Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Kitap Özetleri

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
ayfer, bugünün, hakkında, tunç, tutunamayanlarını

Ayfer Tunç, Bugünün Tutunamayanlarını Hakkında

Eski 11-03-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Ayfer Tunç, Bugünün Tutunamayanlarını Hakkında



Ayfer Tunç, bugünün tutunamayanlarını hakkında

Ayfer Tunç, yeni romanı Yeşil Peri Gecesi'nde bir düşüş hikâyesi anlatıyor Tutunamayan, oradan oraya savrulan genç ve güzel bir kadının şahsında, toplumdaki çürümeye, riyakârlığa ayna tutuyor Tunç, "Kendimi çaresiz hissediyorum

İnsanî değerlerin içi boş klişelere indirgenmesinden, hatta gülünçleştirilmesinden, zihinsel sığlaşmadan rahatsızım Yazıyorum, çünkü rahatsızlığımı paylaşmak istiyorum" diyor

Ayfer Tunç'un yeni romanı Yeşil Peri Gecesi yayımlandı Daha çok öykülerinden ve çok satan 'Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek' kitabıyla tanıdığımız Tunç son kitabında bir düşüş hikayesi anlatıyor Kitapta güzelliğini hayattan öç almak için kullanan genç "sefil" bir kadının yaşadıkları var Türkiye'nin çürüyen yüzüne ayna tutan Yeşil Peri Gecesi (Can Yayınları) kurgusu ve diliyle çabuk okunan bir roman

Yeşil Peri Gecesi, İncil'den bir alıntıyla açılıyor "İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!" Hz İsa'ya atfedilen bu söz okura ne söylüyor?

Yalnız bu romandaki 'sefil' kadını değil, gerçek hayatta da hakkında hüküm verdiğin kişileri yargılarken, ilk taşı atmaya hakkın olup olmadığını kendine sor diyor Yeşil Peri Gecesi'ni yazmak için açtığım dosyaya "İlk Taş" adını koymuştum, uzun süre de öyle kaldı Bu epigraf benim için romanın nüvesidir; bütün kurgu, karakterler, sorgulamalar bu nüveden doğarak gelişti

Roman "güzelliğini zehirli bir sermaye olarak kullanan genç bir kadının hayattan öç almak için soyunmasıyla başlayan bir düşüş hikâyesi"ni konu ediniyor Deliler Evi'nde olduğu gibi burada insanlar kötü Öyle ki "kötü, kötü, her şey kötü" Bir dizeden mülhem soralım: Ülkem kötüye mi gidiyor?

Ahlaki karakterimiz açısından kötüye gittiğimiz kanısındayım Ama bu çürüme sadece bize özgü değil Pek çok ülkede olduğu gibi, bizde de dünya nimetleri üreten devasa endüstriler ruhumuzdaki türlü açlıkları sömürmek için yeryüzünde bir cennet vaat ediyor Yeni hayat anlayışı varoluşumuzun amacının hayattan kâm almak olduğu fikrini işliyor Keyif endüstrisi bütün gücüyle maddi hayatı reklam ediyor ve bencilliğin hakkımız olduğuna bizi inandırmaya çalışıyor Fazla iddialı olacak ama Marx'ın bile tahayyülünü aşan bir sınıfsal çılgınlık çağı yaşıyoruz Her gün bir soylu değeri daha gömüyoruz Bu düşüş ve insani değer kaybı o kadar bariz ki örnek vermek bile içimden gelmiyor artık

Bu kötülük, bu çürüme, bu riyakârlık toplumsal mı? İçinde yaşadığımız modern zamanların ürettiği bir kötülük mü?

Çürümeyi üreten sadece modern zamanlar mı emin değilim, ama hızlandırdığı kesin Hatta daha da hızlandıracağına, kötülüğün doğallaşacağına dair karamsar bir his içindeyim Televizyonda bir bisküvi reklamı var örneğin, paylaşma, kendine sakla diyor, bisküvinin adı da "benimo" Elindekini paylaşmamak dün yanlış bir davranıştı, bugün bu reklamın önerdiği bencilliği pek az kişi fark ediyor Ben de kendi çağımı yaşıyorum ve gördüğümü görmezlikten gelemem Öte yandan tarih boyunca her devir kendine özgü bir çürümeden muzdarip olmuş Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın adlı söyleşi kitabında Umberto Eco diyor ki: "İnsan ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi vs Fakat aynı zamanda hemcinslerine savaş açmaktan, yanılgıya düşmekten, çevresini yok etmekten vs bir türlü vazgeçmedi" Eco sadece modern çağın insanını tanımlamıyor, insanlık tarihini tanımlıyor "İnsan insanın kurdudur" sözü Antik Yunan'dan beri ölmediğine göre çürümeyi sadece modern zamanlara mal edemeyiz

Ayfer Tunç bunu yazarak neye işaret ediyor?

Kendimi çaresiz hissediyorum "Benimo" bisküvisi elindekini kimseyle paylaşma derken, bir otomobil reklamı merdivenden düşecek adamı değil, arabanı kurtar derken; paylaşmanın erdemli bir davranış olduğunu, insanın yüce bir değer olduğunu kime ve niye anlatmak gerektiğini bilememekten, insani değerlerin içi boş klişelere indirgenmesinden, hatta gülünçleştirilmesinden, zihinsel sığlaşmadan rahatsızım Rahatsızlığımı paylaşmak istiyorum

Kitaptaki karakterlere baktığımızda mutsuz, yaralı, acı çeken, kıyıya vurmuş, tutunamamış insanlar görüyoruz Öykülerinizdeki kahramanlar da genelde hastalıklı, arızalı tiplerdi Neden bu tipler?

Nazım Hikmet "Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" diye sormuştu, Abidin Dino da bir resim yaptı Ama mutluluğun resmi o olsaydı Nazım'ın sorusu kadük olurdu Zaten aklımızda kalan da resim değil, soru oldu Mutluluk bana anlatılabilir gelmiyor ya da ben beceremiyorum Karmaşık, şu veya bu nedenle acı çeken ruh ise sürekli bir yüksek tansiyon hali arz ediyor Pratik açıdan bakarsak, yazılmaya hazır bir draması var Ama bu tercihimin benim yaradılışımla da ilgisi var Kendimi bildim bileli, ne zaman acı çeken ruh, tutunamayan insan hikâyeleri duysam ilgim yoğunlaşır Bulunduğum çevrede bir tutunamayan varsa mıknatıs gibi beni çeker Mesela geçen kış mutat yürüyüşlerim sırasında Kurtuluş'ta açık bir pencerede dikilen yaşlı bir kadın gördüm Görüntüsünde bir şey beni çekti Yaklaştım, kadın bana "açım" diye fısıldadı Yemek götürdüm "Oğlum beni eve kilitliyor" dedi Ertesi gün tekrar gittim Bu kez oğlu kapıyı açtı ve annesinin neden böyle yaptığını anlamadığını, pencerenin önünde sürekli yemek bulduğunu anlattı Buzdolabını gösterdi, tıklım tıklım doluydu Gene de yetinmedim, muhtara gittim Muhtar da oğlunun hikâyesini doğruladı Böyle şeyler sık sık başıma gelir

Romanda psikolojik, kimi zaman sosyolojik tahlillerde bulunuyorsunuz Mesela "Bizde itiraf yoktur Bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahların tarihidir" Bunlardan biri Bu biz doğululara özgü bir şey mi?

Sanırım Batılı insanla aramızdaki temel farklardan biri bu İtiraf, bildiğimiz gibi Hıristiyanlığın ürettiği bir müessese Pek çok Batılı sanatçı da bu müesseseyi tartışmış Örneğin bu romanda sık sık gönderme yaptığım Ingmar Bergman çok kurcalamış bunu İtiraf etmemenin her türlü ilişkiyi bulandırdığı, çözümsüzlüğe yol açtığı kanısındayım Ömer Seyfettin'in "Kaşağı" hikâyesini hatırlayalım Çocuk kaşağıyı kendisinin kırdığını söylese o ruhsal azabı yaşamayacak Toplumsal olarak da unutalım telkiniyle yaşadığımız, günahlarımızla yüzleşmediğimiz için huzur bulamıyoruz Bizde açık olmak dürüstlüğü tamamlayan bir erdem değildir

Okuru huzursuz/rahatsız/ eden bir yanı var romanın Okurun ruhuna ayna tutuyor Aynadaki buğuyu siliyor sözcükleriniz Roman bir düşüş hikâyesini anlatırken aynı zamanda okuru kendisiyle yüzleşmeye çağırıyor diyebilir miyiz? Ya da romancının böyle bir niyeti olur mu?

Evet, okuyanı kendisiyle yüzleşmeye çağırmak bu romanın amaçlarından biriydi Görmezden gelmek, olmamış gibi yapmak halinin yarattığı uzun vadeli çöküşü işaret edebilmek için itiraf etmediğimiz, içimizde katılaştırdığımız suçlardan, görmezden gelmelerden oluşan bir inci-kist imgesi kullandım Pek çoğumuz her şey yolunda gitsin diye bazı şeyleri saklarız Örneğin anneler, babalarla çocuklar arasında sorun çıkmasın diye sürekli bir şeyleri saklarlar Oysa saklamak çözümü geciktirmekten başka bir işe yaramadığı gibi, bazen de büyük patlamalara yol açar

Öykülerinizde sıkça karşımıza çıkan anne babasıyla sorunlu kahramanı bu romanda da görüyoruz Yeşil Peri Gecesi'ndeki genç kızın mutsuz çocukluğu onun peşini bırakmıyor Çocukluk olumsuz bir metafor olarak karşımıza çıkıyor "Gökyüzü gibi bir şey çocukluk/hiçbir yere gitmiyor" Oysa birçok eserde ve yazarda çocukluk aydınlıktır?

Bence çocukluk bir masumiyet çağı olarak düşünüldüğü için aydınlık resmediliyor Ben bunun bir tür savunma mekanizması olduğu kanısındayım Bizde psikanaliz geleneği olsa aydınlık çocuk hikâyelerinin aslında savunma mekanizması olduğunu, pek çok kişinin ancak çocukluk travmalarını bastırarak hayata devam edebildiğini konuşabiliriz Öte yandan travma elbette yetişkinlikte de başımıza gelebilir, ama karakterimiz oluştuktan sonra bunları atlatabiliriz Oysa çocukluk travmaları hasar bırakır ve yetişkinlik hayatını da etkiler Geleceğimizi geçmişimizin belirlediğine inanıyorum, gerçek hayatta rastladığım pek çok örnek bunu doğruluyor Şunu da eklemeliyim Ben liseyi yatılı okudum Yatakhane benim için insan hikâyeleri deposuydu ve hemen hemen tümü parçalanmış aile hikâyesiydi İlk gençliğim bu hikâyeleri dinleyerek geçti Sanırım bu dönem bende derin izler bıraktı

Roman bir kurgu gibi durmuyor Karakterler karton değil Hayatın içinden mi çıkıp çıkardınız bu tipleri? Bu sahiciliğin sırrı ne ola? Ne kadar kurgu ne kadarı hayat?

Hiçbir karakteri hayatın içinden çıkarmadım ve tümünü hayatın içinden çıkardım Birbiriyle çelişir gibi görünüyor ama değil Şöyle formüle edeyim: Gerçek hayattaki insanların her birinin bir renk olduğunu düşünelim Kurmaca karakterleri yaratırken gerçek hayattaki bu sayısız renkten yararlanırız Pek çok rengi karıştırırız, sonuçta herkesten bir parça taşıyan, aynı zamanda bambaşka biri olan bir karakter yaratırız Gerçek hayatta insan hikâyelerine karşı zaafım var Dikkatim daima insanların üstünde Belki bu nedenle anlattıklarım sahicidir

Yeşil Peri Gecesi şiirlerle ilerleyen bir roman aynı zamanda Sık sık dizelere başvuruyorsunuz Öyle ki şiirin ima ettiğini siz açıklıyor, adeta şiiri şerhediyorsunuz o bölümlerde Biraz da romandaki şiirle içli dışlılıktan söz edelim

Bu romanda erkek egemen ideolojinin ürettiği sert bir dil kullandım Bu sert ve erkek dili şiirin yarattığı geniş, ruhsal evrenle kırmayı amaçladım İkincisi, şiirin bence düzyazıdan daha üstün olan kavrayış yeteneğinden yararlanmak istedim Örneğin kadının yaşadığı şiddetli travma sonrası halini "Kustum öz ağzımdan kafatasımı" dizesinden daha iyi anlatabilecek bir cümle kuramazdım Üçüncüsü şiirin bütün söz sanatlarının anası olduğuna inanırım Dördüncüsü şiirsiz bir hayatın eksik kalacağından kuşkum yok Beşincisi Türk şiirini Türk edebiyatının en tepesinde buluyorum ve çok seviyorum

Romanda "trajik romanlar şiirin acısını temizliyordu Ama iyi romanlar beni gene şiire itiyordu" diyorsunuz Ben de romanı bitirdiğimde İsmet Özel'in şu dizelerini mırıldanırken buldum kendimi: Karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında/aşklarım, inançlarım işgal altındadır/tabutumun üstünde zar atıyorlar/cebimdeki adresten umut kalmamıştır

Romandaki kadının aksine, şiir bende temizleyici bir etki yapar, hayatta tanık olduğum dramlar beni şiire iter ve çoğunlukla bir karşılığını bulurum Bence şiir en büyük hayat bilgisi

Romanı aslında bir arayışın kitabı olarak da okuyabiliriz Bir türlü tatmin olmayan ruh romanın sonunda aşka sığınıyor "Sevgi doğuyordu Sonra bir gün ölüyordu Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu" Aşk başka mı?

Cemal Süreya'dan bir dizeyle cevap vereyim: "Aşklar da bakım istiyor, öğrenemedin gitti" Aşk başka, evet Sevgi varlığımızın zeminidir, aşk ise bir tür yüksek tansiyon halidir, geçicidir, geçici olmasa ölürüz İkili ilişkilerde sevgi en azından başlangıçta aşkı içerir, ama aşk sevgiyi içermez Aşk sevgiye dönüşürse ne ala, dönüşmezse ilişkinin bitmesi mukadderdir
ZAMAN

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.