Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #16 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıBİLYEGÖZ Develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken, yani çok, ama çok eskiden, Kafdağı yamaçlarına kurulu bir memleket varmış Her yanında dereler çağlar, pınarlar ağlarmış o memleketin Zümrüt gibi uzanan kırları, binbir yemişle dolu meyve bahçeleri görülmeğe değermiş Kral Bilyegöz hüküm sürermiş orada Doğru su garip bir adammış kral Sarayından çıkıp gezmez, karısı ve biricik kızından başka kimseyle konuşmazmış Sinirli sinirli dolaşır, bilye gibi küçük gözlerini sağa sola çevirerek anlaşılmaz sözler söylermiş Diken üstünde oturuyor gibi rahat sız ve mutsuzmuş Kimse yüzünün güldüğünü görmezmiş Yüreğinde öylesine büyük bir hastalık varmış ki; onu hiçbir hekimin tedavi etmesi mümkün değilmiş Çünkü "altın hastalığı" denilen garip bir derde tutulmuş Kral Aklı fikri daima altınlarda imiş Zamanlı zamansız kalkar, bodruma iner, hazinelerini kontrol edip, saatlerce orada durur da zamanın nasıl geçtiğini fark etmezmiş Kocaman avuçlarına altınlarını doldurur, onları çocuğunu sever gibi öpüp okşar, bıkmadan usanmadan defalarca sayarmış Karısı ve kızı onun bu haline çok üzülür, bazı günler ona: " Siz bu ülkenin kralısınız Her türlü zenginliğe sahip kudretli bir insansınız Altınlara karşı böyle hastalık derecesine varan ilginiz bir felakete sebep olabilir Hiç olmazsa bazı günler sarayın bahçesine inip açık havada dolaşın Bir çiçek cennetini andıran bahçenizde gezerseniz belki gönlünüz aydınlanır" derlermiş Kral Bilyegöz gülüp geçermiş onlara Sözleri bir kulağından girer,öbüründen çıkarmış Bir sabah erkenden uyanmış Pencereyi açıp dışarı bakmış Çiçek açmış ağaçların yanında yemyeşil uzanan setlere çiğ yağdığını görmüş Her şey öylesine güzel ve iç açıcıymış ki Kral Bilyegöz bir lahza altınlarını unutup bahçeye çıkmayı düşünmüş Karşıdaki nar ağacı üzerinde öten bülbül onu hayata çağırıyor gibiymiş Süratle giyinip kapıya yürümüş Ayakları altında gıcır gıcır sesler çıkaran mermer salonları hızla geçmiş Merdivenleri inip çıkış kapısına yönelmiş Birden yüreğini kaplayan o hain hastalık ses vermiş: "Dur, bahçeye çıkma! Çıkacaksan bile altınlarını yanına al" diyormuş bu ses Bilyegöz bu sesi susturamayacağını anlayınca hemen dönüp hazinelerinin bulunduğu mahzene koşmuş Kalın ve ağır kapıları bir bir açıp altınlarına erişmiş Koltuğuna sığabilen, içi mücevher dolu işlemeli bir kutuyu kapıp çıkmış Az sonra güneşin yavaş yavaş ısıtmağa başladığı o muhteşem bahçenin içine girmiş Çiçek tarhlarının, gül fidanlarının, lale setlerinin arasında dolaşmağa başlamış Uzun bir süre gezinmiş Fakat gördüğü bunca güzellik bile ona altınlarını unutturamamış Bahçenin kenarında toprağa oturup mücevher kutusunu açmış Göz kamaştırıcı bir aydınlıkla parıldamış altınlar, inciler Bilyegöz kıymetli taşlarla süslü mavi gerdanlıkları, zümrüt yeşili mercanları ve çil çil altınları seviyor, okşuyor, onlarla bir çocuk gibi oynuyormuş Birden dalıp gittiği o garip alemden uyanmış Hemen arkasında bir çıtırtı duymuş Korkuyla dönüp bakmış Elbiseleri yamalı, pabuçları eski, boynu bükük bir zavallı adam duru yormuş karşısında Ellerini birbirine kavuşturmuş, çatlak dudaklarını büzmüş adam Yüzünde koca bir çaresizlik, yoksulluk ve gariplik okunuyormuş Saygıdeğer kralım, diye başlamış söze Sizinle karşılaşmam Allah'ın bir lütfu bana Yoksulluk içinde kıvranan zavallı bir insanım ben Karım ve çocuklarımın boğazına günlerdir bir lokma ekmek girmedi Bana yardım eder, fazla değil bir altın bağışlarsanız ömür boyu duacınız olurum Ne o!ur boş çevirmeyin beni Kral Bilyegöz şaşkınlıkla bakmış dilenciye Altın sözünü duyunca mücevher kutusuna sıkıca sarılmış Hayır! diye bağırmış Sana hiç bir şey veremem! Dilenci duyduklarına inanmak istemiyormuş: Lütfen demiş, bir tek altından ne çıkar O sizin için bir kıymet ifade etmez ama beni ve çocuklarımı açlıktan kurtarır Lütfen Kral Bilyegöz belki her şeyi yapsa bile bu işi yapamaz, hiç kimseye bir gram ağırlığında bile olsa altın veremezmiş İyice sinirlenmeye başlamış Küçük gözlerine tiksinti ve nefret dolmuş Defolup git başımdan Beni rahat bırak, altınlarıma göz dikme Bir tane bile olsun vermem Anladın mı pis dilenci! diye haykırmış Zavallı dilenci ümitlerini yitirivermiş Anlamış ki bu cimri kral asla kendisine yardım etmeyecek Yüreği acıyla sızlamış, gözlerinden bir kaç damla yaş yuvarlanmış yere Gönlünün derinliklerinden kopup gelen bir sesle garip bir dua etmişDaha doğrusu bir beddua İnşallah tuttuğunuz her şey altın olur kralım! Neye elinizi uzatırsanız altın olsun demiş Sonra da ardına dönüp, aksayan adımlarla çekip gitmiş Kral Bilyegöz dilencinin sözleri karşısında bir an şaşkınlığa uğramış Sonra gülüp geçerek "pis adamlar" diye mırıldanmış "Bütün işleri dilencilik Çalışıp kazanmayı hiç düşünmez bunlar" Kralın düşünceleri doğru değilmiş Yeryüzünde nice fakir ve yoksul insan varmış Çalışamayacak durumda olan, hasta, sakat ve hakikaten çaresiz nice insan Aslında zenginler onlara yardım ellerini uzatmalı, kardeşçe, insanca yaşamanın çarelerini aramalı imişler Mücevher kutusunu kucaklayıp ayağa kalkmış kral Geldiği yöne doğru ilerlemiş Birden gözüne ilişen kıpkırmızı bir gül görmüş Onu kopararak, biricik kızına götürmek istemiş Uzanıp almış O da ne? Dalından koparılan gül bir lahza da som altın haline gelivermemiş mi?! Yaprağı, dikenleri, sapı som altın bir gül Kral Bilyegöz'ün gözleri şaşkınlıkla büyümüş İkinci bir güle uzanmış; yine aynı şey oluvermiş, o da altın haline dönüşmüş Sevinmiş Bilyegöz Sınırsız bir coşkuya kapılmış Yaşasın diye haykırmış Her tuttuğum altın oluyor artık Heyecanla koşmuş sarayına Hizmetçilerden bir bardak su istemiş Getirmişler Bilyegöz bar dağı eline aldığında onun da altın haline geldiğini görmüş Artık elini neye uzatsa; bardak, çatal, kaşık, havlu, sabun hatta ekmek, her şey altın oluyor, bir anda külçeleşiyormuş Bilyegöz'ün sevinci azalmaya başlamış İçi ne kıpır kıpır bir huzursuzluk dolmuş Tahtına kurulu düşünürken biricik kızı içeri girmiş Onu görünce olanları unutup kızına doğru yürümüş Gel bakalım küçük kraliçem, babana sarıl şöyle, demiş Kollarını uzatmış, kızının omuzlarından tut muş İşte asıl korkunç felaket o zaman görülmüş Eli değer değmez sevgili kızı, altın bir heykel hali ne dönüşmüş Altın bir heykel, cansız, kaskatı ve soğuk Kral Bilyegöz beyninden vurulmuşa dönmüş Şaşkın gözlerle çevresine bakıyormuş Hizmetçiler de neye uğradıklarını bilememişler, birer köşeye saklanıp beklemişler Artık kimse yaklaşamıyormuş krala Korkunç felaketler yağdırıyormuş çevresine Neye dokunsa altın oluyormuş Karısı ise ağlayıp duruyor: Bu felaket senin o uğursuz altın hasta lığın yüzünden geldi başımıza Kızımı yok ettin, diye feryat ediyormuş Kral Bilyegöz perişan olmuş, bütün dünyası kararmış Artık altınlarını hiç sevmiyormuş Onların sarı, pırıltılar saçan soğuk görünümlerine düşman olmuş Elini bir yere sürmekten korkuyor, deli gibi dolanıp duruyormuş Ülke halkı olanları duymuş Çaresiz ve yoksul insanlar gizlice seviniyor, "O bunu hak etmişti" diyorlarmış Bilyegöz yaptıklarına pişman olmuş Gece sabahlara kadar uyumuyor, bu korkunç felaketten kurtulmak için yüce Allah'a dualar ediyormuş Artık kendini bir tek kuruşu bile olmayan zavallı fakirlerden bile güçsüz, perişan ve yoksul kabul ediyormuş Elini sürdüğü her şeyin kaskatı altın kesildiği bir dünyada yaşamaktansa, ölüp gitmek daha iyiymiş Düşünüp taşınmış Ülkesindeki bilginleri sarayına çağırıp onlarla konuşmuş Bu işe bir çare bulmalarını istemiş Sonunda yaşlı bir bilgin sözü almış: Bu, demiş, sizin altın hastalığınıza verilmiş ilahi bir cezadır Artık samimi bir gönülle günahınıza tövbe edip, Allah'tan af dileyip, bundan sonra çok cömert bir insan olacağınıza söz vermeniz gerekir Eğer bunu yapar, sözünüzde durursanız, kurtulursunuz Şimdi ülkemizin yüce dağlarından doğup sarayınızın yakınından geçen "Huzur Nehri"ne gidiniz O suya girip abdest alınız Yüreğinizdeki kötülükleri yıkayınız Belki o zaman eski durumunuza dönersiniz Kızınız da yeniden dirilebilir, demiş Kral son bir çare diye, hemen "Huzur Nehri"ne koşmuş Yaşlı bilginin tarif ettiği gibi ab dest alıp yıkanmış Sonra ellerini açıp Allah'a, kendisini affetmesi için dua etmiş Duası bittikten sonra yakınında bulunan bir ağacın dalını tutmuş Tuttuğu dalın altın haline gelmediğini görünce, sevincinden kendini tutamayıp "Yaşasın, yaşasın, kurtuldum artık" diye haykırmağa başlamış İyice emin olmak için, elini başka şeylere uzatmış Gerçekten artık hiç biri altın olmuyormuş Yüreği aydınlanmış Bilyegöz'ün Ömründe böyle bir sevinç duymadığını düşünmüş Hemen sarayına koşup karısına müjde vermek istemiş Tam içeri girecekken bir de bakmış ki sevgili kızı dirilmiş, kendisini bekliyor Koşarak sarılmış ona Sevinçten ağlıyormuş artık Allah'ım, Allah'ım, diye mırıldanmış Sana ve milletime karşı olan görevimde kusur göstermeyeceğim Beni o korkunç altın hastalığından kurtardığın için sana ne kadar şükretsem azdır demiş Sonra bahçede kendisinden bir altın isteyen yoksulu ve ülkenin diğer fakirlerini toplayarak, onlara nice mallar, altınlar ve hediyeler dağıtmış Karısı ve kızı seviniyor, ülkenin tüm insanları bayram ediyorlarmış Her şey daha bir güzelmiş şimdi
|
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #17 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıBREMEN MIZIKACILARI
Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış " En iyisi buralardan gitmek " diye düşünmüş eşek "Bremen'de şarkıcılık yaparım Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten" Böylece bir sabah erkenden yola çıkmış Bir süre yürüdükten sonra iki büklüm bir köpekle karşılaşmış "Artık sahibime avda yardımcı olamayacak kadar yaşlandım," demiş köpek eşeğe " Sahibimde artık beni beslemiyor" Eşek gülmüş " Benimle Bremen'e gelsene şarkıcı oluruz," demiş Yola koyulmuşlarÇok geçmeden bir damın üzerinde üzgün oturan bir kedi görmüşler " Çok yaşlandım, fareler bile dalga geçiyorlar, " demiş kedi "Sen de bizimle gel" demiş eşek "Sesin hala güçlü çıkıyor, şarkı söyleriz Bremen'de" Bağıra bağıra şarkılar söyleyerek yola devam etmişler Bir çiftlik evinin yakınlarından geçerken kendi seslerinden yüksek bir sesle irkilmişler " Kuk-ku-ri-kuuuuuuuuu!Sonum geldi!" diyormuş iri bir horoz Sonra eşek, köpek ve kediye yana yakıla anlatmış: " Bu akşam sahibimin konukları gelecek Öyle hissediyorum ki beni pişirip yiyecekler" Eşek"Endişelenme, seninki gibi bir ses bize çok şey katar Haydi gel şarkıcı olalım," demiş Akşam olduğunda hepsi çok yorulmuş Bir şeyler yemek ve uyumak istiyorlarmışİlerde penceresinden ışık süzülen bir kulübe görmüşler Horoz uçup pencereden içeri bakmış "Dört soyguncu görüyorum, nefis bir sofranın başındalar," demiş "Bir planım var," demiş eşek Birbirlerinin sırtına tırmanmışlar En altta eşek, sonra köpek, onun üstünde kedi ve nihayet en tepede de horoz Pencere yaklaşıp çıkarabilecekleri en yüksek sesle bağırmaya başlamışlar "İmdaaaaaat! Bu bir hayalet!" demiş soygunculardan birisi " "Bence bir canavar!" demiş ötekisi " Bence cadılar bastı! " demiş öteki " Annemi istiyorum," demiş sonuncusu Bir kaç dakika sonra dört şarkıcımız soygunculardan kalan sofradaymışlar Geceleyin onlar uyurken soyguncular geri gelmişler Ama hayvanlar hazırlıklıymış Soyguncular içeri girer girmez, eşek "Şimdi" demiş ve saldırıya geçmişler Soyguncular bir daha hiç dönmemecesine kaçmışlar oradan Şarkıcılarımız da bu sevimli küçük kulübeye yerleşmişler Bremen'e gitmeyi de bir süre ertelemişler, ama her gün şarkı söylemeyi unutmuyorlarmışEğer bir gün onları dinleme şansınız olursa, Bremen sakinlerinin ne büyük bir tehlike atlattıklarını anlamanız güç olmaz |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #18 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıBUHUR DAĞI İLE KINALI CEYLAN
Bir varmış, bir yokmuş Bir vakitler, herkeslerin türlü savaşlardan sonra terkettiği bir viran şehrin yanında, bir dağ varmış Bahar geldiğinde, eteklerine dağılmış binlerce kocayemiş, ıhlamur, amber ve mersin ağaçlarından yayılan baş döndürücü koku, tüm şehri tütsülermişBu yüzden halk, Buhur Dağı ismini vermiş ona eskiden Dağ onca ağacına, çiçeğine, suyuna, taşına rağmen çok yalnızmış Gün geceye durduğunda, gökyüzüne bakar, gördüğü her yıldıza bir türkü söylermiş Efkarından pınarları ağlar, toprağı sızım sızım sızlarmış İstermiş ki rüyaları gerçek olsun, gönlüne göre bir yareni olsun, koynunda uyuyup koynunda uyansın, dağ daha bir dağ olsun, sevda daha bir sevda olsun Yine öyle gecelerden bir gece, kaldırmış başını göğe, haykırıyormuş türküsünü ki; birden, bir hışırtı duymuş Bakmış ki güzeller güzeli kınalı bir ceylan durur karşısında Durur da öylece süzer nazlı gözlerini ona doğruBuhur Dağı'nın kalbine kor ateşler düşmüş, heyecanla sarsılmış gövdesiDile gelmiş de seslenmiş bir bakışta vurulduğu Kınalı Ceylan'a "İşte nicedir beklediğim, nicedir düşlediğim yarim geldi, umudum, ışığım, sevincim geldi, hoş geldi Yaklaş maralım, daha da yaklaş ki yakından göreyim güzelliğini" Ceylan ürkek, ceylan telaşlı, ardına bile bakmadan, seke seke gözden kaybolmuş sessizce Sinmiş uzaktaki bir ağacın gölgesine, derdini dillendirmiş kendince: "Sesini duydum uzak diyarlardan, yaktığın türkülerde anlattığın bendim koca dağ, Buhur Dağı! Sesine sevdalandım da buldum seni, yüreğine sevdalandım da sevdim seni Ne var ki ben bir yaralı ceylan, sana ne hayrım olur ki, sana verecek neyim var ki Geldim, gördüm, bildim seniFakat benim daha gidecek yolum, çekecek çilem var" Rüzgarlar Kınalı Ceylan'ın sedasını taşıdığında Buhur Dağı'na, kara bulutlar çökmüş zirvesine Dağ öfkeli, dağ kırgın, adeta kükrer gibi söylemiş meramını: "Duydum seni kınalım, duydum da duymasına, hem kendini gösterir hem de neden kaçarsın? Her gece seni söyledim ezgilerimde, seni yazdım gökyüzüne Uçan kuşun kanadında, çağlayan nehirlerin nefesinde, tan yerinde şavkıyan seherlerde, yağmurların buğusunda aradım izini Önce bana görün, sonra bırak git diye mi? Hemen şimdi dönesin bana geri, ya da ilelebet kanasın yaran; öyle ki kımıldayamayasın, öyle ki bir yudum su içmeye kalkamayasın çöküp kaldığın yerden!" Ceylanın küçücük yüreği burkulmuş acıyla Korka korka dağın hışmından, seslenmiş ona titreyen sesiyle: "Nedir bu hiddetin, feryadın? Nedir bu halden sual etmez gazabın? 'Zaman' dedikleri bir ilaç varmış, ben daha yollara düşüp onu bulacağım, yaramı onunla sarıp bekleyeceğim iyileşmeyi Sende kalırsam şu halimle; sana acıdan, tasadan başka bir şey veremem Sen bir yüce dağsın, sabır taşlarıyla döşeli bayırların Beni sen de anlamazsan, kimler anlasın?" Dağ küsmüş, ceylan boynu bükük; vurmuş kendini yollara Bağrında Buhur Dağı'nın hasreti, vuslata ömrü yetsin diye dualar ederek Yaradan'ına, gözden kaybolup, gitmiş uzaklara Buhur Dağı fısıldamış ardından: " Bekleyeceğim seni maralım, taşım üstünde taş kalmayıncaya, toprağımda tek bir ot bitmeyinceye değin" Ay güneşi, güneş ayı kovalamış durmuş, mevsimler mevsimlere, yıllar yıllara kavuşmuş Diyar diyar gezmiş ceylan, deva bildiği mahir zaman iyileştirirken yarasını, Buhur Dağı'nın içli sesi, gönlünün mabedinden bir an olsun silinmemiş Kızıl kınalı başını semaya kaldırıp da sevdasının ve sevdalısının sırrına erdiği yalnız gecelerinde, her bir yıldızdan yüreğine yansıyan ışık, yarinin kendisine adadığı türkülerinin giziymiş (Masalcı tam da öyle bir anda, sesini verivermiş masala) "Gecedir; ayrı düşmüş sevgililerin elzemi hasretleri göğsünde emziren Gecedir; tek yürekte iki taşkın nehir gibi coşan, ikiyi bir kılan, biri ikiye bölen sevdaların beşiği Ömür denilen ise ahu gözlü ceylanın kirpiğinde kanat çırpması kadar bir kelebeğin Ceylan fani, dağ fani Geldi vakti saati Düştü ceylan sevdasının, sevdalısının yollarına" Günler birbiri ardına inci gibi dizilirken, hiç durmadan koşmuş ceylan Ayaklarında dermanı kalmamış, acıkmış, susamış Bir an olsun durmamış, Buhur Dağı'nın billur ırmaklarının suyuymuş susadığı, Buhur Dağı'nın kaynağıyla besleyip büyüttüğü ağaçların yemişleriymiş acıktığı Derman, Buhur Dağı'nın koynundaymış Birbirlerini gördükleri ilk andaki kadar ışıltılı ve sakin bir gece, Kınalı Ceylan varmış yarinin eteklerine Nice soğuk iklimlerden sıcak iklimlere değin yolunu gözlediği ceylanını, gelişinden bilmiş Buhur Dağı Seslenmiş usulca: "Ey kınalım, ey güzeller güzeli ceylanım, döndün demek sonunda bana İyileşti mi yaran? Buldun mu çareni; bir su damlası gibi akıp gittiğin, bir kum tanesi gibi savrulduğun yollarda? Senin gönlümü kasıp kavuran hasretin, ehramı oldu ağaçlarımın, çiçeklerimin; tohumlar bile çatlayamadan küle döndü toprağımda Vardın geldin ama; şimdi benim sana verecek neyim var; susuzluğunu gidereceğin bir pınarım bile yok ki; kuruyup gitti hepsi, acıktıysan seni neyle doyurayım; sabır taşlarımda biten otlarla kanmazsın ki açlığına" Ceylan bitkin; tırmanırken dağın yamacına, devrilivermiş bedeni kurumuş dalların arasına, küçücük kınalı başını vurmuş kocaman bir taşa Son mecaliyle konuşmaya çalışırken, şu kelimeler dökülmüş dilinden: "Sar beni Buhur Dağı'm Sar beni yazgım olan; canım tenimden çıkmadan beni sana kavuşturan sevdan ile Toprağından kanıma aksın ölüm, kanımdan toprağına aksın dirim, hasretinle yaktığın çiçeğin, ağacın, kanımla hayat bulsun yeniden Ben sana karışayım, sende son bulup, sende doğayım Bak şu kızıl yıldız var ya; işte o benim yıldızımdır Ona söyleyerek şimdi en güzel türkünü, kollarında uyut beni güzel sesinle" Ve canını teslim etmiş ceylan oracıkta, nazlı gözleri kapanırken düşen iki damla yaş; yuvarlanıp dağın iyi yanına, iki ayrı ırmağa dönüşürken Buhur Dağı, tüm acılardan da büyük bir acıyla öyle sarsılmış, öyle inlemiş ki, gökyüzü yırtılmış sesinden, şimşekler çakmış, simsiyah bir yıldırım düşmüş zirvesine; ikiye bölmüş koca dağı O geceden sonra mevsim ne vakit bahara dönse, Buhur Dağı'nın ikiye ayrıldığı, Kınalı Ceylan'ın gözyaşlarından oluşan iki ırmağın kavuştuğu yerde kızıl bir gonca gül bitermiş Açıp da yaprağını, kokusunu yele verdiğinde yıldızlı gecelerde; kimselerin duymadığı, kimselerin bilmediği bir türkü yankılanırmış o vadinin en kuytu yerinde İlke Ersoy |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #19 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıBÜCÜR ZÜRAFA
İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler? “ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu Bu durum onu hiç şaşırtmamış Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi Bir iki provadan sonra sahneye çıktı Görülmemiş bir başarı sapladı Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört beş gösteri sunar hale geldi Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti Çok sevindik Yanımızda iki saat kadar kaldı Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı Mutluydu Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “ Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler Ortada reddedilmez bir gerçek vardı Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı Yeter ki gerçekten istenmeliydi Tutar koparırdın İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #20 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıCANAVARLAR ÜLKESİ
Masal Dünya'sında, sevimli bir ülke varmış Burada yaşıyan insanların çoğu mutlu ve güler yüzlüymüş Çoğu zaman birbirleri ile şakalaşır, nükteler üretir, bunlara kahkahalarla gülermişler Bu neşeli insanların sokaklarda, caddelerde yürümeleri bambaşka bir güzellik sergiliyormuş Sokaklarda kadınlı, erkekli kümeler halinde uyum içinde yürürmüşler Erkeklerin etrafa kah caka satarak, kah kaslarını gererek, kah yeni terlemiş kaytan bıyıklarını sıvazlayarak salına, salına yürümeleri görülmeye değermiş Ya genç kızlar Onların çıtı pıtı tavırları, sekerek yürümeleri, oyalı mendilleri ve gerdan bükmeleri dillere destanmış Lokum gibi güzel ve tatlı kızların ünü tüm masal Dünya'sına yayılmış Sanatçılar onların sevgi dolu bakışlarını çizmişler Müsizyenler onlar için içli türküler bestelemişler Su boylarında, sandal gezilerinde onların anısına şiirler söylemişler Türküler, şarkılar, şiirler yankılanırmış sarp dağların arasında Hep gezen, yürüyen insanlar için Yalnız bu insanların çok önemli bir sorunu varmış Söylenceye göre geçmiş zamanlarda bir büyücü bu insanlara iki kişilik vermiş Büyücü tüm tılsımını üç büyülü söz üzerine kurmuş Her kim "at, avrat ya da silah" sözcüklerinden birini kullanırsa tavrı değişiyormuş birden Bu insanlar duygusal olmalarına karşın, ata bindiklerinde bir başka kişiliğe bürünüyormuşlar Bu sevecen, neşeli ve güzel insanlar gidiyor, yerine gözleri yuvalarından fırlamış, asık suratlı, dişlerini göstererek çığlıklar ve savaş naraları atan insana benzer saldırgan yaratıklar geliyormuş Bu sevgi dolu insanlar "avrat" sözcüğünü duyluklarında gözleri dönüyor, ağızları kudurmuş hayvanlar gibi köpükleniyor ve önlerine çıkan kadınlara kim olduklarına bakmaksızın saldırıyormuşlar Karınca bile incitmeyen, hayvanları sevgi ile besleyen bu insanlar ellerine bir "silah" geçti mi, ulu orta kurşun savuruyor, canlı cansız her şeyi yok ediyormuşlar Hele "silah", "at" üzerinde ellerine geçerse vay karşısındakilerin hallerine Bu yaratıkların atlarını mahmuzlayarak, ağızlarından köpükler saçarak, hırçınca dolanmaları ürkütücüymüş At sırtında çılgınlar gibi, önlerine çıkan her canlıya saldırmak, onlara zarar vermek ya da öldürmekmiş emelleri Bu işten pek çok keyif alıyormuşlar Bir de karşılarına çıkan canlıya zarar verebilirseler, sevinç çığlıkları komşu ülkelerden bile duyulurmuş Kral, halkı bu büyüden kurtarmak için tüm bilginleri bir araya toplamış ve düşüncelerini sormuş Bilginler : - Bu insanların yürürken bir sorunları yok Sorun at sırtına bindiklerinde başlıyor Bir yolunu bulup ata binmelerini önlersek, belki büyü etkili olamaz diye yorum getirmişler Kral, bilginlerin düşüncesini uygun bulmuş, halkın ata binmemesi için ne yapabileceklerini araştırmalarını istemiş Bilginler bir süre araştırdıktan sonra, yine Kral'ın karşısına gelmişler : - Birisi bize, komşu ülkelerde bir araç olduğunu söyledi Bu araç atsız gidiyormuş ve söylentiye göre attan da hızlıymış demişler Kral, büyük bir umutla bilginlerini görevlendirmiş Bilginler seçtikleri elçilere komşu ülkedeki atsız aracı inceleme görevi vermişler Eğer, elçiler atsız aracın sorunu çözeceğine inanırsalar, atların yerine bu araçların kullanılması için Kral emir bile verecekmiş Haberciler köy köy dolaşıp bilginlerin görevini halka duyurmuşlar : Ey güzel ülkenin tatlı insanları, bilginlerimiz hepinizin bildiği büyüyü bozmak için Kral tarafından görevlendirildiler Komşu ülkelerde atsız araçlar varmış Bu araçları inceleyecekler Eğer büyüyü bozacağına inanırsalar, bu araçlar ülkemize getirilecek Halkımız bundan böyle ata binmeyecek Bu araçları kullanacak Kral'ımız der ki : "Halkımız mutlu olsun Artık üzüntülü günler geride kalacak" Bu haberi duyan herkes pek sevinmiş Büyü etkin olduğunda canlılara zarar verirken keyifleniyormuşlar, ama sonra çok üzülüyormuşlar Kolay değil, bir hiç uğruna tanıdık, tanımadık demeden herkesin canına zarar vermek hoşlarına gitmiyormuş Tarihi görev, günü geldiğinde başlamış Elçiler, halkın çoşku ve sevgi dolu gösterisi eşliğinde, bir deve kevranı ile komşu ülkeye doğru yolculuğa çıkmışlar Büyüden uzak kalmak için kervana hiç at almamışlar Elçiler, derelerden, tepelerden dolana, dolana, deve kervanının hızlıyla aylar sonra komşu ülkeye ulaşmışlar Bilginler bu ülkeyi gezerken, atsız aracı görmüşler Biraz inceledikten sonra : - Bu araç tam bizim Kral'ın istediği gibi At olmadan yürüyebiliyor Ata binmeyince, insanlar hırçınlık yapamazlar Hem ata binenler, bu araçtakine zarar veremez Baksanıza, bu araç attan çok hızlı diye yorumlarını yapmışlar Elçiler komşu ülkeden bir örnek aracı alıp ülkelerine götürmek istemişler Amaçları aracı Kral'a göstermek ve kendi kanılarını Kral'a doğrulatmakmış Komşu ülke, yeni araçlarını satacak bir pazar bulduğu için elçilerin isteğini uygun bulmuş ve yetkili görevli hemen bir örnek araç hazırlatmış Örnek aracın nasıl kullanılacağını öğretecek bir sürücüyle araca binen elçiler, kendi ülkelerine dönmüşler Elçilerin bu hızlı araçla ülkelerine dönmeleri yalnızca birkaç gün sürmüş Elçiler yeni araçla Kral'ın önüne geldiklerinde, alanda toplanan halk merakla gösteriyi bekliyormuş Sürücü aracı çalıştırmış Kral araca binmiş ve araç hareket etmiş Atsız aracın yürüdüğünü gören topluluktan bir uğultu kopmuş Hepsi hayretlerini saklayamamışlar Gösteriyi izleyenler de inanmış bu aracın atların yerini alacağına "Artık büyü etkili olamayacak" diye pek sevinmişler Sürücü, Kral'ın görevlilerine aracı nasıl kullanacağını öğretmeye başlamış Kral komşu ülkeye haber iletmiş Yeni araçtan satın alacaklarını bildirmiş Zaman içinde birer ikişer yeni araçlar gelmeye başlamış Önce Kral, daha sonra yanındaki görevliler bu araçtan edinmişler Atlı canavarlar, bu araçları gördüklerinde onlara sadırmaya çalışmışlar ama, araç çok hızlı olduğu için araca yetişememişler Aracın üzerindekilerin atlı canavardan zarar görmediği tüm ülkede yankı yaparak duyulmuş Atlı canavarlardan kurtulmak isteyen herkes, bir an önce bu araçtan edinmek için sıraya girmiş Halkın tüm emeli kendi kendine yürüyen araçtan satın almakmış Herkes yememiş, içmemiş tüm gelirini biriktirmiş ve bu pahalı aracı almış Aracı almaya gücü yetmeyenler hala ata biniyor ve atlı canavar olmaya devam ediyormuş Kral, atlardan tümüyle kurtulmak için ülkenin büyük girişimcilerine destek olmuş Fabrikalar kurdurmuş Artık bu güzel ülkede de kendi başına yürüyen araçlar üretilmeye başlanmış Halk ülkelerinde yapılan araçları daha kolay ve ucuza alma olanağına kavuşmuş Yıllar hızla akıp gitmiş Ülkede ata binenler pek kalmamış Kalanlar da eski etkinliklerini gösterememişler At olmayınca, büyülü sözcüklerin etkisi azalmış Artık "avrat" sözcüğünden etkilenenler eskisi kadar çok değilmiş "Silah" sözcüğü hala ürkütücü oluyormuş ama, büyüden kurtulmak için halkın çoğunluğu silah taşımaz olmuş Aslında Kral, silah taşıyanı cezalandırmaya başlamış olduğundan, yalnız silahı çok sevenler, eski canavarlıklarını sürdürmek isteyenler, gizliden silah taşımaya devam etmişler Araçlar çoğalınca önceleri tek tük, sonraları sayıca daha çok tuhaf olaylar olmaya başlamış Büyüye benzemesin diye bu olaylara "kaza" adını vermişler Araçlar ya birbirleri ile çarpışıyor, ya da bir ağaca, bir direğe çarpıp parçalanıyormuş Aracın bir başkası ile çarpışması, eskiden atla yapılan saldırıdan daha kötü sonuç veriyormuş Artık canlılar eskisi gibi birer, birer zarar görmüyor, topluca canlarından oluyormuşlar Ülke, bazı günler kan gölüne dönüyormuş Bazı günler tüm araçlar yollarda kalıyor saatlerce ilerleyemiyormuşlar Bir araç yolun ortasında durup yük ya da yolcu indirip bindirirken, arkasındakiler onu beklemek zorunda kalıyormuş Bazen hızla giden bir araç öndekini nasıl geçmesi gerektiğini bilmediği için, arkadan ona çarpıp, hem öndekine hem de kendisine zarar veriyormuş Sürücüler bazen araçları öyle zorluyorlarmış ki, hıznı alamayan araç, karşı yönden gelen araçla kafa kafaya girip içindeki tüm canlıların ölmesine neden oluyormuş Halkın görünüşte bu konuda pek suçu yokmuş Çünkü daha önce yalnızca ata binmiş olan halk, bu araçları ata biner gibi kullanmaya başlamış Zamanla, araçların üzerindeki gözleri dönmüş sürücüler, yollarda hızla ilerlerken önlerine çıkan her şeyi ezmeye, kırmaya başlamışlar Sanki ata binerken diğer canlılara saldırdıklarında yaptıkları gibi davranmışlar Bilginler hemen bir araya gelmişler Bu "kazaların" nedenini araştırmışlar Yoksa "büyü" biçim mi değiştirdi derlerken, komşu ülkeden getirdikleri araçla ilgili, pek önemli bir konuda eksiklik yaptıklarını görmüşler Komşu ülkeden sürücü getirmişler, onun aracı kullanmayı öğretmesini sağlamışlar Meğer, araçlar kullanılırken uyulması gereken kuralları komşu ülkeden almayı unutmuşlar Bilginler komşu ülkeden "trafik" adı verilen kuraları almamışlar Tüm kazalar kuralsızlıktan ya da kural bilmemekten kaynaklanıyormuş Bilginler hemen "trafik" kurallarını kendi dillerine çevirmişler ve halka öğretmeye başlamışlar Ama çok geç kaldıklarını "kazalar" önlenemez boyuta gelince anlamışlar Getirilen kurallar, eskiden at üzerinde saldırılar düzenleyen bu insanlara pek yaramamış Halk ata binerken nasıl nara atıp saldırılar düzenliyorsa, araçları da öyle kullandıklarından kurallar etkisiz kalmışlar Yalnızca bu insanların ünleri değişmiş Eskiden tüm komşu ülkeler bu güzel ülkenin insanlarına "Barbar" derken, şimdi "Trafik Canavarı" demeye başlamışlar Öyle ya, masal diyarı da olsa, zevk için canlılara zarar verenlere başka ne ad verilir ki Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #21 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU
Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak ; "Umarım değişir" dedi şefkatle Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona "çirkin ördek yavrusu" diye sesleniyorlardı Zavallı yavru o kadar mutsuzdu ki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi Gün boyunca yürüdü gece olunca ise çok yorulmuştu Mola verdi Bir yanda açlık, bir yanda korkuAma yapabileceği hiç bir şey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi Ertesi sabah su sesleriyle gözlerini açtı Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl kıyısında geçirdiğini anladı Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu Birden bir tüfek sesi ile irkildi hiç zaman kaybetmeden oradan uzaklaştı Çok geçmemişti ki küçük ördek kendini bir çiftlikte buldu Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu Ateşin yanında uyumasına izin verdi Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı Günlerce bir göl bulabilmek için rasgele yoluna devam etti Sonunda bir göl kıyısına ulaştı Bu arada yalnız başına yaşamayı öğreniyordu Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak için yaklaştılar Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba buluyorduBirden bire suda aksini gördü O da ne! Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu fark etti Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu oldu Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #22 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıDEDEMİN BATTANİYESİ
Annem göğe çamaşır asmaya gidiyorum diyerek evden çıkmış bir daha eve dönmemiştiAnnem belki de bacadan tütmüştüAnnem belki de yan odada bana uyku dikiyorduAnlaşılan annem gökteki çamaşırları hala kurutamamıştı hele dedemin fil mendili büyüklüğündeki battaniyesini kurusun diye bekliyorsa annem göğe takılı bir çamaşır şarkısı olarak kalacaktıDedemle aynı evde kalıyordukO benden üç yaş büyüktü sadece, neredeyse romatizma ilaçlarını biberonla içecekti, kısacası dedem inatçı bir baston kralıydı en önemlisi çocuktu Bahçemizin karnında kocaman bir mantar çıkmıştı sadece o mantarla konuşur mantara şarkılar söyler kızdığı zaman bastonuyla mantarın gövdesine vurur ve peyniri biten fareler gibi eve ağlayarak gelirdiHayalet gibi sadece belirli günlerde ortaya çıkan halam dedemi ziyarete gelir ucuz ve renksiz küp şekerleri gibi olan dişlerini sıkar kapıları çarparak evden uçardı Dedem de arkasından ekşi ekşi biriktirdiği limonları fırlatırdıBütün isteği battaniyesine kavuşmak ona sarılıp uyumak ve şarkılar söylemekti belki de bütün kızgınlığı bu yüzdendiBen kendi kendine büyüyordum bahçedeki mantarda kendi kendine büyüyordu dedem kendi kendine sadece konuşuyordu bunun yanında diline torba geçirmiş gibi bütün limonları şapırtılı ve şupurtulu yiyorduBir sabah yanıma geldi gözlerimi bastonuyla açarak; Ben gidiyorum evlat mantarıma iyi bak onunla konuş olur mu dedi ve kapıya doğru yönelirken ben de, Nereye diye sordum Dedem yine sinirlenmişti ayaklarını zıplatarak, Nereye olacak havaalanına gidiyorum Bütün pilotlara soracağım Battaniyemi gördünüz mü diyeHalan gelirse uçmaya gitti dersin Dedem uçmaya gittiHayır hayır bunu size söylemeyecektim halama söyleyecektimDedem gittiBattaniyenin gökte asılı kaldığını düşünüyordu demekAcaba annem de bütün çamaşırları toplayıp gelir miydi ? Kapı çalıyordu, dedemin gittiğine sevinen bir hal vardı kapıda Kapı beni çağırıyordu Kapıyı açtım, musluğa benzeyen burnuyla sinirli sinirli nefes alan halam dedemi soruyordu; Deden yok mu? Yok, dedimUçmaya gitti Bu sırada halam sinirden domates taşıyan kamyonlar gibi hızlıca koşmaya başladıBen arkasından birkaç kez güldüm ve içeri girdim Tek başına kalmıştımDedem o gece eve gelmemiştiBir sürü limon Dedemin gelmesi için sulanmaya başlamışlardıDedem gelmezse bu limonları gömecektim çünkü ben limon sevmiyordum hele hele dedemin canlarını çıkardığı bu limonları hiç sevmiyordumGökten dedeme benzeyen bastona binmiş başka dedeler geçiyordu sanki Sonra pervaneli bir battaniyenin üzerinde limon yiyen halam kafasını yıldızlara vurup çıldırıyorduBütün bunlar bir oyundu biliyorum bu gece korkmadan uyumak için uydurduğum bir gök oyunuİçeri girdim ve dedemin yerine yattım limonlar benim oradan kalıp gitmem için ekşi ekşi kokmaya başlamışlardıNe yaparlarsa yapsınlar dedemin sineklerin bile konmasını istemediği yatağında bu gece ben yatacaktımLimonlar bağırmaya başlamışlardı, Şılap şulup bize dedeni getir Şulup şılap bize dedeni getir Şapır şupur dedenin yatağından çabuk kalk Hıh hiç umurumda değildi Ben de onlara; Beni dinleyin, beni dinleyin diyorumDedem battaniyesini aramaya çıktıEğer daha fazla gürültü ederseniz suyunuzu çıkarır size içiririm O zaman anlarsınız ne kadar ekşi olduğunuzu Sesleri bitmiştiSessizliği hiç bu kadar sevmemiştimUyumaya koyulmuştum bu gece komik rüyalar görmek için oyuncaklarımı ve dedemin takma dişlerini uykumun içine atıvermiştimAnlaşılan uyumam kolay olmayacaktı bu sefer de yataktan dedeme benzeyen sesler gelmeye başlamıştı yatak hem sesler çıkarıyor hem de yerinden kalkmaya çalışıyordu bense yataktan neredeyse düşecektim Sonra düşünmeye başladım dedemin uyuyamamasının sebebi demek bu yatakmış yatak bu sefer beni sallamaya başlamıştı yatak bana şöyle sesleniyordu: Hey küçük canavar! kalk üstümden zaten deden ezdi bütün tahtalarımı bu gece kendi kendime şarkılar söyleyerek uyuyacağım Haydi diyorum yoksa seni dedenin olduğu yere fırlatırım Gece horozları ötmeye başlamıştı ben tek başıma bir yatakla konuşuyordum buna inanamıyordum ama yatağa da sinir olmuştum Yatak beni hızlı hızlı sallamaya devam ederken yastık da tek gözünü sonuna kadar açmış bana bakıyorduDedemin niye bu kadar tuhaf olduğunu şimdi daha iyi anlıyordumYatağın ardından yastık da kafamı sallamaya başlamıştı limonlarsa gözüme ekşi ekşi sularından fışkırtıyorlardı bu bir savaş mıydı? Hemen toparlandım dedeme çok yalvarmama rağmen bir mum almamıştı bana gece neden güneş açmıyordu ki kapkaranlık bir odada dedesiz kalmıştım önümü görebilseydim keşke Kapı kapı çalıyordu kapı yine beni çağırıyordu Kapıya koşarken yere düşmüştüm kafam yatağın altına girmişti kafamı kurtarmaya çalışıyordum fakat yatak kafamı sıkmaya başlamıştı kapı çalıyordu yatak kafamı sıkmaktan vazgeçmiş bu sefer de çevirmeye başlamıştı bu arada çok sevdiğim ama kaybettiğim kalemtraşım da buradaydı yatakla olan kavgamızı kesmek için yanıma koşmuştu kalemtraşım yatağın bir tahtasını tuttu ve sivriltti yatak kendisine battı ve yaralandı kendi kendini yaralayan yatağı da ilk defa görmüştüm demek ki kötülük böyleydi sivri ve yaralayıcı yatak herhalde ölmüştü halbuki onunla iyi anlaşabilirdik demek ki kötülerle anlaşma olamazdıTam yatağın altından kafamı kurtarmıştım ki bir tahta kurusu yani kuru böcek ailesi yanıma geldi bana koroyla bir teşekkür şarkısı söylediler, TAHTA KURULARININ ŞARKISI Teşekkürler kötü olan her şeyi ortadan kaldıran evlat Bu yatak rüyalarımıza karışıyordu Teşekkürler dedesi giden evlat Lay lay lomm Yatak ölmüştü sanki her şey daha farklı olmuştu böylece evin duvarları kendilerini boyamaya başladılar yastık kafamı bir gecelik uyumaya davet ediyordu her şey ne kadar tuhaflaşmıştı peki ya mantar pis kokan küf mantarı ne olmuştu dedemin tutunması için kristal bir bastona dönüşmüştü peki dedem bu kristal bastona tutunabilecek miydi? Limonlar birleşip sarı renge dönüştüler ve sulu boyamın sarısına karıştılar ekşi de olsalar onları güneşin açmasına yardımcı olan sarı renk olarak kullanacaktım Yatak ölünce her şey iyileşir olmuştuDemek kötü olan bir şeyin çevresine etkisi şişman yani kocaman yine bir kötülüktü oh olsun bütün kötülükler ölmeliydiBu arada ben beş adet takvim değiştirdim yani çook uzun zaman oldu kristal bastona tutunmasını beklediğim dedem gelmedi halam beni yanına almak istedi musluk burunlu halama belli etmesem de onu seviyordum ama yanında kalamazdım çünkü uyurken ilkokulda ezberlediği bütün şiirleri okuyormuş ben geceleri rahat uyuyabileceğim bir hala bulamayacağım için dedemi hep bekledimBahçede gezinirken kristal bastonun üzerinde uyuyakalan bir battaniye gördüm battaniye dedemin sesiyle şarkı söylüyordu; GELMEYEN DEDEMİN ŞARKISI İşim çıktı gelemiyorum evlat Gök battaniyesini kaybeden dedelerle dolu Limonlarımı göndermişsin güneşe Artık limon yemiyorum Buradaki dedelerle dostluğu oynuyorum Esra Elönü |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #23 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıDEMOKRASİ BEKÇİSİ
Yıllar önce bir ülkenin başkanı, aynaya bakıp, kendinin değişmez olduğunu düşünmüş Bulunduğu göreve seçimle gelmiş olmasına aldırmadan, koltuğu bırakmamak için çok direnmiş Süresi dolduğu halde yerinden ayrılmak istememiş Danışmanlarını çağırıp : "Anayasa değişse de süremi uzatsalar" demiş Danışmanlar nasıl "Hayır" diyebilirler ki? Onların tüm geliri Başkan'ın iki dudağı arasındaymış "Sizi istemiyorum" dese aç kalırmışlar Bunun üzerine kolları sıvayıp söylenti yaymışlar Söylenti yaymak, onların danışmanlık görevleri arasında olduğundan, bu konuda çok da başarılıymışlar Bir süre sonra ülkede herkes: "Yerine kimi getirebiliriz ki? Bırakalım görevi sürdürsün" demeye bile başlamış Halbuki ülke halkı bu Başkan'ın tutarsız davranışlarından, bulunduğu göreve yakışmayan tavırlarından son derece rahatsızmış Başkan'ın adını kullanmadan onu anlatan fıkra ve öyküler, dilden dile dolaşırmış Ülke o zamanlar bir tarım ülkesi olduğundan, büyük baş hayvanlardan birinin adını Başkan'a takma ad bile yapmışlar Evde, kahvede ya da sokakta birbirlerine yeni duydukları fırkayı anlatıp, dağarcıklarını zenginleştirmeyi sürdürürken, birden Başkan'ın görevinin uzatılmasını düşünmeleri akıl alacak bir davranış değilmiş Aydınlar ve sağduyusu olanlar kendi aralarında: "Bu halk ne zaman tutarlı ve akıllı davranacak" diye söylenir olmuşlar Herkes bir kurtarıcı aramış Siyasetçilerin ortaya çıkıp: "Olmaz" demesini sabırla bekleyip durmuşlar Nedense yer yarılmış, tüm siyasetçiler içine girmiş olmalılar ki, birden ortalıktan yok olmuşlar Kimseden "Çıt" çıkmamış Açık alınlı, köylü ağızlı biri ortaya çıkmış Hem de çok yiğitçe "Olmaz" demiş Yasaları korumak istemiş "Nasıl yaparsınız?" diyerek diğer siyasetçileri uyarmış Onun öncü olduğunu gören siyasetçiler saklandıkları çukurlardan, mağralardan ve kuytu köşelerden çıkıp, öncünün arkasından homurdanarak yürümüşler: "Olmaz ya! Nasıl değiştirirsiniz? Anayasa'yı koruyalım Demokrasi elden gidiyor" diyerek Başkan'ın tavrını eleştirmişler Çok sevdiği koltuğunu bırakan Başkan, başı öne eğik, üzüntüyle görevden ayrılmak zorunda kalmış Öncü, başarmış olmanın mutluluğunu yaşarken, halk onu uzun süre desteklemiş Onun öncü davranışını hiç unutmamış Yaşı ilerleyince ona "Baba" bile demişler Gel zaman, git zaman "Baba", halkın yüreğinde sevgiyle yaşamını sürdürmüş Ülkenin önemli siyasetçisi olarak partisine ve halka hizmet vermiş Bazen seçimleri kazanıp ülke yönetimini üstlenmiş, bazen başkalarının yönetimini denetlemiş Halka olan güvenini yitirmeden uzun yıllar siyaset konuşmuş Hem de ne kadar uzun Onu ilk seçenlerin hepsi toprak olup gitmişler Onların oğulları büyümüş, yaşlı birer insan olup, torunlarının ellerinden tutmuşlar O hala ülke yönetiminde söz sahibiymiş Torunlar da büyümüşler Onu hep "Baba" olarak tanıdıklarından, ondan sevgilerini esirgememişler İnsan aile büyüklerinden sevgisini esirger mi? Bir gün Başkanlık seçimi yapılacakmış Tüm siyasetçiler bir araya gelip en uygun aday konusunda birleşmişler Evet! "Baba" sonunda muradına ermiş ve "Başkan" olmuş "Başkan" olunca, tüm taraflılığını unutarak, yaşamı boyu sürdürdüğü siyaseti bir kıyıya atıp, gerektiği gibi hizmet sunar görünmüş Halk da onun Başkanlığını benimsemiş Tepki göstermemiş Aslında tarafsız olunca, kimseyi kayırıp görevini kötü amaçla kullanmayınca, tepki göstermemeleri doğalmış Onun Başkan olmasına ses çıkartmamaları, babaları olduğu kabul etmiş olmalarındanmış Yoksa Yoksa ne yapabilirler ki? Yalnızca bol bol öykü ve söylence üretip, tahlihsiz kaderlerine küsebilirmişler "Baba" tüm sevecenliğiyle halkı kucaklamaya çalışmış Kendisini demokrasinin bekçisi olarak tanıtmış Eskiler ve yaşlılarla düşünceli ve bükük boyunlu uzun kulaklı eşekler (pek çok masalda eşeklerin iyi birer düşünür oldukları yazıldığı için onları atlamak istemedim) her zaman unutkan halk gibi düşünmemişler Baba'nın kendi çıkarı için neler yapabildiğini hiç akıllarından çıkarmamışlar Ama Başkan'ın karşısına çıkıp, tek söz bile söylememişler Nasıl söylesinler ki? Yasalar Başkan hakkında ileri geri yazı yazmaya, söz söylemeye "Asla" izin vermiyormuş Sessizce gülümseyerek unutkan halkı izlemişler Yıllar durmuyor ilerliyormuş Masal da olsa, zaman geçip gidiyormuş Bir gün Başkan kara kara düşünürken, odasına giren Baş Danışman onun dalgın halini görüp: "Hayır ola Bir sorun mu var?" "Hayır sorun yok Ama küçük bir şey var Beni üzüyor" "Sen Başkan'sın Emret, hemen sorunu yok edelim" "Yapar mısın?" "Elbette" "O zaman Şey Benim görev sürem bitiyor Acaba Anayasa'yı değiştirip görev süremi uzatabilir miyiz?" Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #24 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıDİYET
Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı Bekârdı Hısımı, akrabası yoktu Kentin yabancısıydı Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu Halk onu seviyordu Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı - Bizim Ali - Bizim koca usta - Dünyada eşi yoktur - Zülfikâr'ın sırrı ondadır! derlerdi Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı Amcası çok zengindi Gösterişe düşkün bir vezirdi Onu yanına aldı Okutmak istedi Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi Bir gece amcasının konağından kaçtı Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı Adını bilmediği ülkelerde dolaştı Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı Kimseye boyun eğmedi Gönül borcu olmadı Ekmeğini taştan çıkardı Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu "Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu - Tak! - Tak, tak! - Tak, tak! İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı Çekici bırakan eliyle terini sildi Kapıya döndü Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı İkindi abdesti daha duruyordu Yalnız ellerini yıkadı Kuruladı Yenlerini indirdi Saltasını omzuna attı Dışarıya çıktı Kapısını iyice çekti Kilitlemeye gerek görmezdi Uzun alandan mescide doğru yürüdü Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi Minaresi sokağa bakan küçük bir pencereydi Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı Daha namaz safları dizilmemişti Kapının yanına çöktü Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı Koca Ali yerinden kımıldamadı Zaten biraz başı ağrıyordu "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı En küçük bir nedenle coşardı Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi Yürüdü Uykusu yoktu Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu Yürüdü, yürüdü Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu Kenara dayandı Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu Daldı, gitti Saatlerce kımıldamadı Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu Ansızın arkasından bir ses: - Kimdir o? diye bağırdı Daldığı tatlı düşten uyandı Döndü Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu Elinde olmadan karşılık verdi: - Yabancı yok! - Kimsin? - Ali Gölgeler yaklaştı Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar: - Koca Ali Koca Ali, be! - Sen misin, Ali Usta? - Benim! - Ne arıyorsun bu saatte buralarda? - Hiç - Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa! Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi Kol geziyorlardı Ne diyeceğini şaşırdı Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı Ama, ona kötü davranmadılar Bekçibaşı: - Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi - Yok - Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun? - Biliyorum - Ee, ne arıyorsun buralarda? - Hiç - Nasıl hiç Koca Ali yine ses etmedi Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı Hırpalamadılar Yalnız: - Haydi yerine git, dolaşma dediler Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı Sokakta hiç kimseye rastgelmedi Dükkânının önüne gelince durdu Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu Kapısı aralıktı Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı: - Tuhaf, rüzgâr açmış olacak! dedi İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin İçeriden kapıyı sürmeledi Bekçilerin karışması canını sıkmıştı İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi Birden ağır bir yorgunluk duydu Kandilini yakmaya üşendi Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı Sıçrayarak uyandı Kapısı vuruluyordu Uyku sersemliğiyle: - Kim o? diye haykırdı - Aç çabuk Sabah olmuştu Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı Doğruldu Musandıradan atladı Ayakkabılarını bulmadan yürüdü Hızla sürmeyi çekti Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı Bekçibaşı: - Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi Koca Ali şaşkınlıkla sordu: - Niçin? - Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş - Ee, bana ne? - Onun için işte dükkânı arayacağız - O hırsızlıktan bana ne? - Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar - Bana ne? - O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk Sonra Şu eşiğe bak Kan lekeleri var! Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi: - Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı Önüne baktı: - Arayın diyerek geri çekildi Bekçiyle yamakları dükkâna girdiler Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı: - Ay! İşte, işte Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi Yeni yüzülmüş bir deri gördü Şaşırdı Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar Açtılar Daha ıslaktı Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı Bekçibaşı köpürerek sordu: - Çaldığın paraları nereye sakladın? - Ben para çalmadım - İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı - Ya kim koydu? - Bilmiyorum Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi Sol kolunun kesilmesine karar verildi Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı Dudaklarını ısırdı Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu Sendeleyerek ayağa kalktı Yargıca dik bir sesle: - Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu Bu, ömründe onun ilk dileğiydi Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi - Hayır oğlum, dedi Sen adam öldürmedin Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi Ceza suça göredir Sen yalnız hırsızlık ettin Kolun kesilecek Hak böyle istiyor Yasaların kestiği yer acımaz Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu Kolunun diyetini verecek on parası yoktu Şimdiye kadar para için çalışmamıştı Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu İşte herkes onu seviyordu Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu Düşündü, taşındı; nazlandı Suratını ekşitti Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu - Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi Ben de onun kolu için diyet veririm Ama bir koşulum var - Ne gibi? diye sordular - Varın kendisine söyleyin Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa - Pekâlâ, pekâlâ Sipahiler, Ağa kapısına koştular Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü Kabul etmek istemiyordu Sipahiler: - Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün Kılıç salladın Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti? Sipahiler: - Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış Zaten daha ne kadar yaşar ki O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı Dükkânına getirdi Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi Hiç durmadan dırdır söylenirdi Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi Üstüne bir şilte koydu Geçti, oraya oturdu Her şeyi ona yaptırmaya başladı Ama her şeyi Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek üzere mandırasına yolluyordu Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti Ama Hacı Kasap'ın ikide bir: - Ulan Ali! Kolunun diyetini ben verdim Yoksa çolak kalacaktın! diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı Durmadan çalıştı Gece uyumadı Gündüz koştu Efendisinin karşısında elpençe divan durdu Yine: - Kolunun diyetini ben verdim - - Şimdi çolak kalacaktın, ha - - Benim sayemde kolun var - Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi? Kaçmayı namusuna yediremiyordu İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı Günlerden cumaydı Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu Daha efendisi gelmemişti Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi: - Ne yapıyorsun be? Döndü Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu: - Bıçakları biliyorum, dedi - Hay tembel miskin hay! Sabahtan beri ne yaptın? Ses çıkarmadı Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı Sordu: - Ne bakıyorsun? - Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu Bir anda bu titreme durdu Koca Ali gözlerini açtı Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı: - Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın Koca Ali yine karşılık vermedi Acı acı gülümsedi Kızardı Sonra birden sarardı Hızla döndü Bilediği satırların en büyüğünü kaptı Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki O anda kopan kolunu tuttu Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne: - Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı Dükkândan çıktı Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi Bilinmiyor |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #25 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıFATOŞ'UN BEBEĞİ
Fatoş, annesiyle birlikte alışverişe çıkmıştı Oyuncak satan mağazanın yakınına geldiklerinde, Fatoş: “ Anneciğim, sınıfımı geçince bana alacağın oyuncak bebeği görmek istiyorum “ dedi “ Onu ne kadar sevdiğimi bilemezsin, anneciğim O çok şirin, çok tatlı bir bebek O bebek mutlaka benim olmalı Sınıfımı geçince o bebeği bana alacaksın, değil mi anneciğim?” Bunun üzerine annesi: “ Tabii kızım“ dedi“ Sen yeter ki, sınıfını geç Karneni aldığın gün, o bebeği sana alacağım” Biraz sonra Fatoş’ la annesi mağazanın vitrini önünde durdular Fatoş, ilk anda vitrindeki bebeği gördü İşte oradaydı, hep aynı yerde‘ Nasılsın Ülkü? ‘diyerek bebeğin hatırını sormak ihtiyacını hissetti düşüncesinde ‘ İyi misin Ülkü?Merak etme güzel bebek, pek yakında birbirimize kavuşacağız Ben, seni çok seviyorum ve inanıyorum ki, sen de, beni çok seveceksin Bu nasıl olacak diye sorma bana güzel bebek, çünkü, ben sana her zaman iyi davranacağım, seninle güzel güzel konuşacağım, sana tatlı sözler söyleyeceğim, senin kalbini hiç kırmayacağım ‘ Annesinin “ Fatoş” demesiyle düşüncelerinden sıyrıldı, Fatoş “ Haydi kızım, gidelim artık Sonra geç kalacağız ama “ Fatoş: “ Tamam anneciğim, özür dilerim “ dedi “ Bir an daldım!” Daha sonra Fatoş, annesinin elinden tutarak, yürüdü Aradan günler geçti, ders yılı sonu geldi ve Fatoş karnesini alarak 3 sınıfa geçti Aynı gün annesi Fatoş’ u oyuncak satan mağazaya götürdü ve bebeği satın alarak kızına verdi Fatoş, bu güzel armağan için annesine teşekkür etmeyi unutmadı Fatoş, bir süre evde bebeğiyle oynadıktan sonra, sokağa çıktı Fatoş’ u gören Burcu, onun yanına gelerek, “ Fatoş, bu bebeği yeni mi aldınız? “ diye sordu Fatoş: “ Evet Burcu” dedi “ Sınıfımı geçtiğim için, annem bana bu bebeği aldı Ne kadar sevindim bilemezsin Çok şirin bir bebek değil mi? Hem adını da ben koydum Adı Ülkü…” “ Adı da kendi gibi güzelmiş bebeğinin “ dedi Burcu “ Ülkü’ yü sevmeme izin verir misin? “ “ Tabii olur Burcu, al sev Ülkü’ yü “ dedi Fatoş ve bebeği arkadaşına verdi Daha sonra Fatoş, sınıf arkadaşı olan Burcu’ ya, sınıfını geçti diye bir armağan alınıp alınmadığını sordu Burcu da, nasıl bir armağan istemesi gerektiğine bir türlü karar veremediğini söyledi Bunun üzerine Fatoş, Ülkü’ yü satın aldıkları mağazanın vitrininde çok güzel bir bebeğin daha olduğunu, yarın annesiyle gidip o bebeği görebileceğini, eğer beğenirse, bebeği satın alabileceklerini ve birlikte evcilik oynayabileceklerini anlattı Fatoş’ un fikrini olumlu bulan Burcu, bu konuyu akşam yemeğinden sonra anne ve babasına açacağını söyledi Vakit gece yarısını geçeli biraz olmuştu ki, Fatoşun bebeği ayağa kalktı Baktı Fatoş derin uykuda Hemen odadan çıktı Bu iş buraya kadardı Daha fazla dayanamayacaktı Ne güzel mağazanın vitrininde diğer bebekle sohbet ediyordu Ya şimdi ne vardı? Konuşacak kim vardı? Yapayalnız, sessiz sessiz, bekle dur Olacak şey miydi bu? Konuşmadan öylece beklemekten bıkmıştı Doğruca mağazaya gidecek ve arkadaşına kavuşacaktı Koridordan geçtikten sonra, sokak kapısını açtı Kapıyı kapatıp yola çıktı Issız ve yarı karanlık yolda hızlı adımlarla yürümeğe başladı Ancak sabaha karşı mağazanın vitrini önüne gelen Fatoşun bebeği, arkadaşının yerinde yeller estiğini görünce, olduğu yere çöküverdi Arkadaşı vitrinde yoktu, demek ki, satılmıştı, alan da kim bilir kimdi? Fatoşun bebeği bir süre mağazanın vitrini önünde çaresizlik içinde kalakaldıktan sonra, toparlandı ve gerisin geriye dönerek, Fatoşların evine doğru yürümeğe başladı Evin önüne geldiğinde, öğle üzeri olmuştu Sokak kapısı kapalıydı Kapının önündeki çöp bidonunun arkasına saklanıp, beklemeğe başladı Aradan on beş-yirmi dakika geçmişti ki, karşıdaki evin sokak kapısı açıldı ve Burcu dışarı çıktı Burcu’ nun kucağındaki bebeği hemen tanıdı Çok sevindi o anda Vitrindeki arkadaşını, demek ki, Burcu almıştı Burcu gelerek kapının zilini çaldı Kapıyı Fatoş açtı Fatoş’ la Burcu konuşurken, aralık kalan sokak kapısından içeri süzüldü Fatoş’ un onu gece yatmadan önce bıraktığı koltuğun altına uzandı Biraz sonra Burcu evine gidince, Fatoş odasına geldi, bir iki yere baktıktan sonra, bebeği koltuğun altında buldu Bebeği kucağına alan Fatoş, mutfakta yemek hazırlamakta olan annesinin yanına koştu Meğer evlerinde akşam yemeği yendikten sonra, Burcu, anne ve babasına durumu anlatmış, onlar da, “ İstersen şimdi gidip bebeği alalım, hem de gezmiş oluruz “ demişler ve vitrindeki diğer bebeği Burcu’ ya alıvermişlerÖğle yemeğinden sonra Fatoş ile Burcu evcilik oynamaya başladılar Fatoşun bebeği Ülkü ile Burcunun bebeği Arzu nihayet bir araya gelmişti Topu topu bir gün ayrı kalmışlardı, fakat anlatacak o kadar çok şey vardı ki…Şimdilik sadece bakışmakla yetineceklerdi, konuşmak için fırsat nasıl olsa bulurlardı Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #26 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıFİL ÇOCUK
Afrikalı bir zenci çocuk Büyücü çırağıymış Fili insan yapayım derken Kendini fil yapmış Dağlarda, bayırlarda Gezerken ayağına Kocaman bir diken batmış Filin canı çok acımış Aslandan, kaplandan, kartaldan Tilkiden, kurttan, baykuştan Tavşandan yardım istemiş Fili gören korkup kaçmış Fil ağlana, sızlana Köyüne geri dönmüş Anası, babası, amcası Çocuk sesli filden kaçmış Fakat cesur Toro Moro’nun arkadaşı Korku nedir bilmezmiş Dikeni çekip çıkarmış Moro hep fil kalmış Toro’dan ayrılmamış Onların öyküleri Dünyada destanlaşmış Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #27 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıGİTARCI ASLAN
Ormanlar Kralı aslan bir varisi olmadığından yakınıyordu Nedeni bilinmezdi fakat hiç yavrusu olmamıştı Bir erkek yavrusu olsa bir iki yıla kalmaz kocaman olurdu Şöyle yelesini savurarak boy boy dolaşırdı ortalıkta Ormana asayişi kontrol için çıktığında bir kükre dimiydi, suçlular ve suç hazırlığı içinde bulunanlar saklanacak delik aramalıydı Neden sanki tacını, tahtını bırakacağı bir varisi yoktu Yakın akrabaları falan da yoktu ki, onlardan birini yanına alsın, yetiştirsin, kendinden sonrası için kral olmaya hazırlasın Kral dediğin soylu olurdu, asil olurdu, öyle her önüne gelen krallık yapamazdı Tutsa alelade bir aslanı kendinden sonrası için vasiyet etse, yeni kral beceriksiz çıkacak ve yönetim etkisiz kalınca da orman karışıklığa, kargaşalığa, kaosa sürüklenecekti “ Hayır, gözüm arkada kalmamalı “ diye düşündü Ormanlar Kralı aslan “ Soy kütüğümü tekrar kontrol etmeliyim Hem bu defa öncekiler gibi olmamalı, çok daha dikkatli davranmalıyım Babamı, dedemi ve tüm soyumu, sopumu en ince ayrıntılarına kadar incelemeliyim Mutlaka bulmalıyım, damarlarında asalet kanı taşıyan bir aslan mutlaka bulmalıyım ” Ormanlar Kralı aslanın günlerce süren araştırması sonunda meyvesini verdi Dört nesil öncesinde krallık yapan aslan yerine büyük oğlunu vasiyet edince küçük oğlu bu duruma üzülmüş ve çekip gitmişti Onun çok uzaklardaki Grandr Ormanı’na gittiği ve orada sakin bir yaşam sürmeye başladığı belirtilmişti Konu hakkında daha sonra ne olduğu gibi bir bilgiye rastlanmıyordu Ormanlar Kralı aslan tilkiyi huzuruna çağırdı ve ona durumu anlatıp, Grandr Ormanı’nda araştırma yapmasını, eğer varsa, akrabalarından genç ve yetenekli bir erkek aslanı alıp saraya getirmesini emretti Tilki tamamen sessiz iş görecek ve dışarıya bilgi sızdırmayacaktı Tilki, Grandr Ormanı’na vardığında küçük bir kalabalık gördüBu kalabalığın ortasında genç bir erkek aslan gitar çalıyordu Tilki daha önce gitar çalan bir aslan görmediği için çok şaşırdı Pek de güzel çalıyordu canım bu aslan gitarı Gitar sesini yakından dinlemek için ön sıraya geçmek lazımdı Haydi ne duruyordu geçseydi ya ön sıraya Tilki kalabalığın arasından sıyrılarak ön sıraya geçti İşte şimdi gitar sesi kulağına daha bir hoş geliyordu Bir süre bu gitarcı aslanın konserini dinledikten sonra onun oldukça yetenekli olduğunda karar kıldı Hani gitarcı aslan hava karardıktan sonra konserini bitirip dinleyenlere teşekkür edip kalkıp gitmese sabaha kadar onun çaldıklarını dinlemeye razıydı Bu kadar olurdu canım, bu kadar olurdu Tilki ertesi gün yoğun bir çaba içine girdi Sağa gitti, sola gitti, gezdi, dolaştı Pek çok orman hayvanıyla konuşmalar yaptı Ne yaptı etti, sözü döndürdü, dolaştırdı, dört nesil öncesinde kral olan aslanın küçük oğlunun ne olduğu, nasıl yaşadığı ve soyunun devam edip etmediği sorularını onlara sordu Konuya doğru dürüst bir açıklama getiren yoktu Hep ben ne bileyim, ben ne bileyim Fakat iş dedikodu anlatmaya geldi miydi fındık kırdırıyorlardı Birbirlerinin arkasından demediklerini bırakmıyorlardı Dedikodu kötü bir alışkanlıktı, bunu bari bilselerdi ya Tilkinin Grandr Ormanı’ndaki araştırması on gün devam etti Sonunda bir yaşlı aslan konuyu aydınlığa kavuşturdu Kraliyet ailesinden şu anda hayatta olan bir aslan kalmıştı O da gitarcı aslandı Tilki için gitarcı aslanı bulmak zor olmadı Yine aynı yerde konser veriyordu Tilki konser sona erdikten sonra gitarcı aslanın yanına giderek, Ormanlar Kralı aslan tarafından buraya gönderildiğini, kralın kendisini konser vermek için saraya davet ettiğini söyledi Bu teklifi kabul eden gitarcı aslan, ertesi gün tilki ile birlikte yola çıktılar Saraya varınca tilki gitarcı aslana kalacağı odayı gösterdikten sonra kralın huzuruna çıktı ve en başından başlayarak olanları anlattı Damarlarında asalet kanı taşıyan genç ve yetenekli bir erkek aslan nihayet bulunmuştu Fakat şu gitar çalma işi kralı hem şaşırtmış, hem de düşündürmüştü Nereden aklına gelmişti bilmem ki bu aslanın gitar çalmak? Akşam yemeği sarayın yemek salonunda yendikten sonra gitarcı aslan konserine başladı Sanki sihirli bir el gitarın telleri üzerinde dolaşıyordu ve dinleyenler bu tellerden çıkan nağmelerle büyüleniyorlardı Bazı bazı gitarcı aslan sesiyle de iştirak ediyordu bu nağmelere ve gerçekten büyüleyici bir tablo ortaya çıkıyordu Günler günleri kovaladı Geçen günlerle birlikte kral gitarcı aslanı tanıdıkça daha bir sevdi Asildi, soyluydu, bilgiliydi, kültürlüydü, saygılıydı Daha ne olsundu canım aynı zamanda kuzeniydi ya bu gitarcı aslanYerine vasiyet ederdi olur biterdiAma bunu ona nasıl söyleyecekti İşin en zor tarafına sıra gelmişti Günler geçip gidiyor fakat kral bir türlü ona söyleyemiyordu Sonunda kral bir gün cesaret bulup her şeyi olduğu gibi anlattı “ İşte soy kütüğü burada İşte şunlar dört nesil öncesinde dedelerimizin adları Benim dedem kral tarafından vasiyet edilince, senin deden Grandr Ormanı’na gitmiş Onun soyundan sadece sen yaşıyorsun Yani sen benim kuzenim oluyorsun Benim tahtımın, tacımın tek varisi sensin “ Kralın anlattıkları gitarcı aslanı hiç şaşırtmadı Zaten o bütün bunları babasından defalarca dinlemişti Her şeyi bildiğini krala söyledi Kral, gitarcı aslanı açık sözlülüğünden dolayı kutladı Çünkü gitarcı aslan her şeyi bildiği halde bildiğini söylemeyiverse hem kendini aldatmış sayılırdı, hem de kralı Kral bunun farkındaydı ve böylesine mert bir aslanın varisliği kabul etmesinden kıvanç duydu Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #28 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıGÖK BİLİMİNE MERAKLI PADİŞAH
Bundan yıllarca önce gökbilimine son derece meraklı bir padişah yaşarmış Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmışDünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış Günlerden bir gün Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendi’nin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur Padişah vezirini huzura çağırır: “Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz Tez Acem sarayına elçi gitsin Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun” diye emretmiş Aradan günler, haftalar geçmiş Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları çok olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahı’ndan izin almış yola çıkmış Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış Sarayda Ebu Salip Efendi’nin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı meraklandırmış Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah heyecandan yerinde duramaz olmuş Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş Ertesi gün, sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler Ebu Salip Efendi, malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi, saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş Harcanan para tahminlerin üstüne çıkmış Devlet hazinesinde para kalmamış Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış Elerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış Padişah gaflet uykusundan uyanamamış Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendi’nin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış Padişah ile iki adamını evine davet etmiş Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş koyu sohbetbaşlamış Söz, sağdan soldan derken, dönmüş dolaşmış yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış Tüccar kılığındaki padişah, ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını birer birer anlatmış Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi: “İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir Zaten zar zor geçinen halktan aldığı vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş” demiş Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış Yanındaki iki adam da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş Köyün sahibinin söyledikleri, tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış Gözlerinin beyazı kaybolmuş: “Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek?” demiş Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette: “Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre Bu devrin insanına bu kadar yüklenilmez Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir Bunun için belki de yüzyıllar geçmelidir Zamana ihtiyaç vardır” demiş Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş Tüccar kılığındaki padişah durgunlaşmış “Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?” “Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahı’na gönderilirmiş” Padişah başka söz söylememiş Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış İki adamıyla birlikte atlarına binmişler Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü , Acem Şahı’na gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş Suçlular yakalanmış Ebu Salip Efendi’nin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış Ebu Salip, memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş Böylelikle canı bağışlanmış Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş Acılar hafifletilmiş Su gibi akıp gidenin adı zamanmış Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar Bu görüşmeler süresince, ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası, tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah sadece “halkının mutluluğu” için çalışmış Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #29 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıGÖLGESİYLE YARIŞAN TAY
At yarışlarının yapıldığı şehir hipodromu çok kalabalıktı Tribünler tıklım tıklım doluydu Her pazar günü olduğu gibi bu pazar da birinci olana büyük ikramiyenin verildiği yarışlar yapılacaktı Birincilik için en büyük aday Kara Bomba isimli attı İki yıla yakın bir zamandır bu şehirde yapılan yarışmaların tek ve mutlak hakimiydi Simsiyah rengi, kocaman gözleri ve dev gibi uzun boyuyla o her zaman atların en irisiydi Daha uzun bir süre birinciliği kaptırmayacağı tahmin ediliyordu Diğer yarışmacı atlar ise Fırtına, Ak kız, Pençe, Sürpriz, Zorlu, Tavşan ve Yekta idi Yekta, böyle bir yarışa ilk defa katılıyordu, oldukça heyecanlıydı Gerçi yetiştirildiği yarış atı çiftliğinde çok iyi hazırlanmıştı, fakat genç ve tecrübesiz oluşu onu korkutuyordu Ya birinci olamazsa?Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorduO zaman, sıradan bir yarış atı durumuna düşecek ve belki bu durum hep böyle sürüp gidecekti Bin bir çeşit yarış hilelerinin yapıldığı, düzenin ve entrikanın bol olduğu bu yarışlarda birinci olmak sadece süratli olmak ve dayanıklılık demek değildi Mesela bazı yarışlarda Tavşan tavşanlık yapardı Yarış başlar başlamaz öne geçer, temposunu gittikçe arttırır, atları yorar ve yarışı bırakırdı Son düzlükte Kara Bomba yaptığı bir atakla birinciliği kazanırdı Pençe isimli yarış atı Kara Bomba’nın diğer yardımcısıydı Yarış sürerken form durumu yüksek olan atları kollar, onlara çarpar, önlerine geçip hızlarını azaltır ve Kara Bomba’nın yarışı kazanmasını sağlardı Atlar, düzenli olarak başlama yerinde sıralandılar Start için tabanca sesi duyulur duyulmaz, sekiz tane güçlü yarış atı ileri atıldılar Çıkışı çok kuvvetli olan Tavşan hemen öne geçti Yekta tüm çabasına karşılık ikinci sırada kalmıştı” Tüh be, Tavşan’ı kaçırdım!Bu Tavşan’ı zaten son düzlüğe kadar kimse geçemezmiş Yarışın ortasına gelmeden onu mutlaka geçmeliyim Haydi Yekta, daha hızlı, daha hızlı…” 1500 startı geçildiğinde Tavşan ikinci durumdaki Yekta’nın üç boy kadar önündeydi “ Bomba nerelerde ki, dönüp bakmalı Tavşan bu süratiyle yarışı tamamlayamaz Vay, Bomba hemen arkamdaymış! Ne oluyor ya, ne dümen çeviriyor bunlar? Son düzlüğe kadar orta sıralarda saklanırmış bu Benden huylandılar muhakkak “ Yarışın ortası:1000 startı geçilirken, Tavşan isimli yarış atı aniden koşu pistinin kenarına çıktı ve yarışı bıraktı Yekta süratle onun yanından geçti ve birinci duruma yükseldi Fakat yarışın bitmesine 1000 metre vardı ve Kara Bomba, Yekta ile arasındaki farkı gitgide kapatmaktaydı Son düzlüğe ( son 500 metre ) Yekta ile Kara Bomba başa baş girdiler Nefesleri kesen bir mücadeleden sonra bitişe 100 metre kala başlayan Yekta’nın öldürücü deparları yarışı iki boy farkla kazanmasını sağladı Yekta mutluydu artık çünkü ilk yarışını zor da olsa birinci olarak bitirmeyi başarmıştı Yekta, Kara Bomba ve ekibiyle birçok defalar daha yarıştı Girdiği her yarışta birinci oldu Artık bu şehir ona dar gelmeye başlamıştı Dışa açılmalı, adını daha geniş çevrelere duyurmalı ve daha büyük yarışlar kazanmalıydı Nitekim girdiği bölge birinciliği koşusunu da kazanınca, bir ay sonra yapılacak olan ülke şampiyonluğu yarışına katılmak için antrenmanlarını daha da sıklaştırdı Hazırlandığı yarış atı çiftliğinde birçok yarış atı Yekta’ya değişik zamanlarda katıldıkları yarışmaları anlattılar Yekta, onları büyük bir dikkatle dinledi Görgüsünü, bilgisini arttırdı Yekta’ya göre, bilmenin, öğrenmenin sonu yoktu Her yeni bilgi yeni bir şeyler öğretirdi Önemli olan öğrendiklerine kendi düşüncelerinden yeni fikirler katarak “ özgün bilgi “ elde edebilmekti Doğru düşünebilmek ancak kendini çok iyi tanımakla mümkün olabilirdi Bu da kişisel erdem için gerekli olan “ oto kontrol “ yani kendi kendini kontrol etme yeteneğini sağlardı Oto kontrol yeteneğinin düzenli olması, mükemmellik sınırlarını zorlardı Günler günleri kovaladı Her geçen gün Yekta’nın gücüne güç katıyordu Gittikçe daha süratli koşmaya ve mesafeleri daha kısa zamanda aşmaya başlamıştı Büyük yarışa yedi gün kalmıştı Öğleden sonra özel olarak hazırlanmış kamyona Yekta’yı bindirdiler Kamyon, biraz sonra ülkenin en büyük şehrine gitmek üzere yola çıktı Yolun yarısı geçilmişti ki, kamyon büyük bir gürültüyle yol kenarındaki hendeğe yuvarlandı Sonra derin bir sessizlik Yekta’ya şans eseri bir şey olmamıştı Kapısının açılmasını bekledi Gelen giden yoktu Uzun bir süre uğraştıktan sonra kapının kilidini kırmayı başardı Korkuyla dışarı fırladı Yola çıktı Çok uzaklarda tek tük ışıklar görünür gibi oluyorduYarışın yapılacağı yer oralarda olmalıydı Kamyon olmasa da olurdu Kendi başıma da olsam oraya varabilirim, diye düşündü Koşmaya başladı Koştu…Koştu… Aradan bir saatten fazla zaman geçtiHava kararmaya,Yekta, şaşırmaya başladı Ne oluyordu? Neden ortalık hep aydınlık kalmıyordu? Karanlık kadar anlamsız şey var mıydı? Şaşırmakta haklıydı Gündüzleri açık havada antrenman yapar, hava kararmadan içeriye girerdi İçerde de ışıklar gece gündüz yanardı O, şimdiye kadar karanlıkta hiç kalmamıştı Yekta ay ışığı altında, yavaş bir tempo tutturmuş olarak kilometrelerce koştuktan sonra birden ürperdi Sol tarafında bir karartı vardı ve kendisini geçmeye çalışıyordu Hızla başını çevirdi Bir at ! Yekta: “ Kim ola ki? Nereden çıktı birdenbire? Neyse kim olduğu beni ilgilendirmez Önemli olan beni geçmek üzere olmasıİşte buna izin vermem!Şimdiye kadar kimse bana toz yutturamadı Tempoyu biraz arttırayım, bakalım ne yapacak? “ diye düşündü Yekta’nın gölgesini geçmek için verdiği uğraş bütün bir gece boyu devam etti Sabaha karşı karanlık yerini aydınlığa bırakırken Yekta’nın gölgesi silinip gitti Bir aralık kafasını sol tarafına çeviren Yekta onu göremedi Sağına baktı, yine yok Arkasına baktı, gerilere daha gerilere baktı Rakibinin olağanüstü tempoya ayak uyduramayıp yarışı bıraktığını zannetti Hızını yavaş yavaş azalttı Yekta hafif bir tempo ile koşmaya bir saat kadar daha devam etti Yarışın yapılacağı şehrin işte ilk evleri gözükmeye başlamıştı Yekta yolda rastladığı bir sütçü beygirine at yarışlarının yapılacağı hipodromun nerede olduğunu sordu Tarif edildiği üzere yoluna devam etti Göğsü gururla kabarmış olarak, başı dimdik vaziyette, şehrin ana caddesinden geçerken arabalar durmuştu ve yol kenarındaki insanlar gazetelerde,dergilerde birçok defalar resmini gördükleri, hakkında yazılan yazıları okudukları bu şahane tayı çılgınca alkışlıyorlardı Hipodromun kapısının açık olmasından yararlanan Yekta, içeriye girdi Biraz sonra koşu pistine çıkmıştı Altı gün sonraki ülke birinciliği koşusu burada yapılacaktı Ağır adımlarla koşu pistinde tur atan Yekta o yarışta birinci olmayı düşünüyordu mutlaka Yekta’yı getiren kamyonun devrildiğini haber alan sahibi olay yerine gelmişti Sürücü ile seyis yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar Yekta’nın sahibi sabah olunca Yekta’yı aramaya koyuldu ve onun hipodroma geldiğini haber alınca oraya gitti Hipodromun kapısından içeriye giren Yekta’nın sahibi Yekta’yı koşu pistinde ağır adımlarla koşarken görünce “ Yekta… Yekta…”diye bağırarak piste fırladı Hızla koşarak Yekta’ya yetişti ve onun boynuna sarıldı Yekta neden sonra durumun farkına vardı Sahibi onu bu yabancı şehirde aramış ve bulmuştu Yekta’nın sahibi Yekta’yı bir arkadaşının yarış atı çiftliğine götürdü Yorgun durumdaki Yekta o günü ve ertesi günü dinlenerek geçirdi Daha sonra koşu antrenmanlarına başlayan Yekta üç gün içinde eskisinden daha iyi bir form tuttu Artık hazırdı ve birincilik için en şanslı kendisini görüyordu Yekta yarış günü kasırga gibi esti Daha ilk metrelerde yaptığı korkunç atakla öne geçti Çılgın gibi koşuyordu Ülkenin en iyi yarış atları onun sürati karşısında çaresiz kalmışlardı Açık farkla ve rekor bir dereceyle yarışı birinci olarak bitirdi Bu birincilik onun pratik ile teoriyi en iyi şekilde birleştirmesiyle oluşmuştu Sonuç olarak mükemmele ulaşmış ve geçilmez ünvanına sahip olmuştu Serdar Yıldırım |
Cevap : Çocuk Masalları |
04-05-2008 | #30 |
rock_alltime
|
Cevap : Çocuk MasallarıGÜMÜŞ GÖZLÜ DEV
Bir varmış, bir yokmuş Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı'nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş Aksine altın gibi bir kalbi varmışHerkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış En çok sevdiği kelimeler: "Öldürün! Kesin!" gibi kelimelermiş Gümüş Gözlü Dev'in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev'in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, "Ona bir şey olursa ben ne yaparım?" diye düşünüyormuş Günlerden bir gün korktuğu başına gelmişKardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek götürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - Götürün bu beceriksizi Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş Gümüş Gözlü Dev de oradaymış Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın Cellatlar koşup gelmişler Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler Gümüş Gözlü Dev'in gözlerinden yaşlar süzülmüş Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış Cellatlara yetişmiş Önlerinde diz çöküp yalvarmış: - "Ne olur kardeşimi serbest bırakın Annem onun yokluğuna dayanamaz Benim başka kardeşim yok ki" diye ağlamış Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış - Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye cevap vermişler Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş Yere yuvarlanmışlar Gümüş Gözlü Dev altta kalmış Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmışFakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuşGümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış Yüzündemutlu bir görünüm varmış Nazlı çiçek O'nun öldüğünü anlayınca: - Benim için kendini feda etti Bir daha Kaf Dağı'na O'nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse gelemez diye ağlamış, ağlamış Bilinmiyor |
|