İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)İslam Ansiklöpedisi C Ca'feriyye Hz Ali'nin torunlarından Câ'fer-i Sâdık (ö 148/765)'ın etrafında toplanan ve onun ictihadlarına göre amel eden müslümanların bağlı oldukları siyasi ve fıkhî mezhep İmâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir O, kendisini ilme ve tefekküre vermiş, Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmıştır Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmişlerse de, İmam Şâfiî ve Yahya b Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmişlerdir Mezheplerinde "imâm" ve "on iki imam" konusuna ağırlık verdikleri için bu mezhebe "İmamiyye" veya "İsnâ Aşeriyye" adı da verilmiştir Câ'fer-i Sâdık Kur'an'ı delîl olarak alır, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafından rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi Kitap ve Sünnet'te delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karşılaştıkları zaman ona şöyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden şöyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kıyasa ilk başvuran İblîs'tir Allah ona, Âdem'e secde et dedi O da, Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın' dedi Kim dinde re'yi ile kıyas yaparsa Allah onu Kıyâmet günü İblîs'e arkadaş yapar Çünkü o, kıyas yapmak suretiyle şeytana uymuştur" Ebû Hanîfe şu cevabı verdi: "Ne münasebet! şeytân Allah'ın emrine isyan için kıyas yaptı Ben ise, Allah'ın emirlerine itaat yollarını bulmak için kıyas yapıyorum" (M Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Târîhi, (çev A Şener) Ankara, 1968, s 235; Ahmed Emin, Düha'l-İslâm, Kahire 1936, III, 261) Temelde Ehl-i Sünnet'e yakın olan Câ'fer-i Sâdık'a ölümünden sonra birtakım iftiracılar birçok şeyi isnat etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır İmâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazı sapık görüşler ortaya atılmış ve bunları bizzat kendisi reddetmiştir Bu sapıkların başında Ebû'l Hattâb Muhammed b Ebî Zeyneb gelir Ebû'l Hattâb, küfre düşmüş, peygamberlik davasında bulunmuş ve Câ'fer-i Sâdık'ın tanrı olduğunu öne sürmüştür Haramları helâl saymış ve imamı tanıyan herkesin haramlardan muaf sayılacağını söylemiştir Üstelik bu görüşleri Câ'fer-i Sâdık adına çıkarmıştır Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmiş, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, İslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur (İbnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9) Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakın bir Şiî mezhebi olan Câ'ferîliğin bazı görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: İmâmiye'ye göre imâmet (devlet başkanlığı); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdır Peygamber gibi imâmı da Allah seçer İnsanların imam tayin etme yetkisi yoktur Hz Muhammed (sas) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin imam (halife, müslümanların lideri) olacağını nass'la tayin etmiştir Bu imam da kendinden sonra gelecek olanı aynı şekilde belirlemiştir İmâmın zahir, meşhur ve meydanda olması caiz olduğu gibi; gaib, mestur ve gizli olması da mümkündür Son imam Muhammed Mehdî onikinci imam olup, hâlen hayattadır, fakat gaibtir İmâmın bulunmadığı bir zaman yoktur Şimdi gaib olan Mehdî'ye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir Oniki imâm şunlardır: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö 50/670), 3) Hüseyin eş-Şehid (ö 61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö 94/713), 5) Muhammed Bâkır (ö 113/731), 6) Câ'fer es-Sâdık (ö 148/765), 7) Musa Kâzım (ö 183/799), 8) Ali Rıza (ö 192/808), 9) Muhammed Cevad (ö 220/835), 10) Ali Hâdi (ö 254/868), 11) Hasan Askerî (ö 260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendiği tarih 260/874) Câferîlere göre imâmlık mertebesi, insan olmanın üstünde; fakat peygamberliğin altında bir makamdır İmamlar peygamber gibi masum olup, yanılmazlar, günah işlemezler Câ'ferîler imamın masumiyetini şöyle açıklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasden veya yanlışlıkla unutarak, yahut ictihadında hata ederek, yahut da Allah'ın hataya sevketmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadır olmaz Bu imamın sözü dinlenir, korkusu kalpten çıkmaz bir kişi olması için böyledir Onlardaki ismet sıfatı, Allah onların akıllarını kemâle erdirdiği andan itibaren ruhlarını kabzedene kadar onlardan ayrılmaz bir vasıftır Câ'ferî'ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanın içindedir Onlara göre Hz Muhammed (sas)'den sonra halîfe olma hakkı Hz Ali'nin idi Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur Fakat Ashab-ı Kirâm'ın ileri gelenleri, kendi ictihadlarına dayanarak bu nass'ları tevil ettiler ve Hz Ebu Bekir'i halife seçtiler Hz Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi Ancak fitne çıkmaması için Ebû Bekir'e bey'at ettiler İlk üç halifede gördüğü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz Ali, hilâfet hakkından feragat etmişti Ancak Muaviye'nin değil halife, vali olarak kalmasının bile zararlı olduğu kanaatine vardığı için Emevîlere karşı savaş ilân etmiştir Câ'ferîler, ilk üç halifenin imâmlığını kabul etmemekle beraber onlara karşı saygılı oldukları halde, Muaviye ve oğlu Yezid'e lânet okurlar (Muhammed Hüseyin, Kâşifu'l-Gıta, Aslu'ş-Şia ve Usulühâ, Kahire 1958 126 vd; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168) Câ'feriye mezhebi mensupları, onikinci imam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandırılan bir sığınağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar Ancak gizlenen onikinci imamın yaşı konusunda ihtilaf edilmiş ve bazıları gizlendiğinde yaşının dört olduğunu söylerken, bazıları da sekiz yaşında olduğunu ileri sürmüştür Yine, gizlenen imamın vereceği hüküm konusunda ihtilaf olmuştur Bazıları, kaybolduğu yaştayken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacip olduğunu öne sürerken; diğer bir kısmı da hüküm vermenin gizlenen imamın mezhebine bağlı âlimlere ait olduğunu iddia etmişlerdir İsna aşeriyye, diğer adıyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnet'te olduğu gibi iki ana bölümde ele alınır 1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din Usûlü Din (dinin asılları) beş esas üzerine kurulmuştur: Tevhîd, Nübüvvet, İmâmet, Mead (Ahiret), Adalet Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad) Onun zatı her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir Eşi,benzeri ve mahlûkatına benzer bir tarafı yoktur Nübüvvet: Peygamberlik, Allah'ın seçtiği kullarını Cebrâil vasıtasıyla ve vahy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kılmasıdır Peygamberler Allah'ın emirlerini halka tebliğ eder ve onları doğru yola iletirler Onlar insanların en üstünü ve kulların en hayırlısıdırlar Emindirler, masumdurlar ve tebliğ vazifelerinde bir noksanlık ve hata bulunmaz Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir Hz Muhammed (sas) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dır İmâmet: İmân, dinin asıllarından olan imamete inanmakla tamamlanabilir İmamiye, nübüvvetin nasıl Allah'tan bir lütûf olduğuna inanırsa, her asırda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşadlarını üstlenmiş bir imamın varlığına da inanır Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatının hak olduğu esasıdır Kıyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sırat, şefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunların hiçbiri akılla yorumlanamaz Keyfiyetini de bilemeyiz Fakat hepsinin gerçek olduğuna inanırız Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir Adalet: İsna aşeriyye'ye göre dinin beşinci aslı ve dolayısıyla inanç esaslarından olan adalet, Allah'ın adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar oluşudur Onun, iyiye iyiliğine karşılık mükâfatta, kötüye kötülüğüne karşılık mücazatta bulunması adaletinin zarurî bir icabıdır Kul, fiillerinde hür ve muhtardır İsna aşeriyye, şer'i hükümlerin kaynağı olarak dört esası kabul eder Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akıldır Ayrıca füru-u din ikiye ayrılır: 1) İbâdât, 2) Muamelât İbâdât: Namaz, oruç, hacc, zekât, humus, cihat, emri bi'l ma'ruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan oluşan bir bütündür Muamelât: Ticaret hayatı, şahıs hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardır Görüldüğü gibi İsna aşeriyye, usûl-i din dediğimiz inanç esasları ve fer'i hükümlerde, yani fıkhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farklı düşüncelere sahip bulunmamaktadır Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birleşmiş olmalarına rağmen; İmametin dinin esasları arasında zikredilmesi dolayısıyla Hz Peygamberden sonra belIi kişilerin peygamber gibi "ismet" sıfatına ve başkalarında bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulundukları hususlarının kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrılmaktadır Ayrıca takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur Onlar, cebir ve zor karşısında bir Şiî'nin inancını gizlemesine "takiyye"* adını verirler Muaviye'nin baskısı altında inançlarını gizleyen Şiî'ler Mekke döneminde sahabenin de müşriklerin baskısından kurtulmak için bu prensibe başvurduklarını söylerler Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur Bedâ ise, Cenâb-ı Hakk'ın Levh-i Mahfuz'a* yazdığı bir şeyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra değiştirmesidir Bu durum, velî ve imamlar için de söz konusudur İslâm şerîatının önceki şerîatları neshetmesi veya İslâm şerîatında bazı ayetlerin diğer ayetleri neshetmesi de bedâ kavramına yakındır (Muhammed Hüseyin, age, 131) Câ'ferîlik bugünkü İran'da çoğunluğun ve İran İslâm devletinin resmî mezhebidir İran'dan başka, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardır İmâm Câ'fer'den sonra yüzyıllar boyunca yapılan ictihadlarla bir hayli genişleyen Câferîye fıkhı, yukarıda zikredilen yerlerde ve bir kısım Ortadoğu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Şiîler arasında tatbik edilmektedir Hamdi DÖNDÜREN CA'FER-İ SÂDIK (83-148/700-769) İmamiyye* mezhebinin kabul ettiği oniki imamın altıncısı Künyesi Câ'fer es-Sâdık Muhammed Bâkır b Ali b Hüseyin b Ali b Ebî Tâlib'tir Babası, Muhammed Bâkır'ın yerine imamete geçmiştir Oniki imamın altıncısıdır Hz Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Peygamber çocukları siyasetle uğraşmamışlar; kendilerini ilme vermişlerdir Bu evde yetişen Câ'fer de kendini ilme verdi; fıkıh, hadis, ve öteki şer'î ilimler yanında kimya ve diğer ilimleri de tahsil etti Talebesi Tarsuslu İbn Hayyan'ın, Câfer'in beşyüz risalesini toplayarak bin yaprak tutan bir kitap yazdığı rivayet edilir (İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A yân, Mısır 1948, I, 291) Câbir İbn Hayyan, Câ'fer-i Sâdık'tan çok yararlanmış, ondan itikad ve iman usulünü öğrenmiş bunun yanında maddî varlıkların tabiatı ve özelliklerine ve bunların birbirine karıştırılmasına (eczacılık-simya) dair bilgiler de almıştır Câbir'in Câ'fer'den ilim öğrenmek için belirli bir saati vardı O saatte, İmamın yanına ondan başkası giremezdi Risalelerinin büyük kısmını hocası Câ'fer'in adına yazmıştır (Muhammed Ebu Zehra, el-İmamü's Sâdık, 77) Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük bilginler Câ'feri Sâdık'tan ilim öğrenmiş ve hadis rivayet etmişlerdir Câ'fer-i Sâdık fazla konuşmazdı Süfyan-ı Sevrî, Câ'fer'i ziyarete gitmiş; uzun süre sustuğunu görünce konuşmasını rica etmiş; bunun üzerine Câ'fer şöyle demiştir: "Allah'ın nimetine şükret; şükür, nimetin artmasına vesîle olur Nimet verildiği zaman da istiğfara devam et Devletin zulmüne karşı da Lâ havle velâ kuvvete illâ billah de" Ebû Hanife de, Hicaz'a gidip, iki yıl Câ'fer'in yanında kalmış, ondan çok şeyler öğrenmiş ve bu iki yıl için "Eğer iki yıl olmasaydı Nûman mahvolurdu" demiştir (Ebû Zehra, age, s 37-39) İmam Câ'fer'in ilmi önce kesbî olarak başlamış, sonra vehbî ilimle desteklenmiş, ilhâma mazhar olmuştur Bu yüzden İmâmiye mezhebi mensupları, imamların ve bu arada Câ'fer-i Sâdık'ın hatadan sâlim olduğu inancındadır Her biri yıldızlar gibi olan ashab-ı kiram'ın bile görüş ve ictihadlarında zaman zaman hata ettikleri olmuştur Sahabeden sonra gelen imamların ilham dışındaki sözlerinde yanılması mümkündür Câfer-i Sâdık da insandır, masum değildir Çünkü ismet (masumluk) sıfatı yalnız peygamberlere mahsustur Câ'fer-i Sâdık, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi İmam Mâlik onun hakkında şöyle der: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kılar, ya oruç tutar, veya Kur'an okurdu Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'ın Rasûlü'nü ağzına almazdı Boş yere konuşmazdı Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi" (Ebû Zehra, age, s 77) Alta yün, üste ipekli giyerdi Süfyan ona "Bu senin ve babalarının elbisesi değildir" deyince Câ'fer ona "O zaman darlık zamanı idi Şimdi genişlik zamanıdır Şimdi herşey bol" demiş, sonra cübbesini açıp alttan beyaz yünlü elbisesi görününce, "İşte" demiş "Allah için giydiğimiz elbise budur Bu üstteki de sizin için giydiğimiz elbisedir Allah için olanı gizledik Sizin için olanı gösterdik" (Hilye, III, 193; el-Kevâkib, I, 95) İmamiye, Câ'fer-i Sâdık'ın bazı vehbî ilimlere sahip olduğunu, Hz Peygamber'in bu ilmi Hz Ali'ye verdiğini, Hz Ali'den Ali Zeynelâbidin'e, ondan Muhammed Bâkır'a, ondan da Câ'fer-i Sâdık'a geçtiğini, bu ilmin "cifr ilmi"* olduğunu söyler Cifr ilmi, harflerin ilmidir Câfer'i Sâdık'ın cifr'i bildiği ve onu şöyle tarif ettiği bildirilir: "O, deriden bir kaptır Onda, peygamberlerin ve İsrailoğulları bilginlerinin bilgisi vardır" (Seyyid Hüseyin Muzaffer, es-Sâdık, 109) Bu gibi rivayetler genellikle Kuleynî yoluyla gelmektedir Kuleynî, Câ'fer-i Sâdık'ın, gûya Kur'an'da eksiklikler veya ilâveler bulunduğunu söylediğinden bahs eder ki; Murtaza Tûsî, büyük İmamiye bilginleri onu yalanlamışlar ve Câfer-i Sadık'dan bunun aksini rivayet etmişlerdir Ebû Hanife ve İmam Mâlik, Câ'fer-i Sâdık'ın görüşlerine muttali olmuş, ancak yukarıdaki cifr ilmi vb iddialar onların eserlerinde yer almamıştır |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)C Ca'feriyye Hz Ali'nin torunlarından Câ'fer-i Sâdık (ö 148/765)'ın etrafında toplanan ve onun ictihadlarına göre amel eden müslümanların bağlı oldukları siyasi ve fıkhî mezhep İmâm Câ'fer, bütün Sünnîlerce, özellikle tasavvuf ehlince büyük bir velî olarak kabul edilir O, kendisini ilme ve tefekküre vermiş, Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik gibi büyük müctehidler bile ondan faydalanmıştır Hadîs âlimleri kendisinden hadîs rivayet etme konusunda tereddüt etmişlerse de, İmam Şâfiî ve Yahya b Maîn gibi âlimler onu güvenilir bir muhaddis olarak kabul etmişlerdir Mezheplerinde "imâm" ve "on iki imam" konusuna ağırlık verdikleri için bu mezhebe "İmamiyye" veya "İsnâ Aşeriyye" adı da verilmiştir Câ'fer-i Sâdık Kur'an'ı delîl olarak alır, ancak sünnet olarak Ehl-i Beyt tarafından rivayet edilen hadîsleri kabul ederdi Kitap ve Sünnet'te delîl bulamazsa, maslahat veya akla göre hüküm veriyordu Medine'de Ebû Hanîfe ile ilk karşılaştıkları zaman ona şöyle dedi:"Nûman! Babam bana, dedemden şöyle rivayet etti: -Din husûsunda re'yi ile kıyasa ilk başvuran İblîs'tir Allah ona, Âdem'e secde et dedi O da, Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten, onu topraktan yarattın' dedi Kim dinde re'yi ile kıyas yaparsa Allah onu Kıyâmet günü İblîs'e arkadaş yapar Çünkü o, kıyas yapmak suretiyle şeytana uymuştur" Ebû Hanîfe şu cevabı verdi: "Ne münasebet! şeytân Allah'ın emrine isyan için kıyas yaptı Ben ise, Allah'ın emirlerine itaat yollarını bulmak için kıyas yapıyorum" (M Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Târîhi, (çev A Şener) Ankara, 1968, s 235; Ahmed Emin, Düha'l-İslâm, Kahire 1936, III, 261) Temelde Ehl-i Sünnet'e yakın olan Câ'fer-i Sâdık'a ölümünden sonra birtakım iftiracılar birçok şeyi isnat etmişler ve bunları halk arasında yaymışlardır İmâm Câ'fer, daha hayatta iken mezhep içinde bazı sapık görüşler ortaya atılmış ve bunları bizzat kendisi reddetmiştir Bu sapıkların başında Ebû'l Hattâb Muhammed b Ebî Zeyneb gelir Ebû'l Hattâb, küfre düşmüş, peygamberlik davasında bulunmuş ve Câ'fer-i Sâdık'ın tanrı olduğunu öne sürmüştür Haramları helâl saymış ve imamı tanıyan herkesin haramlardan muaf sayılacağını söylemiştir Üstelik bu görüşleri Câ'fer-i Sâdık adına çıkarmıştır Bunu haber alan Câ'fer, Ebû'l Hattab'a lânet etmiş, onunla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, bütün talebe ve arkadaşlarına bildirmiş, İslâm ülkelerine mektuplar yazarak bu durumu her tarafa duyurmuştur (İbnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-Tarih, VIII, 9) Zeydiye'den sonra Ehl-i Sünnet'e en yakın bir Şiî mezhebi olan Câ'ferîliğin bazı görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: İmâmiye'ye göre imâmet (devlet başkanlığı); nübüvvet gibi ilâhî bir makamdır Peygamber gibi imâmı da Allah seçer İnsanların imam tayin etme yetkisi yoktur Hz Muhammed (sas) vefat etmeden önce, kendi yerine kimin imam (halife, müslümanların lideri) olacağını nass'la tayin etmiştir Bu imam da kendinden sonra gelecek olanı aynı şekilde belirlemiştir İmâmın zahir, meşhur ve meydanda olması caiz olduğu gibi; gaib, mestur ve gizli olması da mümkündür Son imam Muhammed Mehdî onikinci imam olup, hâlen hayattadır, fakat gaibtir İmâmın bulunmadığı bir zaman yoktur Şimdi gaib olan Mehdî'ye naibler (âyetullahlar) vekâlet etmektedir Oniki imâm şunlardır: 1) Ali el-Murtaza, 2) Hasan el-Müctebâ (ö 50/670), 3) Hüseyin eş-Şehid (ö 61/681), 4) Ali Zeynelâbidin (ö 94/713), 5) Muhammed Bâkır (ö 113/731), 6) Câ'fer es-Sâdık (ö 148/765), 7) Musa Kâzım (ö 183/799), 8) Ali Rıza (ö 192/808), 9) Muhammed Cevad (ö 220/835), 10) Ali Hâdi (ö 254/868), 11) Hasan Askerî (ö 260/874), 12) Muhammed Mehdî (gizlendiği tarih 260/874) Câferîlere göre imâmlık mertebesi, insan olmanın üstünde; fakat peygamberliğin altında bir makamdır İmamlar peygamber gibi masum olup, yanılmazlar, günah işlemezler Câ'ferîler imamın masumiyetini şöyle açıklarlar: "Ondan, büyük küçük, kasden veya yanlışlıkla unutarak, yahut ictihadında hata ederek, yahut da Allah'ın hataya sevketmesi sebebiyle olsun, hiçbir günah sadır olmaz Bu imamın sözü dinlenir, korkusu kalpten çıkmaz bir kişi olması için böyledir Onlardaki ismet sıfatı, Allah onların akıllarını kemâle erdirdiği andan itibaren ruhlarını kabzedene kadar onlardan ayrılmaz bir vasıftır Câ'ferî'ye göre meleklere, kitaplara ve kadere iman Allah'a ve peygambere imanın içindedir Onlara göre Hz Muhammed (sas)'den sonra halîfe olma hakkı Hz Ali'nin idi Bu konuda ayet ve hadîsler mevcuttur Fakat Ashab-ı Kirâm'ın ileri gelenleri, kendi ictihadlarına dayanarak bu nass'ları tevil ettiler ve Hz Ebu Bekir'i halife seçtiler Hz Ali ve ona tabi olan bir grup, bu seçimi kabul etmedi Ancak fitne çıkmaması için Ebû Bekir'e bey'at ettiler İlk üç halifede gördüğü ehliyet ve liyâkat sebebiyle Hz Ali, hilâfet hakkından feragat etmişti Ancak Muaviye'nin değil halife, vali olarak kalmasının bile zararlı olduğu kanaatine vardığı için Emevîlere karşı savaş ilân etmiştir Câ'ferîler, ilk üç halifenin imâmlığını kabul etmemekle beraber onlara karşı saygılı oldukları halde, Muaviye ve oğlu Yezid'e lânet okurlar (Muhammed Hüseyin, Kâşifu'l-Gıta, Aslu'ş-Şia ve Usulühâ, Kahire 1958 126 vd; Musevî, el-Muracaa, Beyrut 1393, 168) Câ'feriye mezhebi mensupları, onikinci imam Muhammed'in evinde "sirdap" diye adlandırılan bir sığınağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar Ancak gizlenen onikinci imamın yaşı konusunda ihtilaf edilmiş ve bazıları gizlendiğinde yaşının dört olduğunu söylerken, bazıları da sekiz yaşında olduğunu ileri sürmüştür Yine, gizlenen imamın vereceği hüküm konusunda ihtilaf olmuştur Bazıları, kaybolduğu yaştayken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacip olduğunu öne sürerken; diğer bir kısmı da hüküm vermenin gizlenen imamın mezhebine bağlı âlimlere ait olduğunu iddia etmişlerdir İsna aşeriyye, diğer adıyla Câ'ferîye mezhebine göre din, Ehl-i Sünnet'te olduğu gibi iki ana bölümde ele alınır 1) Usû-i Din, 2) Furû-i Din Usûlü Din (dinin asılları) beş esas üzerine kurulmuştur: Tevhîd, Nübüvvet, İmâmet, Mead (Ahiret), Adalet Tevhîd: Allah birdir (vâhid), tektir (ahad) Onun zatı her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir Eşi,benzeri ve mahlûkatına benzer bir tarafı yoktur Nübüvvet: Peygamberlik, Allah'ın seçtiği kullarını Cebrâil vasıtasıyla ve vahy yoluyla ilâhî bir vazife ile mükellef kılmasıdır Peygamberler Allah'ın emirlerini halka tebliğ eder ve onları doğru yola iletirler Onlar insanların en üstünü ve kulların en hayırlısıdırlar Emindirler, masumdurlar ve tebliğ vazifelerinde bir noksanlık ve hata bulunmaz Peygamberler ilâhî bir lütuf ve hazinedir Hz Muhammed (sas) bütün peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur Onun en büyük mûcizesi Kur'an'dır İmâmet: İmân, dinin asıllarından olan imamete inanmakla tamamlanabilir İmamiye, nübüvvetin nasıl Allah'tan bir lütûf olduğuna inanırsa, her asırda peygamberlerin vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşadlarını üstlenmiş bir imamın varlığına da inanır Meâd (Ahiret): Bu, ölümden sonra ahiret hayatının hak olduğu esasıdır Kıyamete dair Kur'an ve hadîslerde geçen mîzan, soru, hesap, sırat, şefaat, Cennet, Cehennem hepsi gerçektir, bunların hiçbiri akılla yorumlanamaz Keyfiyetini de bilemeyiz Fakat hepsinin gerçek olduğuna inanırız Mead cismanîdir ve bunlara icmalen iman yeterlidir ve yorumsuz olarak kabul etmek gerekir Adalet: İsna aşeriyye'ye göre dinin beşinci aslı ve dolayısıyla inanç esaslarından olan adalet, Allah'ın adil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar oluşudur Onun, iyiye iyiliğine karşılık mükâfatta, kötüye kötülüğüne karşılık mücazatta bulunması adaletinin zarurî bir icabıdır Kul, fiillerinde hür ve muhtardır İsna aşeriyye, şer'i hükümlerin kaynağı olarak dört esası kabul eder Bunlar, kitap, sünnet, icma ve akıldır Ayrıca füru-u din ikiye ayrılır: 1) İbâdât, 2) Muamelât İbâdât: Namaz, oruç, hacc, zekât, humus, cihat, emri bi'l ma'ruf nehyi ani'l-münker, Tevellâ ve Teberrâ'dan oluşan bir bütündür Muamelât: Ticaret hayatı, şahıs hukuku, cezalar, evlenme, miras ve benzeri hususlardır Görüldüğü gibi İsna aşeriyye, usûl-i din dediğimiz inanç esasları ve fer'i hükümlerde, yani fıkhî konularda Ehl-i Sünnet'ten çok farklı düşüncelere sahip bulunmamaktadır Ancak Tevhîd, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç büyük esasta Ehl-i Sünnet ile birleşmiş olmalarına rağmen; İmametin dinin esasları arasında zikredilmesi dolayısıyla Hz Peygamberden sonra belIi kişilerin peygamber gibi "ismet" sıfatına ve başkalarında bulunmayan "özel bir bilgi"ye sahip bulundukları hususlarının kabul edilmesiyle Ehl-i Sünnet'ten ayrılmaktadır Ayrıca takiyye ve bedâ, Câ'ferîlik'te önemli iki inanç konusudur Onlar, cebir ve zor karşısında bir Şiî'nin inancını gizlemesine "takiyye"* adını verirler Muaviye'nin baskısı altında inançlarını gizleyen Şiî'ler Mekke döneminde sahabenin de müşriklerin baskısından kurtulmak için bu prensibe başvurduklarını söylerler Onlara göre, takiyye bazen farz, bazen caiz, bazen da haram olur Bedâ ise, Cenâb-ı Hakk'ın Levh-i Mahfuz'a* yazdığı bir şeyi vahiyle peygamberine bildirdikten sonra değiştirmesidir Bu durum, velî ve imamlar için de söz konusudur İslâm şerîatının önceki şerîatları neshetmesi veya İslâm şerîatında bazı ayetlerin diğer ayetleri neshetmesi de bedâ kavramına yakındır (Muhammed Hüseyin, age, 131) Câ'ferîlik bugünkü İran'da çoğunluğun ve İran İslâm devletinin resmî mezhebidir İran'dan başka, Türkiye'de Kars ve çevresinde çok az olmak üzere Irak, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Hindistan'da Câferîler vardır İmâm Câ'fer'den sonra yüzyıllar boyunca yapılan ictihadlarla bir hayli genişleyen Câferîye fıkhı, yukarıda zikredilen yerlerde ve bir kısım Ortadoğu ülkelerindeki küçük cemaatler halinde bulunan Şiîler arasında tatbik edilmektedir Hamdi DÖNDÜREN CA'FER-İ SÂDIK (83-148/700-769) İmamiyye* mezhebinin kabul ettiği oniki imamın altıncısı Künyesi Câ'fer es-Sâdık Muhammed Bâkır b Ali b Hüseyin b Ali b Ebî Tâlib'tir Babası, Muhammed Bâkır'ın yerine imamete geçmiştir Oniki imamın altıncısıdır Hz Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Peygamber çocukları siyasetle uğraşmamışlar; kendilerini ilme vermişlerdir Bu evde yetişen Câ'fer de kendini ilme verdi; fıkıh, hadis, ve öteki şer'î ilimler yanında kimya ve diğer ilimleri de tahsil etti Talebesi Tarsuslu İbn Hayyan'ın, Câfer'in beşyüz risalesini toplayarak bin yaprak tutan bir kitap yazdığı rivayet edilir (İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A yân, Mısır 1948, I, 291) Câbir İbn Hayyan, Câ'fer-i Sâdık'tan çok yararlanmış, ondan itikad ve iman usulünü öğrenmiş bunun yanında maddî varlıkların tabiatı ve özelliklerine ve bunların birbirine karıştırılmasına (eczacılık-simya) dair bilgiler de almıştır Câbir'in Câ'fer'den ilim öğrenmek için belirli bir saati vardı O saatte, İmamın yanına ondan başkası giremezdi Risalelerinin büyük kısmını hocası Câ'fer'in adına yazmıştır (Muhammed Ebu Zehra, el-İmamü's Sâdık, 77) Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük bilginler Câ'feri Sâdık'tan ilim öğrenmiş ve hadis rivayet etmişlerdir Câ'fer-i Sâdık fazla konuşmazdı Süfyan-ı Sevrî, Câ'fer'i ziyarete gitmiş; uzun süre sustuğunu görünce konuşmasını rica etmiş; bunun üzerine Câ'fer şöyle demiştir: "Allah'ın nimetine şükret; şükür, nimetin artmasına vesîle olur Nimet verildiği zaman da istiğfara devam et Devletin zulmüne karşı da Lâ havle velâ kuvvete illâ billah de" Ebû Hanife de, Hicaz'a gidip, iki yıl Câ'fer'in yanında kalmış, ondan çok şeyler öğrenmiş ve bu iki yıl için "Eğer iki yıl olmasaydı Nûman mahvolurdu" demiştir (Ebû Zehra, age, s 37-39) İmam Câ'fer'in ilmi önce kesbî olarak başlamış, sonra vehbî ilimle desteklenmiş, ilhâma mazhar olmuştur Bu yüzden İmâmiye mezhebi mensupları, imamların ve bu arada Câ'fer-i Sâdık'ın hatadan sâlim olduğu inancındadır Her biri yıldızlar gibi olan ashab-ı kiram'ın bile görüş ve ictihadlarında zaman zaman hata ettikleri olmuştur Sahabeden sonra gelen imamların ilham dışındaki sözlerinde yanılması mümkündür Câfer-i Sâdık da insandır, masum değildir Çünkü ismet (masumluk) sıfatı yalnız peygamberlere mahsustur Câ'fer-i Sâdık, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi İmam Mâlik onun hakkında şöyle der: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kılar, ya oruç tutar, veya Kur'an okurdu Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'ın Rasûlü'nü ağzına almazdı Boş yere konuşmazdı Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi" (Ebû Zehra, age, s 77) Alta yün, üste ipekli giyerdi Süfyan ona "Bu senin ve babalarının elbisesi değildir" deyince Câ'fer ona "O zaman darlık zamanı idi Şimdi genişlik zamanıdır Şimdi herşey bol" demiş, sonra cübbesini açıp alttan beyaz yünlü elbisesi görününce, "İşte" demiş "Allah için giydiğimiz elbise budur Bu üstteki de sizin için giydiğimiz elbisedir Allah için olanı gizledik Sizin için olanı gösterdik" (Hilye, III, 193; el-Kevâkib, I, 95) İmamiye, Câ'fer-i Sâdık'ın bazı vehbî ilimlere sahip olduğunu, Hz Peygamber'in bu ilmi Hz Ali'ye verdiğini, Hz Ali'den Ali Zeynelâbidin'e, ondan Muhammed Bâkır'a, ondan da Câ'fer-i Sâdık'a geçtiğini, bu ilmin "cifr ilmi"* olduğunu söyler Cifr ilmi, harflerin ilmidir Câfer'i Sâdık'ın cifr'i bildiği ve onu şöyle tarif ettiği bildirilir: "O, deriden bir kaptır Onda, peygamberlerin ve İsrailoğulları bilginlerinin bilgisi vardır" (Seyyid Hüseyin Muzaffer, es-Sâdık, 109) Bu gibi rivayetler genellikle Kuleynî yoluyla gelmektedir Kuleynî, Câ'fer-i Sâdık'ın, gûya Kur'an'da eksiklikler veya ilâveler bulunduğunu söylediğinden bahs eder ki; Murtaza Tûsî, büyük İmamiye bilginleri onu yalanlamışlar ve Câfer-i Sadık'dan bunun aksini rivayet etmişlerdir Ebû Hanife ve İmam Mâlik, Câ'fer-i Sâdık'ın görüşlerine muttali olmuş, ancak yukarıdaki cifr ilmi vb iddialar onların eserlerinde yer almamıştır |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Câhil, Cehâlet Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kimse Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır İlim; bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun zıddı, her şeyin en fenasıdır İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler Kur'an-ı Kerîm inkârcıları: "Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gafiller" (ez-Zariyat, 51/11) olarak zikreder Yine cahillerden sakınmak için; " Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir " (el-A'râf 7/199) buyurulur Bilgisiz insanlar körler gibidir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (ez-Zümer, 39/9) "Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi" Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar Çünkü, kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevazû sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin varolduğunu bilemez Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür Bundan dolayı cahiller için: "Cahil yaşayan ölüdür", "Diri iken ölü" denilmiştir Hazret-i İsa da: "Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim" buyurmuştur Halk arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: "Akıllının düşmanlığı, cahilin dostluğundan daha hayırlıdır" denilmektedir Hazret-i Ali (ra): "Faziletli kişiler hakkında haset edilir Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler" buyurmuştur Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı "Cahillere para verilse de yüz verilmez" deyimi çok kullanılan bir deyimdir Şâmil İA CÂHİLİYYE Bilgisizlik, gerçeği tanımama İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür: Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi Şarap içmek adeti çok yaygındı Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi Hatta Enes b Mâlik (ra)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz Peygamber (sas) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3) Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, ki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme" Tefecilik almış yürümüştü Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin" (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın " (en-Nûr, 24/33) buyurulur Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz: Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı Sonra yaklaşabilirdi Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi O da bundan kaçınamazdı Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı (Buhârî, Nikah, 36) Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440) Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi "(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136) Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı (el-En'âm, 6/138) Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı: Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi Buna "Bahîra"* derlerdi Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı Kimse ona dokunmazdı Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (cc)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir" Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (as)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi Rasûlullah (sas)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32 ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır Ebû Hüreyre (ra)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (ra) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104) İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103) Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir Cahiliyye; insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür Kısaca cahiliyye, Allah'ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir Ahmed AĞIRAKÇA Durak PUSMAZ CÂİZ Yapılması mahzurlu olmayan, işlenmesi suç teşkil etmeyen şey İzin verilen, müsaadeli, ruhsatlı, olur, olabilir, mümkün, kâbil, münasip gibi manalara gelir Caiz görmek, uygun bulmak; Caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır Bunun tersi, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir Fıkıh terimi olarak caiz; yapılması sahih veya mübah olan herhangi bir fiil veya akiddir Bazen bir fiil veya bir akid sahih (geçerli) olduğu halde caiz olmaz Meselâ, cuma namazı için ezan okunurken alış-verişi bırakıp namaza gitmeyen bir müslümanın yapacağı satış muamelesi dünyevî ahkâm itibariyle sahihtir Fakat uhrevî ahkâm itibariyle caiz değildir Çünkü bu durumda, Cenâb-ı Allah'ın: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bııakın Eğer bilirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlıdır " (el-Cum'a, 62/9) emrine muhalefet edilmiş ve uhrevî sorumluluk altına girilmiş olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, 33) Özür halinde bazı şartlarını yerine getirmeden niyetle namaz kılmak da caizdir Meselâ, namaz için şart olan abdest yerine, su bulunmadığı zaman temiz toprakla teyemmüm etmek kâfidir Ancak su olup ta onu kullanmaya meşru bir engel yoksa, teyemmümle namaz kılmak caiz değildir Bu da: "Bir özür için caiz olan şey o özrün kalkmasıyla geçersiz olur" prensibine dayanır (Ö N Bilmen, age, I, 262) Caiz tabiri yalnız şer'î işlerde değil, mantıkta da kullanılır ve muhtemel, gayr-ı muhtemel veya mümkün gibi akla aykırı gelmeyen her şeyi ifade eder Kelâm ilminde caiz (mümkîn); aklî hükümlerden olup, ne varlığı ne de yokluğu zatının muktazası olmayan, zatına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olandır Mümkin; varlığı da yokluğu da vacip olmayan veya varlığı da yokluğu da imkânsız olmayan diye tarif edilir Özellikleri şunlardır: a) Mümkin'in varlığı da yokluğu da müsâvî bulunduğundan; var olmak için mutlaka bir sebebe muhtaç olur Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih eder Buna mukabil, yokluğu için sebebe ihtiyaç yoktur Aslında mümkin olan bir mefhûmun realitede olmasını sağlayacak bir etken yoksa veya var olan mümkinin varlığının devamını sağlayacak sebep bulunmuyorsa, kendisi yok olur b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle beraber var olamaz Mutlaka sebebinden sonra bulunur Bunun içindir ki mümkin, hâdis (sonradan yaratılmış) tir Mümkinin, sebebinden önce var olamıyacağı gayet açıktır, Zira mümkin, ancak kendisinden önce var olan bu sebebin tesiriyle var olacaktır Mümkin; sebebiyle beraber var olsaydı onun özelliğini taşırdı Halbuki kendisi sebep değil müsebbeb (kendisine sebep olunarak ortaya konulmuş olan)dir (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, GİRİŞ, 68) |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Câlût Hz Dâvud (as) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu HattaTevrât'larını bile almıştı Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828) Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247) Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248) Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır Tâlut'un ordusunda bulunan Hz Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır Hz Dâvud (as) Tâlut ve Eşmuil (as)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252) Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1 ve 2 Sammel sifrinde geçmektedir Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir Talat SAKALLI CÂMİ Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed "Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir Hz Peygamber (sas) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder (el-Hac, 22/41 ) Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten " câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir İlk câmiler: Hz Âdem (as)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635) Halen bu adada, Hz Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur" (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir Ebû Zer (ra)'in merakı üzerine Hz Peygamber (sas)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz İbrahim (as) ve Süleyman (as) dan çok öncelere dayanmaktadır (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b Hanbel, V, 150-157) İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı Hz Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı İşte Erkam b Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz Ebû Bekr es-Sıddık (ra) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti İslâm'da Hz Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır Hicret'ten sonra Hz Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti Bu iki mescidin inşasında Hz Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m) ebâdında mütevâzi bir yapıydı Kıbleye göre sol tarafta Hz Peygamber'in odaları sıralanıyordu Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır: a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi b) Klâsik Üslûp (1501-1616) Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri, c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III Ahmet Çeşmesi e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur: İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır Hz Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi Hz Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir Hz Peygamber (sas) müezzinleri Bilâl, Sa'd b Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir Câmilerde va'z âdeti, Hz Ömer zamanında başlamıştır Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir Hz Peygamber (sas) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir (Buhârî, Salat, 8/72) Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985) Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18) İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz Peygamber (sas)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz Peygamber (sas) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi Hz Peygamber (sas)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir Hz Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı Câmi Âdâbı: Allah (cc): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının" (el-Araf 7/31) buyurmaktadır "Zînet"ten maksat edeptir Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb davranışlar hoş karşılanmamıştır Hz Peygamber (sas) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz Peygamber'in sünnetidir (İbn Kesir, Tefsir, V, 106) Nebi BOZKURT el-CÂMİ' Allah'ın güzel isimlerinden biri Hesap günü için kullarını ve her istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan anlamında Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir Allahu Teâlâ vücutların ölümden sonra yürüyerek dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenleri yeniden diriltecektir Sonra yine, yaratılmış olan herkesi Arasat* meydanında toplayacak, hak sahiplerini, hasımlarıyla huzurunda karşı karşıya getirecektir El-Câmi', Esma-i Hüsna'dan olarak Kur'an'da şöyle geçer: " Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın Şüphesiz Allah sözünden caymaz" (Âli İmran, 3/9) "Allah, muhakkak ki, münâfıkları da, kâfirleri de Cehennem'de toptan bir araya getirecek olandır" (en-Nisa, 4/140) Şâmil İA CÂRİYE Müslümanların giriştikleri cihat sırasında esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlar Başkasının mülkü olan köle kadın "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, III, 344) Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih yapılır Câriyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirlerinden aşağı değildir Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına satardı Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı satılırlardı Köleler gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi Esir azat etmek, İslâm nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve câriyelerini azat ederlerdi Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi İçlerinden bu ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı Câriyeler iyi muamele görürlerdi Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini sattırırdı Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu Ayrıca câriyelere "halâyık" denirdi İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir (en-Nisa, 4/36) Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler Azat edilmeleri sözkonusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler Ancak azat edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar İslâm gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça keffaret olarak azâd edilmelerini öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır Câriyelik ve kölelik, İslâm adına müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup, bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır Bunun için bu konuda teferruata girmek gereksizdir |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Câlût Hz Dâvud (as) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu HattaTevrât'larını bile almıştı Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828) Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247) Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248) Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır Tâlut'un ordusunda bulunan Hz Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır Hz Dâvud (as) Tâlut ve Eşmuil (as)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252) Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1 ve 2 Sammel sifrinde geçmektedir Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir Talat SAKALLI CÂMİ Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed "Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir Hz Peygamber (sas) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder (el-Hac, 22/41 ) Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten " câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir İlk câmiler: Hz Âdem (as)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635) Halen bu adada, Hz Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur" (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir Ebû Zer (ra)'in merakı üzerine Hz Peygamber (sas)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz İbrahim (as) ve Süleyman (as) dan çok öncelere dayanmaktadır (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b Hanbel, V, 150-157) İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı Hz Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı İşte Erkam b Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz Ebû Bekr es-Sıddık (ra) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti İslâm'da Hz Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır Hicret'ten sonra Hz Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti Bu iki mescidin inşasında Hz Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m) ebâdında mütevâzi bir yapıydı Kıbleye göre sol tarafta Hz Peygamber'in odaları sıralanıyordu Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır: a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi b) Klâsik Üslûp (1501-1616) Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri, c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III Ahmet Çeşmesi e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur: İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır Hz Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi Hz Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir Hz Peygamber (sas) müezzinleri Bilâl, Sa'd b Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir Câmilerde va'z âdeti, Hz Ömer zamanında başlamıştır Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir Hz Peygamber (sas) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir (Buhârî, Salat, 8/72) Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985) Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18) İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz Peygamber (sas)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz Peygamber (sas) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi Hz Peygamber (sas)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir Hz Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı Câmi Âdâbı: Allah (cc): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının" (el-Araf 7/31) buyurmaktadır "Zînet"ten maksat edeptir Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb davranışlar hoş karşılanmamıştır Hz Peygamber (sas) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz Peygamber'in sünnetidir (İbn Kesir, Tefsir, V, 106) Nebi BOZKURT el-CÂMİ' Allah'ın güzel isimlerinden biri Hesap günü için kullarını ve her istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan anlamında Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir Allahu Teâlâ vücutların ölümden sonra yürüyerek dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenleri yeniden diriltecektir Sonra yine, yaratılmış olan herkesi Arasat* meydanında toplayacak, hak sahiplerini, hasımlarıyla huzurunda karşı karşıya getirecektir El-Câmi', Esma-i Hüsna'dan olarak Kur'an'da şöyle geçer: " Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın Şüphesiz Allah sözünden caymaz" (Âli İmran, 3/9) "Allah, muhakkak ki, münâfıkları da, kâfirleri de Cehennem'de toptan bir araya getirecek olandır" (en-Nisa, 4/140) Şâmil İA CÂRİYE Müslümanların giriştikleri cihat sırasında esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlar Başkasının mülkü olan köle kadın "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, III, 344) Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih yapılır Câriyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirlerinden aşağı değildir Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına satardı Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı satılırlardı Köleler gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi Esir azat etmek, İslâm nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve câriyelerini azat ederlerdi Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi İçlerinden bu ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı Câriyeler iyi muamele görürlerdi Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini sattırırdı Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu Ayrıca câriyelere "halâyık" denirdi İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir (en-Nisa, 4/36) Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler Azat edilmeleri sözkonusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler Ancak azat edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar İslâm gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça keffaret olarak azâd edilmelerini öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır Câriyelik ve kölelik, İslâm adına müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup, bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır Bunun için bu konuda teferruata girmek gereksizdir |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Câsiye Sûresi Kur'an-ı Kerîm'in kırkbeşinci suresi Buna aynı zamanda "Şerîât" ve "Dehr" suresi de denir Sure, otuzyedi ayet, dörtyüz****ensekiz kelime ve ikibinyüzaltmışbir harften ibarettir Fasılası; nûn, mîm harfleridir Ondördüncü ayeti Medine'de, geri kalanı Mekke'de ve Duhan suresinden sonra nazil olmuştur Sure, adını yirmisekizinci ayette geçen, "câsiye" kelimesinden almaktadır: "Bütün ümmetlerin Allah'ın huzurunda diz çöktüklerini görürsün Her ümmet kitabını almağa davet edilir O gün, dünyada yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz" Ayette belirtildiği üzere, câsiye "diz çöken" demektir Bu durum, ahirette Cehennem kükreyerek mahşer yerine geldiği zaman olacaktır İşte o zaman herkes korkusundan diz çökecek ve Cenâb-ı Allah'a yalvaracaktır Câsiye suresi Allah'ın varlığı ve birliğinin delilleri üzerinde durmaktadır Bunun için çeşitli deliller göstermektedir Kur'an-ı Kerîm bu delilleri en güzel şekilde ifade ettiği için önce kitabın indirilmesinden bahsetmektedir Arkasından da bu delillerin bulunduğu üç yer gözler önüne serilmektedir Bunlardan birincisi yedi kat göklerle yerdir Ve bunda inananlar için Allah'ın varlığına ve birliğine deliller vardır Demek ki bunlardan deliller çıkarmak müminlerin görevidir Sure, ikinci derecede de insanların yaratılışı ile çeşitli hayvanların yeryüzüne dağılışında birçok deliller olduğunu vurguluyor Bunu yapacakların, yakîn, yani kesin bilgi almak isteyenler olduğunu bildiriyor Bundan, dolayısıyla şöyle bir mânâ çıkıyor: Bu delilleri incelemek insanı kesin ve gerçek bilgiye götürür Bundan sonra da delil olarak gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, rızık sebebi olan yağmurun gökten indirilmesi ve rüzgârların esmesi gösteriliyor Sonunda da "Artık bu ayetlere de inanmayanlar acaba neye inanırlar?" deniyor Surenin üçüncü ayeti, inananları, dördüncü ayeti yakîn sahibi olanları, beşinci ayeti de düşünenleri muhatab almakta ayrı bir duruma dikkat çekmektedir Surede ayrıca, müşriklerin İslâm davasını nasıl karşıladıklarını, İslâmiyetin getirdiği deliller ve ayetlere nasıl karşı koyduklarını, İslâmî gerçekler ve problemler karşısında nasıl direttiklerini delilsiz nasıl itiraz ettiklerini görmekteyiz Müşrikler, Allah ve Allah kelâmı hakkında son derece kaba davranıyorlar Surede bunu açıkça görmekteyiz Buna karşılık onlar acıklı bir azap ile tehdit edilmekteler "Vay haline yalancı ve günahkâr her kişinin " "Kendisine okunan Allah'ın âyetlerini dinleyip sonra onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnir Ona can yakıcı bir azabı müjdele Ayetlerimizden bir şey öğrendiğinde onu alaya alır İşte onlara horlayıcı bir azap vardır" (7-10) Düşünce ve inançları bozuk Ehl-i Kitap da surede söz konusu edilmektedir Onlar sûrede, sâlih amel sahibi müminlerle kendi kötü amelleri arasındaki farkı göremeyenler olarak tanıtılmaktadır Dolayısıyla Allah'a inandıklarını söyleyenler ile müminler arasında köklü bir fark bulunduğu belirtilmektedir Kötülük yaptıkları halde Allah katında kendilerinin de iyilik yapan müminler gibi olduklarını sananlara çok açık bir cevap veriyor: "Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini iman edip salih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar " (21) "Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır Tâ ki herkes kazancına göre karşılık görsün Ve onlara zulmedilmez " (22) Bunların dışında surede, heveslerinden başka kimseyi tanımayan bir başka grupdan daha söz edilmektedir Bunlar arzularını ilâh edinmiş, şaşkın kimselerdir Kur'an onlara doğruları gösterdiği halde onlar yüz çevirmektedirler "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine tanrı edinmiş, bilgisi olduğu halde Allah onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş ve gözüne perde koymuştur? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (23) Surenin son bölümünde de müşriklerin ahiret inancı ele alınmakta ve bu inancın sakatlıkları, bizzat kendi hayatlarından örnekler verilerek reddedilmektedir "Ve dediler ki: hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır Ölürüz ve yaşarız Ve bizi ancak zaman helâk eder Bu hususta onların bir bilgisi de yoktur Başka değil onlar sadece zannederler " (24) "Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman Eğer doğrucular iseniz (ölmüş) atalarımızı (diriltip) getirin demelerinden başka hüccetleri yoktur De ki: Allah diriltir sizi, sonra öldürür; sonra şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar Ne var ki insanların çoğu bilmezler " (25-26) "Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır Kıyamet koptuğu gün, işte o gün, batıla uyanlar hüsrandadırlar " "Sen o günün iddetinden bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün O gün her ümmet amel def terinin başına çağırılacak ve onlara şöyle denilecektir:" " Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz İşte kitabımız size gerçekleri söylüyor Şüphesiz biz, dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk " (27-29) Abdülvehhab ÖZTÜRK CEBBÂR Allah'u Teâlâ'nın esmâu'l-hüsna* (doksan dokuz güzel ismi)'sından biri Ebû Hureyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksandokuz isminin olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el-Cebbâr" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Daavât, 82) Kur'an-ı Kerîm'de de Allah'ın Cebbâr ismi zikredilmiştir (el-Haşr, 59/23) Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât'ında "cebr" kelimesini şöyle tarif eder: Herhangi bir şeyi bir çeşit baskı ile ıslah etmek, düzeltmek (el-Müfredat, 117) Cebr kökünden gelen el-Cebbâr ismi, Kur'an-ı Kerîm'de: "O, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan, hükümran, noksan sıfatlardan uzak, selamete erdiren, emniyete kavuşturan, gözetip koruyan, her şeye galip olan, istediğini zorla yaptıran, (el-Cebbâr) her Şeyden yüce olan Allah'tır Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir " (el-Haşr, 59/23) ayeti kerimesinde geçmektedir Cebbâr, Arapça cebr kökünden mübâlağalı ism-i fâitdir İki manada kullanılmıştır: 1- Cebr, kırık veya çıkık kemiği yerine getirerek iyice bağlayıp sarmak, eksiği düzeltip tamamlamak demektir Bu manada cebbâr, halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzelten ve bunları yapmakta çok güçlü olan demektir Müfessirlerin birçoğu Allah'ın Cebbâr isminin bu manada olduğunu söylemişlerdir Allah'u Teâlâ "dertlere derman veren, kırılan onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten"dir (Elmalılı, MH Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4872-4873) 2- Cebr, icbar etmek, dilediğini zorla yaptırmak manasına da gelir Buna göre Cebbâr, zorlu, zora başvuran demektir Allah'u Teâlâ için kullanılması "Kahhâr" ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya gücü yeten, hükmüne karşı gelinemeyen demektir Ama bundan Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini zoraki yerine getirir, insanlarda cüz-î irade* yoktur manasını çıkarmamalıdır Çünkü teşriî* olan emirlerini, kullarının cüz-î iradelerine bağladığı naslarla sabittir Ancak Allah'u Teâlâ, insanlara bir çok fiillerde irade vermiş, hür yaratmış olmakla beraber onların bütün irade ve isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde değildir Allah Teâlâ bazen onların istemediği şeyleri de yapar Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelen asîler hiç bir zaman cezaya çarptırılmak istemezler Ama zamanı gelince Allah'ın takdir edeceği cezayı çekmeye mecbur olurlar Bunun dışında Allah'ın sıfatı olarak kullanılan "Cebbâr"ın iki manası daha vardır Biri, İbn Enbârî'nin dediği gibi "kendisine erişilmez, el uzatılmaz" demektir Diğeri de İbn Abbâs hazretlerinden rivayet olunduğuna göre "azametli, büyük, yüce (azîm)", manasınadır (Elmalılı M H Yazır, age, VII, 4873-4874) Kur'an-ı Kerîm'de cebbâr, insanların sıfatı olarak da zikredilmiştir Bu durumda şu manalarda kullanılmıştır: a) Zorba, zorlayıcı Allah'u Teâlâ Peygamber Efendimiz (sas)'e hitaben şöyle buyurur: "Biz onların ne dediklerini biliyoruz Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an ile öğüt ver " (Kâf, 50/45) b- İri cüsseli (el-Mâide, 5/22) c- Allah'a ibadet etmeyen, kötülükte direnen (Meryem, 19/32) d- Çok insan öldüren (eş-Şuârâ, 26/30; el-Kasas, 28/19) |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Câsiye Sûresi Kur'an-ı Kerîm'in kırkbeşinci suresi Buna aynı zamanda "Şerîât" ve "Dehr" suresi de denir Sure, otuzyedi ayet, dörtyüz****ensekiz kelime ve ikibinyüzaltmışbir harften ibarettir Fasılası; nûn, mîm harfleridir Ondördüncü ayeti Medine'de, geri kalanı Mekke'de ve Duhan suresinden sonra nazil olmuştur Sure, adını yirmisekizinci ayette geçen, "câsiye" kelimesinden almaktadır: "Bütün ümmetlerin Allah'ın huzurunda diz çöktüklerini görürsün Her ümmet kitabını almağa davet edilir O gün, dünyada yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz" Ayette belirtildiği üzere, câsiye "diz çöken" demektir Bu durum, ahirette Cehennem kükreyerek mahşer yerine geldiği zaman olacaktır İşte o zaman herkes korkusundan diz çökecek ve Cenâb-ı Allah'a yalvaracaktır Câsiye suresi Allah'ın varlığı ve birliğinin delilleri üzerinde durmaktadır Bunun için çeşitli deliller göstermektedir Kur'an-ı Kerîm bu delilleri en güzel şekilde ifade ettiği için önce kitabın indirilmesinden bahsetmektedir Arkasından da bu delillerin bulunduğu üç yer gözler önüne serilmektedir Bunlardan birincisi yedi kat göklerle yerdir Ve bunda inananlar için Allah'ın varlığına ve birliğine deliller vardır Demek ki bunlardan deliller çıkarmak müminlerin görevidir Sure, ikinci derecede de insanların yaratılışı ile çeşitli hayvanların yeryüzüne dağılışında birçok deliller olduğunu vurguluyor Bunu yapacakların, yakîn, yani kesin bilgi almak isteyenler olduğunu bildiriyor Bundan, dolayısıyla şöyle bir mânâ çıkıyor: Bu delilleri incelemek insanı kesin ve gerçek bilgiye götürür Bundan sonra da delil olarak gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, rızık sebebi olan yağmurun gökten indirilmesi ve rüzgârların esmesi gösteriliyor Sonunda da "Artık bu ayetlere de inanmayanlar acaba neye inanırlar?" deniyor Surenin üçüncü ayeti, inananları, dördüncü ayeti yakîn sahibi olanları, beşinci ayeti de düşünenleri muhatab almakta ayrı bir duruma dikkat çekmektedir Surede ayrıca, müşriklerin İslâm davasını nasıl karşıladıklarını, İslâmiyetin getirdiği deliller ve ayetlere nasıl karşı koyduklarını, İslâmî gerçekler ve problemler karşısında nasıl direttiklerini delilsiz nasıl itiraz ettiklerini görmekteyiz Müşrikler, Allah ve Allah kelâmı hakkında son derece kaba davranıyorlar Surede bunu açıkça görmekteyiz Buna karşılık onlar acıklı bir azap ile tehdit edilmekteler "Vay haline yalancı ve günahkâr her kişinin " "Kendisine okunan Allah'ın âyetlerini dinleyip sonra onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnir Ona can yakıcı bir azabı müjdele Ayetlerimizden bir şey öğrendiğinde onu alaya alır İşte onlara horlayıcı bir azap vardır" (7-10) Düşünce ve inançları bozuk Ehl-i Kitap da surede söz konusu edilmektedir Onlar sûrede, sâlih amel sahibi müminlerle kendi kötü amelleri arasındaki farkı göremeyenler olarak tanıtılmaktadır Dolayısıyla Allah'a inandıklarını söyleyenler ile müminler arasında köklü bir fark bulunduğu belirtilmektedir Kötülük yaptıkları halde Allah katında kendilerinin de iyilik yapan müminler gibi olduklarını sananlara çok açık bir cevap veriyor: "Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini iman edip salih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar " (21) "Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır Tâ ki herkes kazancına göre karşılık görsün Ve onlara zulmedilmez " (22) Bunların dışında surede, heveslerinden başka kimseyi tanımayan bir başka grupdan daha söz edilmektedir Bunlar arzularını ilâh edinmiş, şaşkın kimselerdir Kur'an onlara doğruları gösterdiği halde onlar yüz çevirmektedirler "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine tanrı edinmiş, bilgisi olduğu halde Allah onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş ve gözüne perde koymuştur? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (23) Surenin son bölümünde de müşriklerin ahiret inancı ele alınmakta ve bu inancın sakatlıkları, bizzat kendi hayatlarından örnekler verilerek reddedilmektedir "Ve dediler ki: hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır Ölürüz ve yaşarız Ve bizi ancak zaman helâk eder Bu hususta onların bir bilgisi de yoktur Başka değil onlar sadece zannederler " (24) "Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman Eğer doğrucular iseniz (ölmüş) atalarımızı (diriltip) getirin demelerinden başka hüccetleri yoktur De ki: Allah diriltir sizi, sonra öldürür; sonra şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar Ne var ki insanların çoğu bilmezler " (25-26) "Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır Kıyamet koptuğu gün, işte o gün, batıla uyanlar hüsrandadırlar " "Sen o günün iddetinden bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün O gün her ümmet amel def terinin başına çağırılacak ve onlara şöyle denilecektir:" " Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz İşte kitabımız size gerçekleri söylüyor Şüphesiz biz, dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk " (27-29) Abdülvehhab ÖZTÜRK CEBBÂR Allah'u Teâlâ'nın esmâu'l-hüsna* (doksan dokuz güzel ismi)'sından biri Ebû Hureyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksandokuz isminin olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el-Cebbâr" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Daavât, 82) Kur'an-ı Kerîm'de de Allah'ın Cebbâr ismi zikredilmiştir (el-Haşr, 59/23) Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât'ında "cebr" kelimesini şöyle tarif eder: Herhangi bir şeyi bir çeşit baskı ile ıslah etmek, düzeltmek (el-Müfredat, 117) Cebr kökünden gelen el-Cebbâr ismi, Kur'an-ı Kerîm'de: "O, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan, hükümran, noksan sıfatlardan uzak, selamete erdiren, emniyete kavuşturan, gözetip koruyan, her şeye galip olan, istediğini zorla yaptıran, (el-Cebbâr) her Şeyden yüce olan Allah'tır Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir " (el-Haşr, 59/23) ayeti kerimesinde geçmektedir Cebbâr, Arapça cebr kökünden mübâlağalı ism-i fâitdir İki manada kullanılmıştır: 1- Cebr, kırık veya çıkık kemiği yerine getirerek iyice bağlayıp sarmak, eksiği düzeltip tamamlamak demektir Bu manada cebbâr, halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzelten ve bunları yapmakta çok güçlü olan demektir Müfessirlerin birçoğu Allah'ın Cebbâr isminin bu manada olduğunu söylemişlerdir Allah'u Teâlâ "dertlere derman veren, kırılan onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten"dir (Elmalılı, MH Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4872-4873) 2- Cebr, icbar etmek, dilediğini zorla yaptırmak manasına da gelir Buna göre Cebbâr, zorlu, zora başvuran demektir Allah'u Teâlâ için kullanılması "Kahhâr" ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya gücü yeten, hükmüne karşı gelinemeyen demektir Ama bundan Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini zoraki yerine getirir, insanlarda cüz-î irade* yoktur manasını çıkarmamalıdır Çünkü teşriî* olan emirlerini, kullarının cüz-î iradelerine bağladığı naslarla sabittir Ancak Allah'u Teâlâ, insanlara bir çok fiillerde irade vermiş, hür yaratmış olmakla beraber onların bütün irade ve isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde değildir Allah Teâlâ bazen onların istemediği şeyleri de yapar Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelen asîler hiç bir zaman cezaya çarptırılmak istemezler Ama zamanı gelince Allah'ın takdir edeceği cezayı çekmeye mecbur olurlar Bunun dışında Allah'ın sıfatı olarak kullanılan "Cebbâr"ın iki manası daha vardır Biri, İbn Enbârî'nin dediği gibi "kendisine erişilmez, el uzatılmaz" demektir Diğeri de İbn Abbâs hazretlerinden rivayet olunduğuna göre "azametli, büyük, yüce (azîm)", manasınadır (Elmalılı M H Yazır, age, VII, 4873-4874) Kur'an-ı Kerîm'de cebbâr, insanların sıfatı olarak da zikredilmiştir Bu durumda şu manalarda kullanılmıştır: a) Zorba, zorlayıcı Allah'u Teâlâ Peygamber Efendimiz (sas)'e hitaben şöyle buyurur: "Biz onların ne dediklerini biliyoruz Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an ile öğüt ver " (Kâf, 50/45) b- İri cüsseli (el-Mâide, 5/22) c- Allah'a ibadet etmeyen, kötülükte direnen (Meryem, 19/32) d- Çok insan öldüren (eş-Şuârâ, 26/30; el-Kasas, 28/19) Durak PUSMAZ CEBEL-İ NÛR Mekke'de bir dağ Nûr dağı anlamına gelmektedir Hz Muhammed (sas)'in evine bir kilometre uzaklıktadır Hz Muhammed (sas)'e ilk vahiy Nûr dağının tepesinde bulunan Hira mağarasında gelmiştir Nûr dağı, kendisini çevreleyen dağlar arasında uzaktan farkedilmekte olup, özel bir yapı arzeder Bu tepeye niçin Nûr dağı denildiği bilinmiyor Mekke'den Mina'ya giden yolun yakınındadır Hacılar Mina'da birkaç gün geçirirler O dönemde tatbik edilen bir adete göre, yolunu kaybedenlere yardım için bu dağın tepesinde ateş yakılmış olması ve bu nedenle Nûr dağı denilmiş olması mümkündür Nitekim o dönemde Müzdelife'de bir tepe üzerinde ateş yakıldığı bilinmektedir Başka tepelerde ve bu arada Cebel-i Nûr üzerinde de ateş yakılmış olması mümkündür (M Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 64-65) Cebel-i Nûr ve onun üzerinde bulunan Hıra mağarası Hz Muhammed (sas)'e inen, insanlara ilim ve medeniyet yolunu gösteren ilk vahye beşiklik yapmıştır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku O, insanı alâkdan (kan pıhtısından) yarattı Oku, Rabbın en büyük kerem sahibidir O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti İnsana bilmediğini öğretti" (el-Alâk, 96/1-5) ayetleri burada inmiştir Hz Muhammed (sas) kendisine peygamberlik gelmeden önce de putperestlikten nefret ederdi Ramazan ayı gelince erzakını alır, Cebel-i Nûr'daki Hıra mağarasına çekilir, orada günlerce kalarak tefekküre dalardı Bundan büyük bir zevk alır ve manevi teselli bulurdu Cebel-i Nûr üzerinde bulunan ve günümüzde de varlığını koruyan Hıra mağarası ancak bir insanın ayakta durabileceği kadar yükseklikte ve yatabileceği kadar uzunluktadır Durak PUSMAZ CEBEL-İ TÛR Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve Mısır civarında bulunan bir dağ Bazı müfessirlere göre Tûr, Süryânîce dağ demektir Fakat âlimlerin birçoğuna göre ise Tûr, Arapça bir kelimedir, muarraba (sonradan Arapçaya girmiş yabancı kelime) değildir (Şihâbüddin el-Hafâci, İnâyetü'l-Kâdî ve Kifâyetu'r-Râdî, Kahire 1283/VIII, 101) Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif ayetlerinde geçen Tûr, mutlak manada dağ olmayıp, Hz Musa'nın Allah'ı Teâlâ ile konuşmaya mazhar olduğu dağdır Bu dağ Mısır ile Medyen arasında yer alır Tûr açık bir şekilde Kur'an-ı Kerîm'in on ayetinde geçer Allah'u Teâlâ, kadrini yüceltmek için et-Tûr (52) suresinin ilk, et-Tin (95) suresinin ikinci ayetinde Tûr dağına yemin etmiştir Ayrıca Tûr, el-Müminûn (23) suresinin yirminci ayetinde "Tûr-i Seynâ", et-Tin suresinin ise, ikinci ayetinde "Tûr-i Sînîn" tarzında geçmektedir Sînîn veya Seynâ, Tûr dağının yer aldığı bölgenin adıdır İbn Ebi Hatim, İbn Münzir, Abd İbn Humeyd, İbn Abbâs'tan Sînîn'in güzel anlamına geldiğini rivayet ederler Dahhak da buna benzer bir rivayette bulunur Îkrime ise Sînîn'in Habeş dilinde güzel manasında olduğunu ifade eder (el-Bağavî, Ma'âlimü'üt-Tenzîl Beyrut 1407/1987, IV, 236; Kadr Beydâvî, Envâri't-Tenzil ı,e Esrâru't-Te'vil, Kahire 1375/1955, II, 232; Muhammed Huseyn et-Tabatabaî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum, (ty), XIX, 6) Allah'u Teâlâ et-Tûr ve et-Tîn surelerinde Tûr dağı ile yemin etmek suretiyle onu yücelttiği gibi; "Biz onu (Musa yr), "Tûr"un sağ yanından çağırdık Onu çok münacât eden bir kimse olarak yaklaştırdık " (Meryem, 19/53) ayetinde Tûr dağının yüceliğini bir kez daha beyan etmektedir Ayrıca Allah'u Teâlâ Tûr dağı civarında yer alan vadiden söz ederken onun mukaddes olduğunu ifade eder ve şöyle buyurur: "(Ey Musa, şüphesiz, benim ben, senin Rabbin, haydi pabuçlarını çıkar Çünkü sen mukaddes vadide, "Tuvaâ " dasın " (Tâhâ, 20/12) Tûr dağının kutsal bir dağ olduğunu gösteren başka bir ayet-i kerîme de şöyledir: "Derken oraya gelince, feyizli (ve mümtaz) bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan" seslenildi: "Yâ Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben " (el-Kasas, 28/30-31) Tûr'un açık olarak zikredildiği diğer sure ve ayetler şunlardır: 2/63, 2/93, 4/154, 19/52, 20/80, 23/20, 28/29, 28/46, 52/1, 95/2 Abdülbaki TURAN CEBERÛT ÂLEMİ Ululuk ve azamet âlemi Kur'an'da geçmeyen bu terkip, bazı sufîlere göre Allah'ın kadîm zatıdır Kimilerine göre ise, ilâhî kudret âlemidir Melekût âlemi, Arş'tan aşağıya doğru bütün cisim ve arazlardır Ceberût âlemi ise, Melekût âleminin ötesidir Bazıları da âlemleri üç kısma ayırırlar Bunlara göre en üstte Lahût âlemi, altında Ceberût âlemi ve onun altında da melekût âlemi yer alır Ehl-i Sünnet'e aykırı inanç ve düşüncelerinden dolayı 587/1191 yılında idam edilen Yeni-Eflatuncu düşünür ve filozof Sühreverdî el-Maktûl'e göre, Ceberüt âlemi hakîm kişilerin cezbe halinde gördükleri âlemdir Özellikle felsefeye bulaşmış kimi tasavvuf ehlinde bu tür İslâm itikadına aykırı düşüncelere çok rastlanır Meselâ bazı tasavvuf kitaplarında şeyhlerinin Levh-i Mahfûz'u okudukları, dolayısıyle geleceği bildikleri, hatta kaderler üzerinde tasarrufta bulundukları ileri sürülür ki bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan bu tür iddialar kimden gelirse gelsin reddedilmelidir |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Cebîre Kırık, yaralı ve hasta organ üzerine bağlanan bez, sargı Abdest alırken, gusül yaparken zaruret sebebiyle sargı üzerine meshedilir Kırık organlar üzerine sarılan tahta ve madeni plâkalar da böyledir Yıkanması gereken bir organ üzerinde sargı yoksa ve bu organı yıkamak zarar vermiyorsa yıkanır Eğer zarar veriyorsa organ üzerine sargı sarılır ve üzerine mesh* yapılır Sargının tam bir temizlikten sonra yapılması şart değildir Cünüb bir halde bulunan kimsenin hasta organının üzeri sarılır Daha sonra gusleder, cünüblükten kurtulur Sargılı kısmın üzerini mesheder Abdesti bozan şeyler meshi de bozar Sargı, yara iyileştikten sonra namaz içinde düşerse namaz bozulur Sargılı yeri yıkar ve namazı iade eder Abdest azalarından birinde sargı bulunan kimsenin yarasının iyileşmesinden sonra sargısı düşerse mesh bozulur Yeniden abdest alır, sargının altını yıkar Artık sargı sarmaz Yara iyileştiği için meshin hükmü kalkmıştır Akıntılı bir yarada, akıntı sargı dışına çıkarsa, abdest bozulur, yeniden meshetmek gerekir Mest üzerine meshin, belli bir müddeti vardır Sargı üzerine meshde, belli bir müddet yoktur Bu müddetin bitmesi hasta organın iyileşmesine bağlıdır Organ iyi olursa meshe son verilir Hasta ve yaralı organın iyileşmesi uzarsa, mesh müddeti de buna bağlı olarak uzar İA CEBR Bir şeyi zaptetmek, tamir etmek, zorlamak, zor kullanarak (ikrah) ıslah etmek, telâfi etmek Genel anlamda cebr'in mukabili ihtiyar; ikrâh'ın mukabili de rızâ'dır İcbâr, kelime anlamı itibariyle ikrah'a yaklaşmakla, hatta bazı durumlarda birbirinin yerine kullanılmakla beraber; her birinin kullanım alanı umumiyetle farklıdır İcbâr, daha ziyade, hukuken yetkili bir kimsenin şer'î bir hükmü gerçekleştirmek amacıyla bir kimseye bir işi zorla yaptırması veya o işi onun adına, rızası ve ihtiyarı hilâfına cebren yapması durumunu ifade eder İkrah ise tam tersine, hukukî ve meşrû olmayan bir zorlamayı ifade eder Velâyeti altında bulunan kimseler hakkında, istesinler-istemesinler, tasarrufu geçerli (nâfiz) olan veliye "veliyy-i mücbir" denir Aynı kökten türeyen "cübâr" kelimesi de, bir şeyin tazmin edilmesi gerekmeksizin telef olması anlamındadır (Bilmen, Ö N, Istılahat-ı Fıkhiyye, VII, 270) Yine cebr kelimesinin sözlük anlamına bağlı olarak İmam Şâfiî (ö 204/819), hac esnasında vaki olan, meselâ, Arafat'ta gecelemeyi, şeytan taşlamayı ve mîkatta ihrama girmeyi terketme gibi kusurları telâfi etmek için kesilmesi gereken kurbanı "demu'l-cübrân" olarak adlandırmıştır Meşru zorlama olarak da ifade edilmesi mümkün olan cebr ve icbar, başta borçlar hukuku ve aile hukuku olmak üzere, ceza hukuku ve vergi hukuku gibi pek çok alanda söz konusu olabilmektedir Nitekim, velinin, bulûğa ermiş kızı (bikr-i bâliğa), kızın dilemesi olmaksızın-cebren- evlendirip evlendiremeyeceği hususu, İslâm hukukçuları arasında tartışma konusu olmuştur Daha ziyade Hanefî hukukçular, bu konuda çoğunluk hukukçulardan farklı bir görüş ileri sürmüşler ve veliye, bikr-i baliğa'yı evlenmeye icbar yetkisi tanımamışlardır Hanefi hukukçular, icbâr yetkisi konusunda "küçüklük"e (sığâr) itibar etmişler; onu illet kabul etmişlerdir Şâfiî hukukçular ise, bu konuda "bekâret"i esas aldıkları için, onlara göre kızın bulûğa ermesi velinin icbâr yetkisini kaldırmaz Aynı şekilde Hanefi hukukçuların da dahil olduğu çoğunluk hukukçular, baba ve dedenin, "velâyet-i icbâr" (icbar yetkisi) bulunduğunu; dolayısıyla, bulûğa ermemiş çocuğunu, rızasını ve görüşünü almaksızın evlendirebileceğini ifade etmişlerdir Bunun yanında Ebû Hanife, (ö 150/767) miras ehli olan akrabanın da bu hakka sahip olduğunu belirtmiştir Şu farkla ki; eğer evlendiren baba veya dede ise, küçük çocuk bulûğa erdikten sonra evlenme akdinden vazgeçme ya da akdi feshetme hakkı ve muhayyerliğine sahip olamaz Fakat evlendiren, baba veya dede dışında bir akraba ise, çocuk büluğa erdikten sonra dilerse bu akde bağlı kalır, dilerse onu fesheder Ebu Yusuf (ö 182/798) ve İmam Muhammed (ö189/805) ise, bulûğa ermemiş çocuğu ancak "asabe"* nin evlendirebileceğini ifade etmişler, fakat bulûğdan sonra çocuğun muhayyer olup olmadığı konusunda farklı kanaatlere sahip olmuşlardır Ebû Yusuf'a göre, asabeden birinin evlendirmesi durumunda çocuk, büluğdan sonra muhayyerlik hakkına sahip değildir İmam Muhammed'e göre ise, çocuğu evlendiren baba veya dede dışında biriyse, çocuk büluğdan sonra muhayyerlik hakkına sahiptir Yani, dilerse evlenme akdini devam ettirir; dilerse fesheder (el-Cassâs, Ebû Bekr Ahmed b Ali er-Razî (ö 370/981), Ahkâmu'l-Kur'an, II, 341) Diğer taraftan, cebr ve icbarın söz konusu olabildiği bazı hususlar kısaca şöyle sıralanabilir Borcunu ödememekte direnen kimseye bir borcunnn ödettirilmesi, irtifak haklarının gerçekleştirilmesi, şuf'a* hakkına aykırı tasarrufun düzeltilmesi, zararın ödetilmesi (ta'vîz) gibi konularda, kanunî yollarla cebr'e başvurulabileceği kabul edilmektedir Kanunî cebr uygulaması, esas itibariyle, toplumun sükûnet ve istikrarını kesintisiz devam ettirmek, zayıfın ya da mağdurun hakkını, daha doğrusu haklının hakkını haksızdan almak vb gibi genel gayelere yöneliktir Zaten hukukun etkin ve dengeleyici olabilmesi için, bu uygulama kaçınılmaz gözükmektedir Yunus APAYDIN Kelâm: "Cebr" genel olarak irade ve ihtiyarın zıddı anlamında kullanılıp, ıstılah olarak da, kulun fiilini Allah'a isnat etmek, şeklinde anlaşılır "Cebr"in sözkonusu edildiği bir durumda, kulun irade ve ihtiyarından bahsetmek mümkün değildir Bu anlayışa göre, kul bir baskı ve zorlama altındadır, İslâm mezhepleri tarihinde "Cebriyye" adıyla bilinen fırkanın temel görüşünü, bu "cebr" anlayışı teşkil etmektedir Cehm b Safvan (ö128/745)'in kurucusu olduğu bu fırkaya göre, insan bu açıdan tıpkı cansız varlık gibi görülmektedir Onların tabiriyle kul, rüzgâr önünde giden bir yaprak gibidir Allah'ın yarattığı fiillere sadece bir sahne durumundadır ve insanın yaptığı fiiller insana mecazen nisbet edilir Dolayısıyla kul, taat ve masiyette mecbur olmuş olur; herhangi bir sorumluluğu yoktur Ayrıca fiiller zorunlu olunca da, ceza ve mükâfat zorunlu olmuş olur (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut (ty), I, 85-86) Cebriyye'ye zıd bir görüşe sahip olan "Kaderiyye" fırkasına göre ise, kul fiillerinde sonsuz bir irade ve ihtiyara sahiptir Kullara ait fiillerin Allah'ın yaratmasıyla değil; kulun icadıyla meydana geldiğini iddia ederler Dolayısıyla dalâlet, hidâyet, hayır ve şer tamamen kulun isteğine bağlıdır Gerek Cebriyye, gerekse Kaderiyye İslâmî fırkalar olmak hasebiyle bunların doğuşunda nassların rolü büyüktür Kur'an-ı Kerîm incelendiğinde görülecektir ki, bazı ayetler her şeyin kaderinin önceden belli olduğuna delâlet ederken; bazıları ise insanın işlediği fiillerinde sorumlu olduğunu göstermektedir Cebr inancına sahip olanların sarıldıkları ayetlerden bazıları şunlardır: "Allah her Şeyin yaratanıdır " (ez-Zümer, 39/62) "Şüphesiz biz herşeyi bir kadere bağlı (ölçüye göre) yaratmışızdır " (el-Kamer, 54/49) "Allah, sizi de yaptıklarınızı da yaratmıştır " (es-Sâffât, 37/96) "De ki, Allah'ın bize yazdığından başkası başınıza gelmez " (et-Tevbe, 9/51) "Allah'ın doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolda olur Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır " (el-A'râf, 7/178) ve diğer ayetler Ancak buna mukabil insanın irade hürriyetine sahip olduğunu gösteren âyetler de vardır (Bunlardan bir kısmı için bk el-Müddessir, 74/38; el-Kehf, 18/29; el-En'âm, 6/104) Bu iki görüşü Ehl-i Sünnet açısından ele alırsak; Cebriyye'de, ilâhî emir ve yasağın, mükâfat ve cezanın hiç bir değeri olmamakta; kuldan sorumluluğun tamamen kaldırılmasıyla ilgili dinî hükümlerin iptali sözkonusu olmaktadır Kaderiyye'de ise adeta, Cenâb-ı Hakk'ın mülkünde O'nun bilgisi ve iradesinin dışında bazı şeylerin cereyan ettiğine inanılmakla; bir nevî başka bir yaratıcının varlığı kabul edilmektedir Bu, itikad açısından oldukça sakıncalı bir durum arzeder Her iki fırkanın inancı da Ehl-i Sünnet itikadınca kabul edilmemiş, tenkide tabi tutulmuştur Ehl-i Sünnet itikadınca kul, fiillerinde bir cebr (zorlama) altında değildir İrade ve ihtiyar sahibidir Ancak Kaderiyye'de olduğu gibi, bunlar yüce Allah'ın bilgisi ve iradesi dışında değildir İnsan isteyerek fiillerinin sahibi olur İsteyerek ve seçerek, kendi cüz'î iradesiyle yapacağı fiilî tercih eder Yüce Allah da o fiilî yaratır Yani yaratıcısı sadece Allah'tır Kul kesb edicidir İnsanın iki türlü fiilî vardır: a) İnsanın irade ve ihtiyarı olmadan meydana gelen fiiller ki, kalp atışı ve titreme gibi fiiller bu gruba girer Bunlar insanın irade ve ihtiyarı dışında cereyan eder b) İnsanın irade ve ihtiyarıyla yaptığı ihtiyarî fiiller İşte bu tür fiillerde irade ve seçme hürriyeti geçerlidir Bu tür fiillerden kul sorumlu olur Dolayısıyla da ceza ve mükâfat sözkonusu edilir İnsanın, kendi ihtiyarî fiillerini bir zorlama sonucu yapmayıp, iradesi doğrultusunda yapmasındaki en önemli husus, onun bu fiillerin sorumluğunu üstlenmesidir Şayet böyle olmasaydı, herhangi bir sorumluluktan sözedilmez; insanın cansız varlıktan bir farkı kalmazdı İnsan, işlediği fiilde herhangi bir zorlama altında olmayacak, fiilî kendi iradesiyle işlemiş olacak ki; yaptığı fiilden sorumlu olsun ve karşılığında ceza ve mükâfat tahakkuk etsin Ancak daha önce de belirtildiği gibi, bu irade ve ihtiyar, fiili yaratma noktasında değil, tercih ve seçme noktasında geçerlidir (et-Tahanevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, İstanbul 1984, I, 199) İnsanın aklı, zekâsı, muhakeme gücü vardır O, mükemmel bir varlıktır Ne yaptığını ve ne edeceğini bilmelidir ve ona göre hareket etmelidir Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de "Yaratan Rabbi'nin adıyla oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin en büyük kerem, sahibidir" (el-Alak, 96/3-5) buyuruyor Yüce Allah'ın "oku" emrine muhatap olan insan, iradesiz olamaz Yine O'nun tarafından bilmediği şey öğretilen insan, sorumsuz ve başıboş olamaz O irade ve ihtiyar sahibidir Yaptığının ve yapmadığının sorumluluğunu taşıyacak kapasiteye sahiptir Yine yüce Allah "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür" (ez-Zilzâl, 99/7-8) buyurmaktadır Yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının görülmesi, o işlerin dileyerek ve isteyerek yapılmış olmasına bağlıdır Ceza ve mükâfât ancak o işin istekle ve seçerek yapılması sonucu sözkonusu olur Mehmet BULUT Abdurrahim GÜZEL CEBRÂİL (as) Dört büyük melekten biri Buna Cibril de denir Bu tabirle Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir (el-Bakara, 2/97-98; et-Tahrim, 64/4) Cibril, "cibr" ve "il" kelimelerinden meydana gelmiş İbrânice bir kelimedir Cibr kul, il ise Allah anlamına olup ikisi beraber Allah'ın kulu demektir (MH Yazır, Hak Dini Kur' an Dili, l, 431), Cebrâil, Kur'an-ı Kerîm'de "Ruh", "Ruhu'l-Kudüs" ve "Ruhu'l-Emin" isimleriyle de anılmaktadır Cebrâil (as)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e onun vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Eınin (Cebrâil) indirmiştir" (eş-Şuâra, 26/192-195) Cebrâil (as) her şekle girebilir Peygamber Efendimiz (sas) onu biri vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha*'da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5) Cebrâil (as) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (sas)'a vahiy getirirdi Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35) Cebrâil (as) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (sas)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1) Necm suresinde şu buyruklar yer almaktadır: "Ona (Peygamber'e, bu Kur'an'ı) üstün bir güç ve hikmet sahibi (Cebrail) öğretmiştir, (ki (o) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir (O) hemen doğruldu O en yüksek bir ufuktaydı Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi Nitekim ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar oldu, yahut daha da yakınlaştı Böylece Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti " Ve başka bir ayette: " Ve eğer ona karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir Bunun ardından melekler de ona arkadır" (et-Tahrim, 66/4) buyurulmaktadır Medine döneminde Yahudi bilginleri, kitaplarındaki bilgilere dayanarak Peygamber efendimizi imtihan etmek için birkaç soru sormuşlar, hepsine doğru cevap alınca bu defa kendisine vahiy getiren meleğin ismini sormuşlar, Rasûlullah (sas) "Cibril" cevabını verince; "O, bizim düşmanımızdır, harp ve şiddet getirir Bizim vahiy meleğimiz Mikâil'dir Mikâil müjde, ucuzluk ve bolluk getirir Sana gelen o olsa idi, iman ederdik" (M Hamdi Yazır, age I, 429) demişler, bunun üzerine: "De ki Cebrâil'e düşman olan kimse Allah'a düşmandır Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir Allaha meleklerine, Cebrâile ve Mikâile düşman olan kimse inkâr etmiş olur Şüphesiz Allah inkâr edenlerin düşmanıdır " (el-Bakara, 2/97-98) ayetleri inmiştir Allah'u Teâlâ Cebrâil'i kuvvet ve emanet sıfatı ile tavsif etmiştir: "Bu Kur'an, Arş'ın sahibi katından değerli güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen Şerefli bir elç_inin getirdiği sözdür " (et-Tekvir, 81/19-21) Durak PUSMAZ CEBRİYYE Hicrî birinci asırda ortaya çıkmış sapık bir fırka Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksine görüşler ileri sürmüştür İslâm âleminde kader konusunu tartışma gündemine getiren ilk şahsın Ma'bed b Hâlid el-Cühenî (öl 85/704) olduğu nakledilir Onu Geylân ed-Dımaşkî takip etmiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir Ma'bed, Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunmuştur Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır Nitekim Emevî iktidarına muhalefeti sebebiyle Haccac tarafından öldürülmüştür Ne var ki ifrat tefriti doğnrur Onun kaderi nefyetmesine karşı, bir reaksiyon olarak Cehm b Safvan (öl 128/745) da cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının olmadığı; yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığı görüşünü ileri sürmüştür Cehm'in ileri sürdüğü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyarı ve kudreti yoktur Yaptığından başkasını yapmaya asla gücü olmaz Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir Allah geleceği bildiğinden, meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeğe mahkûmsa, insan da yaptığını yapmağa mahkûmdur Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler Bu görüşte olan Cebriyye'ye cebriye-i hâlisa denir ve zümrenin mümessili Cehm b Safvân olduğundan Cehmiyye' diye de isimlendirilir Cebriye-i mutavassıta diye adlandırılan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir kudretin olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadığını kabul ederler (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85) Cebriyye'nin görüşleri şöyle özetlenebilir: 1) İnsan bir şey yapmaya kadir değildir; Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecburdur İnsanın iradesi de hürriyeti de yoktur 2) Allah, yaratıkların vasıflandığı sıfatlarla vasıflanmaz (Bu sebeple Allah'ın sıfatlarını reddederler) 3) Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir 4) Sevap ve cezanın vukûu zorunludur 5) Cennet ve Cehennemin'in sonu vardır 6) İman, Allah'ı bilmektir 7) Allah görülmez Ehl-i Sünnet ise, kulların ihtiyarî ve gayr-i ihtiyârî bütün fiillerinin, Allalı tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte; Allah'ın insana verdiği irade-i cüz'iyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemiştir Eğer gerçekten insan, yaptığı şeylerde bir irade ve kudrete sahip bulunmasaydı, yaptığı şeylerden dolayı Allah'ın kendisini cezalandırması bir zulüm olurdu Kur'an'ın müteaddid yerlerinde "Yaptığınıza karşılık olarak " buyurulmakta fiil insana nisbet edilmektedir İnsanın ne yapacağının önceden Allalı tarafından bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın mecbur olduğu anlamina gelmez Aksine, insan kendi ihtiyarı ite o işi yapmaktadır Fakat Allah, onun ihtiyar ve iradesini hangi tarafa yönlendireceğini ve ne yapacağını önceden bildiği için, o işi yapacağını kaderine yazmıştır Dikkatimizi çeken bir husus, kaderi nefyeden Ma'bed gibi, cebri ileri süren Cehm'in de Emevî muhalifi bir siyaset izlediğidir Hatta kendisi de Ma'bed gibi Emevîler tarafından öldürülmüştür Emevîler'in, idarelerini zulüm ve baskıya dayadıkları bilinen bir gerçektir Toplumun bir çok kesimi Emevîler'den memnun değildi Baskıcı idareler, kaderi reddetmeye de, kadere teslim olmaya da zemin hazırlarlar Onlara karşı olanlar, toplumun içinde bulunduğu durumun Allah'ın bir takdiri olmadığını; bundan kurtulmanın, toplumun elinde olduğunu söyleyerek toplumu idarecilere karşı kışkırtmağa çalışırlar Bazen bu düşünceyi o kadar ileri götürürler ki, kural tanımaz bir tavır içerisine girerler Bu mücadelede yorgun düşen ya da karşı gelme cesaretini kendilerin de bulamayanlar ise, bunun önceden tayin edilmiş bir kader olduğunu söyleyerek kaderci bir teslimiyet zihniyetine kapılırlar Bu psikolojik durum, zamanla onları her hususta Cebriyeci bir görüşe sürükler Cebriyeci düşünce, insanın sorumluluğunun dayanağı; yaptıkları karşısında mükâfat ya da ceza görmesinin nedeni konusuna cevap vermekte güçlük çeker Bu nedenle bir fırka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karışmıştır En azından bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmiştir M Sait ŞİMŞEK CED Dede, büyük baba, ana ve babanın babalarıyla onların yukarıya doğru uzanan babaları Çoğulu "ecdâd" anlamına gelir Ferâiz* ilminde ced; sahih ced ve fâsid ced olmak üzere iki kısma ayrılmıştır Sahih ced; aralarında kadın bulunmayan ced demektir Babanın babası, babanın babasının babası gibi Derecelerin yakın veya uzak olması durumu değiştirmez Fasid ced: dereceleri yakın olsun, uzak olsun aralarında kadın bulunan ced, demektir Ananın babası, babanın anasının babası gibi (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I, 402) (Geniş bilgi için bk Ashâbu'l-Ferâiz) İA CEDDE Nine, büyük anne Ana ve babaların anaları ve bunların da anaları Cedde ferâiz ilmide iki kısma ayrılır: a) Sahîh cedde; araya sahih olmayan ced (dede) girmeyen ninelerdir Ananın anası, ananın anasının anası; babanın anası, babanın babasının anası gibi Bunlar vâris olurlar b) Fâsıt cedde; aralarında sahih olmayan dede bulunan nine demektir Ananın babasının anası; babanın anasının babasının anası gibi Bunlar vâris olamazlar (Geniş bilgi için bk Ashâbu'l-Ferâiz) İA CEDEL Sert münakaşa, tartışma, nizâ, sözlü kavga Terim olarak mantık'ta şöyle tarif edilir: "Meşhûr olan veya doğruluğu herkesce kabul edilen şeylerden yapılan kıyastır" Bir de dilimizde bu anlamda kullanılan cidâl; mücâdele vardır, İki kısma ayrılır Alimler münâzara yapıyor ( 17 yy Türk minyatürü, Topkapı Sarayı) a) Hakkı desteklemek ve ortaya çıkarmak için yapılan mücadele Bu, caizdir Zira peygamberlerin metodudur Allah'u Teâlâ Peygamberimiz (sas)'e hitaben: "Ey Muhanımed! Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış Doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir O, doğru yolda olanları da en iyi bilir " (en-Nahl, 16/125) buyurmuştur Hz Nuh (as)'ın kavminin kendisine şöyle dediklerini Allah'u Teâlâ bize bildirmiştir: "Ey Nuh! Bizimle cidden mücadele ettin; hem de çok mücadele ettin" (Hud, 11/32) b) Batılı desteklemek ve hakim kılmak için yapılan mücadele Bu, haramdır, Zira Kur'an lisaniyle kötülenmiştir Allah'u Teâlâ şöyle buyurur: "Allah'ın ayetleri üzerinde inkâr edenlerden başkası mücadele etmez?" (Mü'min, 40/40) Mümin, kader gibi itikadi konularda tartışmaktan kaçınmalı, Allah'ın emir ve iradesine teslim olmalı, daha ziyade kendi görevlerini öğrenip yerine getirmelidir İA CEHD Azimle gayret etme, çabalama çalışma İctihad, mücahede, cihat, mücâhid kelimeleri de bu kökten türetilmiştir Bilindiği gibi ictihad, hakkında kesin hüküm bulunmayan dinî bir meselede hüküm ortaya koymak için olanca gücün sarfedilmesidir Cihat ve mücâhede, Allah yolunda, düşmanı savmak için var gücün harcanması; mücâhid ise, Allah yolunda cihat eden kişidir Arap dilinde kelimenin kök harflerine zâid harf ilâve edilmesinin sebeplerinden bir tanesi, manaya kuvvet kazandırmaktır Meselâ "cehd" mastarına bir harf ilâvesiyle meydana gelen "cihad" mastarı, anlam yönüyle "cehd"den; iki harf ilavesiyle oluşan "ictihad"* mastarı da, "cihad" mastarından daha kuvvetlidir Buna göre "cehd", çabalamak ve gayret etmek anlamına geliyorsa, "cihad" daha fazla gayret etmek ve çabalamak; "ictihad" ise, bundan da daha fazla çabalamak ve gayret etmek anlamına gelir Kur'ân'da cehd, beş yerde geçmekte olup,bunların hepsinde, samimi olmadıkları halde, samimi olduklarını yemin ederek göstermeğe gayret sarfedenler hakkında kullanılmıştır (bk 5/53, 6/109,16/38, 24/53 ve 35/42) Kök harflerine bir elif ilâvesiyle iki yerde menfi gayret için; diğerlerinde, bildiğimiz cihad* için kullanılmıştır Menlî anlamda kullanıldığı iki yerde de, müşrik ana babanın, mümin olan evlatlarını Allah'a ortak koşmaya sürüklemeleri konusundaki Gaba ve gayretleri için kullanılmıştır (el-Ankebüt, 29/8; Lokman, 31/15) M Sait ŞİMŞEK CEHENNEM Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri Kur'an-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet* vadedildiği gibi (el-Kehf 18/107); kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem'de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar Kendilerine günahları kadar azap edilir Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar (Alâuddin Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468) Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder: "Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun (kâfir) insanlarla taşlardır O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır " (el-Bakara, 2/24) "Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun " (Âli İmrân, 3/131) Enes b Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483) Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir (Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat, I02) İşte Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına "nâr" kullanılır: "Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en aşağı tabakasındadırlar " (en-Nisâ, 4/145) Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir "Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır " (el-Hicr, 15/44) Bu ayet iki şekilde tefsîr edilmiştir: a- Cehenneme girecekler çok olduğu için; b- Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in yedi kapısı veya tabakası vardır Bu kapı veya tabakalar şunlardır: 1- Cehennem; yukarıda söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde geçmektedir 2- Lâzâ (alevli ateş): "Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehenneın alevli bir ateştir" (el-Meâric, 70/15) 3- Saîr (pılgın ateş): "O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık " (el-Mülk, 67/5) Ayrıca on beş ayette daha bu isimle geçmektedir (22/4; 31/21; 34/12 vs) 4- Sakar (kırmızı ateş): "Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem) " (el-Müddessir, 14/27) 5- Hâviye (uçurum): "O, kızgın bir ateştir " (el-Kâria, 101/9-11) 6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe) atılacaktır" (Hümeze, 104/4) 7- Cahim (yanan kızgın ateş): "Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar " (el-Mâide, 5/10) Cehennem'de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz Kur'an-ı Kerîm'de belirtildiğine göre; a- Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: "Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır " (el-Tevbe, 9/49) b- Cehennem ateşi sönmez: "Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz Varacakları yer Cehennem'dir Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz " (İsrâ, 17/97) c- Cehennem dolmak bilmez: "O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz O! " Daha var mı?" der " (Kaf, 50/30) d- Kaynarken çıkardığı ses: "Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır Ne kötü bir dönüştür Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik " derler " (el-Mülk, 67/6-9) e- "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır " (el-Mü'minün, 23/104) f- "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar " (el-Mü'min, 40/70-72) g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir- Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir Demir topuzlar da onlar içindir Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler Ve kendilerine "yakıcı azabı tadın"denir (el-Hâcc, 22/19-22) h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir (en-Nisâ, 4/56) i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler (bk 43/74-77; 35/36) Hz Peygamber'in ifadesine göre: "Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir " (Tecrîd-i Sârih Tercüme ve Şerhi, IX, 50) Kur'an-ı Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım tasvir ve izahlarda bulunur: "(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya azap) kıldık O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır Tomurcukları şeytanların başları gibidir Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır (Yedikleri zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını dindirmek için içecek bir şey ararlar Ama kaynar su katılmış kusuntu ve irinden başka içecek bulamazlar" (Sâffat, 37/62/67) "O ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/56) Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs tatbik edilecektir Cehennem'in yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir: "Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır " (et-Tahrîm, 66/6) Kur'an'da Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sür'atle Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki: "(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan alalım" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir (Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki: Arkada kalan dünyaya dönün nur orada aranır Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir Böyle denilir ve müminlerle münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır Dış yönünde de azap (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik" Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz (İnananların başlarına felaket gelmesini) gözlediniz Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı Allah'ın emri (olan ölüm) gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz) O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldattı " (el-Hadîd, 57/13-14) Başka bir yerde de şöyle anlatılır: "Cennet halkı, ateş halkına seslendi: Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk Siz de Rabbiniz'in size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi" (el-Â 'raf, 7/44-45) İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır |
İslam Ansiklöpedisi (C) |
11-04-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (C)Celse Oturum, oturuş, aralıksız yapılan toplantı; bir konuyu görüşmeye yetkili kişilerin bir araya gelerek yaptıkları müzakere Mahkemelerde, ilgili kimselerin katılmasıyla davaların görüşüldüğü her toplantı Fıkıh terimi olarak; Cuma günü hatibin iki hutbe arasında kısa bir müddet oturması Namazda, birinci secdeden doğrulduktan sonra ikinci secdeye varıncaya kadar geçen süre içinde bir müddet oturmaktır Hz Âişe (ra); "Rasûlullah (sas), namaza Tekbirle, kıraata da Fatiha'yı okumakla başlardı Rukû ettiği zaman başını ne yukarı diker, ne aşağıya büker, ikisinin arasında tutardı Başını rukûdan kaldırdığı vakit iyice doğrulmadan secdeye gitmezdi Başını secdeden kaldırdığı zaman da iyice doğrulup oturmadıkça ikinci secdeye gitmezdi" (Müslim, Salat, 240) Rasûlullah (sas), bir A'rabiye namazın kılınışını tarif ederken: "Namaza kalktığın zaman tekbir getir Sonra Kur'an'dan sana kolay geleni oku, sonra vucûdun sâkinleşinceye kadar rukûda dur, sonra belin doğrulacak şekilde rukûdan kalkıp ayakta dur, sonra secdeye var, vucüdun sakinleşinceye kadar secdede kal ve sonra başını kaldırıp doğrulacak şekilde dur ve böylece namazın bütün rek'atlarında bunu yap"der (Buhârî, Eyman, 15) Üç imam (Mâlik, Şafii, Ahmed), bu hadise dayanarak iki secde arasında oturmanın farz olduğuna hükmetmişlerdir Ebu Hanife'ye göre farz değil vaciptir Berâ b Âzib; "Rasûlullah (sas)in rükû, secdesi ve iki secde arasındaki oturuşu ile rukûdan doğruluşu(ndaki bekleme süresi) yaklaşık müsâvi idi", diye rivayet eder (Buhârî, Ezan,121,126) Bu duruma göre, iki secde arasını "celse" ile ayırmadan diğer rek'ata kalkılacak olursa vâcibin terkinden dolayı sehiv secdesi gerekir Geçen hadislerden, Peygamber (sas)'in "celseyi" terketmediğini öğreniyoruz İki secde arasındaki oturuş şeklini, bu oturuş esnasında neler okuduğunu da şu rivâyetlerden öğrenmekteyiz Ebû Zübeyr, Tâvus'un şöyle dediğini haber veriyor: "Biz İbn Abbas'a, secdede iki ayak üzerinde oturmayı sorduk O, sünnettir, dedi Biz: "Onu insana cefa olarak görüyoruz," dedik İbn Abbas: "O senin peygamberinin sünnetidir" dedi" (Ebû Davûd, Salât, 143) Ka'de ile celse hallerinde, erkeklerin sol ayaklarını döşeyerek üzerine oturmaları ve sağ ayaklarını güçleri nisbetinde kıbleye doğru dikmeleri, kadın(arın da sol ayaklarını sağ taraflarına yatık bulundurarak yere oturmaları sünnettir (el-Merginânî, el-Hidâye, I, 51; es-Seyyid Sâbık, Fıkhü's-Sünne, I, 168) İki secde arasında (celsede), şu iki duadan birini okumak müstahabdır: "Rabbim bana mağfiret et!" veya: "Allah'ım! beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver, beni hidâyete erdir" (Ebû Davûd, Salât, 119; es-Seyyid Sabık, age, I, 169) İki secde arasındaki celseden başka "istirahat celsesi" diye bir celse vardır Birinci rekatın ikinci secdesinden doğrulduktan sonra ikinci rekata kalkmadan ve üçüncü rekatın son secdesinden sonra dördüncü rekata kalkmadan önce kısa bir müddet oturmaktır Şâfiîler, Mâlik b el-Huveyris'in; "Rasûlullah (sas)'ı namaz kılarken gördüm Namazın tek rekatlarında olduğu zamanlarda bir müddet oturmadıkça yani celse yapmadıkça sonraki rekat için ayağa kalkmazdı" (Buhârî, Ezan, 142) sözüne dayanarak, bunun müstahab olduğu görüşündedirler Hanefilerce müstahab değildir (el-Mergînânî, age, I, 51) Halid ERBOĞA CELVETİYYE Bayramiyye tarikatının bir şûbesi Ünlü mutasavvıf Azîz Mahmud Hüdai'ye nisbet edilen bir tarikat Arapça'da yerini, yurdunu, terk etmek mânâsına gelen celvet kelimesi, tasavvuf ıstılahı olarak, kulun, Allah sıfatları ile halvetten çıkışı ve Allah'ın varlığında fanî oluşu anlamını taşır Celvetiyye, celvete mensup olanlara verilen isimdir Celvet, halvetten çıkmaktır Bu da itibarî olan her şeyi çıkarmak, hakikat libâsını giymek demektir Halvet ile celvet arasında anlam ve imlâ açısından alt ve üstteki noktadan başka bir fark yoktur Celvet ve halvet kelimeleri, başlangıçta bir makam ve meşreb ifade ederken daha sonraları iki ayrı tarikatın adı olmuştur Celvetiyye tarikatının ilk kurucusu olarak değişik isimler ileri sürülür Bu değişik rivayetleri te'lif eden Bursalı İsmâil Hakkı der ki: "Celvetiyye tarikatı İbrahim Zâhid Gilânî (ö 700/1300) devrinde hilâl; Üftâde (ö 988/1580) zamanında yarım ay; Hüdai (ö 1038/1628) asrında ise dolunay durumundadır" Aziz Mahmud Hüdâî, 948/1552-1038/1628 tarihleri arasında yaşamış bir Türk mutasavvıfıdır İyi bir medrese tahsili gördükten sonra sûfiyye mesleğine sülûk ederek Bursalı M Muhyiddin Üftâde'ye mürid olmuş ve kısa zamanda onun yanında hilâfet alarak irşâda mezun olmuştu Şeyhinin vefatından sonra İstanbul'a gelerek irşâda başlayan Hüdâyî, ilmi ve mânevî nüfûzu sayesinde halkın her kesiminden binlerce insanın sempatisini kazanmış, özellikle devlet adamları ve sultanların hürmetine mazhar olmuştu Onun eserleri Celvetiyye tarikatının teşekkülünü ve sistemleşmesini sağlamıştır Hüdâyî'nin "Vakıât", "Tarîkatnâme," "et-Tarîkatü'l-Muhammediyye" ve "Câmiu'l-Fazâil" gibi eserleri, tarikatın temel kaynakları arasında sayılabilir Aziz Mahmud Hüdâî, "Şakâyık zeyli"ne göre, Seferhisarlı'dır Gülşen Efendi, "Külliyât-ı Hüdâî" de Sivrihisarlı olduğunu kaydediyor Başkaları da onun Konya Koçhisar'ından olduğunu söylemektedirler İstanbul' da okuyan, Edirne'de Sultan Selim medresesinde muitlik, Şam ve Mısır' da nâiplik eden, Mısır'da Kerimü'ddin Halvetî adlı birisine intisap edip Halvetî olan Mahmud Hüdâî, nihâyet Bursa'da Ferhâdiye medresesine müderris ve Cami-i Atik mahkemesine nâip oluyor Bu sırada, bir gece, rüyasında, cennetlik olduklarını zannettiği birçok kimseyi Cehennem'de, Cehennem'lik zannettiklerini Cennet'te görüyor Bunun üzerine ertesi sabah derhal Uftâde'ye gidip teslim oluyor Mahmud Hüdâî zamanında büyük bir hürmete mazhar olmuştur "Silsilenâme-i Celvetiyyân", şeyhin bu teveccühe uğrayışına Sultan 1 Ahmed'in bir rüyasını kerâmetle tâbir etmesini, sebep olarak gösteriyor Peçevî, Rumeli Kazaskeri Sunullah'ın tesiri ile vezir Ferhat Paşa tarafından Fatih Camii'ne vaiz tayin edildiğini kaydetmekte ve şöhretinin bu suretle başladığına işaret etmektedir (İbrahim Peçevî, Tarih, II, 36) Mahmud Hüdaî üç kere hac etmiştir Mihrimah Sultan'ın kızı Ayşe Sultan ile evli olduğu rivayet edilmektedir Şeyhin tatlı dilli ve güzel söz söyleyen, sakallı ve orta boylu olduğu kaydedilir Mahmud Hüdâî, vahdet-i vücüdu, şerîat hudutlarını taşmamak üzere kabul eden ve her hususta zahitlik yolunu tutan tam sünnî bir şeyhtir Hatta o, tasavvufta taşkınlık gösteren, yahut biraı serbest fikri olan sofilere bile karşıdır Celvetiye'de sülûk, esmâ iledir Esmâ-i seb'a yani Allah'ın yedi adı "usûl-i esma" adını alır Celvetîlikte bunlardan başka beş ad daha kabul edilmiştir ki bunlara da "furû-i esmâ" denilir Celvetiyye Tarikatı, Bayramiyye'nin; Bayramiyye de Safeviyye ve Halvetiyye'nin bir kolu sayılmaktadır Celvetiyye, Hz Ali kanalıyla gelen bir tarikat olması itibarıyla cehrî zikri esas olan, nefs tezkiyesine önem veren bir tarikattır Harîrîzâde M Kemâleddin, Tibyânu vesâili'l-hakâik adlı eserinde Celvetiyye'nin esaslarının tezkiye, tasfiye ve tecliye olduğunu belirtir "Tezkiye" dünya sevgisini terkederek nefsi mâsivânın şerrinden korumak; "tasfiye", kalbi her türlü kirden temizleyerek ilâhî iradenin aksedeceği bir hâle getirmektir "Tecliye" ise, zât-ı İlâhî'nin yine kendisi için zuhûru demektir Sâlikin, bu âlemi, Hakk'ın zuhûr mahalli olarak görmesidir Her çeşit ibadet ve zikirden gaye, insanı gerçek kulluğa erdirmek, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle kemâle ulaştırmaktır Celvetiyye tarikatının temel esasları, yine Celvetîler'in kabul ettiği usûle göre, "zikir" ile "manevî ve sürî mücâhede" sûretiyle gerçekleşebilir Kısaca "kelime-i tevhîd" zikri denilen tevhid zikri, bu tarikatın farklı bir özelliği olarak kabûl edilebilir Celvetiyye'de sülûkün dört mertebesi vardır: Tabiat, nefs, rûh ve sırr Tabiat mertebesinde sâlik tabiatın gereği olan yeme, içme ve cinsî münâsebetten mücâhede yoluyla uzaklaşmaya çalışır Zaruret ölçüsünde yer, içer ve belli bir süre evlenmez Nefs mertebesinde nefsten kaynaklanan kötü huy ve sıfatlarını mücâhede yoluyla terketmeye çalışır Nefsin kötü fiilleri iki türlüdür Bir grubu kendi irâdesi ile işlediği günahlar; diğerleri iyice yerleşmiş kötü huy ve alışkanlıklardır Bunların her iki grubun da ancak riyâzat ve mücâhede ile ıslah edilebilir Nefs, belli şekillerde ıslah edilip kontrol altına alınınca rûh ve sırr mertebelerine yol açılmış olur Ruh mertebesinde sâlik, nefsin kötü huylarının tasallutundan kurtulup rûhu ile irtibata geçmiş sayılır Ruhun bozuk tarafı, marifet-i ilâhiyyeden mahrûmiyyettir Bu yüzden rûhun terbiyesi ancak marifet-i ilâhiyye ile olur Rûh mertebesinde ilm-i ledün sırları zâhir olmaya başladığında sâlike "keşf" vâki olmaya başlar Tabiat ve nefs mertebelerinde keşf yoktur Sâlik rûh mertebesinde mârifet ve ilâhî aşkı elde ettikten sonra, sırr mertebesine yükselir Bu mertebenin gereği mâsivâdan ilgiyi kesmek, Hakk'tan başkasına gönül vermemektir Bu makam, mahv fena ve tecellî nürlarının zuhûr ettiği vuslat makamıdır Bu dört makamın her biri, ayrı ayrı renklerle temsil edilmiştir: Tabiatta renk "toprak" alâmeti olarak siyahtır Nefs kan rengindedir ve bu "hevâ" alâmeti sayılır Rûhta renk sarıdır ve "ateş"in sembolüdür Sırr renksizdir ve "su"yu temsil eder Böylece anâsır-ı erbaa* tamamlanmış olur Bu dört makamın sonunda Celvetî sâliki hilâfete ehil hâle gelerek mürşidi tarafından halife tayin edilir Celvetiyye'nin; Bursalı İsmâil Hakkı tarafından kurulmuş olan Hakkıyye, Selâmi Ali Efendi'ye nisbet edilen Selâmiyye, Kütahyalı Ali Fenâi Efendi'nin temsil ettiği Fenâiyye ve M Hâşim Baba tarafından kurulmuş olan Hâşimiyye olmak üzere dört kolu vardır İstanbul'da tarikat ve tekke faaliyetlerinin serbest olduğu dönemlerde, hemen hemen otuza yakın celveti tekkesi vardı Celvetiyye tarikatında diğer tarikatlardan farklı olarak dizler üstüne kalkılıp yarı-kıyam hâlinde icra edilen bir zücir tarzı vardır ki buna "nısf-ı kıyâm" ya da "hızır kıyâmı" denilir Celvetî mensuplarının giydiği Celvetî tacının tepesinde onüç; dilim ve bu dilimleri birleştiren bir düğme bulunur Tarikatın merkez tekkesi, İstanbul-Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâî'nin medfûn bulunduğu âsitânedir Tarikat, İstanbul ve Bursa'nın dışında Balkanlar'da da yayılma istidadı göstermişti (Geniş bilgi için bk H Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hudâî ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul 1982) H Kâmil YILMAZ CEMÂAT İnsan topluluğu, bir fikir ve inanç etrafında toplanmış kimseler İslâm cemâati İslâm dini, müslümanların cemâat halinde yaşamalarına; her hususta birbirlerini destekleyen ve birbirlerine yardımcı olan bir toplum olmalarına önem vermiştir Peygamber (sas) müminleri, bir binayı oluşturan ve birbirleri ile kenetlenmiş tuğlalara benzetmektedir Kur'an-ı Kerîm de, onları "kardeşler" olarak niteler İslâm cemâati kardeşlik, eşitlik, yardımlaşma ve karşılıklı fedakârlık üzerine kurulmuştur Aralarında sınıflaşma, ırk ve bölge ayırımı yoktur Aralarındaki birlik ve beraberliğin temel dayanağı ise Kur'an ve Kur'an'ı açıklayan sünnettir Birlik, Kur'an ve sünnetin bildirdiği yol üzere olur "Ey inananlar, Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün Ve topluca Allah'ın ipine (Kur'an'a) sarılın, ayrılmayın" (Âli İmrân, 3/102-103) "Sen yönünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, O, insanları ona göre yaratmıştır Allah'ın yaratması değiştirilemez İşte doğru din odur Fakat insanların çoğu bilmezler Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın Onlar ki dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir " (er-Rum, 30/30-32) Ne yazık ki bugün müslümanlar genelde bu duruma düşmüşler, dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmışlardır Övünmeleri de diğer gruptakilere karşıdır Hz Peygamber (sas): "Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır" buyurmaktadır (İbn Hanbel, IV,145) Yine şöyle buyurur: "Allah'rn eli cemâatle beraberdir " (Tirmizî, Fiten, 7) "Bereket cemâatle beraberdir " (İbn Mâce, At'ime, 17) Allah'ın birliği ve toplumun bütünlüğü inancı etrafında toplanmayı en mühim gaye sayan İslâm dininde, "cemâat" denilince: inançta olduğu gibi, dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samîmî ve ihlâslı müslümanların teşkil ettiği birlik akla gelir Çünkü insan daima cemâat ve daha geniş anlamıyla cemiyet halinde yaşayan "zoonpolitikon: Toplumcu bir canlı yaratık"tır Vicdan ile birlikte, beraber yaşama isteği, cemâat rûhu insanda oluşmaya başlayınca, onu kibirden, bencillikten, dar görüşlülükten çıkarır ve o nisbette sosyalleştirir Kibirli ve dar bir vicdan yalnız kendini sever Ümidi kendisi için, korkusu yine kendisi içindir Fakat yüce bir duyguyla bu sevgi ve korku biraz yükselip de bir başkasını da kendisi gibi ve kendisine eşit bir değerde görmeye, onun iyiliğine sevinip, zararına da kendisi zarar görüyormuş gibi üzüntü duymaya başlarsa, onda cemâat ruhu oluşmaya başlamış demektir İnsanın bu "toplum halinde yaşama" ihtiyacını en doyurucu bir şekilde din giderebildiğinden, cemâatler din sâyesinde ortaya çıkmış ve dine özgü gruplar olarak kabul edilmişlerdir Cemaat, bir peygamber etrafında ve ashabının kendisine tamamen şahsî bağlılıklarına dayanarak oluşur Prensibi samîmiyet, sadakat ve ihlâs olan bu İslâm cemaatinin yegane başarı sırrı, kardeşlik ışığındaki birlik-beraberlik şuurudur' Allah (cc) onlar hakkında Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpare ve müstahkem bir bina gibi, saf bağlayarak mücadele edenleri sever " buyurmuştur (es-Saff, 61/4) Dinimiz, toplumun huzuru, ahengi ve sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi; yalnız muayyen bazı fertlerin değil, bütün bir toplumun maddî refahı ve saadeti için müminlere, kişisel vazifeler yanında ictimaî ödevler de yükler Cemiyeti oluşturan kişileri inançta, yaşayışta, gâyede, ızdırap ve refahta birleşmesi gereken kardeşler ilân eder Bu hususta Hz Peygamber (sas) "Birbirini sevmede, birbirlerine acımada ve korumada müminler bir vücut gibidir Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organlar toptan humma ve uyumsuzluğa tutulur" buyurmuştur Ayrıca ayırım yapmaksızın bütün insanların birbiriyle kenetlenmelerini birbirine yardım elini uzatmalarını, bir iman vazifesi olarak emretmiştir Cenâb-ı Hakk: " İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve haddi aşmak üzere Yardımlaşmayın " buyuruyor (el-Mâide 5/2) Bu tür sosyal vazifelerimizi yapmadıkça müslüman olarak yaşayabilmemize imkân yoktur Çünkü "Gerçek müminler kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler " (el-Haşr 59/9) Ayrıca yine "Sizden birini, kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz" buyuran Hz Peygamber, cemiyetin temelini en sağlam bir tarzda şöyle ifadelendirmiştir: "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır " (el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, s 472) MSait ŞİMŞEK CEMÂAT NAMAZI Cemâat; topluluk ve toplanma, bir araya gelme demektir Cemâat namazı; bir araya gelen müslümanların bir imama uyarak topluca kıldıkları namaza denilir "Dinin direği" olarak tanımlanan ve İslâm'ın beş şartından birisi olan beş vakit namazın, İslâm'ın cemâate verdiği önemden dolayı, toplu olarak edâ edilmesi gerekmektedir Cemâatla namaz kılmak Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir Cenâb-i Hak Peygamberimiz'e hitaben şöyle buyurur: "Sen müminler arasında bulunup onlara namaz kıldıracağın zaman onlardan bir kısmı seninle beraber olsun" (en-Nisâ, 4/102) Hz Peygamber (sas) de cemâatle namazın faziletini şöyle açıklamıştır "Cemâatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir " (Buhârî, Ezan 30; Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Davud, Salât 48; Tirmizî, Salât 47) Başka bir rivayette bu fazilet yirmibeş derece olarak ifade edilmiştir (İbn Mâce, Mesâcid, 16) Ayrıca Rasûlullah (sas) şöyle buyurur: "Bir kimse güzelce abdest alır, sırf namaz için câmiye giderse, camiye varıncaya kadar atmış olduğu her adıma mukabil bir derece yükselir ve bir günahı silinir" (Ebû Davud,'Salât,8) Cemâatın teşekkül etmesi için en az iki kişi gereklidir Bu da imamla birlikte bir kişinin daha bulunmasıyla olur Peygamber (sas)'in "İki ve daha yukarısı cemâattır " (Buhârî, Ezan 35) sözünden bunu anlıyoruz Cemâatın gerçekleşmesi için bu iki kişiden birinin imam olması, diğerinin de buna uyması gerekir İmama uyan şahıs ister erkek, ister kadın, isterse âkil çocuk olsun farketmez Çünkü Peygamber (sas) iki kişiyi "cemâat" diye adlandırmıştır Deli ve âkil olmayan çocuk cemâat olarak kabul edilmez Zira bu ikisi namaz kılmakla yükümlü değildirler ve adetâ yok hükmündedirler (el-Kâsânî, Bedâiu's-Sanayi, Beyrut 1394/1974, I, 156) Beş vakit farz namaz ile teravih ve küsûf namazları gibi sünnetler cemâatle kılınabileceği gibi münferid olarak da kılınabilir Ancak cuma namazı ile bayram namazlarının cemâatle kılınması şarttır Zira bu iki namazın sıhhatinin şartlarından biri de cemâattir Bayram namazları için imamla birlikte bir kişinin daha bulunması yeterlidir Cuma namazı için ise bu sayı -imam hariç- ikiden az olamaz Kadınların kendi aralarında cemâatle namaz kılmaları caiz olmakla birlikte mekruhtur Bu durumda imam olan kadın ön safın ortasında yer alır (el-Mergînânî, age, I, 56) Genç kadınların, erkeklerle kılınan cemâat namazına gitmeleri de (fitneye sebep olduğu takdirde) mekruhtur Ancak ihtiyar kadınlar için bir sakınca yoktur (el-Merginânî, age, I, 57) Cemâatle namaz kılan sadece iki erkek ise, imam kendisine uyan kişiyi sağ tarafında durdurur İki kişiye imam olduğu takdirde onların önüne geçer İmamdan başka bir erkek ve bir kadın bulunursa erkek imamın sağında, kadın imamın arkasında biraz geride durur İki erkek ve bir kadın bulunursa, erkekler imamın arkasında saf olur, kadın da bu iki erkeğin arkasında durur Erkeklerin bir kadına veya çocuğa uymaları, arkalarında namaz kılmaları caiz değildir (Merginânî, I, 56) Safların sık ve düzgün olması, omuzların birbirine bitiştirilmesi, Peygamberimiz (sas)'in üzerinde önemle durduğu bir husustur Bunun için imamın namaza başlamadan önce safları kontrol etmesi gerekir İmam olan kimsenin normal olarak orta bir sürede namazı kıldırması gerekir Uzatarak cemâatı bıktırması veya kısaltarak acele etmesi uygun değildir Ancak belli bir cemâatin, namazlarının uzatılmasını istemeleri halinde namazın uzatılmasında bir beis yoktur Cemâat namazında kadınlarla küçük çocuklar bulunursa, sırasıyla en önde erkekler, sonra kadınlar, en arkada da çocuklar dizilir Erkek imama uyan kadının, aralarında bir perde vs olmadan imamın yanında durması erkeğin namazını bozar (el-Mergînânî, age, I, 57) Rasûlullah (sas) cemâat namazının faziletini çeşitli vesilelerle dile getirmiş, kendisinden bu konuda bir çok hadis işitilmiştir Bunlardan bazıları: "Adamın cemâatle kıldığı namaz, evinde veya çarşısında kıldığı namazdan yirmi küsür derece fazladır" (İbn Mâce, Mesacid, 16) "Adamın cemâatle kıldığı namaz, kendi başına kıldığı namazdan yirmiyedi derece üstündür " (Buhârî, Ezân 29; Müslim, Mesâcid, 249; el-Muvatta, Cemâa, 1; İbn Mâce, Mesâcid, 16) "Eğer halk yatsı ve sabah namazlarındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek dahi olsa cemâate gelirlerdi " (İbn Mâce, Mesâcid, 18) "Kim yatsıyı cemâatle kılarsa, gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibi olur Kim hem yatsı hem de sabahı cemâatle kılarsa, bir geceyi ibadetle geçirmiş gibi olur" (Ebû Davûd, es-Salâ, 45) Peygamber (sas), bir taraftan cemâatle namaza teşvik ederken, diğer yandan cemâati terkedenleri şöyle yermektedir: "Vallahi içimden öyle arzu ediyorum ki, namaza durulmasını emredeyim de ikâme edilsin, sonra bir adama emredeyim halka namaz kıldırsın Bu emirden sonra beraberinde odun demetleri olan bir kaç' adamı, cemâate gelmeyen gurüha götürüp de üzerlerine evlerini cayır cayır yakayım " (el-Muvattâ', Cemâa 3; İbn Mâce, Mesâcid, 17) "Vallahi bazı kavimler cemâatleri terketmekten vaz geçecekler ya da Allah onların kalblerini mühürleyecektir Sonra da muhakkak gafillerden olacaklardır " (İbn Mâce, Mesâcid, 17) Peygamber Efendimiz (sas) zamanından günümüze kadar namaz bu üstün faziletinden dolayı cemâatle edâ edilmiş, bu maksat için inşa edilen camiler de, ifâ ettikleri daha bir çok fonksiyonlarıyla birlikte sosyal birer kurum haline gelmişlerdir Cemâatle namaz, Hanefi mezhebine göre sünnet-i müekke'de; Şâfiî mezhebine göre, farz-ı kifâye -sünnet-i müekke'de-; Mâliki mezhebine göre, sünnet-i müekke'de-farz-ı kifâye: Hanbeli mezhebi ve Dâvud ez-Zahirî'ye göre ise; farz-ı ayın'dır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 604) Cemâata katılmak için; başkalarıyla namaz kılmağa gücü yetmek, çıplak olmamak ve mûkim olmak şartları aranmaktadır Bir kimse evinde hanım ve çocuklarına imamlık yaparsa, cemâatın faziletini elde edebilir ve sevap kazanabilir Fakat camide cemâtla kılmak daha çok sevabı gerektirir Cemâat,herhangi bir yerde alenen edâ edilmediği takdirde, evlerde ve dükkânlarda ilân edilmeden kılınan namaz gibi,halkı cemâat sorumluluğundan kurtaramaz Cemâatla namaz kılmayan bir yöre halkını önce ezân ile cemâat olmaya dâvet etmek gerekir İslâm'ın hakim olduğu toplumda müslümanlar eğer bu davetle cemâate gelmezlerse, onları cemâate katılmaya zorlamak için şiddete başvurmak gerekir Cemâati çok olan câmide cemâatle namaz kılmak daha efdâldir Ancak imamı ehl-i bid'attan olursa, yani onun küfrünü değil, fıskını gerektiren bir hal bulunursa o zaman cemâati az olan câmiye gitmek daha iyidir Cemâatla namaz kılmak için camiye gitmeye engel olan bazı mazeretler vardır ki bunlara fıkıhta: "Cemâate gitmemeyi mübah kılan özürler" denilir Bu mazeretler şunlardır: -Yürüyemiyecek kadar hasta olmak, felçli olmak, ihtiyar olmak, kör olmak, kolu, ayağı kesik olmak Bunların dışında herkesin kendi durumuna göre meşrû sayılan önemli mazeretleri de cemâata gitmemeyi mübah kılabilir Evde hastasının başında bulunması gereken kişi vs gibi Cemâatle namazda kendisine uyulan kimseye imam*; vazifesine imamet* ; cemâatin imama uymasına iktida*; imama uyanlara muktedi*; muktedilerin meydana getirdiği düzgün sıraya da saf* denir Cemâat saf halinde namaz kılarken hareketlerini imamdan sonra yapmak zorundadır Meselâ rükûa varışta, rükûdan kalkışta, secdeye varışta vb imamı takip eder İmamdan başka bir kişi bile olsa cemâatla namaz kılınabilir Şüphesiz cemâat namazı, ferdî olarak kılınan namazlardan sevap bakımından daha üstündür Müslümanları bir araya getirmesi, onlara dayanışma ruhu aşılaması, faziletlerinden bazılarıdır Bu faziletleri maddeler halinde şu şekilde sıralamak mümkündür 1-Vaktin evvelinde namaza gitmek, 2- İslâm şiârını açığa vurmak, 3- İbadet üzerinde toplanarak yardımlaşmakla şeytanı çileden çıkarmak, 4- İbadete karşı gevşekliği olanın canlanması, 5- Münâfıklık vasfından ve süizandan selâmette bulunmak, 6- Komşular arasında kaynaşma düzeninin kurulması, 7- Namaz vakitlerinde semt sakinlerinin buluşmaları, 8- Müslümanlar arasında bulunması gerekli olan birlik ve beraberliğin örnek bir misâlini vermek ve pekiştirmek (İbn Mâce Terceme ve Şerhi, II, 632) |
|