İslam Ansiklöpedisi (G) |
11-04-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (G)İslam Ansiklöpedisi Gasl, Gasl-i Meyyit Yıkama, temizleme; müslüman ölüyü yıkama anlamında bir fıkıh terimi Ölünün yıkanması dirilere farz-ı kifâyedir Yıkamak için niyet edilir, besmele çekilir, ölünün elbiseleri çıkarılır, avret yerleri örtülür ve yüksekçe bir yere yatırılır Ölüye namaz abdesti aldırılır, ancak ağzına ve burnuna su verilmez Abdestten sonra önce başı ve (varsa) sakalı yıkanır Yıkamaya sağdan başlanır Sol tarafına çevrilip yıkandıktan sonra sağ tarafına çevrilip yıkanır Sonra oturtulur ve karnı ovulur, ön veya arkasından bir şey çıkarsa yıkanır, bu takdirde tekrar abdest aldırılmaz Her uzvu üç kere yıkamak sünnettir Yıkama işlemi bitince ölü havlu ile kurulanır, baş ve sakalına güzel kokular sürülür Yıkama işlemi sırasında güzel koku kullanılır Teneşir tahtası buhurlanır ve tütsülenir Bu, ölüye ta'zim içindir Ölü yıkayıcının elini bir bezle örtmesi müstehabdır Kaynatılmış suyla birlikte sidr veya çöven kullanılması, baş ve sakalın hatmi veya sabunla yıkanması gerekir Meyyitin tırnağı kesilmez ve saçı taranmaz Gassâl (gâsil; yıkayıcı) veya gâsile, meyyitle kapalı yerde kalır (el-Fetevâyı Hindiyye, I, 158 vd; Fethu'l-Kadîr, I, 449) Savaş alanında şehid olmamış her ölünün yıkanılması farzdır Vücudunun bir parçası bulunan ölü, İmam Şâfiî, Ahmed ti Hanbel, İbn Hazm'a göre yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır; İmam Ebû Hanife ve İmam Mâlik'e göre ise vücudun yarıdan çoğu bulunursa yıkanır Şehidler yıkanmaz, kanlarıyla gömülürler Ancak, savaşta şehid düşenler dışındaki taundan, boğularak, zatürre, karın hastalığı, yanarak, göçükte, doğumda, malı uğruna, canı uğruna, ailesi uğruna öldürülen şehidler yıkanırlar Çünkü suikastla şehid düşen Hz Ömer, Hz Osman ve Hz Ali'nin cenazeleri yıkanmıştır Gassâl (yıkayıcı)'ın emin, sâlih, güvenilir olması gerekir Yıkama esnasında ölü ile yıkayıcıdan başkasının bulunmaması mendupdur Hanefî mezhebine göre erkek, ölen hanımını yıkayamaz Hz Ali'nin Fâtıma (ra)'yı yıkadığı rivayet edilir Ölü kadının saçları örgülüyse çözmek mendubdur; yıkandıktan sonra tekrar örülür, arkaya salınır Kadının kocasını yıkaması caizdir Hz Ebû Bekir'i (ra) eşi yıkamıştır Esas alarak erkek erkeği, kadın kadını yıkar Ölünün yıkandıktan sonra secde yerlerine kâfur sürülür Çünkü bu an meleklerin hazır olduğu andır ve kâfur kullanmaktan maksat ölüyü soğutmak, ölünün bedenini dinç tutmak, bozulmadan ve böceklerden korumaktır (Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, I, 365) Su bulunmazsa ölüye teyemmüm yaptırılır Teyemmüm, bir erkeğin kadınlar içinde veya bir kadının erkekler içinde öldüğü durumlarda da yapılır İcmâa göre kadınlar, çocukları yıkayabilirler Yine sünnete göre, ölünün tütsülenmesi ve yıkanma sayısı tek olmalıdır; bir, üç, beş gibi Bir yerde tek yıkayıcı varsa onun ücret istemesi caiz olmaz (Mehmet Zihni, Nimet-i İslâm, 422) Ölünün techiz ve defni süratle yapılmalıdır Bir meyyitin yıkanmasının bazı şartları vardır: Müslümanlık, bebeklerde düşük olmamak, vücudundan bir parçanın olması ve Allah yolunda öldürülen şehidlerden olmaması Bir müslüman, kâfir bir ölüyü yıkamaz ancak onu gömebilir Şâmil İA GÂŞİYE SÛRESİ Kuran-ı Kerim'in ****ensekizinci suresi Mekkî olup yirmialtı ayettir İsmini ilk ayette geçen "gâşiye" (kaplayan) sözcüğünden almaktadır" Fasılası hâ, ayn, te, râ, mîm harfleridir Gâşiye, "bütün yönleriyle hata eden şey anlamındadır ve burada kıyamet karşılığında kullanılmıştır Çünkü kıyamet, gelmiş geçmiş bütün insanları kapsar "Gâşiye" ayrıca insan ve hayvanları saran bela anlamına da gelir ki, kıyamet de insanları korku ve dehşetle sarar (Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XXXI/150) Gâşiye suresi, ilk inen surelerdendir Mekke halkı, ahirete inanmıyordu Bu nedenle sure, kıyamete dikkat çeken: "(Şiddet ve dehşetiyle herşeyi) sarıp kaplayacak olan (o felâket)in haberi sana geldi mi?" soru cümlesiyle başlar Dikkatleri kıyamete doğru çeviren bu cümleyle cehennemliklerin durumları anlatılmaya başlanır: "Yüzler var ki o gün korku içindedir, eğilir Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur Kızışmış ateşe girerler Kaynamış bir gözeden su içirilirler Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur Ne besler, ne de açlığı giderir" (2-7) Cehennem ehlinin durumu bu ayetlerle tasvir edildikten sonra sıra cennet ehlinin durumunu anlatmaya gelir: Kur'an'ın anlatım metodu böyledir Zıtları yanyana zikrederek onları gözler önüne serer ve mukayese imkânı verir Cennet ehlinin durumu ise şöyle anlatılır: "Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu (Dünyadaki) çalışmasından memnun Yüksek bir cennettedirler Orada boş söz işitmezler Orada akan bir kaynak vardır Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar vardır" (8-16) Cehennemliklerin durumlarıyla cennetliklerin durumlarının anlatıldığı şekilde gerçekleşmesi için, bunları söyleyenin böyle bir şeyi yerine getirebilecek kudrete sahip olması gerekir Bu sebeple surenin burasında Allah'ın söylenenleri gerçekleştirmeğe kadir olduğuna dair deliller serdedilir Bunlar dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun her insana hitap eden delillerdir: " Bakmıyorlar mı deveye nasıl yaratıldı? Göğe: Nasıl yükseltildi? Dağlara; Nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?" (17-20) Dünya hayatında bunları yaratmağa kadir olan Allah, söylediklerini ahirette gerçekleştirmeğe de kadirdir Hakikatler, gözler önüne böyle serilir Dünya imtihan yurdu olduğundan, herkes orada cennet ya da cehenneme götüren yollardan herhangi birini seçmekte serbesttir Sure bu hususu ifade etmekle son bulur: "(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin; onların üzerinde zorlayıcı değilsin Ancak kim yüz çevirir ve inanmazsa Allah ona en büyük azabı çektirir Muhakkak dönüşleri bizedir Sonra onların hesabını görmek bize düşer" (21-26) Art niyetli kimseler, bu son ayetlerde anlatılanlardan hareketle Kur'an ve hadislerde emredilen dünyevî emir ve cezaların bir öneminin olmadığını ileri sürerek İslâm dininin dünyevî emirlerinin bulunmadığını; ceza ve mükâfatın sadece ahirette olacağını ileri sürerler Oysa ayetler, inanç konusunda bir zorlamanın olamayacağını ifade etmektedir Kişi, İslâm dinini kabul ettikten sonra, cezayı gerektirecek bir suç işlediğinde, onun cezasının İslâm devleti infaz eder Nitekim Hz Peygamber (sas)'in kendisi bu tür cezaları uygulamıştır M Sait Şimşek GAVS, GAVSU'L-ÂZAM Tasavvufta kâinatın yönetiminden sorumlu olduğuna inanılan velîler örgütünün başı Kutub ve kutbu'l-aktâb (kutublar kutbu) da denir Manevî makamı esas alındığında daha çok kutup ya da kutbu'l-aktâb denildiği halde, özellikle kendisinden yardım istenilmesi durumunda "yardım eden" anlamında gavs ya da gavsu'l-âzam (en büyük gavs) olarak anılır Ancak gavs ve kutub kelimeleri mücerret olarak kullanıldığında gavsu'l-âzam ve kutbu'l-aktâb anlaşılır Gavslık makamına ibâdet ve riyâzetin çokluğu ile ulaşılmaz; doğrudan doğruya Allah'ın bağışı neticesinde elde edilir Mutasavvıflara göre gavs ya da gavsu'l-âzam (eşanlamda kutub ve kutbu'l-aktâb) hakikat-i Muhammediye (Muhammedî hakikat)'ın mazharıdır Bütün kâinatın kalbi mesabesindedir Değirmen taşının milin (kutb) çevresinde dönmesi gibi kâinat da gavsın çevresinde döner Kâinat içindeki bütün varlıklar hayat ruhlarını gavstan alırlar Cebrâil onun nefs-i nâtıkası (ruhu, konuşması); Mikâil kuvvei câzibesi (çekme gücü) ve Azrâil kuvve-i dâfiası (itme gücü) hükmündedir Kâinatta dilediği gibi tasarruf eder Tasarrufu ilmine; ilmi, Allah'ın ilmine tabidir Zâhiriyle âlemin zâhirini, bâtınıyla âlemin bâtınını idare eder Bazı mutasavvıflar gavslık (gavsiyet, kutbiyet) makamını ikiye ayırırlar Birinci makam: İrşâd, ikinci makam: Vücud makamını oluşturur İrşâd makamı, nübüvvetin bâtınını; vücud makamı da son nebi Hz Muhammed'in bâtınını temsil eder İrşâd makamı birden çok gavs tarafından temsil edilebilir, dolayısıyla aynı anda birçok gavs bulunabilir Fakat vücud makamı ancak tek gavs tarafından işgal edilebilir; bu nedenle her yüzyılda ancak bir vücud gavsi vardır Bu tarifte vücud gavsı, gavsu'l-âzam demektir Gavsu'l-âzam'a ayrıca Abdullah, Abdu'l-Câmi adları da verilir Gavs'ın ya da gavsu'l-âzam'ın başkanlık ettiği veliler örgütüne ricâlu'l-gayb (gayb adamları, gayb erenleri) denir Bunlar, Kur'an'ın, "Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar (revâsi) yerleştirdik" (Kaf, 50/7) ayetinde andığı "dağlar" mesâbesindedir Ricâlullah, merdân-ı huda, merdân-ı gayb, hükûmet-i sûfiye gibi adlarla da anılan ricâlu'l-gayb örgütünde gavs'ın altında İmaman (iki İmam) bulunur Sağdaki imama, İmam-ı yemîn, soldaki imama; İmam-ı yesâr denir İmam-ı yemîn, gavs'ın hükümlerinin, imamı yesâr gavs'ın hakîkatinin mazharıdır Gavs öldüğü zaman yerine İmam-ı yesâr geçer Üçler de denilen gavs ile imaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten evtâd-ı erbaa (dört direk) bulunur Daha aşağıda ise nüceba (necibler, sekiz ya da kırk veli) ve nükebâ (nakibler, denetçiler, on ya da üçyüz veli) yeralır Başka bir tasnife göre, ricâlu'l-gayb toplam dörtbin velîden oluşur Bunlar halktan gizlidirler (mektûm) Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen üçyüz velî, ilk üst grubu oluşturur Ahyâr, işlerin yapılmasına ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd velîler, komutan velîlerdir Bunların üstünde kırk velîden oluşan ve abdâl, büdelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen yedi velî yer alır Örgütün en üst mertebelerini de dört velîden oluşan evtâd (direkler); üç velîden oluşan nükebâ (denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak kâinatı idare ederler Mutasavvıfların gavs ve ricâlu'l gayb hakkındaki inançlarının Kur'an ve sünnet ile temellendirilmesi mümkün değildir Bu nedenle İslâm bilginleri, özellikle hukukçular gavs ve ricâl inancını reddetmişlerdir İbn Haldun Mukaddime'sinde bu inancın tasavvufa, imamlara ulûhiyet atfeden aşırı Şiî fırkalardan İsmailiye'den geçtiğini belirtir Aynı inanç Osmanlılar döneminde de tartışılmış, aleyhte fetvalara konu olmuştur Sözgelimi Şeyhülislam Sa'dî, gavs ve ricâl inancının küfür olduğu yolunda fetva vermiştir Ahmed ÖZALP GAYB, GAYB ÂLEMİ Hazır bulunmayan, gizli olan Duyu organlarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak ulaşılamayan"bilgiyle kuşatılamayan, müşâhede alanının dışında kalan her şey Taberî'ye göre bütün mümkünler gaybı oluşturur Kur'an gayb kelimesini, insanların içlerinde taşıdıkları şeyleri, gelecekleriyle ve dönecekleri yerle ilgili hususları, geçmişte kalmış kişi ve olayların bilgisini, insan dışı varlılar dünyasını, ahiret hayatını ve gelecek olayları içine alacak biçimde hep hazır olanın zıddı anlamında kullanılır Râğıb el-İsfâhânî şu tarifi verir: "Gözle görülemeyen, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisinin dışında olan" (el-Müfredât, III, 192) Müşâhede alanının dışında olması, gaybın insanlarca bilinememesini ifade eder Bu nedenle Kur'an sürekli gaybın yalnız Allah tarafından bilinebileceğini anlatır: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/65) "Gayb, Allah'ındır" (Yunus,10/20) "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları Allah'tan başkası bilmez" (el-En'âm, 6/59) Ayrıca Hz Peygamber'e de, "Ben size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum Gaybı da bilmem"(el-En'âm, 6/50) demesi buyurulur Kur'an'da elliden fazla ayet gaybı yalnız Allah'ın bilebileceğiyle ilgilidir Kur'an, gaybın Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirtmekle birlikte peygamberleri ayrı tutar: "Allah sizi gaybe muttali kılacak değildir; ancak Allah rasûllerinden dilediğini seçer" (Âl-i İmrân, 3/179) "Gaybı bilen O'dur Gizli bilgisini kimseye göstermez; ancak razı olduğu resule gösterir" (el-Cin, 72/26-27) Ne var ki, ayetlerden de anlaşılacağı gibi resullerin gaybe ilişkin bilgileri Allah'ın bilgilendirmesinden dolayıdır; yoksa onlar da gaybı kendi güçleri ile bilemezler Allah, Kur'an'la Hz Peygamber'e gayb bilgilerini bildirmiş, açıklamıştır Nitekim Kur'an'da "bu, gayb haberlerindendir, sana vahyediyoruz" (Âl-i İmrân, 3/44, Nûh, 11/49) buyurulmaktadır Bu özelliği nedeniyle Kur'an, Allah tarafından "gayb" olarak adlandırılır: "O, gaybdan (Kur'an'dan) dolayı itham altında tutulamaz" (et-Tekvîr, 81/24) Bu ayetlere dayanan bazı İslâm bilginleri Hz Peygamber'e bildirilen gayb bilgilerinin Kur'an'la sınırlı olduğunu, Kur'an dışında herhangi bir gayb haberi bildirilmediğini savunurlar Buna karşılık İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu Hz Peygamber'e Kur'an dışında da vahiy geldiğini (vahy-i gayri metluv), dolayısıyla Kur'an dışında kalan bazı gayb bilgileri verildiğini kabul ederler Bu gayb bilgileri de hadislerce aktarılır Müfessirler gaybı ikiye ayırarak birincisine "mutlak gayb", ikincisine de "izâfî gayb" adını verirler Mutlak gaybı Allah'ın zatı, meleklerin mâhiyeti, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi insanın kendi imkan ve yetenekleriyle hiçbir şekilde bilgisine ulaşamayacağı alan oluşturur İzâfi gayb ise yer, zaman, imkân ve yetenek gibi nedenlerle bazı insanların bilgisine ulaşamadığı, buna karşılık bazı insanların bilgisi içinde olabilen olay ve olgulardır Hakîkat, asıl âlem olan gayb âlemidir Bu dünya onun bir tecellisidir Hakîkat görülmez; görülen onun görüntüsüdür Tıpkı ışık, ısı, ses, koku, tat gibi (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I,172 vd) Allah ve Resulu dışında hiç kimsenin mutlak gayb olan âlemle ilgili şeyler bilmesi mümkün değildir: Sihirbazların ve onların yardımcıları olan şeytanların gaybı bilmesi mümkün değildir Kur'an onlar için "kulak hırsızları" (el-Hicr, 15/18) der Ahmet ÖZALP GAYR-İ MENKUL Taşınmaz mallar Akar denilen konut, dükkan, arsa, işyeri ve benzeri, başka yere taşınması mümkün olmayan mallar Arsa üzerindeki binalar, ağaçlar da o arsaya tabi olacaklarından, onlar da gayr-i menkul sayılırlar "Akar" da fıkıh ilminde gayr-i menkul demektir Fakat akar kelimesi kiraya verilip, gelir getiren mallar için kullanılmaktadır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kâmûsu VI, 10) Gayr-i menkulün zıddı "menkuldür" Bu tür malların, gayr-i menkulün aksine bir yerden diğer bir yere taşınmaları mümkündür Meselâ; paralar, hayvanlar gibi ölçülebilen ve tartılabilen mallar menkul mallardır Gayr-i menkul içinde bulunan mallar da, satış işleminde, gayr-i menkule tabidir Şöyle ki, satış işlemi yapılan bir beldenin örfünde satılan şeyin şâmil olduğu herşey, beraber satıldığı açıkça söylenmese de, satılan şeye dahil olarak beraber satılmış olur Meselâ bir ev satılınca, onun bölümleri, kileri, ahır, kapı ve pencereleri vb şeyler de satışa girdiği gibi; bir bahçe satıldığı zaman içinde elma ağaçları varsa, sözkonusu bahçenin satışına orada bulunan elma ağaçları da girmiş olur Alış işlemleri tamamlandıktan sonra, satıcı kalkıp, müşteriye, ben sana sadece evimi satmıştım, kileri vermem, veya bahçeyi satmıştım, elmaları vermem diyemez Böyle bir iddia geçersizdir Menkul malların satışının caiz olabilmesi için kabz (malın alıcının tasarrufuna geçmesi) şartı vardır Halbuki gayr-i menkul mallarda kabz şart değildir Şayet kabzdan önce helâk olma tehlikesi varsa o zaman mal menkul hükmünde olur Çünkü, gayr-i menkulün helâki nadirdir Menkul bir malın kabzından önce satılması, kiraya verilmesi, köle ile mukâtep yapılması iltifakla caiz değildir (İbn Âbîdin, Reddu'l-Muhtâr, Çev, Mehmet Savaş, XI, 48) Talat SAKALLI GAYR-İ MÜSLİM Müslüman olmayan, İslâm'ın dışında başka bir dine mensup kişi İnsanlar inanç bakımından iki gruba ayrılır: Hz Muhammed'in peygamberlerin sonuncusu (el-Ahzâb, 33/40) ve bütün insanlığın peygamberi (el-A'râf, 7/158; Sebe', 34/28) olduğuna inanan kimselere müslüman; Hz Muhammed'in peygamberliğine inanmayan kimselere de gayri- müslim denilir Bu tanıma göre ehl-i kitap olanlar (yahudiler ve hristiyanlar), mecusiler, dehriler, sâbiîler, mürtedler, müşrikler gayri-i müslim sınıfına girmektedirler İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslimlerle müslümanlar arasında birçok münâsebetler vardır Bunlar iki grupta ele alınabilir: Zımmîler: Zımmî kelimesi, zimmet kökünden türemiştir Sözleşme, antlaşma anlamlarına gelir Istılahta ise; antlaşma sonucu sürekli olarak İslâm ülkelerinde ikamet etme hakkına sahip olanlara zımmî; müslümanlarla gayr-i müslimler arasında yapılan bu sözleşmeye de zimmet akdi denilir Mekke'nin fethinden önce yapılan akitler sürekli olmamıştır Yahudilerle ve Mekke müşrikleriyle yapılan sözleşmeleri örnek olarak gösterebiliriz Bu sözleşmeler belirli bir müddet sonra sona ermiştir Ancak, Mekke'nin fethinden sonra nâzil olan "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulumün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle, küçülüp boyun eğerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (et-Tevbe: 9/29) ayetiyle gayr-i müslimlerden cizye alınmasına işaret edilmiştir Dolayısıyla zimmet akitleri Mekke'nin fethinden sonra yapılmıştır Gayr-i 'müslimlerden bazılarıyla zimmet akdi yapılamaz; mürtedlerle bu akdin yapılması mümkün değildir Hanefi fukahâsı putperest Araplarla bu akdin yapılamayacağı görüşündedir İmam Şâfiî ve İmam Hanbel'e göre ehl-i kitap ve mecusiler dışındaki gayr-i müslimlerle bu akit yapılamaz Evzâî ve İmam Mâlik'e göre bütün gayr-i müslimlerle bu akit yapılır Gayr-i müslimler şu yollardan biriyle İslâm tebaasına girer ve zımmî olurlar: İzinle İslam ülkesine girdikten sonra bu ülkeden haraç arazisi satın alanlar ve bu araziyi işletenler; ikamet izni bittiği halde ülkeyi terketmeyenler; evlenerek erkeğin tebaasına katılan kadın (Kadın, ikamet vb konularda kocasına bağlı olur) Cizye vermeyi kabullenen fethedilen ülke halkı İslâm ülkesi tebaasına giren bir zımmînin tebaalığını kaybetmesi için şu suçları işlemesi gerekmektedir: Müslüman bir kadınla zinâ etmek; müslümanlara savaş açmak; müslümanların inançlarını ifsat etmeye kalkışmak; devlet düzenine karşı çıkmak; cizye vermemek Zımmîler devlet başkanı, ordu komutanı ve hâkim olamazlar Çünkü bu görevler doğrudan doğruya müslümanlarla ilgilidir Dünyevî işlerde zımmîlerden bildikleri konularda yararlanılabilir İslâm tebaasına giren Zimmîlere seyahat, ikamet, din ve vicdan hürriyetiyle birlikte eğitim, çalışma, sosyal ve kamu hizmetlerinden yararlanma hakkı da verilmiştir Zımmîlerin İslâm devletine karşı bazı yükümlülükleri vardır; bunlar, malî ve diğer yükümlülükler olmak üzere ikiye ayrılır Malî yükümlülüklerin başında cizye gelmektedir Cizye almak nassla sabittir (et-Tevbe, 9/29) Peygamberimiz (sas) düşmanla karşılaşan ordu komutanlarından şu üç emrin yerine getirilmesini ister: İslâm'a davet etmek, cizye istemek, savaşmak (Ebû Dâvûd Cihâd, 83) Her zımmîden cizye alınmaz; bunun belirli şartları vardır: Cizye, ergenlik çağına gelmiş erkeklerden alınır Kadınlar ve köleler cizye ödemezler Kör, kötürüm, yoksul ve çalışamayanlardan Şafiîlere göre cizye alınır, diğer mezheplere göre cizye alınmaz Bazı mezheplere göre, gayr-i müslimlerin din adamlarından, çalışamayacak durumdaki çiftçilerden de cizye alınmaz Devletin koruma görevini yerine getirememesi, zımmînin müslümanlarla birlikte ülke savunmasına katılması, cizye ödemeyi engelleyen durumların ortaya çıkması, ölüm hâli ve zımmînin müslüman olması gibi hallerde cizye borcu düşer Harac, ictihad yoluyla alınan bir vergidir Bir tür vergi bazan attırılabilir, bazan da azalır Devletlerarası ticaretlerden alınan vergiye de "uşûr" adı verilir Gayr-i müslimler, müslümanları kendi dinlerine davet edemezler; müslümanları küçük düşürücü davranışlarda bulunamazlar; kılık ve kıyafetleri yönüyle müslümanları taklid edemezler; yasaklanan fiilleri işleyemezler; haram olan şeyleri müslümanlara satamazlar Müslümanlarla ilişki içinde bulunan gayr-i müslimlerin diğer bir grubuna da "müste'men" adı verilir; "güven içinde olan, emân verilen, güvenliğe kavuşan" anlamlarını ifade eder Terim olarak anlamı; belirli bir süre için İslâm ülkesine girmek ve orada emin olarak kalabilmek için kendisine izin verilmiş olan gayr-i müslime bu ad verilir Kur'an'da "Eğer müşriklerden biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır" (et-Tevbe, 9/6) ayeti bu konuya delil teşkil etmektedir Müste'menler dört sınıfa ayrılmaktadırlar: Elçiler, tüccarlar, ilim tahsilinde bulunanlar, ziyaret ve gezmek amacıyla gelenler Emânın nasıl, kimlere ve kimler tarafından verildiğini şöylece özetleriz: 1- Özel emân: Bir kişiye veya küçük bir gruba verilen emândır Bu emânı, büluğ çağına gelen herkes verebilir: Hanefilere göre bu emânı müslümanlarla aynı safta savaşan zımmîler bile verebilir 2- Genel emân: Büyük bir topluluğa, yerleşim bölgesine verilen emândır Hanefilere ve Şâfiîlere göre bunu ancak devlet başkanları verebilir 3- Örf ve âdete göre verilen emân: Bunlar,' kendilerine emân verilmediği halde emân verilmiş olanlardır Yanlarında bulunan mektuplar, ticaret mallan müste'men sayılmasına delâlet eder Bunlar; elçiler ve tüccarlardır 4- Antlaşmadan doğan emân: Antlaşma yoluyla elde edilen emândır 5- Yakınlık yoluyla emân: Bir şahsa verilen emân onun çocuklarını da içine alır Emânın sona ermesi müste'menin İslâm ülkesinden çıkıp harp ülkesine girmesiyle başlar Bunlar İslâm ülkesinin vatandaşı değildir Hanefîlere göre, müste'menlere Allah hakkından ve kamu haklarından dolayı ceza verilmez Hırsızlık, soygun gibi İmâm Şâfiî'ye göre ise ceza verilir Müslümanların veya gayr-i müslimlerin hayata karşı işledikleri suçlarda suç işleyenin durumu göz önüne alınır Suçu işleyenin kimliğine göre farklı cezalar uygulanabilir Bir müslümanla bir gayr-i müslim, veya bir mürted aynı cezaya çarptırılmaz Bazı hukukî farklılıklar ortaya çıkar; ama hiçbir zaman gayr-i müslime haksızlık yapılmaz Evliliklerde din olgusu önemli bir meseledir Müslüman bir erkeğin ehl-i kitap bir kadınla evlenmesinde sakınca yoktur (el-Mâide, 5/5) Müslüman bir erkek müşrik kadınla evlenemez İmanlı bir cariye müşrik kadına tercih edilmektedir (el-Bakara, 2/221) Müslüman kadın müşrikle evlenemez (el-Bakara, 2/221) Ailede etkin kişinin erkek olduğu düşünüldüğünde müslüman bir kadının ehl-i kitaptan bir erkekle evlenmesine izin verilmemiştir Gayr-i müslimlerin kendi aralarındaki evlilikleri mûteber kabul edilmiştir Bunların kendi aralarında belirlemiş oldukları mehirler mûteberdir, geçerlidir Müslüman erkekle evlenmiş olan gayr-i müslim kadın, kocasından boşandığı zaman müslüman kadının iddetine tabidir Müslüman bir erkekten boşanan müslüman bir kadın kocasından nasıl nafaka alıyorsa, gayr-i müslim bir kadın da müslüman bir erkekten ayrıldığı zaman müslüman kadın gibi, nafaka alır Ehl-i kitabın yiyecekleri müslümanlar için helâldir Kur'an'da, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, 5/5) buyurulmaktadır Gayr-i müslimlerle insanî ilişkiler sürdürülür; hastaları ziyaret edilir, hediyeleşilir, selamlaşılır; dünyevî konulardaki bilgi ve becerilerinden yararlanılır komşuluk münasebetleri sürdürülür Cemil ÇİFTÇİ |
İslam Ansiklöpedisi (G) |
11-04-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (G)Gümüş Yüzük Erkeklerin gümüş yüzük takınması icmâ ile caizdir Abdullah İbn Ömer der ki: Resulullah (sas) gümüşten bir yüzük edindi Bu yüzük onun elinde idi Sonra Ebû Bekir'in, ondan sonra Ömer'in ve ondan sonra Osman'ın elinde bulundu Nihayet Hz Osman zamanında Eris kuyusuna düştü Üzerinde Muhammedûrresulullah yazılı idi (Müslim, Libâs, 54) Yine İbn Ömer (ra) şöyle der: Peygamber (sas) attın bir yüzük edindi Sonra onu bıraktı Bilahere gümüşten bir yüzük edindi ve onun üzerine "Muhammedûrresulullah" nakşettirdi ve "Benim bu yüzüğümün nakşı üzerine kimse nakış yapmasın" buyurdular Onu taktığı vakit, taşını avucunun içine çevirirdi Muaykib (ra)'den rivayet edilen hadise göre Eris kuyusuna düşen yüzük odur (Müslim, Libâs, 55) Peygamber efendimiz, gümüş yüzüğü aynı zamanda mühür olarak kullanmıştır Enes b Mâlik şöyle der: Hz Peygamber (sas), Kisra (Fars İmparatoru), Kayser (Rum İmparatoru) ve Necâşî (Habeşistan Kralı)'na, onları imana davet için mektup yazmak istedi Kendisine, "Onlar mühürsüz mektup kabul etmezler" denilince gümüşten halka bir yüzük yaptırdı ve üzerine "Muhammedûrresulullah" cümlesini nakşettirdi (Müslim, Libâs, 58) Ulemâ, Resulullah (sas)'in yüzük taşının akik veya göz boncuğundan olduğunu söylemişlerdir (Bunların ikisi de Habeşistan ve Yemen'den çıkarılır) Bazen de kara taşlı bir yüzük taşımıştır Ayrıca Peygamber Efendimiz yüzüğünü bazen sağ bazan da sol elinin küçük parmağına takıyor ve taşını avuç tarafına çeviriyordu Enes b Mâlik (ra) şöyle der: Resulullah (sas) sağ eline gümüş yüzük taktı Yüzükte Habeşistan'dan gelmiş bir taş vardı Yüzüğün taşını avuç içine çevirirdi (Müslim, Libas, 62) Başka bir riveyette de sol elinin küçük parmağına işaret ederek "Peygamber (sas'in yüzüğü şunda idi" diyor (Müslim, Libâs, 63) Hz Peygamber, yüzüğün orta parmakla ondan sonra gelen parmağa takılmasını yasak etmiştir Hz Ali (ra), orta parmağıyla ondan sonra gelen parmağa işaret ederek "Resulullah (sas) beni şu veya bu parmağıma yüzük takmaktan alıkoydu" Hattabî, gümüş yüzük takmanın erkeklere ait bir prensip olduğunu dolayısıyla bana takmanın kadınlar için mekruh olduğunu söylemişse de, Nevevî bunu kabul etmemiş ve "Hattâbî'nin söylediği zayıf veya bâtıldır, aslı yoktur, doğrusu kadının gümüş yüzük takmasında kerâhet olmamasıdır" demiştir (Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 457) Bu konuda fıkıh kitaplarındaki açıklama genellikle şöyledir: Kadın ve erkeklerin gümüş yüzük takmaları caizdir Kadı, Sultan ve benzeri, yüzük kullanmaya ihtiyacı olanlar için sünnettir (Eskiden yüzüğü mühür olarak kullanıyorlardı) İhtiyacı olmayanların takmaması daha faziletlidir Sünnet olan, yüzüğün ağırlığının bir miskal veya daha az olması ve erkek için taşını avucun içine çevirmesidir Kadınlar ise böyle yapmazlar Çünkü yüzük onlar için zinet (süs)tür; erkekler içinse süs değildir Yüzüğün taşını akik ve yakut gibi kıymetli taşlardan yapmak ve üzerine kendi ismini veya Allah'ın ismini yazmak caizdir Ancak Allah'ın ismi yazıldığı takdirde helaya giderken yüzüğün ya çıkarılması veya sağ ele takılması gerekir (bk Abdullah b Mahmud, el-İhtiyâr, IV,159; bk Davudoğlu, age, IX, 457, Aynî'den naklen) Hulefâ-i Râşidînin de gümüş yüzükleri vardı ve üzerindeki yazılar şöyle idi: Hz Ebu Bekir: Allah ne iyi kudret sahibidir; Hz: Ömer: Vaiz (nasihatçı) olarak ölüm yeter; Hz Osman: Ya belâ ve musîbete sabredeceksin veya pişman olacaksın; Hz Ali: Mülk Allah'a aittir İmam Ebû Hanife'nin yüzüğünde ise: Ya hayrı (iyiyi) konuş veya sus; İmam Ebû Yusuf'unkinde: Kendi hissiyle hareket eden pişmanlık duyar; İmam Muhammed'inkinde: Sabreden başarıya ulaşır; Sabreden derviş muradına ermiş ibareleri yazılıydı (bk Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV,288) Abdulkerim ÜNALAN GÜNAH Allah'ın buyruklarına aykırı düşen, dinen suç sayılan davranışlar İslâm şerîatının ve temiz insan fıtratının yapılmamasını emrettiği hususlar Arapça'da günâh'ın karşılığında; İsm, zenb, isyan, cürm kelimeleri kullanılır İsm, günâhın tam karşılık anlamıdır Zenb (cürm), insanın Allah'ın rızasını kazanmasını engelleyen; isyan, Allah'a itaat etmemek-demektir (Cürcânî, et-Ta'rifât, s 9, 107, I51) Yahudî ve hristiyanlar dinlerinin birçok esaslarını bozdukları gibi günâh kavramım da kendi arzularına uygun olarak değiştirmişlerdir Yahudiler; Allah'ın seçilmiş kulları oldukları inancıyla, kendi ırklarından olmayan insanlara yaptıkları kötülükleri mübah kabul ederler Kendilerinin cehennemde sayılı günler kalacaklarına, sonra yalnızca kendi ırklarının cennete gireceğine inanırlar Bu materyalist millet eskiden günâh keçisi adını verdikleri bir keçiyi sırtına günâhlarını yükledikleri gerekçesiyle çöle salarlar ve böylece günâhlardan kurtulduklarına inanırlardı Hristiyanlar Hz Âdem (as)'ın işlediği ilk günâhtan dolayı bütün insanların günahkâr doğduğuna; Hz İsa (as)'ın kendisini feda ederek insanların günâhlarım temizlediğine inanırlar Hz İsa (as)'ın ölümünü temsil eden vaftiz ayini ile çocukların günahlarından temizlendiğini kabul ederler Bağışlama yetkisini böylece Tanrının elinden alan hristiyanlar, insanları sonraki dönemlerde kontrol etmek için günâhlarını papazlara itiraf ettirmek süretiyle bağışlarlar Bu işleme Hristiyanlıkta "günâh çıkarma" denir İlk defa dördüncü Latran Konsili'nde (1215) ergenlik çağına giren her hristiyan için yılda bir defa günâh çıkarma kararı alınmıştır Papazların kiliselerde günâh çıkardıkları özel yerlere günâh çıkarma hücreleri denilir Bu hücreler kiliselere 16 yüzyıldan itibaren eklenmiştir İslâm, bir ırk ve sınıfın imtiyazını, insanların günâhlı doğduklarını, günâhların şahıslar tarafından affedilebileceğini kabul etmez "Yahudiler, "Ateş bize sadece sayılı günler dokunacaktır" derler De ki böyle olacağına dair Allah'tan bir söz mü aldınız" (el-Bakara, 2/80) "Doğan her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar Sonra anası-babası onu yahudî, hristiyan veya mecusi yapar" (Buhâri, Cenâîz, 80; Müslim, Kader, 22) "Annesinden doğan her insan fıtrat üzerine tertemiz doğar" (Müslim, Kader, 25) İslâm, insanın bir başkasının yaptığından, gücünün yetmediğinden sorumlu olmadığını kabul eder Kişinin sorumlu olabilmesi için olgunluk yaşında ve aklının başında olmasını şart koşar Kişi kendi hür iradesi ile, isteyerek yaptığı işlerden sorumludur Dileme ve tercih etme insana aittir İşin varlık âlemine çıkması ise Allah'ın yaratması iledir İnsan o işin meydana gelmesine sebep olan irade etme ve bunun sonucu olarak o amele meyletmekten sorumludur: Ayrıca Allah, unutarak liata ile, bilmeyerek, uykuda uyuyup kalmak süretiyle meydana gelen günâhlardan da insanı sorumlu tutmamaktadır İslâm, insanın günâh işlemesiyle sonuna kadar kötü kalacağını kabul etmez İnsanın günâhının affedilmesini başkalarının tasarrufuna bırakmaz Kulun Allah'a tövbe etmesi, her yerde, her zaman mümkündür "Allah kullarının tövbelerini kabul eder ve yaptıkları günâhları bağışlar" (eş-Şûrâ, 42/25) Hz Peygamber (sas) de insanları tövbe etmeye teşvik etmiştir: "Bütün insanlar hatalıdır; hatalı insanların Allah katında en makbul olanları tövbe edenleridir" (et-Tac, V, 151) Günâhlarda ısrar etmek, hakkın aynası olmak için yaratılan iman yeri olan kalbi karartır Günâh kalbe işleyip onu karartarak iman nurunu oradan çıkarıncaya kadar katılaştırır Her bir günâhın içinde küfre gidecek bir yol vardır Günâh istiğfar (tövbe) ile hemen yok edilmezse, kalbi kötülüğe sürükler ve Allah'ın itaatinden çıkmış bir kalp hâline getirir Günâh düşünceden pratiğe geçmemişse cezası olmaz Resulullah (sas), " Allahu Teâlâ ümmetimden nefislerinde yapmayı arzuladıkları şeyleri yapmadıkları ve konuşmadıkları müddetçe affetti (Buhârî, VII, 59) buyurmuştur Sorumluluk ve ceza açısından günâhlar kebâîr ve sağîr diye iki kısma ayrılır Kebâir (büyük günâhlar): Allah'ı tanımaya engel olan ve yapılması hâlinde şer'î ceza gereken veya Allahu Teâlâ'nın cehennem azabıyla tehdit ettiği günâhlardır Bir başka görüşe göre Allah'ın yasakladığı her şey büyük bir günâhtır Büyük günahların sayısı hadis rivayetleri gözönünde bulundurularak, yedi, dokuz, yetmiş, ikiyüz olarak tespit edilmiştir (Şerhu Akideti't-Tahâviyye, s 370, 371) Büyük günâhların belli başlıları şunlardır; Allah'a ortak koşmak, adam öldürmek, zina iftirasında bulunmak, zina etmek, islâmî cihaddan kaçmak, sihir yapmak, yetimin malını yemek, ana-babaya karşı gelmek, Mekke'nin hareminde günâh işlemek, faiz yemek, hırsızlık yapmak, içki içmek, kumar oynamak Bir müslüman hatife almadan, kalbinde tasdik olduğu halde büyük günâh işlerse, dinden çıkıp kâfir olmaz Ehl-i sünnet, büyük günâh işleyen kimsenin kâfir olmayacağını, cehennemde ebedî kalmayacağını, tövbe etmeden ölürse dahî, Allah dilerse fazl-ı keremiyle onu affedeceğini, dilerse adâletiyle cehennemde ona azap edeceğini kabul eder (Şerhu Akideti't-Tahâviyye s 370) Kebâirin (büyük günâhların) en büyüğü Allah'ı tanımamak, zatında, sıfatında ve fiillerinde O'na ortak koşmaktır Buna ekberu'l-kebâir denir "Allah kendisine şirk kovulmasını kesinlikle affetmez Bunun dışındaki günâhları dilediği kimseler için affeder" (en-Nisâ, 4/48) Allah'ın rahmetinden ümidini keserek serkeşlik yapmaya devam etmek veya azabından emin olarak günâha aldırış etmeden tövbe etmemek caiz değildir Mümin ne kadar günâh işlerse işlesin korku ve ümid arasında olmalı, rabbinden yüz çevirmemelidir "Ey günâhta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin; muhakkak ki Allah bütün günâhları bağışlar Şüphe yok ki O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir" (ez-Zümer, 39/53) " Fakat azabımın da pek acıklı bir azap olduğunu kullarıma haber ver" (el-Hicr, IS/50) Mu'tezile* büyük günâh işleyenin mümin olmaktan çıkacağını, iman ile küfür arasında (el-Menzile beyne'l-Menziteteyn*) kalacağını; tövbe etmeden ölürse ebediyyen cehennemden çıkmayacağını iddia eder Hâricîler * daha da ileri giderek küçük günâh işleyen müminleri* de küfür ile suçlamıştır Mu'tezile Kur'an-ı Kerîm'deki "Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası cehennemde uzun süre (hâliden) kalmaktır" (en-Nisâ, 4/33) ayetini delil gösterir Ancak Arab dilinde "Hâliden" kelimesi ebediyet anlamını ifade ettiği gibi, uzun müddet manasını da ifade eder Bu ayette geçen "hâliden"in uzun müddet anlamına geldiği, yukarıda zikredilen ayetteki (ez-Zümer, 39/53) anlam ile desteklenmiştir Bir mümin, kalbinde tasdik, dilinde ikrar olduğu halde günâh işler veya farzları yerine getirmede gevşeklik gösterir, fakat bu günâhların karşılığında cezayı da hak ettiğine inanıyorsa bu kişi günâhkâr mümindir Allahu Teâlâ'nın böyle bir insanı küfürle vasıflaması, mecâzîdir Yani nimeti inkâr, nankörlük manasındadır Bir müslüman günâhı helâl kabul eder veya yapmadığı farzı inkâr ederse gerçek anlamıyla kâfir olur İslâm'ın esasları ile hükmetmemek büyük bir günâhtır Eğer İslâm'ın devrini bitirdiği, çağımızda gereksiz olduğu inancı ile İslâm'ın hükümleri uygulanmıyorsa bu küfürdür İman-küfür meseleleri ve müminlerin tekfir edilmesi müstakil eserlere de konu olmuştur Sâlim el Behensavî'nin "el-Hükmü ve Kâdıyyetü Tekfiril-Müslim" adlı eseri bunlardan biridir Sağır (küçük günâhlar): Dünyada cezayı, ahirette de azabı gerektirmeyen küçük suçlardır Devamlı işlendiğinde küçük günâh küçük olmaktan çıkar Tövbe edilip mağfiret istendiğinde inşaallah affedilir Âlimler "Günâhın küçüklüğüne büyüklüğüne bakma, kime karşı suç işlediğine bak" demişlerdir Allah'ı tanımaya, kulluğa engel olan, Allah ile kulun arasına perde olan herşey günâhtır Günâhlardan sakınmak, farzları yapmaktan önce gelir Önce kalp günâhlardan temizlenir, sonra farzları yapmakla süslenir Günâhlar ve haramlar dinî duyguyu helâl helâk eder, zehirler Ancak bu zehirler görünürde bal gibidir; tatlı gelebilir fakat insanın manevî duygularını öldürür Unutulmamalıdır ki her nimet külfet karşılığıdır Cennet ve Cemâlullah'ı isteyenler nefse tatlı gelen günâhlara girmemek için birtakım külfet ve zorluklara katlanmak ve Allah'a sığınmak zorundadır Müminler ihsân sırrı ile Rabblerine kendilerini görüyormuş gibi kulluk ederler Sol omuzlarında günâhlarını yazan bir meleğin olduğunun şuuru içinde hareket ederler Güç yettiğince günâhlardan sakınıldığında Allah küçük günâhları affedecektir "Eğer size yasaklanmış şeylerin büyüklerinden kaçınırsanız, geri kalan günâhlarınızı diler ve sizi nimet ve ikramlarımızla dolu olan cennete koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O kimseler ki ufak tefek kusurlar hariç, günâhın büyüklerinden ve çirkin söz ve davranışlardan kaçınırlar Şüphesiz ki Rabbinin bağışlaması geniştir" (en-Necm, 53/32) Allahu Teâlâ mümin kulların günâhlarını yaptıkları bazı ameller veya söyledikleri birtakım söz ve dualar sebebiyle affeder, günâhlarına keffaret eder Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Denizin köpükleri kadar günâhı olsa da Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh' diyen yeryüzündeki her insanın günâhına bu söz keffaret olur" (Tirmizî, Vitr, 15) "Hiçbir kul yoktur ki bir günâh yapsın ve kalkıp güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarak bu günâhdan mağfiret dilesin de, Allah onu affetmesin (Ahmed b Hanbel, I, 10) Peygamberler mâsumdur, günâh işlemezler Ancak, "zelle" denilen, peygamberlik makamı için kusur kabul edilen amelleri vardır Ehl-i sünnet şefaat, hesap, mizân, sırat, havz, cennet, cehennem, kabir azabı ve münker-nekir sorgusunu hak ve dinin esası kabul etmiştir Günah ve İsyanın Sonuçları: - İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez - Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın bereket ve ihsanı kalkar - Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla tövbeden uzaklaşır İç dünya kararır, kalp paslanır, haya duygusu ve ahlâk kalkar - İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günâhkâr yalnız kalmaya mahkum olur - Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük doğurur Her günâh bir başka günâha yol açar - Her günâh, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mirasıdır Kibirlenmek Firavun'un; eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır - Günâh ve isyân, Allah'ın azabının hak olmasına yol açar Bela ve musibet gelir Günâhın geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı dokunur - Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Hz Peygamber (sas)'in şefaatinden mahrum kalırlar Günâhlar insanların imanını zayıflatır Günah hakkında Hz Peygamber (sas)'in buyurduğu bazı Hadîs-i şerifler: Zulüm üç türlüdür: Bir zulüm var ki Allah onu affetmez Bir zulüm var ki Allah onu affeder Bir zulüm var ki Allah onun mutlaka hesabını sorar: Allah'ın affetmediği zulm şirk'tir Çünkü O, "Şirk büyük zulümdür" (Lokman, 31/13) buyurmuştur Allah'ın affedeceği zulüm ise kulların kendi nefislerine zulmüdür Rableri ile kendileri arasındaki işlerde yaptıkları hatalardır Allah'ın hiç bırakmayıp mutlaka hesap soracağı zulüm de kulların birbirlerine karşı haksızlıklarıdır Allah bunların hesabını sorar ve yapılan haksızlıkları cezalandırır Yüce Allah: " Ey kulum sen bana kulluk etmedin ama benden umut istedin Ben de sende olanları bağışladım Ey kulum, dünya kadar günâhla gelsen, bana şirk kaşmamışsan, ben de seni dünya kadar mağriretle karşılarım " buyurur Kula erişen bir musibet, büyük-küçük bir felâket hep kendi günâhı yüzündendir Allah ın affettikleri de pek çoktur Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a andolsun ki, mümine erişen hiçbir tasa, üzüntü, sıkıntı, hatta vücuduna batan hiçbir diken yoktur ki Allah onunla o kimsenin günahlarını affetmesin Her duyduğunu söylemesi kişiye günâh olarak yeter Kim bir müslüman kardeşine şefaat eder de şefaat ettiği kimse kendisine bu yüzden bir hediye verir ve o da bunu kabul ederse büyük günâh kapılarından birine gelmiş olur Hiç bir günâhkâr, diğerinin yükünü çekmez Allah, canı boğazına gelmemiş olan kulun tövbesini kabul eder Farz namazı, abdest, huşû ve rükûu'nu tam olarak yapan hiç bir müslüman yoktur ki -büyük günâh işlemedikçe- namazı önceki günâhlara keffâret olmasın İnsanlar bir münker görüp de onu değiştirmezlerse Allah'ın onlara umumî bir ceza vermesi yakındır Başkalarının işlediği günâhlar yüzünden bizi de helâk etme Allah'ım! Şu yedi helâk edici şeyden sakınınız: Şirk, büyü, adam öldürmek, faiz, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak, masum kadınlara zina iftirasında bulunmak Kim Ramazan'da inanarak, hak rızası için oruç tutsa geçmiş günâhları affedilir Rüşvet alana da verene de lânet olsun Helâl belli, haram bellidir ve sen sana şüpheli geleni bırak Zina ve fuhuş bir toplumda yaygın hâle gelirse, Allah önceki nesillerde bulunmayan hastalıkları onlara bela olarak verir Bir millet eksik tartar ve eksik ölçerse zulüm, açlık ve yoklukla cezalandırırlar Bir milletin yöneticileri yüce Allah'ın indirdiği hüküm ile hükmetmezse Allah onların birliğini dağıtır Kul, yaptığı isyan ve işlediği günâh dolayısıyla rızkından mahrum kalır Hesaba çekilmeden, kendini hesaba çek Başınıza gelecekleri bilseydiniz az güler çok ağlardınız Yaptığın bir kötülük seni üzüyorsa sen müminsin Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim, kalbimi senin dinin üzere sabit ve sürekli kıl" (İbn Kesîr, I, 508, 528: Buhârî, Libâs, 24, Tıb, l, Savm, 1-15, Ahkam, 9, Buyû', 2, 3; Müslim, Birr, 45 vd; iman,143,144,145,153,154, Mukaddime, 5; Ebû Davûd Buyû, 82; Tirmizî, Tefsir, 44; Daavât, 90, 99; İbn Mâce Ahkâm, 2; Mâlik, Muvatta ; Hudûd, 2,' Ahmed b Hanbel, II, 164, 248; V, 154, 190, 194) Zübeyr TEKKEŞİN GÜZEL KOKU Peygamberimiz bir hadîsinde "Bana kadın ve güzel koku sevdirildi Gözümün nuru da namazdır" buyururlar Bu hadis, Peygamberimizin güzel ve iyi olan şeye sevgisini dile getiriyor Peygamberimiz, güzel kokuyu namazla birlikte anmıştır Böylece, güzel kokunun değerini ve yerini belirtmiştir Aşağıdaki hadislerden de anlaşılacağı üzere Peygamberimiz, güzel kokuyu reddetmediği gibi, saçına ve sakalına koku sürülmesine de itiraz etmezdi Enes İbn Mâlik; "Hz Peygamber (sas) hoş kokuyu reddetmezdi" (Buhârî Libâs) buyuruyor Azre İbn Sâbit de, "Bir kere Enes İbn Mâlik'in torunu ve Basra kadısı Sümame İbn Abdullah'ın huzuruna gitmiştim, Sümame bana güzel bir koku uzattı da şöyle dedi "Alınız, dedem Enes İbn Mâlik güzel koku hediye edilince reddetmezdi Allah Resulu'nun de güzel kokuyu reddetmemek itiyadında olduğunu söylerdi' Rebîatü'r-Re'y, Enes İbn Mâlik'e soruyor: "Allah Rasülü saçını boyadı mı? Bu gördüğüm saç kırmızıdır" Enes İbn Mâlik de "Hayır boyamadı O kırmızılık saçına sürdüğü kokudandır" buyurmuştur Yine Enes İbn Mâlik, Ömer İbn Abdülaziz'in sorusunu da, "Allah Resulu saçına koku sürmek itiyadında idi Ondan kızarmıştır" cevabını verdi Hz Âişe de "Ben Allah Resulu'nu hoşlandığı en güzel koku ile kokutacağım, hatta çaldığım koku onun başında ve sakalında parlayıp şakıdığım görünceye kadar devam ederdim" buyurmaktadır Bu hadisten anlaşıldığı kadarıyla Peygamberimiz kokuyu saç ve sakalına sürerdi Yüzüne ve başka yerlere sürdüğü hakkında bir rivayet yoktur Hz Âişe başka bir hadiste de, "Veda Haccı'nda, ben Allah Resulu'nu ihramdan çıktığında ve ihramlanmak istediğinde tutya (denilen güzel koku)yla kokulardım" buyurmuştur Ebû Saîd el-Hudr? de şöyle demiştir: "Allah Resulu'nun "her baliğ olan kimseye cuma günü gusletmek, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek vacibdir' dediğine şeha3det ederim" İA GÜZEL SÖZ Âlemde en üstün vasıflarla yaratılan varlık; insandır Sahip olduğu bu üstün meziyetler, insana diğer varlıklara verilmeyen yükümlülükleri de yüklemiştir Akıl, anlama kabiliyeti, işitme, görme, konuşma gibi üstün meziyetlerden insan "hesaba çekilecektir "kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur" (el-İsrâ, 17/35) Her eşyanın var oluşunun bir maksat ve gayesi olduğu gibi insan ve onun uzuvlarının da yaratılışlarının birtakım gayeleri vardır Eşya, ancak gayesine göre kullanıldığı takdirde gerçek değerini bulur Konuşma kabiliyeti insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden biridir Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkanına sahip olur Toplum hâlinde yaşamak mecburiyetinde olan insan, her gün defalarca bu kabiliyetini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir Hayatımızı ilâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde dost kazanmamızın sırrını açıklarken şöyle buyurur: "(insanlar) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz (Sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir"(el-Fussilet, 41/33,'34) İnsanlara karşı iyi muamele ve güzel söz söyleme İslâm'ın prensiplerindendir Firavun'u hak din'e davet için giden Hz Musa ve Harun (as)'a Allah; "O'na yumuşak şöyle, konuşun" (Tâhâ, 20/44) emrini vererek kâfire yapılan tebliğin yumuşak ve güzel söz ile yapılması gereğini ifade etmiştir Sözlerin en güzeli, insanları hakk'a, doğruya, olgunluğa, insanca yaşamaya sevkeden Allah'ın kelâmıdır: "Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer, ikişerli bir kitap halinde indirdi" (ez-Zümrüt, 39/23) Sözlerin en güzeli olan Allah kelâmını ümmetine tebliğ eden Hz peygamber (sas) de birçok hadislerinde, insanlara karşı güzel söz söylemeyi emir ve tavsiye etmiş; bizzat kendisi de hayatı boyunca kaba sözden sakınmış; şahsına hakaret eden insanlara bile; "Allah'ım; onlara hidayet et, çünkü onlar gerçeği bilmiyorlar" diyerek duada bulunmuş ve rıfk ile muamele etmiştir O'nun bu yüksek ahlâkı, gün gelmiş, düşmanlarının bile sevgi ile etrafında imanla toplanmalarına vesile olmuştu Yahudilerden bir grup Hz Peygamber'e (sas) gelip, güya selâm veriyormuş edasıyla "Essâmu Aleyküm=Ölüm üzerinize olsun" deyince, yanında bulunan Hz Âişe dayanamayarak, "ölüm sizin üzerinize olsun, Allah size lânet etsin, Allah size gazap etsin" diye cevap verince Hz Peygamber (sas), "Yavaş ol Âişe! Yumuşak hareket et; sert hareketten ve çirkin sözden sakın " buyurmuştur Câbir İbn Abdullah, Hz Peygamber (sas)'in "Kötü söz ve harekette bulunanla kendini kötü söz ve hareketlere zorlayanı ve çarşılarda bağırıp çağıranı Allah sevmez" buyurduğunu rivayet eder Müslüman, elinden ve dilinden zarar görülmeyen insandır; başkalarına dil uzatmak, lânet etmek, kötü iş yapmak ve kötü söz söylemek, müslümana yakışmayan hallerdir Müminin en düşük ahlâklısı, kötü sözlü olanıdır İslâm, değil müslümana, kâfirlere bile lânet edilmemesi gerektiğini Peygamber (sas), diliyle yasaklamıştır: "Allah'ın lâneti ile, Allah'ın gazabı ile ve ateş ile lânetleşmeyiniz" (Ebû Dâvûd, Edeb) Ebu Hureyre'nin rivâyetine göre; Peygamber (sas)'den müşriklerin aleyhine Allah'tan dua etmesini isteyen birine Hz Peygamber (sas) "Ben, lânet edici olarak gönderilmedim; ancak rahmet olarak gönderildim" buyurmuştur" (Müslim, Birr, 87) Gerçekte Resulullah, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir (Enbiyâ, 21/107) Güzel söz; gönül alan, onur kırmayan, hak ve doğruyu gösteren bütün sözlerdir Fertler arasında sevginin, hak ve doğrunun üstün tutulması; nefret ve düşmanlığın giderilmesi, hakka uygun sözlerle mümkün olmaktadır Allah, bir toplumun, diğerini ayıplamamasını, kusurlarını araştırmamasını, aleyhinde iftira ve gıybette bulunmamasını emretmektedir (el-Hucurât, 49/11, 12) Bu konuda Hz Peygamber'den şu hadisler nakledilmektedir: "Mümin dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü söz söyleyen değildir" (Tirmizî, Kadir, 1978) İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre; Resulullah zamanında iki adam arasında karşılıklı sövme oldu: Bunlardan biri sövdü, diğeri sustu Peygamber (sas) de oturuyordu Sonra diğeri aynı sözü geri çevirdi Bunun üzerine Peygamber (sas) kalktı ve meclisten dışarıya çıktı Hz Peygamber'e "niçin kalktın" diye sorulunca, "Melekler kalktı, ben de onlarla beraber kalktım Bu sövülen, sükût ettiği müddet, melekler buna sövene, sözü geri çeviriyorlardı Ne zaman ki, bu adam, sövenin sözünü geri çevirdi, melekler kalktı, gitti" buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Edeb, II, 572); "Sövülen iki kimsenin söyledikleri sözün günâhı; sövülen hududu aşmadıkça, ilk söze başlayan üzerinedir" (Müslim Birr, 68); "Müslümana sövmek fâsıklıktır" (Nesâî; Tahrimu'd-Dem, 27); "Size, kötü olanlarınızı haber vereyim mi; koğuculukla dolaşıp insanlar arasını bozan ve temiz kimselere ayıp isnad edenlerdir" (İhyâ, Cüz, III, 135) Hz Ali, "Çirkin laf edenle onu yayan, günâh işlemekte eşittir" (Beyhakî, Şuabu'l-İman); İbn Abbas da, Hucurât suresinin 11 ayetini izah ederken "Bir kısmınız bir kısmınıza dil uzatmasın Muhakkak Allah, çirkin söz kaçıranı, kasden çirkin söz söylemeye yelteneni sevmez" demiştir (Edebü'l-Müfred, I, 344) Yüce Allah sözün en güzelinin, "Tevhid = Allah'ı birleme" kelimesi olduğunu ifade etmiştir (İbrahim, 14/25; 5-10) Müslümanın her türlü kötü söz ve hareketlerden kaçınması gerektiği gibi, dilini Allah'ı zikir ile ve insanları Allah'a davet ile meşgul etmelidir Güzel sözlerle insanları Hakka çağıran ve kötülüklerden alıkoymaya gayret edeni medh eden Yüce Allah, "İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup, kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmran, 3/104) buyurmuştur Hz Peygamber (sas) bütün hayatı boyunca fıtratı ve Allah'ın emri gereği (Hicr,15/88) müminlere karşı şefkat ve merhametle muamele etmiş; huysuzluk, kati yüreklilik ve kaba konuşmaktan sakınmıştır (Âl-i-İmrân, 3/109) Allah'a ve ahiret gününe iman eden ümmetine de, ya hayır söylemesini, ya da susmasını tenbih etmiştir (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 120) Bir kimsenin, diğer bir kimseye "fâsık" veya "kâfir" diye söz atmasını da yasaklayan Hz Peygamber (sas), "O, kimsede bu haller mevcud değilse, bu gibi sözler onu söyleyene döner" (Riyazü's-Sâlihîn, III, 146) demiştir Bir adam şarap içmiş, bunun üzerine de İslâmî ceza ile cezalandırılmıştı Hazır bulunanlardan bazıları suçluya "Allah seni kahretsin, rezil etsin" demişlerdi Söylenen sözleri hoş görmeyen Hz Peygamber; "Hayır, öyle söylemeyiniz, bu adamın aleyhine şeytana yardım etmeyiniz" (Riyazü's-Sâlihîn, III, 146) buyurarak, suçlu da olsa bir insana kahredici sözler söylemenin doğru olmadığına işaret etmiştir İnanan bir insana, şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir (Riyazü's-Sâlihîn, III,156) Müslümanlar hakkında kötü zan ifade eden sözlerden de kaçınılmalıdır (el-Hucurât, 4/92) Çünkü zannın kötüsü, sözlerin en çirkini ve en yalanıdır (Riyazü's-Salihin, 3/155) Sözü işitip en güzeline uymakla mükellef olan müslüman (ez-Zümer, 39/17, 18), hayatta bulunan müslüman kardeşine sövmekten nehyedildiği gibi, müslümanın ölülerine de sövmemekle ve ayıplarını araştırmamakla emrolunmuştur (Riyazü's-Sâlihîn, III, 147) Allah'ın verdiği ilâhî nimetlere şükretmek, imanının ve İslâm'ının gereğidir Ancak şükür, basit bir "teşekkür" ifadesinden ibaret değildir; müslüman, sözlü teşekkürüne ilâveten bedenî ve malî ibâdetlerle de şükrünü eda edebilmelidir Nimetler, şükrünü eda edemeyeceğimiz kadar çoktur Tövbe ederek bağışlanmamızı arzu eden Yüce Allah, yaptığımız her tür iyilikleri sadaka kabul ederek, bu yolla affımıza vesileler yaratmıştır Hz Peygamber (sas), "Her iyilik bir sadakadır" (Edebü'l-Müfred, I, 245) buyurmuştur Hadiste geçen ma'ruf kelimesinin manası geniştir Allah'a ibadeti ve O'nun rahmetine yakınlık için söylenen sözlerle yapılan işler, insanlara söz ve işlerle yapılan ihsan ve yardımlar, ma'ruf kelimesi ile ifade edilmiştir İnsanlar (müslümanlar), iyilik ve takva üzerine birbirleriyle yardımlaşmalıdırlar (el-Mâide, 5/2) İyilik yapma imkânına sahip olmayanlar ise, hiç olmazsa güzel söz ve tatlı 'dil ile din kardeşinin gönlünü hoş tutmalı ve bu yolla da Allah'a şükrünü eda etmelidir Çünkü güzel söz ve tatlı dil, Allah katında bir sadaka kabul edilmiştir Hz Peygamber "Yarım hurma ile olsa dahi ateşten korunmaya çalışınız Bunu da bulamazsanız tatlı sözlerle" buyurmuştur Hadîsin devamında, söylenen güzel bir sözün sadaka hükmüne geçtiğini müjdelemiştir (Riyazü's-Sâlihîn, II, 109) Eşyanın, yaratılış gayesinin dışında sarfedilmesi, onun değerini düşürür Lisanın (konuşma kabiliyetinin) yaratılış gayesi, hakkı söylemek ve muhataba meramım ifade edebilmektir Sözü yerinde kullanmak onu tesirli kılarken, yerli-yersiz sarfedilen söz de, tesiri azaltır; anlatılmak istenen manayı daha da karmaşık duruma getirdiği gibi o nisbette muhatabı da sıkar Cevâmiu'l-kelim = Veciz söz (az kelime ile çok mana ifade etme) Kur'an ve hadislerin edebî üslûbundan birini teşkil etmektedir İnanan insan, dinî ve dünyası için, lüzumsuz olan her türlü şeyden yüzçevirir (el-Müminun, 23/3) Lisanı, gereksiz ve boş sözlerle meşgul etmek, insan hakkına tecavüz sayılan gıybet, iftira, dedikodu, yalan sözler, söyleyenin kalbini kararttığı, günâha sevkettiği gibi, dinleyeni de yanlış kararlara, fâhiş hatalara tamiri mümkün olmayacak derecede felâketlere sürükleyebilir Mümtehine suresinin ilk ayetinde Cenâbı Allah; "Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız (olanlar)ı dostlar edinmeyin (Kendileriyle aranızdaki sevgi yüzünden onlara (Peygamber'in maksadını) ulaştırırsınız (değil mi?)" buyurmaktadır Müfessirler bu âyetin nüzul sesebi hakkında şu hadiseyi naklederler: Hz Peygamber (sas) Mekke'ye karşı sefer hazırlığına girişir Bu, müslümanlarca bilinen bir sırdır Sahâbeden Hâtıb b Ebî Beltaa, Mekke'de küffâr içinde kalan evlâtlarını ve ailesini tehlikeden korumak maksadıyla, Hz Peygamber'in bu hazırlığını, Mekke'ye dönmek üzere olan Sare isimli bir şarkıcı kadına verdiği mektupla bildirmek ister Cebrâil vasıtasıyla durumdan haberdar olan Hz Peygamber (sas), Hz Ali, Talha, Ammâr, Zübeyr ve Ebû Mersed'i göndererek kadından mektubu aldırır Yaptığını itiraf eden Ebû Beltaa, özür dileyerek Hz Peygamber tarafından affedilir Konuşulmaması gereken yerde konuşmak, sırrı ifşa etmek, birçok tehlikeli olayların meydana gelmesine sebep olabilir Allah, razı olduğu kullarının vasıflarını sıralarken; "Rahman'ın kullan ki yeryüzünde mütevazî olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa "selâm" derler" (el-Furkân, 25/63); "Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve "bizim işlerimiz bize sizin işleriniz size Size selâm olsun; biz câhilleri istemeyiz' derler" (el-Kasas, 28/55) buyurmaktadır Lüzumsuz söz ve sataşmalardan sakınan müminler böylece dövülürken, bunun aksine boş ve lüzumsuz sözlerle meşgul olanlar için de şu ikaz yapılmaktadır: "Însanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için (masal, hikâye, türkü) gibi eğlence (türünden boş) sözleri satın alırlar İşte onlara, küçük düşürücü bir azap vardır Ona ayetlerimiz okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak (arkasını) döner Onu, acı bir azap ile müjdele" (Lokman, 31/6, 7) Bazı masal kitaplarını getirip Mekkelilere okuyarak onları eğlendiren, dolayısıyla Kur'ân'ı dinlemelerine engel olan Nadr İbn Haris ve benzerleri hakkında nâzil olan bu ayet, boş lafların hakkı dinlemeye engel olduğunu veciz bir şekilde ifade etmektedir Müddessir suresi 45 ayette de boş söz ve boş davalara dalmanın cehenneme gitme sebebi olduğu belirtilmektedir Her iş ve sözü imanı ile uygunluk gösteren değerde olan müslüman, ahirette lüzumsuz söz söyleme ve dinlemeden uzaktır: "Orada boş söz değil, yalnız selâm işitirler" (Meryem, 19/62) lüzumsuz söze kulak asmayan müslümanlar, daima hakkı dinler, hakkı söyler ve yalandan sakınırlar (el-Furkan, 25/72, el-Ahzâb, 33/70) Dünyada lüzumsuz söz ve boş davalarla meşgul olanlar, yalan, iftira, dedikodu ile kalplerini karartanlar, ahirette hesaba çekildikleri zaman, dünyada olduğu gibi lüzumsuz ve yalan lakırdılar etmeye başlayınca onların ağızlarına mühür vurulur ve diğer uzuvları aleyhlerinde şahidlik etmeye başlar (Yâsin, 3/65, 41/21) Lüzumsuz ve faydasız sözlerden kaçınmak, daima hak ve doğruyu konuşmak, müminin prensibidir Önemsenmeden söylenen öyle lüzumsuz söz vardır ki, insanı cehennemin en derin yerine sevkeder (Müslim, Hadis, no: 2988) Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den rivayetine göre Hz Peygamber (sas); "Bir mecliste lüzumsuz sözler konuşan kimse, kalkarken 'Sübhaneke'llahümme ve bi hamdike eşhedü en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbü ileyke' derse, oradaki hataları bağışlanır" buyurmuştur Cengiz YAĞCI |
|