|
|
Konu Araçları |
dünübugünüyarınıinceleme, türkçenin, yazıları |
Türkçenin Dünü-Bugünü-Yarını(İnceleme Yazıları) |
06-24-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkçenin Dünü-Bugünü-Yarını(İnceleme Yazıları)Türkçenin Dünü, Bugünü, Yarını” Uluslar Arası Bilgi Şöleni Üzerine Görüşler Prof Dr Zeynep KORKMAZ Türk dili ile doğrudan ilgili kurum ve kuruluşlar dışında, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının, bazı eski, yeni sayın bakanların, milletvekillerinin, Kültür Bakanlığının eski müsteşarlarının, yazılı ve sözlü basın organı müntesipleri ile üniversite öğretim üyelerinin, Türk dünyasından gelmiş bilim adamlarının, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin katılımı ile Dedeman Otelinin büyük kongre salonunda gerçekleştirilen toplantı, genel akışı ve uyandırdığı ilgi bakımından gerçekten bir bilgi şöleni olmuştur Hele sayın Yargıtay ve Danıştay Başkanları ile bazı milletvekillerinin toplantıyı sürekli olarak izlemeleri, biz dilcileri ayrıca duygulandırmıştır 7 Ocak Pazartesi günü saat 900-915 arasında rahmetli Ulvi Cemal Erkin’in ünlü yaylı sazlar dörtlüsü ile başlayıp Anadolu yaylı çalgıları dörtlüsü ile sona eren 15 dakikalık müzik dinletisinden sonra, toplantının açılış oturumuna geçilmiştir Bu oturumda Öger Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Vural Öger ile ilk Kültür Bakanı Sayın Prof Dr Talât S Halman ve Kültür Bakanımız Sayın M İstemihan Talay tarafından toplantının niteliği, önemi ve dilimizin bugünü ile yarına uzanan hedefini değerlendiren nitelikli ve anlamlı birer konuşma yapılmıştır Daha sonra, toplantının sabah ve öğleden sonraki oturumları ile iki gün boyunca toplam beş oturumu içine alan konulara geçilmiştir Her oturumda, bir yerli, bir yabancı bilim adamının başkanlık ettiği toplantı programında, dilimizi çeşitli yönleri ile değerlendirecek 41 bildiri yer almışsa da, hava muhalefeti ve uçak seferlerinin iptali dolayısıyla, 7-8 katılımcının gelemediği görülmüştür Ama buna rağmen, toplantının iki günde tamamlanabilecek biçimde düzenlenmiş olması, ister istemez bir sıkışıklık yaratmış ve konuşmacılara kongrelerde gelenek hâlindeki 20 dakikalık sunuş süresi yerine 15’er dakika verilmiş olması, bildirilerdeki önemli bazı noktaların bile alt başlıklarla verilip geçilmesine yol açmıştır Bu sıkışıklık yüzünden, her oturumun sonundaki yarımşar saatlik tartışma ve değerlendirme süresi de bazı oturum başkanlarınca yalnız soru sorma biçiminde sınırlandırılmıştır Oturum başkanlarınca, katkı ve değerlendirmeye de izin verilen oturumlarda ise, ele alınan konulara başka yönleri ile de ışık tutulabildiğinden sonuç elbette daha verimli olmuştur Sayın okuyucular, toplantının genel akışı üzerine yapılan bu kısa açıklamalardan sonra, şimdi sizlere bilgi şöleninde ele alınan konularla ilgili bilgi vererek bazı noktalardaki görüşlerimi sunmak istiyorum: Prof Dr Mustafa Canpolat, Nermin Tuğuşlu, Sedat Nuri Kayış, Mustafa Balbay, Prof Dr Zeynep Korkmaz, Prof Dr Şükrü Halûk Akalın ve Erkan Tan tarafından sunulan birinci oturum bildirilerinde, günümüzün çok önemli güncel bir konusu olan yazılı ve görsel kitle iletişim araçlarında Türkçenin yazılışı, söylenişi, yazılışı ve söylenişte yapılan çok yönlü yanlışlar üzerinde durulmuş, konuşmacılar bu türlü yanlışların dilde yol açtığı yozlaşma eğilimini çarpıcı örneklerle dile getirmişlerdir Bildirilerin birkaçında yalnızca bu yanlışlar ve çarpıklıklar dile getirilmekle yetinilmemiş; böyle bir yozlaşmaya yol açan nedenlerin özellikle eğitim yetersizliğinden, ana dili bilincindeki zayıflık ya da körelmeden ve yabancı dil hayranlığından kaynaklandığı vurgulanarak alınması gereken önlemler sıralanmıştır Dilimizin bugün içinde bulunduğu durum dolayısıyla bu önlemlerin başlıcalarını sizlere duyurmak yararlı olacaktır: 1 İlk ve orta öğretim kurumlarında sağlıklı bir Türkçe eğitim ve öğretiminin sağlanması Liseyi bitiren her gencin, ana dilini doğru konuşup doğru yazabilecek bir düzeye getirilmesi, yani ilk önce sağlıklı bir eğitim; eğitim ve eğitim! 2 Bu eğitim, ilk ve orta düzeydeki eğitim-öğretim kurumlarının öğrencilerine değil, gerekirse öğreticilerine de uygulanmalıdır Çünkü vaktiyle Millî Eğitim Bakanlığının verdiği kararla, eğitim enstitülerinde üçer-beşer aylık kurslarla nasıl öğretmen yetiştirildiği, dil bilgisi derslerinin bir süre nasıl programdan çıkarılıp askıya alındığı ve okutulup okutulmaması öğretmenin isteğine bırakıldığı, imlâ kurallarının dilin yapı ve işleyişini temel alan bilimsel ölçülerle değil, yazboz tahtası gibi kişiden kişiye değişen bilim dışı ölçülere bırakılarak sağlıklı bir temele oturtulamadığı hatırlanırsa, bu durum daha iyi anlaşılır 3 Şimdiye kadar yazılan dil bilgisi kitaplarında; konuların sınıflandırılması, değerlendirilmesi ve terimlere bağlanması açısından, yer yer bütünüyle çelişen, sorun oluşturan ve bilimsel ölçülere ters düşen durumlar ortaya çıkmaktadır Bu da ister istemez dil bilgisi eğitiminde ve yetişenlerin şekillenmesinde bir sıkıntı, bir ayrılık yaratmaktadır Bu nedenle, bilimsel ölçülerle ve dili sevdirecek metin parçaları ile bezenmiş yeterli dil bilgisi kitaplarına gereksinim vardır 4 Yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlar, ana dillerine ilgi ve özen gösteren bir anlayışa sahip kılınmalı, bu konuda bilinçli duruma getirilmelidir 5 Radyo ve televizyon kanallarında görev alan spiker, sunucu ve program yapıcıları, fizik yapılarındaki düzgünlük ve güzellikten önce, dili kullanma yeteneklerine bakılarak seçilmelidir Bu işler için görevlendirme yapılırken, başvuranların ana dili sözlü ve yazılı olarak kullanabilme yeteneklerinin uzman kişilerden oluşan komisyonlarca değerlendirilmesi gerekir Bu yetenek radyo ve televizyon daire başkanlarında da aranmalıdır 6 Yazılı basında, radyo ve televizyon kurumlarında gerekirse birer “Dil Denetleme Kurulu” oluşturulmalı Buralara Türk dili araştırmalarında, Türk dili tarihinde ve Türkiye Türkçesi alanlarında gerçekten ün yapmış kimseler alınmalıdır Ayrıca, bir hizmet içi eğitim başlatılmalıdır 7 Önemli bir nokta da bütün aydınlar için olduğu gibi, yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlarda da sahteci; dili yozlaştırıcı yabancı söz hayranlık ve özentisinin yerine ana dili sevgi ve bilincini aşılayacak önlemler alınmalıdır 8 Türk Dil Kurumunca, dilimize yeni girmiş yabancı sözcüklere bulunan karşılıkları yazılı ve sözlü basın organlarına benimsetecek önlemler alınmalıdır 9 Dilimizi ilericilik-gericilik gibi politik ve gereksiz çatışmalara alet etmekten ve tasfiyecilik saplantısından kurtararak, yüzyılların oluşturduğu bugünkü canlı yapısı ile geliştirip, çağdaş dünya koşullarının gerekli kıldığı yeni söz ve terimlerin üretilebilmesi için bütün dil uzmanlarınca el birliği ile çalışılmalıdır Devlet Bakanı Sayın Yılmaz Karakoyunlu’nun tartışmalarda yer alan reyting “izleme oranı”, primetime “altın zaman” ve viyadük “köprü yol” sözlerinden hareketle ve etkili konuşmasıyla başlayan ikinci oturum, daha sonra Prof Dr Şerafettin Turan, Zeki Sarıhan, Prof Dr İclâl Ergenç, Harid Fedaî, Dr Aslan Tekin ve Doç Dr Sedat Sever’in bildirileriyle “Bilim, Eğitim ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” konusunda yoğunlaşmıştır Her biri eğitim diline ayrı bir yönden ışık tutan bu bildiriler, genellikle yararlı sonuçlar ortaya koymuştur Ancak, bu oturumun bildirilerinde var olan sorunlar dile getirilirken, bazen yanlış tespitlerin yapıldığına da tanık olunmuştur Sayın Turan’ın “Türkçenin Bilim Dili Olmasına İlişkin Sorunlar” konusundaki bildirisi bunun tipik bir örneğidir Sayın Turan, var olan birkaç sorun arasında, tarihî dönemlerdeki asıl sorunun İslâm dinine girişten sonra başladığına işaret ederken, bunun nedenini Osmanlı aydınlarının bilim dili Arapça, sanat dili Farsça olacak biçimindeki kabullerine bağlamıştır Oysa, bu durum bir neden değil, bir sonuç ve nedenin dışa vuran görüntüsünden ibarettir Ortaya çıkan sorunun asıl nedeni, Anadolu’da yeni bir yazı diline temel oluşturan Oğuz lehçesinin o dönemdeki dil yapısından kaynaklanmaktadır 15-16 yüzyılların Osmanlı aydınları, Anadolu Beylikleri döneminde olduğu gibi filizlenip yeşermeye başlamış olan Türk yazı diline sahip çıkarak onun dil varlığını çeşitli kavramlar ve gerekli terimler açısından zenginleştirme yöntemini benimseyecekleri yerde kendilerini Arapçanın ve Farsçanın söz ve gramer kalıplarını benimseme gibi bir zihniyet yanlışına kaptırmışlardır Sorun zihniyet hastalığıdır Konuya yalnızca bir tarihçi gözüyle yüzden bakan sayın konuşmacı, dilci olmadığı için, bir dil tarihçisinin kolayca görebileceği bu nedeni görememiş, görüntüyü ve ortaya çıkan sonucu bir neden olarak sunmuştur Bu nokta, dilimizin geçirdiği alın yazısı açısından son derece önemli olduğu için, burada özellikle belirtme gereğini duyduk Gerçi Osmanlı aydını, Arapça, Türkçe ve Farsçadan oluşan bu yapma ve melez dile büyük emekler vererek onu o günün şartlarında muhteşem bir yazı, edebiyat, felsefe ve bilim dili düzeyine yükseltmiştir Ancak, Türkçeyi öldürme pahasına Eğer bu emeği Türkçe için verse ve ana dilini Mustafa Şeyhoğlu’nun da Hurşidnâme’de belirttiği biçimde göbüt “kötü, kaba”, sovuk ve yavan bir dil olarak nitelendirerek kendini onu hor görme hastalığına kaptırmamış olsaydı, Türk dil yapısında var olan çok yönlü cevherleri ile daha o dönemde katkısız zengin bir yazı ve kültür dili olabilirdi Bizim burada söz konusu bildiri nedeniyle bu nokta üzerinde duyarlıkla durmamızın nedeni, bu aydın hastalığının yalnız o dönemle sınırlı kalmayıp Tanzimat dönemi aydınları ile günümüz aydınlarına da sıçramış olmasıdır Tanzimat döneminde Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi ve daha başka edebî şahsiyetlerin Osmanlı Türkçesini sadeleştirme yönündeki çabalarının uygulamada yetersiz kalması, meydanı Fesahatçılarla Tasfiyecilerin birbirine uç oluşturan verimsiz çatışmalarına bırakmış; bu kez de aynı zihniyet hastalığı Fransız dili hayranlığına dönüşmüş ve dilimizi Fransızcanın akınına uğratmıştır O devirde öyle de bugün durum başka mıdır? Ne gezer! Bildirilerde dile getirildiği üzere, 2 Dünya Savaşından sonraki dönemde, dilimizi yozlaşmaya sürükleyen önemli etkenlerden biri bu kez de İngilizce hayranlığının getirdiği yabancı sözcük ve terim akınıdır Bu akın yalnız genel dilde kalmayıp iş yeri tabelâ adlarına, türlü üretim maddelerine kadar sıçrayarak sonunda, bir kısım yüksek öğretim kurumlarında, Türkçe eğitim-öğretim dili olamaz yaygarasıyla İngilizce eğitim ve öğretime kadar uzanmıştır İşte bugün de ağır basan bu tutum, ta 15-16 yüzyıllarda başlayıp da günümüze kadar süregelen ve körü körüne yabancı dil hayranlığından kaynaklanan bir zihniyet yanlışından başka bir şey değildir Bu yanlışlardan dönülmesi için sırası düştükçe açıklanması ve vurgulanması gerekir Biz toplantının “tartışma ve değerlendirme” aşamasında, bu durumu açıklamak istedik Ancak, kendisinin eleştirileceği endişesine kapılan sayın konuşmacı, o sıradaki oturum başkanlığı yetkisine dayanarak, yalnız soru sorulabileceğini, katkı ve değerlendirme yapılamayacağını bildirerek açıklamaya engel olmak istedi Oysa, sonraki oturumlarda uygulandığı üzere o aşama “tartışma ve değerlendirme” aşaması idi Toplantıyı izleyen sayın üyelerce Başkanın bu tutumu tarafsızlık ilkesine aykırı bulunarak ayıplanmıştır Bu bildiride eksik kalan önemli bir nokta da, konu “bilim dili” olduğuna göre, bir bilim dilinde aranan özelliklerin neler olduğunun açıklanmamasıdır Türkçe bilim dili olamaz iddialarına karşı verilecek en iyi yanıt, dilin bu bakımdan taşıdığı nitelik ve özelliklerin sıralanması olmalıydı Ne yazık ki bu da yapılmamıştır Söz konusu bildiride düzeltilmesi gereken bir başka önemli nokta da 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilen Türk Dil Kurumu çalışmalarının dinleyiciye yanlış yansıtılmasıdır Sayın konuşmacı, burada eski ve yeni Türk Dil Kurumu gibi gereksiz ve maksatlı bir ayırıma giderek 1983 yılına kadar eski Türk Dil Kurumunda 65 alanda (!) çok sayıda terim sözlükleri çıkarıldığını ve 120000 terimin tutunduğunu, daha sonra bu eserler yayımlanmadığı için bunların unutulup kullanımdan düştüğünü ve yerine yenilerinin konmadığını ileri sürmüştür Böyle bir açıklama, sayın konuşmacının TDK’nın 1983’ten sonraki yayınları üzerine hiç eğilmediğini ve ezbere konuştuğunu ortaya koymaktadır Bir kez çok küçük çaptaki bu eski sözlükler incelendiğinde görülür ki, oralarda yer alan ve terim olarak gösterilen sözlerin büyük bir bölüğü ayrı zamanda terimleşmiş olsa da genel dilde öteden beri zaten var olan ve kullanılagelen sözlerdir: Abdal “gezginci derviş”, ağıt, bağlama, benzetme, bunama, caize, danaburnu, delice, destan, dörtlük, ebced, halk edebiyatı, ilâhî, karamuk, oyun yazarı, pamukcuk, polis romanı, sarmaşık, sığırcık, suçiçeği gibi Bunlardan bir bölüğü de toplumda genel kabul görerek benimsenmiş olan terimlerdir Kullanımda oldukları için bunların unutulması söz konusu olamaz Bir başka bölüğü ise taşıdıkları aşırılık veya kavram yanlışlığı dolayısıyla dile mal olma değerini yitirmiş olan terimlerdir Gözyaşı tecimi, neden bilim, akışta “koşuk”, belgin, betimce, örge, örü, taşırılık, ülküt vb bu küçük çaplı sözlükler bir dilcilik süzgecinden geçirilerek gerekli olanları yeniden yayımlanmıştır Toplumda benimsenmemiş olanları yeniden yayımlamanın bir gereği var mıdır? Kaldı ki, bunlardan bir bölüğünün mevcudu bile tükenmemiştir Türk Dil Kurumunun 1983’ten önce 65 alanda terim yaptığı, sözüne gelince: Türk Dil Kurumunun 1932 yılından beri yaptığı yayınlar ortadadır (TDK Yayınları Kataloğu 1932-1999, Ankara 1999) Bunun Atatürk dönemi dışında kalan 1950-1983 arasındaki yıllarında yayımlanan başlıca terim sözlüklerinin sayısı 20’dir Bu da demektir ki, bu kadar alanla ilgili terim yapılmıştır İleri sürüldüğü gibi 65 alanda değildir Türk Dil Kurumu 1983’ten sonra terim konusuna el atmamış ve yeni terim sözlükleri yayımlamamıştır iddiasına gelince: Sayın konuşmacı burada da bilerek veya bilmeyerek yanılgıya düşmüştür Çünkü, Türk Dil Kurumu, 1983’ten sonra öteki alanlara olduğu gibi, terim alanına da ciddî ölçülerle eğilmiştir TDK’nın 1973’te hazırladığı küçük boy Terim Hazırlama Kılvuzu’nu yetersiz bulduğu için, terim sözlükleri hazırlayacaklara öncülük etmek üzere, Prof Dr Hamza Zülfikar’a Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları başlıklı 213 sayfalık, kapsamlı bir eser hazırlatmıştır (Ankara 1991) Ayrıca Atatürk’ün geometri terimlerini de içine alan Geometri kitabını (1991) ve Anayasa Sözlüğü’nü yeni gereksinimlere göre genişleterek yeniden bastırmıştır (Ankara 1985) Daha önce Prof Dr Sevinç Karol tarafından hazırlanan Biyoloji Terimleri Sözlüğü, Sevinç Karol-Zekiye Suludere-Cevat Ayvalı tarafından yeni baştan işlenip genişletilerek 1067 sayfalık kapsamlı bir sözlük biçiminde yayımlanmıştır (Ankara 1998) Kurumca daha önce yayımlanan Dilbilim Terimleri Sözlüğü, birçok yönden yetersiz kaldığı için hem ülkemizdeki dil bilgisi ve gramer alanındaki terim kargaşasını önleme hem de sağlıklı bir terim sistemi geliştirme bakımından Prof Dr Zeynep Korkmaz’a hazırlatılan birleştirici ve bütünleştirici nitelikte Gramer Terimleri Sözlüğü yayımlanmıştır (Ankara 1992) Buna Emine Gürsoy-Naskali’nin hazırladığı Türk Dünyası Gramer Terimleri Kılavuzu da eklenebilir (Ankara 1997) Matematik Terimleri Sözlüğü (1983) ile Nükleer Enerji Terimleri sözlüğü de yayımlanmış bulunmaktadır Prof Dr Turhan Baytop’un aynı zamanda terimleri ve 500 renkli resmi içine alan Türkçe Bitki Adları Sözlüğü (Ankara 1994) de değerli bir çalışmadır Bunlara hazırlama, inceleme veya baskı aşamasında olan Kimya Terimleri Sözlüğü, Malzeme Bilimi Terimleri Sözlüğü, Bilgisayar Terimleri Kılavuzu gibi terim sözlüklerini de eklemek gerekir Görülüyor ki, Kurum bu alanda da üzerine düşen görevi yapma gayretindedir Gerçek durum bu iken sayın konuşmacının “eski Dil Kurumu”, “yeni Dil Kurumu” gibi gereksiz ve bölücü bir ayırımla, dinleyicilere yanıltıcı yanlış bilgiler vermesi olağan karşılanacak bir durum değildir Nitekim, bu yanlış değerlendirme Türk Dil Kurumu Başkanı Sayın Prof Dr Şükrü Halûk Akalın tarafından dile getirilerek dinleyicilere doğru bilgiler verilmiştir Ayrıca, TDK’ce yayımlanan, dilimize yeni girmiş Yabancı Kelimelere Karşılıklar başlıklı iki kitapta (Ankara 1995-1998) yer alan karşılıkların bir kısmı da terim niteliğinde olduğu için, bu yolla da ihtiyaç duyulan terimlere karşılıklar bulunmaktadır “Türk Dünyasında Ortak İletişim Dili Olarak Türkçe” konusuna ayrılan üçüncü oturumda, bildiri sunacak beş konuşmacı gelemediği için yalnız Prof Dr Nimetullah Hafız (Kosova) ile Sayın Dr Mustafa Şerif Onaran’ın bildirileri dinlenebilmiştir Bu konu, daha önce yapılan birkaç bilimsel toplantıda dile getirildiği üzere, çok dikkatli bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır Prof Dr Olcay Önertoy ve Prof Dr Harid Fedaî’in başkanlığında “Yazı, Konuşma ve Çeviri Dili Olarak Türkçe” konularıyla, 8 Ocak Salı sabahı başlayan dördüncü oturum, Prof Dr Nevzat Gözaydın, Cornelius Bischoff, Feyza Hepçilingirler, Vural Öger, Prof Dr Hamza Zülfikar ve Dr Abdülkadir Akgündüz’ün konuyu çeşitli yönleri ile değerlendiren bildirileri ve yapılan tartışmalarla sürmüştür Konuşmaların her biri ilgi çekici özellikler taşımakla birlikte Sayın Öger ile Sayın Zülfikar’ın konuşmaları bizim özellikle ilgimizi çeken birer konu olmuştur Prof Dr Şükrü Halûk Akalın ve Prof Dr Nimetullah Hafız başkanlığındaki beşinci ve son oturum, “Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar” konusuna ayrılmıştır Bu oturumda, Prof Dr Doğan Aksan’ın kısa ve özlü konuşmasını, Prof Dr Olcay Önertoy, Emin Özdemir ve Cemil Kurt’un konuşmaları izlemiştir Adları bu oturumda yer alan ve Ankara dışından gelecek olan birkaç konuşmacı da hava muhalefeti dolayısıyla katılamamıştır Programda, her toplantı sonunda yarımşar saatlik bir tartışma ve değerlendirme süresi bulunduğu hâlde, bazı konuların niteliği bakımından 15 dakikalık konuşma süresini aşması veya soru sorma ve değerlendirmelerde çok kimsenin söz almak istemesi yüzünden, toplantı konularının kapsamı içine giren bazı hususlarda gerekli açıklamalar yapılamamış; bu hususlar bulanık kalmıştır Oysa, Türkçenin yalnız dünü bakımından değil bugünü ve yarını açısından da önemli olan noktaların açıklanarak vurgulanması gerekirdi Zaman yetersizliği dolayısıyla açıklanamamış olan bu noktalarda ilgililerin doğru bilgilendirilmesi gereğine inandığınız için bu konudaki bazı görüşlerimizi sizlerle paylaşmak istedik Şöyle ki: Bildiri sunuşları veya tartışmalar sırasında ileri sürülen görüşlerden biri (Cemil Kurt, Türkçenin Yabancı Diller Etkisinde Kalmasıyla Ortaya Çıkan Sorunlar), dilimize girmiş yabancı sözlerin, özellikle Arapça ve Farsça olanların dilin bir kültür dönemini yansıttıkları gerekçesi ile benimsenmesi ve dilden atılmaması yolundaki görüşüdür Bizce burada üzerinde durulması gereken önemli nokta, dile girmiş yabancı sözlerin niteliğidir Dilimizde yer almış Arapça, Farsça ve batı kökenli yabancı sözleri ikiye ayırmak gerekir: 1) Bunların bir kısmı dile girdikten sonra, zamanla ses ve şekil yapıları açısından olsun, anlam açısından olsun, Türkçenin kendi kalıplarına uydurularak Türkçeleştirilmiş olan dolayısıyla da Türkçe sözlerden ayırt edilemeyen nitelikteki sözlerdir Bunların Türk diline, işleyiş bakımından herhangi bir zarar getirmesi de söz konusu değildir: Aba, akıl, anahtar, bezi, bezelye, çamaşır, çarşamba, çarşı, çerez, çengel, çiltim, düven, efendi, fistan, halat, hasta, ıspanak, kale, kiremit, merdiven, perşembe, sınır, sakal, tavla, vatan, millet gibi yığınlarca söz, kökence Türkçe değildir ama bunlar Türkçenin kendi malı olmuştur Konuya bu açıdan bakınca bugün artık biçim mi? / şekil mi?, araç mı? / alet mi?, koşul mu? / şart mı?, yapıt mı? / eser mi?, yanıt mı? / cevap mı?, kınamak mı? / ayıplamak mı?, kıyı mı? / kenar mı?, söyleşi mi?/ sohbet mi gibi tartışmalara girmek bizce gereksizdir Zaman bunlar için en iyi süzgeçtir Ya bunlardan birini tutar ötekini atar; yahut da aralarında bazı anlam incelikleri oluşturarak ve her ikisini de söz varlığına alarak dile zenginlik katar: Us ile akıl (uslu çocuk / akıllı adam), baş ile kafa (kafa çekmek / kafayı çekmek, kafa tutmak), yürek ile kalp (yüreksiz adam / kalpsiz adam), kuşku ile şüphe (amma kuşkulu adam / şüphe etmeyiniz) arasındaki anlam ayrılık ve incelikleri gibi Bu türlü Türkçeleşmiş sözleri köken yapılarına bakarak dilden atmaya kalkmak, dile hiçbir şey kazandırmaz Aksine, kullanımda söz varlığı bakımından bir büzülmeye ve anlam kısırlığına yol açar Bugün gençliğimizin söz dağarcığının yetersizliğinden yakınıyoruz Bu yetersizlik, kısmen okuyup öğrenme yetersizliğinden kaynaklanıyorsa, kısmen de belirli sözlere saplanıp kalma alışkanlığından kaynaklanmaktadır Kademe, basamak, safha, derece, rütbe gibi anlam ayrılıkları taşıyan sözlerin hep aşama ile; seviye, devre, dereke, plân gibi sözlerin hep düzey; adam, insan, şahıs, kişi, kimse sözlerinin hep kişi; sebep, sebebiyle, vasıtasıyla, dolayı, dolayısıyla, yüzünden gibi sözlerin de hep neden sözü ile karşılanması bu yüzdendir Birçok gencimiz bayram dolayısıyla gelen kartlar yerine bayram nedeniyle gelen kartlar diyerek kar yüzünden yollar tıkanmış diyecek yerde kar nedeniyle yolar tıkanmış diyerek Türkçemizin tadını tuzunu kaçıran cümleler kurmaktadır Bunlar aynı zamanda belirli sözlere takılıp kalmanın getirdiği anlam büzülmeleri, anlam yetersizlikleridir Bu konuda bir ikinci örnek de olay sözüdür Bugün birçok aydınımız oluş, kılış, eylem veya olgu ile hiçbir bağlantısı olmayan durumlarda bile olay sözüne saplanıp kalmaktadır Onlar için konu, durum vb sözler ile karşılanabilecek anlatımlar bir yana, her nesnenin adı bile olay’dır: ev olayı, masa olayı, yol olayı gibi Bu konuda daha nice örnek sıralanabilir 2 İkinci tür yabancı sözler, dilimize, geldikleri dilin ses yapıları ve gramer kalıpları ile birlikte girmiş olanlardır Bunlar aydın dilinde yer eden, halka ve topluma mal edilmemiş olan sözlerdir: enformasyon “danışma”, entelektüel “aydın”, iane “yardım”, intihap “seçim”, kat’iyet “kesinlik”, mahrukat “yakıt”, mü’min “inançlı”, mücrim “suçlu”, nikbîn “iyimser”, plâsman “yatırım”, şayia “söylenti”, tenevvür “aydınlanma”, tolerans “hoşgörü”, zelzele “deprem” gibi Bu sözler, vaktiyle Türkçe sözlerin yerlerini aldıkları ve dilimizin gelişme yolunu tıkadıkları için atılması gereken sözlerdir Nitekim atılmışlardır da Dilimizin Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsçadan, Tanzimat döneminde Fransızcadan bugün de, İngilizce sözlerden çektiği sıkıntı hep bu yüzdendir Bu nedenle, günümüz bilim dünyasında uluslar arası ortak kullanım özelliği taşıyan bazı sözler bir yana, onların dışında kalan ve dilimize köstek olan yabancı sözler atılıp yerlerine sağlıklı Türkçe karşılıklar konmalıdır Ancak, bunların dilde yerleşmiş olanlarını söküp atmanın kolay olmadığı da unutulmamalıdır Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, gerek bir iki bildiride dile getirilen gerek değerlendirme konuşmaları sırasında, bir ara devrim sözünün yasaklanmış olması dolayısıyla çıkan suçlayıcı tartışmadır Bu tartışmada devrim yerine inkılâp sözünün kullanılması eleştirilmiştir Evet, eleştirilmesine eleştirilmiştir de, devrim sözünün neden yasaklanır olduğu açıklanmamıştır Bize kalırsa, o söz o dönemde kendi kendisini devreden çıkarmış ve bazı aydınların kullanımından düşmüştür Bu durum dil ile toplum ve sosyal yapı arasındaki sıkı bağlantının sonucudur 1970-1980 yılları arasında ülkemizde boy gösteren ideolojik eğilim ve çatışmaların Atatürk ilkelerini ve Cumhuriyet rejimini uçurumun kıyısına sürükleme dışında, yer yer bazı kesimlerce dilin de bir ideolojik araç olarak kullanmaya yeltenilmesi, bir kısım aydınları devrim yerine inkılâp sözünü kullanmaya yöneltmiştir Bunun Osmanlıca sözleri benimsemekle en küçük bir ilişkisi yoktur Dev-yol, Dev-sol, devrim nikâhı gibi o dönemde türemiş illegal örgüt adları ile bazı kalıp sözlerde, devrim sözünün ideolojik bir kirlenme ile “ihtilâl, bozgunculuk, yıkım ve rejim düşmanlığı” anlatan kavram kargaşası, ben dâhil bir kısım aydını bu sözü kullanmaktan soğutmuştur O çalkantılı yıllarda, dildeki bazı anahtar sözlerin var olan içeriklerinin boşaltılarak, kuzeyden esen ideolojik rüzgârların etkisi altında nasıl bir anlam yozlaşmasına uğradıkları bilinen bir gerçektir Devrim sözü de bunların başında gelir Bu sözün bir süre yasaklanmış olması da her hâlde bu durumla ilgili olmalıdır Bugün çok şükür o dönem atlatılmış ve devrim sözcüğü de kendi kimliğini kurtarabilmiştir Bu eleştiriyi yapanlar, dilin o günün sosyal çalkantılarına nasıl alet edildiğini bilirler Hem de çok iyi bilirler Ancak, toplantıda politik bir davranışla ve belki de özel bir maksatla, kapalı veya açık olarak hatta ad belirleyerek bazı kimseleri suçlamaya yeltenmişlerdir Böyle bir tepki, belki de bilinçaltı bir etkiyle başkalarını suçlama görüntüsü altında kendilerini mazur gösterme eğiliminden kaynaklanmış olabilir Ama değerlendirme aşamasında da bunlar hak ettikleri ağır cevabı almışlar ve bilimsel bir şamar yemişlerdir Bu durum, bazı konuların hâlâ sen ben davasına alet edilmesinin acı bir göstergesidir Bu yazıda isim belirtilmeden özel olarak vurgulanmasının nedeni de budur Bu münasebetle belirtmek isteriz ki, biz, ilke olarak kelime yasaklanmasının da doğru olmadığı görüşündeyiz Yukarıda özel olarak belirtildiği gibi, sağlıklı bir gelişme rayına oturtulabilmiş olan dilde, “zaman” böyle bir ayıklama için en iyi süzgeç görevindedir TRT Yönetim Kurulunda görev aldığımız yıllarda, dil konusu dolayısıyla yaptığımız bazı uyarılar ve zabıtlara yansımış olan görüşlerimiz bu durumun tanıklarıdır Bu konudaki en güzel değerlendirmeyi de dil devrimi uygulamalarının yöntem yanlışı yüzünden ortaya koyduğu bazı aksaklıklara bakarak yine Atatürk’ün kendisi yapmıştır Onun 1936 yılında dil konusundaki bir sohbet sırasında: “Yeni Türkçe sözler teklif edebiliriz Bu yönde ısrarla çalışmalıyız Fakat bunları Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız Birkaç gün önce Ahmet Cevat Bey’e söyledim “ketebe”, yektübü”, arabındır; “kâtip”, “mektup” Türkündür” sözleri, bu açıdan ne kadar anlamlı ve yol göstericidir Konuşma ve tartışmalarda altı çizilmesi gereken bir başka nokta da dilimizin gramer kuralları ile ilgili bazı yanlış değerlendirmelerdir Sayın Emin Özdemir, kendi bildirisinde üzerlerine basa basa öz yaşam, ön deneme, ön yargı, alt yapı gibi örnekler sıralayarak, bunlardaki öz, ön ve alt sözcüklerinin artık birer ön ek durumuna geldiğini söylemiştir Böyle bir değerlendirme, dilimizin kendi yapı ve işleyiş ölçülerine göre değerlendirilmesi gereken gramer konularının, adlandırma ve sınıflandırma açısından, yüzyıllardır nasıl bir yandan Arap dilinin bir yandan da batı dillerinin özellikle Fransız dilinin gramer kalıplarına kurban edildiğinin tipik örneklerinden biridir Bilindiği gibi Türkçe, genel dil sınıflamasında sondan eklemeli diller (iltisaklı diller, agglutinative languages) grubunda yer alan bir dildir ön, öz, alt, son gibi bağımsız sözleri birer ek saymak havsalanın alamayacağı bir yanlıştır Bunlar ek değil birer bağımsız sözcüktür Öz yaşam gibi bir kuruluşta, öz sözü sıfat görevindedir Dolayısıyla bu söz kalıbı da bir sıfat tamlaması oluşturmuştur Alt yapı gibi bir kuruluşta ise, sıfat tamlaması kalıbında bir birleşik ad niteliğindedir Durum böyle iken bunları birer ön ek gibi göstermek, dilin yapısını tanımama ve bunları bir yenilik gibi gösterme gayretkeşliği değil midir? Bağlaç yerine bağlama edatı, ünlem yerine ünlem edatı, edat (ilgeç) yerine son çekim edatı, mı? / mu? soru eki yerine soru edatı gibi terim ve sınıflandırmalar da yine Arap gramerindeki isim, fiil, edat (veya harf) biçimindeki üçlü sınıflandırmanın bize yansıyan örnekleridir Artık söz varlığında olduğu gibi, gramer konularının sınıflandırılıp terimlere bağlamasında da Türkçenin kendi malzemesinin verdiği sonuçlara ve gördüğü işlevlere bakılarak değerlendirilme yapılması kaçınılmazdır Bu konudaki bilinçsiz taklitçiliğe son verilmelidir Gramerlerimizde bu açıdan üzerinde durulacak epey konu vardır Değerlendirmeler sırasında, bazı konuşmacıların, dilimizin kaynak eser niteliğinde işlevsel bir gramere ihtiyacı olduğu noktasındaki dilekleri çok yerindedir Türk Dil Kurumunun bu konuda yaptığı hazırlıklar sanırız kısa bir süre sonra meyvesini verecektir Üzerinde son olarak durmak istediğimiz bir başka önemli husus da gerek sunulan bildiriler gerek değerlendirmeler sırasında bazı konuşmacıların duygusal ve politik nedenlerle Türk Dil Kurumunun kapatılmış olduğunu bildirmeleri veya ayrımcılık yapmış olmalarıdır Türk Dil Kurumu, bilindiği gibi yapageldiği yüzlerce kapsamlı ve nitelikli yayınları ile dilimize ve ülkeye yararlı çalışmalarını sürdüregelmektedir 1932-1983 arası yıllarda, dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu ile Atatürk’ün 1936 yılındaki dileğine uygun olarak 1983 yılında yeni bir düzenlemeden geçirilerek akademik bir kuruluş durumuna getirilmiş olan Türk Dil Kurumunu birbirinden ayırıp suçlayıcı bir tutumla eski Dil Kurumu, yeni Dil Kurumu gibi bir ayırıma gidilmesi doğrusu çok yakışıksız kaçmıştır Çünkü her ikisi de aynı amaç doğrultusunda hizmet veren birbirinin devamı niteliğinde bir kurumdur Atatürk, birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan tarih ve dil konularının, yabancıların kasıtlı yorumlarından kurtarılması için, aslında birer bilim kuruluşuna ihtiyaç olduğunu daha Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşundan epey önce görmüştür Hatta, Türk dilinin özel durumu dolayısıyla, bir dil akademisi kurulması direktifini de vermiştir İsmet Paşa’nın 7 Kasım 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı “Millî harsa ait teşebbüsattan olmak üzere bu sene bir lisan akademisi, hars nokta-i nazarından Türk lisanı üzerinde vezaif-i esasiyeyi ifa etmek üzere en yüksek mütehassıslardan mürekkep bir akademi vücuda getireceğiz”1 biçimindeki konuşması, devletin bu konudaki kararının ifadesidir Ancak, zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin 9 Şubat 1926 tarihinde gazetecilere verdiği demeçten anlaşıldığı üzere2o günün şartlarında böyle bir kuruluşu besleyecek bilim kadrosu bulunmadığı için Atatürk, dil ve tarih konularının ele alınması ve dil devrimin başlatılabilmesi için, bu kuruluşların başlangıçta birer dernek hâlinde çalışmalara başlamasının uygun olacağını düşünmüştür Nitekim TDTC (daha sonra TDK)’nin kurulması ile başlayan çalışmalar; çok az sayıdaki bilim adamı, edebî şahsiyet ve gazeteci dışında hep taşradaki gönüllü aydınlar eliyle yürütülmüştür Daha sonraki yıllarda yeniden ele alınan Derleme ve Tarama dergileri bu türlü çalışmaların ürünüdür Atatürk bu yolla yapılacak çalışmaların birer ön çalışma olacağını biliyor ve ileride bu çalışmaları sağlam temellere oturtma gereğini duyuyordu “Hayatta en hakikî mürşit (gerçek yol gösterici) ilimdir” diyen, Türk toplumunu sağlam sosyal temeller üzerine yerleştirmek isteyen uzak görüşlü bir devlet kurucusunun, Türk dilini, sürekli olarak amatör dilcilere emanet etmesi düşünülemezdi Gerçi, o dönemde ön çalışmaların yapılabilmesi ve ulusa ana dili sevgi ve bilincinin aşılanabilmesi için bu gerekliydi Ancak, bir süre sonra Kurumun akademik bir yapıya kavuşturulması da önemli idi Nitekim, Atatürk’ün 1936 yılında TBMM’nin açış konuşmasını yaparken “Bu ulusal kurumkarın az zaman içinde ulusal akademiler hâlini almasını temenni ederim Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmamızı dilerim”3 sözleri böyle bir gereğin ifadesidir İşte 1983 yılında gerçekleştirilen yeni düzenleme, Atatürk’ün bu dileğini yerine getirme amacına dayanan ve Kurumu bilimsel temellere oturtma hedefi güden bir düzenlemedir Türk Dil Kurumunun bağımsız bir bilim kuruluşu olması belki daha uygun olurdu Ne var ki, o günün şartlarında bu yol benimsenmiştir Aslında TDK, bilimsel çalışmalarını bugün de tam bir özgürlük içinde yürütegelmiştir Yukarıda belirtildiği gibi, Türk Dil Kurumu böyle bir gelişme süreci gösterdiği hâlde, bunu eski, yeni gibi bir ayırıma sokan görüş çok yakışıksızdır Türk Dil Kurumu 1932’den başlayıp bugüne uzanan bir bütünlük içindedir Dil konusuna gönül vermiş olanlara da böyle gereksiz bir ayırımcılık yapmak değil, yapılacak çalışmalarda birleşip bütünleşmek gerekir Çünkü, dava, sen ben davası değil, Türk diline hizmet davasıdır Toplantıda, birkaç kişi tarafından da olsa söylenmiş olan bu tatsız söz ve tutumlar hem tarafımızdan hem öteki üyeler tarafından hem de kapanış değerlendirmesinde, TDK başkanı Sayın Akalın tarafından eleştirilerek ortak amaçta birleşme gereğine işaret edilmiştir Sonuç olarak, “Türk Dilinin Dünü Bugünü ve Yarını” konusundaki uluslar arası bilgi şöleni, Kültür Bakanlığı Yayımlar Dairesinin çok iyi organizasyonu, katılımcı kuruluş ve kişilerin düzeyli ve olgun tutumu dolayısıyla, genellikle çok başarılı ve verimli olmuştur Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın oturumları sürekli olarak izlemesi ve kendisine yöneltilen bazı soruları cevaplandırırken gösterdiği olgunluk da takdire değer niteliktedir Bakanlığın Yayımlar Dairesi Başkanı Sayın Ali Osman Güzel ile bu düzenlemede emeği geçen sayın görevlilere ve Bakanlığa maddî destek sağlayan Öger Turizm sahibi Sayın Vural Öger’e ne kadar teşekkür edilse azdır Biz de bu alanın mütevazı bir mensubu olarak Sayın Kültür Bakanı başta olmak üzere bütün ilgililere Türk dili adına şükran duygularımızı ve içten gelen teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz |
Türkçenin Dünü-Bugünü-Yarını(İnceleme Yazıları) |
06-24-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türkçenin Dünü-Bugünü-Yarını(İnceleme Yazıları)Türkçenin Dünü Bugünü ve Yarını Dr Efrasiyap GEMALMAZ Türkçe nedir? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz Evet Türkçe, herşeyden önce bir dildir O halde, Türkçenin dününü, bugününü ve yarınını anlatmadan önce dil denilen şeyin ne olduguna bir göz atmak yerinde bir davranış olacaktır 1 Dil nedir, ne değildir? Dil her şeyden önce bir avadanlık, bir alet takımıdır Dil dedigimiz bu takımın duruma göre seslerden, duruma göre harflerden oluşturulmuş aletlerini (kelimelerini, eklerini, edatlarını) usulüne (gramerine) göre kullanarak biribirimizle haberleşiriz Biribirimiz üzerinde etkili oluruz Şu salonun kapısını açık/kapalı konuma getirmenin şu anda benim için iki yolu vardır: Birincisi, benim bulundugum bu yerden ayrılıp, gidip elimle kapıyı istedigim konuma getirmek; ikincisi ise, sizlerden birisine kapıyı istedigim konuma getirmesini söyleyerek istedigim sonuca ulaşmaktır İlk durumda, kapıyı istedigim konuma getirmek için kendi ayaklarımı, ellerimi ve kapının elcegini; ikincisinde ise, seslendirme organlarımı kullanarak aranızdan birisinin ayaklarını, ellerini ve yine kapının elcegini kullanmış olurum Her avadanlıkta, her aletin kendisine özgü -kullanım kılavuzunda belirtilen- bir yapısı ve kullanımı vardır Bir avadanlık olarak ele aldıgımız dilin de her ögesinin -bundan böyle dilin aletlerinden her birini öge olarak adlandıracagız- kendisine özgü bir yapısının ve kullanımının olması tabiidir Bir dilin ögelerini kullanmayı, bir zanaatın aletlerini kullanmayı ögrendigimiz gibi ya sınama yanılma yoluyla ya da kullanım kılavuzunu -dilin gramerini- adım adım izleyerek ögreniriz Bu yollardan ilkine anadilimizi, ikincisine ise daha çok bir yabancı dili ögrenirken baş vururuz; ve muhakkak bir çıraklık (ögrencilik) devresi geçiririz Çok küçük yaşlarda anadilimizi ögrenirken de bol bol sınama yanılma imkanı buldugumuz bir çıraklık devremiz vardır Çevremizde bize göre usta sayılabilecek anamız, babamız, belki abilerimiz, ablalarımız, hısım, akraba, aile dostlarımız, herhangi bir şekilde tanıdıklarımız, tanımadıklarımız bulunur Bunların dil dedigimiz avadanlıgın ögelerini kullanma tarzlarını, aldıkları sonuçları gözlemler ve bu ögeleri onlar gibi kullanabilmek için çabalar dururuz Bütün bu çabalarımızın sonunda, biz de, yerine göre, çatalı, bıçagı; yerine göre, tası, taragı; yerine göre, keseri, kerpeteni kullanmayı ögrendigimiz gibi, dil ögelerini de edinip ve kullanmayı ögrenip ustalar arasında yerimizi almaya çalışırız Onu bir ölçüde kendimize özgü kılar; özelleştiririz "Üslup", "dili kullanım tarzı" dedigimiz şey de budur işte Bir dili kullanmada her isteyen ustalıgın en yukarı mertebesine ulaşamaz Bu yüzden her zanaatta oldugu gibi, dili kullanmada da ustalık çeşitli ölçütlere göre derecelendirilir Çogumuzun ustalıgı anadilimiz konusunda da amatörlük seviyesini aşamaz Aramızdan bazıları, doguştan getirdikleri dili ögrenme ve kullanma yetilerini geliştirerek, bu alandaki ustalıklarını zanaatkarlık seviyesinden sanatkarlık seviyesine yükseltirler Yani dili kendilerine özgü kılmaları, özelleştirme tarzları insanlar arasında bunlara bir ayrıcalık kazandırır Bunlar, söz konusu dilin hatipleri, şairleri, yazarlarıdır Bir dil, bu sanatkarlar sayesinde itibarlı ve kullanımda olur Sıradan olmayanlar, sıradan olmayan ihtiyaçlarını karşılamak için dili geliştirirler; ona yeni ögeler (aletler) katarlar; onun ögelerini alışılmışın dışında kullanmanın yollarını bulurlar Bildigimiz kadarıyla, yüksek seviyede bir dili kullanmak insana özgüdür İnsan dogar, yaşar ve ölür; çünkü canlıdır Dil ise, ilk insanla beraber bir kere dogmuştur; belki son insanla beraber bir kere de ölecektir Dünyaya gözünü açan her saglıklı insan onu hayatta bulur; özelleştirir; gözünü kapayan her insan da onu hayatta, terekesinin en kalıcı parçası olarak bırakır Bir bakıma, dil ölmez; ebedidir O, insanın degil, bütün insanlıgın malıdır İnsanlar yeryüzünde dagıldıkça, farklı ortamlardan kaynaklanan farklı aletlere ve aletlerin farklı kullanımına ihtiyaç duydukları gibi, farklı dil ögelerine ve dil ögelerinin farklı kullanımlarına da ihtiyaç duymuşlar ve duymaktadırlar Bu ihtiyaçlar, zamanla, aletler için degişik avadanlıkların oluşturulması gibi, dil ögeleri ve kullanımları bakımından da degişik dillerin oluşmasına yol açmış ve açmaktadır Sanki her insan kendi ihtiyacı olan avadanlıklarını oluştururken, kendi dillerini de oluşturur Evet, her insanın, degişik ortamlarda, degişik durumlarda kullandıgı birden fazla dili oldugunu söylemek yanlış olmaz İnsanlar dünya üzerine serpiştirilmiş bagımsız adalar gibidir Ancak, avadanlıklar ve diller sayesinde, bir ölçüde bagımsızlıklarını yitirmelerine karşılık birleşerek güç oluştururlar Bu yüzdendir ki, insanlar ve insan toplulukları arasındaki sınırlar kesin bir şekilde çizilebilse bile, diller arasında böyle sınırlar çizmek pratik açıklamalar getirme dışında pek mümkün görülmemektedir Nihayet, günümüz dünyasında, devletlere ve bir ölçüde milletlere iyi kötü birer sınır çizilebilmiş, ancak dillerin kullanımına sınır çizilememiştir Bu bakımdan, dil birligini, millet olmanın şartı degil, bir ihtiyacı olarak görmek daha dogru olur Dil bir silah gibidir Silahla, nasıl bir düşmanla savaşabilir, hem de kendimizi öldürebilirsek; dille de, hem birleşip, güçlenip millet olabilir, hem de bölünüp, güçsüzleşip, daha güçlü toplumlara yem olabiliriz Son zamanlarda, mahalli dilleri, agızları ön plana çıkarmak isteyenler, ya bilerek ya da bilmeyerek mensubu veya düşmanı oldukları toplumları bölmeye, güçsüzleştirmeye çalışmaktadırlar Mahalli diller ve agızlar elbette dünya durdukça olacaktır Ama, unutmayalım ki, küçülen dünyamızda, insanlıgın tek ve ortak bir dile ihtiyaç duydugu bir sırada, insanları, dil farklılıgını ileri sürerek kabile hayatına dogru sürüklemek istemenin, haklı bir davranış oldugunu düşünmek, pek akıllıca bir tutum olmasa gerek Mahalli dilleri ve agızları elbette araştıracagız ve yeterince ögrenecegiz; bunlar bize zevkli anlar yaşatacak bir takı, bir parföm, bir süs eşyası gibi lükslerimiz arasında yer alabilir Ancak, hayatımızı kolaylaştırmakta kullanmayı düşündügümüz bir eşyayı alırken nasıl geliştirilmiş ve yaygın bir standart arıyorsak, dünyaca -en azından ülkece- tanınmış markalara ihtiyaç duyuyorsak; etkin bir hayat yaşayabilmemiz için, daha yaygın kullanılan standart dillere de ihtiyacımız vardır Türkiye için söylüyorum Toplumun bir kesimi, daha geniş ufuklu, daha etkin bir hayat sürmek için, STT'ni; hatta, daha zengin bir bilgi birikimi sundukları için başta Amerikan İngilizcesi olmak üzere diger gelişmiş kültür dillerini ögrenmege çabalarken, diger bir kesimini kimlik kazandırma bahanesiyle en yüce kimlik olan insan olma kimliginden çıkarıp bölerek etnik degerler içerisine hapsetmeyi istemek haksızlık degil midir?! Kaldı ki, bir kimsenin etnik kökenini somut delillerle kanıtlamak bugünün genetik biliminin en gelişmiş teknolojisiyle bile imkansızdır Bu bakımdan, millet olmak için etnik köken olgusunun degeri, bir masaldan, bir efsaneden, bir duygusal egilimden fazla degildir Şimdi soracaksınız ""Millet olmak için, önce, dil birligi yetersizdir" dediniz "Şimdi de, etnik kökenin ise hiç önemi yoktur" diyorsunuz Peki, millet olmak için sizce gerekli olan nedir?" Evet, günümüz dünyasında, aklı başında kimselere, bir ülkenin vatandaşı oldugunu kabul etmek, o ülkenin vatandaşlarıyla ön koşulsuz dayanışma içinde olmak, o ülkeyi yaşanılacak en iyi, en gelişmiş ülke haline getirmek ve o ülkede yaşayan insanları başka ülkelerde yaşayan insanlara imrendirmemek -yani insanı ülkeye küstürmemek- için çalışmak bir millet olmanın gerekli ve yeter şartı olmalıdır Dillerin degişim ve gelişiminde bir yandan, somut düzeyde, maddi hayatın gelişmesi etkili olurken; diger yandan, soyut düzeyde, manevi hayatın, yani toplumların degişen sosyokültürel yapılarının da oldukça derin etkileri görülür Dünyamızda, birkaç yüzyıl öncesine kadar, manevi hayat, toplumların benimsedigi dinle belirlenirken, daha sonra, daha çok dünya hayatını düzenlemeyi amaç edinen sosyal ve politik akımların etki alanına girmiştir Dinin etkili oldugu devirde okur yazarlık ve bilim din adamlarının tekelinde bulundugu için dili de daha çok din adamları yönlendirip geliştiriyorlardı Bir örnekle açıklarsak Avrupada, bir yandan Katolik kilisesinin dili olan Latince, Batı Avrupadaki Hıristiyanlıgın Katolik mezhebini seçen halkların dilini etkilerken; Ortodoks kilisesinin dili sayılan Grekçe de, Ortodoks olan Dogu Avrupa halklarının dillerini etkilemekteydi Bu yüzden, Galyalıların dili hızla degişerek Latin kökenli dil ögelerinin agırlıklı oldugu bugünki Fransızcayı meydana getirmişti Dogu Avrupanın Slav kavimlerinin kullandıgı Kiril harfleri Grek alfabesinden uyarlandıgı gibi, Grekçe de bu kavimlerin dilleri üzerinde etkili olmuştu Tabii, Hıristiyanlık öncesinde, Grekçenin, Latince üzerindeki etkisi de yine inanç sistemlerinin geçişiyle açıklanabilir 2 Türkçenin Dünü Bu uzunca girişten sonra, artık asıl konumuza başlayabiliriz Önce, Türkçenin dününü, yani ilk yazılı metinlerinden günümüze gelinceye kadar olan gelişme safhalarını imkanlarımız elverdigi ölçüde ele alalım Bu konuda ana başlıklarımız şunlar olacaktır
Orta Asyanın Altay kavimlerinden olan Türklerin diline gelince, elimizde dogrudan Türkçe yazılmış kaynak bulunmayan devreleri ister istemez bir yana bırakarak diyebiliriz ki; 7 yüzyılda, son defa, Kutlug (İlteriş) Kaganın öncülügüyle, daha önce birkaç defa dağıdıklarını bildigimiz Türk dilli halklar toplanarak Köktürk Devletini yeniden kurdukları zaman, bunların kendilerine has Şamanlık diye anılan tek tanrılı bir dinleri vardı Türkçe, yogun kültürel ve siyasi ilişkiler içinde bulundukları başta Çinliler olmak üzere çevre ülkelerde yaşayan kavimlerin konuşmakta oldukları dillerinden etkileniyor ve büyük bir ihtimalle onları da etkiliyordu Ancak, Bu devrede Türk dili, Türklerin, tek bir merkez (Ötüken) etrafında toplanmış olmaları, tutarlılıgı tartışmalı da olsa, Köktürk alfabesi dedigimiz ve kullanım tarzından en az bin yıllık bir geçmişi olabilecegini tahmin ettigimiz bir alfabeyle yazılan tek bir yazı dili sergiliyordu 1 Dagılma Devresi: 8 yüzyılın ortalarına dogru Uygurlar Köktürk hakimiyetine son verdiler Türk dilli halkların önemli bir kesimi artık göçebeligi ve Ötüken'i terk etmiş, Tarım havzasında şehirler kurarak yerleşik hayata geçmişti Başta Budhizm (Burkancılık) olmak üzere Mani, Zerdüşt, Hıristiyanlık gibi çeşitli dinler Türkler arasında yayılmaya başlamıştı Her gelen din kendi terminolojisini, hatta kendi alfabesini de beraberinde getiriyordu Köktürk harfleri hemen hemen unutulmuş, Sogotlardan alınan Uygur alfabesi dedigimiz alfabe başta olmak üzere Mani, Brahmi, Estrangelo, Süryani, Tibet alfabeleri kullanılarak çogunlukla çeşitli dini eserler Türkçeye çevriliyor; bu çevirilerle Türkçeye, yüzlerce kavramı karşılayan kelime giriyor Bunların önemli bir kısmına Türkçe karşılıklar bulunmuş olsa bile dilin sadeliginin kayboldugu açıkça görülüyordu Alıntılar bazan sözdizimi düzeyine bile ulaşıyordu 2 Derilme Devresi: 10 yüzyıldan itibaren Türkler arasında İslamiyet hızla yayılmaya başladı Batıdan, Hıristiyanlık ve Zerdüştlük gibi İran üzerinden gelen İslamiyet, bugün de sürmekte olan Türklerin Batıya yönelişini başlatmış oluyordu İslamiyetin ilk terminolojisi, Türklerden önce İslamiyeti kabul etmiş olan Farslardan alındı Daha sonra, Araplarla tanışıldı İslamiyetin kabulüyle Türk edebiyatının dili Farsçanın, biliminin dili Arapçanın etkisine girdi Bu iki dilden yapılan alıntılar da zaman zaman Türkçenin sözdizimini etkileyecek düzeye ulaşmıştır 10 yüzyıldan beri kullanılmakta olan Arap harfleri 20 yüzyıla kadar Türk dünyasının ortak alfabesini oluşturdu Anadolunun fethiyle Türkçeye başta Rumca olmak üzere Anadoludaki toplulukların dillerinden de kelimeler girmeye başladı Özellikle deniz ve deniz ürünleriyle ilgili kelimeler Rumcadan alındı Osmanlı devleti İmparatorluga dönüşünce ulaştıgı her yerden yeni kavramları karşılamak üzere yeni kelimeler Türkçeye akmaya başladı Osmanlı donanması İtalyancadan, diplomasisi Fransızcadan birçok kelimenin Türkçeye girmesine kapıları açtı 20 yüzyıla gelindiginde, tesbiti güç bir kelime hazinesi ve içinden çıkılmaz sözdizimiyle Osmanlı Türkçesi bütün Türk dünyasında agırlıgını koymuş bulunuyordu İstanbul'da basılan bir kitap Üsküp'te, Kahire'de, Semerkant'ta, Belh'de müşteri buluyordu 2 Dagılma Devresi: 20 yüzyılın başlarında, 1 Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorlugunun sonunu noktaladı Türk Dünyası dagılmış, Türkiye cumhuriyeti dışında kalan Türkler ya uzak ülkelerde hakları korunamaz azınlık durumuna düşmüş; Yugoslavyada, Macaristanda, Kıbrısta oldugu gibi; ya da Türkiye Cumhuriyetinin varlıgını kendisi için bir tehlike olarak gören komşu ülkelerde baskı altına alınmıştı; Sovyetlerde, Yunanistanda, Bulgaristanda, Suriye, İrak ve İranda oldugu gibi Artık, her Türk toplulugu kendi kaderiyle başbaşaydı Tek bagımsız Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti dışındaki Türklere, kendi dillerinde egitim ve ögretim yapma hakkı bile, onları geri bırakacak şartlardan birisi olarak veriliyordu Bulundukları ülkelerin standart dilinde ögretim görmeleri sınırlanıyor Biribirleriyle temasta bulunup üst düzeyde egitim ve ögretim kurumları kurmaları, biribirlerine kitap, dergi, gazete, ögrenci ve ögretim üyesi göndermeleri yasaklanıyor; özellikle o güne kadar yazı dili olarak gelişmemiş mahalli dilleri bir lütufmuş gibi yazı dili haline getirilerek önlerine konuluyor; onları kabile düzeyine indirmek için insan hakları adı altında mümkün olan herşey yapılıyordu Böylece dünyaya açılmaları, özellikle Türkiye Cumhuriyetiyle ilişkiye girmeleri sözde etnik kimliklerini koruma bahanesiyle önleniyordu Her biri degişik anlayışlarla düzenlenmiş Arap, Latin ve Kiril harfli alfabelerle basılmış yayınlar, bir topluluktan digerine kazara ulaşsa bile, okunması özel bir bilgi gerektirdigi için bir işe yaramıyordu Özellikle, biz, Sovyet Türk Cumhuriyetlerindeki yazarları, İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Batı dillerinden; onlar bizim yazarlarımızı Rusçadan bulabildigimiz kadarıyla okuyabiliyorduk 3 Türkçenin Bugünü:
Şu sıralarda 20 yüzyılın son çegregini tüketmek üzereyiz Gelişen haberleşme imkanları bilgilenmeye konulan bütün engelleri tek tek yıkıp devirmekte Yasaksız, gerçek bir yarışın başla komutu verildi bile Türkçe dünya üzerinde konuşulmakta olan 3000'i aşkın dil arasında, oldukça zengin bir kütüphanesi olan, bilinen1500 yıllık kesintisiz tarihiyle, altı kıtadan ikisine yayılmış sayılı konuşma ve yazı dillerinden biridir Aralarındaki sosyokültürel ve ekonomik ilişkileri sınırlayan siyasi engellerin hemen hemen ortadan kalkmış olmasıyla, bugün Türkçe konuşanlar, Türk dilli halklar biribirlerini görme, duyma ve dinleme imkanına sahip oldular Ortak bir Türkçe, en azından ortak bir yazı dili oluşturmak için, ortak bir alfabenin ve ortak bir sözlügün oluşturulmasına çalışıyorlar Bin yıldan beri yüzde doksanı aşkınının benimsedigi İslam kültürünü çagdaş bir şekilde, demokratik ve laik bir anlayışla yorumlayarak kültürel yakınlaşmanın temellerini atıyorlar 4 Türkçenin yarını: Türk dilli halkların bu çabaları başarıya ulaşırsa, bu sadece kendilerinin yararına degil, bütün insanlıgın yararına olacaktır Hangisi olursa olsun, iyi kullanılan dil dostlukları ve dayanışmaları kurmanın en iyi aracıdır İnsanlık yüzyıllardan beri ögrenilmesi ve kullanımı kolay ortak bir dil arayışı içindedir Esperanto, Volepuk, Interlingua gibi suni dillerle karşılaştırıldıgında, özellikle, Stadart Türkiye Türkçesi (STT) tabii bir dil olarak böyle bir dil olmaya adaydır O, karmaşık bogumlanma özellikleri gerektiren ara seslere hemen hiç bilgi yüklememiş yalın bir fonolojinin sahibidir Türkçeyi ögrenmiş yabancıların, onu ne kadar bozuk telaffuz ederlerse etsinler, söylediklerini oldukça kolay anlamamızın sebebi budur Sözdizimi, "belirten öge bir anlam ögesiyse belirttigi anlam ögesinden önce; belirten öge bir görev ögesiyse belirttigi anlam ögesinden sonra getirilir; ancak, görevi işaretli anlam ögelerinin biribiriyle yer degiştirmesine müsaade edilir" şeklinde tarif edecegimiz basit bir temel kurala (postülata) baglanmıştır Biribirini tamamlayan bu sesbilimsel (fonolojik) ve sözdizimsel (sentaktik) iki yapı özelligi, her düzeydeki uyumları azaltmış ve basitleştirmiştir Cinsiyet, kemiyet, keyfiyet uyumlarının en alt düzeyde oluşu, dil olarak Türkçenin kavranmasını kolaylaştırmıştır Bu dilin, her dilden kolayca kelime alabilir ve aldıklarını fazla degişiklige ugratmadan kullanıma sunabilir olması da bir dünya dilinden beklenecek en önemli özelligidir Doguşundan günümüze kadar, hemen hemen Avrasyanın bütün dillerinden çeşitli dil ögeleri almış olmasına ragmen ilk günki canlılıgını ve tazeligini yitirmemiştir Görev ögelerinin, yani ek ve edatlarının yazımına getirilecek basitleştirici birkaç standartla yazı dili olarak da hızla gelişme imkanını bulacaktır Sözlerimi günümüz Azerbaycan şairi Bahtiyar Vahabzade'nin mısralariyle bitiriyorum Vahabzade Türkçe için şöyle diyor: Dil açanda ilk defe "ana" söyleyirik biz, "Ana dili" adlanır bizim ilk dersliyimiz İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile Bu dil - bizim ruhumuz, éşgimiz, canımızdır, Bu dil - birbirimizle ehdi-péymanımızdır Bu dil - tanıtmış bize bu dünyada her şéyi Bu dil - ecdadımızın bize miras vérdiyi Giymetli ezinedir onu gözlerimiztek Goruyub, nesillere biz de hediyye vérek |
|