgiriyye ve Fetâvâ-yı Hindiyye adları verilen kânun kitabını ve devletin anayasasını, Hanefî mezhebi hükümlerine göre hazırlattı Bu hükümler, yetişen âdil kâdılar tarafından memleketin her tarafında tatbik edildi Daha sonra aynı şey Mecelle ile Osmanlı Devletinde de yapıldı Âlemgîr Şahın âdil idâresine hayran kalan Hindûlar, böyle bir sultanın dînine girmek için âdetâ yarışıyorlardı Böylece binlerce Hindunun bâtıl dinlerini bırakıp hak din olan İslâmiyeti seçmelerine sebep oldu Âlemgîr’in ilk fetihleri Hind-Pakistan Yarımadasının doğu ucunda cereyân etti Kuç-Bihar ve Assam’ın Hindû idârecileri, taht mücâdelesi sırasında devletin zayıf durumundan faydalanarak buraları istilâ etmişlerdi Âlemgîr buraları geri aldı Şah Cihan zamânından beri Müslümanların alâkasını cezbeden Bengal topraklarını fethetti Bu zengin memleketin gelirleri daha sonra Âlemgîr Şah’ın ordularının ana mâlî kaynağı oldu Bugün Bangladeş olarak bilinen bölgenin dünyâya açılması ve iskânı da büyük ölçüde Âlemgîr Şah tarafından gerçekleştirildi Daha önceleri bölge kapalı bir hayat sürmekteydi Dışardan gelen tesirler kendilerini ancak büyük yerleşim merkezleri ve zengin manastırlarda gösterebiliyordu Hindûlar ve Hıristiyanlar, Doğu Bengal insanının şahsı ve dili ile alay ediyorlardı Diğer insanların kötülükleri, Müslümanların bölgedeki çalışmasını kolaylaştırdı İslâm medeniyetini Doğu Bengal’e yerleştirerek ülkenin çehresini değiştirdiler Bu sırada Batıda Peşâver civârında oturan Afgan kabilesi Yusufzâîlerin lideri Baku başkaldırdı Âlemgîr’in komutanlarını mağlûp etti Âlemgîr, bizzat müdâhale edinceye kadar da mücâdelesini devâm ettirdi Ancak Âlemgîr’in uzun iktidârı boyunca tâkip ettiği usta siyâset, Afganlılarla münâsebetlerinin iyiye dönüşmesini temin etti 1675’lerde ortaya çıkan Sih isyanlarını bastırdı Evrengzib döneminde Safevîlerle olan dostluk devâm ettirildi Mekke şerifine elçiler yollanarak büyük maddî yardımda bulunuldu Osmanlı Gürgâniyye münâsebetleri ileri bir safhaya ulaştı İkinci Süleymân Han zamânında Hindistan elçiliği ile Bâbür ülkesine gelen Ahmed Ağa büyük bir merâsimle karşılandı ve Anadolu’nun temsilcisi olarak kabul edildi (1690) Batılı devletlerden İtalya, Fransa ve İngiltere ile temaslarda bulunuldu Bâbürlüler Devletini yönetmeye başladığı ilk günden îtibâren, Allahü teâlânın rızâsı için çalışmayı elden bırakmayan Âlemgîr Şah, vefât edeceği zaman bile, Marata denilen isyânkâr Hindûlarla savaşıyordu 3 Mart 1707 târihinde Bombay’ın kuzey doğusuna düşen Evrengâbâd yakınlarında, Ahmednagar’da vefât etti ve Huldâbâd (Ravza) denilen yerde defnedildi Âlemgîr Şahın dört oğlu, üç kızı vardı Târihlerde Âlemgîr Şahın en müşahhas özelliklerinin, eksiksiz bir cesâret ile gâyesine erişmekte gösterdiği azim ve sebat olduğu yazılmıştır Askerî harekâtları, cesâretinin seviyesini yeteri kadar ortaya koymaktadır Düşmanlarını saf dışı etme veyâ kendine bağlamada gösterdiği mahâret onun diplomasi ve devlet adamlığındaki ihtisâsını göstermiştir Çok iyi bir hâfızaya sâhip olan Âlemgîr, aynı zamanda yorulmaz bir liderdi İktidârı zamânında kendisiyle görüşebilme fırsatını bulan İtalyan doktor Gemalli Careri, Âlemgîr’in kendisine yapılan mürâcaatları tek tek okuduğunu, bunları cevapladığını ve bu işten büyük haz duyduğunu kaydetmiştir Devletinin bütün ihtişamına karşılık Âlemgîr’in sâde bir hayâtı vardı Giyim-kuşamı, yeme-içmesi ve diğer her türlü faâliyeti sâdelik sınırlarını geçmezdi Çok düzenli bir hayâtı vardı Doksan yaşında vefât ettiğinde, işitme hâriç bedenî faaliyetlerinde hiçbir bozukluk yoktu Okumayı çok severdi, bu sevgisini vefâtına kadar devâm ettirdi Kendisi de yazardı Fârisî nesirleri çok beğenilmektedir Mektuplarını ihtivâ eden, Ruk’at-i Âlemgîrî kitabı, uzun zaman, basit fakat güzel nesir yazma umûmi ders kitabı olarak kaldı Şiir söylemede de kâbiliyetliydi Hemen hemen bütün Hint-İslâm liderlerine ağır bir dille saldıran Will Durant, Âlemgîr Şah için şu îtirâfı yapmaktan kendini alıkoyamamıştır: “Suç ve suçlunun üzerine gitmede hemen hiç cezâi metodlar kullanmadı Dîni tarafından yasaklanan bütün yiyecek, içecek ve şatafattan uzak durdu” Tasavvufta Muhammed Mâsum-i Fârûkî gibi bir zâta talebe ve halîfe olmakla şereflenen bu büyük hükümdâr, İslâm hukûkuna büyük hizmet etmiş, hadis ilminde pek kıymetli bir eser kaleme almış, aynı eseri şerh ettikten sonra yine kendisi Farsça'ya çevirmişti Ayrıca belâgat yönü çok üstündü Bu sebeple, belâgat şâheserleri denilebilecek pek kıymetli risâleler de kaleme almıştır |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #19 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Celaleddin Harezmşah Harezmşahlar Devletinin son hükümdârı Asıl ismi Mengüberti olup lakabı Celâleddîn’dir Doğum târihi bilinmemektedir Babası, Harezmşâh Devleti Sultânı Alâüddîn Muhammed, annesi Ay-Çiçek Hâtun’dur Küçük yaştan itibâren çok iyi bir eğitim ve öğretim gördü Genç yaşta Gazne ve çevresinin vâliliğine tâyin edildi Bundan sonra babasının bütün seferlerinde yanında bulunup, başarısına yardımcı oldu Cengiz oğlu Cuci kumandasındaki Moğol ordusuyla 1216’da yapılan muhârebede sağ cenah kumandanlığı yaptı ve bozulmaya başlayan Türk ordusuna zaferi kazandırdı Târihler, Celâleddîn’in Cengiz’in hücûmuna karşı Mâverâünnehir şehirlerini ayrı ayrı müdâfaa etmek yerine bütün kuvvetlerle hücum etmeyi babasına tavsiye ettiğini, ancak bu teklifini kabul ettiremediğinden, Cengiz’in dağılmış durumda olan Türk kuvvetlerini ayrı ayrı imhâ ettiğini yazarlar Sultan Muhammed, annesi Terken Hâtun’un arzûsu ile küçük oğlu Uzlag’ı veliaht tâyin etti Ancak ölümünden bir müddet evvel devleti, mâruz bulunduğu tehlikeden büyük oğlu Celâleddîn’in kurtarabileceğini düşünerek onu veliaht tâyin etti ve şehzâdelere de ona tâbi olmaları vasiyetinde bulundu Babasının vefâtından sonra bâzı Türk emirleri, onun tahta çıkmasını istemediklerinden bir sûikast düzenleyip öldürmek istediler Ancak, Celâleddîn, Harezm’den Horasan’a gitmek suretiyle bu tehlikeden kurtuldu Cengiz tehlikesinden dolayı Harezm’de kalamayacaklarını anlayan kardeşleri onu tâkip ettilerse de yolda Moğollar tarafından öldürüldüler Celâleddîn ise Moğol tâkip kuvvetlerini mağlup edip, tehlikeli bir yolculuktan sonra Gazne’ye ulaştı Gazne’de tekrar kuvvet toplamaya başladı Cengiz Han, Celâleddîn’e çok önem veriyordu Ona karşı “Yenilmez Noyan” unvânı ile anılan komutanını gönderdi Parvan civârında iki gün devâm eden şiddetli çarpışma neticesinde Moğollar perişân edildiler Ancak, savaştan sonra kumandanlar arasında ganîmet ihtilâfından dolayı çıkan anlaşmazlık sebebiyle bu zaferden istifâde edilemedi Birçok emir, askerlerini alıp kendi yuvalarına döndüler Şâyet Türk ordusu dağılmamış olsaydı, bu sıralarda Hindikuş Dağlarını aşmakta olan asıl Moğol ordusunu durdurabilirlerdi Moğollar, Gazne’yi ele geçirdiler Sind Irmağı kıyılarına çekilen Celâleddîn, kuvvetlerinin dağılması yüzünden burada yapılan savaşı kaybetti Alelacele yapılan gemilerle karşıya geçmek üzere yola çıktılar, ancak gemi nehrin ortasında parçalanınca pek çok kimse boğuldu Atıyla nehri geçmeye muvaffak olan Celâleddîn, boğulmaktan kurtulan adamlarıyla Hindistan’a gidip orada üç yıl kaldı 1224’te Harezm’e dönüp, Moğollarla yeniden mücâdeleye karar veren Celâleddîn, Kirman’a geldi Buranın hâkimi Barak Hâcip, onun sultanlığını kabûl ederek, Sultan adına Kirman’ı idâreye başladı Buradan Atabeg Sa’d bin Zengi’nin hükümdârı bulunduğu Fars’a geldi Onun kızını aldı Böylece Harezmşâh Devletini yeniden tesise çalışan Celâleddîn, bundan sonra İsfahan ve Irak-ı Acem’e ilerleyerek, burada bulunan kardeşi Gıyâseddîn Pir-Şâh’ın itâatini sağladı Lur (Hindistan) reislerini de kendisine bağladıktan sonra Moğollarla mücâdele için Halîfe Nâsır’dan yardım istedi Ancak Halîfe, onun Irak-ı Arab’a inip istilâ etmesinden korktuğundan karşı kuvvetler gönderdi Bu kuvvetleri bozan Celâleddîn, Bağdat’tan Meraga’ya geldi 1225’te Tebriz’i alarak karargâhını buraya nakletti Anadolu’da hüküm süren Sultan Alâeddîn Keykubâd ile Mısır ve Suriye’de hâkimiyet süren Eyyûbî meliklerine elçiler göndererek Moğollara karşı yardım istedi Diğer taraftan bir asırdan beri Arran, Âzerbaycan ve Şarkî Anadolu’daki İslâm emâret ve hükümetlerine karşı gâlip ve tehditkâr bir vaziyette bulunan Gürcüleri ezmek için Gürcistan krallığını istilâ ederek, Mart 1226’da Tiflis’i aldı Bu sırada isyân eden Barak Hacib ve Âzerbaycan Türkmenlerinin isyanlarını bastırdı Bir ara Ahlat’ı kuşattı ise de, Türkmenlerin yeniden karışıklık çıkarmaları üzerine Âzerbaycan’a döndü ve Türkmenleri cezâlandırdı Kışı Tebriz’de geçirdiği sırada, Gürcülerin Tiflis’i yeniden ele geçirip oradaki askerlerinin öldürüldüğünü öğrendi 1227’de Tiflis üzerine yürüyen Celâleddîn, şehrin yakılıp terk edildiğini gördü Bu sırada Bâtınîlerin, Gence Vâlisi Orhan’ı öldürdüklerini öğrenen Sultan, onların memleketine girerek Alamut ve Kumis havâlisini itâat altına aldı Sultan, bu şekilde ülke içindeki karışıklıklarla meşgulken Moğol kuvvetlerinden bir kıt’anın Damgan civârına geldiğini öğrenip hızla üzerlerine gitti ve onları mağlup etti İsyân hâlinde bulunan Eyyûbîlere karşı 1228’de bir sefer hazırlığı içinde olan Celâleddîn, Moğolların Ceyhun’u geçip Irak-ı Acem’e yürüdüklerini haber aldı 26 Ağustos 1228’de İsfahan önünde meydana gelen Türk-Moğol savaşında Sultan Celâleddîn, kardeşi Gıyâseddîn’in ihânetine rağmen Moğolları hezîmete uğrattı ise de, tâkip esnâsında Moğolların kurduğu tuzağa düşen Celâleddîn’in sol cenahı bozuldu Zor kurtulan Sultan, Luristan’a giderken, Moğollar da perişân bir vaziyette olduklarından geri döndüler Bir hafta sonra İsfahan’a dönen Sultan Celâleddîn, yeniden kuvvet toplamaya başladı Kardeşi Gıyâseddîn ise Alamut’a giderek Bâtınîlere ilticâ etmiş, daha sonra gittiği Kirman’da öldürülmüştür Sultan Celâleddîn, Âzerbaycan’a dönüp memleketin bozulmuş durumunu yeniden düzeltmekle meşgulken, 1229’da Gürcüler yeniden isyân ettiler Topladığı tâze kuvvetlerle bu isyânı bastırmaya muvaffak olan Sultan, Tiflis’ten başka bâzı müstahkem kaleleri de ele geçirdi Bu zamana kadar Celâleddîn’i, Sultan tanımayan ve yazdığı mektuplarda “Hâkan” yâhut “Şehinşâh” diye hitâp eden Bağdat Halîfesi, bu muvaffakiyetten sonra Celâleddîn’e “Sultan” unvânını tevcih etti Celâleddîn Harezmşâh’a itâatini arz eden Şam hükümdârı Melik-ül-Muazzam Îsâ Eyyûbî’nin teşviki ile Ahlat’ı kuşatan Sultan, 14 Mayıs 1230’da kaleyi ele geçirmeye muvaffak oldu Ancak kale müdâfîlerine ve halka şiddetli davranması, o zamana kadar Müslümanlığın kahramanı sayılan Celâleddîn’e karşı bir husumetin doğmasına yol açtı Anadolu ve Mısır sultanları, onun kendi ülkelerine yürüme ihtimâli karşısında kuvvetlerini toplayarak müttefik olmuşlardı Bu haberi duyan Sultan, Anadolu ve Suriye kuvvetlerinin birleşmesine mâni olmak için harekete geçti ise de, geç kaldı Erzincan yakınında Yassıçimen Yaylasında 10 Ağustos 1230’da vuku bulan şiddetli muhârebede büyük bir hezîmete uğrayan Sultan Celâleddîn, sulha mecbur oldu Türk hükümdârları arasındaki savaşı dikkatle tâkip eden Moğollar ise, kendilerine en büyük engel olarak Celâleddîn’i görüyorlardı Netîcede, Yassıçimen Muhârebesinde büyük bir darbe yemesi üzerine fırsatı kaçırmayarak, Çermagun Noyan komutasında büyük bir Moğol kuvvetini Mâverâünnehir’e gönderdiler Bu haberi duyan Celâleddîn, civar hükümdârlara vaziyeti bildirip yardım istedi Ancak onlar, Celâleddîn’e güvenmediklerinden ve ayrıca Moğol tehlikesinin kendi ülkelerini saracak kadar genişleyeceğini tahmin edemediklerinden Sultana yardım elini uzatmadılar Sultan Celâleddîn’in mâiyeti ile Elcezire’ye doğru ilerlediğini öğrenen Moğollar, onu tâkip ederek yollarına devâm ettiler Nihâyet, 1231 Ağustosunda Dicle Köprüsü kenarında, sabaha karşı düzenledikleri bir baskınla, Celâleddîn’in bütün mâiyetini öldürüp dağıttılar Ölümden zor kurtulan Sultan, Meyyâfârıkîn civârına kaçıp Moğolların tâkibinden kurtulmak için sarp dağlara çekildi Ancak, göçebeler tarafından yakalanıp obaya getirilen Celâleddîn, orada öldürüldü Elcezire hükümdârı Mâlik el-Muzaffer Gâzi, Sultan’ın öldürüldüğünü öğrenince onun cesedini Meyyâfârikîn’e getirtip defnettirdi Türk İslâm târihinin en bahadır ve şecâat sâhibi şahsiyetlerinden olan Celâleddîn Harezmşâh, birçok harpleri hayâtı pahasına kazandığı hâlde, idâre ve siyâset bakımından zayıf olduğu için bunlardan istifâde edememiştir Bütün meseleleri harp yoluyla halletmeye çalışması, düşmanlarını arttırmıştır Buna rağmen Moğol saldırılarına ve Hıristiyan Gürcülere karşı mücâdele edebilen yegâne zât olması, ona gerek halk arasında ve gerek bütün Şark edebiyâtında büyük bir şöhret kazandırmıştır Moğolların yakın şarkı tamâmen istilâ etmesinden sonra, Celâleddîn’in bölgede oynadığı rol daha iyi anlaşılmış ve İslâmiyetin müdâfii olarak büyük kahramanlar arasına dâhil edilmiştir Cihangir Şah Bâbür İmparatorluğunun dördüncü hükümdârı Ekber Şahın oğlu olup, asıl adı Selim’dir 1569’da doğan Selim, babasının ölümü üzerine 1605’te “Nûreddîn Cihangir” unvânı ile tahta çıktı Ancak oğlu Hüsrev, Sihleri etrâfında toplayarak Pencab’da isyân etti Cihangir Şah, âsî kuvvetleri Cullandar Nehri kenarında bozguna uğrattı Yakalanan oğlu Hüsrev’i Burhanpur’a sürgüne gönderdi Hüsrev orada 1622 yılında öldü Racput Prensliği ile yapılan savaş başarı ile netîcelendi Ancak Safevî Hükümdârı Şah Abbâs’ın Kandehar’ı istilâsına karşı konulamadı Cihangir Şah döneminde, Avrupalılar ve bilhassa İngilizler sık sık Bâbürlü Sarayında görüldüler Bu münâsebetler netîcesinde, İngilizlere Surat limanında ticâret yapma hakkı verildi Bu müsaade, iki asır sonra İngilizler’in Hindistan’a yerleşmelerine ilk zemîni hazırlaması bakımından çok mühimdir Cihangir Şahın saltanatının son yılları, huzursuzluk içerisinde geçti Eşi Nurcihân ve veziri Mehabet Hanın sık sık devlet işlerine karışmaları sıhhatini bozdu Tabiplerin isteği üzerine iklimi daha müsâit olan Lahor’a giderken, yolda 28 Ekim 1627 günü vefât etti Cesedi Ravi Nehri kıyısındaki, Şah Dârâ denilen yerde toprağa verildi Daha sonra mezarının üstüne büyük bir türbe yapıldı Âdil bir hükümdâr olan Cihangir, âlimleri sever, onlara izzet ve ikrâmda bulunurdu Babasının Müslümanlara karşı uyguladığı ağır baskıyı kaldırdı Ancak Şiîlerin ve hasetçilerin iftirâlarına aldanarak, devrinin büyük âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerini Gwalyar şehrinde hapsettirdi İki yıl sonra hatâsını anlayıp bu büyük âlimi hapisten çıkaran Sultan, 1000 rupye ihsân edip bağışlanmasını diledi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Cihangir Şaha yazdığı mektuplar, Mektûbât isimli eserinde mevcuttur Cihangir Şah, bayındırlık işlerine de önem vermiştir Agra’dan Etek’e ve Bengâl’e giden ağaçlıklı yollar ve Agra ile Lahor arasında her üç kilometrede bir işâret kuleleri ve sulu gölgelikler yaptırmıştır Tüzük-i Cihângîrî ismi ile yazdığı hâtırâtı, kıymetli bir eserdir Kendisinden sonra oğlu Şihâbuddîn Muhammed, “Şah Cihân” unvânı ile tahta geçmiştir Cihanşah (Mirza Muzafferüddin) Karakoyunlu Devletinin üçüncü hükümdârı Devletin kurucusu olan Kara Yusuf’un oğludur 1405 yılında doğduğu tahmin edilmektedir 1415’te babası tarafından Sultâniye’ye vâli tâyin edildi 1420’de babasının ölümü üzerine Sultâniye’den ayrılarak Bağdat vâlisi olan ağabeyi Şah Mehmed’in yanına gitti Daha sonra onunla anlaşmazlığa düşerek diğer ağabeyi İskender’le birleşti Ancak Karakoyunlu âilesi arasında çekişmeler uzun yıllar sürerek devletin zayıflamasına yol açtı Nihâyet kardeşlerinden Şah Mehmed’in, Şahruh İskender’in de, oğlu Şah Kubad tarafından öldürülmesinden sonra Cihanşah, devletin başına geçti İlk olarak baba kâtili Şah Kubad’ı ortadan kaldırarak devlete tamâmıyla hâkim oldu 1440’ta Gürcistan’a büyük bir sefer düzenledi ve pek çok ganîmet elde etti Aynı yıl Tebriz’e girerek burada faâliyet gösteren Hurûfîleri temizledi Böylece İslâm âleminde çıkması muhtemel, korkunç bir sapıklık cereyânının önüne geçmiş oldu Bağlı olduğu Şahruh’un 1447’de vefâtı üzerine “Sultan” ve “Hakan” unvanlarını aldı Şahruh’un vefâtı ile Timurlular arasında baş gösteren anlaşmazlık ve çekişmelerden faydalanarak, İsfahan ve Fars ülkelerini de ele geçirdi Bu muvaffakiyetlerini Kirman’ı da fethederek tamamladı 1457’de Horasan’a büyük bir sefer düzenledi Herat’ı kolaylıkla zaptederek nâmına hutbe okuttu Ancak bu sırada oğlu Hasan Ali’nin Tebriz’de isyânı üzerine, Horasan’ı terk etmek zorunda kaldı Bir müddet sonra da Fars ve Irak-ı Arab’ı idâresi altında bulunduran diğer oğlu Pir Budak’ın itaatsizliği ile karşılaşan Cihanşah, oğlunu bu işten vazgeçirmeye çalıştı ise de, muvaffak olamayınca öldürttü Fakat bu durum, onu, muvaffakiyetlerindeki en kuvvetli desteğinden mahrûm bıraktı Horasan’ın dışında, hemen hemen bütün İran, Arran, Irak ve Batı Anadolu’daki uç bölgelerinin hâkimi olan Cihanşah, son seferini Uzun Hasan üzerine yaptı Fakat bu sefer, kendisinin ve devletinin felâketi ile netîcelendi Uzun Hasan’ın bir baskınına uğraması sonucu kaçarken öldürüldü (1467) Esir alınan oğlu Muhammed ve diğer kumandanları da aynı âkıbete uğradılar Cihanşah’ın cesedi sonradan Tebriz’e götürülerek, orada yaptırmış olduğu imâretindeki türbesine defnedildi Devrin târihçilerinden Abdürrezzak Semerkandî, Cihanşah’ın âdil, kudretli ve becerikli bir sultan olduğunu kaydetmiştir Saltanatı devrinde Tebriz’i mâmûr bir belde hâline getirdi Timur Hanın ortadan kaldırmasına rağmen o devirde yeniden ortaya çıkan Hurûfîlik adlı sapıklığın önüne geçerek, İslâmiyete büyük bir hizmet etti İlme ve âlimlere hürmetkâr olup, ilmi ve âlimleri koruyup gözetmiştir Medreseler ve câmiler yaptırdı Bunlardan Tebriz’deki medrese ve câmisi meşhurdur İyi bir şâir olan Cihanşah, Farsça ve Türkçe şiirler yazmış ve manzumelerinde ismini mahlas olarak kullanmıştır Çaka Bey İzmir fâtihi ve Anadolu Selçuklu Devletinin müstakil beyi Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan Çaka Bey, Malazgirt Zaferini tâkiben Anadolu’nun fethi işine girişen Selçuklu kuvvetlerinden ayrı olarak yaptığı savaşların birinde Bizanslılara esir düştü İmparator Üçüncü N Botaniates’in dikkatini çekerek saraya alındı Burada çok büyük ilgi gördü ve serbestçe hareketlerde bulunmasına izin verildi Grekçeyi öğrendi Bizans deniz kuvvetlerini inceledi 1081 yılında Bizans tahtına İmparator Aleksi Komnen geçince hürriyetine kavuştu Çaka Bey 1081 yılında elindeki kuvvetlerle İzmir’i kuşattı ve Bizanslılardan aldı İzmir’de beylik kurarak sınırlarını genişletmek için mücâdeleye başladı İki üç yıl içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zaptederek bu kesimdeki geniş sâhil boyunu sınırları içine aldı Çaka Beyin hedefi Ege Denizinde hâkimiyeti sağlamaktı Bu sebepten İzmir ve Efes tersânelerinde, bir kısmı yalnız kürekli, diğer kısmı yelken ve kürekle hareket eden 40 parçadan meydana gelen ilk Türk filosunu kurdu Filo 1089’da Ege denizine açıldı Çaka Beyin komutasındaki bu ilk Türk filosu 1090’da Bizans donanmasını Koyunadaları açıklarında mağlûb etti Çaka Bey, 1091’de yine denize açılarak Sisam ve Rodos adalarını ele geçirdi Ege’deki hâkimiyeti tekrar ele geçirmek için Bizans İmparatoru yeni bir donanma hazırlattı Gönderdiği donanma, Çaka Bey ile karşılaşmaya cesâret edemeyerek Sakız adasına sığındı Çaka Bey adayı kuşattı ise de fethe muvaffak olamadı 1095 senesinde Çaka Bey, Çanakkale ve Trakya’nın zaptı ve sonra da İstanbul’u fethederek Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdesine nâil olabilmek için, donanmasının başında harekete geçti Edremit dâhil, yolu üzerindeki Bizans merkezlerini zapt ede ede Çanakkale sınırlarına dayandı Burada Anadolu Selçuklu Devletinin hükümdârı ve dâmâdı Kılıç Arslan’la buluştu Berâberce boğazın en çetin kalesi olan Abidos’u kuşattı Kale kolaylıkla alındı, ama Çaka Bey de aldığı yaraların tesirinden kurtulamayarak vefât etti Bizans kaynaklarında Çaka Beyin Kılıç Arslan tarafından öldürüldüğü yazılı ise de, sonraki olaylarda isminin geçmesi bu görüşün doğru olmadığını ortaya koymaktadır Çaka Bey'in ölümü İslâm mücâhidlerini büyük bir üzüntüye boğdu Bizanslılar da ziyâdesiyle sevindi Ömrü İslâmiyeti yaymak için uğraşmakla geçen Çaka Bey, hayatta bulunduğu müddetçe, Bizans’ın korkulu rüyâsı olmuştu Ölümü ile sâhilde kurmuş olduğu beyliği de târihe karıştı Çelebi Mehmed Osmanlı Devletinin beşinci pâdişâhı Doğum senesini ekserî târihçiler 1386 olarak kaydetmektedirler Babası, Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, annesi ise Germiyanoğlu Süleymân Şahın kızı Devlet Hâtun’dur Çelebi Mehmed, küçüklüğünden itibâren devrin en yüksek âlimlerinden ders aldı Din ve fen ilimlerini öğrendi 1393’te devlet idâresinde tecrübe sâhibi olmak üzere Amasya’ya sancakbeyi tâyin edildi Babası ile Timur Han arasında 1403’te yapılan Ankara Muhârebesinde Osmanlı ordusunun ihtiyât kuvvetleri kumandanlığında bulunan Çelebi Mehmed, muhârebenin kaybedilmesi üzerine Amasya’ya çekilmek istedi Ancak Candaroğlu İsfendiyar Beyin yeğeni Yahya Bey karşısına çıktı Bunu mağlup eden Çelebi Mehmed, ilerlemesinin tehlikeli olacağını anlayarak Bolu’ya gitti Daha sonra Amasya’ya dâvet edilmesi üzerine maiyeti ile harekete geçti ve şehir hâkimi Kara Devlet Şahı yenerek Amasya’ya girdi Çelebi Mehmed, aynı yıl civardaki hâkimleri de mağlup edip, Sivas, Tokat ve Amasya mıntıkasına tamâmen hâkim oldu Timur Hana esir düşen babasını kurtarmak için bir plân hazırladı ise de muvaffak olamadı Bu sırada Batı Anadolu’da bulunan Timur Han, Çelebi Mehmed’in faaliyetlerini öğrenip, ona teminât vâdeden mektubu ile yanına dâvet etti Bu dâvete icâbet edip yola çıkan Çelebi Mehmed, muhtelif yerlerde türlü bâdirelerle karşılaştığından, elçiye durumu anlatıp, olanları Timur Hana arz etmesini istedi Kendisi Amasya’ya döndü Çelebi Mehmed’in bu mâzeretini kabul eden Timur, ona elindeki yerlerin hükümdârlığını verdi ve al damgalı berât ve hükümdârlık alâmeti olarak taç, kemer ve hırka gönderdi Bu sırada Yıldırım Bâyezîd’in diğer oğullarından Şehzâde Süleymân Çelebi Edirne’de, Îsâ Çelebi Balıkesir ve Bursa’da, Mûsâ Çelebi ise Kütahya’da sultanlığını ilan etmişti Eski beylikler yeniden ortaya çıkarak, Anadolu birliği parçalanmıştı Osmanlı Devletini tekrar bir idâre altında toplamak isteyen Çelebi Mehmed, kardeşi Îsâ Çelebi’ye karşı Ulubâd mevkiinde giriştiği savaşı kazanarak Bursa’ya girdi ve hükümdarlığını îlân etti (1404) Îsâ Çelebi Yalova yolu üzerinden Bizans İmparatorunun yanına kaçtı Emir Süleymân’ın isteği üzerine ise Edirne’ye gönderildi Emir Süleymân, Îsâ Çelebi’yi mühim bir kuvvetle Anadolu’ya gönderdi Bursa’yı almak isteyen Îsâ halkın muhâlefeti ile karşılaştığından şehri yaktı Çelebi Mehmed ile yaptığı ikinci muhârebede de mağlup olunca, yanına kaçtığı İsfendiyar Beyle anlaşarak berâberce Ankara’yı almak üzere harekete geçtiler Ancak müttefik kuvvetler, Çelebi Mehmed’e mağlup olup, Kastamonu tarafına çekildiler Bir müddet sonra Îsâ Çelebi, Aydınoğlu Cüneyd Beyin yanına gitti ve onun aracılığıyla Saruhan ve Menteşe Beyleriyle anlaşarak tâlihini bir kere daha denemek istedi, ancak mağlup oldu ve bu defâ Karamanoğluna iltihâk etti Netîcede Îsâ Çelebi bir müddet sonra yakalanarak ortadan kaldırıldı Îsâ Çelebi’nin öldürülmesinden sonra Çelebi Mehmed, Anadolu’da yalnız kaldı Bundan sonra kendisinin kuvvetlenmesinden endişe ettiğinden Anadolu’ya gelen Emir Süleymân ile mücâdele etti Emir Süleymân, Çelebi Mehmed’in elinden birçok yerleri aldığı gibi, Aydınoğlu Cüneyd Bey ile Menteşeoğlu İlyas Beye hâkimiyetini kabul ettirmişti Çelebi Mehmed, onu yeniden Rumeli’ye döndürmek için kardeşi Mûsâ Çelebi’yi Rumeli tarafına geçirtti Mûsâ Çelebi’nin faaliyetlerini öğrenen Süleymân Çelebi, Rumeli’ye geçti ve ilk anda Mûsâ’yı mağlup ettiyse de, sonradan onun baskınına uğrayarak hayâtını kaybetti Çelebi Mehmed, Bursa’yı hâkimiyeti altına alırken, Mûsâ Çelebi de bu sırada Edirne’de hükümdârlığını îlân etti Mûsâ Çelebi, Anadolu’da kardeşinin kuvvetli olduğunu bildiği için orayla alâkadâr olmayıp Bizans'la meşgul oldu ve bir kısım yerleri onlardan aldı Bu arada ileride büyük bir isyan çıkaracak olan Şeyh Bedreddin’i kazasker yaptı Şeyh, bu sûretle nüfûzunu artıracak mevkie sâhip oldu Bir ara İstanbul’u muhâsara eden Mûsâ Çelebi tehlikesine karşı İmparator, Çelebi Mehmed’i Rumeli’ye dâvet etti Çelebi Mehmed, Üsküdar’a gelerek İmparatorla görüştü 1411’de İnceğiz mevkiinde kardeşi ile yaptığı muhârebeyi kaybettiğinden gemilerle Anadolu tarafına geçerek yaralı bir halde Bursa’ya geldi Bir yıl sonra Mûsâ Çelebi’yle yaptığı ikinci muhârebede de muvaffak olamadı Mûsâ Çelebi’nin ümerâsına karşı sert davranması, bir müddet sonra onları Çelebi Mehmed’le anlaşmaya mecbur etti Yeni plâna göre Çelebi Mehmed, üçüncü defâ Rumeli’ye geçti Kendisine katılan Sırp despotu ve bâzı ümerâ ile Tuna’ya çekilmekte olan Mûsâ Çelebi üzerine yürüyen Çelebi Mehmed, Çamurlu-Derbend mevkiinde meydana gelen muhârebede Mûsâ Çelebi’yi mağlup etti Mûsâ Çelebi, yaralı olarak kaçarken yakalanıp boğduruldu ve Bursa’ya nakledilip, babasının türbesine defnedildi Daha sonra Orhan Çelebi’yi de yakalatan Çelebi Mehmed, Edirne’de bütün devletin hükümdarı olduğunu ilân etti Çelebi Mehmed, Rumeli’de bulunduğu sırada Karamanoğlu Mehmed Bey, Bursa’yı bir ay kadar muhâsara etmiş, Mûsâ Çelebi’nin cenâzesinin geldiğini duyunca, şehri ateşe vererek memleketine dönmüştü Aydınoğlu Cüneyd Bey de bu sıralarda Ohri’den kaçarak Aydın’a gelmiş ve Ayaslug’u (Selçuk) muhâsara edip, sancak beyini öldürmüştü Bu sebeple Çelebi Mehmed, Anadolu’ya dönünce önce Cüneyd Bey üzerine yürüyüp, Çandarlı eliyle Menemen, Kayacık ve Nif kalelerini aldı Ayrıca İzmir de fetholundu Çelebi Mehmed, Cüneyd’in annesinin ricâsı üzerine Cüneyd’i affederek 1414’te Niğbolu Sancakbeyliğini verdi İzmir kuşatması esnâsında Menteşe Beyi de Osmanlılara tâbi olduğu gibi, Midilli, Sakız ve Foça’daki Ceneviz kolonilerinin elçileri gelip, bağlılıklarını arz ettiler Daha sonra Teke Beyi de tâbi oldu Bu şekilde işlerini yoluna koyan Çelebi Mehmed, aynı yıl Bursa’ya gelerek Germiyan ve Candar beyliklerinden takviye alıp Karaman Seferine çıktı Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir kasabalarını aldı ve Mehmed Beyi mağlup etti Bundan sonra Konya’yı kuşattı ise de, mevsimin elverişsizliğinden dolayı Karamanoğluyla sulh akdederek döndü Ancak Mehmed Bey rahat durmayıp, Beyşehir ve Seydişehir’e saldırdığından, Çelebi Mehmed, ikinci defâ Karamanoğlu üzerine gitti ve Konya ovasında yapılan muhârebede Mehmed Beyi bir kere daha mağlup etti Bu sırada pâdişâh rahatsızlandığından yine sulh akdedildi Mehmed Bey, gerektiğinde Osmanlı ordusuna yardım göndermeyi de kabul etti Mehmed Bey, bu vâdini Eflâk Seferinde yerine getirmiştir Çelebi Mehmed, Anadolu’da Türk birliğini sağlama çalışmaları sürdürürken, Hıristiyanlarla da dost geçinme politikası güdüyordu Osmanlılara tâbi olan Eflâk Prensi Mirça, taht mücâdelelerinden istifâde ile üç yıldır vergiyi kesmişti Kendisine voyvodalıkta rakip çıktığından zor durumda idi Rakibi Dan, Osmanlılara mürâcaat ederek, yardım istemiş, Mirça Macar Kralı Sigismund’a başvurarak Osmanlıların kendisine yardım etmesi için aracı olmasını istemiştir Ancak Çelebi Mehmed Sigismund’un teklifini reddedip, Candar ve Karaman beyliklerinden yardım alarak Tuna’yı geçip, Romanya topraklarına girdi Macar- Eflâk ordusunu mağlup eden Çelebi Mehmed, Mirça’yı yeniden Osmanlılara tâbi kıldı Osmanlılar, Erdel’e de birkaç defâ akın düzenlediler Netîcede Macar eyâleti baştanbaşa çiğnendi Bu sûretle, Balkanlarda ve Adriyatik’te Osmanlı nüfûzu kuvvetlendirildi Bundan sonra Çelebi Mehmed, Anadolu’da kuvvetlenmiş bulunan İsfendiyar Beyle mücâdeleye başlamış ve Sinop’u muhâsara etmiştir Çâresiz kalan İsfendiyar Bey, Osmanlı Devletinin yüksek hâkimiyetini tanımıştır Ayrıca oğlu Kasım’ın istediği Kastamonu, Tosya, Çankırı ve Kalecik’i pâdişâha vermiştir Bunu müteâkip, Çelebi Mahmed, daha önce Osmanlılarda bulunan Samsun’un alınmasını istedi Müslüman ve kâfir olmak üzere ikiye ayrılmış olan Samsun’un kâfir kısmını Biçeroğlu Hamza Bey kuşattı Kale halkı şehri yakarak gemilere binip ayrıldıklarından şehir ele geçirildi Müslüman Samsun’u bizzât muhâsara eden Çelebi Mehmed’e karşı koyamayan İsfendiyaroğlu Hızır Bey, şehri teslim edip babasının yanına döndü Çelebi Mehmed devrinin en önemli iç hâdisesi, Şehy Mahmud Bedreddin’in isyânıdır Şeyh Bedreddin, Mûsâ Çelebi zamânında Edirne’de kazaskerliğe tâyin edilmiş ve Çelebi Mehmed’in cülûsunu müteâkip, 1000 akçe aylık ile İznik’te ikâmete mecbur edilmişti Şeyh Bedreddin, Edirne’de ve sonra İznik’te eser yazmakla meşgul olup , kendisini ziyârete gelenlere fikirlerini aşılamaya çalışıyordu Edirne’ye gelmeden önce Anadolu’da ün kazanmıştı İznik’te de boş durmayan Şeyh, adamlarından Börklüce Mustafa’yı Aydın taraflarına gönderip propaganda yaptırıyordu Ayrıca Torlak Kemâl adındaki adamı da daha önce Manisa taraflarında faaliyete başlamıştı Şeyh Bedreddîn, Börklüce Mustafa’nın hareketinin genişlemesi üzerine hacca gitmek bahânesiyle önce Sinop’a oradan Kefe’ye ve nihâyet daha önce tanıştığı Eflâk prensinin yanına giderek Şiîlerin bulunduğu Deliorman taraflarına geçti Şiî olan Şeyh Bedreddîn, İslâm’a uymayan zararlı fikirler ortaya atıyor, haram olan hususların helâl olduğunu ileri sürerek isyân hislerini körüklüyordu Netîcede ilk isyân Karaburun’da başladı ve daha sonra Manisa’da kendini gösterdi Az zamanda genişledi Börklüce Mustafa isyânı, Amasya Vâlisi Şehzâde Murad ile Bâyezîd Paşa tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı Börklüce yakalanarak katlolundu Manisa tarafındaki Torlak Kemâl de aynı âkıbete uğradı Şeyh Bedreddîn, Bâyezîd Paşa tarafından yakalanarak Serez’de bulunan pâdişâh huzûruna getirildi Şeyhin durumu ulemâ tarafından tedkik olunduktan sonra, Ehl-i sünnete uymayan itikâd üzere olmak ve cemiyet nizâmını bozmakla suçlu bulunarak, Sâdeddîn Taftâzânî’nin talebelerinden Heratlı Molla Haydar’ın fetvâsıyla Serez pazarında asıldı ve malları vârislerine bırakıldı Şeyh Bedreddîn isyânı, bu şekilde bastırıldıktan sonra Çelebi Mehmed, yeni bir isyan tehlikesi ile karşı karşıya kaldı Bu tehlike, Ankara Meydan Muhârebesinde babasıyla birlikte Timur’a esir düşüp Semerkand’a götürülen, Düzmece Mustafa da denilen kardeşi Mustafa idi Uzun müddet kendisinden haber alınamayan Mustafa, bir müddet sonra geri dönüp, Karaman topraklarında kaldıktan sonra Rumeli’ye geçmişti Osmanlı tahtına oturmak niyetinde olan Mustafa, Eflâk Voyvodasının ve Niğbolu Sancakbeyi Aydınoğlu Cüneyd Beyin yardımlarıyla faaliyete geçip, Selânik ve Teselya’da saltanat iddiâsıyla adam toplamaya başlamıştı Fesâdın büyümesine mâni olmak için Çelebi Mehmed, hemen harekete geçti ve ağabeyi Mustafa Çelebi’nin kuvvetlerini Selânik civârında mağlup etti Cüneyd ile birlikte Mustafa Çelebi Selânik Kalesine sığındı Çelebi Mehmed, ertesi sabah mültecileri istediyse de, Selânik vâlisi, İmparatorun müsaadesi olmadan teslim edemeyeceğini beyânla özür diledi Nihâyet imparator da Çelebi Mehmed hayatta oldukça bunları salıvermeyeceğini yemin ile taahhüt edince, Pâdişâh Selânik muhâsarasını kaldırdı Pâdişâh anlaşma gereğince, Mustafa Çelebi için, her sene İmparatora önemli miktarda akçe ödeyecekti Mustafa Çelebi Vakası, 1420 senesinde olmuştur Bu vakayı müteâkip Çelebi Mehmed, İstanbul’u resmen ziyâret ederek İmparator tarafından karşılanmış ve Üsküdar’da İmparatora vedâ edip, İzmit üzerinden Bursa’ya gelmiş, bir müddet sonra da Gelibolu yoluyla Edirne’ye dönmüştür Pâdişâh Edirne’deyken, çıkmış olduğu avda rahatsızlandı Nüzûl illetinden kurtulamayacağını anlayan Çelebi Mehmed, vezirleri Bâyezîd, İbrâhim ve Hacı İvaz Paşaları dâvet ederek, gizlice görüşüp, büyük oğlu Amasya Vâlisi Murad’ın hemen dâvet edilmesini istedi Kısa süren hastalıktan sonra Haziran 1421’de vefât etti Çelebi Mehmed’in vefâtı son derece gizli tutuldu Cesedi tahnit edilerek sarayda muhâfaza edildi Şehzâde Murâd’ın Bursa’ya gelişine kadar 40-42 gün pâdişâhın vefâtı gizlendi Cesedi Bursa’ya getirilerek Yeşil Türbeye defnedildi Osmanlı Devletinin ikinci kurucusu kabul edilen Çelebi Mehmed, ne kardeşi Mûsâ Çelebi gibi sert, ne de diğer kardeşi Emir Süleymân gibi yumuşak ve kayıtsızdı Mâkul hareket eden, sabırlı, azim ve irâde sâhibi, sözüne ve vâdine sâdık, nâzik, vakûr ve ciddî bir hükümdârdı Yalnız dostuna değil, düşmanlarına da kendisini sevdirerek itimât telkin etmiş ve saydırmıştır Onun hakkında Osmanlı târihlerinden başka yabancı kaynaklar da iyi şehâdette bulunmaktadırlar Küçük ve büyük 24 muhârebede bulunarak 40’a yakın yara aldığı rivâyet edilmektedir Emellerinin en başında babası zamânındaki yerlerin geri alınması geliyordu ki, bu gâye için çalışmış ve büyük ölçüde muvaffakiyet elde etmiştir Zamanının yerli ve yabancı kaynakları onun dirâyetinden, sebâtkârlığından, iyi ahlâkından ve daha birçok meziyetlerinden bahsetmektedirler Çelebi Mehmed, kısa ömrünü savaş alanlarında geçirmiş olmasına rağmen, memleketin îmârına da önem vermiştir Bursa’da yaptırdığı câmi, medrese, imâret ve Yeşil Türbesi önemli sanat eserleridir Câminin karşısına yüksekçe mevkide kendi türbesini yaptırdı Türbenin karşısına düşen medresesi bugün müze hâline getirilmiş olup, Bursa medreseleri arasında Sultâniye adı ile meşhurdu Bunlardan başka Edirne’de Emir Süleymân tarafından inşâsına başlanan ve Mûsâ Çelebi tarafından devâm ettirilen Ulu Câmi'nin (Câmi-i Atik) tamamlanması da ona nasip olmuştur Çelebi Mehmed, bu eski câmiye vakıf olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırmıştır Ayrıca Amasya’da Şehzâde türbesini yaptırmıştır ki, oğlu Kâsım burada medfundur Edirne’deki Eski Sarayın da Çelebi Mehmed tarafından inşâsına başlandığı rivâyet edilmektedir Çelebi Mehmed’in en önemli hizmetlerinden birisi de Mekke ve Medîne halkına her sene Surre Alayı göndererek mâlî yardımda bulunma âdetini başlatmasıdır Sultan Mehmed’in en büyüğü Murad olmak üzere, Mustafa, Kâsım, Ahmed, Yûsuf ve Mahmûd adında altı oğlu ile yedi kızı vardı Kendisinden sonra tahta büyük oğlu Şehzâde Murad çıkmıştır |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #20 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Balamber Adı bilinen ilk Batı Hun Türk hükümdarı (IV yüzyılın ikinci yarısı) Doğu ve Batı Gotları ortadan kaldırdı Hun topraklarını genişletti Kafkasların kuzeyinde yaşayan Alanları, Volga-Don bölgesindeki Sarmat ve İskitleri buyruğu altına aldı Daha sonra Doğu Got İmparatorluğuyla savaştı ve onları yendi (373-374 arası) Got kralı Ermanarik, intihar etti Balamber, düşmana çok iyi davrandı Memleketlerinde kalmalarına izin verdi Kendilerine kral seçmelerini istedi Yeni kral Vithimir, Doğu Got İmparatorluğunu eski haline getirmek için çalıştı Komşu kavimlere saldırdı Balamber, buna engel oldu Vithimir öldürüldü Halkı ise Batı Gotlara sığındı Fakat bir gece ay ışığında nehri geçen Balamber, Gotları bastı ve bozguna uğrattı Volga'dan, Aşağı Tuna'ya uzanan bir Hun İmparatorluğu kurdu Belek Bey Haçlılara karşı büyük zaferler kazanan Artuklu emiri İsmi, Belek bin Behram bin Artuk olup, lakabı Nuruddevle’dir Doğum tarihi bilinmemektedir Amcası İlgazi, Artukluların Mardin; diğer amcası Sökmen ise Hısn-Keyfa (Hasankeyf) kolunun beyiydi Sökmen Bey, Haçlılara karşı gösterdiği kahramanlıklardan dolayı Selçuklu Sultanı Tutuş tarafından kendilerine verilen Surve şehrini yeğeni Belek’e verdi Ancak 1098 senesinde, Kudüs ve havalisinin Fatımilerin eline geçmesinden az sonra, Suruç, Hıristiyanların eline düştü Belek Bey, bundan sonra bir süre daha amcası Sökmen ve İlgazi’nin hizmetinde bulundu Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’ın 1110 senesinde bütün Türk emirlerini Mevdud’un komutasında haçlılara karşı sefere memur etmesi üzerine, Belek Bey de muharebeye katıldı Büyük yararlılık gösterdi 1113 senesinde amcası İlgazi’nin yardımı ile Harput ve Palu bölgesini ele geçiren Belek Bey, bu bölgede, Artukluların Harput kolunu kurdu Malatya ile Mengücüklere ait Dersim (bugünkü Elazığ ve Tunceli çevresi) bölgesini ele geçirerek hakimiyet bölgesini genişletti Belek Bey, yine amcası İlgazi ile 1119 senesinde Antakya üzerine yürüdü Frankları Antakya civarında büyük bir hezimete uğratarak pek çok ganimet elde etti Bu sırada Mengücük oğlu İshak Bey ile Trabzon Dukası Konstantin Gabras, Belek Beye karşı ittifak etmişlerdi Belek Bey, süratle harekete geçerek müttefik kuvvetleri Şiran bölgesinde imha etti (1120) Beş bin civarında Rum ele geçirildi Esirler arasında Trabzon Dukası ile, Melik İshak da bulunuyordu Duka Gabras, 30000 dinar fidye ödemek suretiyle serbest bırakıldı Melik İshak ise, Melik Gazinin damadı olduğu için esir muamelesi görmedi Bu sırada amcası İlgazi’nin ölümü üzerine Haçlılara karşı yapılan savaşların idaresini Belek Bey üstlendi 1122 senesinde Urfa kontu Jocelin ile Birecik senyörü Galeran’ın ordusunu imha ederek, kontu ve senyörü esir aldı ve Harput Kalesine hapsettirdi Böylece Haçlıların önemli bir kolunu ortadan kaldırdı Kudüs Kralı İkinci Baudouin intikam almak ve Haçlı kontlarını kurtarmak için büyük bir orduyla harekete geçti Fakat, Belek Bey, daha hızlı davranarak, Haçlıları Raban’da pusuya düşürüp kılıçtan geçirdi Kudüs Kralını ve yeğenini esir alarak, Harput Kalesine hapsetti Selçuklu Sultanı Mahmud, kazandığı zaferlerden dolayı Belek Beyi Haçlılara karşı savaşan Türk kuvvetlerine baş kumandan tayin etti Harran ve Tel-başer’i ele geçiren Belek Bey, Halep üzerine yürüdü Kısa bir sürede Halep'e giren Belek Bey, şehri İsmaililerden temizledi Bu sırada Harput Kalesinin tamirinde çalışan Gerger Ermenileri, isyan ederek kaledeki esir Haçlı kralı ile kontları kurtardılar Durumu haber alan Belek Bey, on beş günde Halep’ten Harput’a geldi Bu işte parmağı bulunanları ve ihanet edenleri cezalandırdı Kudüs kralı ile arkadaşlarını Harran’a göndererek orada hapsettirdi Sonra tekrar Frankların üzerine sefer düzenledi Müşhile mevkiinde Haçlıları hezimete uğrattı ve Mucaddat Kalesini fethetti Menbic Emiri Hasan bin Gümüştekin’in bazı hareketlerinden şüphelendi ve bu şehri ondan almaya karar verip, amcasının oğlu Timurtaş’ı bu işe memur etti Timurtaş, Hasan’ı ele geçirdi Fakat, Hasan’ın kardeşi İsa kaleye kapandı ve teslim olmayı kabul etmedi Ayrıca, Franklara haber göndererek yardım istedi Bunun üzerine, Maraş kontu Geofroy komutasında on bin kişilik Haçlı ordusu, Menbic önüne geldi Kuşatmayı kaldırmayarak arkasını sağlama alan Belek Bey, 1124 senesi Mayıs ayının beşinde Haçlı ordusuyla karşılaştı Çok şiddetli geçen muharebe, Türk ordusunun büyük zarferi ile sona erdi Maraş kontu dahil olmak üzere, zulümleri ile meşhur Haçlı şövalyeleri öldürüldü ve pek çoğu esir edildi Bu zaferden sonra Belek Bey, Menbic’in muhasarasını şiddetlendirdi Ancak Belek Bey, kuşatma sırasında mancınıkların yerleştirilmesi gereken yerleri gösterirken kaleden atılan bir ok, sol köprücük kemiğine saplandı Oku bizzat kendisi çıkaran Belek Bey; “Bu ok bütün Müslümanlara vurulmuş bir darbedir” diyerek ruhunu teslim etti (1124) Yeğeni Timurtaş, ordunun komutasını ele alarak, cenazeyi Halep’e yolladı; İbrahim aleyhisselamın makamı önüne defnedildi Daha sonra buraya mükemmel bir mezar yapıldı Belek Bey, ömrünü Haçlılara karşı savaşmakla geçirdi Adil, dindar, devrinin en kahramanı ve Türkiye Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan’ın takdirini kazanmış bir beydi Ölümü, bütün İslam alemini mateme boğdu Hıristiyan teb'ası bile, böyle adil ve şefkatli bir beyi kaybetmekten üzüldü Haçlılar ise, onun ölümüne ve ondan kurtulmuş olduklarına sevindiler Belek Bey, Müslümanlığın, Allahü tealanın emirlerini yapmak, yarattıklarına merhamet etmek olduğunu hakkıyla bildiğinden, herkese iyi davrandı ve insanların takdirini kazandı Berkyaruk Büyük Selçuklu İmparatorluğunun beşinci sultanı Melikşah’ın büyük oğludur Babasının ölümü üzerine henüz çok küçük olan oğlu Mahmud, sultan ilan edildi Ancak buna rıza göstermeyen vezir Nizamülmülk ve taraftarları, Rey şehrinde Berkyaruk’u tahta çıkarıp, sultan ilan ettiler Kardeşinin kuvvetlerini Berucird mevkiinde bozguna uğratan Berkyaruk, daha sonra kendisini tanımak şartıyla ona, İsfahan ve Fars eyaletlerini devretti Bu arada amcası Tutuş da harekete geçerek Musul’u ele geçirmişti Berkyaruk Tutuş’u yenerek Bağdat’a girdi ve adına hutbe okuttu Mücadeleye devam eten Tutuş, Halep, Harran ve Urfa’yı ele geçirerek, tekrar Sultanın üzerine yürüdü Zor durumda kalan Berkyaruk, İsfahan’a kardeşi Mahmud’un yanına sığındı Bu sırada Mahmud’un ölümü ile onun kuvvetlerine de sahip oldu Daha sonra, Rey yakınlarında Tutuş’la giriştiği muharebeyi kazandı Savaş sırasında Tutuş’un öldürülmesi ile de ülke içerisinde birlik ve beraberliği sağladı Sultan Berkyaruk, bundan sonra Anadolu ve Suriye’yi işgale başlayan haçlılar üzerine kuvvetler sevk etti Ancak emirler arasındaki rekabetler ve Şii Fatımilerin aleyhte faaliyetleri sonucu, Haçlılara karşı kesin bir zafer elde edemedi Bu arada Berkyaruk’un karşısına Gence Melik’i ve kardeşi Mehmed Tapar, saltanat iddiasıyla çıktı Berkyaruk, 1100 yılında Sefid-rud’da mağlup oldu ise de; Mehmed Tapar’ı arka arkaya dört defa bozguna uğrattı Ahlat’a sığınan Mehmet Tapar, buranın hükümdarı Sökmen’i ve Ani emiri Menuçehr’i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandı Sultan Berkyaruk, çok kan aktığını, memleketin harap, emir ve askerlerin yorgun olduğunu, hazinenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez bir hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçi ile, kardeşini barışa ikna etti Böylece, 1104’te Azerbaycan’da Sefid-rud hudut olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilayetler Mehmed Tapar’da kalmak ve Bağdat'ta hutbe Berkyaruk namına okunmak şartıyla, bir antlaşmaya varıldı Selçuklu İmparatorluğu, iki devlete ayrılmak suretiyle Türkiye ile birlikte üç Selçuk sultanı meydana çıktı Lakin bu durum çok kısa sürdü Zira, Berkyaruk, vücutça hasta olduğu için, 1104 yılında yirmi altı yaşında öldü Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimse idi Ancak, kardeş kavgalarının hem de birlik ve beraberliğe en muhtaç olunduğu bir döneme rastlaması, Berkyaruk’u çok üzmüştü Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve onlara darbeler vurmaktan geri kalmadı Bilge Kağan Göktürkleri, elli yıllık Çin esaretinden kurtararak, ikinci defa Göktürk Hakanlığını kuran, İlteriş (İl’i, devleti toplayıp tanzim eden) unvanı ile anılan Kutluk Kağanın büyük oğlu 684 yılında doğdu Babası Kutluk Kağan öldüğü zaman kardeşi Kültigin’le birlikte, küçük yaşta olmaları sebebiyle, amcaları Kapağan Kağanın ve millet emektarı, büyük müşavir Vezir Bilge Tonyukuk’un himayesinde büyüdü O zaman Bilge Kağan 8, Kültigin Han 7 yaşında idiler Amcası Kapağan Kağan tarafından 14 yaşında “şad” tayin edilerek devlet hizmetine girdi Vezir Tonyukuk kumandasında, Göktürk Hakanlığının İnal ile birlikte sevk ettikleri batı orduları grubunda yer aldı İnal Kağanla birlikte Altayları aşarak Bolçu’da On-ok ordusunu mağlup etti ve Seyhun (Sir derya= İnci Nehri) kıyılarına ulaştı Tonyukuk’un başkumandanlığını yaptığı bu ordunun başında Maveraünnehir’e kadar dayanan Bilge Kağan, Kızıl Kum Çölüne girerek güney istikametini aldı Göktürk Abidelerinde tezik şeklinde zikredildiği gibi, ilk defa olarak batıda Müslüman Araplarla karşılaşıldı (701) 709 yılında Kırgızlar’ın komşusu olan ve Yukarı Kem-İrtiş arasında bulunan Çikler ile Isıg Gölünün batısında yaşayan Azları, Hakanlığa bağladı 710 yılında kardeşi Kültiginle birlikte zaman zaman başkaldıran Kırgızları mağlup etti 714’te Çin’in yığınak merkezi olan Beşbalık’ın kuşatılmasına, İnal Kağan, Tung-lu Tekin ve eniştesi ile birlikte katıldı 22 Temmuz 716 tarihinde Çinlilerle münasebet kuran Bayırkular’ın amcaları Kapağan Kağanı pusuya düşürerek öldürmeleri üzerine karışıklığa sürüklenmiş olan devletin yükünü, Kapağan Kağanın oğullarını ve taraftarlarını bertaraf ederek, kardeşi Kültigin’le birlikte yüklendi Kültigin’le birlikte seferler yaptı Memlekette karışıklıklar çıkaran Dokuz Tatarlar ve Oğuzlar üzerine yürüyerek bozguna uğrattı Kültigin’in aşırı derece ısrarı üzerine 716 yılında hükümdar oldu Göktürk orduları başkumandanlığını yüklendi O zamana kadar bu vazifede bulunan baba yadigârı, Bilge Kağanın kayın babası vezir Tonyukuk da devlet müşaviri olarak kaldı İçte ve dışta yaptığı mücadelelerde büyük başarılar kazandı Yurtsuz milleti yurtlu, fakir halkı zengin ettiği gibi, devleti ve milleti için canla başla çalıştı 717 yılında Uygur İl-teber’i Kargan Savaşında yendi Bir yıl sonra da isyana teşebbüs eden Karluklarla savaştı ve galip geldi Bilge Kağan, Çinlilerle iyi münasebet kurmak istiyordu Bu Tonyukuk’un da arzu ettiği bir durumdu Fakat Çinliler, Türk birliğini bozmak için Beşbalık’taki Basmıllar ile anlaşmışlardı Bütün bunlar, Çinlileri çok iyi tanıyan ve vaktiyle Kutluk (İlteriş) Kağanla birlikte istiklal mücadelesi veren Vezir Tonyukuk tarafından gayet iyi biliniyordu Onun planı sayesinde Basmıllar, Beşbalık’ta kuşatılarak mağlup edildi Entrikalarının boşa çıktığını gören Çin de baskı altına alındı Çin ordusu, Kan-su’da bozguna uğratıldı (Eylül 720) Daha sonra çeşitli seferler düzenlendi Kitanlar ve Tatabılar saf dışı bırakıldı (722-723) Bütün bu hadiselerden sonra Çin, iyi geçinme noktasına geldi 725 yılında Çin İmparatoru tarafından gönderilen elçiyi Bilge Kağan, Kültigin ile Tonyukuk’un hazır bulunduğu bir mecliste kabul etti Bilge Kağan, 725 yılında kayınbabası Tonyukuk’u 731 yılında da 47 yaşında olan kardeşi Kültigin’i kaybetti Bu iki Türk büyüğünün ölümü, hakanlıkta büyük boşluklar meydana getirdiği gibi, millet de, başta Bilge Han olmak üzere büyük üzüntü içine düştü Orhun Kitabeleri’nde bu husus: “Küçük kardeşim Kültigin öldü, görür gözüm görmez oldu, bilir bilgim bilmez oldu, zamanın takdiri Tanrı’nındır Kişi-oğlu ölmek için yaratılmıştır, kendimi bıraktım, gözden yaş akıtarak, gönülden feryad ederek yanıp yakıldım” şeklinde Bilge Kağan’ın ağzından, kendi inançlarına göre, bir nevi tevekkül içinde anlatılmaktadır Bu iki büyük millet ve devlet emektarının hatırasına, Bilge Kağan zamanında bengü taşlar (kalıcı eserler) dikilmiş, hizmetleri ve düşünceleri kendi ağızlarından verilmiştir 734 yılının yazında K’i-tan ve Tatabılara karşı Töngez Dağında kazanılan savaş, Bilge Kağanın en son zaferi oldu Bütün ömrünü milletinin birliği ve büyüklüğü için geçirmiş olan Bilge Kağanın, 19’u “şad” 19’u da “kağan” olmak üzere 38 senelik bir hizmeti vardır Son zamanlarında, Çinli bir prenses ile evlenme arzusu, Çin imparatoru tarafından kabul edilmişse de, Çinlilerce aldatılan Buyruk-çor tarafından zehirlenmiş ve 25 Kasım 734 tarihinde, milleti büyük bir yas içinde bırakarak 50 yaşında vefat etmiştir Adına, oğlu tarafından Baykal Gölünün güneyinde, Orhun Nehri Vadisinde, Koşo Tsaydam Gölü civarında Bilge Kağan Abidesi diktirilmiştir Abideyi, yeğeni Yollug Tigin kaleme almış ve 34 günde tamamlatmıştır Kitabelerde görüleceği üzere, Bilge Kağan, milletine bağlı, dindar bir hükümdardır Böyle olmasına rağmen, yeni bir dinin arayışı içinde olduğunu söylemek mümkündür Çünkü onun yerleşik hayata geçmek isteği ve kuracağı şehirlerde Budist mabetlerine yer verme teklifi, kayın babası Tonyukuk tarafından reddedilmiştir Şayet sağlıklarında İslamiyet, ülkelerine ulaşabilseydi, Türklüğün eski yurdunda alperenlerin, gazilerin daha erken görüleceği büyük ihtimal dahilindeydi Tonyukuk’un, Bilge Kağanı bu iki düşüncesinden men edişi, Çin’e karşı kendilerini müdafaa şuuru iledir Fakat bu fikir, netice olarak sonraları Türk dünyasının İslam'a girmesine zemin hazırlamıştır Bumin Kağan Göktürk Devletinin kurucusu ve ilk hükümdarı Göktürkler târih sahnesine çıktıkları sıralarda Juan-juanlara tâbi olarak, Altay Dağlarında an’anevî sanatları demircilikle uğraşıyorlar ve bu devlete silah îmâl ediyorlardı Devrin Çin yıllıklarından, Göktürklerin bu sıralarda da dağınık halde bulunmadıkları ve federatif bir mahiyette Juan-juanlara bağlı oldukları görülmektedir Nitekim Tu-wa adlı başbuğun yerine hânedânın başına geçen Bumin, 534 yılında Kuzey-Tabgaç idârecileriyle siyâsî münâsebet kurdu 542’de akıncıların başında Huagn-ho Nehri yakınlarına kadar ilerledi 546’da Juan-juan Devletine karşı ayaklanan Tölesleri itaat altına aldı Bu başarısından sonra Juan-juan Devleti hükümdarı ile eş değerde olduğunu göstermek maksadıyla kızına tâlip oldu Ancak bu isteğinin kabaca reddedilmesi üzerine üst üste vurduğu darbelerle Juan-juan Devletini çökertip arâzisini tamâmen hâkimiyeti altına aldı İl-kağan unvanını alarak tahta çıktıktan sonra eski Hun başkenti Ötüken’i ele geçirerek devlet merkezi yaptı (552) Bumin Kağan, hükümdarlığını ilan ettikten sonra, küçük kardeşi İstemi’ye, Yabgu unvanıyla ülkenin batı kanadının idâresini verdi İstemi Han, yeni yerler fethederek Batı Göktürk Kağanlığının temellerini atarken, Bumin Kağan, tahta çıktığı yıl içerisinde öldü Yerine, oğlu Kolo (Kara) ve bunun genç yaşta ölümü üzerine de diğer oğlu Mu-kan Kağan geçti |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #21 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Babür Şah Hindistan’daki en büyük Müslüman Türk Devleti olan Gürgâniyye Devletinin kurucusu Asıl adı Zahireddin Muhammed Babür’dür Timur Han soyundan gelip, babası, Sultan Ebu Said’in oğlu, Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’dır 14 Şubat 1483’te Fergana’da doğdu 1493’te babasının ölümü üzerine, Fergana hükümetine varis oldu 11 sene Özbek ve Tatar melikleri ile savaş edip, nihayet hakimiyeti sağlayamayacağını anlayarak güneye indi 1504’te Kabil’i fethedip kendisine başşehir yaptı Aynı zamanda Gazne’yi aldı ve kısa zamanda Afganistan’ın büyük bir kısmını içine alan bir devlet kurdu 1511 Ekiminde Semerkant İmparatorluk tahtına oturdu Bir ay sonra Taşkent’i, Buhara’yı aldı, bütün Maveraünnehir’e hakim oldu Fakat, bir müddet sonra, Özbekler tarafından ata yurdundan kovuldu Babür Şah, 1519’da Hayber’i geçerek, Hindistan’a girdi Pencab’a düzenlediği beş sefer sonunda bütün kuzey Hindistan’ı fethetti 1525’te Hindistan’ın tamamını fethetmek üzere Kabil’den ayrıldı 1526’da, yani Osmanlılar’ın Mohaç Zaferinden birkaç ay önce, Paniput Meydan Muharebesinde Sultan İbrahim Ludi’nin 100000 asker ve 1000 filden müteşekkil büyük ordusunu yendi Bu zaferle Babürlüler (Gürgâniyye) Devletini kesin olarak kurdu (1526) Böylece Hindistan Türk İmparatorluğu tacı Ludilerden Babür’e geçti Bu başarıdan sonra Delhi, Agra ve Hanpur’u alan Babür Şah, Agra’yı başşehir yaptı 1527’de Hindular üzerine yürümek için Agra’dan çıktı Hindular, aralarında ittifak kurduktan sonra, 100000 kişilik bir ordu ve birkaç yüz zırhlı fille yeni Hindistan fatihinin üzerine yürümeye başladılar Çok kritik ve tarihi bir andı Babür’ün harbi kaybetmesi demek, Ganj Vadisinin Hinduların eline düşmesi, netice itibariyle beş asırlık Müslüman ve Türk hakimiyetinin Hint kıtasından atılması demekti Babür 13500 kişilik pek seçkin bir Türkistan atlı birliği ile düşman üzerine yürüdü Yanında Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi’nin kumanda ettiği bir topçu birliği de bulunuyordu Hindularda ne top, ne de tüfek vardı Ateşli silahlar ve Türk atlısının üstün savaş kabiliyeti, Babür’e savaşı kazandırdı Düşman tamamen imha edildi Bu, Babür Şah için Paniput’tan daha büyük bir zaferdi Biyana civarında geçen bu Kanva Meydan Muharebesinde birkaç saat içerisinde düşmanı yok eden Babür, “Gazi” unvanını aldı Meşhur Zeynüddin Hafî’nin torunu Şeyh Zeyn Hafî’nin kaleme aldığı Zafername, bütün İslam memleketlerinin hükümdarlarına gönderildi Bundan sonra Odh (Audh) eyaleti de fethedildi Art arda yapılan fetihlerle Babür İmparatorluğunun sınırları çok genişledi Babür Şah, 25 Aralık 1530’da Agra’da öldü ve vasiyeti üzerine pek sevdiği Kabil’e götürülüp, orada gömüldü 1526’da kurduğu devlet 1858 senesinde İngilizlerin işgaline kadar, 332 sene varlığını sürdürmüştür Kabri üzerine Şah Cihan tarafından 1646’da muhteşem bir türbe yaptırıldı Babür Şah memleketin imarı için gayret gösterdi Hindistan ve Afganistan’da birçok yollar, kervansaraylar ve medreseler yaptırıp, fethettiği yerleri mamur hâle getirdi Âlim, edip bir zat olan Babür Şah, hayatını kendisi yazdı Tüzük-i Baburî (Babürname) adını verdiği bu kitabı, Ekber Şah zamanında Çağatay dilinden Farsça'ya sonra İngilizce'ye tercüme edilerek neşredildi Türkçe pek değerli bir Aruz risalesi yazdı ve kendisine doğduğu zaman Zahirüddin Muhammed adını veren zahirî ve batınî ilimlerin hazinesi büyük mutasavvıf Hace Ubeydullah-ı Ahrar hazretlerinin Farsça Hanefi fıkhı üzerine yazdığı Risale-i Validiyye’yi Türkçe nazma çevirdi Yine Hanefi mezhebine ait fıkıh bilgilerini içine alan Mübeyyen adlı eseri yazdı Şiirlerini Divan’da topladı Orijinal yazı stili, “Hatt-ı Baburî” adıyla meşhur oldu Babür, Türkçe’den başka pek mükemmel surette Farsça, Arapça ve Moğolca biliyordu Ölümünden sonra “Hazret-i Firdevs-Mekani” ve “Hazret- i Giti-Sitani” (Cihan Fatihi) diye anılmıştır Bahadır Şah I Babürlü hükümdarı Asıl ismi Kutbüddin Şah-ı Âlem olup, 1707-1712 yılları arasında saltanat sürdü 1643 yılında Hindistan’ın Dekken bölgesindeki Burhanpur şehrinde doğdu 1663’te babasını temsilen Hindistan’ın güney ve orta kesimlerini kaplayan Dekken platosu bölgesine gönderildi 1699’da Kabil valiliğine getirildi Babasının ölümünde burada bulunuyordu Hemen harekete geçerek saltanatını ilan eden kardeşi Azam ile Agra yakınlarında Cacav’da savaştı ve onu yenerek oğullarını da öldürdü (18 Haziran 1707) Bahadır-I adıyla tahta çıktığında diğer kardeşi Kam Bahş ve Racputlar ayaklandılar Bahadır Şah, Haydarabat'ta olduğunu haber aldığı kardeşi Kam Bahş ile karşılaştı ve yaptığı muharebede onu yendi Savaş sırasında yaralanan Kam Bahş da az sonra öldü Böylece saltanata tek başına sahip olan Bahadır Şah, Racput ve Sihlerin ayaklanmalarına müdahale ederek, üzerlerine yürüdü Banda idaresindeki Sihler, Longarh’da Aralık 1710’da mağlup edildiler ve Pencab Dağlarına kadar sürüldüler Bahadır Şah-I beş sene süren saltanattan sonra, 27 Şubat 1712’de vefat etti Delhi’deki Huld Menzil (Ebediyet Konağı) adı verilen türbesine defnedildi Bahadır Şah II Hindistan’da Babürlü Türk Devletinin son hükümdarı Asıl ismi Ebü’l-Muzaffer Siraceddin Muhammed’dir İkinci Ekber Şah’ın oğludur 24 Ocak 1775’te doğdu 1837 yılında babasının ölümü üzerine, 62 yaşında tahta çıktı Bu sırada devletin kontrolü İngilizlerin elinde bulunuyordu 20 sene sadece isimden ibaret kalan bir hükümdarlık yaptı 1857’de Kalküta yakınlarında Müslüman askerler ayaklandılar Süratle büyüyen ayaklanma sonunda askerler Delhi’de duruma hakim oldular İkinci Bahadır Şah, fiili bir hükümdar olarak göreve başladı Camilerde hatipler Delhi halkını cihada çağırıyor ve Bahadır Şah'ı desteklemeleri için ikazlarda bulunuyorlardı İkinci Bahadır Şah, oğlu Moğol Mirzayı seraskerliğe tayin etti Fakat bir süre sonra askerin iaşe masraflarının karşılanmaması yüzünden sipahiler komutanlarını dinlemeyerek yağmaya başladılar Bu karışıklıktan faydalanan İngilizler, Sir John Lawrens idaresinde Delhi harekatını başlattılar Lawrens, 8 Haziran’da Delhi önlerine gelerek İngiliz kuvvetlerini savaş nizamına soktu Dört bir yandan açılan topçu ateşi Delhi’de büyük zayiata sebep oldu İngiliz birlikleri açılan surlardan şehre girdiler Bahadır Şah ve sipahiler iç kaleye (Kale-i Mualla) çekildiler ise de çok geçmeden teslim oldular İngilizler batı vahşetinin tipik bir misalini burada göstererek, kendilerine sığınan saray erkanını kurşuna dizdiler Mahkemeye sevk edilen İkinci Bahadır Şah, ömür boyu hapse mahkûm edildi Aralık 1858’de resmen tahttan indirildi Burma’da Rangun şehrine gönderilen Bahadır Şah, 7 Kasım 1862’de öldü İkinci Bahadır Şah, âlim, hattat ve aynı zamanda iyi bir şair olup, Zafer mahlası ile şiirler yazardı Bayezid Han II Sekizinci Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlundan büyüğüdür 1447 yılında doğdu Küçük yaştan itibaren tam bir ihtimamla yetiştirilen şehzade Bayezid, devrin en kıymetli alimleri elinde tahsil gördü Yedi yaşındayken, Hadım Ali Paşa nezaretinde Amasya valisi oldu 1473 Otlukbeli Savaşına sağ kol kumandanı olarak katıldı Babası Fatih, 3 Mayıs 1481 tarihinde sefere giderken Gebze’de vefat edince, 20 Mayıs 1481’de tahta çıktı Ancak Bayezid, kardeşi Cem Sultanın muhalefeti ile karşılaştı Bursa’yı alan ve adına hutbe okutan Cem’e karşı Yenişehir Savaşını kazanan Bayezid, duruma hakim oldu Fakat Cem meselesi sona ermedi Tersine olarak bu iş doğu ve batı devletlerinin en çok ilgilendikleri bir problem halini aldı Devlet bu yüzden daimi bir tehdit altına girdi Çünkü Cem’in Avrupa’ya geçmesi Hıristiyan devletlerce ve bilhassa papalık makamınca Türkler hakkında beslenilen kötü fikirlerin tatbik sahasına konulması için bir fırsat olarak kabul edildi ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için en müsait vaktin geldiği sanıldı İşlerin tehlikeli bir yola girdiğini gören Bayezid Han, bu sebeple 16 Ocak 1482’de Venediklilerle bir antlaşma imzalayarak Hıristiyanlığın en kuvvetli uzuvlarından birini felce uğrattı Böylece, zahiren de olsa, onların dostluğunu temin ederek, 17 yıl Osmanlılar aleyhindeki teşebbüslere seyirci kalmalarını sağladı Boğdan Voyvodasının yıllık vergisini ödememesi ve aleyhte faaliyetleri üzerine 1484 yılında bu ülkeye karşı sefere çıkan Bayezid, 15 Temmuz'da Kili ve 11 Ağustos’ta Akkerman Kalesini fethetti Bu sırada Osmanlıların, daha önce Cem’e sahip çıkarak Bayezid’e karşı kışkırttığı gerekçesiyle aralarının açık olduğu Memlûklularla Dulkadır Beyliği üzerindeki hakimiyet meselesi yüzünden 1485’te başlayıp 1491’e kadar devam eden savaşlara girişildi Genelde küçük birliklerin vuruşmaları şeklinde cereyan eden savaş sonunda kesin bir netice alınamadı Sultan Bayezid, kardeşi Cem’in 1495’te Napoli’de vefat etmesinden sonra, Osmanlı Devletinin dış politikasına başka bir yön verdi 1498 senesi ilk ve sonbaharında Silistre sancakbeyi Bali Bey kumandasında 40 bin kişilik akıncı birliği Lehistan’a Osmanlı tarihinin en büyük akın hareketlerini gerçekleştirdiler Bu arada Venediklilerin Mora üzerine tecavüzî hareketlerde bulunması üzerine de Sultan, 1499’da Mora seferine çıktı 25 Ağustos’ta İnebahtı, 9 Ağustos 1500’de Modon ve 16 Ağustos’da Koron Venediklilerden alındı Bayezid Han, batıda daha önemli fetihlere başlama noktasındayken, doğuda büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldı Bu sebepten Osmanlı Sultanı 1502’den sonra zamanını Safevi hükümdarı Şah İsmail’in türlü entrikalarını karşılamaya hasretti Memluklularla birlikte ona karşı askeri tedbirler aldı Fakat bilhassa onunla bir ihtilafa düşmemeye çalıştı Çünkü Anadolu’da kalabalık bir halk kütlesi, Şah İsmail tarafını tutuyordu Nitekim 1511’de patlak veren Şah Kulu Baba Tekeli isyanında Kütahya’yı ele geçiren asiler, güçlükle bastırılabildiler Sultan Bayezid’in son yılları, saltanatı ele geçirmek isteyen oğullarının mücadelesine sahne oldu Neticede kardeşlerine karşı daha dirayetli olan ve yeniçeriler tarafından da desteklenen oğlu Selim, İstanbul’a davet edildi Selim, 24 Nisan’da, Bayezid’in huzuruna gelerek el öptü Bayezid, ellerini kavuşturarak duran Selim’e; “Adaletten ayrılma, acizlere ve biçarelere karşı merhametli ol Kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana râm olmasını istiyorsan ulemaya çok saygı göster; zaruret olmadıkça kimseye sert davranma” dedikten sonra çok dualar etmiş ve padişahlığını Allahü tealanın mübarek etmesi dileğiyle saltanatı kendisine teslim etmiştir Bayezid Han, daha sonra Dimetoka’daki saraya giderken, Abalar köyü mevkiinde hastalanarak 26 Mayıs 1512 günü vefat etti Kabri İstanbul’da, Beyazıt'taki caminin yanındaki türbededir İlim sahibi, takva, adalet ve merhametten ayrılmayan, vakarlı ve hilmiyle meşhur bir padişah olduğu için Veli Bayezid olarak bilinir Beyazıt meydanında kendi külliyesi ile birlikte camiinin inşası bitince Padişah: “Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemiş ise, ilk Cuma namazında imam olsun!” buyurmuştu Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, sulhta ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır Sultan Bayezid’in mührünü taşıyan sayısız yazma eserin Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde bulunması onun kültür faaliyetlerini açıkça göstermektedir Bayezid Han, vaktinin çoğunu mütalaa ile geçirir, okuduğu kitaplar hakkında düşüncesini yazardı Namına çok eser yazılmıştır O, eserlerin açık ve anlaşılır bir dil ile yazılmasını emrederdi Bu yönüyle Türk diline verdiği ehemmiyet ortaya çıkmaktadır Bayezid Hanın âlimliği, şairliği, hat sanatkarlığı, ilim ve şiir erbabına gösterdiği saygı ve sevgi, Fatih Sultan Mehmed’in oğluna yakışır derecedeydi Adlî mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır Sultan İkinci Bayezid Hanın otuz seneden fazla süren saltanatı boyunca, sulh ve sükûnu tercih etmesi, donanmayı yenileyip hazırlıklar yapması, kendisinden sonra tahta geçen oğlu Yavuz Sultan Selim Hanın fasılasız seferler ile meşgul olmasına vesile oldu Zamanında yeniçeri ocağını genişletti Ağa bölükleri kuruldu Donanmaya ehemmiyet verilerek, yelkenli savaş gemileri yapıldı ve gemilere uzun menzilli toplar yerleştirildi Timar teşkilatında değişiklik yapıldı Sultan Bayezid, bir taraftan devlet teşkilatını sağlamlaştırarak halkın huzur ve sükûnunu temin etmek için uğraşırken, diğer taraftan doğudan batıya kadar bütün Müslümanların meseleleri ile ilgilendi Memleketin her tarafında imar faaliyetlerini devam ettirdi Yaptırdığı en önemli eserler arasında Amasya’da medrese, cami ve zaviye, Edirne’de bir darüşşifa ve İstanbul’da Beyazıt Camii, medrese ve imareti başta gelmektedir |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #22 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Alâeddin Keykubad I Anadolu Selçuklu sultanı, Sultan Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğlu Doğum tarihi bilinmemektedir Çok iyi bir tahsil ve terbiye ile yetiştirildi Türk-İslam an’anesine göre Emir Seyfeddin, Ay-Aba ve Emir Bedreddin Gevhertaş kendisine atabeg tayin edildi Ana dili olan Türkçe'nin yanında, Farsça, Rumca ve Arapça öğrendi Ayrıca yüksek İslami ilimleri ve astronomiyi öğrendi 1205’te Tokat’ın melikliğine (valiliğine) tayin edilerek devlet idaresini öğrendi ve tecrübe sahibi oldu Babasının vefatı üzerine Sultanlığa ağabeyi birinci Keykavus seçildi Bunu kabul etmeyip tahta geçmek isteyen Keykubad, Erzurum meliki Tuğrul Şah ile anlaşarak Kayseri’deki ağabeyinin üzerine yürüdü Fakat taraftarları ağabeyi ile birleşince Ankara Kalesine sığındı Keykavus, Ankara Kalesini kuşatarak Keykubad’ı ele geçirdi ve Malatya’daki Minşar Kalesine hapsetti Keykavus’un ölümü üzerine 1220 yılında tahta çıktı Onun genişleme ve büyük devlet haline gelme siyasetine devam etti Önce, Ermenilerle Doğu Latinler arasındaki çatışmadan faydalanarak Ermenilerin elindeki Kalonoros Kalesini aldı Yeniden inşa edilen ve sağlam surlarla çevrilen şehre Sultan’ın ismine izafeten Alâiye (Alanya) ismi verildi Bu sırada Artuklulardan Diyarbekir hükümdarı olan Mes’ud’un Keykubad adına okunan hutbeyi kaldırması üzerine buraya Mubarezeddin Çavlı kumandasında bir ordu gönderdi Bu ordu, Mesud’un ordusunu yendi ve Çemişgezek gibi bazı kaleleri ele geçirdi Ayrıca, Eyyubî hükümdarı Melik Eşref’in yardımcı olarak gönderdiği kuvvetleri de bozguna uğrattı Bundan sonra, Eyyubîlerle iyi geçinmek isteyen Alaeddin Keykubad esir aldığı Eyyubî kumandanlarını serbest bıraktı Aynı şekilde Melik Mesud’u da bazı hediyeler mukabili yerinde bıraktı Sultan Alaeddin, Trabzon-Rum İmparatorluğunun gücünü kırmak için Sinop’ta bir donanma kurdu Bu arada Selçuklu tüccarlarının şikayetleri üzerine Kastamonu emiri Hüsameddin Çoban’ı Karadeniz donanmasıyla Kırım Seferine memur etti Emir Çoban önemli bir ticaret şehri olan Sugdak’ı fethetti Şehirde bir cami inşa ettirdi ve askerlerini yerleştirdiği bir garnizon kurdu Ruslar, Sugdak’ın Selçuklu hakimiyeti altına girmesini tanımak zorunda kaldılar Güneyden gelen ticaret yollarını tehdit eden küçük Ermenistan krallığını cezalandırmak üzere Mübarezeddin Çavlı ve Mübarezeddin Ertokuş kumandasında bir ordu göndererek İçel’i devletin toprakları arasına kattı 1226-28 tarihleri arasında Mengücüklerin başına geçen Davud Şah bin Behramşah’ın Anadolu Selçukluları aleyhine Tuğrul Şah, Harezmşah Celaleddin Mengüberti ve İsmaili reisi Alaeddin’le ittifak ettiğini duyan Alaeddin Keykubad, bunlara karşı harekete geçerek Erzincan, Kemah ve Şebinkarahisar’ı devletine kattı Bu esnada Celaleddin Mengüberti Ahlat’a saldırdı Bunun sonucu Yassıçimen’de 1230’da vuku bulan savaşta Celaleddin’i büyük bir yenilgiye uğrattı ve Erzurum’u kolayca ele geçirdi Ancak, Türk ve Müslüman devletler arasında vuku bulan bu savaşlar, Anadolu'ya doğru harekete geçen Moğolların işini kolaylaştırmaktan öte bir işe yaramadı Bilhassa Harezmşahların gücünün kırılması, Moğollar önünde durabilecek önemli bir kuvvetin ortadan kalkmasına sebep oldu Nitekim, Gergoman Noyan komutasındaki Moğollar Sivas’a kadar gelerek, buraları yakıp yıktılar Selçuklu kuvvetleri, Moğolları Erzurum’a kadar takip ettiyse de yetişemedi Bu Moğol akınının, Gürcü kraliçesi Rosudan’ın tahrikiyle meydana geldiğinin anlaşılması üzerine, Gürcistan’a sefer düzenlendi Gürcülerle yapılan savaşlarda, Gürcü kuvvetleri bozguna uğratıldı ve yapılan anlaşmayla Gürcistan’da bazı kaleler, Anadolu Selçuklu Devletine bırakıldı Moğol tehlikesini gören Alaeddin Keykubad, doğu sınırlarını sağlamlaştırdı Bu sağlamlaştırma esnasında Ahlat fethedildi Ancak bu fetih, Eyyubîlerle arasının bozulmasına yol açtı Eyyubîlerin gönderdikleri orduyu, Torosların güneyinde yenerek, Harput ve Urfa’yı ele geçirdi Vefatından önce gelen Moğol elçilerini ustaca idare ederek, Anadolu’yu Moğol istilasından kurtardı 1237’de Kayseri’de vefat etti Alaeddin Keykubad, büyük bir siyasetçi ve asker olduğu kadar da ilim adamıydı Âlimleri sarayında toplar, onları korurdu Saltanatı müddetince Anadolu’da geniş çapta imar hareketlerinde bulundu Yaptırdığı kervansaray, kale ve sarayların kalıntıları Anadolu’nun muhtelif yerlerinde hala bulunmaktadır Alp Tigin Gazneli Devletinin kurucusu Sâmânoğulları Devletinin hizmetindeyken orduda en küçük dereceden başlayarak Hassa ordusu kumandanlığına ve hacibü’l-hüccablığa kadar yükseldi Abdülmelik’in hükümdarlığı esnasında fiilen idareyi eline aldı Vezirliğe Ebu Ali el-Bel’ami’yi tayin ettirdi Fakat vezir, tamamen Alp Tigin’in tesiri altında kaldığından ondan kurtulmak için Horasan valiliğine gönderilmesini sağladı (961) Abdülmelik’in ölümü üzerine çocuk yaştaki kardeşi Mansur hükümdar oldu Bunun iktidara getirilmesini Alp Tigin istememişti Bu sebepten Belh şehrine çekildi Burada Samaniler tarafından üzerine gönderilen orduyu yenerek Gazne’ye gitti (962) Gazne’deki yerli hanedanlığı devirerek müstakil bir devlet kurdu Ölümü hakkında kesin bir tarih yoksa da bazıları 963 de öldüğünü kabul ederler Vefatından sonra yardımcısı ve damadı olan Sebüktekin, yerine geçti Bunun oğlu meşhur Mahmud Sebüktekin zamanında, Gazne Devleti en parlak devrini yaşamıştır Alparslan Selçuklu Devleti hükümdarı, Türk milletinin en büyük kahramanlarından Selçuklu Devletinin kurulmasında önemli rolü olan Horasan valisi Çağrı Beyin oğludur 20 Ocak 1029’da doğdu İyi bir tahsil gördü, sayısız zafer kazanarak mertliği ve iyi kumandanlığı ile ün saldı Babasının ölümünden sonra Horasan valisi oldu Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine, Selçuklu tahtına Alparslan’ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan’ı hükümdar tanıdılar Alparslan 27 Nisan 1064’te büyük bir törenle tahta çıktı Amcasının vezirliğini yapan ve Süleyman’ın tahta çıkmasını isteyen Amidülmülk Kündiri’yi azledip, büyük bir devlet adamı olarak tarihe adı geçen Nizamülmülk’ü vezir tayin etti Başına buyruk beylerle mücadeleye girişen Alparslan, hepsini bir bayrak altına toplamayı başardı Böylece Selçuklu Devleti kuvvetlendi 1064 yılının sonuna doğru Alparslan, Bizans İmparatorluğu’nun üzerine yürüdü Gürcistan’ı zaptetti İsyan eden kardeşi Kavurd’u itaate zorladı 1065’te Amuderya ırmağını geçti, o bölgedeki hükümdarla anlaştı Alparslan’ın beyleri, Anadolu’da akınlar yapıp sayısız zafer kazandılar Selçuklu Sultanının gittikçe kuvvetlenmesi Bizans İmparatorluğu’nu telaşlandırdı İmparator Romanos Diogenes ordusunu toplayıp sefere çıktı Palu’ya geldiğinde Malatya’da bıraktığı ordusunun Türkler tarafından perişan edildiği haberini aldı Geri dönmeye mecbur kaldı 1070 yılında Alparslan, Horasan ve Irak ordularının başında Azerbaycan’a girdi, sınırdaki kaleleri fethetti Van gölünün kuzeyinden geçerek Malazgirt önüne vardı, kale teslim oldu Diyarbekir'den Elcezire’ye girdi, Urfa’yı kuşattı Mısır’da birbirleriyle mücadele eden Fatımi komutanları, Alparslan’ı Mısır’ı almaya teşvik ediyorlardı 1071 yılında Selçuklu ordusu Halep’te toplandı Alparslan’ın Mısır Seferine çıktığını öğrenen Bizans İmparatoru Diogenes son bir hamle yapmayı düşündü Azerbaycan’a kadar giderek Türk kalelerini zapta ve Türkleri Anadolu’dan atmaya karar verdi Rumeli’de yaşayan Peçenek ve Oğuz Türklerini de ordusuna kattı 13 Mart 1071’de 200000 kişilik Bizans ordusu İstanbul’dan yola çıktı İmparator, halkına büyük zaferle dönmeyi vaad etmişti Diogenes ve ordusu yol boyunca katliam yaparak Erzurum yoluyla Malazgirt’e ulaştı Halep’i teslim aldığı sırada Bizans ordusunun gelmekte olduğunu öğrenen Alparslan, Mısır Seferinden vazgeçip kuzeye doğru yola çıktı Bizans ordusunun harekatını günü gününe haber alarak, vaziyetini ona göre ayarladı Musul, Rakka, Urfa yoluyla Diyarbekir ve Bitlis’e ulaştı Ordusundan on bin kişilik bir kuvvet ayırıp Ahlat’a gönderdi Bizans kuvvetleri ile ilk çarpışma Ahlat’ta oldu Bizanslılar bozuldu Buna iyice kızan imparator, Malazgirt Kalesine hücum edip, içerde yaşayan kadın-çocuk, ihtiyar ne varsa hepsini öldürdü Malazgirt’e doğru devamlı yol alan Alparslan, 24 Ağustos günü Malazgirt’in doğusundaki Rahva Ovasına ulaştı Ahlat’a gönderilen kuvvetlerin gelmesi ile kısa bir zamanda karşısına çıkmasına şaşıran Bizans İmparatoru da, ordusunu Rahva Ovasının öbür tarafında düzene koydu Anlaşma tekliflerinin reddedilmesi üzerine savaş hazırlıkları başladı 26 Ağustos Cuma günü askerlerini toplayan Alparslan, atından inerek secdeye vardı ve; “Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor; azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum Ya Rabbi! Niyetim halistir; bana yardım et; sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” diye dua etti Sonra atına binerek askerlerine döndü ve; “Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun O zaman ruhum göklere çıkacaktır Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir” Bu sözler orduyu coşturdu Büyük şevkle ileri atıldılar Alparslan son derece kurnazca bir harp taktiği planlamıştı Hilal şeklinde yaydığı ordusuyla akşama kadar Malazgirt meydanında dövüştü Şaşkına dönen Bizans ordusu, hilalin içine düştü 200000 kişilik koca ordu perişan oldu İmparator esir edildi (Bkz Malazgirt Meydan Muharebesi) Sultan Alparslan savaştan sonra huzuruna getirilen imparatoru, hiç ümid etmediği şekilde affetti Bizans imparatorunun harp tazminatı ödemesi, her yıl haraç ve ihtiyaç halinde Selçuklu ordusuna asker göndermesi karşılığında barış antlaşması yapıldı Fakat Diogenes, İstanbul’a geri dönerken, Bizans tahtının el değiştirmesi, antlaşmayı geçersiz kıldı Alparslan da, Selçuklu şehzadelerini Anadolu’yu fetihle görevlendirdi Türkler, kısa zamanda Anadolu’ya hakim oldular Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Maveraünnehir’e doğru sefere çıktı Türkleri bir bayrak altında toplamak istiyordu Ordunun başında Buhara’ya yaklaştı Amuderya nehri üzerinde bulunan Hana kalesini muhasara etti Kale komutanı, Batınî sapık fırkasına mensup Yusuf el-Harezmi, kalenin fazla dayanamayacağını anladı ve teslim olacağını bildirdi Hain Yusuf, Alparslan’ın huzuruna çıkarıldığı sırada Sultan’a hücum edip, hançer ile yaraladı Yusuf’u derhal öldürdüler Fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı Dördüncü günü, 25 Ekim 1072 tarihinde; “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allahü tealaya sığınır, O’ndan yardım isterdim Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, bana, ayağımın altındaki dağ sallanıyor gibi geldi “Ben, dünyanın hükümdarıyım Bana kim galip gelebilir?” diye bir düşünce kalbime geldi İşte bunun neticesi olarak, Cenâb-ı Hak, aciz bir kulu ile beni cezalandırdı Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hata ve kusurlarımdan dolayı Allahü tealadan af diliyor, tövbe ediyorum Lâ ilâhe illallah Muhammedün resulullah!” diyerek şehid oldu Tahran yakınlarındaki Rey şehrine defnedildi Yerine oğlu Melikşah geçti Sultan Alparslan, saltanatı müddetince İslam dinine hizmet etti İslamiyet’i içten yıkmaya çalışan gizli düşmanlara ve Batınî, Şiî hareketlerine karşı çok hassastı Hatta bir defasında; “Kaç defa söyledim Biz, bu ülkeleri Allahü tealanın izniyle silah kuvveti ile aldık Temiz Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz Bu sebepledir ki, Allahü teala, halis Türkleri aziz kıldı” demişti Alparslan, büyük tarihi zaferlerinin yanısıra, medreseler kurmak, ilim adamlarına ve talebeye vakıf geliri ile maaşlar tahsis etmek, imar ve sulama tesisleri vücuda getirmek suretiyle de hizmetler yaptı İmam-ı Âzam’ın türbesi, Harezm Camii ve Şadyah kalesi gibi pek çok eser inşa ettirdi Zamanında; İmam-ı Gazali, İmam-ül-Haremeyn Cüveyni, Ebu İshak eş-Şirazi, Abdülkerim Kuşeyri, İmam-ı Serahsi gibi büyük alimler yetişmişti ATTİLÂ Büyük Türk-Hun İmparatoru'dur 395 yılında doğdu Hun Devleti'nin kurucularından Muncuk'un oğludur 434 yılında kardeşi Bledu ile birlikte İmparatorluğun başına geçti Bir süre sonra kardeşinin öldürülmesiyle Tuna kıyılarından Çin Seddi'ne kadar uzayan imparatorluğun tek hâkimi oldu 750 bin kişilik ordusuyla Galya şehirlerini alt üst etti Orleans'ı kuşattı Kuzey İtalya'yı silindir gibi ezip geçti Avrupa'yı titreten bir cihangir oldu 453 yılında öldüTıpkı Büyük İskender gibi bütün dünyaya hâkim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi Ancak tarihin tanıdığı en ünlü cihangirlerden biri olduGençliğini barış için rehin olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanı sıra zaaflarını ve karakterlerini incelemişti Latince'yi de ana dili gibi öğrenmişti Hükümdar olduktan sonra Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı Attilâ önce Doğu Roma'yı hedef aldı Bizans üzerine yürüdü Kendisinden aman dileyen İmparatoru yıllık vergiye bağladı Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti Balkanlardan Mora'ya, oradan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi Bizanslılar vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar Fakat, bu arada Bizans İmparatoru III Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attilâ'yı öldürtmeye teşebbüs etti Bu teşebbüs sonuçsuz kaldı İmparator bu kez kendi emriyle suikasti hazırlayanın kafasını kestirip Attilâ'ya göndermekle, kendisini temize çıkarmaya kalkıştı Bu arada III Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahkum ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attilâ'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attilâ, Bizans İmparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılmasını ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısının verilmesini istedi III Valentinianus, Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı Bunun verdiği huzursuzluk bütün Bizans'ı kapladı Doğu Roma İmpatorluğu sınırları içinde bitip tükenmek bilmeyen korkulu günler ve aylar başladı, Attilâ'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti İki cephede birden savaşmak istemiyordu Doğu Roma'yı bu huzursuzluğun içinde bıraktıktan sonra ani bir kararla Batı Roma'ya yürüdü Bir hallaç pamuğu gibi attı, Batı Roma İmparatorluğu'nu Roma'ya girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada Papa III Leon, bizzat Attilâ'nın karargâhına giderek Roma'yı çiğnememesi için ricada bulundu Hattâ bunun için kendisine yalvardı Papanın bu yalvarışı karşısında istilâyı durdurmayı kabul eden Attilâ, Romalıları çok ağır bir vergiye bağladıSekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilâda bulunan Attilâ, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti Bu yüzden son derece âdil bir hükümdar olmasına rağmen bütün Avrupa kendisini barbar gözüyle gördü Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonucu olmuştu bu yanlış teşhis Attilâ yalnız büyük bir istilâcı ve yaman bir komutan değil, mükemmel bir hükümdardı Tarih onu, milletine medenî bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatını kuran ilk kişi olarak tanırAttilâ'nın ilk eşi ve baş kadını Arıkan idi Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka bir kaç kadın daha almıştı 453 yılında büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde bulunan Attila şehri) İlkido adında genç bir kızla evlendi Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ve kuvvetli idi Zifaf gecesinin sabahında, bütün Avrupa'yı tir tir titreten cihangir, yatağında ölü bulundu Ağzından, burnundan boşanan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu Ölümünün şiddetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktan mı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı Cenazesi, ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı Cesedi altın bir tabuta konulmuştu Bu tabut, önce gümüş, sonra da demir bir mahfazanın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmiştiAttilâ, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedî uykusunu uyumak isterdi Bunu, böyle vasiyet etmişti Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi Sular başta tarafa, muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecrasına akıtıldı Böylelikle büyük cihangirin son arzusu yerine getirilmiş oldu Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez |
Türk Hükümdarları (A-Z) |
06-27-2012 | #23 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Hükümdarları (A-Z)Abdülaziz Han Osmanlı padişahlarının otuz ikincisi Sultan İkinci Mahmud’un ikinci oğlu ve İslam halifelerinin doksan yedincisidir 1830 yılında doğdu Annesi Pertevniyal Sultan Hanımdır İyi bir tahsil görerek yetiştirildi Sultan Abdülmecid Hanın vefatından sonra 1861 yılında, 32 yaşında padişah oldu Abdülaziz Han, güçlü kuvvetli, ata sporlarından güreşe, ciride, ava meraklı, kahraman yapılı bir hükümdardı Halk kendisini sevmekte, ikinci bir Yavuz olarak görmekteydi Üzerinde durduğu en mühim mesele ordu ve donanmanın yeniden tanzim edilmesi, yeni usullere göre tekamül ettirilmesiydi Avrupa’dan elde edilen kredilerin pek çoğu bu sahada sarf edildi Donanma, dünyanın sayılı donanmalarından birisi oldu Nizamiye, ihtiyat, redif ve müstahfız adıyla 700000’i aşkın askeri bir kuvvet hazırladı Bunların top ve tüfek ihtiyaçları için de modern tesisler kurdurdu Sultan Abdülaziz Han, zeki, anlayışlı ve dünya siyasetine vakıf olduğu için saltanatının ikinci yılında (1863) Mısır’ı ziyaret etti Kalabalık bir heyetle beraber, Mısır’a yapılan bu gezi çok gösterişli oldu Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’a gelen ilk Osmanlı sultanına halk çılgınca sevgi gösterilerinde bulundu Sultan Abdülaziz, Kahire’yi at üstünde dolaştı Bu seyahat Mısır halkının Hilafet makamına olan bağlılığının güçlenmesini sağladı 1867 yılında Paris’te açılan büyük bir sergiyi görmek için imparator Napolyon’un davetini kabul ederek Fransa’ya gitti Oradan, İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya, Macaristan yoluyla memlekete döndü Bu seyahatlerinde Fransa imparatoru Üçüncü Napolyon, İngiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı İkinci Leopold, Prusya Kralı Birinci Wilhelm, Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Birinci Fransuva-Josef, Romanya Prensi Birinci Karol ile görüştü Sekiz ülkeye gitti Beş hükümdarla görüştü Balkanlarda Rusya ve diğer devletlerin desteklemesi ile çıkan isyanlar, devrinin en mühim hadiselerindendir Rumeli ve Girit’teki gayrimüslim halkın ayaklanmaları devletin başına büyük gaileler açtı Karadağ, Sırp, Bulgar ve Girit isyanları ile hükümet hem nüfuz, hem de mali bakımdan kayıplara uğradı Karadağ’a yapılan savaşlar kazanılarak bu mesele bir müddet için kapandı Sırbistan’da bazı kalelerdeki askerlerin geri çekilmesi ile anlaşma yapıldı Girit’teki isyan, başarılı bir askeri harekat ile bastırıldı Mahmud Nedim Paşa'nın sadareti, hem dışta hem de içte devletin itibarının sarsılmasına sebep oldu Taraftarı olduğu Rus Sefiri İgnatiyef’in tavsiyeleri ile hareket eden Mahmud Nedim Paşa, aldığı kararlarla Avrupa devletlerinin tepkisini çekti Bilhassa devletin senelik ödediği borcunu beş sene müddetle ödenmeyeceğini bildirmesi üzerine Avrupa’da Osmanlılar aleyhine gösteriler yapılmasına yol açtı Zaten Rusya’nın da istediği buydu Nitekim, Ruslar bu karışıklıktan faydalanarak Balkanlarda Panislavizm propagandasını yaygınlaştırıp büyük huzursuzluklar çıkardılar 1875 yazında Bosna-Hersek’te isyanlar çıktı Bunu Rusya’nın teşviki ile 1876’da Sırbistan’ın Osmanlı Devletine savaş ilanı takip etti Osmanlı Devleti sıkıntılar içinde olmasına rağmen Sırbistan’ı kısa sürede mağlup etti Ardından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de mahalli kuvvetlerle bastırıldı Sultan Abdülaziz Han, Balkanlardaki tehlikeli gelişmeyi önlemeye çalışırken daha önce görevlerinden azledilmiş bulunan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi ihtilal hazırlığı yapıyorlardı Bilhassa Hüseyin Avni Paşa, Mahmud Nedim Paşa tarafından azledilip, sürüldüğü için padişaha kin bağlamıştı “Kinim dinimdir” diyen bu adam, padişahı tahttan indirip öldürmeye karar verdi Londra’ya gidip İngilizlerle bu işi planladı İkinci adam olan Midhat Paşa ise, batı kültüründen ve din bilgilerinden tamamen yoksun birisiydi Tuna valiliği zamanında yaptığı işler, bilhassa İngilizler tarafından reklam edilerek şişirilmişti İçki masalarında devlete ait kararlar alırdı Memleketi kurtaracak tek insanın kendisi olduğuna inanırdı Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdi ve Süleyman paşalar, padişahın tahttan düşürülmesi için geniş bir propagandaya giriştiler Halkın gözünde Sultan’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar 30 Mayıs 1876 Cuma günü sabahı, saat 0430’da harekete geçtiler Taşkışla’dan gelen taburlarla, Mekteb-i Harbiyyenin 300 kadar talebesi, Dolmabahçe Sarayını çevirdi Donanma da deniz tarafını kontrol altına aldı Sultan Abdülaziz Han kayıkla alınıp, Topkapı Sarayına götürülerek, Sultan Üçüncü Selim Hanın şehid edildiği odaya hapsedildi Sonra Fer’iyye Sarayına götürüldü 4 Haziran 1876’da Avni Paşa, çoktan planlamış olduğu cinayeti saraydan elde ettiği adamlarına yaptırdı Cezayirli Mustafa Pehlivan, Mabeyinci Fahri Bey, Yozgatlı Pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Sultan Abdülaziz Hanın kaldığı odaya zorla girdiler Büyük mücadeleden sonra iki bileklerini kesip dışarı kaçtılar Avni Paşa çığlıkları duyar duymaz, Kuzguncuk’taki yalısından Fer’iyye Sarayına geldi Henüz ölmemiş olan Sultan Abdülaziz Han, pencereden çıkartılan adi bir perdeye sarılarak yakın bir karakola nakledildi Ölüm raporunu imzalamak istemeyen iki doktordan birini Avni Paşa hemen Trablusgarb’a sürdü Diğerinin de apoletlerini söktü Üç pehlivana maaş bağlanarak gerçeği açıklamaları önlendi Sultan Abdülaziz’in naaşını yıkayan imamlar, sonradan verdikleri ifadelerde, Sultanın iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu belirtmişlerdir Pehlivanlar da, yaptıklarını sonra itiraf etmişlerdir İsmail Hami Danişmend 5 ciltlik İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı kitabında Sultanın ölüm sebebinin intihar olmayıp, cinayet olduğunu 31 delil ile izah etmektedir İntihar eden bir kimsenin iki bileğini küçük bir makasla kendisinin derince kesmesi adli tıbba göre mümkün değildir Sultanın cenazesi 5 Haziran 1876 günü büyük bir merasimle kaldırıldı Babası Sultan İkinci Mahmud Hanın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi Sultan Abdülaziz Han, on beş senelik saltanat zamanını Dolmabahçe Sarayında geçirdi Zamanında yeni asker elbiseleri kabul edildi İlk defa posta pulu kullanıldı Süveyş Kanalı açıldı Sahillere deniz fenerleri kondu İstanbul’da tramvay işletilmeye başlandı Galata Tüneli yapıldı ve işletilmeye başlandı Askeri Rüştiye Mektepleri ve Osmanlı Bankası açıldı Devlet Şurası (Danıştay) ve Adliye Teşkilatı kuruldu Mahkeme-i Nizamiye, İcra Cemiyeti, Ceza, Cinayet ve Hukuk Mahkemelerini havi İstinaf Mahkemesi, Temyiz Mahkemesi, gümrüklerle ilgili Rüsumat Eminliği, Merkez Bidayet Mahkemeleri teşkil edildi Yine Abdülaziz Han zamanında vilayet ve sancaklar yeni bir teşkilata tabi tutuldu Maliye Nezaretinin Muhasebe Meclisi genişletilerek Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu Meclis-i Kebir-i Maarif ve Tapu Umum Müdürlüğü ve Meclis–i Hazain teşkil edildi Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında Mecelle Cemiyeti kuruldu Maarif Teşkilat nizamları düzenlendi Sultani Mektepleri (Liseler) ve Sanayi Mektepleri açıldı Fransa İmparatoriçesi, Avusturya İmparatoru, İran Şahı, Sultan Abdülaziz’i ziyaret için İstanbul’a geldiler Şark ve İzmir Demiryolları açıldı Tıbbiye, Mülkiye, Orman ve Maden Mektepleri, Darüşşafaka Lisesi açıldı İtfaiye Alayı teşkil edildi Erzurum’un müdafaası için yapılan “Aziziye” tabyaları onun zamanında bitirildi Sultan Abdülaziz Han, Çırağan ve Beylerbeyi sarayları ile muhtelif yerlerdeki kasırları yaptırdı Abdülhamid Han I Osmanlı padişahlarının yirmi yedincisi ve İslam halifelerinin doksan ikincisi Sultan Üçüncü Ahmed’in oğludur Annesi Rabia Hatun’dur 20 Mart 1725 günü Topkapı Sarayında (Saray-ı Cedid) doğmuş ve Ocak 1774 tarihinde ağabeyi Sultan Üçüncü Mustafa’dan sonra padişah olmuştur Birinci Abdülhamid Han, tahta çıktığı zaman devlet buhran içerisindeydi Tahta çıkışından evvel başlamış olan Rus Harbi devam ediyor ve bir çok eyalette de isyanlar baş göstermiş bulunuyordu Mali sıkıntı da mevcuttu Birinci Abdülhamid Han bu güçlükleri başarıyla yenecek kudrette bir padişahtı Saltanatı müddetince bu zorluklarla mücadele etti İyi niyetli, gayretli bir insandı Rus Harbine devam kararı verdi Çünkü düşmana karşı hiç olmazsa bir muharebe kazanarak sulh yapmak istiyordu Fakat Osmanlı ordusu Kozluca’da yenilmiş ve Serdar Muhsinzade Mehmed Paşa'nın yanında ancak 1200 kişi kalmış diğerleri dağılmıştı Bu vaziyette Rusya’nın sulh şartlarını kabul etmekten başka çare yoktu Türk temsilcileri Ahmed Resmi ve İbrahim Münib efendilerle Rus temsilcisi Prens Repnin arasında 21 Temmuz 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması yapıldı Bu antlaşmaya göre Kırım, Kuban ve Bucak yalnız dini bakımdan halifeye bağlı olmak üzere müstakil oluyor; Yenikale, Kerç, Azak, Kılburun kaleleri Rusya’ya geçiyordu Eflak, Boğdan ve Cezayir-i Bahr-i Sefid sahili gibi savaşta Ruslar tarafından işgale uğramış yerler ise Osmanlı Devleti'ne geri veriliyordu Kaynarca Antlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli maddesi, Rusların Türk topraklarındaki Ortodokslar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır Antlaşmadan hemen sonra Avusturya, Osmanlı Devletinin zafiyetinden faydalanarak Boğdan Beyliğine bağlı Bukoniva’yı işgal etti (1775) Saltanatının başında böyle kahredici bir durumu kabul ile barışı sağlayabilen Birinci Abdülhamid, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkmış isyanları bastırmak ve askeri sahada ıslahatta bulunmak durumundaydı İsyanları bastırmak üzere Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa ve ıslahat yapmak için de sadrazam Halil Hamid Paşa görevlendirildiler Kapıkulu’nun bazı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtilmiş, Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Devlet Kara Mühendishanesi) kurulmuş, yüzüstü bırakılan metruk haldeki İbrahim Müteferrika matbaası tekrar açılmıştır Birinci Abdülhamid devrinde yapılan hayırlı işlerden birisi de, yerli malı kullanılmasının mecburi hale getirilmesidir Diğer taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı Her vilayette bir asi hüküm sürüyordu Hele kapısız levent denilen binlerce asi Anadolu’yu yakıp yıkıyordu Şam ve Mısır’da isyanlar başgöstermiş, İranlılar, Osmanlı topraklarına saldırarak pek çok yeri kendi topraklarına katmışlardı Hicaz’da ayaklanmalar birbirini takib etmişti Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh temin edilememiş, yalnız bir çeşit mütareke hasıl olmuştu Bu antlaşma her iki tarafı da tatmin etmemişti Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok hakka sahip olmak istiyorlardı Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilan edildiğinde Devlet Giray Han, Babıali ile eski bağlılığın korunmasına taraftardı Bunun üzerine Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı, han seçtirmişlerdi Böylece Kırım Hanının tayininde çıkan anlaşmazlık, iki devleti yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç Aynalıkavak Kasrında 10 Mart 1779’da bir antlaşma imzalanmıştır Küçük Kaynarca Antlaşmasının bazı maddeleriyle ilgili olan bu antlaşma Aynalıkavak Tenkihnamesi adıyla anılır Tenkihnameye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şahin Giray’ın hanlığını kabul edeceklerdi Kafkaslardan güneye kadar Rus hakimiyetinin artmasını Osmanlı Devleti için büyük tehlike olarak gören Birinci Abdülhamid Han ve devlet adamları, Kafkasya’nın bazı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladılar Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettiler Buradaki Çerkez kabilelerini itaat altına almaya çalıştılar Şuursuz olarak Rus taraftarlığı yapan Şahin Giray aleyhinde Kırım’da isyan çıkınca, Ruslar buraya hemen asker gönderdiler Binlerce Müslümanı şehid ettikten sonra yine Kırım’ı Şahin Giray’a bırakarak geri çekildiler Daha sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek memleketi Rusya’ya bağladılar (1784) Bunun üzerine, tekrar bir Osmanlı-Rus Savaşı tehlikesi doğdu Osmanlı Ordusu harbe hazır değildi Bu sebepten Sultan Abdülhamid Han antlaşmayı bozmak istemedi Rusya ile birkaç yıl gerginlikten sonra Koca Yusuf Paşa sadrazam oldu Aslında 1781’de Rusya, Avusturya ile beraber bir tasarı hazırlamış ve bu tasarıya göre de Osmanlı Devletini taksime karar vermişlerdi Yeni Sadrazam, Rusya ile mutlaka savaşmak istiyordu İkinci Katerina’nın gösteri yaparak Kırım’ı ziyaret etmesine ve Avusturya İmparatoru ile görüşme yapmasına Babıali artık tahammül edemiyordu Rus elçisi Sadarete çağrılarak Kırım’ın iadesi istendi Elçinin uygun cevap vermemesi üzerine Rusya’ya savaş ilan edildi Rusların idaresi altındaki Kılburun Kalesine hücum ile 1786-1792 Osmanlı-Rus Savaşı başlamış oldu Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç alamadılar Bu vaziyet karşısında yalnız Ruslarla başa çıkamazken, iki düşmanla birden karşılaşılıyordu Serdar-ı Ekrem Sadrazam Koca Yusuf Paşa, önce Avusturya derdini halletmek istedi Avusturya İmparatoru İkinci Josef’in saldırılarını önledikten sonra sınır aşılarak düşman kendi topraklarında ağır yenilgiye uğratıldı İkinci Josef güç bela kaçabildi Fakat Rus cephesindeki savaş aleyhte gelişiyordu Kısmi başarılar Özi Kalesini kurtarmaya yetmedi Özi Kalesi, Ruslar tarafından alınınca, tarihin en büyük mezalimine uğradı Masum ve günahsız çocuklar, genç ve ihtiyar kadınlar dahil, 30 bin civarında insan vahşice öldürüldü Sadrazam, Özi Kalesinin düştüğünü bildiren ve yapılan mezalimleri dile getiren telhisi okurken, padişah, kederinden felç olup çok geçmeden vefat etti (28 Mart 1789) Birinci Abdülhamid Han, devlet işleriyle yakından ilgilenir, her konuda düşüncelerini dikte ederek vezirlere bildirirdi Saltanatı boyunca hep liyakatlı sadrazam, ehil adam aramış ve onlara yetki verip ıslahatların yapılmasına uğraşmıştır Halil Hamid Paşa, sadrazamlarının en değerlisidir Abdülhamid Han, halka karşı merhametli ve çok dindar bir padişahtı Halk arasında kerameti dahi yaygındı Oğullarından ikisi, Dördüncü Mustafa ve İkinci Mahmud, padişah olmuşlardır Birinci Abdülhamid Han, Eminönü Bahçekapı’daki imaretin karşısındaki türbede yatmaktadır Bu türbede, Yeni Cami tarafındaki duvardaki dolapta Resul aleyhisselamın mübarek ayaklarının izleri bulunan taş vardır Sultan Birinci Abdülhamid Hanın, Beylerbeyi’nde bir cami ve mektep, Bahçekapı’da bir sebil, bir imaret, bir kütüphane ve bir türbe (Şimdi bunların yerinde Dördüncü Vakıf Han vardır) Emirgân’da bir cami ile çeşme ve Medine’de yaptırdığı bir medrese başlıca eserleridir Abdülhamid Han II Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu Sultan Abdülmecid’in ikinci oğlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doğdu On yaşında iken annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle Perestu Kadın Efendinin himayesine verildi Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsça'yı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşadan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevî Ömer Hulusi Efendiden; Fransızca'yı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi Tahsilinden artan zamanlarını; ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi Şehzade Abdülhamid’in zekâ ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekti Nitekim, Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı Yabancı basını devamlı takip ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metodları çok iyi etüd etti Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliği vardı Toprak işleriyle meşgul oldu Koyun besletti Üstübeç madenleri işletti Son derece cömerd olan Şehzade, kazandığı paraları saltanatı sırasında din ve devlet işleri ile fakir ve yoksullara harc etti İngilizlerden para alarak düşmanın kuklası haline gelen Hüseyin Avni Paşa; Midhat, Mütercim Rüşdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi ile anlaşarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve çok geçmeden de şehid ettiler Yerine çıkardıkları şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi Bunun üzerine şehzade Abdülhamid otuz dört yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında, devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti Girit’te huzursuzluk had safhadaydı Rusya, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu Bütün hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir yemek verdi Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeği yedi Zaman zaman haber vermeden çeşitli camilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı Sultanın bu hareketleri asker ve halkın hoşuna gidiyordu Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı Osmanlı ordusu Belgrat’a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar Rusya’nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul’da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi 23 Aralık 1876’da İstanbul’da toplanan Tersane Konferansından sonra batılı devletler Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular Bu toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu nazar-ı dikkate almamışlardı Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayrimüslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı Harp aleyhinde rey kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti Ayrıca Sultan Abdülhamid’in devlet işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa, konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i Midhat denilse ne olur?” demişti Yine sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine Rum talebe almak gibi Osmanlı Devletini temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi Onun bu zararlı icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşayı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurt dışına sürdü Diğer taraftan Midhat Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırılmış ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen harp ilan etti Mali 1293 senesine rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşa'nın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaşmıştı (Bkz Doksanüç Harbi) Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o kadarı da İstanbul’a akın etti Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler Bu vaziyet karşısında Sultan Abdülhamid Han, İngiltere’yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebep olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878) Bu arada Rusya ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu Nitekim 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefenos Antlaşması, Osmanlılar için çok ağır ve feci şartlar getiriyordu 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harp tazminatı verecekti Sultan Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi Diğer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşması'nı ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefenos Antlaşmasının milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı Kıbrıs’ın idaresinin geçici olarak İngiltere’ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878’de imzalandı Sultan Abdülhamid Han hükümetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi İngilizler askeri tehditte bulundular Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs’ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Muahedesi'nde Osmanlılara vaad ettiği desteği vermedi Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümid ettikleri sonuca ulaşamadılar Çünkü Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı İngiltere’nin teşvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya bırakıldı 1881’de Fransa Tunus’a, ertesi yıl İngiltere Mısır’a bir oldu bitti ile el koydular Bulgarlar da 1885’te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı; “Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takip etmek için” kurduğunu belirtmektedir Gerçekten de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek Çırağan Sarayına bir baskın düzenledi Ali Suavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad’ı tekrar padişah yapmaktı Fakat Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi öldürüldü (20 Mayıs 1878) Sultan Abdülhamid Han, amcası Sultan Abdülaziz’i şehid ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için 27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesini kurdurdu Bu sırada suçluluğun verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığındı Fransızlar, Midhat Paşayı teslim etmek istemedilerse de Padişah’ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar Nitekim mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paşa ve arkadaşları idama mahkum edildiler ise de, Padişah verilen cezaları müebbed hapse çevirdi Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti O, savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi Saltanatı müddetince daima idareli davrandı Devletin pek çok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine kendi kesesinden karşıladı Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü borç bataklığından kurtarmak istiyordu Alacaklı devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı durumundaydı Padişah, 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu Bu kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına bırakılıyordu Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi Bunun karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye lehine siliniyordu Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil edebilecekleri için memnundular Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması Sultan Abdülhamid’in büyük başarılarından biri oldu Osmanlı Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Hanın, devletin idaresini bizzat eline aldığı 1878’den sonraki dış siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir Padişah’ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından zordu O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden Padişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı Padişah’ın dış politikada hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan güçlü bir hale getirmekti Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu Padişah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı Bu sebeple milletler arası şartlar değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu Sultan Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı Doğu Türkistan ve Orta Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı Padişah’ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi Sırbistan ve Romanya etkisizdi Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıydılar Yanya ve Girit vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkâr faaliyetlerde bulunan Yunanistan’a ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan’ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşa'ya yıldırım savaşı istediğini bildirdi Avrupalıların altı ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar Artık Atina’ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı Ancak Yunanistan’ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid’den harbin durdurulmasını rica ettiler Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya’nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri, tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar Böylece Osmanlı Devleti, bütün Hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi Fakat, Yunanlılar, önemli ölçüde ezilmiş oldu Sultan Abdülhamid Hanın fevkalade akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette bulunan İttihat ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diğer taraftan Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin Antlaşması'nın, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61 maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler Bu uygulamanın ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri yıllarca oyalayarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi Ayrıca Ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında bastırdı Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı (1895-1896) Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah’ı Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler Fakat Abdülhamid Han, bu suikasttan kurtuldu Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar döndürmedi Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı Ne yazık ki bu satırlar Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı Günümüzde dahi bazı gafiller bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır Sultan Abdülhamid Hanın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan birisi de Filistin meselesiydi Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı Bu arada İngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgani ve meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviş kafilesi gönderdi Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan’a gönderen Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı Padişah’ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamayacaklarını anladılar Bunun için İttihat ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler Başta Adana olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar Neticede İttihat ve Terakki Partisine mensup bazı Türk subayları, Padişah’ı, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye zorladılar İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908’de Bosna-Hersek’i işgal ettiğini bildirdi Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti Bir gün sonra da Girit Yunanistan’a katıldığını açıkladı Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908’de yeni seçilen Meclis-i Mebusan toplandı En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup mebusların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayri meşru vasıtalara başvuruyorlardı Binlerce Müslümanın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler İngilizler, Ruslar ve diğer Hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler İttihat ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler Kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı İttihatçılar lanetle anılmaya başlandı Yine bunların baskısıyla hükümet alaylı subayları ordudan çıkarttı Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi İsyancılar sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrazamlıktan azlederek yerine Tevfik Paşa'yı getirdi ve Müşir Edhem Paşa'yı da harbiye nazırı yaptı Mabeyn başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi Bunun üzerine isyan bir miktar yatıştı Ancak, ertesi gün yine alevlendi İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevk edildi Mevcudu on beş bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını” söyledi Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hakim oldu Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz bir çok insanı idam ettirdi Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı İttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah’ın hal’ edilmesini teklif etmişti Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal’ kararının bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti Hal’ fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebep olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek gibi asılsız suçlar yükleniyordu Fetva emini Hacı Nuri Efendi bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan’ı hal’ kararı aldı Nihayet, hal’ kararını Padişah’a tebliğ için, Ayan ve Mebusanı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti Sultan Abdülhamid Han'a hal’ini tebliğ için Yıldız’a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu Bütün Osmanlı tebaasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan heyette tek bir Türk yoktu Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler Padişah, hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyn başkatibi Cevad Bey'e sorup öğrenince; “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Hanı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik’e naklettiler Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi Padişah’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi Gazete okumasına dahi izin verilmedi Sultan Abdülhamid Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı Yunanistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han’ın Selanik’te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti 1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek Harb-i Umumi felaketine sürüklendiğine şahit oldu İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı Durum, Abdülhamid Hana bildirilince; “Ben Fatih’in torunuyum Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Konstantin’den aşağı kalamam Dedem İstanbul’u alırken, Konstantin, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür Biraderim nereye giderse gitsinler Fakat o ve hükümet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayından, ayağımı dışarıya atmam!” diye cevap verdi Onun bu kararlılığı karşısında hükümet, İstanbul’da kaldı Böylece, devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu Abdülhamid Han, Harb-i Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı Yetmiş yedi yaşındaydı Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü 10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terk ettiler Talat Paşa, 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te öldürüldüler Sultan Abdülhamid zamanında: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi açıldı 1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879’da da bir müze yaptırdı 1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı 1881’de Güzel Sanatlar Akademisi, 1883’te Yüksek Ticaret Mektebi, 1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı 1886’da Terkos Suyunu İstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı 1887’de Alman İmparatoru İstanbul’a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı 1889’da Bursa’da İpekçilik Mektebini yaptırdı 1891’de Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ile Kağıthane’de bir poligon kurdurdu 1890’da Bursa demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı 1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüştiye Mektepleri ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı Yine 1892’de Hamidiye Kâğıt Fabrikası, Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı 1893’te Osmanlı sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı 1894’te Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı Yine 1894’te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat Kulesi inşa edildi 1895’te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı 1896’da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı Akıl Hastanesini, 1900’de Medine-i Münevvere'ye kadar telgraf hattı yaptırdı 1902’de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işledi Kağıthane’deki Hamidiye suyu İstanbul’a getirildi Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi, Şam’da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı Haydarpaşa’da 1903’te Askeri Tıbbiye Mekteb-i Şahanesi, 1904’te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı 1904’te Bingazi’ye telgraf hattı yapıldı 1905’te İstanbul-Köstence kablosu döşendi Haydarpaşa İstasyon Binası yapıldı Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı Ne yazık ki, 1909’da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdat ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pek çok kitap bastırdı Köylere kadar kurslar açtırdı Parasız kitaplar gönderdi Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç’e çekip, Avrupa’da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi Abdülkerim Satuk Buğra Han İlk Müslüman-Türk hükümdarı Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir Babası, Karahanlı hükümdar ailesinden Bezir Han idi Babasının ölümü üzerine amcası ve üvey babası Oğulcak Kadır Hanın himayesinde büyüdü Satuk Buğra, on iki yaşlarında iken Maveraünnehir ve Horasan bölgesine hakim olan Müslüman Samanlı Devleti şehzadeleri arasında anlaşmazlık çıktı Bunlardan Nasır bin Ahmed, Oğulcak Kadır Hanın ülkesine sığındı Ona iyi muamele edip Artuç nahiyesinin idaresini verdi Artuç, Nasır bin Ahmed'in gayretleri ve gelip-giden Müslüman tüccarlar sayesinde bir ticaret merkezi oldu Satuk Buğra da Artuç'un ziyaretçileri arasındaydı Nasır bin Ahmed'le tanışıp ondan İslamiyeti öğrenerek Müslüman oldu Abdülkerim adını aldı Yirmi beş yaşına gelince Müslüman olduğunu açıklayıp, amcası ile mücadeleye başladı Onunla Fergana Savaşını yaptı İlk olarak Atbaşı kalesini zaptetti Daha sonra üç bin kişilik bir orduyla Kaşgar üzerine yürüyüp fethetti Amcası Oğulcak Kadır Hanı öldürdü Ülkede hakimiyeti sağlayıp birliği temin etti Türk ülkelerinde İslamiyeti hızla yaydı Ebü'l-Hasan Muhammed gibi İslam alimleri, Satuk Buğra Hana yol gösterip teşvik ettiler Abdülkerim Satuk Buğra Han, daha sonra yaptığı savaşlarda; Yağma, Çiğil, Oğuz kabilelerinin yerleşmiş bulunduğu Türkistan şehirlerini birer birer ele geçirdi Bu sırada Karahanlılar Devletinin doğu kısmına hakim olan Büyük Kağan Bazır Arslan Han Çinlilerden yardım alarak 924 yılında Abdülkerim Satuk Buğra Hana karşı savaş açtı Satuk Buğra Han Müslümanların yardım ve desteğiyle, onunla Balasagun Savaşını yaptı ve galip geldi Bundan sonra 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Han, güzel ve adil idaresi ile binlerce kimsenin Müslüman olmasına vesile oldu 955 (H344) senesinde Kaşgar civarında bulunan Artuç kasabasında vefat edip oraya defnedildi Abdülkerim Satuk Buğra Handan sonra, oğulları devrinde de ülkesine pek çok İslam alimi gelip, İslamiyeti doğru olarak anlattılar ve yayılmasına çalıştılar Kendisinden sonra Musa Tunga adında bir oğlu yerine geçti Bundan sonra da bunun oğlu Baytaş Süleyman Arslan hükümdarlık yaptı Başka oğulları ve kızları olduğu da rivayet edilmiştir Abdülmecid Han Osmanlı sultanlarının otuz birincisi ve İslam halifelerinin doksan altıncısı Sultan İkinci Mahmud Hanın oğlu olup, 25 Nisan 1823 tarihinde Bezm-i Alem Valide Sultan'dan doğdu Şehzadeliğinde iyi bir tahsil gördü Fransızca öğrendi Avrupa’da yayınlanan neşriyatı yakından takip eden Abdülmecid Han, yenilik taraftarıydı Babasının 1 Temmuz 1839’da vefatı üzerine on yedi yaşında tahta çıktı Abdülmecid Hanın devlet idaresinde yeterli tecrübesi yoktu Buna karşılık devlet erkânına güvendiğini, babasının başlattığı ıslahat hareketlerini devam ettireceğini ilan etti Fakat bu sırada devlet ileri gelenleri arasındaki rekabet ve kıskançlık son safhada idi Sultan ikinci Mahmud Hanın cenaze merasimi sırasında, Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliyye reisi Koca Hüsrev Paşa, sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşadan 2 Temmuz 1839’da mühr-i hümayunu zorla alıp, kendini sadrazam ilan ettirdi Bu sırada Osmanlı Devleti, Mısır ile muharebe halindeydi Bu sebeple genç padişah meseleyi kurcalamadı ve Hüsrev Paşanın sadrazamlığını kabul etti Ayrıca Mısır meselesini halletmek istediğinden, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'ya, Köse Akif Efendiyi göndererek affettiğini bildirdi; ordu ve donanmaya harekâtı kesme emri verdi Ancak, bu sırada Nizip’te Osmanlı ordusunun Mısır ordusuna yenildiği haberi geldi Kaptan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa da, sadrazamın eski husumetinden korkarak, donanmayı Mısır’a götürüp teslim etti Böylece ordusuz ve donanmasız kalan Osmanlı Devleti karşısında cesaretlenen Mısır valisi, Sultan ile anlaşmaya yanaşmadı Sultan Abdülmecid Han, devleti bu zor durumdan kurtarmak için çareler aradı Bu sırada Avrupa’dan yeni dönen Mustafa Reşid Paşa, Sultan’a Avrupa’nın yardımını sağlamak gibi bir bahaneyle Gülhane Hatt-ı Hümayunu adı ile meşhur olan Tanzimat Fermanı’nı yayınlatmaya muvaffak oldu Tanzimat Fermanı’nın yayınlanmasından sonra Mısır’a karşı İngiltere’nin ön ayak olması ile, Mehmed Ali Paşayı tutan Fransa dışarıda bırakılarak Osmanlı, İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya devletleri Londra’da bir araya geldi ve 15 Temmuz 1840’da Londra Anlaşması imzalandı Buna göre, anlaşmaya imza koyan devletler, Mehmed Ali Paşaya onar günlük iki ültimatom verdiler Mehmed Ali Paşa bu ültimatomları kabul etmediğini bildirdi Bunun üzerine İngiltere ve Avusturya tarafından desteklenen Osmanlı kuvvetleri, Mısır ordusunu yendi Osmanlı askeri 16 Ekim 1840 günü Trablusşam’a, 4 Kasım günü Akka’ya, 13 Kasım günü Halep’e, 29 Aralık günü Şam’a girdi Londra anlaşmasına göre artık Mehmed Ali Paşanın Mısır’dan çıkarılması gerekiyordu 27 Kasım 1840 günü Mısır ile İngiltere arasında yapılan anlaşma ile, Mehmed Ali Paşa, ikinci ültimatomun şartlarına uyacağını bildirince, İngiltere, Osmanlı Devletine ihanet ederek; Babıali’den Mısır ile Sudan’ın irsî olarak Mehmed Ali’ye bırakılmasını istedi Bundan maksatları, Mısır’ı yalnız bırakıp, şartların müsait olduğu bir zamanda işgal etmekti Bunun üzerine Reşid Paşa, Sultan Abdülmecid’e 24 Mayıs 1841 günü Mısır fermanını yayınlattı Bu ferman, 1914 senesine kadar Mısır’ın bir çeşit anayasası olarak kalmıştır Fermana göre Mısır, Osmanlı padişahı tarafından tayin edilen Kavalalı mensuplarınca idare edilecekti Mısır meselesi halledildikten sonra, 13 Temmuz 1841’de Osmanlı, İngiltere, Rusya, Fransa, Avusturya ve Prusya devletleri Londra’da tekrar bir araya gelerek, Boğazlar antlaşmasını imzaladılar Kendi menfaatlerine aykırı olmasına rağmen bu antlaşmayı imzalayan Rusya, İngiltere’nin dostluğunu kazanarak sulh yolu ile Osmanlı topraklarını bölüşmek gayesinde idi Fakat İngiltere, Fransa’yı Ortadoğu’da etkisiz hale getirip, Mısır meselesi ile Osmanlı Devleti üzerinde bir çeşit ekonomik, siyasi ve kültürel vesayet kurarak; elde ettiği imtiyazlı durumu paylaşmak istemediğinden, Rusya ile beraber hareket etmek istemiyordu Ayrıca Hindistan ve Hind yolu için tehlikeli gördüğü Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul ederek, Hindistan’da ve Ortadoğu’da istediğini yapıyordu Mısır meselesinde yenilgiye uğrayan Fransa, Lübnan’daki Marunileri kışkırtarak, Dürzilerle çarpıştırdı 1845 senesinde Osmanlı hükümeti bazı tedbirler alarak Fransız kışkırtmalarını önlemeye çalıştı Lübnan dağlarında birisi Marunilere, diğeri de Dürzilere ait otonom iki kaza kuruldu ve bunlar Sayda valisine bağlandı Tahta çıkışının ilk senelerini iç ve dış olaylar ile uğraşmakla geçiren Sultan Abdülmecid, böylece devleti kısmen huzura kavuşturdu Islahat işleri ve iç meseleler ile uğraşmak imkanını buldu 24 Haziran 1844 tarihinde halka yakın olmak, beldeleri bizzat görmek için seyahatler yaptı 1848’de Avusturya’da Macarlar, Rusya’da ise Lehler bağımsızlık için ayaklandılar İsyanı Avusturya ve Rusya çok kanlı bir şekilde bastırdı Bu durum, Fransız ve İngiliz kamuoyunda Rusya aleyhine büyük bir tepkinin çıkmasına sebep oldu Macar ve Leh milliyetçilerinin liderleri Osmanlı topraklarına girerek hükümetten sığınma hakkı istediler Sultan Abdülmecid Han, kendisine sığınan mültecileri, Rusya ve Avusturya’nın savaş tehditlerine rağmen geri vermedi Sultan’ın bu hareketi Osmanlı Devletinin itibarını çok artırdı Rusya ve Avusturya’ya karşı Fransız ve İngiliz ortak desteğini sağladı Nitekim çok geçmeden kutsal yerler meselesi ve Romanya’nın işgali dolayısıyla Rusya’ya savaş açan Osmanlı Devleti, bu devletlerin yardımını temin etti Böylece Rusya ile vuku bulan 1853-55 Kırım Harbi görünüşte parlak bir zaferle neticelendi Ancak cephedeki zafer, içeride Osmanlı Devletine pek pahalıya mal oldu Batılı devletler yaptıkları yardımların karşılığı olarak Osmanlı ülkesinde Hıristiyanlara yeni haklar verilmesi için 1856 Islahat Fermanı’nı yayınlattılar Ali Paşa hükümeti tarafından ilan edilen bu Ferman’ın hazırlanmasında İngiliz ve Fransız elçileri de bulunmuştu Görünürde Osmanlı toplumunu ırk, din ve dil ayırımı gözetmeden kaynaştırmayı hedef alan Islahat Fermanı, azınlıkların bağımsızlık hareketlerini hızlandırıp, devleti yıkılmaya doğru götürmekten başka bir işe yaramamıştır Nitekim Ferman’ın yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra Suriye’de ve Cidde’de Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında çarpışmalar başladı Eflak, Boğdan ve Karadağ’da bağımsızlık gayesiyle isyanlar çıktı Böylece Osmanlı Devletinin yeniden bir iç ve dış gailelerin içine düştüğü esnada Sultan Abdülmecid Han vefat etti (25 Haziran 1861) Kabri, Sultan Selim Camii bahçesindedir Abdülmecid Hanın genç yaşta tahta çıkışı ile saf ve temiz kalpli olması onun, saltanatının hemen başında büyük bir hata yapmasına sebep oldu Bu hata, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktası olmuş ve bu muhteşem devlette bir yok olma devrinin başlamasına yol açmıştır Bu hata; azılı ve sinsi Türk ve İslam düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri cahilleri iş başına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyasetlerini hemen anlayamamasıdır Diğer taraftan Abdülmecid Han devrinde başarılı işler de yapıldı 1840’ta ilk olarak kâğıt para çıkarıldı 1844’te Mecidiye (Galata) Köprüsü yapıldı 1848’de Beşiktaş’la Ortaköy arasında Küçük Mecidiye Camiini, Ortaköy iskelesi yanında Büyük Mecidiye Camiini yaptırdı 1851’de Şirket-i Hayriyye denilen Boğaziçi vapurları işletilmeye başlandı 1853’te başlayan Kırım Harbi sırasında ilk telgraf hattı İstanbul-Varna-Kırım hattı olarak döşendi 1854’te Beykoz Kasrı, 1856’da Küçüksu Kasrı ile Dolmabahçe Sarayı yaptırıldı Ayrıca İstanbul’un pek çok yerinde çeşmeler yaptırıp, eski eserleri tamir ettirdi Abdülmecid Hanın, kardeşi Abdülaziz’den sonra, oğullarından beşinci Murad Han, İkinci Abdülhamid Han, Beşinci Mehmed Reşad ve Altıncı Mehmed Vahideddin Han padişah olmuşlardır Ahmed Han I Osmanlı padişahlarının on dördüncüsü, İslam halifelerinin yetmiş dokuzuncusu Sultan üçüncü Mehmed Hanın oğlu olup, 1590’da Manisa’da Handan Sultandan doğdu Şehzadeliğinde zamanın ileri gelen alimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi eğitim ve öğretimi ile vazifelendirildi Ayrıca Hocazade Ahmed ve Es’ad Efendiden ders alan şehzade Ahmed, babasının vefatı üzerine 1603’te henüz 14 yaşındayken Osmanlı tahtına geçti Sultan Birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti doğuda İran, batıda ise Avusturya ile harp halindeydi Ahmed Han, Avusturya cephesi serdarlığına Sokulluzade Lala Mehmed Paşayı, İran cephesi serdarlığına ise Çağalazade Sinan Paşayı tayin etti Lala Mehmed Paşa, Peşte ve Vaç kalelerini 1604’te ele geçirdikten sonra, 1605 senesi Ağustos ayında Estergon Kalesini kuşattı Otuz beş gün süren muhasaradan sonra kale fethedilerek on seneden beri süren Alman işgaline son verildi Bu zaferden sonra Uyvar, Weszgrim, Polata kaleleri Türklerin eline geçti Bu sırada Tiryaki Hasan Paşayı serdar vekili olarak bırakıp İstanbul’a dönen Lala Mehmed Paşa vefat etti (1606) Avusturya, savaşı kaybettiğini anladığından, sulh istedi Budin’de sulh müzakeresi yapıldı ve görüşmeler neticesinde Zitvatorok antlaşması imzalandı (11 Kasım 1606) Bu anlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlı Devletinde kalacak ve Avusturya bir defaya mahsus olmak üzere 200 bin kara kuruş ödeyecekti İran cephesine serdar tayin edilen Cağalazade Sinan Paşa ise, kış mevsiminin yaklaşması üzerine Kars’ta kaldı 1605 Ağustos’unda, Azerbaycan’ı geri almak için Tebriz üzerine yürüdü ise de, Urmiye Meydan Muharebesinde Şah’ın ordusuna mağlub oldu Üzüntüsünden ölen Cağalazade’nin yerine Ferhat Paşa, serdar tayin edildi Diğer taraftan Safevi ordusu, Gence (1606) ve Şamahı’yı (1607) alıp Kür Irmağını aştı Şirvan’ın önemli kısmını ele geçirdi Şah’ın daha ileri gitmemesi üzerine savaş durgunluk devresine girdi Sultan Ahmed Han, Avusturya Savaşının sona ermesi ve İran cephesinde olayların durgunluk devresine girmesinden sonra iç meselelerin halli için harekete geçti Anadolu’da ortalığı birbirine katan Celali eşkıyalarına karşı, sadarete getirdiği Kuyucu Murad Paşa ile Tiryaki Hasan Paşayı vazifelendirdi Kuyucu Murad Paşa uyguladığı siyaset neticesinde, eşkıyaları birbirine düşürerek teker teker ortadan kaldırmayı başardı Üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yusuf Paşa, ayrıca şekavet yapan kırk sekiz çete kuvvetlerinden tamamı tesirsiz hale getirildi İsyanlar bastırıldıktan sonra Sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesi ve ticaret sahiplerine kolaylık gösterilmesi için eyaletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi Ayrıca “Adaletname” adı ile Anadolu’daki bütün fenalıkları, Celaliliği doğuran sebepleri ve halkın ızdırabını dile getiren bir ferman çıkardı Bu sırada Safeviler Osmanlı hudut kalelerine saldırıda bulunuyordu Bu sebeple Sultan Ahmed Han, 1610’da sadrazam Kuyucu Murad Paşayı İran üzerine serdar tayin etti Murad Paşa, Erzurum’a geldiği sırada Şah, Kanuni devrinde imzalanan Amasya Antlaşması üzerinden barış istedi Kuyucu Murad Paşa, Şah’ın bulunduğu Tebriz üzerine gitti Şehrin dışında 5 gün süren savaşta iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı Kışı geçirmek için Diyarbakır’a çekilen Murad Paşa buradayken rahatsızlanarak vefat etti (581611) Yerine Diyarbakır beylerbeyi vezir Nasuh Paşa getirildi Nasuh Paşa, İranlılarla Osmanlı Devletine yılda 200 yük ipek vermeleri ve işgal ettikleri topraklardan çıkmaları şartıyla bir antlaşma yaptı (1611) Sultan birinci Ahmed Han donanmanın güçlenmesine de önem verdi Yeni kadırgalar yaptırarak donanmanın mevcudunu arttırdı Kaptan-ı derya Halil Paşa, Akdeniz’in güvenliği için Malta ve Floransa korsanlarıyla başarılı savaşlar yaptı Sultan Ahmed Han 1617 senesinde rahatsızlanarak daha yirmi sekiz yaşındayken vefat etti Cenazesinin yıkanması için hocası Aziz Mahmud Hüdai hazretleri davet edildi Ancak o; “Sultanımı çok severdim Şimdi dayanamam İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün” buyurdu Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi Cenaze namazından sonra nâşı kendi ismi ile anılan Sultan Ahmed Camiinin yanındaki türbeye defnedildi Ahmed Han, akıllı, zeki, münevver, hamiyetli, azimkar bir padişahtı Çocuk sayılabilecek bir yaşta tahta çıkar çıkmaz devlet işlerini hemen kavrayarak, takipte çok titizlik gösterdi Gayet kuvvetli, çok iyi binici ve atıcı, avcı ve silahşördü Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan Sultan Ahmed Han, memleketin imarı için çok çalıştı Bilhassa Mekke ve Medine’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı O zamana kadar Mısır’da dokunan Kâbe’nin örtülerini İstanbul’da dokuttu İstanbul’da yaptırdığı hayırlı hizmetlerinin başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen Sultan Ahmed Camii gelir Edebi kültürü çok yüksekti Birçok Osmanlı padişahı gibi Birinci Ahmed Han da iyi bir şairdi Şiirlerinde Bahtî ve Ahmedî mahlasını kullanırdı Şu satırlar onun dine bağlılığının ifadesidir: N’ola tacum gibi başumda götürsem daim Kademi resmini ol hazret-i Şah-ı resulün Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün Ahmed Han II Osmanlı sultanlarının yirmi birincisi ve İslam halifelerinin seksen altıncısı Sultan İbrahim Hanın üçüncü oğlu olup, 25 Şubat 1643’te Hadice Muazzez Valide Sultan’dan doğdu Şehzadeliğini sarayda geçiren Ahmed Han, iyi bir tahsil gördü 22 Haziran 1691’de ağabeyi İkinci Süleyman Hanın ölümü üzerine Osmanlı tahtına geçti Kırk sekiz yaşında tahta geçen Sultan İkinci Ahmed Han, daha birkaç gün önce ordunun başında Avusturya üzerine sefere çıkan sadrazam ve serdar-ı ekrem Fazıl Mustafa Paşaya, sadaretinin devamına dair bir ferman gönderdi Belgrad önlerine ulaşan Fazıl Mustafa Paşa, Peter Varadin önlerinde bulunan Avusturya ordusu üzerine yürüdü Orduya henüz Kırım kuvvetleri katılmamıştı Bu durumu fırsat bilen Avusturya ordusunun kumandanı 25 Ağustos 1691 günü derhal taarruza geçti Slankamen muharebesi adı verilen savaşın ilk anlarında Osmanlı askeri galip durumdaydı Ancak sadrazam Mustafa Paşanın şehid düşmesi üzerine durum birden Osmanlı ordusu aleyhine döndü ve hezimetle neticelendi Slankamen mağlubiyetinden sonra ilerleyen Avusturya kuvvetleri Kasım ayında Varat Kalesini kuşattılar Sultan, yeni sadrazam Arabacı Ali Paşayı sadaretten alarak, Diyarbakır valisi Hacı Ali Paşayı tayin ve Avusturya üzerine sefere memur etti Bu sırada Avrupa devletleri Osmanlı-Avusturya Savaşının durdurulması için girişimde bulundular ise de, netice alamadılar Diğer taraftan zamanında yardım ulaşmayan Varat Kalesi, Avusturyalılara teslim olmak mecburiyetinde kaldı 1692 Haziranının sonlarına doğru sadrazam Hacı Ali Paşa Edirne’den hareketle Belgrad’a vardı Kaleyi tahkim ve tamirden sonra, Avusturyalıların kışlağa çekilmeleri üzerine Edirne’ye döndü Sadrazam, Avusturya ile uğraşırken, Venedik donanması da Girit’e asker çıkardı Kaptan-ı derya vezir Damad Yusuf Paşanın donanma ile Hanya önlerine gelmesi üzerine Venedikliler muhasarayı kaldırarak geri çekildiler 1693 yılı Mart ayı sonlarında Bozoklu Mustafa Paşa sadarete getirildi Yeni sadrazam Temmuz ayında Avusturya seferine çıktı Hedef, Erdel’i geri almaktı Avusturya ordusunun Belgrad’ı kuşatması üzerine sadrazam Belgrad’a yöneldi Kırım Hanı Selim Giray’ın Avusturyalılar’ın yardımına gelen bir orduyu mağlup etmesi üzerine, kuşatma kaldırıldı Serdar-ı ekrem, çekilen düşmanı takiple çok zayiat verdirdi ve 17 Eylülde Belgrad’a girdi Kışın yaklaşması üzerine Osmanlı ordusu Edirne’ye döndü Stratejik önemi pek büyük olan Narenta Kalesi 28 Haziran 1694’te Venedikliler tarafından işgal edildi Geri almak için yapılan teşebbüsler netice vermedi Bu hadiseden bir süre sonra sefere çıkan Osmanlı ordusu Varadin Kalesini kuşattı Ancak bu sırada, Malta, Floransa ve Papalık filolarından müteşekkil bir Venedik donanması Sakız’ı zaptetti Buna çok üzülen Sultan İkinci Ahmed Han, sadrazama bir hatt-ı hümayun göndererek geri dönmesini ve Sakız adasının geri alınmasını emretti Kaptan-ı deryalığa amcazade Mezomorta Hüseyin Paşa tayin edildi Öte yandan Osmanlı Devleti dış gailelerle uğraşırken içte de bazı hadiseler vuku bulmaktaydı Irak ve Hicaz’da çıkan isyanlar ile Suriye’de Sürhan ve Maanoğullarının aleyhte faaliyetlerini Sultan Ahmed Han anında aldığı tedbirlerle önledi Bu sırada Sakız Adasının geri alınması için yola çıkan Hüseyin Paşa, ada açıklarında Venediklilerle çarpışırken Sakız’ın elden çıkmasının acısı ile üzüntüden hastalığı ağırlaşan Sultan Ahmed Han, 6 Şubat 1695 tarihinde fetih haberini alamadan, elli iki yaşında Edirne’de vefat etti Naşı, İstanbul’a nakledilerek Kanuni Sultan Süleyman Hanın türbesine defnedildi Çok merhametli ve vatanperver olan Sultan İkinci Ahmed Han, hasta olduğu zamanlarda bile, devlet işlerinden asla el çekmezdi Haftada iki gün yapılan divan toplantılarının dörde çıkarılmasını emretti Toplantıları bizzat takip eder, yaptığı herhangi bir hatayı düzeltmekten çekinmezdi Adil bir sultan olarak yaşayan Ahmed Han, milletini memnun etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya çalışmıştır Sanatkarları korur, taltiflerde bulunarak daha iyiye ve güzele doğru yönlendirirdi İyi bir hattat olan Sultan Ahmed Hanın yazdığı Kur’an-ı kerimler ve çoğalttığı kitaplar vardır Diğer Osmanlı sultanları gibi aynı zamanda iyi bir şairdi Ahmed Han III Osmanlı padişahlarının yirmi üçüncüsü, İslam halifelerinin seksen sekizincisi Sultan dördüncü Mehmed Hanın oğlu olup, 31 Aralık 1673’te Rabia Gülnuş Emetullah Sultandan doğdu Şehzadeliğini önce Topkapı, daha sonra da Edirne saraylarında geçiren Ahmed Han, iyi bir tahsil gördü İlk dersini Sultani Mehmet Efendiden aldı Seyyid Feyzullah Efendiden uzun yıllar ders gördü Devrin büyük hat üstadı hattat Osman’dan yazı meşk etti Ağabeyi Sultan İkinci Mustafa Han’ın çıkan cebeci isyanında tahttan indirilmesi üzerine 22 Ağustos 1703’te Osmanlı padişahı oldu Biat merasiminden sonra, İstanbul’a gelen Sultan Üçüncü Ahmed, Edirne vakasında isyanı çıkaran elebaşıları büyük bir ustalıkla birbirine düşürerek ortadan kaldırdı Baltacı Mehmed Paşayı sadarete getirdi Devletin iç işlerini düzeltmek için çalışmalar yaptı Karlofça Antlaşması yeni imzalandığı için, devlet barış içinde idi Ancak bu sırada İsveç kralı on ikinci Şarl, Poltova’da Ruslarla yaptığı bir savaşı kaybederek, Osmanlı Devletine sığındı Kralı takip eden Rus ordusu Osmanlı topraklarına girdi ve tahribatta bulundu Bu durum üzerine Osmanlı Devleti, Rusya’ya harp ilan etti Nitekim Sadrazam Baltacı Mehmed Paşanın kumandası altındaki Osmanlı ordusu 9 Nisan 1711’de Rusya seferine çıktı Baltacı Mehmed Paşa, Rus Çarını Prut üzerinde Palcı mevkiinde kıstırarak, etrafını çevirdi Esas niyeti Rus ordusunu umumi bir taarruzla yok etmekti Fakat yeniçerilerin isteksizliği yüzünden ciddi bir taarruz yapamadı Rus çarı, sadrazama bir heyet göndererek, her şartı kabul edeceklerini bildirdi İki taraf arasında antlaşma yapıldı Rusya, Antlaşmaya göre, Lehistan ve Ukrayna işlerine karışmayacak, elinde tuttuğu Azak kalesini de Türklere bırakacaktı Baltacı Mehmed Paşanın Rus ordusunu çevirmişken imha edememesi ve antlaşma şartlarının tatmin edici olmaması devlet adamlarını sadrazamın aleyhine çevirdi Bunun üzerine Padişah Edirne’ye dönen Baltacı Mehmed Paşayı, görevden alarak, yerine Damad Ali Paşayı getirdi Diğer taraftan Ruslar Antlaşmanın şartlarına uymak istemediler Buna çok kızan Sultan Üçüncü Ahmed Han, yeni sadrazam Damad Ali Paşa kumandasında bir orduyu Rusya üzerine gönderdi Kendisi de Edirne’ye kadar ordunun başında gitti Bu durum karşısında Ruslar antlaşma şartlarına uymak mecburiyetinde kaldılar Venediklilerin 1714’te Karadağlıları isyana teşvik etmesi üzerine Sultan Üçüncü Ahmed Han, Mora üzerine bir sefer açtı Ali Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu, Karlofça antlaşmasıyla Venediklilere verilen bütün kaleleri geri aldı Ancak, Alman İmparatorluğu, Karlofça Antlaşmasına kefil olduklarını, yani Venedik’ten alınan yerler iade edilmedikçe barışı tanımayacağını bildirdi Bunun üzerine Osmanlı Devleti Alman-Avustarya İmparatorluğuna harp ilan etti İki ordu arasında Petervaradin’de yapılan savaşta Damad Ali Paşa şehid düşünce, ordunun maneviyatı bozuldu ve bozgun başladı Bu durumdan faydalanan Avusturya ordusu kumandanı önce Tameşvar’ı daha sonra da Belgrad’ı zaptetti Petervaradin mağlubiyeti üzerine Avusturya ile 1718’de Pasarofça Antlaşması imzalandı Antlaşmaya göre Belgrad ve Semendire Avusturya’da kalmak üzere Sava Nehri sınır kabul edildi Pasarofça Antlaşmasından sonra Damat İbrahim Paşanın sadarete getirilmesi ile Osmanlı Devletinde 1730 yılına kadar süren yeni bir devir başladı “Lale Devri” adı verilen bu dönemde, Sultan Ahmed Han ülke içinde huzuru sağlamak, orduyu kuvvetlendirmek, devleti maddi ve manevi en yüksek seviyeye çıkarmak için çalıştı İstanbul’da ilk matbaa kuruldu Yalova’da kağıt, İstanbul’da Tekfur Sarayında bir çini fabrikası açıldı İstanbul’a davet edilen ve uzun seneler İstanbul’da kalarak orada vefat eden Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa), humbaracı ocağını ıslah etti İstanbul’un su ihtiyacını temin için bir de bend yaptırıp derya-yı sim adını verdi (Bkz Lale Devri) Osmanlı Devletinde sulh ve huzur devam ederken, İran-Safevi Devleti son günlerini yaşıyordu İran’a bağlı olan Dağıstan 1722’de Türk himayesine girmek istedi ve bu isteği kabul edildi Kafkasya’yı tehdit eden Rusya’ya mani olmak isteyen Sultan Ahmed Han, hudut valilerine ferman göndererek hazırlıklı olmalarını istedi Bu sırada İran cephesindeki ordu, 1723 yılında harekete geçerek Gürcistan, Güney Azerbaycan, Luristan, Erdelan, Kirmanşah ve Hemedan’ı ele geçirdi 1725’de Osmanlı askeri Tebriz’e girdi Gence, Revan ve Nahcivan alındı 1727’de İran Şahı imzalanan bir antlaşma ile Osmanlı Devletinin bütün fetihlerini tanıdı 1730 senesinde Nadir Şah İran hakimiyetini ele geçirerek, İran birliğini tekrar kurdu Osmanlı Devletinin elinde bulunan önemli bazı eyaletleri geri aldı Bu durum Damat İbrahim Paşanın düşmanlarını harekete geçirdi Bazı devlet adamları, Padişah ve Damat İbrahim Paşanın İran üzerine sefere çıkmak üzere Üsküdar’a geçtikleri sırada yeniçerileri ayaklandırarak büyük bir isyan başlattılar Asiler, Padişahtan ileri gelen devlet adamlarının bazısının idamını istediler Listenin başında Damat İbrahim Paşa da vardı Sultan Üçüncü Ahmed Han, en sonunda sadrazam İbrahim Paşa’nın idamına razı oldu Zorbaların isteklerinin sonu gelmeyeceğini, kendisinin de tahttan ayrılmasını isteyeceklerini bildiği için, 2 Ekim 1730’da tahttan çekilerek, kendi eliyle yeğeni Şehzade Mahmud’u Osmanlı tahtına geçirdi Kendisi köşesine çekildi Yirmi yedi sene hükümdarlık yapan Sultan Ahmed Han, saltanattan çekildikten sonra, ilim ve ibadetle meşgul oldu Altmış üç yaşında iken 1 Temmuz 1736’da vefat etti Yeni Cami'de, Turhan Valide Sultan Türbesine defnedildi Sultan Üçüncü Ahmed Han, ülkenin imarı için çok çalıştı Aynı zamanda ilme ve ilim adamlarına çok değer verir ve onları korurdu Sarayda dağınık yerlerde bulunan kıymetli kitapları bir araya toplayarak beyaz mermer havuzlu bahçede bir kütüphane inşa ettirdi Annesi için Üsküdar’da Yeni Valide Sultan Camii ve bunun yanında bir sebil, çeşme, sıbyan mektebiyle bir imaret yaptırdı Galata Kulesini tamir ettirdi Topkapı Sarayının Bab-ı hümayun kapısı önünde yaptırdığı çeşme, Osmanlı mimarisinin şahane bir eseridir Kağıthane, Çağlayan Kasrı önünde, Hasköy’de, Aynalı Kavak Kasrı civarında, Üsküdar’da, Üsküdar İskele Camii meydanında klasik tarzda dört cepheli olmak üzere pek çok çeşme inşa ettirdi 1715’de Galatasaray haricinde bir cami, 1716’da Bebek Camii ile etrafındaki külliyeyi yaptırdı Derin bir sanat zevkine sahip olup, şair ve hattattı Kur’an-ı kerimler yazdı Yaptırdığı Sultanahmed Çeşmesine kendi şiirini bizzat yazdı Ayrıca Ayasofya Camiine asılmış güzel levhaları vardır |
|