KRDNZ
|
Cevap : Soğuk Savaş Dönemi (1945-1960)
SAVAŞTAN SONRA TÜRKİYE 1945-1960 II Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'nin dış politikasına hakim olan esas mesele, daha savaş sırasında tahmin ettiği gibi, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan ve bütün ağırlığı ile Türkiye üzerine de çöken Sovyet emperyalizmine karşı güvenliğini sağlama endişesi olmuştur Türkiye NATO'ya girmekle bu güvenliğe kavuşmuş ise de, Doğu Asya'da Çin Halk Cumhuriyeti'nin ortaya çıkması neticesi, Kore Savaşı ile milletlerarası komünizmin dünyanın çok geniş bir alanında tehlike yaratması karşısında, Türkiye kendi güvenlik sistemini genişletme yoluna gitmiş ve Balkan ve Bağdat ittifaklarının kuruluşunda aktif bir rol oynamıştır Bu gelişmeler Türk dış politikasını 1945-1955 arasında meşgul ederken, 1954 de milletlerarası mahiyet kazanan Kıbrıs meselesi ise, Türk dış politikasının 1955-1960 arasındaki başlıca konusunu teşkil edecektir
Bağdat Paktı
1955 yılından itibaren nasıl Balkan ittifakı sarsılmaya başlamış ise, Türkiye’nin 1955 Şubatında meydana getirdiği Bağdat Paktı da aynı şekilde önemli sarsıntılar geçirmiştir
Türkiye, 1954 Ağustosunda Balkan İttifakını gerçekleştirir gerçekleştirmez hemen arkasından, yine 1954 yazından itibaren bir de Orta Doğu’da bir savunma ittifakı sistemi meydana getirmek için faaliyete geçti Fakat bu faaliyetin esas kaynağını, Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’ın bir tasarısı teşkil ediyordu Kore Savaşı, Amerika Dışişleri Bakanını, komünist emperyalizmi tehlikesine karşı daha güçlü tedbirler almaya sevketmişti ki, bu çerçeve içinde Uzakdoğu bakımından alınan tedbirlerden söz etmiştik Dulles, Orta Doğu memleketlerini de bir ittifak sistemi içinde toplamak istiyordu ve bu amaçla 1953 Mayısında bütün Orta Doğu memleketlerini teker teker ziyaret etti Bu arada 25-27 Mayıs 1953 günlerinde Ankaraya da geldi ve bu ülkelerle görüşmeler yaptı Bu sırada İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığı henüz çözümlenmemiş ve Arap memleketleriyle İsrail arasındaki münasebetler de gerginliğini muhafaza ediyordu Bu sebeple, Dulles, bütün Orta Doğuyu kapsayacak bir savunma sisteminin kurulması için gerekli müsait atmosferi bulamadı ve Vaşington’a dönüşünde radyo ve televizyonlarda yaptığı bir konuşmada, Arap ülkelerinin İsrail, İngiltere ve Fransa ile olan çatışmalara bütün dikkatlerini çevirmiş olduklarını ve bundan ötürü de Sovyet komünizmi tehlikesine hemen hiç aldırmadıklarını söylemiş ve "Bir Orta Doğu Savunma Teşkilatı meselesi, yakın bir ihtimal olmaktan ziyade, ancak geleceğe ait bir iştir" diyerek, kurmak istediği Kuzey Seddi (Northern Tier) tasarısını ileriye attı
Fakat Türkiye, Amerika tarafından terkedilen bu fikrin peşini bırakmadı 27 Temmuz 1954 de, İngiltere ile Mısır arasındaki Süveyş anlaşmazlığını sona erdiren antlaşma parafe edildi ve bu antlaşma 19 Ekim 1954’de de imzalandı Bu antlaşmanın ilgi çeken tarafı, 17 Haziran 1950 tarihli Arab Ligi Devletleri Ortak Savunma Antlaşmasını imzalayan devletlerden birine veya Türkiye’ye, silahlı bir saldırı olması halinde, İngiltere’nin Süveyş kanalına asker sokmak hakkını kazanmasıydı Antlaşmanın bu hükmünün ve Mısır’ın da bu hükme rıza göstermesinin, Türkiye’yi, Orta Doğu Savunma sisteminin kurulması hususunda büyük ümitlere sevkettiği anlaşılmaktadır Çünkü, Irak Başbakanı Nuri Said Paşa’nın Ankaraya yaptığı on günlük bir ziyaret sonunda 18 Ekim 1954 de yayınlanan bir bildiride Türkiye ile Irak’ın Orta Doğu’da bir güvenlik teşkilatı kurmaya karar verdikleri ve Türkiye’nin Arab devletlerinin meşru menfaatlerine aykırı bir politika izlemiyeceği bildirildi Bu son cümle ile anlatılmak istenilen, Türkiye’nin İsrail Meselesinde Arapların meşru menfaatlerine aykırı hareket etmiyeceği ve İsrail’i körü körüne desteklemiyeceği idi Arab devletlerine bir taviz verilmek isteniyordu
Irak ile Türkiye’nin bir Orta Doğu savunma teşkilatı kurma teşebbüsleri, başta Mısır olmak üzere Arab devletleri tarafından tepki ile karşılandı Çünkü, İngiliz-Mısır Süveyş antlaşmasının parafe edilmesinden sonra, Mısır, kendi liderliği altında bir Arab devletleri bloku kurmak üzere diplomatik faaliyetini birdenbire arttırmıştı Mısır Milli İstikamet Bakanı Salah Salim, Ağustos ve Eylül aylarında, Bağdat da dahil olmak üzere bütün Arab başkentlerini ziyaret ederek görüşmelerde bulunmuştu Yine Mısır’ın Suudi Arabistan ve Pakistanla yaptığı temaslardan sonra, Eylül ayında, Doğu ve Batı blokları arasında bir denge unsuru olmak üzere, bir İslam Kongresi’nin kurulması dahi söz konusu olmuştur
Şimdi Türkiye ile Irak’ın Mısır’dan önce davranarak, bir Orta Doğu güvenlik teşkilatı kurmak için harekete geçmeleri Başkan Nasır’ın kendi liderliği altında gerçekleştirmek istediği Arab blokunu engelleyici nitelikte ve daha da önemlisi, Mısır’ın liderliğini köstekleyici nitelikte idi Bunun için Mısır’ın tepkisi sert oldu Kurulacak olan güvenlik teşkilatına katılmıyacağını hemen açıkladı Mısır’ın bu tutumu diğer Arab ülkelerini de etkiledi ve bunlar Türk-Irak teşebbüsüne karşı çekingen bir durum aldılar Bu durum da Türkiye ile Irak’ın teşebbüsünü köstekleyici nitelikte idi Bu sebeple Türkiye Başbakanı Menderes, 1955 Ocak ayında Şam ve Beyrut’u ziyaret etti Suriye kurulacak pakta katılmayı reddetti Lübnan ise, Mısır ile Suriye’nin bu redleri karşısında, bu pakta katılmaya birdenbire karar veremedi Orta Doğu Güvenlik Paktı meselesi, Arab Ligi Konseyi’nin 22 Ocak-6 Şubat 1955 arasında yaptığı toplantıda tartışma konusu oldu Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan Pakt’a karşı şiddetli cephe aldılar Irak ise Pakt fikrini savundu Lübnan ile Ürdün uzlaştırıcı bir rol oynamak istedilerse de, Konsey toplantısı sonuç vermeden dağıldı
Bu durum karşısında Türkiye ve Irak 24 Şubat 1955 de Bağdat Paktı’nı imza ettiler Taraflar arasında "güvenlik ve savunma" konusunda işbirliği yapılmasını öngören bu Pakt’ın 5’inci maddesine göre, bu Pakt’a her devlet katılabilirdi Yalnız şu şartla ki, bu devletin ya bir Arab Ligi üyesi olması veya taraflarca "tanınmış" olması gerekmektedir Bunun anlamı şuydu ki, İsrail için bu Pakt’a katılma imkanı yoktu Çünkü bir Arab devleti olan Irak İsrail’i tanımamıştı Şüphesiz bu hüküm, diğer Arab devletlerinin İsrail düşmanlığına verilmiş bir tavizdi
Bağdat Paktı imza edilirken, diğer Arab devletleri ve özellikle Lübnan ve Ürdün’ün buna katılması halinde, Mısır-Suriye blokunun izole edilmiş olacağı va sonunda da yalnız kalan bu devletlerin, ister istemez Pakt’a katılacakları düşünülmüştü Fakat düşünülen gerçekleşmedi Lübnan ve Ürdün nezdinde yapılan teşebbüsler bir sonuç vermedi Bununla beraber, bu iki devlet Mısır-Suriye blokuna da katılmadılar
Pakt’ın imzasından sonra Mısır ve Suriye, Türkiye ve Irak’a karşı geniş bir kampanya açtılar Bağdat Paktı, Batı emperyalizminin bir vasıtası, İsrail’e hizmet eden bir alet olarak gösterildi Mısır ve Suriye’nin bu kampanyasını etkisiz bırakmak için Paktın genişletilmesine çalışıldı 4 Nisan 1955 de İngiltere, 23 Eylül 1955 de Pakistan ve 3 Kasım 1955’de de İran Bağdat Paktı’na katıldılar İngiltere’nin katılması Mısır ve Suriye’nin eline yeni bir silah verdi Bu da Bağdat Paktı’nın İngiltere’nin Orta Doğu’daki sömürgeciliğinin yeni bir eseri olduğu idi İran’ın katılması ise büyük bir şey ifade etmedi Zira Pakistan ve İran Orta Doğu’nun Arab kuşağına dahil değildi Böylece Bağdat Paktı Arab devletlerinin desteğinden tamamen mahrum kaldı Bu da Pakt için önemli bir zaaf oldu Öte yandan, Arab ülkelerinde doğan muhalefet karşısında Amerika da Pakt’a katılmaya cesaret edemedi Bu da Pakt’ın ikinci büyük zaafı oldu Böylece Bağdat Paktı, gerçekleştirmek istediği gayeye oranla, çok zayıf temeller üzerine oturtulmuş garip bir bina oluyordu
Mart 1955 başlarında bir yandan Mısır ve Suriye, öte yandan da Mısır ve Suudi Arabistan, aralarında birer askeri pakt imzalamaya karar verdiler Yemen de bunlara katılacağını bildirdi Gerçekten, 20 Ekim 1955 de Mısır-Suriye 27 Ekim 1955 de Mısır-Suudi Arabistan Savunma antlaşmaları imzalandı 21 Nisan 1956’da da Mısır-Suudi Arabistan-Yemen savunma antlaşması imzalandı Orta Doğu’da Bağdat Paktına karşı mukabil bir blok ortaya çıkmış oluyordu Her iki blokun dışında kalan Lübnan ve Ürdün de göz önünde tutulunca, Bağdat Paktı, Orta Doğu’da ve özellikle Arab kuşağında birleştirici bir rol oynamak isterken, bu kuşağı üç parçaya ayırmış olmaktaydı Bu parçalanmadan ve parçalar arasındaki rekabetten Sovyet Rusya faydalanmıştır Böylece Bağdat Paktı’nın bir sonucu da, Sovyetlerin Orta Doğu’ya girmesi olmuştur Halbuki bu Pakt Sovyet tehdidine karşı bir savunma bloku teşkil etmek için kurulmuştu Halbuki tamamen aksi oldu Çünkü, Mısır, Bağdat Paktı’na karşı mukabil bir blok kurmakla da yetinmeyip, sözde İsrail’in muhtemel bir saldırısına karşı kendisini kuvvetli bulundurmak için, 1955 sonbaharından itibaren Sovyet Rusya ve peykleriyle silah alış-verişine girişti Suriye Sovyetlerle yakınlık kurmakta Mısır’dan da ileriye gitti Bu iki devlet Sovyetler Birliğini adeta Orta Doğuya çektiler Bu ise Orta Doğu’daki Doğu-Batı mücadelesini daha da şiddetlendirdi Şimdi, 1950 de faaliyet alanlarını Avrupa’dan Uzakdoğu’ya aktaran Sovyetler Birliği, bu gelişmelerle faaliyetlerini Uzakdoğu ve Asya’dan Orta Doğu’ya aktarmış oluyordu Bu ise 1956’dan itibaren Orta Doğu buhranlarını daha da şiddetlenmeye götürecektir
Bağdat Paktı’nın kendisine gelince: Orta Doğu buhranları bu Pakt’ı bambaşka bir nitelik ve gayeye götürecektir 14 Temmuz 1958 de Irak’da patlak veren ihtilalin sonunda gerek monarşinin ve gerek Nuri Said rejiminin yıkılması ve General Kasım’ın liderliğinde 1963 yılına kadar devam edecek rejimin Irak’ın kaderine egemen olması üzerine, Irak Bağdat Pakt’ından çekilmiş ve bundan sonra Pakt’ın adı değiştirilerek Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organization -CENTO) olmuştur CENTO ise, faaliyetlerinin yönünü, daha ziyade üyeler arasındaki ekonomik, kültürel ve teknik işbirliğine çevirmiş ve bunda da daha belirli başarılar kazanmıştır Öte yandan, Bağdat Paktı’nın geçirdiği bu nitelik değişikliği Birleşik Amerika’yı Paktın bu yeni şekliyle çok daha yakından ve sıkı bir işbirliğine yöneltmiştir
Kıbrıs Meselesi
Türkiye, Balkan İttifakını ve Bağdat Paktı'nı gerçekleştirdiği bir sırada, Kıbrıs meselesi gibi, kendisini 1959 yılının başlarına kadar uğraştıracak ve zaman zaman gayet şiddetli buhranlardan geçecek olan bir mesele içine girmeye başlamıştır
Yunanistan daha II Dünya Savaşı'nın sonundan itibaren Kıbrıs meselesini kurcalamaya başlamış ve bu adayı kendisine ilhak (Enosis) etmek için faaliyete geçmiştir İlgi çeken bir nokta da, Orta Doğu üzerinde Sovyet tehlikesinin belirli bir hal aldığı, Yunanistan'da komünist Markos'cuların iç savaşı çıkardıkları bir sırada Kıbrısta da komünistlerin, Kıbrıs'ı Yunanistan'a ilhak için faaliyetlerini arttırmalarıdır Bu gelişmenin sebebi açıktı: Doğu Akdeniz'de stratejik bir mevkide ve İngiltere'nin elinde bulunan Kıbrıs adasından İngiltere'nin çıkmasına sağlamak suretiyle, Doğu Akdeniz'de Batılıların durumunu zayıflatmak ve hatta bu adayı bir komünist üssü haline getirmek
Komünistlerin bu taktiği sağcıların emperyalizmi ile işbirliği yapınca, bilhassa 1947 yılından itibaren Yunan kamuoyu Kıbrıs meselesinin üstüne düşmeye başladı 1947 yılı başka bir sebepten de Yunanistan için mühim bir gelişme yılı olmuştu II Dünya Savaşı'nın yenilmiş devletlerinden İtalya ile 10 Şubat 1947 de Paris'te imzalanan barış antlaşması ile İtalya, 1911-12 de Osmanlı Devleti'nden işgal etmiş olduğu On İki Ada'yı Yunanistan'a verdi Bu hadise Yunan Megalo İdea'sı için kışkırtıcı bir unsur oldu Zira, On İki Ada'yı alan Yunanistan ve Yunan kamuoyu şimdi gözlerini Kıbrıs'a çevirmeye başladı Bu durum, sorumlu veya sorumsuz, resmi veya gayrı resmi, herkes tarafından çeşitli amaçlara alet edilince, mesele günden güne şiddetlenen bir gelişme gösterdi
Kıbrıs adasında 120 bin Türkün bulunması dolayısiyle, Yunanlıların Enosis davası tabiatiyle Türkiye'yi yakından ilgilendirdi Onun içindir ki, Türk basını ve kamuoyu 1947 yılından itibaren Kıbrıs gelişmelerine karşı yakın bir ilgi göstermiş ve Türk Hükümeti'nin devamlı olarak dikkatini çekmekten kaçınmamıştır Buna karşılık Türk Hükümeti, 1955 yazına kadar, denebilir ki, meseleye adeta sırt çevirmiştir Böyle bir davranışın 1952 yılına kadar olan sebeplerini izah etmek belki güç değildir Çünkü bu yıla gelinceye kadar Türkiye için en önemli dava, Sovyet ve komünist emparyalizmine karşı güvenliğini garanti altına almaktı Lakin 1952 Şubatında Türkiye NATO'ya katıldıktan sonra, Türkiye'nin bu hayati davası gayet tatmin edici bir çözüm yoluna ulaşmış olmaktaydı ve dolayısiyle Türkiye için bu davanın üstüne düşme imkanı mevcuttu Fakat, Türk Hükümeti'nin 1954'e kadar olan ilgisizliğini de bir dereceye kadar izah imkanı mevcuttur Çünkü, 1952-1954 arasında Yunanistan'ın, Kıbrıs'ın kendisine terki için İngiltere nezdinde yaptığı her teşebbüs İngiltere tarafından reddedilmiş ve İngiltere adanın statükosunu değiştirmiyeceğini daima tekrar etmiştir Fakat bu olayın önemli tarafı şuydu ki, Yunanistan İngiltere'ye resmen başvurup adayı istiyordu Şu halde, bunun Türk Hükümeti için bir şey ifade etmesi gerekirdi Aksine, Türk Hükümeti, bütün bu gerçeklere gözlerini kapayarak, Yunanistanla Balkan İttifakını gerçekleştirmeye çok daha fazla önem vermiştir Balkan Paktı'nın gerçekleşmesini önleyebilecek herhangi bir engelin çıkmasından Türk Hükümetinin adeta korktuğu görülmüştür
Türk Hükümeti Balkan İttifakını gerçekleştirdi Lakin, Yunanistan daha ertesi günden itibaren, Kıbrıs meselesi vasıtasiyle bu ittifakı geri plana atmak istediğini açıkça gösterdi Balkan İttifakı 9 Ağustos 1954 de imzalandı Fakat 16 Ağustos 1954 günü Yunanistan Birleşmiş Milletlere resmen başvurup, İngiltere'den şikayet etmiş ve ada halkına self- determination yani kendi mukadderatını kendisinin tayin hakkının verilmesini istemiştir Bu haktan kasdedilen ise, adanın rum halkına, kendilerini Yunanistan'a katma yetkisinin verilmesinden başka bir şey değildi Birleşmiş Milletler 1954Eylülünde meseleyi ele aldı, fakat meseleyi inceleyip bir karar vermeyi reddetti
Yunanistan'ın Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletlere getirmesimeselenin milletlerarası plana intikal ettirilmesi demekti Böyle olunca, Türkiye'nin de mesele içine girmesi gerekirdi Gerçekte, Birleşmiş Milletler müzakerelerinde Türkiye de meseleye karıştı Lakin kendi haklarını açık ve kesin bir şekilde belirtmek ve savunmak için değil, fakat meselenin bir an önce kapanması ve büyümemesi için Türk Hükümetine göre, adanın statükosunun korunması, Doğu Akdeniz'deki genel barış düzeni için olduğu kadar, ilgili tarafların menfaatleri bakımından da faydalı ve gerekliydi Türkiye adanın İngiltere'nin elinde kalması taraftarıydı
Birleşmiş Milletlerin 1954 Aralık ayında, Kıbrıs meselesini görüşmeme kararı Türk Hükümet Başkanını o kadar hoşnut bırakmıştı ki, Başbakan Menderes, 18 Aralık 1954 de verdiği bir demeçte, "Bu mesele tamamiyle kapandığı için artık müttefikimiz Yunanistan ile aramızdaki dostluğun hatta gölgelenmemesine dikkat ve itina göstermek zamanı gelmiş bulunuyor" demiştir
Olaylar, Türk Hükümet Başkanı'nın, meselenin artık kapandığı ve Türk-Yunan ittifakının titizlikle korunması gerektiği hususundaki inancını yalanlamıştır Yunanistan şimdi meselenin üstüne daha fazla düşmeye başlamış ve işin kötüsü de adada tethişçiliği kışkırtma ve bu tethişçiliğe yardım etme yoluna gitmiştir Adada olayların bir buhran haline gelmesi üzerine, İngiltere Hükümeti, meseleyi görüşmek üzere Türkiye ve Yunanistan'ı, 29 Ağustos 1955 de Londra'da toplanacak bir konferansa davet etmiştir Bu suretle Türkiye, İngiltere tarafından Kıbrıs meselesinin içine ister istemez çekilmiş oluyordu Tabiatiyle, bunda İngiltere'nin bir taktiği de vardı İngiltere, Yunanistan karşışında yalnız kalmamak için, Türkiye'yi de Yunanistan'ın karşısına çıkarıyordu
Londra Konferansı müsbet bir netice vermeden 7 Eylülde dağıldı İngiltere, Yunanistan'ın isteklerine bir miktar taviz olmak üzere, adaya muhtariyet vermeyi teklif etti İngiltere'nin Yunanistan lehine gösterdiği bu durum değişikliğine rağmen, Türkiye statükonun korunmasında ısrar etti Yunanistan ise, sef-determination'da, yani adanın kendisine katılmasında dayattı
Bu durum karşısında İngiltere, kendi görüşünü yürütmek üzere, 1955 yılı sonundan itibaren adaya muhtariyet vermek üzere hazırlıklara başladı Bu ise Türkiye'nin savunduğu görüşün aleyhine bir dönüştü Bunun için 1956 yılının başında yine statüko üzerinde ısrar eden Türkiye, İngiltere'nin muhtariyet konusundaki kesin kararı karşısında, bu olup-bittiyi kabul ile, o da muhtariyete bir eğilim gösterdi ve muhtariyet rejimi içinde Kıbrıs Türklerinin hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alacak olan kendi muhtariyet tekliflerini İngiltere'ye bildirdi
Bu arada 1956 yılının başından itibaren Kıbrıs'ta rum tethişçiliği günden güne şiddetini arttırıyordu İngiltere'yi muhtariyete götüren sebeplerden biri de bu tethişçilik faaliyeti ve bunun Yunanistan tarafından da beslenmesiydi Bunun için, İngiltere 1956 Temmuzunda Lord Radcliffe'i Kıbrıs için bir anayasa hazırlamakla görevlendirdi Lord Radcliffe; Kıbrıstaki incelemelerinden sonra hazırladığı muhtariyet anayasası raporunu, 12 Kasım 1956 da İngiltere Sömürgeler Bakanlığına sundu
Radcliffe raporu üzerine, İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd 19 Aralık 1956 da Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmada, İngiltere Hükümeti'nin bu rapordaki anayasa tekliflerini aynen kabul ettiğini belirttikten sonra şöyle diyordu: "İngiliz Hükümeti, Kıbrıstaki gibi gayet karışık bir ahali için self-determination hakkının tatbiki için, muhtelif hal çareleri arasına, Ada'nın taksimi hususunun da ithal edilmesi gerektiğini kabul etmektedir
İngiltere'nin, bu şekilde, Kıbrısta iki ayrı toplumun varlığını kabul ile, self-determination hakkını her iki toplum için de ayrı ayrı tanınması gerektiğini, yani adanın taksiminin de bir çözüm yolu olarak ele alınabileceğini söylemesi, Türk Hükümetini bundan sonra, taksim tezi üzerinde ısrara götürmüştür Lennox Boyd'un sözlerindeki adanın taksimini öngören kısımları, Türk Hükümeti, meselenin nihai şekilde çözümünü sağlıyabilecek bir "hareket noktası" saymış ve taksim tezine bağlanmıştır
İngiltere taksim'i de bir çözüm yolu olarak göstermekle beraber, bağlandığı esas görüş bu değildi İngiltere, esas itibariyle muhtariyet fikrine bağlanmış, fakat belirli bir süre devam edecek olan muhtariyetten sonra, kesin çözüm yoluna gidildiği takdirde, taksimin bu çözüm yollarından biri olabileceğini belirtmişti Halbuki Türkiye, uzun yollara gitmeden, meselenin en kısa yoldan çözümü için taksim'i hemen gerçekleştirmek istemiştir Öte yandan, Türk kamuoyu, bu sırada meselenin başındanberi benimsemiş olduğu görüşte ısrar ediyordu Bu da, ya adada statükonun devamı, yani adanın İngiltere'nin elinde kalması, veya, eğer İngiltere çekilecekse, adanın gerçek ve eski sahibi Türkiyeye iade edilmesiydi Bu sebepten ötürü, Türk Hükümeti 1956 yılı sonunda taksim tezini kabul ettikten sonra, 1957 yılında, bu tezi bir yandan Türk kamuoyuna benimsetmek, bir yandan da İngiltere ve Yunanistan'a kabul ettirmek için uğraşmıştır Türk Hükümeti, yeni tezini Türk kamuoyuna benimsetmede başarı kazanmış ve 1958 yılında bütün Türkiye'nin sesi, "Ya Taksim! Ya Ölüm!" olmuştur
Bu arada Yunanistan Kıbrıs meselesini her yıl Birleşmiş Milletlere götürmekten geri kalmamıştır Birleşmiş Milletler ise bu dikenli meselede kesin bir formül kararı almaktan kaçınmış ve meselenin Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında müzakere yolu ile çözümlenmesi fikrini benimsemiştir
1958 yılında; tethişçiliğin şiddetlenmesi dolayısiyle, gerek Kıbrısta durum adamakıllı kötüleşmiş, gerek Türk-Yunan ve Yunan-İngiliz münasebetleri gerginleşmiştir Bu durum tabiatiyle Türk-İngiliz münasebetleri üzerinde de etkisiz kalmamıştır Bu ise, NATO'nun Doğu Akdeniz'deki sağ kanadını etkilemiştir Bundan dolayı, bir yandan Birleşik Amerika'nın, bir yandan da NATO'nun aracılık ve baskıları ile, Türkiye ile Yunanistan ikili müzakerelere girişmişler ve iki devletin başbakanları arasında 5-11 Şubat 1959 da Zürich'de yapılan görüşmelerde bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmasına karar verilerek, bu bağımsız devlet içinde Krbrıs Türk Toplumu'nun hürriyet ve yaşama haklarını garanti altına alan anayasa esasları ile, diğer ilgili anlaşmalar tesbit edilmiştir Bu anlaşmalar, 19 Şubat 1959 da Londra'da, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından imza edilmiştir
Zürich ve Londra Anlaşmaları, bağımsız Kıbrıs ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında organik münasebetler ve bağlar kurmaktaydı Bu anlaşmaların biri Garanti Antlaşması olup, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının ayrılmaz bir parçasını teşkil eden bu antlaşmaya göre, Kıbrıs Cumhuriyeti, Anayasa düzenini bütün ayrıntıları ile korumayı taahhüt ediyordu Eğer bu anayasa düzeni bozulacak olursa, bu düzeni tekrar yerleştirmek için gerekli tedbirler konusunda, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, birbirlerine danışacaklar ve alınacak tedbirler konusunda bir anlaşma olmaz da anayasa düzeni bozulmuş olmakta devam ederse, üç devletten herbiri, anayasa düzenini yerleştirmek için, tek başına müdahale hakkına sahip olacaktı
Yine Anayasa'nın ayrılmaz parçasını teşkil eden İttifak Antlaşması'na göre, Yunanistan Kıbrıs'da 950 kişilik bir askeri kuvvet ve Türkiye de 650 kişilik bir askeri kuvvet bulundurmak hakkına sahiptirler
Nihayet, bu anlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti için enonis ve taksim yasaklanıyordu
Bu esaslar çerçevesi içinde hazırlanan Kıbrıs Anayasası 16 Ağustos 1960 da yürürlüğe girerek Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur Fakat bu Cumhuriyet 21 Aralık 1963 tarihine kadar devam edecektir
Türkiye'nin NATO'ya Katılması
1945-1946 yıllarında Sovyetlerin bir yandan Türkiye'nin doğu Anadolu topraklarını resmen istemesi ve öte yandan da Boğazlara yerleşmek hususundaki isteklerini resmen açıklaması, Türkiye Cumhuriyetini, Milli Mücadeledenberi en kritik safhaya sokmakta idi Egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşı yönelen bu tehlike karşısında Türkiye; Sovyet Rusya karşısında gerçekten bir denge unsuru olabilecek bir kuvvete dayanmak ve böyle bir kuvvetin ittifakını elde etmek zorunda bulunuyordu Bu kuvvet hangisi olabilirdi?
Rus tehlikesine karşı Osmanlı Devleti 1818'e kadar İngiltereye dayanmış ve Rusya'nın Akdeniz'e sarkarak kendi imparatorluğunu tehdit etmesi karşısında da İngiltere Osmanlı Devletini desteklemeyi kendi menfaatleri için yararlı bulmuştu Fakat Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasını mukadder sayan İngiltere, yine Rus tehlikesine karşı, bu imparatorluğun parçalanması ve yerine kendisine bağlı devletler kurulması yoluna gidince, Osmanlı Devleti de İngiltereden boşalan yere Almanya'yı oturtmayı zorunlu görmüştü Osmanlı Devleti'nin 1878'den sonra izlediği bu politika kendisini yıkıntıdan kurtaramadı, Milli Mücadele sırasında İngiltere bu sefer hayati bir tehlike olarak ortaya çıkınca, Türkiye, aynı menfaatlere sahip Sovyet Rusyaya dayanma yoluna gitmişti Fakat Akdeniz'de İtalyan tehdidinin belirmesi karşısında, Türkiye ile İngiltere tekrar birleşmişlerdi Bununla beraber Türkiye, Sovyet Rusyayı dış politikasının bir unsuru olarak muhafazaya da özel bir dikkat göstermişti Lakin 1939'un şartları Rus emperyalizmini tekrar canlandırınca, Türkiye ile Sovyet Rusya'nın yolları tekrar birbirinden ayrıldı ve Türkiye Batılılar yanında yer aldı Fakat daha savaşın ortalarından itibaren Türkiye şunu açık olarak gördü ki, Mihver savaşı kaybedecektir ve özellikle Almanya'nın yenilgisi Avrupa dengesinde büyük bir boşluk eydana getirecektir Bu boşluktan da Sovyet Rusya yararlanacaktır Yenilmiş olan Fransa ie, savaşın ağır zahmetleri ile yıpranan İngiltere bu dengeyi kurabilirler miydi? Türkiye unu, grçekleşebilecek bir ihtimal olarak görmedi Şu halde Sovyet emperyalizmi ve bu emperyalizmin kendisine yönelen tehdit ve tehlikeleri karşısında Türkiye için en iyi yol, ovyet Rusya'dan çok daha güçlü bulunan Birleşik Amerikaya dayanmaktı İşte savaşın son ıllarından itibaren Türk dış politikasının yöneldiği doğrultu bu olmuştur
Türkiye Birleşik Amerika'nın ittifakını aramakla beraber, genel oarak ittifaklar ve özellikle kili ittifaklar Birleşik Amerika'nın bir dış politika prensibi değildi 1947 Truman Doktrini; Sovyet tehlikesi
karşısında Birleşik Amerika'nın Türkiyeyi kendi haline bırakmıyacağını göstermişti Lakin bu yeterli değildi Fiili garanti, Türkiyenin güvenliği bakımından sahip olunması gereken asgari zorunlu unsurdu
4 Nisan 1949 da NATO'nun kurulması ve bu ittifak sistemi ile Birleşik Amerika'nın kolektif ittifak sistemini benimsemesi, şüphe yok ki, en fazla Türkiye için ferahlatıcı olmuştur Bunun için Türkiye, kurulduğu günden itibaren bu ittifak sistemine katılıp, Birleşik Amerika'nın ittifakına sahip olmak için çaba harcamıştır Bu çabaların olumlu sonuç vermesi, Türkiye bakımından sıkıntılı geçen birkaç yılı aldı İlgi çekici bir nokta da, Türkiye'nin NATO'ya katılmasına Birleşik Amerika'nın itirazı olmadığı halde, NATO'nun küçük üyeleri ile İngiltere, bu işe en fazla itiraz edenlerin başında geldi Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi küçük devletler, Sovyet tehdidine en fazla ve en ağır şekilde maruz bulunan Türkiye'nin NATO'ya katılması halinde, Sovyetlerin buna sert bir tepki göstererek, hemen bir savaş yoluna gitmesinden korktular Bu devletler, NATO'yu bir güvenlik supabı olarak görmekteydiler Yoksa Sovyet Rusyaya karşı hemen savaşa girebilecek bir ittifak sistemi olarak almak istemediler Bu devletlerin bu itirazı, Türkiye'nin NATO'ya katılmasında geciktirici bir faktör olmuştur
İngiltere'nin itirazı ise bambaşka bir sebepten doğmaktaydı İngiltere 1947 yılından itibaren, Truman Doktrini ile Amerika'nın ilgisini Doğu Akdeniz bölgesine çektikten ve bu bölgenin güvenliği sorumluluğunu Amerika'nın sırtına yükledikten sonra, Orta Doğudaki sömürgecilik hevesine yeniden hız verdi İngiltere özellikle Süveyş'ten çekilmek istemiyordu Halbuki Mısır ise, tam bağımsızlığına kavuşabilmek için, daha 1945'den itibaren İngiltere nezdinde teşebbüste bulunup, bir an önce Süveyş'ten çekilmesini istedi İki devlet arasında bu konuda müzakereler başladı Gerçekten İngilterenin Süveyş'ten çekilmek istemeyişinin bir sebebi de, Orta Doğu üzerindeki Sovyet tehdidi idi Fakat İngiltere aynı zamanda petroller dolayısiyle, Orta Doğu'da tekrar yerleşmek de istiyordu
Süveyş konusundaki İngiliz-Mısır görüşmeleri tartışmalı bir şekilde devam ederken, Türkiye de NATO'ya katılmak için ısrar etmekteydi İngiltere, önce, Türkiye'nin güvenlik endişeleri ile kendisinin Süveyş menfaatlerini birleştirerek, Orta Doğu'da bir savunma sistemi kurmak istedi Mısırın da katılacağı bu savunma sistemi içinde, İngiltere Süveyş'te kalma yetkisini elde edecekti Halbuki, Türkiye bakımından mühim olan, Birleşik Amerika'nın fiili garantisini, yani Amerika'nın ittifakını elde etmekti Bu sebeple, Türkiye, Orta Doğu savunma sistemine katılmakla beraber NATO üyeliği üzerinde ısrar edince, İngiltere, 1951 Temmuzunda, Orta Doğu Savunma Sistemine katılması şartiyle, Türkiye'nin NATO üyeliğini desteklemeye karar verdi
Öte yandan, 25 Haziran 1950 de patlak veren Kore Savaşıa Türkiye, Birleşmiş Milletler emrine bir tugaylık bir kuvvet vermek suretiyle, en geniş ve en aktif bir şekilde katılan bir kaç devletten biri oldu Kore savaşlarında Türk askerinin gösterdiği kahramanlık ve mücadele azmi, her türlü övgünün üstündeydi Kore'de Türk askeri Türk Milletinin savaş değerini belirgin bir şekilde ispat ettiği için, Türkiye'nin NATO üyeliğine yapılan itirazlar da bertaraf edilmiş oldu Görüldü ki, Türkiye'nin NATO'ya katılması ancak bir kazanç teşkil edecekti Bu sebeple, 1951 Eylülünde Ottowa'da toplanan NATO Bakanlar Konseyi, 21 Eylül 1951 de yayınladığı bildiride, Türkiye ile Yunanistan'ı da NATO'ya katılmaya davet etmeye karar verdiğini açıkladı
Bu karar üzerine, İngiltere Orta Doğu savunma sistemini kurma çabalarını hızlandırdı 13 Ekim 1951 de, Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa ve Türkiye, bir Orta Doğu Müttefik Komutanlığı kurulması hususunda Mısır'a teklifte bulundular
Teklife göre, bu komutanlığa Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika Birliği de katılacak ve Süveyş Kanalı'nda bulunacak askeri kuvvetler, bu komutanlık emrinde olacaktı Bu teklifi, İngiltere'nin Süveyş'ten çekilmemek için bulduğu yeni bir kombinezon olarak gören Mısır, 17 Ekimde teklifi reddetti İngiltere Süveyş konusundaki tasarısını gerçekleştirememişti Bunun üzerine NATO Konseyi, aynı gün Londra'da imzaladığı bir protokol ile, Türkiye ve Yunanistanın NATO'ya katılmalarını kabul etti
Türkiye Büyük Millet Meclisi de, 19 Şubat 1952 de, Türkiye'nin NATO'ya katılmasına karar verdi Bu şekilde Türkiye Sovyet tehdidine karşı, sadece Birleşik Amerika'nın değil, diğer 13 ülkenin de ittifakını elde etmek suretiyle güvenliğini sağlamış olmaktaydı Bu yeni gelişme ile, Türkiye şimdi Birleşik Amerika'yı, güvenliğinin, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünün korunmasında temel bir unsur olarak almış oluyordu
Türkiye'nin NATO'ya üye olmak için gösterdiği faaliyet, daha başlangıçtan itibaren Sovyet Rusya'yı rahatsız etmiş ve bilhassa 1951 yılı sonbaharından itibaren Türkiye'nin NATO'ya katılma kararını önlemek için her türlü çabayı harcamıştır Türkiye ise, Sovyet Rusya'nın yapmış olduğu bu baskılara boyun eğmemiş ve hatta NATO'ya girmek isteyişinin esas sebebinin, Sovyetlerin Türkiyeye yönelttiği tehditler olduğunu belirtmekten de kaçınmamıştır
Türkiye'nin NATO üyeliği, Stalin'in 5 Mart 1953 de ölümünden sonra Sovyetleri daha da rahatsız etmiştir Bu sebeple, yeni Sovyet liderliği, 30 Mayıs 1953 de yaptığı bir açıklamada, Türkiye'den toprak talebinde bulunmaktan ve Boğazların ortak savunması hakkındaki görüşlerinden vazgeçtiklerini ifade etmişlerdir Mamafih, bu bildiriden, Boğazlarda üs isteklerinden vazgeçip geçmedikleri de kesinlikle anlaşılamamıştır Bu sebeple, Yeni Sovyet liderliğinin Türkiye hakkındaki bu yeni tutumu, Türkiye'de bir güven duygusu yaratmaktan çok uzak kalmıştır Türkiye'nin Sovyetlere karşı duyduğu bu güvensizlik, bundan sonra, bilhassa Orta Doğu buhranları dolayısıyla daha da artacak ve Türk-Sovyet münasebetleri peşpeşe buhranlar ve gerginlikler içine girecektir
__________________
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Ey ŞaiR! Bana Yağmurdan bahsetme, yağdır
|