Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Genel Konular

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ansiklöpedisi, islâm

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



İslam Ansiklöpedisi

Fal-falcilik

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir

Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır

Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)

Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir

(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)

Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)

Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz

Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)

Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:

"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir

Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)

Halid ERBOĞA

FÂNÎ

Varlığı sonlu, ölümlü olan Kur'an'a göre, "Allah'tan başka her şey yok olacaktır" (el-Kasas, 28/88), "Yer üzerinde bulunan her şey fânîdir" (er-Rahman, 55/26)

Kelâm bilginlerine göre varlığının sonu olmamak (bekâ), Allah'ın sıfatıdır Allah tarafından yaratılmış (hadîs) şeyler ezeli olmadıkları gibi ebedi de olamazlar Bu nedenle Allah dışındaki varlıkların temel niteliği, sonluluk, ölümlülüktür Kâinat'ın fânı oluşu, aklen, onun yaratılmış, hâdis (sonradan olma) oluşunun tabii bir neticesidir Kâinat'ın bu durumu ayrıca Allah'ın varlığının da önemli bir kanıtıdır Hudûs delili denilen bu kanıta göre âlem hâdistir (sonradan meydana getirilmiştir); her hâdisin (sonradan meydana gelen varlığın) bir muhdisi (ihdâs edicisi, meydana getiricisi) vardır; âlemin muhdisi hâdis olmayan Allah'tır

Fenâ ve fânî olma kavramları tasavvuf düşünce ve hayatında önemli bir yer tutar İlk mutasavvıflar insanın fânı olmasını tasavvufun başlıca amacı olan ilâhı ahlâk ve vasıflarla donanmanın temel şartı saymışlardır Çeşitli biçimlerde izah edilen bu fânî olma, yok olma olayı kimilerine göre kulun nefsânî zevk ve isteklerinden fânî olmasını; kimilerine göre Allah'a muhalefetten, günâh işlemekten fânı olmayı dile getirir Fenâyı Allah'a saygı için diğer varlıklara saygı göstermekten fânı olmak; bütün beşerı sıfatlardan fânı olmak; bütün varlıklardan fânı olmak biçimlerinde tanımlayanlar da olmuştur

Fânı olma düşüncesi sonraki mutasavvıflar tarafından daha sistemli bir hâle getirildi Buna göre mutasavvıfın son amacı tevhîddir ve tevhîd ancak Allah dışındaki varlıklardan (mâsivâ) geçmek anlamında fânî olmakla gerçekleşir Bu fenânın üç aşaması vardır: Birinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları istemekten geçerek Allah'ın irâdesinde fânî olur Bu aşamada mutasavvıfın biricik amacı Allah'tır ve yalnız Allah'ın irâde ettiğini taleb eder İkinci aşamada mutasavvıf Allah dışındaki varlıkları görmekten fânî olur; yalnız Allah'ı görür Mutasavvıf üçüncü aşamada bütün varlıklardan fânî olur Gözünde Allah'ın varlığından başka varlık kalmaz Fenânın bu üç aşaması fenâ fi'l-kusûd, fenâ fi'ş-şuhûd, fenâ fi'l vücûd olarak adlandırılır Bu üç aşamanın her birinde ulaşılan tevhîd de, "lâ maksûde illâllah" ya da "lâ matlûbe illâllah", ve "lâ meşhûde illâllah" cümleleriyle dile getirilir (Ayrıca bk Fenâ fillâh)

Ahmet ÖZALP

FARİZA

Yapılması zorunlu olan şey, mutlaka yerine getirilmesi gerekli olan emir Çoğulu "Ferâiz"dir Kelimenin aslı; farz kıldı, meşrû kıldı takdir etti, tahsis etti anlamındadır

"Ey Muhammed, Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir" (el-Kasas 28/85);

"Allah'ın Peygamber'e farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur" (el-Ahzâb, 33/38, 50);

"Allah şüphesiz size, yeminlerinizi geri almanızı meşrû kılmıştır" (et-Tahrim, 66/2);

'' Eğer onlara mehir takdir eder de el sürmeden onları boşarsanız, takdir ettiğinizin yarısını verin"(el-Bakara, 2/237)

Ölünün malından varisleri için takdir edilen payları bildiren ilme de "Ferâiz ilmi" adı verilir

İslâmî Istılahta farz, yapılması Allah tarafından emrolunduğu katî delil ile sâbit olan herhangi bir vazifedir Farziyeti sabit ve müslümanlar tarafından yapılması mutlaka gerekli olan farz emirlerin yerine getirilmemesi ise haramdır Farz'ın yerine getirilmesinde mükâfat sözkonusu olduğu gibi, yerine getirilmemekle işlenen haram karşılığında da ceza sözkonusudur

Farz olan hükümlerin, öncelikle farz olduğuna iman edilmesi mümin olmanın şartıdır Şer'i nasslarla sâbit olan farzların inkâr edilmesi, hafife alınması, alay edilmesi, aksinin meşrû ve helâl kabul edilmesi mutlak küfürdür

Genel tema olarak İslâm'ın ortaya koyduğu ve yapılmasını farz, terkini haram kıldığı (ya da bunun aksi) hükümler; inanan ve inanmadığı halde İslâm Devleti'nin zimmetinde bulunan kişilerin akıl, mal, can, nesil ve dinlerini ilahı koruma altına almaya yöneliktir Tarih boyunca İslâm'ın dışında hiçbir sistem, mensuplarının bu özelliklerini insan şahsiyetine uygun ölçüde koruma altına alamamıştır

İslâm, aklı korumak için sarhoşluk veren her türlü içkiyi, malı korumak için fâiz, rüşvet, hırsızlık vb haram yollardan elde edilen kazançları; canı korumak için adam öldürmeyi (kısas ve savaş hâli müstesnâ); nesli korumak için zinâ ve zinâya götüren tüm yolları; dini korumak için de müslüman olmamış kişilere İslâm'ı zorla kabul ettirmeyi yasak kılmıştır Kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan bu yasaklara uymak farz, uymamak ise haramdır

Bir kısım farzlar vardır ki bunları her akıllı ve ergenlik çağına girmiş mükellef müslümanın şahsen yapması gereklidir Bu tür farza "farz-ı ayn" denir İslâm'ı, iman esaslarını kabul etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, hayatı İslâm'ın hükümlerine göre düzenlemek bu tür farzlardandır ki İslâm olmanın gereği budur Diğer bir kısım farzlar ise bir ya da birkaç kişinin yapmasıyla diğer müslümanların üzerinden gerekliliği kalkar; ancak hiç kimsenin yapmaması hâlinde, sorumluluğu bütün müslümanlara âit olur Cenaze namazı kılmak, İslâm devletinin mevcut olduğu ve düşmana saldırmadığı dönemlerde cihad etmek, insanları Allah'ın dinine dâvet etmek gibi Bunlara da "farz-ı kifâye" denir

Farz olan hükümlerin kaynağı kitap (Kur'an), sünnet, icma' ve kıyas olmak üzere dörttür

Aşağıda belirtilen ayetler İslâm'ın farz kıldığı hükümlerden bir kısmına örnek teşkil eder: İslâm'ın emrettiği şeyleri yapmak farz olduğu gibi yasakladığı şeyleri yapmamak da farzdır

"Ey inananlar, Allah'a, Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür" (en- Nisâ 4/136)

"Namazı kılın, zekâtı verin; kendiniz için önden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulacaksınız'' (el-Bakara, 2/110)

"Ey inananlar, oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah'a karşı gelmekten sakınasınız diye, size (de) sayılı günlerde farz kılındı" (el-Bakara, 2/183)

"Ey inananlar, cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun, alım-satımı bırakın" (el-Cum'a, 62/9)

"Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âlu İmrân, 3/142)

"Allah uğrunda gereği gibi cihâd edin" (el-Hacc, 22/78)

"Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin Sakın zinâya yaklaşmayın Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın Yetimin malına -ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şekil dışında yaklaşmayın Ahdi de yerine getirin Birşeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın Yeryüzünde böbürlenerek yürüme" (el-İsrâ, 17/31, 32, 33, 34, 35, 36, 37)

"Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar Bu, onların, "zaten alış-veriş de fâiz gibidir" demelerindendir" (el-Bakara, 2/275)

"Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin" (el-Bakara, 2/ 188)

"Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dînî ortada kalana kadar onlarla savaşın" (el-Bakara, 2/193)

" oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe yi haccetmesi gereklidir" (Âl-i İmrân, 3/97)

"Îffetli kadınlara zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere ****en değnek vurun" (en-Nûr,14/4)

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/3)

"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir" (el-Mâide, 5/90)

Yukarıda belirtilen ayetler, Allah'ın, yapılmasını ve yapılmamasını emrettiği hükümlerden ancak bir kısımlarıdır Bu hükümlere uyulması farz, uyulmaması ise haramdır, inkârı küfürdür

Cengiz YAĞCl

FARZ

Dinî sorumluluk, yapılması dinen gerekli olma, bean etme, kesme, hisseye ayırma anlamlarını ifade eder Kur'an-ı Kerîm'de onsekiz yerde geçen kelime değişik anlamlarıyla kullanılmıştır

"Allah'ın peygambere mikdarını belirlediği (farz), mübah kıldığı şeyde bir vebâl yoktur" (el-Ahzab, 33/38) "Hac vakti bilinen aylardır Her kim o aylarda haccı kendine gerekli (farz) bilip bu ibâdete başlarsa, artık kadına yaklaşması, günâh işlemesi ve kavga etmesi helâl değildir" (el-Bakara, 2/197) "Sadakalar (zekâtlar) ancak şunlar içindir: Allah tarafından böyle beyan (farz) edildi" (et-Tevbe, 3/60) " Eğer onları kendilerine el sürmeden boşar da mehir kesmiş (farz) olursanız ' (el-Bakara, 2/236) "Allah onu lânetledi O da Şöyle dedi: Andolsun kullarından belirli (mefrûz) bir pay edineceğim"(en-Nisâ, 4/118)

Kur'an'da geçen farz kelimesi alâ harf-i cerri ile kullanıldığında vücûb gereklilik; lâm harf-i cerri ile kullanıldığında bazan gereklilik bazan da beyan anlamını ifade eder (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 5109)

Farz, Peygamber (sas)'in hadislerinde farklı anlamlarda kullanıldığı gibi vacib anlamında da kullanılmıştır "Ramazan ayı geldi Allah bu ayda oruç tutmanızı size farz kılmıştır" (Nesâî, Sıyâm, 5)

Bir fıkıh terimi olarak farz: Şâri' tarafından emrolunduğu kat'î delil ile sâbit olan; özürsüz, mutlak surette terkedildiğinde ceza gereken amellerdir Özürden maksat, dinin meşrû gördüğü özürdür; meselâ yolcunun orucu terk etmesi gibi Mutlak terketmekten maksat; bir engelden dolayı geciktirmek anlamındadır Namazın vaktin başında kılınmaması gibi Tariften de anlaşılacağı gibi zannî delil ile sâbit olan hükümleri Hanefî hukukçuları farzın kapsamına almamıştır Farz, kat'i deliller ile sâbit olduğu için inkâr edildiğinde küfrü gerektirir Şayet yorumlanarak inkâr edilirse, inkâr eden fâsık olur

Hanefîler zannî delil ile sâbit olan hükümleri vacib olarak niteler İmâm Şâfiî farz ile vâcibin arasını amel bakımından ayırmaz ise de itikâdı açıdan, Hanefi hukukçuları gibi değerlendirir Bu da Hanefiler ile Şâfiiler arasındaki farz ve vâcib ayrılığının mâna, öz itibarıyla olmadığını, lafzı olduğunu gösterir Farz; kat'ı ve ictihâdı olmak üzere ikiye ayrılır Kat'î farz; delillerle yapılması kesin olarak bildirilen amellerdir Buna amelî ve ilmî farz da denilir İctihâdı farz ise müçtehid imamların ictihadıyla belirlenen, terk edildiğinde o ameli farz olmaktan çıkaran farzlardır Meselâ; başa mesh miktarı, abdestin farzları, namazda Fâtihâ'nın okunması gibi mevzular mezhepler arasında farklı mütalaa edilir İnkârı küfrü gerektiren farz, ilmî ve kat'ı farz çeşididir Farziyyeti nass ile belirlenmiş kat'ı olan namaz, oruç gibi farzların inkârı küfrü gerektirir (Tehânevî, Keşşâf, II, 1126, Meydânı, Lübâb, I, 6)

Farz, mükellef açısından ikiye ayrılır:

1- Farz-ı ayn: Her mükellefin yapması farz olan vazifedir

2-Farz-ı kifâye: Mükelleflerden bir kısmının yapması ile diğerlerinden sâkit olan vazifedir (Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, 1, 33)

Farz-ı ayn, kifâye olan farzdan fazilet ve sevab bakımından daha üstündür Çünkü, bir şey genelleşirse yükü, meşâkkati azalır Hususileştiğinde ise daha meşakkatli olur Kifâye farzlar umumen terkedildiğinde ise bütün insanlar bundan sorumlu olur (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, I, 42)

İA

FÂSIK

Allah'ın emirlerine aykırı davranan, günahkâr, kötü huylu, kötülük yapmayı alışkanlık hâline getiren kimse

Arapça "Fe-Se-Ka" kökünden gelmekte olup ism-i fâil kalıbındandır

Lügatta, çıkmak manasına gelir Daha özel bir anlam ile "olgun hurmanın kabuğundan dışarı çıkmasına" denir Istılahta ise, Allâh'a itâati terkedip O'na isyâna dalmaktır Yani kısaca ilâhı emirlerin dışına çıkmaktır

Biraz daha geniş anlamıyla büyük günâh işleyerek veya küçük günâhta ısrar ederek hak yoldan çıkan, dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir (Fahrüddin er-Râzî, Tefsîru'l-Kebîr, II, 91; Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, 572; Elmalılı Hamid Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de Kehf sûresinin 50 âyetinde Allah'ın emrinden çıkarak O'na secde etmeyen şeytan için "Feseka an emri Rabbih: Şeytan Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmaktadır Genel olarak fıskı üç grupta toplamak mümkündür:

a Günâhı çirkin olarak kabul etmekle beraber bazan günâh işlemek

b Yapılan bir günâhı ısrarla yapmak

c Günâhın çirkin olduğunu inkâr ederek bu günâhı işlemek; bu küfrü gerektiren bir durumdur; bu noktada kişinin iman ile, din ile ilişkisi kesilmiş olur (Elmalılı, age, I, 282)

Kur'an'da fısk genellikle küfür ile eşanlamda kullanılmıştır Ancak bazı ayetlerde fısk mutlak anlamıyla zikredilmektedir Meselâ hacc'da yapılan fısk (el-Bakara 2/197) veya Allah'ın adı anılmaksızın boğazlanan hayvanları yemek (el-En 'âm, 6/12 1), yahut müslümanlara iftirâ edenlerin içine düştükleri fısk (en-Nûr, 24/4) gibi hususlar helâl görülmediği müddetçe sadece günâh işlenmiş kabul edilir Ama bu durumlarda işlenen fısk ve yapılan iş helâl kabul edilirse küfrü gerektirir

Bunların dışında genellikle Kur'an-ı Kerîm'de geçen fısk ve fâsıklar tâbiri küfür ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır:

"Andolsun ki biz sana apaçık ayetler indirdik Bunları fâsıklardan başkası inkâr etmez" (el-Bakara, 2/99); "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler fâsıkların tâ kendileridirler" (el-Mâide, 5/47); "İşte Rab olmaya en lâyık olan Rabbinin şu sözü (azâbı) küfür ve inat içinde olan o fâsıklar için öyle sâbit olmuştur Gerçekten onlar iman etmezler" (Yûnus, 10/33);

"Eğer Allah'a, Peygamberine ve ona indirilene iman ediyor olsalardı, onları (kâfir ve müşrikleri) veli edinmezlerdi Fakat onlardan birçoğu fâsık (Allah'ın emrinden ve imandan çıkmış) kimselerdir'' (el-Mâide, 5/81)

Mu'tezile'ye göre fâsık, ne mümin ne de kâfirdir, ikisi arası bir durumdadır Onların bu anlayışı aynı zamanda beş prensiplerinden birisini teşkil eder ve bu prensip "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" olarak bilinir Bunlara göre fâsık eğer tövbe ederse imana döner, yok eğer tövbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalır Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Mu'tezilece ifade edilen bu "el-Menzile Beyne'l-Menzileteyn" anlayışı bu dünya içindir, yani o kişinin iman açısından bu dünyadaki durumunu ifade eder, yoksa bu anlayış ahirete atfedilerek o kişilerin cennet ile cehennem arasında bir yerde kalacakları anlamında değildir Hâriciler ve ameli imanın esasından bir şart olarak görenlere göre ise, fâsıkın yukarıda sayılan her üç derecesi de küfür noktasındadır ve ebedî cehennemde kalacaklardır Fısk ve fâsıklık bu derece kötü ve tehlikeli bir durum olunca insanlara düşen bu durumdan mümkün olduğu ölçüde kaçınmak, gerek diliyle ve gerekse fiiliyle mümkün olduğu ölçüde fıskdan uzak durmaktır Günâhın büyüğünden olduğu gibi küçüğünden de kaçınmalı, bu küçüktür zarar vermez diyerek onun işlenmesinde ısrar edilmemelidir Zira sözü geçtiği üzere küçük günâhta ısrar etmek de fıskın derecelerinden birisidir

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da, hiçbir kimseye fısk isnadıyla bir söz söylememek gerekir Bu hususta Hz Peygamber (sas)'in, "Hiçbir kişi başka bir kimseye fısk (sapıklık) isnadıyla 'ya fâsık ' diye söz atamaz, atmaya hakkı yoktur Yine böyle küfür de isnad edemez Şayet atar da attığı kimse atılan fıskın veya küfrün sahibi değilse bu sıfatlar muhakkak atan kimseye döner, fâsık veya kâfir olur'' (Sahîh-i Buhâri Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, XII, 137) Bu hadis-i şerif aynı zamanda bir ahlâkı prensibi ortaya koymaktadır Zira kişiyi ayıplamak, onun ayıbını teşhir etmek, hele hele böyle güzel olmayan bir şeyle ayıplamak ahlâki bir tavır olmadığı gibi isnad ettiği şey, o kişide mevcut değilse zikredilen lâfız gereğince kendisini de tehlikeye düşüren bir durumdur

Abdurrahim GÜZEL

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Fazilet

Güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu, erdem Zıddı, rezillettir Dinimiz, müslümanların her türlü görevlerini yerine getirerek olgun ve yüksek bir ahlâka sahip olmalarını, iyi huylarla ruhlarını güzelleştirmelerini istemiş, reziletten, kötü huy ve alışkanlıklardan da uzaklaşmaları emredilmiştir

Bilindiği gibi bedenimiz çeşitli hastalıklara yakalanabilmekte ve bu hastalıklar uygun ilâçlarla tedâvi edilmektedir İnsan ruhu da bazı hastalıklara yakalanabilir Ruhî hastalıkların en tesirli ilâcı doğru ve sağlam bilgilere sahip olmak, zihni, evham ve hurâfelerden temizlemektir Fakat bu yeterli değildir İnsan ruhunun terbiye edilmesi, öldürücü mânevî hastalıklardan korunabilmesinin bir başka yolu, onun, güzel ahlâk ve faziletlerle süslenmesidir

Olgun insan, imkânların elverdiği ölçüde faziletleri nefsinde toplayan insandır Mânevî ve rûhî hastalıklar demek olan reziletleri ve kötülükleri alışkanlık hâline getirenler, ebedî hayatı kaybederler, hüsrâna ve zarara uğrarlar Nitekim Cenab-ı Hak:

"Nefsini tertemiz yapıp arıtan, şüphesiz saadete ermiş, onu kötülüklere gömen ise, elbette ziyana uğramıştır" (eş-Şems, 91/9-10) buyurarak bu noktaya işaret etmiştir

Bütün iş ve davranışlarımızda orta yolu tutmak fazilet sayılır Fazilet dediğimiz güzel huylarda aşırılık (ifrat); bunlardan yoksunluk (tefrit) ise rezilet sayılmıştır

Fazilet sahibi insanlar arasında daima anlaşma, ülfet ve âhenk görülür Rezilet sahipleri arasında ise hep fitne ve fesat çıkar

Bütün faziletler güzel iş ve davranışlardan ibarettir Bu sebeple islâm getirdiği prensiplerle müslümanları faziletli insanlar yapmaya çalışmış böylece onlardan insanlığa örnek ve önder bir topluluk vücûda getirmek istemiştir

İslâm nizamı, insanın hiç bir duygu ve eğilimini yok etmek istememekte; ancak hayatın bütünüyle ölçülü olmasını, ifrat ve tefritten kaçınılması gerektiğini bildirmektedir Bu sebeple "itidâl" (ölçü sahibi olmak) son derece önem!i kabul edilmiştir

İslâm cömertliği büyük bir fazilet olarak görür Fakat cömertliğin, daha doğrusu başkalarına vermenin ve harcamanın fazilet olabilmesi için harcamalardâ itidâle uymak şarttır Aksi takdirde bu bir fazilet olmaktân çıkar Hatta sorumluluk gerektiren bir rezilet olur Bunun için harcamalar da orta yol tutulur Yani ne aşırı bir şekilde, yerli yersiz harcama yapılır Bu da israf'tır Ne de aşırı mal sevgisi ile onu harcamaktan çekinilir Bu da cimrilik'tir Aksine bu iki durumdan da kaçınarak malın İslâm'ın emrettiği şekilde harcanmasına "cömertlik" denilmiş ve bu harcamada itidâl olduğu için fazilet sayılmıştır

Tevâzu da bir fazilettir Tevâzu alçak gönüllü olmak demektir Tevâzuda aşırıya gitmek insanı zillete, aşağılığa sürükler Tevâzu'dan uzaklaşmak ise insanı kibirli olmaya, benliğimizin bu kötü huy tarafından sarılmasına sebep olur Şu halde müslüman kişi davranışlarında itidâl (orta yol) fazilet ve güzel huyların, ifrat ve tefrit (aşırılık veya bir şeyin yokluğu) ise rezilet ve kötü huyların çıkmasına sebep olmaktadır

İslâm ahlâkçıları, insan ruhunun bazı temel kuvvetlere sahip olduğunu, bu kuvvetlerin akıl, gazab ve şehvetten meydana geldiğini kabul etmişler ve bu üç temel kuvvetin fazilet ve reziletlerin ana kaynağı olduğunu söylemişlerdir Bu kuvvetlerin ifrat, tefrit ve itidâl noktaları ayrı ayrı ele alınmış ve ifrat ve tefritin reziletin; itidâlin ise faziletin esası olduğunu ifade etmişlerdir Böylece "dört fazilet nazariyesi" (Fezâil-i erbaa) ortaya çıkmıştır

Buna göre akıl kuvvetinin ifratı

"cerbeze" (şeytânı düşünce); tefriti budalalık; itidâli ise hikmet (iyi, güzel, isabetli ve faydalı düşünce)'dir Gazab kuvvetinin ifratı tehevvür (asın kızgınlık); tefriti korkaklık; itidali ise şecaat (cesaret)tir Şehvet kuvvetinin ifratı fücûr; tefriti cinse karşı soğukluk, itidâli ise iffet'tir Hikmet, şecâat ve iffet'in bulunduğu yerde de adâlet'in bulunması tabiidir İşte bu ruh kuvvetlerinin itidâl durumu (hikmet, şecaat, iffet ve adâlet) faziletleri; ifrat ve tefrit hâli ise reziletleri ortaya çıkarır Dolayısıyla güzel ahlâkın kaynağı bu dört fazilet, kötü ahlâkın kaynağı da bu faziletlerin ifrat ve tefriti olan reziletlerdir Bir müslümanın en önemli ahlâkı görevi de ruhunu bu faziletlerle süslemekten ibarettir

Osman ÇETİN

FECR SURESİ

Kur'an-ı Kerîmin ****endokuzuncu suresi Mekke'de inmiştir Otuz ayettir İsmini, ilk ayetindeki 'fecr' sözcüğünden almıştır fâsılası Ra, Dal, Bâ, Nûn, Mim, Elif, Tâ harfleridir Sûre, üç ana konuyu kapsar:

1- Âd, Semûd, Firavun kavimlerinin akıbetleri,

2- İnsanların mala aşırı düşkünlükleri,

3- Ahiret, ahirette rahmet ve hüsrana uğrayacaklar

Sure, yemin ile başlamaktadır: "Andolsun fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çifte ve teke, yürüyüp gitmeye yüz tutan geceye Bunda (bu anılan şeylerde) akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? (1-5)

Bu ayetlerin tefsiri hakkında ve özellikle "Çift" ve "tek" kelimeleri için birçok görüş ileri sürülmüştür Üzerine yemin edilen dört şeyin, Mekkeli kâfirlerin ahiretin ceza ve mükâfatını inkârlarıyla ilgisi vardır "On''dan kastedilen, ayın otuz gecesinin her on gecesi; "çift" ve "tek"ten murad ise, kâinatın bütün unsurlarını kapsar Günlerin devri, gece ile gündüz, aynı günlerinin tarihi olabilir "Fecr", tan yerinin ağarması; "geçen gece", güneşin çıkmasıyla batmak üzere olan karanlıktır Bu dört şey, Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın hikmetinin en güzel delilleridir

Allah, bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı gecelere yemin etmekte, böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün çeşitli kısımlarına-kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir Böylece zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır Zaman, bütün olaylar için kaçınılmaz bir unsurdur Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp gitmiştir Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde değildir İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu hatırlamamaktadır Oysa her geçen an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir Ve akıp giden zaman içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir:

"Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd ' (kavmin)'e? Yüksek sütunlarla dolu İrem 'e? Ki şehirler arasında onun eşi yaratılmamıştı Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi Firavun'a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır) Bunlar, ülkelerde azmışlardı Oralarda çok kötülük etmişlerdi Bu yüzden Rabbin, onların üzerine azap kırbacını yağdırdı Elbette Rabbin gözetleme yerindedir" (6-14)

Gece ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra, onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil getirilmektedir Ahirete iman etmeyenlerin akıbetine bir kaç misal zikredilmektedir

Âd kavmi, Hûd peygamber'i yalanlamıştı Âd Kavmi'ne İrem denilir Bunlar Sâmı ırkından Hz Nuh'un oğlu İrem'den gelmişlerdi Onların bir kolu da Semûd'dur Âd kavmi, yüksek binalar inşa eden bir kavimdi ve yeryüzünde büyüklük taslayanlardandı Dünyada eşi olmayan benzersiz, şanlı, güçlü bir milletti Dağları yontarak evler yapmışlardı Firavun da muhteşem ehramlar yaptırmıştı Onlar, asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadır Firavun da haddi aşanlardan, defalarca ilâhı davet kendisine iletilmesine rağmen bile bile büyüklenen, hatta kendini tanrı ilân eden bir sapık ve azgındı Ad kavmi ile Firavun ve hanedanı insanlara çok kötülük ettikleri ve hidayetten saptıkları için Allah'ın azabı onlara hak olmuştu Bu azabla helâk oldular Onlar, Allah'ın kâinatın hâkimi ve gözetleyicisi olduğunu bilmezlikten geliyorlardı, gâfildiler, fesad ve fitne çıkarıyorlardı kendi kendilerine zulmediyorlardı, bile bile azabı çağırıyorlardı Şımardılar, Allah'ı unuttular, ayetleri bile bile inkâr ettiler: Helâkları da onların bu azgınlığından kaynakladı

Geçen zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür Ama aklı olan, bunları hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır

Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş olsun, Rab Teâlâ yapılan şeylerin hepsinden haberdardır Zulmedip yeryüzünde fesat çıkaranların uğrayacağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların âkıbeti gibi olacaktır Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:

"Fakat insan böyledir; Rabbi, ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunursa, ona nimet verirse: 'Rabbim bana ikram etti' der Ama Rabbi, onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)' der Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz Yoksula yemek vermeğe (birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz Malı da pek çok seviyorsunuz" (15-20)

Mal, mülk insan için bir imtihandır Şeref ve zilletin ölçüsü daima mal, para, mülk olmuştur Oysa Allah, insanları şükürde veya nankörlükte, sabırda, isyanda, masiyet ve itaatte dener Asıl olan iyiliktir Gözünü mal hırsı bürümüş kötü ahlâklı kişiler, yetimin malını yerler, yoksulu doyurmazlar Kendileri yedirmedikleri gibi, başkalarını da teşvik etmezler Mirası hakça değil, zorbalıkla ele geçirirler; helâl-haram, hak-bâtıl olup olmadığına bakmazlar

Bu ayetlerde insanların mala düşkünlüğü anlatılıyor Aslında malın azlığı da, çokluğu da insan için bir imtihan vesilesidir Malı kullanma hususunda da Allah'ın kendisini gözetlediğini insan bilmelidir O halde akıl sahibine yaraşan, mal ve dünyaya olan bu aşırı tutkudan vazgeçmektir Çünkü bir gün gelecek, malı kendisine fayda vermeyecektir:

"Hayır, (bu yaptığınız doğru değildir) Yer çarpılıp parçalandığı zaman, melekler sıra sıra olduğu halde, Rabbin geldiği zaman Ki cehennem de o gün getirilmiştir İşte o gün insanlar anlar, ama artık anlamının kendilerine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah, keşke ben, bu hayatım için (iyi işler yapıp) gönderseydim: ' der O gün Allah'ın (vereceği) azabı hiç kimse veremez Onun (vuracağı) bağı kimse vuramaz; Ey, huzura eren nef s! Razı edici ve râzı edilmîş olarak Rabb'ine dön! (iyi) kulların arasına gir! Cennetime gir!"(21-30)

Mala açgözlülüğünüz, dünya hayatına dalmışlığınız, size hesap gününü unutturur Yaptıklarınız karşılıksız mı kalacak sanıyorsunuz? Hesap günü, yaptıklarınızdan dolayı pişman olacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak Resullere uymamakla ne büyük hata ettiğinizi anlayacaksınız, ancak artık cehennem size hak olmuştur Oysa bakın, iyi kullarıma da ben cenneti va'detmiştim, Onlar, inanıp iyi amellerde bulundular; hak dine iman edip, yahıız bana ibâdet ettiler; tam bir kalp imaruyla bana bağlandılar; benim rahmetimi umdular İşte, onları cennetime koymam haktır

M Sait ŞİMŞEK

FECR, FECİR

Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık

Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir

Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir

Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde namaz kılınması yani beş vakit namazın vakti âyetle sabittir Kur'an-ı Kerîm'de "Hiç şüphesiz namaz insanlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır" (en-Nisâ, 4/103) buyrularak buna işaret edilir Bu, vaktin namazın farz olmasına sebep teşkil etmekte ve o vakitte kılınmasıyla da edasının bir şartı olmaktadır

Ancak bu vakitlerin başlangıcı ve sonu hadislerle tesbit edilmiştir Meselâ sabah namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman biter? Bu, Hz Peygamberce (sas) bildirilmiştir İşte fecr kelimesi bize sabah namazı vaktinin geldiğini ve imsak vaktinin başladığını bildiren bir zaman parçasını anlatmaktadır

Fıkıh terimi olarak fecr, tan yerinin ağarması ve sabah vaktinin başlangıcı demektir Ayet ve hadislerde gecenin bittiğini gündüzün başladığını, yatsı namazı vaktinin bitip sabah namazı vaktinin başladığını, oruç tutacak kimse için yeme ve içmenin sona erdiğini ve imsak olduğunu bildiren anı ve zamanı ifade eder

Fecr kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de vakit manasında, sabah vaktini bildirmek üzere birkaç yerde geçmektedir Orucun başlama vaktini bildiren âyette: "Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar (yani tan atana kadar) yiyebilir ve içebilirsiniz, (bu vakitten) sonra da, geceye kadar orucu tamamlayın" (el-Bakara, 2/187) buyurulmaktadır Kadir gecesinin tan yerinin ağarmasına, şafak sökmesine kadar devam ettiğini bildiren ayette de; "O gece tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir" (el-Kadr, 97/5) buyrulmaktadır Bazıları, orucun başlangıç vaktini güneşin doğuşuna kadar getirmek istiyorlar veya sabah namazını gece namazı sayıp sabah namazı güneş doğuncaya kadar kılındığına göre oruç vakti de güneşin doğuşundan sonra başlamalıdır gibi bir yorum yapmak istemişlerdir Halbuki bu ayet gecenin, fecrin doğuşuna yani tan atana kadar devam ettiğini bildirmektedir Tan yeri ağarınca gece bitmiş olacağından oruç tutacak kimsenin bu andan itibaren yeme, içme ve cinsi ilişki gibi işlerden uzak durması gerekir Nitekim Hz Aişe'nin naklettiği bir hadiste: "Bilâl ezanı geceleyin okuyordu Bundan dolayı Allah'ın elçisi: 'İbn Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyiniz, içiniz çünkü o fecr doğmadan ezan okumaz' buyurdu" (Buhâri, Savm, 17) denilmek suretiyle şafağın sökmesinin orucun başlangıcı, vakti olduğu belirtilmiştir

İslâm hukukunda fecr, kâzib fecr ve sâdık fecr veya birinci fecr ve ikinci fecr olmak üzere iki kısma ayrılır

Fecr-i Kâzib veya birinci fecr, herhangi bir vaktin başlangıcı değildir Namaz ve oruç açısından bir şey ifade etmez Yatsı namazının vakti henüz devam etmektedir Sabaha karşı doğuda tan yerinde ufuktan gökyüzüne yukarıya doğru dikey olarak piramit şeklinde yükselen bir aydınlık meydana gelir ki buna fecr-i kâzib denir Araplar buna "zenebü's-sirhan" yani kurt kuyruğu diye isim vermişlerdir Bundan sonra yine kısa bir süre karanlık başlar, bu karanlıktan sonra Fecr-i Sâdık meydana gelir Ufukta yatay olarak boydan boya yayılıp dağılan aydınlığa fecr-i sâdık veya ikinci fecr denilir Hz Peygamber (sas): "Sakın ashabım sizi ne Bilâl'in ezanı ne de fecr-i müstatil sahurunuzdan alıkoymasın Fakat siz sahur hususunda ufuktaki fecr-i müstatire itibar ediniz" buyurmuştur Müstatil fecr-i kâzib, müstatir fecr-i sâdıktır (Müslim, Sıyam, 40-44)

Fecr-i sâdıkla sabah namazı vakti girer, oruç yasağı başlar Oruç ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar devam eder Sabah namazı da ikinci fecrin doğuşundan başlar, güneşin doğuşuna kadar süren zaman içinde kılınır Yani fecr-i sâdık demek güneşin doğuşu demek değildir Fecr-i sâdık ile güneşin doğuşu arasında yaklaşık olarak bir saat kadar veya biraz fazla bir vakit bulunduğu söylenebilir Çünkü Cebrail, Peygamberimize birinci gün sabah namazını fecr doğunca kıldırmış, ikinci gün ise ortalık iyice aydınlandığı zaman kıldırmış ve bu iki vakit arasındaki zaman "senin ve ümmetin için vakittir, bu aynı zamanda senden önceki peygamberlerin de vakti idi" demiştir (es-Serahsı, I, 141)

Fecr-i kâzib henüz gece vakti sayıldığından bu zamanda yatsı kılınabilir, oruç tutacak olan yiyip içebilir Fecr-i sâdıktâ ise sabah vakti girmiş, gece bitmiş, yatsı vakti ve sahur vakti geçmiş demektir

Osman ESKİCİOĞLU

FELÂH

Gâyeye ulaşmak, durumun iyi olması, baka (kalış), kurtuluş, yarmak, açmak gibi anlamlara gelen bir terim Ezanda geçen "HAYYE 'ALE'L FELAH" kurtuluşa yönelim anlamındadır Aynı kökten gelen İFLÂH, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başanlı olmak, isabet kaydetmek gibi anlamlar ifade eder

İflâh masdarından türetilen değişik kipler Kur'an-ı Kerîm'de kırk yerde geçer Kur'an-ı Kerîm, Allah'a iftira edenlerin, kâfirlerin, zâlimlerin, mücrimlerin, sihirbazların felâha kavuşmayacaklarını beyân eder (el-En'âm, 6/21, 131; Yunus, 10/77; Yusuf, 12/23; Taha, 20/69; el-Müminun, 23/117; el-Kasas, 28/37, 82; Yunus, 10/69; en-Nahl, 16/116) Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm, müminlerin, namazlarını huşû ile kılanların, sabırlı olanların, takva sahibi kimselerin cimrilikten sakınanların nefislerini tezkiye edenlerin, Allah yolunda cihâd edenlerin, tövbe edenlerin, Allah teâlayı samimiyetle ananların, felaha kurtuluşa ereceklerini de açıklar (el-Mü'minun, 23/1, el-A'lâ, 87/14, eş-Şems, 91/9, el-Bakara, 2/189, el-Maide, 5/100, el-Hacc, 22/77, el-Cum'a, 62/10, el-Nasr, 59/9, et-Teğabün, 64/16)

Zemahşerî, el-Bakara suresinin beşinci ayetinde geçen "MÜFLİHUN" kelimesini açıklarken şöyle der: "Müflih, gâyesine ulaşan kişi demektir Sanki bu kişi için bütün basan yollan açılmış ve önünde hiçbir engel kalmamıştır Müflic kelimesi de Müflih kelimesi gibi olup, aynı manayı ifade eder Bu harflerden, yani FA-LÂMHA ve FA-LAM-CİM harflerinden meydana gelen kelime yarmak ve açmak manalârınâ delâlet eder" (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 28)

Hâttâ "FA" ile " 'AYN" yani fiil'lin veya ismin ilk iki harfınde bu terkibe (kelimeye) benzeyen FELEKE, FELEZE gibi kelimeler de yarmaya ve açmaya delâlet ederler (Beydâvı, Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, İstanbul 1282/1865, I, 105)

Demek ki, felâh ve bu kökten gelen İflâh ve bunların türevlerinde yarmak ve açmak manaları mevcuttur Felâha eren kişi bir çeşit zafer ve başan yollarını yarıyor, gâyeye giden yol âdeta ona açılıyor demektir

Abdülbaki TURAN

FELÂK SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yüzonüçüncü suresi

Kur'an'ın son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn"* (sığınma sureleri) denilir Bunların Mekkî mi Medenî mi olduklarına dair herhangi kesin bir rivayet yoktur

Felâk suresi beş ayettir Konusu, yaratıkların şerri, hased ve sihirdir Nüzûl sebebi hakkında da değişik bilgiler verilmiştir Bunlardan en yaygın olanında; Lebid b Asam adlı bir yahudi büyücü Hz Peygamber (sas)'e onu yok etmek için büyü yaptı Melekler Allah Resulu'ne büyüyü bildirdi Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-ı Allah katından getirerek, onu büyüden kurtardı Mu'tezile mezhebi, Hz Peygamber'e büyü tesir etmez diyerek bu görüşü reddetmektedir

Felâk suresinin fasılası Dal, Be, Kaf harfleridir "Be", ortada yalnız olarak tam manasıyla bir fâsıla harfidir

"De ki: Sığınırım tanyerini ağartan Rabb'a " (1)

"De" emri sadece Resulullah'a değil, bütün mükelleflere şâmildir Veya "ey Resulum, kendine ve herkese şöyle dua etmelerini söyle" demektir: "Tanyerini ağartan Rabb'a sığınırım "

"Sığınma" fiili, müminlerin bir şeyden korktuklarında bunların şerrinden ancak Allah'a sığınmalarını ifade eder Hz Meryem, Hz Nuh, Hz Musa'nın da dualarında Allah'a sığındıkları başka ayetlerde zikredilmiştir (Meryem, 19/1 8; Hud, 1 1/47; el-Bakara, 2/67) Hadis-i şeriflerde de her tehlike ve şerre karşı Allah'a sığınmaya dair ma'lûmat pek çoktur Hz Âişe'nin rivayetiyle bunlardan en meşhuru şöyledir: "Allah'ım cehennemin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım''

Felâk'ın manası, yaygın tefsire göre sabah demektir Araplar, günün doğmasına "felakü's-subh" derler Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan anlamlarıdır Lugatlarda "felâk" kelimesinin anlamları şöyle belirtilmektedir: Âdemden yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan, sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede ayaklarına vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve muhtaç oluşuyla Rabb'e sığınma zorunluğu

Bu birinci ayeti tefsir eden ayet şudur: ''Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini ağartan {Fâlikü'e Esbâh) geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır Bu, Aziz ve Alım olanın nizâmıdır" (el-En'âm, 6/95-96) "Rabb" Allah'ın sıfat ismidir Terbiye eden, yetiştiren anlamında kullanılması, sığınma olayının uygun düşmesi içindir Müfessirlerin çoğunluğu "felâk" kelimesine sabah manasını vererek âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: Felâk'da, zulmet sonrasında nur, darlıktan sonra genişlik, kapanmadan sonra açılma manalarına işâret etmek üzere ancak Rabbe sığınarak O'nun bütün şerlerden kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhı va'di hatırlatarak havf ve recâyı takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır Felâkın zikri, sabahın kıyamet gününden bir misal olmasıdır ki, ölümün kardeşi olan uykudan uyanılan kabir benzeri evlerden alelacele çıkarak rızık için sabahları yeryüzüne dağılan insanların halini tasvir etmektedir

''Yaratıkların şerrinden'' (2)

Bütün yaratıklar şer(kötülük) işleyebilirler Allah bütün yaratıkları üzerinde galib olduğundan, bizim bilmediklerimizi bildiğinden ancak O'na sığınarak, hiçbir şeyin karşı çıkmasına güç yetiremeyeceği yüce bir Hakîm'e sığınılmış olmaktadır

Ser kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de kullanılır Hastalık, açlık, savaş ve ölüm, ateşte yanmak, evlâdın ölümü, gibi somut ve âfâkî veya küfür, şirk, her çeşit günah ve zulüm gibi şerlerle her çeşit ruhî ve nefsî olan enfüsî şerlerden Allah'a sığınırım demektir Bu âyette genel olarak şerler zikredildikten sonra, en fazla sakınılacak bazı şerlere geçilmektedir:

"Ve ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden," (3)

"Gâsık" kelimesi de, "felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmiştir Esas manası karanlık demektir Bunun masdarı olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatta şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manâlarında verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya masdar gâsak, gâsakan, gûsuk denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak gâsak denilir ve gâsak felâka tekabül ettirilerek gasaktan felâka, gecenin kararmasından sabahın aydınlığına kadar anlamı çıkar Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktığı çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir

Suçlar genellikle gece karanlığında işlenir, şeytan oynayacağı oyunları karanlıkta daha rahat oynar; kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynaşır Eziyet verici, zehirli, yırtıcı hayvanlar da gece ortaya çıkarlar Anarşistler geceyi bekler, cinayetler genelde geceleri işlenir Bu sebeple gecenin şerrinden Allah'a sığınırım Fecri getiren Allah'a Güneş battıktan sonra her tarafa dağılan şeytanlara karşı karanlık bitinceye kadar çocukların eve toplanması, hayvanların kapatılması bir sünnettir

Bazı tefsirlerde gâsak, şiddetli zulmet, gecenin şerri olarak alınarak, gece ansızın gelip çatan arıza ve hayalet gibi belâ ve musibetlere teşmil edilmiştir Bazıları da "gasık"ı kamer (ay) ve ayın tutulması ve kaybolması şeklinde almışlardır Ay tutulması ve mihak zamanını müneccimler zayıf bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra ederler Bu manâda şerrin gecenin karanlığında ortaya çıkması kastedilir

Karanlığın bütün soyut ve somut manalarıyla şerri barındırması anlamında, maddî ve manevî şer ve zararların, gam ve kederin de kara talih ve karanlıkla vasıflandırılmasıyla "gecenin şerrinden, yıldızların kaybolmasıyla gelen karanlığın şerrinden, kamerin tutulmasında ve kaybolmasında gelen şerden* Allah'â sığınırım" demektir

"Düğümlere üfürenlerin şerrinden," (4)

Burada "Neffâsâtı fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin çoğuludur ve düğüm demektir Nefese; üflemek çoğulu neffâse'dir Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek", dişi siğada alırsak "çok üfleyen kadınlar" demektir Nefese'nin çoğulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar nüfus ve cemaat kelimesini dişil (müennes) kullanırlar Burada düğüme üflemek müfessirlerin çoğuna göre "sihir" demektir Ayetin anlamı, "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabbe sığınırım" olur Zemahşerî'ye göre ise bunun anlamı, kadınların kurnazlığı ve hileleridir Kur'an, sihri küfür saymıştır (el-Bakara, 2/102) Sihir haramdır ve yedi büyük günahtan (şirk, öldürmek, fâiz, yetim malı yemek, zina iftirası, cihaddan kaçmak, sihir) biridir Neffâsât, üfleyici karılar anlamında cadılara veya kadınların hilelerine şâmildir Mana şudur: İpliklere düğümler atıp onlara üfleyen (tükrükleyen) rukye ve efsun yapan cadıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden, fitneci kadınlardan, nefsin hayvanı isteklerinden, şehvet ve gadabın şerrinden Allah'a sığınırım Sihrin aslında bir gözbağcılık olduğu başka ayetlerde açıklanmıştır Sihir, şeytânı bir oyun olarak insanları etkiler, korkutur Sihrin şerrinden Allah'a sığınırım demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre karşı durmak demektir

''Ve hased eden hasedçilerin şerrinden'' (5)

Hased, Allah'ın bazı kullarına lütfettiği nimetler karşısında kıskançlık duygularına kapılarak o kulların bu nimetlerden mahrum olmasını dilemektir Bu şer bir niyet ve fiildir Hasedçinin şerrinden Allah'a sığınırım

Sahih hadislerde Hz Peygamber'in yatarken İhlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuyarak ellerinin içine üflediği sonra başından ve yüzünden başlayarak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazladığı bildirilmiştir Müslümanlar da onu her şeyde örnek aldıkları gibi bu sünnete uymuşlar, beş vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuşlar ve Allah'a emrettiği şekilde bütün şerlerden sığınmışlar ve Allah onları şerlerin her çeşidinden korumuştur (Seyyid Kutub, F; Zılâli'l-Kur'an, XVI, 441-447; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, VII, 322-326; Mehmed Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, XV, 6619-6626, Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meâli Alisi ve Tefsiri, VIII, 41 17-41 19; İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, XV, 8809-8824; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6367-6409)

Sait KIZILIRMAK

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Fer'i Mesele ,

Fer' sözlükte; ayrıntı, bir asıldan ayrılan kolların herbiri ve şu'be, esas olmayıp ikinci derecede önemli olan şey anlamlarına gelir Asl'ın karşıtıdır Çoğulu fürû'dur Fer'i ise asla ait olmayıp fer'a ait olana denir Mesele de sorulup cevabı istenilen şey, soru; bir ilim ve fenle ilgili olup çözümü istenen konu ve bugünkü dilde sorun anlamlarına gelir

İslâm dininin iman ve amelin birleşmesinden meydana gelen bir bütün olduğu gözönünde tutulursa; imana ilişkin konular aslı mesele; ibadet, muamelat (medenî ilişkiler), ve ukûbat (cezalar) ile ilişkin konular da fer'i mes'ele kapsamına girer Ehl-i Sünnet âlimlerine göre itikadı meseleler dinin aslını ve temelini oluştururlar; ki, bu esaslar ilk insan ve ilk peygamber Hz Adem (as)'dan Allah tarafından tebliğ ettikleri ilâlû dinlerin temelini oluşturmaktadır Hz Peygamber (sas): "Esasen peygamberler baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri birdir" (Tecrid-i sarih Tercümesi IX, 180) buyururken bütün peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarının aynı, şerîat hükümlerinin ise ayrı olduğunu vurgulamak istemiştir

Amel, iman-küfür açısından, imandan bir cüz olmamakla birlikte, amel imanın kemale ermesi için gerekli görülmüş; bu nedenle de imandan bahseden ayetlerin hemen ardından sâlih amel adı verilen İslâm'ın ibadet, muâmelat ve ukûbat ile ilgili hükümlerine uyulması emredilmiştir İman, amelle desteklenip beslendiği sürece güçlenir; amel ve ibadet olmayınca veya eksik bulununca imanı korumak zorlaşır

İtikadı ve amelî konuların bütününü teşkil eden hükümler topluluğuna "din", diğer bir deyişle "şerîat" denir Ancak şerîat kelimesi, uygulamada, ibadet, medenî hukuk, ceza hukuku ile ilgili fer'i meseleler hasredilmiştir

İslam'da şer'î hükümlerin dört ana kaynağı vardır: Kitap (Kur'an); Sünnet (Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri); icma (bir konuda bir asırda yasayan İslâm âlimlerinin ittifakı); Kıyas (hakkında kesin nass bulunan bir meselenin hükmünü, illeti ile o meseleye benzeyen ve hakkında hüküm bulunmayan meseleye vermek)

Hakkında ilk üç kaynakta hüküm bulunan meseleler İslâm hukukunda "aslı mesele" olarak kabul edilirken; Kitap, Sünnet ve icma'da hükmü bulunmayan bir meselede kıyas ve ictihat yoluyla verilen hükümler de "fer'i mesele" kapsamına girer

Kıyas, hakkında nass olan bir meselenin hükmünü, hakkında nass olmayan bir meseleye tatbiki demektir İcdihad da, hakkında kesin nass bulunmayan bir meselenin fıkıh sahasında otoriter sayılan kişilerce (müctehid) İslâm'ın ruhuna aykırı olmayacak ölçüde verilen hükümlerdir Nitekim Hz Peygamber (sas) Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b Cebel'e "İslâm adına ne ile hüküm vereceksiniz?" diye sorunca Hz Muaz sırasıyla "Allah'ın Kitabı ile onda bulamazsam Peygamber'in sünneti ile hükmederim Onda da bulamazsam kendi görüşümle ictihad ederim" buyurmuştur (Ebû Davud, Akdiye, II; Tirmizi Ahkâm, 3; A b Hanbel, Müsned, I, 37, V, 230, 236)

Genel olarak İslâmî ıstılahta akaid ilmine "usûlü'd-dın"; fıkıh ilmine de "fürû'u'd-dın" adı verilir

Ahmet ÖZGEN

FERMAN

Padişah'ın bir iş veya gereklilik ile ilgili arzusunu gösteren yazılı emri Kelime Farsça'dan gelmiş olup, "emir, buyruk" manalarına gelmektedir

Ferman ilk olarak İslâmiyeti kabul eden İlhanlılarda daha sonra ise Osmanlılarda kullanılmıştır Padişah yazdırdığı yazıya kendi tuğrasını basarak bir resmi emir çıkarmış olur Padişah'ın bu emrine "Ferman-ı Hümayun veya Ferman-ı şerif"de denmektedir

Fermanın kendine has şartları ve özellikleri vardır Öncelikle gönderilen mesajın Ferman olduğu belirtilir Ferman'ın gönderildiği kişiye dua ve niyaz edilir Ferman'ın gönderiliş sebebi, Ferman çıkaranın arzusuna açıklandıktan sonra fermanın çıkarıldığı gerekli emir verilir Söylenmesi ve yapılması istenen şey açıklanır, Ferman'da istenilen şeyin yerine getirilmesi ve muvaffakiyeti için dua edilir ayrıca fermanın tarihi ve gönderildiği yer belirtilir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 607)

Osmanlılarda hükümdarın tuğralı fermanı, içindeki bilgi ve malumatın çeşidine göre; hüküm, biti, misâl, tevki, nişan, berat, menşur ve yarlığ denilirdi Bunların hepsi padişahın yazılı emrine delil teşkil eden kelimelerdi

Fermanlar çok çeşitli sebeplere göre çıkarılırdı Meselâ Fatih Sultan Mehmed dönemi hakkında 1951-52'de tedâvüle çıkarılan akçeler ile ilgili bir ferman'a göre, "darphane amih", yeni akçeleri Anadolu vilayetleri sarraflar ve yasakçılar aracılığı ile gönderir Akçe naklinin güvenliğini sağlamak amacıyla Sancakbeylerine, Kadılara, Tımar Sahiplerine Kethüdâların güzergâh üzerinde emniyet tedbirlerini alması istenerek geceleri konaklamalarda keşif yapması emredilmiştir Sultan, herhangi bir şekilde emrinin ifasında ihmâl gösterenlere ağır cezalar verir

Fermanlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklu Devletinde de vardı Anadolu Selçuklu devleti İlhanlılara bağlı olduğundan Han, Selçuk Hükümdarına kılıç, hil'at, murassa külâh ve bir de ferman göndermiş ve Nâib Şemsüddin İsfahani'yi kendi tarafından Memalik-i Rum'a hâkim yapıp eline bir de Yarlığ vermişti

Anadolu Selçuklularında büyük divanda bulunan arazi defterlerinde has ve iktaa yani dirlik olan tımara ait tevcihâtı yapan ve buna dair menşur ve beratları hazırlayan mühim bir dairenin reisine Pervaneci denmiş ve bu berat ve menşurlara da Pervane denilmiştir (İ Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, s95)

Pervane birçok lügat ve eserlerde Ferman ve hükm-i padişahı demek olup, bir nevi yazının adına da pervane denildiği ve Moğollarda devletin dört mühüründen birinin adı olduğu ve altından yapılmış olan bu küçük hükümdar mührüyle hazineye ait vesikaların damgalandığı Hacib veya Perdedara Pervane denildiği kaydedilmektedir (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, sene 8, s46)

Pervane büyük Selçuklularda da vardır Siyasetname'de Pervanenin alelıtlak ferman manasına geldiği anlaşılmaktadır Pervanecinin divan, hazine, ikta ve atiyyelere ait verilen fermanları tetkik ve icabını yapan bir memur olduğu görülmektedir Bazı Osmanlı beratlarıyla bâzı eserlerde de pervanenin ferman ve berat anlamında kullanıldığı görülmektedir

Ferman'ın Osmanlı Padişahlarına ait bir "teşri" (kanun koyma) sıfatı olduğunu dile getiren bazı yazarlar vardır Bu konu, aslı olmayan bir husustur Kaldı ki, bu hususu ileri süren yazarların eserlerinde de ferman gibi padisah buyruklarına kanunname ile ilgili malumatlar verilirken temas edilmiştir

Şu hususu açıklamakta fayda vardır ki, Osmanlı devlet sistemi, kuruluş biçimi itibariyle tam bir İslâmî yapı göstermiyorsa da, İslâmî hukuk ve siyâsetin ana meselelerini yüklenen bir devlet sistemi idi

Devletin çeşitli icraatları bunu göstermektedir İkinci olarak, Osmanlı'da kanunnameler veya bunların bağlı olduğu örfi hukuk, İslâm'a ters olmayan hükümlerden oluşan ve daha çok toplumsal meselelerle ilgili hükümlerden oluşmaktaydı Kanunnameler, örfi hukukun en etkili ve yaygın örnekleriydi Ülke içindeki sonradan ortaya çıkan idari, siyası ve malı konular, İslâm şerîatı ile çerçevelenmiş örfi hukukun bir dalı olan kanunnameler ile çözülmeye çalışılıyordu

Ferman ise, daha anı ve küçük meseleler için verilen padişah buyruklarıydı Ferman ve kanunnamelerin genelinde İslâmî bir öz ve prensip hakim ise de, padişahın herhangi bir meseledeki kanaat ve görüşüne göre bazen İslâmî esasların ihlâl edildiği de olabiliyordu Eğer ulema ve bilhassa şeyhülislâm ile veziriazam ve diğer ileri gelenler bu tür yanlışlığa karşı çıkmaz ise, bazen keyfi kararlar uygulanabiliyordu Padişahın keyfî karar vermesine çoğunlukla engel olan böyle bir karar mekanizmasının Osmanlı devlet yapısında olduğunu görüyoruz Fakat zaman zaman da olsa yönetimde olanlardan bir bölümünün keyfi tutumları ile İslâmî esasların ihlâl edilmiş olduğu bilinmektedir Bu durumlar İslamî hayat ve anlayışın ortadan kalkması ile başlayan dönemle birlikte ortaya çıkıyordu Yani, İslâm insanının giderek idarî seviyede kaybolması ile gayrı İslâmî tavır ve icraatlar kendisini göstermeye başlamıştır

Osmanlı devletinde fermanlar, divanı hat denilen girift bir yazı ile yazılırdı Bu yazı şekli, son zamanlara kadar devam etmiştir

Sami ŞENER

FERSAH

Bir mesafe ölçüsü, Farsça "fersenk" kelimesinden Arapça'ya "fersah" şeklinde geçmiştir Kâmûs-u Osmânî'de bu kelime: "Üç mil uzunluğundaki mesafeye denir" diye tarif edilmiştir

Hem maddî hem de manevî şeyler için kullanılır Maddî olmayan şeyler için kullanıldığında genellikle mükerrer olarak gelir Meselâ: "Falanca kimse ustasını fersah fersah geçmiştir" denir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler sözlüğü, Fersah maddesi)

Kuzey İran lehçelerindeki bir şekilden Arapça'ya geçmiş bir tabir olup, fars, frasang, pehl ve farsang şeklinde, İran'da kullanılan bir yol ölçüsü olup, aşağı yukarı at ile bir saatte gidilen mesafeye denktir

Altı bin zirâ' veya zirâ'ı resmî (1,0387 m) den ibaret olan bir fersah, 6232, 2 mye tekâbül eder Arap fersahı 3 mil veya 12000 zürrâ-5762,7 m idi" (CL HUART, Fersah, İA c IV, İstanbul 1948 s574)

Fersah; çok eski bir mesafe ölçüsü olması hasebiyle ve henüz metrenin bilinmediği bir dönemde kullanıldığı için, bugün metre cinsinden karşılığını tam olarak tesbit etmek zordur Ancak yaklaşık bazı rakamlar vermek mümkündür

Yukarda bir fersahın 6232,2 mye, bir Arap fersahının da 3 mil yani 5762 m olduğu belirtiliyor Ayrıca deniz fersahının 5555 m, kara fersahının da 4444 m olduğu söyleniyor Aradaki farkın, hesaplamada esas kabul edilen ölçüden kaynaklanması muhtemeldir Örneğin deniz mili 1853 m, kara mili ise 1609 mdir Buna göre bir deniz fersahı (1855 x 3) 5559 m, bir kara fersahı da (1609x3) 4827 mdir

Sonuç, yuvarlak bir rakamla ifade edilmek istenirse, bir fersahı beş km kabul etmek en pratik yoldur

Ashab (ra)'dan bize ulaşan haberlerle, müslümanların fersahı günlük hayatlarında ve serî konularda kullandıklarını görüyoruz Meselâ Yahya b Yezîd el-Hünâî, Enes b Mâlik'e namazı kısaltma meselesini sorduğunda, O'nun şu cevabı verdiğini bildiriyor:

"Resulullah (sas), üç mil yahut üç fersah (üç mil yahut üç fersah di ye tereddüd eden, seneddeki Şu'be'dir) mesafeye gitmek üzere yola çıktığı zaman, namazı iki rekat kılardı" (Müslim, Müsâfîrîn, 12; Dâvûd, Sefer, 2)

Bir diğer rivayette şöyle denilmektedir:

"İbn Ömer ve İbn Abbas (ra), dört "berîd"lik bir mesafede namazı kısaltırlar ve iftar ederlerdi Bu mesafe onaltı fersahtır" (Buhâri, Taksir, 4)

Abdullah İbn Abbas'ın, Mekke ile Tâif, Mekke ile Usfân veya Mekke ile Cidde arasındaki gibi bir mesafede namazı kısaltarak kıldığı haberi Mâlik'e ulaştığı zaman şöyle demiştir:

"Bu mesafe dört "berîd" dir (16 fersah) ve bana göre namazın kısaltıldığı en güzel mesafedir" (İmam Mâlik, Muvatta', Kasrü's-Sala, 3)

Halid ERBOĞA

FESAD, FESAT

Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır

Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:

1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için

2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur

3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir Bazıları ise (namaz vb), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz Yeni baştan yapılması gerekir

4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar

5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır

6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır

7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir

8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir

Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar

I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler" (el-Bakara, 2/1 1)

2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu" (el-Enbiya, 21/22)

"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71)

3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir)

4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz Kehf, 18/94; Mü'min 40/26)

5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı" (el-Bakara, 2/205; bkz en-Neml, 27/34)

6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler" (Hûd, 1 1/1 16)

7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1)

Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık" (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür

Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:

a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,

Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b Hanbel, VI, 459 Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39)

Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:

a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur

b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir

c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur

Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır

Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir

Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır

Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir

Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası) konusundaki ihtilaflarına dayanır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın

Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır)

Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir

Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:

Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:

a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir

Hissi fiil ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:

1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir

2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir

3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder

b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148) Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir

Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir

c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır Akdin muktezasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabildendir Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler

d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir Ne var ki fâili günah kazanmış olur

Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir Şöyle ki;

1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabildendir Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir Bu sebeple "bâtıl"dırlar

2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır Faizli işlemin yasaklanması gibi Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" olmasıdır Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmesinin yasaklanması da böyledir Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur

Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez

3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir Böyle yasağın muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabildendir Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir

Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir Mesela, namaz, oruç, hac vb ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir

Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır

Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabilinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabilinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür) c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır Bk Fasid nikâh) d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler

Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır

Fesad sebebleri

Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz

Genel fesad sebebleri

1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez

Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vb akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur"

2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve mekadır'deki ğararı birbirinden ayırmıştır Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir

Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir

3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür

Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır

Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar

Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir

Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md 371)

Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır

a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır

Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır

İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir

H Yunus APAYDIN

FESH, FESİH

Bozmak, ayırmak, hükümsüz kılmak; daha önce yapılmış olan akdi bozup hiç yapılmamış gibi eski haline çevirmek

Akitlerin durumuna göre çeşitli fesih şekilleri vardır Bazan akit kendiliğinden münfesih olur Buna infisah denir Akdin konusunun, akdi ifa imkânsız olacak şekilde helâk olması gibi Bazan iki tarafın iradesiyle veya taraflardan yalnız birisinin isteği üzerine de akit feshedilebilir Bazan da fesih, devlet tarafından gerçekleştirilir Bu duruma göre, akitleri fesih şekline bakarak üç grupta toplamak mümkündür

I) Tek taraflı irade beyanıyla fesih: Akitlerin bir kısmı, bazı hallerde hepsi, taraflardan birisinin tek yanlı iradesiyle feshedilebilir Kendisinde muhayyerlik bulunmayan akde "lâzım", muhayyerlik bulunan akde ise "gayri lâzım" denir Gayri lâzım akit, tek yanlı irade ile feshedilebilen özelliğe sahiptir Bu çeşit akitler taraflardan sadece birinin akdi reddetmesiyle ortadan kalkar Lâzım akitler ise iki taraflı irade ile veya devletin müdahalesiyle sona erebilir Meselâ, satım akdinde muhayyerlik şartı koyan tarafın "akdi feshettim" demesi ile akit ortadan kalkar

2) Yeni bir akitle fesih: Bir kısım akitler iki tarafın anlaşmasıyla sona erer Bu, aslında önceki akdi, yeni bir akitle feshetmektir İkâle buna örnek verilebilir İkâle, karşılıklı rıza ile bir akdi bozmak ve akitten caymak demektir İkâle, tarafların razı olmadığı veya sonradan caymayı gerektiren bazı sebeplerin ortaya çıktığı durumlarda söz konusu olduğu için sıkıntıyı giderme amacına yöneliktir Hadiste; "Kim, bir müslümanın akdi bozma teklifini kabul ederse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderir" (Ebû Dâvûd, Büyû, 52; İbn Mâce, Ticârât, 26; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 252) buyurulmuştur İkâlenin fesih mi, yoksa yeni bir akit mi olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır Ebû Hanife'ye göre, taraflar için fesih, üçüncü şahıs hakkında ise yeni bir akittir İmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre mutlak olarak fesihtir Ebû Yusuf ise, ikâleyi yeni bir satım akdi sayar (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 306; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 335; Mecelle, madde, 163)

3) Devlet eliyle fesih: Bazı durumlarda akit Devlet eliyle feshedilir Meselâ; eşlerin nikâhın gayesini gerçekleştiremeyecek derecede ayıplı çıkması, kadının cinsiyet uzvunun doğuştan arızalı olması, erkeğin iktidarsız bulunması gibi hallerde karşı eş mahkemeye başvurarak nikâhı feshettirebilir (Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, madde 119 vd )

Nikâhta fesih; evlenme akdi sırasında mevcut olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik veya bozukluk sebebiyle evlilik akdini bozmaktır Evlilikte fesih sayılan ayrılıklar şunlardır: 1) Karı kocadan birinin dinden çıkması sebebiyle evliliğin sona ermesi, 2) Evliliğin akitteki bir bozukluk yüzünden sona ermesi 3) Kocanın, karıya denk olmaması sebebiyle ayrılık

Boşama (talak) ve fesih, ortak bir vasıf olarak her ikisi de evliliği sona erdirir Ancak aralarında şu farklar vardır: 1) Talâk, bâin ve ric'î olmak üzere ikiye ayrılır Bâin talak evliliğe derhal son verir Ric'î talâkta ise, eşlerin iddet içinde yeniden birbirine dönme imkânı vardır Fesih ise; evliliğe dâima derhal son verir Artık yeni bir akit olmadan erkeğin eski karısını evliliğe döndürmesi mümkün değildir Tabiidir ki, bu yeni akde engel bir hâlin de bulunmaması gereklidir 2) Talâk halinde, erkeğin, o kadın üzerindeki boşama hakkından birisi veya daha fazlası eksilmiş olur Fesih ise, boşama (talâk) sayılmadığı için, nikâh feshedilince, boşama sayısında bir eksilme olmaz Meselâ, büluğ muhayyerliği hakkını kullanarak evliliği feshettiren kızla erkek, sonradan yeniden evlenseler, erkek üç talâk hakkına sahip olur 3) Talâk, genel olarak hâkimin hükmüne bağlı olmadığı halde, fesih bu bakımdan iki durumda bulunur

a) Hâkimin hükmüne muhtaç olmaksızın kendiliğinden hukukî sonuçlarını doğuran fesihler Fesih, açık bir sebebe dayanır, takdir ve araştırmaya ihtiyaç duyulmazsa, hâkimin hükmü olmadan sonuçlarını doğurur İki mahrem hısımın bilmeden evlenmesi gibi Durum anlaşılınca bunların derhal birbirlerini terk etmeleri gerekir

b) Takdir ve araştırmaya muhtaç bir sebebe dayanan durumlarda fesih hâkimin hükmü ile sonuçlarını doğurur Bûluğ muhayyerliği sebebiyle nikâhı fesih gibi Burada daha önce velilerin nikâh akdini şefkat ve titizlik göstermeden kıydığı ithamı vardır Bu durum hâkimin araştırma ve takdirine muhtaçtır Hâkimin hükmüne bağlı olan fesihler, hüküm tarihine kadar muteber bir evliliğin bütün sonuçlarını doğururlar Hâkimin hükmüne bağlı bulunmayan fesihler ise, evliliğin devamına imkân bırakmayan bozukluğun ortaya çıkışından itibaren hüküm ifade eder ve evlilik ortadan kalkmış sayılır (es-Serahsı, el-Mebsut, VI, I-54; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', III, 88-229; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 20-173; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, II, 414 vd; ÖN Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 174-394; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s340-344)

Hamdi DÖNDÜREN

FETÂNET

Peygamberlerin zarûrî sıfatlarından biri "Fetâne" kelimesinin masdarı olup, kelime manası, akıllılık, zekilik, uyanıklık demektir Ahmaklık, akılsızlık veya az anlayışlılığın tam zıddıdır

Bilindiği gibi Yüce Allah Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar, muhtelif zamanlarda, bir çok peygamber göndermiştir Bu peygamberler kendi topluluklarını Allah'ın yoluna ve tevhîd inancına davet etmişlerdir Onlara hakikatı ve hidayet yolunu anlatmışlardır (İbrahim, 14/4) "Beyan" ve tebliğ" gibi önemli bir risalet görevini yerine getirme durumunda olan bu peygamberler de, haliyle, mutlaka çok zeki, akıllı, muhakeme kabiliyeti en üstün, düşünme yeteneği en yüksek kişilerden seçilmektedir Çünkü yüce Allah lütuf ve ihsanının bir nişânesi ve kullarına olan sonsuz rahmet ve merhametinin bir eseri olarak, doğru yolu bırakıp sapıtan, dünyevî bir takım tağutların peşinde koşarak onlara sarılan, maddî, aynı zamanda faydası veya zararı bile olmayan elleri ile yaptıkları putları tanrı tanıyan topluluklara peygamberler göndermiştir Haliyle o kadar azgın ve sapık düşünceler içinde kalmış bir toplumla mücadele, siyası, kültürel üstünlüğü, hatta bundan da Medehayı gerektirir Zira o topluluğun belki asırlar boyu sürdürüp geldikleri atadan görme davranışları ve geleneksel inançlarını onların kafasından silip, yerine doğruyu, hakikati ve hepsinden ileri tevhîd inancını yerleştirmek siyaset bilgisini, sosyolojik ve kültürel dehayı, kısacası bilgi ve üstün bir zekayı gerekli kılar Bundan dolayı peygamberlerde bütün bu vasıflar bulunmuştur veya yüce Allah böyle kimseleri kulları arasından peygamber olarak seçmiş ve onları vahiyle desteklemiştir İçinde bulunduğu toplumun düşünce ve akıl seviyelerine göre onları ikna etmek, yanlış inançlarını düzeltmek, münazaraya girenleri tutarlı ve mantıklı cevaplarla susturmak, Peygamberler gibi fetânet sahibi, akıllı, zeki kimselerin yapabileceği bir iştir

Peygamberlerin akıllarında en küçük bir kusura sebeb olacak bir rahatsızlıkları olmuş olsaydı, bu kadar ağır ve zor bir görevi başarabilmeleri mümkün olmazdı Onun içindir ki hiç bir peygamberde ahmaklık, akıl noksanlığı bulunması veya herhangi bir hastalığın akıllarına zarar vermesi mümkün olmamıştır (Taftazanî, Şerhu'l-Makasıd, II, 1 98, Beyâzı, İşâretü'l-Merâm, s329)

Gerçi bazı kavimler kendilerine gönderilen peygamberlerini, kendi düşünce sistemlerine tamamen zıt, hayat tarzlarını kökünden sarsan ilahı davetleri karşısında akılsızlık veya çılgınlıkla itham etmişlerdir Fakat bu ithamlar sadece bir iddiadan ibaret kalacağı açıktır Kendilerinin daracık akıl dünyaları, ilk defa duydukları gerçekleri kabul edemediği ve kendi inançlarından başka hakikatin olamayacağını düşündükleri için bu ithamlarla hamakatlarını gizlemeye çalışmışlardır Fakat peygamberler onların da kabul edeceği tarzda deliller ve açıklamalar getirerek, kendilerinin böyle bir ithamın muhatabı olmadıklarını anlatmışlardır (el-A 'râf, 7/66-67), Âd kavmi, Hûd (as)'ı böyle bir ithamlâ suçlamışlarsa da Hz Hûd peygamber, onlara cevap vermiş ve kendisinin böyle birisi olmadığını onlara açıklamıştır (Sebe, 34/46)

Bazı topluluklar da kendi peygamberlerini delilik veya sihirbazlıkla suçlamışlardır Fakat peygamber hakkındaki bu düşüncelerinin de onların azgınlığı huy ve sanat edinmelerinden ileri geldiğini, yine Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde beyan etmektedir (ez-Zâriyât, 31/52) Yani onların bu iddiaları sadece inatlarının ve kötü huylarının bir eseridir Ayet gerçekte onların da, kendilerine gönderilen peygamberlerin akıllı ve zeki kimseler olduğunu bilmekte olduklarını haber vermektedir

Nitekim Hz Peygamber de, Mekkeli müşriklerin aynı iftiralarına maruz kalmıştır Onlar Hz Peygamber'e de deli demişlerdi Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz Peygamber'e hitaben "Sen, Rabbinin nimetiyle (şımarıp dengeyi kaybeden) çılgın değilsin" (el-Kalem, 68/2) şeklinde indirdiği ayetiyle, onların bu iddialarını adeta ilâhı bir belge ile reddetmiştir

Ayrıca hiç bir peygamberden aklilik veya zekiliğin, kısacası fetânetin zıddına bir davranışın zuhûr etmemesi, vakıa olarak peygamberlerdeki bu sıfatın mevcudiyetini ispat eder Üstelik her peygamberin, kendilerine inanmayanların bir çoklarınca da akıllı kimse olarak kabul ve tasdik edilmeleri bu hakikatin açık delillerindendir Mesela Hz Muhammed (sas)'in daha peygamberlikten önce, Ka'be'nin inşası sırasında, Hacer-i Esved'i yerine koyma şerefine nâil olmak arzusundan doğan Kureyş kâbileleri arasındaki ihtilafda hakem tayin edilmesi neticesinde gösterdiği üstün maharetin, çıkmak üzere olan bir savaşı önlediği pek meşhurdur Hakem olan Hz Peygammer, Hacer-i Esved'i kendi abasına koymuş ve dört kabile reisinin, dört ucundan tutmalarını söylemiştir Bu şekilde kaldırılan taş, konulacağı yere kadar yükseltilince, kendi elleriyle Hz Peygamber taşı yerine koymuş ve bu usûle oradakilerin hepsi çok sevinmişlerdir (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I, 196 vd)

Talat SAKALLI

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Fetih Suresi

Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir fâsılası Elif harfidir Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir Surenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir

Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (sas) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı

Hacc mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı

Peygamber (sas)'le birlikte 1400 sahabi yola koyuldu O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi Mıkat'a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu Müslümanlar orada konakladılar Karşılıklı elçiler gönderildi Nihayet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler Hoşnutsuzluklarını Resulullah'ın huzurunda bile söylüyorlardı

İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke fethini içeren Fetih suresi indi Sure, müslümanların gönlüne su serpmişti

Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:

"Biz sana apaçık bir fetih verdik Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin Ve Allah sana şanlı bir zafer versin O, imanlarına iman katsınlar diye mü'minlerin kalblerine huzûr indirdi Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır" (1-4)

Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu

Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir Söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere getirilir Allah'ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır:

"Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi Allah üstündür, hikmet sahibidir" (18-19)

Bu arada Hz Peygamber (sas)'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamberin bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28)

Kuran'da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir

Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir:

"Muhammed Allah'ın elçisidir Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler Onların, rukû ve secde ederek Allah'ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi) Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir" (29)

Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi

M Sait ŞİMŞEK

FETRETU'L-VAHİY

Vahyin kesildiği dönem, iki peygamber arasındaki zaman dilimi Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz İsa arasındaki zamanın kasdedildiği görüşü daha çok yaygındır O hâlde fetret zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş kimselerdir

Hz Musa ile Hz İsa'nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrailoğulları ve Hz İsmail ile Peygamberimiz (sas) arasında yaşayan Araplar fetret döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler Çünkü Hz İsmail'den sonra Peygamberimize kadar Hicaz bölgesinde yaşayan Araplara başka bir peygamber gönderilmemiştir İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zamanında da yine Araplar fetret dönemi insanı olarak kabul edilir Zira İsrailoğullarının peygamberleri onları Allah'a davet etmemiş veya başka bir tabirler onlara gönderilmemişti

Fetret dönemini, peygamberler arasındaki bir boşluk olarak kabul etmeyip o şekilde değerlendirmeyenler de vardır: İmam Kurtubî, İbn Sa'd dan şu rivâyeti nakleder: "Hz Musa ile Hz İsa arasında bin yediyüz yıl geçmiş olmasına rağmen fetret dönemi olarak kabul edilmemiştir Çünkü bu zaman içerisinde İsrailoğullarından yüz peygamber gönderilmiştir Hz İsa ile Peygamberimiz (sas) arasında beşyüzaltmışdokuz yıl ve bu arada üç peygamber gönderilmiştir Kelbî'ye göre de bu arada gelen peygamber sayısı dört olup onlardan biri de Arap olup, Abbasoğulları kabilesinden Hâlid b Sinan'dır (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, 6/121-122)

Buhâri'nin rivâyetine göre de Peygamber Efendimizle Hz İsa arasındaki zaman yaklaşık altıyüz yıldır Bu süre içinde gelip geçen fetret dönemi insanları üçe ayrılır:

1- Akıl ve basiretleriyle Allah'ın varlığını idrak edip O'nun birliğini kabul edenler Bu gruba Kus b Saîde el-Eyalî vb kimseler örnek gösterilir

2- Allah'a iman etmeyip putlara tapmak suretiyle O'na ortak koşanlar ve şerıâtleri değiştirip bir din icat edenler Bu gruba da Hicaz'a putperestliği getiren Amr b Luhay vb misal verilebilir

3- Allah'a ne ortak koşup ne de O'nun birliğine iman edenler Yani iman ve küfürden tamamıyla gâfil olarak yaşayanlar

Bu üç gruptan birincisinin mümin ve cennetlik, ikincisinin kâfir ve cehennem ehli oldukları ihtilafsız kâbul edilmiştir Üçüncü grubun cennetlik yâ da cehennemlik olmaları hususunda ilim adamları ayrı ayrı görüşler belirtmişlerdir

Mu'tezileye ve Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve Irak'ın büyük âlimlerinden bir çoğuna göre, kendilerine bir peygamber'in daveti ulaşmayan kimseler de Allâh'a iman ile mükelleftir Allah'ı bilip O'na iman etmek onlar için farzdır Hatta böyleleri iman ve şirkten tamamıyla gâfil olsalar bile yine ahirette azaba uğrayacaklardır

Ebu Mansur Mâtûridî'ye göre akaid (inanç esasları) bütün peygamberler arasında müşterek olduğundan, o konuda fetret yoktur Fetret yalnız ameli hükümlerdedir Bunun içindir ki, fetret zamanında yaşayıp da aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini düşünüp O'na iman etmemiş olanlar mümin değillerdir

İmam Gazalı: "Peygamberimizin gönderilmesinden sonraki insanlar üç sınıfa ayrılırlar" der, şöyle ki:

1- Peygamberimizin gönderildiğini, insanları Allah'ın din ve şerîâtına davet ettiğini bilmeyenler Bunların cennetlik olduklarında şüphe yoktur

2- Peygamberimizin davetini, getirdiği kitabı, açık mucizelerini, yüce yaşayış ve ahlâkını duydukları ve bildikleri halde O'na iman etmeyenler Bunların da cehennem ehlinden oldukları şüphesizdir

3- Peygamberimizin davetini ve O'na ait bazı haberleri duymuş, fakat bu haberleri tahkik ve derinlemesine araştırma imkânı bulamamış olanlar Bunlarında affedilip kurtuluşa ereceklerini ümit ediyoruz Çünkü onlar kendilerini imana teşvik eden ve ısındıran bir sözü işitmemişlerdir

"Duha" suresinin nüzûl sebebi olarak gösterilen, Hz Peygamber (sas)'e hıra mağarasında ilk gelen vahiy olan, sonra vahyin gecikmesi olayına da fetretü'l-vahiy, yahut fetret zamanı denir (Taberî, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, XXX, 148; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5885)

Resulullah (sas)'ın Kur'an-ı Kerîmi kendiliğinden söylemediğini isbat eden ve O'nu daha sonraki yıllarda yapacağı çetin mücadelelere rûhen hazırlayan fetret-i vahiy, Müddesir suresinin ilk beş ayetinin nüzulü ile sona ermiştir Fetret-i vahyin sona ermesini bizzat Resulullah (sas) şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim Başımı kaldırdım Bir de baktım ki Hıra'da bana gelen melek (Cebrail) semâ ile arz arasında bir kürsü üzerinde oturmuş Çok korktum Evime dönüp beni örtün, beni örtün dedim Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri, "Ey örtüsüne bürünmüş, kalk (ve insanlara gelebilecek azapla) korkut Rabbinin ismini yücelt, elbiseni tertemiz et Kötülüğün her çeşidinden çekin (el-Müddesir, 74/1-5) ayeti kerimelerini indirdi Artık o günden sonrâ vahyin ardı arkası kesilmedi" (Buhâri, Bedü'l-vahiy, 3)

Fetret-i vahyin süresi gerek hadislerde, gerekse İslâm tarihi kaynaklarında kesin olarak zikredilmemektedir Kaynaklarda verilen bilgilerde bu müddet farklı olup, rivâyetlerde bildirilen en uzun süre üç yıldır Son devir müelliflerinden Muhammed Ebû Zehra, bu konudaki rivâyetleri değerlendirdikten sonra fetret-i vahyin müddetini üç yıl olarak bildiren rivâyetleri: "Allah'ın seçtiği kulu bu kadar uzun süre sıkıntıda bırakmayacağını" ileri sürerek reddeder ve bu müddetin ancak beş ay civarında olabileceği kanaatini belirtir (Muhammed Ebu Zehra, Hâtemü'n-nebiyyin, I, 311-313)

İsmail Lütfi ÇAKAN

Dursun Ali TÜRKMEN

FETVA

Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap Fetva veren kimseye müftî denir İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246) Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir

Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır

Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir Kur'an-ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en-Nahl, 16/43) buyurulur Ayet!erde fetva kökünden "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır

Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir

- takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür Ahmed b Hanbel (ö 241/855) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:

a) iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,

b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,

c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,

d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,

e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak

Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Terc Abdülkadir Şener, Ankara 1973, s391 vd)

Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz Peygamberde toplanmıştı O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b Cebel (ö 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b Esîd 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, VII, s273; es-Serahsı, el-Mebsût, XIV, s36)

Hz Ebû Bekir, Hz Ömer, Hz Osman, Hz Ali ve Ömer b Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır

Mezheplerin oluştuğu II ve III

Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir Bunlar Kadîlerin elinde komprime hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk doktrininin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, s61 -64)

Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250)

Müftî, ictihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır (Ebû Zehrâ, age, s392-393)

İctihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhâri, el-İ'tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b Hanbel, III, 187)

Fetva kitaplarından bazıları:

a) Hindiyye: "el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye" ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö 1 1 18/1706)'in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905)

b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b Mansûr (ö 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır Hindiyye'nin kenarında basılmıştır

c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b Muhammed el-Kerderî (ö 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır

d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir "Cevapların özeti" anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır

e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te'lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır

Hamdi DÖNDÜREN

FEVRÎ

Düşünmeden ve anı olarak yapılan hareket Fıkıh ıstılahına göre "fevrî", emredilen bir işi ilk imkân anında eda etmektir Mukabili "terahî"dir ki, emredilen bir işin ilk imkân anında yerine getirilmesi icap etmeyip daha sonra yapılmasının da mümkün olmasıdır

İslâm'da yapılması emredilen ibadetlerin gerçekleşmesi için ortaya konan şartların en aranılanı bu ibadeti yerine getirecek "zaman"ın var olmasıdır

İbadetlerin, kendilerine tahsis edilen zaman diliminde yapılmasına "eda"; zamanından sonra yapılmasına ise "kaza" denir Edâ edilmesi farz olan ibadetlerin her ne sebeple olursa olsun kazaya bırakılması halinde kaza edilmesi de farzdır Ancak bir kısım ibadetler için tayin edilen zaman, namaz vakitlerinde olduğu gibi belli bir zaman dilimine sıkıştırıldığı gibi bir kısım ibadetler de vardır ki, bunlar için tayin edilen zaman, ömrün sona ereceği ana kadar uzatılmıştır Bu noktada fevrîlik veya terahîlik söz konusu olur

Secde edilmesi emredilen ayetlerin okunması halinde yapılması gerekli olan Tilâvet secdesinin yapılmasının vacip olması, fevrî değildir Yani secde ayeti okunur okunmaz hemen secde edilmesi lâzım gelmez Bu secde uzun bir müddet sonra da yapılabilir Ancak bir zarûret bulunmadıkça tehir edilmesi tenzihen mekruhtur Ebû Yusuf'a göre tilâvet secdesi namazın haricinde fevren vaciptir

Zekât, zekâtı verilmesi gereken malın üzerinden bir yıl geçtikten sonraki zamanda ödenmesi gerekli bir farzdır Hemen verilmesi halinde borçtan kurtulmuş olunurken, daha sonraki zamanlarda verilmesi de mümkündür

Fıtır sadakası, Eimme-i Selase'ye (Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre Ramazanın son akşamı güneşin batmasından itibaren vacip olur Bayramdan sonraya bırakılması haramdır, yani o vakitte verilmesi fevren vaciptir Özür nedeniyle tehir edilirse, kaza edilmesi lâzımdır

Umre (Hac zamanının dışında Kâbeyi tavaf ve Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmek), İmam Şafiî'ye göre fevrî olmayan bir farz-ı ayrıdır; Hanefîlere göre ise fevrî olmayan yani ömrün herhangi bir zamanında yapılması mümkün olan müekket bir sünnettir

Haccın ömrî (hayatta oldukça herhangi bir dönemde yapılabilecek) veya fevrî (şartları yerine gelince hemen yapılabilecek bir ibâdet) olması hakkında ihtilaf vardır Bir görüşe göre Hac ömrî'dir, hayatta kaldığı sürece herhangi bir zamanda yapılabilir Sonraya bırakmasından dolayı kişi günahkâr sayılmaz Fakat daha sahih olan görüşe göre ise Haccın farziyyetinin edası fevrîdir, tehir edilmesi halinde kişinin günaha girmesine sebeb olur

Cengiz YAĞCI

FEY'

Geri dönmek, vazgeçmek, gölge yayılmak fâe-yefıu-fey'en fiilinden mastardır Bir isim olarak fey'; güneşin doğudan batıya dönmeye başlayan gölgesi; güneşin gurubuna kadar olan gölgesi; haraç, cizye, ticaret rusûmu; düşmandan savaşsız elde edilen ganimet; beytü'l-malde bulunan herhangi bir mal anlamlarına gelir

İslâm arazi hukuku terimi olarak fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir Bu, bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir

Fetihle ele geçirilen araziler üç kısma ayrılır: Savaşla (anveten) elde edilen; düşmanın savaşsız başka yere göç etmesiyle boş kalan ve sulh yoluyla ek geçirilen araziler

A Savaşla ele geçirilen araziler

Düşman toprakları zorla (anveten) ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini uygulayabilir:

I) Bu arazileri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir Hz Peygamber'in Hayber topraklarını taksim etmesi gibi

2) Arazileri eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir Bu taktirde onlara şahısları için cizye, arazileri içinde haraç vergisi bağlar Arazi, haraç arazisi, gayri müslim olan halk da zimmî olur İhtiyaç olması halinde ganimeti hak sahipleri arasında taksim etmek daha uygundur Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak daha uygun olabilir

İslâm hukukçuları, savaş ganimetlerinin, ganimeti hak eden sahiplerine taksim edilmesinin caiz oluşunda görüş birliği içindedirler

"Biliniz ki, savaştan ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah'ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (el-Enfal, 8/41) ayeti bu konuya delil gösterilmektedir Bu duruma göre, ganimetlerin beşte biri ayette zikredilenlere veya İslam devletine, beşte dördü ise, diğer hak sahibi gazilere aittir

Hz Peygamber'in kavlî ve fiilî sünneti de buna delildir: "Herhangi bir yerleşim merkezine girip yerleştiğiniz zaman, orada sizin hisseniz vardır Allah'a ve Resulüne karşı gelen bir yerleşim merkezini ele geçirdiğinizde ise, buranın beşte biri Allah'ın, peygamberinin, sonra sizindir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahira, 1353 H, s57) Bu hadiste ilk ele geçirilen yerden "fey' " arazileri ikincisinden ise savaşla ele geçirilen "ganimet" toprakları kastedilmiştir Hz Peygamber yine zorla fethedilen Hayber topraklarını ganimet haklı sahiplerine taksim etmiştir Medine halkı İslâm'a girince, menkul ve gayri menkul mallarının sahibi olarak kalmışlardır Allah Rasûlü Mekke'yi zorla (anveten) ele geçirmiş, fakat topraklarını gazilere taksim etmemiştir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 533, 534)

Hanefi ve Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen araziler üzerinde, gâzilere taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır Nitekim Hz Ömer hilâfeti zamanında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarını vakıf hâline getirerek, "fey'" hükümlerini uygulamıştır Burada arazinin kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin, yararlanma hakkı ise zilyed olarak daha önceki sahiplerinin olur Irak toprakları fethedilince gâziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı Hz Ömer dağıtmak istemeyince, uzun müzâkere ve istişareler oldu Hz Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilâl Habeşî ile aynı düşüncede olanlar,bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gâzîlere dağıtmasını istediler Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i desteklediler

Hz Ömer şöyle diyordu: "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler Bu görüş, görüş değil" Bunun üzerine Abdurrahman b Avf; "Görüş dediğin nedir? Arazi ve sahipleri Allah'ın gâzilere ihsan ettiği fey' ve ganimetlerden başka bir şey değildir" dedi Hz Ömer şöyle cevap verdi: "Onlar senin dediğin gibidir Fakat ben meseleyi öyle görmüyorum Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir ülke fethedilmez Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddî bakımdan bir yük ve külfet olması da muhtemeldir Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler nasıl korunur? Daha sonra gelen nesillere, yetim ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer beldelerden ne kalır?" Toplantıda bulunanlar bu defa; "Allah'ın bize kılıçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri savaşa katılmayan, taksime bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve ortada hiç mevcut olmayan daha sonraki çocuklarına mı vakfedeceksin?" dediler

Muaz b Cebel; "Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver"

Hz Ömer bu arada Kur'an-ı Kerîmden fey' ile ilgili şu ayetleri delil olarak göstermiştir:

"Allah'ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği "fey' "Allah'a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının" (el-Haşr, 59/7)

"Bilhassa o fey hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah 'tan fazlu inâyet ve hoşnutluk ararlar" (el-Haşr, 59/8, bkz ayet, 6, 9, 10)

Yukarıdaki ayetler, umumî olarak ganimetin taksiminden söz eden el-Enfâl Suresi kırkbirinci ayeti tahsis etmiştir Yani ganimet ayeti, menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır Haşr Suresindeki fey' ayetleri ise, ganimeti araziler dışındaki menkullere tahsis etti Haşir Suresindeki ayetler, savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde devlet başkanına maslahata göre tasarruf yetkisi verir Hz Peygamber Hayber toprakları için Enfâl ayetiyle, Hz Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey' ayetleriyle amel etmiştir Buna göre, fey' ayeti bütün müminleri içine alır Bu gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonradan gelenler önceden gelenlere ortak olurlar Bu, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir Bunlar vakıf sayılır, fakat miras yoluyla geçebilir Gerçek vakıf ise mirasla geçmez (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, Mısır 1352 H, s75, 83,85; Ebû Ubeyd, el-Envâl, Kahîra 1968, s94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku s146-149; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s202-207; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s572, 573; ez-Zühaylî, age, V, 532-537)

Hz Peygamber bazı beldelerin topraklarını eski sahiplerinin ellerinde bırakmış ve taksim etmemiştir Meselâ; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetmiş, arazilerini gâzilere dağıtmamıştı Yine Kurayza, Nadîr ve Arap yurtlarından diğer yurtlar fethedilmiş, ancak Hayber dışında bunlardan hiçbirinin toprakları taksim edilmemiştir Bu konuda Devlet başkanı muhayyerdir Dilerse, Resulullah (sas)'in yaptığı gibi taksim eder, dilerse, yine Resulullah'ın Hayber dışındaki toprakları eski sahiplerinde bıraktığı gibi bırakır Bu ikinciler fey' topraklarını oluşturur (ez-Zühaylî, age, V, 537)

Hz Ömer Irak topraklarını eski sahiplerinin elinde bırakırken Haşr Suresi'nin fey' ayetlerine (ayet, 6-10) dayanmıştır Araziler için haraç, gayri müslim sahipleri için ise cizye vergisi bağlamıştır Bu uygulama, müzâkere ve istişâreler sonucunda sahabenin icmaı ile ortaya çıkmıştır İşin başında Bilâl ve Zübeyr (ranhüma) gibi sahabiler karşı çıkmışsa da, sonradan onlar da bu görüşe katılmışlardır (Ebû Yusuf, Haraç, 27, 35; ez-Zühaylî, age, V, 537)

Şam ve Mısır toprakları fethedildiği zaman ordu komutanları bu yerlerin hükmünü Hz Ömer'den sormuşlar, Halife de şu cevabı vermiştir: "Araziyi sahiplerinde bırak, menkul ganimetleri muhariplere dağıt Böyle hareket, tedbirimiz gereği, müslümanların yararı içindir" İlk devirlerde başlayan bu fey' uygulaması, sonraki devirlerde aynen devam etmiş, Osmanlılarda mîrî arazi uygulamasının temelini teşkil etmiştir Emevi halîfesi Ömer b Abdilaziz valilerine gönderdiği mektuplarında şöyle yazmıştır: "Arazi sahiplerinden kim müslüman olursa o anda elinde bulunanların hepsi kendisinindir Ama evi ve arazileri müslümanların olmakta devam eder Çünkü-onlar Allah'ın bir fey'idir" (İbn Zenceveyh, Kitabü'l-Emvâl, Arapça Uzm, Burdur Kütüphanesi, No: 183; Yahya b Adem, Kitabü'l-Haraç, thk Ahmed Muhammed şakir, Kahîra 1347 H, s52, 62'den naklen Ali Şafak, age, s; 150)

B Gayrimüslim halkın savaş korkusuyla başka yere göç etmesi sonucu boş kalan araziler Bunlar da fey' adını alır Müslümanların bu beldeye girmesiyle arazilerin mülkiyeti beytülmale intikal eder Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir Devlet başkanı bu arazileri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır Böyle bir beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey'e dahil olur İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 389; es-Şırâzı, el-Mühezzeb, II, 247; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 353; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s133)

C Sulh yolu ile (savaşsız) İslâm ülkesine katılan topraklar Diğer sahipsiz topraklar gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer Bu topraklar devlet namına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel şahıslara da, dağıtılabilir Nitekim Benî Nadir arazisi (Fedek ve çevresi), servetlerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret eden yoksul sahabelerle, Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar prensip olarak arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya haraç vergisine tabi olur (Fahruddin er-Râzı; et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 288)

Sonuç olarak, savaşla veya savaşsız alınan toprakların kuru mülkiyeti (rakabesi) devlete tahsis edilerek, eski sahipleri olan müslüman veya gayrimüslim kimseler kiracı kabilinden bu topraklardan yararlanırlar Tesbit edilen haracı da beytülmale ödemeye devam ederler Kiracı durumundaki bu kimselerin araziyi satma, hibe, rehin verme gibi tasarrufları, ve mirasla intikal hükümleri kanunla düzenlenir (bk Arazı, Mîrî arazi)

Hamdi DÖNDÜREN

FEYZ-İ İLÂHİ

Bir şeyin taşıp akması, çoğalması Sufî terminolojisinde birincisi kozmoz (evren) ikincisi marifet nazariyesi (Epistemoloji-Theorie de Connaissance) ile ilgili olarak iki değişik anlamda kullanılır

İslâm Felsefesinde de bu terim, kozmozun meydana gelişi ile ilgili bir kullanıma sahiptir Ancak İslâm filozofları özellikle Farabı ve İbn Sina bu kelime yerine, Batı dillerinde, daha aşağı olanın daha yukarı olandan çıkmasını ifade eden "Emenation" kelimesinin ifade ettiği manayı karşılayan "sudür" kelimesini kullanırlar

Sudur nazariyesine göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır Plotinos'a göre her şey (kâniat) kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin de üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı askın olan ilk ilke'den sudür etmiştir O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak O'nunla varolur anlamına gelir Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler Bu aynı zamanda düşünür ilkedir O'nun düşünmesi varlığın nedenidir Zorunlu varlığın kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden) ilk akıl meydana gelir ki, Sufiler buna Hakikat-ı Muhammedı veya Nûr-ı Muhammedî derler İlk Akıldan da, Zorunlu Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek) Nefsi; kendi özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün cismi meydana gelir Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder (bk İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s36, Beyrut 1986; Farabî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, s48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât, s288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos) İnde'l-Arab, s134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî, lügatçe-i Felsefe, s26-17, İst 1341)

Gazzâlî sudur nazariyesini, sünnı kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düşdüğü ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için eleştirir Meşhur tehafütü'l-Felâsife' adlı eserinde bu konuyu genişçe ele alır Hatta bu nazariyenin mantıkı sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini ileri süren Gazzâlî, filozofları tekfiri neticesini çıkarmıştır Oysa İbn Rüşd Gazzâlî'nin filozofları yanlış anladığı kanaatindedir (İbn Rüşd, Faslu'l-Makâl, s54-55, Leiden, 1959)

Böylece sudur nazariyesi, İslâm filozoflarının Tanrı-Kâinat ilişkisini ortaya koydukları Kozmoloji öğretileri ile ilgili bir anlayıştır (S Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985)

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Feyz veya feyz-i ilâhı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir: Birinci anlamda, ilâhı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile ilgili kullanılır; ikinci anlamda ise, sufi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır

Sûfiler hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan itibaren, Kelamcılar ve filozoflardan farklı olarak, özel bir bilgi nazariyesi geliştirmişlerdir ki, İkbal'in deyimiyle, Kur'an'ın üç ilim kaynağından biri olarak belirttiği batını tecrübe esasına dayanır (Mİkbal, İslâm'da dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul 1964, sI 1 3) Onlara göre insan, Levh-i Mahfuz'dan olan ilâhı gerçekleri vasıtasız olarak bilebilir Nitekim insan için iki türlü bilgi edinme söz konusudur Birincisi tecrübe ve deney yoluyla (buna nazarı-istidlâlî bilgi de dahil) elde edilen bilgiyi içerir; ikincisi, "Rabbânî Ruhânî bir latife" diye ifade edilen ve insanî bir yeti olan "kalb" ile elde edilen bilgiyi ifade eder ki, bu bilgi vasıtasız, doğrudan ve keşf yoluyladır Ancak burada kalb kelimesiyle ifade edilen şey Ruh, Nefs-i Natıka veya Akıl da denilen ve herkeste bulunan bir melekedir Daha açık bir ifadeyle kalb, aklın değişik fonksiyonlarından dolayı onun işleyişinin farklarını ayırmak için kullanılan bir terimdir (bk Gazzâli, İhya, III, 3 vd; Mişkât, 43-44; Taşköprülüzâde, Miftah, IIIIV, 319-320; Râgıb el-lsfahânı, ez-Zerı'a, s64 vd; Müfredât, ilgili maddeler)

Sûfî'ler birinci yolla elde edilen bilgiye "Husûlî"; ikinci yolla elde edilen bilgiye de "Huzûrı' bilgi de derler

Batı Felsefesinde İntuition (hads) kelimesiyle ifade edilen ve ilk kez Kant tarafından sistemli bir tarzda ele alınan, daha sonraları özellikle Bergson tarafından geliştirilen bilgi anlayışı da Sûfilerin düşüncesiyle benzerlik arzeder

Sûfilerin marifet anlayışlarına göre insan, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi (nefsin arındırılması ve kalbin parlatılıp cilalanması) neticesinde, bir takım gerçeklere vakıf olur Bu, ilahı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine taşması (feyzi) yoluyla gerçekleşir Onlar bu ilme ilm-i mukayese de derler

İkinci anlamında ise Feyz, sufi kozmolojinin oluşumunu ifade eder: Buna göre Allah "gizli bir hazine" iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde evreni varetmiştir Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül) sistemini ifade eder Bu anlayışın ilk sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-A'râbı'dir Ona göre varoluş tenezzülât-ı seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe) takib eder O'nun bu anlayışı Yeni-Eflâtuncu sudur nazariyesine bir çok yönden benzer Şu farkla ki, Muhiddin el-A'rabî'nin sitemin de ikinci mertebe de Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son mertebe de ise insan bulunur (bk A Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1, 10 vd İst 1987; İsmail Fennî, Madiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, s259-262, İst 1928)

Nihayet sufiler bu son anlamında feyzi ikiye ayrılırlar:

1- Feyz-i Akdes: Allah'ın kendi zatına tecellisi ile eşyanın arke tipleri olan sabit gerçeklerin (Âyanı Sâbite) İIm-i İlâhı detaayyünü (belirmesi) Burada tecellî zatı olduğundan âyanı sabite'nin dış dünyada varoluşu söz konusu değildir Bu itibarladır ki Sûfîler, âyanı sabite varlığın kokusunu bile almamıştır derler

2- Feyzi Mukaddes: Allah'ın esmâ ve sıfatları yönünden tecellisi neticesinde ilm-i ilâhideki sabit gerçekler dış dünyada varlık kazanırlar Feyzi mukaddes Feyzi Akdes üzerine müretteb olduğundan dolayıdır ki, bu öğretiye bağlı sûfîler şeylerin özlerinin (ayn) yaratılmamış olduklarını sadece Onlara dış dünyada eğreti bir varlık bahşedildiğine inanırlar (bk Cürcânı, Ta'rifât, ilgili maddeler; Şeyhülislam M Sabri Efendi, Mevgıfu'l-Beşer Sahte Sultani'l-Kader, s267 vd Kahire 1356)

Sey****ah SEVİM

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Fitrat

Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (ty), V, 55)

Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1889 vd; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, 198 vd)

Fıtratın geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde açıklanmaktadır:

"Sen Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver Zira Allah'ın yaratmasında değişme olmaz İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30)

"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir'' (en-Nahl, 16/78)

"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın " (el-Fâtır, 35/43; Ayrıca bk el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Mümin, 40/85; el-Feth, 48/23)

"Nefse ve onu şekillendirene Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır Semûd, azgınlığından yalanlandı Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" (eş-Şems, 91/7-14)

"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (el-Beled, 90/10)

"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur" (el-İnsân, 76/3)

"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" (Tâhâ, 20/50)

"Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir'' (el-A'lâ, 87/14)

"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese, 80/7)

"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir"? (el-İsrâ, 17/84)

"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zariyât, 51/21)

"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın kanununda bir değişiklik bulamazsın" (el-Fâtır, 35/43)

"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer" (el-Kasâs, 28/68)

"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (el-Ankebût, 29/20)

"Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (el-Mü'minûn, 23/14)

"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez" (er-Ra'd, 13/11)

Kur'an-ı Kerîm'deki bu ayetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar Hz Peygamber (sas)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:

"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" (Ahmed b Hanbel, Müsned, V 251-252)

"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur" (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25; İman, 264; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 233, 435)

"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak" (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49; Ebû Dâvûd, Tereccül, 16; Tirmizî, Edeb, 14)

''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lailaheillallah olsun " (Abdurrezzak Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)

"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" (İbn Hibban Hakîm)

"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de " (Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 194)

"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" (Dârimî, Buyû, 2) "Ameller niyete göredir" (Buhâri, Itk, 6)

"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" (Hanbel, Nesâî, Taberânî), "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" (Müslim, Birr, 14)

"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 162)

Bütün bu açıklamalar fıtratın anlamını belirlemektedir:

Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar

Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır

Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır

Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir

Allah'ın yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen bir yasadır

İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar

İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır

-İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler

Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır

Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah'ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yasamaktadırlar İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz"(el-A'râf, 7/132) Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır (bk el-İnsân, 76/3; et-Tîn, 95/4; el-Beled, 50/10; en-Nisâ, 4/28; el-İsrâ, 17/51; el-Mülk, 67/3; el-İnfitâr, 82/7-8)

Yine Kur'an-ı Kerîm'deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki ayetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah'a dua etmektedir Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde olduğuna bir delildir Bu manevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır (Münâvî, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, V 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1978, VI, 3822)

Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir Halbuki Allah: "Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir Allah'ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır Allah'ın yaratması değiştirilemez İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30) buyurmaktadır

Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah'ın azabına da müstahak olurlar Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını keserlerdi Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi Kâbe'de Allah'a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu Hiç kimse Allah'ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı

İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır Yeryüzündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir Bu boşluk Allah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (et-Talâk, 65/1) Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm'dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar Çünkü: "Kalpler ancak Allah'ı sanmakla huzur bulur" (er-Ra'd, 1 3/28)

M Emin AY

Sait KIZILIRMAK

FİCÂR SAVAŞLARI

Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar* dan birisinde yapılan savaşlar

İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksızlık ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış idi Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarından oluşan bu aylarda yasağın ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu

Bu telâkkiye rağmen câhiliyye döneminde zaman zaman haram ayların kudsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti İşte bu savaşlar, müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere "ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır

Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur I ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını uzatıp oturarak "Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın, kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine iki tarafın adamları arasında cereyan etmiştir

II Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında meydana gelmiştir Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâneoğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur

III ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarından bir şahsın, Âmiroğullarından birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanaşmaması sebebiyle bu iki kabile arasında ortaya çıkmıştır

IV ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarının yanısıra Kureyş ile Hevâzin'in Kays-ı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir Hıre hükümdarının çıkardığı bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve husûmet çıkan Kinâneoğullarına mensup bir şahsın Kays-ı Aylân'dan birisini öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir Kinâneoğullarının yanında Kureyş'in diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir Sonunda bu savaş, iki tarafın ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir

Ahmet ÖNKAL

FİDYE

Esiri veya herhangi bir kişiyi içine düştüğü durumdan kurtarmak için verilen mal veya para, kurtulmalık

İbadette meydana gelen bir noksanlığa karşılık olarak verilen mal ve bedele de fidye denir (es-Sabûni Revâlû'l-Beyân Tefsir-û Ayâti'l Ahkâm, I, 189) veya başka bir tarifle: "Fidye, bir şeyin yerinde geçerli olmak üzere verilen bedel demektir" (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an dili, I, 631)

Meselâ oruç tutamayacak kadar hasta olan bir müslüman tutamadığı her güne karşılık bir fidye verir Bu, oruç yerine geçerli bir bedeldir Fitre'nin miktarı ne ise fidyenin miktarı da odur

İbâdetlerden oruç hakkındaki fidye, ayetle sabittir:

"O size farz kılınan oruç, sayılı günlerdir O günlerde sizden kim hasta, yahut seferde olurda oruç tutmazsa, tutamadığı günler sayısınca, sıhhat bulduğu veya yolcu olmadığı başka günlerde oruç tutar Fazla ihtiyarlık veya ağır hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya gücü yetmeyenler üzerine, bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır" (el-Bakara, 2/184)

Ayetin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi oruç hakkındaki fidye; hastalık ve ihtiyarlık gibi bir mazeret dolayısıyla eza ve kazaya imkân bulunmadığı zaman verilir Fidyesini verse, sonrada oruç tutabilecek duruma kavuşsa, evvelâ verdiği fidyelerle yetinemez, tutamadığı oruçları kaza gerekir Bu durumda; kaza etmeden ölürse, oruç borcunun ödenmesi için varislerine vasiyette bulunması gerekir Sıhhatine kavuşmadan vefât edecek olsa verdiği fidyeler kâfi gelir, vasiyette bulunması gerekmez

Savaş esirlerini serbest bırakma karşılığında alınan fidye de ayetle sabittir

''Onun için o küfredenlerle (savaşta) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun Nihâyet onları güçsüz bir duruma düşürdüğünüz vakit bağı sıkı tutun (Ondan) sonra da ya iyilik yapın yahut fidye alın " (Muhammed, 47/4)

Ayetteki "bağı sıkı tutun" ifadesinin anlamı onları esir alın demektir

Savaş esirleri hakkında yapılacak muamelede İslâm, devlet başkanına geniş yetkiler vermiştir İslâm Devletini ve müslümanların yararını esas alır Esirin hayatta kalması zararlı ise idam edilir Maslahata uygunsa fidye karşılığı serbest bırakılır veya karşılıklı esirleri mubadele eder yahut da salıvermeyip köleleştirilmesini emreder İslâm Devlet Başkanı bütün bu yetkilerini, diğer meselelerde olduğu gibi İslâm; esaslara göre kullanır (el-İhtiyar li Ta'lili'l-Muhtar, IV, 197)

Bir müslüman namazını kılmamış, sonra da olan kaza etmeden vefat ederse, her vakit namaz için bir fitre miktarı fidye verilir Bu kimse vasiyette bulunmuşsa bıraktığı malın üçte birinden vasiyeti yerine getirilir, bulunmamışsa varisler isterse bu fidyeyi verir, isterse vermez

Ancak, iskat-ı salât hakkında, yani kılınmayan namazların fidyesini vermek husûsunda Kur'an ve Sünnet'de bir nass ve hüküm yoktur Yalnız İmam-ı Muhammed'in "Ziyadât" isimli kitabında kendisinden bu hususta bir ictihad nakledilir Bu ictihâdın da İmam-ı Muhammed tarafından yapılıp yapılmadığı kesin olarak bilinmemektedir Onun için bu görüşü alan bütün âlimler, kılınmayan namazların karşılığında verilen fidye sebebiyle o kimsenin af olacağı husûsunda kesin bir hüküm verememektedirler Yalnız "verilen fidyeler ve-fakirlere yapılan yardımlardan dolayı bağışlanması Allah'ın rahmetinden umulur" derler

Yahya ALKIN

FİDYE-İ NECÂT

Kurtuluş fidyesi, kurtulma bedeli Fidye ve eş anlamlısı "fıdâü" sözlükte; esirleri kurtarmak için verilen bedel, bazı ibâdetlerdeki eksikliklerden dolayı Allah için yoksullara verilen meblağ, ve kurban anlamlarına gelir Fidyenin çoğulu fidâ'dır Bir islâm hukuku terimi olarak; savaşta esir düşen kimsenin, kurtulmak için vermek zorunda kaldığı bedel anlamına gelir

Hz Peygamber bazı savaş esirlerini karşılıksız olarak serbest bırakmış, bazıları öldürülmüş, bazıları da mal karşılığında veya esir mübâdelesi sonunda salınmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 2-6) Bu uygulama, toplum yararını gözetme ve müslümanların durumuna en uygun olanı tercih etme esasına dayanır

Hanefilere göre, İslâm devlet başkanı, savaş esirleri hakkında üç alternatiften birisini uygulayabilir Öldürme, köle edinme veya zımmî olarak serbest bırakma İmam Ebû Hanife'den bir rivâyette, savaş bittikten sonra esirleri mal karşılığında veya esir mübâdelesi yoluyla salıverme caiz değildir İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise esir mübâdelesi yoluyla salıverme caizdir İmam Muhammed es-Siyeru'l-Kebır'de şöyle der: İhtiyaç varsa mal veya müslümanların esirleri karşılığında salıverme caizdir Çünkü Resulullah (sas) müslümanlardan iki kişiyi, müşriklerden bir kişi karşılığında kurtarmış, yine Mekke'de esir olan birçok müslümanı bir kadın karşılığında serbest bırakmıştır (eş-Şevkanî, age, VII, 305) Hanefilerin çoğunluğuna göre, esirleri fidye almadan salıvermek caiz değildir Çünkü bu, düşmanın kuvvetinin artmasına sebep olur İmam Muhammed'e göre ise, devlet başkanı müslümanlar için yararlı görürse bazı esirleri karşılıksız olarak salabilir Çünkü Hz Peygamber (sas) Yemâme halkının büyüğü Sümâme b Üsal'i fidye almadan serbest bırakmıştır (ez-Zeylâî, Nasbü'r-Râye, II, 391, 402; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 301 vd; es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm, II, 455-457; Ö Nasuhi Bilmen, İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 401, 402)

Şâfiî, Hanbeli, İmâmiyye, Zeydiyye ve Zâhiriyye mezheplerine göre; devlet, esirler hakkında İslâm ve müslümanlar için uygun göreceği şu dört alternatiften birisini uygulayabilir Öldürme, köle edinme, fidye almadan veya mal yahut müslüman esirler karşılığında salıverme Mâlikiler buna cizye koymayı da ilave ederler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 472, 473)

Kurtuluş fidyesi karşılığında salıverme; ya esir mübâdelesi, ya da bir bedel karşılığında serbest bırakmayı ifade eder "Bundan sonra esirleri ya karşılıksız ya da fidye karşılığında salıvermek vardır" (Muhammed, 47/4) ayeti bunun delilidir İslâm'da ilk kurtuluş fidyesi Abdullah b Cahş'ın Amr b el-Hadrami'yi öldürmesi ile ilgili olarak ortaya çıktı Hz Peygamber (sas) Bedir Gazvesi'nden iki ay önce, bu seriyye tarafından yakalanan iki esir için kurtuluş fidyesi aldı (Zeylâî, age, II, 403) Bundan sonra Bedir Gazvesi esirlerinin kurtuluş fidyesi dört bin dirhemdir (Beş dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir) Bunu temin edemeyen esirler ise, ashâb-ı kirâm çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıldılar

Diğer yandan Hanefiler, kurtuluş fidyesi karşılığında salıvermeyi bildiren (Muhammed 47/4) ayetinin, aşağıdaki ayetler tarafından neshedildiğini söylemişlerdir: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 5) "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen kimseleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/29) Bu görüş, Mücâhid'den nakledilmiştir Buna bağlı olarak Bedir esirleriyle ilgili uygulama da mensûh sayılmıştır Ancak İmam Muhammed, müslümanların mal ve paraya ihtiyacı varsa, fidye karşılığı salıvermeyi caiz görür (es-Sâbûnî, age, II, 455, 456)

Hamdi DÖNDÜREN

FİİLÎ SÜNNET

Hz Peygamber (sas)'in davranışları ve fiilî uygulamalarıyla oluşan sünnet

Hz Peygamber'in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tümü diye tarif edilen sünnet; kavlı, fiilî ve takrirî olmak üzere üç bölümde mütâla edilir

Resulullah'ın bütün fiil ve hareket tarzları, sözünü ettiğimiz bu üç ana esastan biri olan fiilî sünneti oluşturur Bu çeşit sünnetlerde ifade Hz Peygamber'e değil de sahâbeden birine ait olur: "Kâne'n-Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem" (Hz Peygamber (sas) şöyle idi, şöyle şöyle yapardı); "Raeytü'n-Nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem" (Resulullah (sas)'i şöyle şöyle yaparken gördüm) şeklindeki ifade tarzları fiilî sünnetin rivâyet usul ve kavramlarıdır

Hz Âişe'nin Resulullah'ın Şaban ayındaki nâfile orucu ile ilgili açıklaması fiilî sünnete güzel bir örnektir:

O şöyle nakleder: "Rasulullah (sas) öylesine oruç tutardı ki biz, daha artık iftar etmez derdik Bir kere de iftar etti mi biz artık daha oruca niyet etmez derdik" (Buhâri, Savm, 52, 53; Müslim, Sıyâm, 175, 179; Muvatta Sıyâm, 56)

Fiilî sünnetler de diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hâfızadan hâfızaya ezberle nakledilerek tevâtür, meşhur, âhâd tarikleriyle bize kadar ulasan, hadis adı verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında toplanmıştır Fıkıhta Hanefilerden Serahsı; Şâfiîlerden Ebû İshâk Şirâzî; Mâlikîlerden Kadı Abdulvehhâb; Hanbelilerden Ebû Ya'lâ ve bütün Ehli Hadîs, şöyle der: Buhâri ve Müslim'in veya ikisinden birinin Sahîh'lerine aldıkları hadisler şüphesiz Hz Peygamber'e aittir yani sübûtu kat'îdir Sözü ve manası mütevâtir olan hadisin Sübûtu kesin; meşhur ve âhâd olanların sübûtu ise zannîdir Ayrıca delâlette açıklık ve kapalılık, nakledenlerin cerh ve ta'dili çok önemli ikinci meseledir Usulcüler hadisleri senet ve metin yönleriyle tenkid ederler Hadisleri, Hz Peygamber'den bize kadar bütün râvîleri zikredilenlere müsned; bir veya birkaç râvîsi eksik olanları da mürsel diye nitelendirmişlerdir Muhaddisler ise mürsel hadis tabirinden tabiînin sahâbiyi atlayarak Hz Peygamber'den rivâyet ettikleri hadisi anlarlar

Bir hadis müsned muttasıl olur, ravîleri de gerekli şartları taşırsa o hadisle amel edilir Zâhirîler ve Şâfiîler mürsel hadislerle amel etmezler Ancak Şâfiîler, İmam Şâfiî'nin belirttiği şartları taşıyan mürsellerle amel ederler Hanefi, Mâlikî ve Hanbeli hukukçuları ise mürselle amel etmiş onu kıyasa tercih etmişlerdir Hadisle amel edilen konunun içeriği hakkında da haber-i vâhidin hüccet olduğu yerin yalnız fiil ve amelle ilgili olan şer'î hükümler olduğu belirtilmiştir Sahih hadisle amel etmek için onun ayet ve mütevâtir sünnete muhalif olmaması, akla aykırı olmaması, ilk râvînin fakih olması şartlan aranır Bu son şart Hanefilere göredir

Hz Peygamber (sas)'in fiilleri üç kısımdır:

İlki, bütün ümmetin yapması caiz olanlardır Bunları O yapmış, fakat ümmetine emretmemiştir (bk Buhâri, Büyû')

İkincisi, Hz Peygamber'in kendine ait işleridir Teheccüd namazı gibi Bu namaz ona farz ümmetine müstehabdır

Üçüncüsü, bir insan olarak yaptığı işlerdir Yemekte sağ elle yemek, saçını ortadan ayırmak gibi Bu fiiller ümmetine farz değildir; çünkü bunlar beşerî fiillerdir

İsmail Lütfi ÇAKAN

FİL SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in yüzbeşinci suresi Mekke'de nâzil olmuştur; beş ayettir fâsılası Lâm harfidir Adını birinci ayetinde geçen "fil" kelimesinden alır Fil, Asya ve Afrika'da yaşayan, iri yapılı, güçlü hortumlu, büyük kulakları ve boynuzları (fildişi) olan bir kara hayvanıdır Sure, önceki bir dönemde Allah'ın müminlere yardımını ve büyüklenenlere karşı gösterdiği gazâbını anlatmaktadır

Surenin nüzul sebebi şudur: Habeşistan'ın Yemen vâlisi Ebrehe, San'a'da büyük bir tapınak yaptırdı Gayesi, Kâbe hacılarını buraya çekmekti Fakat Kinâne kabilesinden bir veya birkaç kişi geceleyin bu tapınağa girerek burayı pisledi Buna son derece kızan Ebrehe büyük bir ordu hazırladı Bu muazzam ordunun karşısında kimse dayanamazdı Geçtiği yerlerde her önüne çıkanı yendi Ordusu, büyük fillerle desteklenmekteydi ve bu fillerin "Mamut" denilen en iri olanı, karşısındakini ezip geçiyordu Ebrehe'nin ordusuna Ashâbu'l-Fil (fil sahipleri) denmiştir Bu ordu zayıf olan Kureyş'i de korkuttuktan sonra, tam Kâbe'ye saldıracağı sırada Allah ebâbil kuşlarını üzerlerine gönderdi Kuşlar ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları taşları askerlerin üzerine atarak bu muhteşem orduyu helâk ettiler Olay Hz Peygamber (sas)'in doğduğu yılda meydana gelmişti Aynı zamanda bu olay onun peygamberliğine delâlet eden mucizelerden sayılmıştır

Surenin manası şudur: "Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashâbı file, Kılmadı mı tedbirlerini müstağrak tadlile? Saldı da üzerlerine sürü sürü kuşlar Atıyorlardı onlara siccilden taşlar Derken bir yenik hasıl gibi oluverdi" Onlar (Muhammed Hamdi Yazır meâli) Yani "Görmedin mi Rabbin Fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı Nihayet onları kurt tarafından yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı" demektir

Burada "görmedin mi?" lafzı hem Fil olayını bilenlere, hem Resulullah'a, o zamanda yaşayan herkese ve de bütün insanlara yöneliktir

Fil suresi önemli ve ibret verici özellikler içermektedir

Allahu Teâlâ, Kâbe'yi mübârek kılmıştır Ona herhangi bir şekilde saldırıda bulunan, surede zikredildiği gibi korkunç bir azaba uğrar Allah, buyruklarına uyanları kurtarır, onlara yardım ederken; karşı gelenleri azâbıyla kuşatır Allah zâlimlere karşı zayıflara, ezilenlere, hakka inanıp da zâlimlere karşl çıkamayanlara daima yardımcıdır ve en güçlüler bile O'nun intikamı karşısında yok olur giderler

Ebrehe Kâbe hakkında, "Allah onu elimden kurtaramayacaklar" deyip büyüklendi O dönemde Mekke'nin başkanı sayılan Abdülmuttalib de, "Bu Beytullah'ın bir sahibi var, O onu koruyacaktır" dedi Rivâyetlerde ayrıca Ebrehe'nin, "Bu Beytullah'ın emin bir ev olduğunu duydum; onun eminliğini yok etmeye geldim" dediği de kaydedilir Abdülmuttalib'in de, "Bu, Allah'ın evidir Bugüne kadar hiç kimse ona saldıramadı" demesine karşılık Ebrehe, "Ben onu yıkmadan geri dönmeyeceğim" diyerek Mamut'u Kâbe'ye doğru yöneltti Ancak hayvan olduğu yere çökmüştü Kureyşlilerin niçin savaşmadıkları hem bu fillerden, hem de sayılarının azlığından anlaşılmaktadır Kureyşliler ancak onbin kişi kadarken Ebrehe ordusu altmışbin kişiydi Kureyşliler katliamdan kurtulmak için dağlara çekilince Kâbe ortada kaldı İşte bu sırada Allah intikamını aldı; sürülerle kuşlar, askerlere taş yağdırdılar Rivâyetlere göre bu taşlar askerleri parçaladı; değdiği askeri hemen parçalayan, veya değdiği eti ve kemiği hemen çürütüp eriten taşlardı bunlar Askerlerin et ve kanları su gibi akıyor, kemikleri dışarı fırlıyordu Kısacası, korkunç bir fâcia meydana gelmişti Milâdı 571 yılında cereyan eden bu olaya Araplar "Fil Vak'ası" ve bu seneye "Fil Yılı" demişlerdir Olay, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınındaki Muassıb'da meydana gelmiştir Müzdelife'de durmak, Muassıb'da hızlanarak geçmek Resulullah'ın bir sünneti olmuştur Bu olay üzerine Araplar pekçok şiir ve kasîdeler yazmışlar ve müşrik Mekkeliler bir müddet (on yıl) tek Allah'a iman edip putlarmı Kâbe'den kaldırmışlardır Ama bir süre sonra yine ortak koşmaya başladılar ve ardından Hz Peygamber risâletle kendilerine gönderildi Kureyş, Ebrehe'nin helâkının her yerde duyulmasıyla itibar kazanmış ve kervanları gittikleri yerlerde âdeta dokunulmazlığa sahip olmuştur Kureyş suresinde onların "Kâbe hizmetçiliği" görevleri sayesinde Araplar arasında nasıl dokunulmaz kılındıkları anlatılmaktadır (Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, VII, 235-243; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6097-6146

O devirde, yani Milâdı altıncı yüzyılda Arabistan yarımadasında tek bir din hâkimdi ve Mekke bu dinin merkeziydi Mekke, beşinci yüzyılda Zemzem kuyusu yanında kuruldu Buraya ilk defa Amalikalılar onlardan sonra da Cürhüm kabilesi yerleşti Cürhümîler'den sonra Mekke'ye Huzaa oğulları hâkim oldu Resulullah'ın dördüncü göbekten dedesi olan Kusay b Kilâb 440 yılında Mekke ve Kâbe hâkimiyetini ele geçirdi Böylelikle, sikaye, hicâbe*, rifâde ve livâ denilen Kâbe hizmetleri Kureyşlilerin eline geçmiş oldu Mekke'ye "Beytü'l-haram", "Ümmü'l-Kurâ", "el-Beledü'l-Emin","el-Beytü'l-Atik" denilir (Bk el-En'âm, 6/92; et-Tîn, 95/1-3; el-Hacc, 22/28) Resulullah'ın bir hadisinden Hz İsmail neslinden Kinâneoğulları; onlardan Kureyş, ondan Haşimoğulları ondan da Resulullah'ın seçildiği kaydedilmiştir Kâbe'yi Allah'ın emriyle Hz İbrahim ve oğlu Hz İsmail (as), birlikte inşa etmişlerdir (el-Bakara, 2/127) Yine Allah İbrahim'e insanlara haccı bildirmesini tebliğ etti ve insanlar Kâbe'yi bir hac yeri kıldılar (el-Hac, 22/27) Kâbe, tavansız, dört köşe, küçük bir yapıdır Dört köşe olmasından dolayı Kâ'be denilir

İA

FİRASET

Düşüncede tutarlı olmak, bir şeyde düşünerek davranmak ve basiretli hareket etmek, bir şeyin gerçek mahiyetini görebilmek Bir kişi işlerin iç yüzünü görebildiği, önceden tahmin edip, düşünebilme kabiliyet ve maharetine sahip olduğu müddetçe firasetli sayılır

Bir müslüman kalbini kin, nefret, münafıklık, çekememezlik, düşmanlık vb her türlü kalb hastalıklarından temizleyip, iman nuru ile takva muhabbetiyle doldurduğunda, aynaya akseden eşyanın sureti gibi bazı sırlar adeta cilalanmış olarak kalbine akseder, "başkalarının gönüllerindeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek "firasettir" Nitekim Hz Peygamber "müminin firasetinden sakınınız; zira o Allah Teâlâ'nın nuru ile bakar" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağır, 1, 24) buyurmuştur (Gazzalî, İhyau Ulumi'd-Din tıc Ahmet Serdaroğlu, İstanbul 1973, II 726)

Firaset kabiliyetinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu destekleyen şu ayeti burada hatırlatmak gerekir "Ey iman edenler! Şayet Allah'dan ittika ederseniz, o size fürkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir" (el-Enfâl, 8/29) (Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV 2392)

Yukarıda sözü edilen hadiste iki ayrı yorum yapılmıştır: Birincisi, hadisin zâhirinin delalet ettiği anlamdır ki, bunu Allah Teâlâ, evliyasının kalbine koyar da, onlar da bunun sayesinde kerâmet, isabetli zan ve hades (başkalarının bilmediği şeyleri bilebilme yeteneği) çeşitleri ile insanlardan bazısının durumlarını bilirler İkinci görüşe göre ise; hadiste sözü edilen firaset, delillerle, tecrübelerle, yaratılış ve ahlâkla öğrenilen bir tür (maharettir) ki, bazıları insanların bâtın hallerini bu maharetleri sayesinde bilebilirler (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, Beyrut (ty), III 428)

Bu tecrûbî ve rasyonel izahın da hadislerde izahını bulmak mümkündür Zira Hz Peygamber mümini akıllı, zeki ve ince görüşlü olarak tavsif etmekle (Suyûtî, age, Şam(t) II 571), iman ve takva sayesinde elde ettiği firâseti sayesinde her türlü hile, tuzak ve entrikaya da düşmemesi gerektiğini de şu hadisleri ile işaret etmişlerdir: "Mümin bir kovuktan iki defa ısırılmaz (Buhâri, edeb, 83; Müslim, zühd, 63; Ebû Davud, edeb, 29; İbn Mace, fiten, 13; Darimi, rikak, 65; Ahmed b Hanbel II 1 15)

Talat SAKALLI

FİRAVUN

Mısır'da hüküm süren Amerika krallarına verilen ünvan Türklerin hükümdarlarına Hakan, Bizanslıların Kayzer, İranlıların Kisra dedikleri gibi, eski Mısırlılar da Firavun derlerdi İslâm dil bilginlerine göre firavun kelimesi, kibir ve gurur anlamına gelen "fer'ane" ya da "tefar'ane" kelimesinden gelir Çoğulu 'ferâine'dir Kelimenin bu anlamı nedeniyle kibirlenen, zulüm yapan kişi için "adam firavunlaştı" anlamında "tefer'ane'r recûlü" denir Kök anlamı dışında firavun kelimesinin sapma ve saptırma, bozulma ve başkalarını bozma, zarara girme ve zarara uğratma anlamlarında da yaygın bir kullanılışı vardır Buna göre her zâlim, sapkın ve mütekebbir kişi firavundur Kur'an da kelimeyi bu yorumu doğrulayacak biçimde kullanır Sözgelimi Hz Yusuf dönemindeki Mısır kralı Firavun olarak nitelenmezken, Hz Musa dönemindeki krallar Firavun olarak anılır Kelimenin anlamı, diğer bir görüşe göre, güneş tanrısının oğlu demektir Eski Mısırlılar güneşe Ra adını vermiş ve ona yüce tanrı diyerek tapınmışlardır Mısır inançlarına göre her kral iktidarını Ra ile olan ilişkisine dayandırır ve kendisini Ra'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak empoze ederdi Zamanla Ra soyundan geldiğini savunan krallar, kendilerinin de "yüce rab" olduklarını halka kabul ettirmek amacıyla Firavun (güneş tanrısının oğlu) ünvanını kullanmaya başladılar (Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an Tercümesi, İstanbul 1986, II, 69)

Kur'an, Hz Musa ile ilişkisi nedeniyle sık sık andığı Firavun'un kimliğinden sözetmez Buna karşılık Cevheri gibi bazı İslâm bilginleri, Kur'an'da geçen Firavun'un Velid b Mus'ab olduğu görüşündedirler Fakat Kur'an'da sözedilen Firavun, gerçekte iki ayrı hükümdardır Bunlardan ilki, Hz Musa'nın doğduğu sırada Mısır' yöneten ve Musa'yı sarayında büyüten Firavun; diğeri de Hz Musa'nın risâletle görevlendirildiği sırada iş başında olan Firavun'dur Çağdaş tarih araştırmacılarına göre ilk Firavun MÖ 1292-1225 yılları arasında hüküm süren II Ramses; ikincisi ise II Ramses'in oğlu Mineftah'tır Ne var ki, Hz Musa'nın dönemi kesin olarak tesbit edilemediği için bu görüşün yanlış olması da mümkündür Kaldı ki tarihsel kişiliklerin tesbit edilip edilmemesi fazla bir önem taşımaz Bu nedenle Kur'ân kimlikler üzerinde durmayarak ilâhı mesaj karşısında yeralan evrensel Firavun tipinin özelliklerini vurgular

Hz Musa'nın doğduğu zaman Mısır'ı yöneten kişi Firavun'dur Çünkü zorbalığa yönelmiş, halkını sınıflara ayırmıştır Aralarından bir zümreyi (İsrailoğullarını) güçsüz düşürmek için oğullarını boğazlamakta, kızlarını diri bırakmaktadır Tam bir bozguncudur (el-Kasas, 28/4) Hz Musa böyle bir ortamda, ezilen zümrenin bir üyesi olarak dünyaya geldi Normal şartlarda hayatta kalabilmesi mümkün değildi Fakat Allah, zayıf düşürülenlere lütufta bulunmak, önderler yapmak ve zâlimlerin mirasçısı, o yerlerin hakimleri durumuna getirmek istiyordu (el-Kasas, 28/5-6) Bu iradenin gerçekleşmesi için de Hz Musa'nın hayatta kalması gerekiyordu Annesine Musa'yı denize bırakması vahyedildi Böylece Musa, hem Allah'ın, hem de İsrailoğullarının düşmanı olan Firavun'un sarayına getirildi Firavun ve ailesi, ileride kendilerine düşman olacak çocuğu kendi çocuklarıymış gibi besleyip büyüttü (el-Kasas, 28, 7-14) Hz Musa, gençlik çağında bir Kıptînin ölümüne neden olduğu için Mısır'dan kaçarak Medyen'e gitti Hz Musa kaçarak ayrıldığı Mısır'a on yıl sonra Allah Resulü olarak yeniden dönecektir

Hz Musa, Medyen'den dönerken risâletle görevlendirildi (Tâ-Hâ, 20/11-14) Doğrudan Firavun'a gidecek (Ta-Hâ, 20, 24), Allah'ın ayetlerini tebliğ edecek (Ta-Hâ, 20/42), ondan İsrailoğullarını serbest bırakmasını, onlara baskı ve işkence yapmamasını isteyecekti (Tâ-Hâ, 20/47) Firavun, azgın bir zorba (ed-Duhân, 44/31) ve büyüklük taslayan (el-Ankebût, 29/39) bir hükümdardı Kavmi de bir zâlimler topluluğu (eş-Şuarâ, 26/10) hâline gelmişti Firavun, Hz Musa'nın çağrısına, bütün ayetleri, delilleri ortaya koyduğu halde, büyük bir inatla karşı çıktı Bu andan itibaren Hz Musa ile Firavun arasında başlayan büyük mücâdele Kur'an'da ayrıntılı biçimde gözler önüne serilir Kur'an'ı izleyerek bu mücâdeleyi ana hatlarıyla şöyle tesbit edebiliriz: Firavun, ilâhı mesajla kendisine gelen Hz Musa ve Harun'u önce iddialarından vazgeçmemeleri ve kendisinden başka bir ilah tanımaları durumunda hapse atacağını söyleyerek (eş-Şuarâ, 26/29) sindirmeye çalıştı Başaramayınca, sarayda büyütülüşünü hatırlatarak (es-Şuarâ, 26/18) minnet altında bırakmayı denedi Bu da tutmayınca, "Rabbiniz kimdir?" (TâHâ, 20/49) ve "Önceki nesillerin durumu nedir?" (Tâ-Hâ, 20/51) gibi sorularla sınamaya, tartışma yoluyla susturma yoluna başvurdu; deli olduğunu iddia ederek sözlerini geçersiz kılmaya çalıştı (es-Şuarâ, 26/27) Bunda da başarılı olamayınca, çaresiz, Hz Musa'dan, getirdiğini iddia ettiği ayetleri (mucize) göstermesini istedi (eş-Şuarâ, 26/31)

Hz Musa, kendisine bağışlanan asa ve Beyaz el mucizelerini gösterince Firavun bu kez de onu sihirbazlıkla, kendilerini yurtlarından çıkarmayı planlamakla suçladı (Tâ-Hâ, 20/57) Hz Musa'nın bir sihirbaz ve dolayısıyla peygamberlik iddiasının temelsiz olduğunu kanıtlamak amacıyla ülkesinin önde gelen sihirbazlarını toplayarak onunla yarıştırdı Fakat sihirbazların bir sihir değil, mucize karşısında bulunduklarını anlayarak müslüman olmaları nedeniyle amacına ulaşamadı Üstelik bir bayram günü halk önünde cereyan eden yarışma Hz Musa'nın lehine sonuçlandı (TâHâ, 20/58-70) Bütün kozlarını kullanan Firavun, bütün zorbalar gibi zulme, katliama başvurdu Hz Musa'ya iman edenlerin oğullarının öldürülmesini, kadınlarının sağ bırakılmasını emretti (el-Mü'min, 40/25) Bununla da yetinmeyerek Hz Musa'yı öldürtmeye kalkıştı Fakat kendi ailesinden bir mümin kimsenin uyarısı üzerine vazgeçti (el-Mü'min, 40/26-35) Allah, belki gerçeği görür ve kabul ederler diye Firavun ve halkını kıtlık, tufan, çekirge gibi çeşitli azap ve felâketlerle cezalandırdı Her felâket sırasında Hz Musa'ya başvurarak Allah'a dua etmesini istediler; azabın kaldırılması hâlinde iman edeceklerine dair söz verdiler, fakat azap kaldırılınca sözlerinden döndüler Firavun, Mısır mülkünün kendisine ait olduğu, düzgün konuşamayan Hz Musa'dan daha iyi olduğu, doğru söylemiş olsaydı Hz Musa'ya güç ve saltanatın simgesi olan altın bileziklerin atılması ya da yardımcı melekler gönderilmesi gerektiği gibi söz ve gerekçelerle halkının itaatinin devamını sağladı (ez-Zuhruf, 43/48-54)

Firavun'un, çevresinin ve halkının ilâhı mesajı kabul etmeyecekleri, zulüm ve işkencelerinin sona ermeyeceği kesinlik kazanınca Hz Musa'ya İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarması emri verildi (eş-Şuarâ, 26/52) Durumu öğrenen Firavun hemen harekete geçerek büyük bir ordu topladı (eş-Şuarâ, 26/53) Amacı, İsrailoğullarını bütünüyle yok etmekti Ama Allah'ın da bir hesabı vardı Firavun ve ordusu, Hz Musa ve İsrailoğullarına yol vermek için yarılan Kızıldeniz'in yeniden birleşen suları içinde yok olup gitti (eş-Şuarâ, 26/60-66) Böylece Allah, Firavun ve halkını tapınırcasına sevdikleri şeylerden; çeşmelerden, bahçelerden, hazinelerden, o güzel yerlerden çıkardı ve bunları İsrailoğullarına miras yaptı (eş-Şuarâ, 26/57-59) Zorba Firavun, Kızıldeniz'in suları arasında artık her şeyin bittiğini, boğulacağını anlayınca, "Gerçekten İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım; ben de müslümanlardanım" dedi ama iş işten geçmişti "şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştur'' denildi Cesedi, gelecek nesillere ibret olması için denizden kurtarılarak bir tepeye atıldı (Yunus, 10/90-92)

Kur'an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri kavratma gibi amaçlarla konu edinir Hz Musa ve Firavun hikayesi, bütün bu amaçların gerçekleştirildiği en kapsamlı kıssalardan birisidir Kur'an bu kıssa ile müslümanların imanını güçlendirme, İslâmî tebliğe karşı çıkan müşrikleri uyarma gibi amaçlarının yanısıra, İslâm dışı toplumsal yapılanmaların, yönetim biçimlerinin, eşdeyişle Firavunî toplumların değişmeyen özelliklerini de ortaya koymayı amaçlar İslâm dışı toplum ve yönetim biçimleri, tarihin hangi döneminde bulunursa bulunsun, hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, Firavun'a ve onun- temsil ettiği siyasal sisteme, bu sistemle şekillendirilen topluma özgü inanç ve düşünceleri, özellikleri yansıtır Bu nedenle özü bakımından Hz Muhammed'in karşısında yeralan kişilerle kökten değiştirmeyi amaçladığı toplumsal yapı, Hz Musa döneminin Mısır'ından pek farklı olmadığı gibi, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde varlığını sürdüren İslâm dışı bir toplumsal ve siyasal sistem de Mekke'dekinden çok farklı değildir

Kur'an, bize Firavun kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme imkânı veriyor Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği Allah'ın yeryüzündeki hakimiyetini reddetmeleridir Firavun'un ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah'ı ya da o toplumda varlığı kabul edilen ilahları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını ifade eder Allah'ın hakimiyetini ve ilahî kanunları reddeden toplum, bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez Firavun'un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri Firavunî toplumların başka bir özelliğini gösterir Bu tür toplumlarda mülk Allah'ın değil hakim gücün sayılır Hakim güç, mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir Bu mülkiyet ve tasarruf anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde yüzerken büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır Firavun'un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız başına sürdürmesi mümkün değildir Bu nedenle Kur'an Firavun ile birlikte "mele" adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker Bugünkü karşılıkları ile söylenirse "mele", büyük sermaye sahipleri, meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar üst düzey yönetici ve bürokratlar halkı etkileme ve yönlendirme imkânına sahip aydın, sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur Bunlar, Firavun'un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladıkları çıkarlar karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler Bu da firavunî toplumların başka bir özelliğidir

Firavunî düzenleri yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıkla sürdürebilirler Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir Tıpkı Firavun'un Mısır'ındaki gibi toplum çeşitli sınıflara bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde erkek çocuklarının öldürülmesi gibi yöntemlerle nüfus planlamasına gidilir Peygamberler ya da onların takipçisi müminler tarafından adâlet, özgürlük, insanca yaşama adına yapılan her çağrı Firavun ve melesi için mülk, saltanat ve hakimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden hemen susturulması gerekir Firavun'un Hz Musa'nın daveti karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, daveti etkisiz kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve uygulamaları, çeşitli baskı, işkenceler ve nihayet soykırımı

Firavun kıssası, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz akıbetlerini de gözler önüne serer Onlar, galip ve güçlü olanın yakalayışı ile yakalanır (el-Kamer, 54/42) ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar (el-Mü'min, 40/55) Sonunda bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok olup giderler (ez-Zuhruf, 43/55) Ahiretteki durumları ise daha da kötüdür Onlar azabın en şiddetlisine sokulurlar (el-Mü'min, 40/46) Hz Musa ve müminler ise imanlarının, sabır ve mücâdelelerinin bir ödülü olarak esenliğe çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne vâris ve hakim olurlar

Ahmet ÖZALP

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Furkân

Hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran

Furkân ism-i masdardır: Masdar değildir Fark kelimesinden daha anlamlıdır Çünkü furkân sadece hak ile bâtılı birbirinden ayırma manasında kullanılır Fark ise, daha umumî olup, ayırmanın mümkün olduğu bütün nesneler hakkında kullanılır (Abdu'r-Rauf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut 1367/1948, II, 77)

Furkân, Kur'an-ı Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmıştır:

1- Zafer anlamında: "Hani Musa 'ya doğru yola gelirsiniz diye, o kitabı (Tevrât'ı) ve Furkân'ı (zaferi) vermiştik" (el-Bakara, 2/53)

2- Dinde insanı sapıklıktan ve şüphelerden çıkarma anlamında: "(O Kur'an ki) insanlara tam hidayettir, doğru yolu ve hak ile bâtılı ayırdeden (dalâletten kurtaran) hükümlerin nice açık delilleridir'' (el-Bakara, 2/185)

3- Kur'an ile eş anlamda: "Furkân'ı, âlemlerin (ilâhi azap ile) korkutucusu olsun diye, kuluna (Hz Muhammed 'e) indiren (Allah'ın şânı) ne yücedir" (el-Furkan, 25/1) (Ebu'l-Ferec Abdurrahman ibnü'l-Cevzî (V 597/1200), Nüzhetü'l-A'yfini'n Navâzir fi İlmu'l-Vücûh ve'n-Nazâir, Beyrut 1405/1985, s459-460)

Müfessir Zemahşeri el-Bakara suresinin 53 ayetini tefsir ederken Furkân'la ilgili olarak daha değişik anlamlar vermekte ve şöyle demektedir: "Yani Musa'ya Tevrat'ı verdik O Tevrat ki, hem ilâhı bir kitaptır, hem de hak ile bâtılı birbirinden âyırdedendir Veya ayette geçen Furkân; hüccet, âsâ, yed-i beyzâ (ışık saçân el) ve diğer mucizeler demektir Yani Hz Musa'ya bunlar verilmiştir Furkân, helâl ile haramı birbirinden ayırdeden ilâhı kanunlar anlamına da alınabilir Başka bir görüşe göre de furkân, Hz Musa ile düşmanlarını biribirinden ayırdeden Zafer anlamındadır Nitekim el-Enfâl, suresinin 21 ayetinde geçen "Furkân Günü" Bedir'de kazanılan zafer anlamına gelmektedir" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, 1397/1977, I, 69)

Zamahşen de el-Bakârâ, suresinin 185 ayetinde geçen furkan, "hak ile bâtılı, hidayetle dalâleti birbirinden ayıran" manasına alır (el-Keşşaf, I, 111)

Bazı bilginlere göre furkân masdardır Kur'an-ı Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırdettiği için "Furkân" diye isimlendirilmiştir

Veya Kur'an, bölüm bölüm, parça parça indirildiği için Furkân olarak adlandırılmıştır (Zemahşerî, age, IV, 139)

4- ''Bundan evvel Tevrat ve İncil'i de indirmişti (ki onlar) insanlar için birer hidayet idi O hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri de indirdi" (Âl-i İmrân, 3/4) Ayet-i kerimede geçen Furkân'dan maksat, bütün semâvî kitaplardır Çünkü bunların hepsi hak ile bâtılı birbirinden ayırdeder Veya furkân'dan maksat, ayette geçen Tevrat, İncil ve Kur'an'dır Veya dördüncü kitaptır ki, o da Zebûr'dur; yahut Allahu Teâlâ evvelâ Kur'an-ı Kerîm'i cins bir isimle (kitab olarak) zikretti, sonra şanını yüceltmek ve faziletini izhar etmek için onu bir vasıfla, yani hak ile bâtılı biribirinden ayırdeden bir sıfatla tekrarladı (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1397/1977, I, 161-162)

5- "Ey İman edenler; eğer Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek olanı verir" (el-Enfâl, 8/29) ayet-i kerimesinde gecen furkân zafer manasında olabileceği gibi, beyân ve zuhûr manasına da gelebilir: "Allah size furkân verir" Yani sizi üne kavuşturur; sesiniz her taraftan duyulur; eserleriniz yeryüzüne yayılır Veya "Size furkân verdi'' demek, sizi başarıya ulaştırır, kalplerinize huzur verir Ayrıca Furkân'dan maksat, dinî ve dünyevî üstünlükler demektir Buna göre "Size furkân verir" demek, sizinle diğer dinlerin mensuplarını birbirinden ayırdeder; hem dünyada ve hem ahirette size üstün meziyyetler ihsan eder demektir (Zemahşerî, age, II, 164)

Seyyid Şerif Cürcânî, Furkân'ı şöyle tarif eder: "Furkân, hâk ile bâtılı birbirinden ayırdeden tafsîli ilimdir" (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s166)

Abdülbaki TURAN

FURKÂN SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi Mekkî surelerdendir Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir

Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz Muhammed (sas)'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir

Sure, bütünü itibariyle Resulullah (sas)'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir

Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:

I Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:

"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2)

Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:

"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3)

Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:

"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5)

İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:

"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8)

Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz Peygamber (sas) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor

Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:

"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14)

Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor

I Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:

"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20)

II Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26)

Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (as), Nuh (as)'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler Belki daha da sapıktır yolları" (44)

III Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:

"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"

IV Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75)

Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor

Halit ERBOĞA

FUSSİLET SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırkbirinci suresi

Mekke'de nâzil olmuştur Ellidört ayet ve yediyüz kelimedir; fâsılası: Dât, Zı, Tı, Sâd, Be, Zı, Rı, Dâl, Nun, Mîm harfleridir "Fussilet, uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatmak demektir Sure adını üçüncü ayette geçen "Teğabün Fussilet" (Tafsilâtlı Kitap) lâfzından almıştır

Kur'an-ı Kerîm'in tafsilâtlı kitap olması şöyledir:

Onda yüzondört sure, altıbinalıtıyüzaltmışaltı ayet bulunmaktadır Bütün kitapta mucizevî bir üslûp, beliğ ifadeler hakim olup; temel olarak inancı Allah'ın varlığı ve birliği, kudretinin delilleri, ahiret günü, müminler, münâfıklar ve kâfirlerin durumları, emirler, yasaklar, öğütler, kıssalar yeralmaktadır

Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe ilişkin temel bilgiler yeraldığı için bu kitap tafsilâtlı bir kitaptır Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir bilgi onların verdiği malûmatı ihtiva etmez Hangi yaklaşımla okunursa okunsun her okuyan onun çok anlamlı mucizevî bir metin olduğunu farkedebilir Allah, kullarına acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir Yeryüzündeki milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu tefsir etmektedir Kur'an öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her surede birbirine benzer veya tekrar tekrar vurgulanan gerçekler, birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan değişik meseleleri işlemektedir

Bu sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır

Yirmiüç yılda ayet ayet, sure sure tamamlanan bu kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti vardır Kur'an'ın iki kelimesini anlatmak için sayfalarca tercüme yapılması da buna basit bir delildir Ve hiçbir kitap onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez Hiçbir musiki onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz Bu yüzden o indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından indirmişler, herkes onun ilâhî bir nur olduğunu anlamıştır

Fussilet suresinin ilk ayetleri şöyle başlamaktadır:

"Hâ, Mîm Bu Kur'an, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından bilen bir kavim için ayetleri çeşitli biçimlerde teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde verici bir uyarıcı olarak indirilmiştir Böyleyken onların çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir Arlık onlar dinlemezler Onlar, Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre hareket ederiz' derler" (1-5)

Surenin başındaki mukattaa harflerinin manasını ancak Allah bilir O nedenle sureye Hâ-Mîm ve Secde olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da verilmiştir Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da verilmektedir

Surenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet nakledilir: Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelirler; Muhammed (sas)'in durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet ve şiirden anlayan birini araştırırlar Utbe b Rabia, "Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle bir ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der Utbe, Hz Peygamber (sas)'e gider ve, "Ey Muhammed' sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha hayırlısın, Abdûlmuttalib mi?" der Bu sözleriyle, peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi, demek ister Peygamber (sas), cevap vermeden dinlemeye devam etti Utbe, sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı sapıklıkla itham ediyorsun Reislik istiyorsan seni reis edinelim, mal istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim Kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiğin on tanesini seç, al Hasta isen seni tedavî ettirelim" Hz Peygamber (sas), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini bitirmesini bekliyordu Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (sas) "Sözlerin bitti mi?" dedi ve, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet suresini okumaya başladı: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım" ayetini okuyordu ki, Utbe, yerinden fırladı ve Peygamber (sas)'in ağzını eliyle kapadı, devam etmemesi için yalvardı

Utbe, okunan ayetlerin etkisi altın da kalarak, birkaç gün Kureyşlilere görünmedi Ebû Cehil, Utbe'yi arayarak onu buldu Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam etti: "Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim Bana öyle birşeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in okuduğu ne sihir, ne şiir, ne de kehânet türünden birşeydir Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan çıkmaz Onu rahat bırakın Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum" (Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXVII, 3: İbn Hişâm, I, 313 vd, İbn Kesir, IV, 90 vd)

Rivâyetten de anlaşıldığı gibi, sure indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve şiir olmakla itham ediyorlardı (Araplara göre şiir de cin işidir Her şaire şiiri imlâ ettiren bir cinni vardır Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi olmakla suçluyorlardı

Sure, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın anlaşılmaz sözlerden değil, Arapça bir da kitap olduğu ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş yapar Hem Hz Peygamber de aralarından çıkmış bir insandır Kur'an'ın onun eseri olması mümkün değildir; ve o, herşeye gücü yeten yüce Allah'ın eseridir

Sure, girişinde konusunu belirlemektedir: Konu, Kur'an-ı Kerîm'dir; Allah'ın bu indirdiği ayetleri, kâinatta her an olup biten ayetleridir Ayrıca kâfirlere karşı deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir İbret alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri anlatılırken onların neden helâk edildikleri açıklanmaktadır

Surede Kur'an hakkında indirilen ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin Onun hakkında (okunurken) manasız yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz (susturursunuz)"işte biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız Onları yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız Halbuki o Kur'an cidden sarp bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez O, bütün kâinatın hamdettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan indirilmedir Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak ki, " Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arabra, Arapça olmayan bir Kur'an mı?" diyeceklerdi Onlara de ki: "O Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler O Kur'an bunlara karşı bir körlüktür Onlar, uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidir Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı) verdik de, onda da ihtilâf edildi Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı (hesab gerektirilmemiş olsaydı), aralarında olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı) Herhalde onlar bundan, şüpheci bir tutum içindeler De ki: Eğer o Kur'an Allah nezdinden gelmiş de sonra siz ona küfretmişseniz, bana haber verin, haktan uzak bir muhâlefette bulunanın ta kendisi olan sizden daha sapkın kim vardır?"

Günümüzde de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun yalnız Araplara geldiğini söylerler Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine yeryüzü dillerinden biriyle indirilmesi kadar doğal bir şey olamaz Aslında onların her birine tek tek de Kur'an indirilse onlar yine inanmazlar Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu Muhammed (sas) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an Arapça indirilmeseydi de meselâ İbranice indirilseydi, bu sefer de Allah'ın buyurduğu gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?" diyeceklerdi Kısaca, kâfirler, yolu yokuşa sürmek için her zaman saçmasapan iddialarda bulundular Kâh onu Muhammed uydurdu" dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar defi saçması" dediler ama onun gibi bir ayet dahi getiremediler Yine onlar ayetlerin mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, ayetlerin anlam örgüsünü bozarak ayetleri asıl manalarından başka manalara tefsir ederek sapıttılar Ama, Kur'an'ın hiçbir bilgisini yalanlayamadılar Kur'an'ın doğruluğu her zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir Onlar Muhammed'e "mecnun" dediler ama onun doğumundan beri aralarında yaşayan en dürüst insan olduğunu da reddedemediler Allah onlara ayetlerini gösterdi Her peygamberi ve onlara verilen kitabı da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı Ama başlarına korkunç azap gelmiş Meselâ Âd ve Semud bunlardandı Doğru yol gösterildiği halde körlüğü tercih etmişlerdi Allah da onları alçaltıcı azabın yıldırımı ile yakalayıverdi Ancak iman edenleri ve sakınanları kurtardı Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz aleyhinizde Şahitlik eder diye korunuyordunuz Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz İşte bu sizin zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız sizi bir yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar olarak sabahladınız" (22-23) Hz Peygamber, (sas) bu ayeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim, der" Yani insan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini ona göre ayarlar Müminin amelinin doğru olması, kâfirin amelinin yanlış olması gibi

Suredeki ahlâkî kaideler:

1 "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle kötülük eşit olmaz Sen en güzel olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz Ve buna büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulmaz Şayet sana şeytandan yana bir kışkırtma gelecek olursa hemen Allah'a sığın Çünkü O işitendir, bilendir" (33-36) "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse o da kendi aleyhinedir Senin Rabbin kullara zulmedici değildir İnsan hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu artık o umutsuzluğa kapılır" (46, 49) "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer, ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden biridir" (51)

Bu âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez gerçeklerini bildirmekte, mü'minlerin amellerinin boşa gitmeyeceğini, fazlasıyla karşılığını vereceğini, beyan edip onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir Daha önce kötü insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaşları nasib ettiğini haber veren Allah Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun baskılarıyla bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı zayıf ve çökmeye mahkum bulunduğunu beyan etmekte; iyilik ve doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf değil, aksine hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir Kaldı ki, mü'minlerin en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir Hiçbir kötülük, iyiliğin yüceliği karşısında tutunamaz, çöker İşte Allah mü'minlerin bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir Çünkü gerçekten bunu herkes yapamaz Genellikle insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmek ister; hatta insan kinci ve intikamcıdır Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(sas)'dir ki, kendisine her kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile affetmiştir İşte müslümanın tavrı budur

Üstelik müslümanın bu tavrından şeytan kahrolur Çünkü o her zaman müslümanın hatalı bir tavrını yakalamak ister Şeytanın kışkırtması işte budur Onun tuzağı müminlerin açığını kollamaktır Ebû Hûreyre bu konuda şöyle demektedir: "Bir gün birisi Resulullah'ın yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı Ebû Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu Ebû Bekir sonunda taştı ve sert bir karşılık verdi Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve oradan uzaklaştı Hz Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle davrandığını sorunca o şöyle buyurdu: "Sen sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu Fakat sen ağzını açtığında yanına şeytan geldi Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam " Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığını dâima hissetmektir Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar; giderek bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde hastalığa yakalanmış gibi olurlar ve sonunda hevâ ve hevesleri onları helâka götürür Allah hiçbir zaman zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız bırakmaz

Nihayet sure şu ayetlerle sona ermektedir:

"Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de (enfüsde) kendi nefislerinde onlara göstereceğiz Öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine besbelli olsun Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler Gözünü aç; gerçekten O, herşeyi kuşatandır" (53-54)

Müfessirler ayetlerin gösterilmesi konusunda şu önemli görüşleri ortaya koymuşlardır:

1 Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede çevreye yayılacağını, ve kendilerinin de teslim olacaklarını tahmin edemezler Nitekim İslâm'ın adâleti her yere yayılınca herkes ayetleri gördü

2 Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde, gökyüzünde ayetlerini göstermektedir Her devirde bilimin yeni bulguları keşifler ve icatlar buna bir işarettir

3 Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek herşeyden hakkı görmekle ayetler gösterilecektir

4 Bu ayetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb olaylara işaret ederek mucizevî haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi; dünya döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de gerçekleşecektir

Genel Olarak Fussilet Suresi şu mesajları taşır:

1 Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde, bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri onu okursa gerçeğin farkına varır Kalpleri kapanmış kişiler ise onu anlayamazlar

2 İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka birşeye nâil olamazlar Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez

3 Ne kadar aptal beyinsizdir şu inkârcılar Allah onları yoktan varetmiş, işte şu kâinatta sayısız nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını sağlamış olduğu halde ve kullarına hidâyete iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını yalanlıyorlar O halde geçmiş ümmetlerin anlatılan acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa, cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdır

4 Şimdi müminlere karşı güçlü gibi görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel gösterdiği, akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile tanımayacaktır

5 Kur'an, istenildiği kadar mesajı engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve kimse onun insanlara ulaşmasını önleyemez

6 Allah herşeyi yaratandır; yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o yarattıklarını başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu onun büyük bir fazlıdır Zaten hayat bir imtihandır, bir oyalanmadır

7 Peygamber de bir insandır ve aldığı vahyi tebliğ eder

8 Allah rızıkları dört günde takdir etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; yeri ve göğü yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi emrini vahyetti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve bir koruma altına aldı İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir O halde nasıl O'na ortaklar koşabiliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü tanımıyorlar ve,

"O dileseydi bize melek gönderirdi" diye yalanlıyorlar? Veya Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar?

9 Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici üstünlüklerine aldırmasınlar Şeytan ve dostları bir tarafta, müminler ve melekler bir taraftadır Müminler, cennete gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız, çileniz bitti, sonsuz nimetler sizin," denilir Oysa kâfirler "bir yolcunun ağaç gölgeliğinde dinlenmesi gibi olan şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra cehennem'e giderler Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar

Sait KIZILIRMAK

FÜRÛ'

Dallar, kısımlar, ikinci derecede önemli şeyler, ayrıntılar, teferruatlar Furû'un tekili olan fer' kelimesi "asl' kelimesinin zıddı olup "kendisinden başka birşeye bina edilen herhangi birşey" diye tarif edilir (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul 1283, s111)

Bu kelime çeşitli ilimlerde kullanılır Fakat daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü ilminde kullanılan bir terimdir Çünkü fıkıh ilmi herşeyden önce "usûl" ve "fürû" diye ikiye ayrılır Fıkıh usulü, fıkıh ilminin köklerini (kaynaklarını) veya dayandığı delilleri konu olarak ele alan ve bu deliller vasıtasıyla hüküm çıkarma metodlarını anlatan bir ilimdir

Böylelikle "fürû'", tanımını verdiğimiz usûl-i fıkıh üzerine bina edilen ve fıkhın bölümlerinden birine isim olarak verilen bir terimdir Fıkıh usûlünde konulan metodlar çerçevesinde ayetlerden ve hadislerden çıkarılarak tesbit edilmiş hükümler furû' fıkhın konusunu oluşturur Bu sebeple fıkıh ilmini meydana getiren usûl, furû' ve kaideler birbirine sıkıca bağlı olduklarından, ayrı ayrı düşünülmesi gerekir

Fıkıh usûlüne dair birçok eser yazılmıştır Fakat bunlar usûl kitaplarından daha çok fürû' konularını içeren eserlerdir Bu gibi fürû'a dair fıkıh kitapları genellikle temizlik bölümüyle başlar; bunları ibâdet yani namaz, oruç, hac ve zekât konuları izler İbâdet bölümlerinden sonra "muâmelât" dediğimiz kısımlar gelir Muâmelât konuları ise, genellikle, alış-verişler, kefâlet, havâle, muhakeme usulleri, şahitlik, miras hukuku gibi konulardır Bu ve bunun gibi konular, Kur'an 've hadisten çıkarılan hükümler ve âlimlerin kendi görüşleri ile birlikte, en ince noktalara kadar inilerek, meseleler anlatılmış ve ortaya konulmuştur Meselâ es-Serahsî'nin (544/ 1149), Mebsut'u; el-Kâsânî'nin (587/1191) el-Bedâyiü's-Sanâyi; İmam Şâfiî'nin (204/819) El-Ümm'ü, fücû'a dair fıkıh kitaplarından birkaç örnektir

Furû'nun diğer bir anlamı da; Kişinin anne ve babası, bunların anne ve babaları sonuna kadar usûlü; buna karşılık, çocukları, çocuklarının çocukları sonuna kadar da furû'udur Kişi fürû'una zekât veremez Zira bunlara bakmakla yükümlüdür Mirasından da belli hisselere sahiptirler Bir kadı (yargıç) kendi fürû'nun davasına bakamaz (Ayrıca bk ferd)

Talat SAKALLI

FÜTÛVVET

Delikanlılık, yiğitlik anlamında Kur'anî bir terim Fetâ çoğul fitye; genç, delikanlı, yiğit

Ashab-ı kehf'in anlattığı kıssada Allahu Teâlâ mağaraya sığınan insanların genç, yiğitler olduğunu belirtmektedir: "Gerçekten bunlar rablerine iman eden genç yiğitlerdi" (el-Kehf 18/13) Mağaraya sığınan insanların en önemli özelliklerinin

"imanlı gençler" olması İslâm'ın gençliğe verdiği önemin en güzel delilidir Kıssanın bütününden, bu gençlerin yaşadıkları müşrik toplumda tevhîd mücadelesi verdiklerini, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen imanî olanı, tercih edip son bir gayretle yaşadıkları toplumdan hicret ettiklerini anlıyoruz Tarih boyunca görülen bütün diğer hicretler gibi bu hicrette meyvesini vermiş, Allah onların şehadetlerini yeni bir doğuşa çekirdek yapmıştır Gençlerin tevhid için yaptıkları mücadelelerin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulaması açısından bu kıssada çok önemli da'vet düsturları vardır

Fütüvvet terimi Selçuklular döneminde kurulan Anadolu esnaf teşkilatı için kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk Ahî, Ahîlik)

İA

Alıntı Yaparak Cevapla

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #7
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



El-GAFFÂR

Çok örten ve perdeleyen manasına gelen Allah'ın (cc) sıfatlarından biri Arapça -ğafere- örttü, perdeledi, bağışladı fiilinden mübalağalı ism-i fâildir Allah'ın sıfatı olarak şu anlamlara gelir:

Günâhları çok örten, mağfireti çok olan, kullarının günâhlarını pek çok bağışlayan Yüce Allah

"Hiç şüphe yoktur ki ben; tövbe ve iman edenleri, iyi amel işleyenleri, sonra da doğru yolda (ölünceye kadar) sebat edenleri elbette çok yarlığayacağım" (Tâhâ, 20/82)

Bu ayetteki Gaffâr kelimesinin meâli "çok yarlığayıcıyım' dır Fakat aynı manaya gelen ve aynı kökten olan Gafur ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerîm'de daha fazla geçmektedir

Cenâb-ı Hak; Gafûr-Gaffâr ve Rahîm olduğunu birçok ayet ve hadislerde haber vermektedir

"Ey Muhammed, kullarıma haber ver ki; hakikaten ben, çok yarlığayıcr, kemâliyle esirgeyiciyim" (el-Hicr, 15/49)

"De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahta) haddi aşanlar, Allah'rn rahmetinden ümidinizi kesmeyin Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder Şüphesiz ki O, çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53)

Resulullah (sas) şöyle buyurur:

"Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, siz günah işlemezseniz Allah sizi dünya sahnesinden giderir ve (sizin yerinize) başka bir ümmet getirir: Onlar, günah işlerler sonra Allah'tan bağışlanmalarını isterler Allah da onları mağjiret eder, bağışlar" (Müslim, Tevbe,1 1 ; Tirmiî, Cennet, 3)

Meşhur bir hadîs-i kutsîde şöyle buurulmaktadır:

"Ey kullarım, hiç şüphesiz ki siz, gece-gündüz hata işliyorsunuz Ben ise bütün günahlarr mağfiret ederim O halde benden bağışlanmanızı isteyiniz sizi bağışlayayım"(et-Tâc, V,148)

Maddî kir ve pisliklerden temizlemek için su ve sabunu vasıta kılan Allah (cc) ruh ve kalpleri günah kirlerinden temizlemek izin de Gafûr ve Gaffâr isimlerinin tecellisini mağfirete ve bağışlamaya sebep kılmıştır Bu isimler, günahların varlığını ister Onun için Hz Peygamber (sas), " Eğer siz, hiç günah işlemezseniz Allah sizi yeryüzünden giderir" buyurdu Her insan az veya çok günah işler Günah işlemeyen; günahtan korunmuş (mâsum) kişiler yalnızca peygamberlerdir Fazilet; hatada ve günah işlemekte ısrar etmemek, Gaffâru'z-Zunûb olan (günahları çok bağışlayan) Allah'ın rahmet kapısını tövbe ile çalmak, O'ndan mağfiret talep etmektir

Allah, kendisine şirk koşmanın dışındaki bütün günahlara mağfiret edeceğini bildirmektedir:

"Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulan günahı bağışlamaz Şirkin dışındaki günahları, dilediği kimse için mağfiret eder Kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapmıştır" (en-Nisâ, 4/116)

Mümin, tövbe ve mağfiret ile ilgili olarak daima korku ile ümid arasında bulunmalıdır Müslüman, ne kadar ibadet ederse etsin, Allah'ın azabından güven içerisinde olamaz; ne kadar günahkar olursa olsun Allah'ın mağfiretinden ve bağışlamasından ümidini kesemez Bundan dolayıdır ki; vitir namazının son rekâtında okunması vacib olan kunut dualarının sonunda "Ya Rabb; rahmetini umar, azabından korkarız" diye dua edilmektedir Yine aynı prensip ve kaideden hareketle İslâm, ibadete teşvik ile günahlardan caydırmak için azap ile korkutmaktadır Yani müslüman cennetle müjdelenmiş, cehennemle korkutulmuştur

Bu korku; Allah'ın sevgisinden, O'nun mağfiretinden ve rahmetinden mahrum olma korkusu ve endişesidir Korku ile ümid arasındaki dengenin korunması İslâmî akîde gereğidir Zira Gaffâr olan yüce Allah aynı zamanda Kahhâr'dır

Yahya ALKIN

GAFÛR

Örten, perdeleyen, gizleyen; eşyayı kabın içine yerleştiren Allahu Teâlâ'nın esmâ-i hüsnâsından biri Kullarını dünya ve ahirette rezil etmeyen onların günahlarını gizleyen, örten ve günahlarından dolayı cezalandırmayan Gafûr ve Gaffâr mübâlağa ifade eden isimlerden olduğundan, yalnız Allah için kullanılır (Beyhâkî, el-Esmâ' ve's-Sıfât, s 104-106)

Allah, iyiyi-güzeli açığa çıkaran, kötüyü-çirkini örtendir Günahlar çirkin davranışların neticesidir Allah dünyada üzerlerine örtü örtmek, ahirette de cezalarını vermekten vazgeçmek suretiyle bunları örter (İmam Gazâlî, Esmâü'l Hüsnâ, terc Y Arıkan s 128) Allah'ın affediciliğini ifade eden "Ga-fe-re" kökünden ism-i fâil olan Gâfir de Allah'ın sıfatlarındandır Gafîr; günahkarı rezil-rüsva etmemek için hatasını gizleyen, onu cezalandırmayandır (Beyhakî, age, s 104) Kur'an'da iki defa geçen Gâfîr, mübâlağa anlamında olmadığından Allah'ın dışındakiler için de kullanılabilir: "Sen bağışlayanların (Gâfir) en iyisisin" (el-A'râf, 7/155) Gaffâr Kur'an'da beş defa geçmektedir:

"Tövbe eden, iman ederek iyi işler yapan, sonra da doğru yoldan ayrılmayanları bağışlarım (Gaffâr)" (Tâhâ, 20/82) Gafûr ise Kur'an'da sık ve diğer isimler ile beraber ayet sonlarında fezlekeler hâlinde zikredilmektedir Gaffar Kur'an'da doksan defa geçmiştir: "Rabbin gafûrdur, merhametlidir" (el-Kehf,18/58)

Günahların açıkça işlenmesi, teşhir edilmesi toplumun diğer fertlerine kötü örnek olacağı gibi, insan şahsiyetini de zedeler İnsanlar yaptıkları kötülükleri başkalarının da işlediğini görünce psikolojik olarak rahatlar; musîbetin paylaşılması elem yükünü hafifletir ve o kötülüğün daha rahat ve cesurca işlenmesine psikolojik zemin hazırlar İnsan, hayatının zayıf bir döneminde yapmış olduğu bir kötülüğü terkettikten sonra unutmak ve başkalarının da unutmasını ister Ancak günahını başkalarına anlatmışsa, insanlar onu hayat boyunca o kötülüğü ile hatırlayacaktır Bunun için kötülüğün şuyûunun vukûundan daha zararlı olduğu kabul edilmiştir

Allah, Gafûr sıfatını insanlara hatırlatarak, günahların örtülmesi ve gizlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir

Kişinin günahını gizlemesi bir nevi pişmanlık olduğundan, tövbenin kabulü için ilk adım sayılmış ve Allah, günahını gizleyen insanları affedeceğini bildirmiştir Hz Peygamber "Allah (cc) kıyamet gününde mümin kuluna yaklaşır, şefkatiyle örterek insanlardan gizler; "Şu, şu günahını biliyor musun?' der; kul Evet Rabbim biliyorum' der Allah tekrar "Şu şu günahını da biliyor musun?' der; o kul Evet Rabbim' der Böylece o insan bütün günahlarını ikrar eder Artık ben kurtulamam diye düşünmeye başlayınca Allah, "Ben senin bütün o günahlarını dünyada örttüm İşte bugün de onları mağfiret edeceğim' der" (Buhârî, Mezâlim, 3)

Allah insanı üç çeşit örtü ile örtmüştür İlk örtü; insanın ayıp ve çirkin görünen yerlerini gizleyen elbiseleridir İkincisi; insanın fikir, düşünce ve hayallerinin kalbinde gizlenmesidir Üçüncüsü ise; Allah kulunun günahlarını örtmüş, gizlemiş; günahlarını sevaba çevirmiş, sanki hiç günah işlememiş gibi ahirette yalnızca sevaplarını yazan kitabını vermiştir (Gazâlî, age, s 128)

Hz Ebû Bekir Resulullah (sas)'e,

"Bana namazlarımda edebileceği bir dua öğret" dedi Hz Peygamber, "Ey Allah'ım, ben nefsime çok zulmettim, günahları ancak sen bağışlarsın, fadlından günahlarımı mağfiret et; şüphesiz ki Gafûr ve Rahîm olan ancak sensin" de buyurdu (Buhârî, Ezân, 149; Müslim, Zikir, 47)

Zübeyr TEKKEŞİN

GALLE

Arazilerden elde edilen mahsul ve gelirler Fıkıh ıstılahında galle kelimesi, daha çok vakfın geliri anlamında kullanılır Vakıf bahçelerinin meyveleri, binalarının kiraları, vakıf paralarının sağladığı kârlar, hep vakfın gallesidir

Vakfın gallesi (geliri)'nin ne şekilde taksim edileceği ve ondan nasıl yararlanılacağı fıkıh eserlerinde "kitâbu't-vakf" adı altında önemli bir konu olarak incelenir

Vakıf gallesinin görünmesi ve meydana gelmesi, vakfın çeşidine göre değişir Meselâ; tahıl cinsinden olan gallenin ortaya çıkması, ekinlerin yetişip dane bağlaması veya değer verilebilecek bir hale gelmesiyle olur Meyvaların gallesinin meydana gelmesi meyvelerin yetişip tabiî afetlerden emin bir hale gelmesiyle olur Kira bedelinden ibaret olan bir gallenin meydana gelmesi, ödeme zamanının gelmesi ile olur

Bir kimse vakfının bütün gallesini, yakınlık derecesine göre akrabalarına verebilmeyi şart koşsa, gallenin tamamı, en yakın akrabasına verilir (Geniş bilgi için bk Vakıf)

Şâmil İA

GANİMET

Daru'l-Harb*de yaşayan gayr-i müslim (kâfir)lerle yapılan savaş esnasında veya savaşan iki ordunun karşılaşmaları sırasında gazilerin kuvveti ile düşmandan alınan mal Ganimet mallarından taşınabilir olanlarına, ganâim-i me'lufe; taşınmaz mallara, ganaim-i gayr-i me'lufe denir Enfâl de denilen ganimet mallarına, genel anlamda ganâim-i hâlise; beşte biri devlet hazinesine ayrıldıktan sonra gazilere dağıtılan ganimet mallarına, ganâim-i maksûme; düşmandan alınıp da henüz gaziler arasında taksim edilmeyen ganimet mallarına, ganâim-i gayr-ı maksûme; devlet başkanının veya ordu emîrinin, savaşa teşvik için gazilere fazladan verdiği ganimet mallarına neıl (çoğulu enfâl) denir Kur'an'ın sekizinci suresine, ganimetlerden bahsettiği için "el-Enfâl Sûresi" denilmiştir Düşmandan harbetmeksizin alınan ganimete de "fey" denir

"Allah'ın onlardan Peygamber'ine verdiği fey'e gelince, siz bunun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız"

"Allah'ın, o kent halkından, Resulune verdiği ganimetler Allah'a, Resule, ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir '

"(Bilhassa o fey'), hicret eden fakirlere aittir" (el-Haşr, 59/6, 7, 8)

"Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah'ın ve Resulunundur" (el-Enfâl, 8/1)

" bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir"(el-Enfâl 8/41) (Ayrıca bk: Âl-i İmrân 3/161, en-Nisâ, 4/94, el Ahzâb 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20)

"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el Enfâl, 8/69)

Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilerek ya mücâhidlere veya diğer müslümanlara, mülk olarak verilen arazilerin (Arap yarımadası ve Basra arazisi gibi) mahsullerinden öşür (onda bir, yahut yirmide bir hisse) adıyla alınan vergi ile tüccardan alınan gümrük vergisi İslâm devletinin önemli bir geliri idi Bunlar; fakirlere, parasız kalan yolculara, borcunu ödeyemeyen borçlulara, hürriyeti için anlaşma bedelini ödeyemeyen kölelere harcanırdı

Müslümanlar tarafından zorla zapt ve fethedildiği halde müslüman olmayan eski sahibinin elinde bırakılan veya hariçten gayr-i müslim vatandaşlara mülk olarak verilen yahut sulh ile fethedilip de bir vergi karşılığında gayr-i müslim halka terk olunan arazilerden alınan haraç (adı altında alınan vergi), İslâm ülkesinde yaşayan gayr-i müslimlerden, korunma karşılığı alınan cizye, yabancılardan alınan hediyeler ve harpsiz olarak elde edilen sulh bedelleri de İslâm devletinin gelirlerindendir Bu gelirler, müslümanların menfaati olan sınırları koruma, yol, köprü yapım ve tamiri, asker ailelerinin geçimini sağlama, devlet memurlarının ve ilim ile uğraşanların maaşlarını ödeme gibi yerlerde harcanırdı Rikâz adı verilen madenler ile bulunup çıkarılan hazinelerin ve harp neticesinde düşmandan alınan ganimetlerin muayyen bir kısmı fakirler, kimsesiz yetimler ve borcunu ödeyemeyen borçlulara sarfedilirdi

Vâris bırakmadan ölenlerin malları, velisi bulunmayan maktullerin kan bedelleri, sahibi bulunmayan yitik mallar, sahibi bilinmeyen terk edilmiş çocukların ve velisi olmayan fakir çocukların nafakalarına, tedavi ücretlerine, techiz ve tekfinlerine, hastahanelere sarf edilirdi

Ganîmetlerin Taksimi:

Halkına karşı savaş açılan bir ülke, ya sulh yoluyla, ya da savaşmak suretiyle zorla fethedilir Müslümanlar, bir yeri sulh yoluyla fethettikleri takdirde hem o zamanki devlet başkanı, hem de ondan sonra devlet başkanı olacak şahıs, anlaşma şartlarına uymak mecbûriyetindedir Araziler, anlaşmayı kabul eden karşı tarafın elinde bırakılır Böyle bir yerin arazisi üzerine anlaşma şartlarına göre bir vergi konulmamışsa, o arazi öşr suyu ile (yağmur, dere, kuyu, çeşme) sulanıyorsa, öşr üzerine; haraç suyu (fetih öncesi sahiplerinin açtığı kanal suyu) ile sulanıyorsa, haraç üzerine anlaşma yapılır, buna göre vergi alınır Müslümanların gayr-i müslimlerden savaşarak elde ettikleri araziler hakkında şu hükümler geçerlidir; devlet başkanı bu hükümlerden herhangi birini tatbik etmekte serbesttir

1) Araziyi eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verir Arazilerinden haraç, kendilerinden de cizye alır Hz Ömer Irak'ı fethettiğinde böyle yapmıştır

2) Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i müslimler yerleştirilir Bu tür arazi, "haraç arazisi" diye adlandırılır

3) O belde ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arazileri kendilerine bırakılır veya o arazi ganimetler (ganimeti hak eden muhâripler) arasında taksim edilir Resulullah (sas)'in feth edilen Hayber arazisi hakkındaki uygulaması böyledir

4) Bir kısmı gaziler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık devlet için alıkonulur Bu şekilde ahâliye verilen veya gaziler arasında taksim edilen araziye "öşrî arazi" denilir

5) Herhangi bir taksimat yapılmaksızın bütün arazi, müslümanlar adına devlet tarafından muhâfaza edilir Böyle araziye "memleket arazisi, mirî veya, emîrî arazi" denir

İmam Mâlik'e göre savaşarak fethedilen araziler, gânimler arasında taksim edilmez; devlet tarafından vakıf olarak muhâfaza edilir Elde edilen haraçı müslümanların, cihad, mescid, köprü gibi masraflarına sarfedilir

İmam Şâfiî'ye göre böyle araziler diğer ganimetler gibi beş kısma ayrılır Bunlardan bir kısmı devlet hazinesine, beşte dördü ise mücâhidlere taksim edilir

Hanefi mezhebine göre gaziler arasında taksimatı yapılmasına karar verilen araziler, diğer ganimet malları oranına göre taksim edilir Ganimetlerden menkul (taşınabilir) malların taksimi: Ganimet mallarının beşte biri Allah'a (ayette geçen bu ifade, teberrüken zikredilmiştir), Resulune, onunla akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir (el-Enfâl, 8/41) Yolculardan maksat, yolda parası kalmayanlardır Geriye kalan beşte dördü ise muhâriplere taksim edilir Muhâriplerden piyade olanlar bir, süvari olanlar ise iki hisse alırlar Kumandan da bir fert gibi hisse alır

Bizzat harbe katılanlar hisse aldığı gibi bunlara yardım için hazır bulunan erler, savaş sahasında bulundukları halde hastalık ve benzeri özür nedeniyle savaşa katılmamış olanlarla, ganimet malları henüz İslâm yurduna getirilmeden evvel vefat eden muhâriplerle cihada yardım eden kadınlara, çocuklara, kölelere, zimmîlere ganimetten, gazilerin paylarından daha az bir miktar verilir Buna "razh" denilir Ganimet mallarının taksiminden sonra geriye kalan mal (taksimi mümkün olmayacak) kadar az bir miktar ise veliyyü'l-emr tarafından fakirlere dağıtılır

Ganimet mallarını taksim edene "sahibi mekasım, emîri kısmet" denir Bu memur isterse, taksimdeki güçlük nedeniyle, ganimet mallarını satar, elde ettiği parayı taksim eder

Bu taksim, veliyyü'l-emr'in izni olmadıkça yapılamaz Düşman ülkesi fethedilmediği halde elde edilen ganimetin beşte biri ayrıldıktan sonra geriye kalanı komutan tarafından muhâriplere taksim edilir Ganimet mallarından az da olsa bir şey çalmak, bu mallardan daha taksim edilmeden hıyanet yoluyla birşey almak büyük günahtır Buna "gulûl" denir Ganimet toplayanlardan biri ganimet mallarından birşeyi telef etse ödemez; İmam Şâfiî'ye göre ise öder Muhâriplerin, gayr-i müslimlerin yurdunda, denizlerinden çıkardıkları balık ve benzeri şeyler ile karada elde ettikleri av hayvanları, madenler, hazineler ganimet malından sayılır Muhâriplerin, İslâm diyarı ile küfür diyarı arasında bulunan ormanda veliyyü'l-emr'in izniyle kesip İslâm yurduna götürdükleri ağaç, ganimet mallarından sayılır; mancınık ve gemi yapımı için kesilenler ise ganimetten sayılmazlar Ganimet malları, İslâm yurduna götürülmeden taksimi yapılmaz Harp hâlinde de taksimat caiz değildir Şâfiî, Hanbelî, Malikî ve Zâhirî müctehidlerine göre bu taksim, düşman yurdunda da yapılabilir Ganimet malları İslâm diyarına hükümetçe taşınması mümkün değil ise, mücâhidler arasında geçici olarak taksim edilir, onlar vasıtasıyla İslâm yurduna taşınır, tekrar hepsi bir yerde toplanır Esas taksim bundan sonra (ilk taksime göre) yapılır Muhâripler taksimattan önce ganimet malını satamazlar; yenilip içilecek cinsten olanlardan istifade edebilirler, fakat saklayamazlar Silah, elbise, at gibi mallardan da geçici olarak istifade edilebilir, sonra taksimata tabi tutulur Taksimattan evvel düşman ülkesinde ölen muhâribin vârislerine ganimetten birşey verilmez Ancak İslâm yurduna döndükten sonra ve ganimetin taksiminden evvel ölen muhâribin mirasçılarına ganimetten hissesi verilir İmam Şâfiî ve diğerlerine göre, düşmanın mağlubiyeti kesinlik kazandıktan sonra ölen muhâribin vârislerine ganimetten hissesi verilir

Enfâl suresinin kırk birinci ayetinde de belirtilen Hz Peygamber'in hissesi O'nun vefatından sonra sözkonusu değildir Abdulmuttalib oğullarının hisseleri de yoktur Bu hisseler tamamen devlet hazinesine bırakılır; devlet kanalıyla da fakir yetimler ile diğer miskinler ve parasız kalmış yolculara harcanır Bu hususta diğer mezhebler değişik görüş iler: sürerler Veliyyü'1-emr veya komutan lüzum görürse fazla bir pay veya muayyen bir para vermek suretiyle mücâhidleri harbe teşvikte bulunabilir Buna "tenfil" denir

Savaş esirleri hakkında yapılacak işlem: Savaş neticesinde elde edilen esirler hakkında veliyyü'1-emr serbesttir Bu esirlerden fiilen savaşa katılanları öldürebilir; köle ve câriye yapabilir; İslâm zimmetinde emân vererek hepsine hürriyetini verebilir; İslâm esirleriyle değiş tokuş yapabilir Arap müşriklerinin esir erkekleri ise ya İslam'ı kabul ederler ya da öldürülürler

Evzâî, Hasan İbn Muhammed et-Temîmî, Hasan el-Basrî, Hammâd b Süleyman gibi müctehidlere göre esirleri öldürmek câiz değildir Öldürülmelerinin câiz olduğunu ileri süren müctehidler, bu konuda gereğine göre hareket etmede veliyyü'1-emr'in serbest olduğunu söylerler Müslümanların eline esir düşmeden evvel müslüman olan ise sadece köle yapılır Düşmana âit köleler, müslüman olarak İslâm ülkesine iltica etseler veya müslüman olduktan sonra bulundukları ülke müslümanlar tarafından zabtedilse ya da müslüman olmaksızın İslâm ordusuna iltihak etseler, derhal hür olurlar

Düşmandan alınan esirler hakkında köleleştirme kararı verilince bunların (diğer ganimet malları gibi) beşte biri devlet bütçesine âit olarak ayrılır, geriye kalanı gânimetler arasında paylarına göre taksim edilir Bu' durumda kölelerin öldürülmesi câiz değildir Esiri, taksimden evvel öldüren bir mücâhide sadece ta'zir cezası verilir, keffâret ve diyet ödetilmez Komutan, isyan etmeleri veya taraflarınca kurtarılma ihtimalleri olmadıkça, esirleri öldürmeye yetkili değildir Bir yetki devlet başkanına âittir Esir edilen kadınlar, çocuklar öldürülmez Esir edilen kadınlar İslâm yurduna getirilince eski kocalarıyla nikâh ilişkileri kesilmiş olur Kocaları da kendileri gibi esir olan kadınların nikâhları devam eder Bakıma muhtaç olan esir çocuklar, esir analarından ayrılmazlar Hanefîlere göre esirleri karşılıksız salıvermek caiz değildir

İmam Şâfiî hariç, diğer mezhebler de aynı görüştedir Ekonomik şartlar zorlamadıkça esirleri para karşılığı azat etmek Hanefilere göre caiz değildir İmam Şâfiî bu görüşte değildir Düşmandan alınan esirler, müslüman esirlere mukabil değiştirilebilir Buna "müfâdatu'l-üserâ" denir Esir düşen müslümanları para, silah, hayvan karşılığı kurtarmak caizdir İslâm'ı kabul eden bir esir, müslüman esir karşılığında değiştirilmez (İlgili hadisler için bk Sahih-i Buhârî Tecrîd i Sarih Tercümesi, VII, 426, VIII, 438, X, 340)

"Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin" (el-Enfâl, 8/69) Allah'ın insanlar için takdir ettiği rızkın en helâl olanlarından biri ganimet mallandır Savaş ganimet için yapılmaz; Allah'ın kelâmını yüceltmek, İslâm'ı hâkim kılmak ve küfrün galebesine son vermek ve İslâm adaletini başka ülkelere götürmek gibi ulvî gayeler için yapılır Böyle bir gayenin gerçekleşmesi için meydana gelen savaşta ölenlere Allah şehid sıfatıyla cenneti nasib ederken; sağ olan gazilere de gösterdikleri gayrete bir lütuf olarak, düşmandan alınan ganimetleri helâl kılmıştır Geçmiş ümmetlere ganimetten istifadeye izin verilmezken bu lütuf Muhammed (sas)'in ümmetine takdir edilmiştir

Hamdi DÖNDÜREN

el-GANÎ

Zengin olmak, başkasına ihtiyacı olmamak anlamına gelen "Gınâ" mastarından sıfat olan Allah'ın güzel isimlerinden biri el-Ganî ismi ve sıfatı Kur'an-ı Kerîm'de yedi yerde Allah hakkında kullanılmıştır

Allah'ın ganî olması, zat ve sıfatları itibariyle başkasından müstağnî olması anlamındadır Gerek zat ve sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir sûrette, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bunun yanında herşeyin kendisine muhtaç olduğu tek zengin O'dur:

"Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız; Allah ise, işte zengin ve hamde lâyık olan O'dur" (el-Fâtır, 35/15) "Allah zengindir, sizler fakirsiniz" (Muhammed, 47/38)

Allah'ın, başkasının kendisine ibadet etmesine de ihtiyacı yoktur İnsanların O'na inanıp ibadet etmeleri, kendisine bir yararı olmadığı gibi, inanmamaları ve emirlerine itaat etmemelerinin de kendisine bir zararı yoktur

"Ve Musa dedi ki: "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep nankörlük etseniz, iyi bilin ki Allah zengindir, (sizin Şükrünüze muhtaç değildir, zatında) övülmüştür" (İbrahim, 14/8): "Kim şükrederse kendisi için şükreder, kim nankörlük ederse muhakkak ki, Allah zengindir ve övgüye lâyıktır" (Lokman 31/12)

Allah'ın bu ismi Kur'an'da, diğer isimlerinden Halîm, Hamîd, Kerîm gibi isimlerle zikredilmektedir Böylece Allah'ın, başkalarına muhtaç olmamakla birlikte yaratıklara ve özellikle insanlara karşı ilgisiz, ihtimamsız olmadığı belirtilmektedir Allah, "rahmet sahibi gânîdir" (Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, İstanbul 1987, s 206)

Allah'ın ibadetlerimize bir ihtiyacı yoktur Kur'an-ı Kerîm bunu gayet açık ve birçok ayetinde ifade etmektedir: O'nun rızası için kesilen "kurbanlık hayvanların ne etleri, ne kanları Allah'a ulaşmaz; O'na ancak sizden takva ulaşır" buyurur (el-Hacc, 22/37) O halde insan Allah'a kulluk ederken, O'nun emirlerini yerine getirirken Allah'a minnet etme gibi bir duyguya kapılmamalıdır

Kula yaraşan, Rabbini bu şekilde tanıması; O'na muhtaç olduğunu hatırından çıkarmaması, bütün ihtiyaçlarında O'na yönelmesidir

M Sait ŞİMŞEK

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.