Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Sanat Tarihi / Arkeoloji

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
eserler, hunlardan, kalan, tarihi

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler

Eski 10-21-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler




Hunlardan kalan tarihi eserler





Türk tarihini yazanların," asıl konuya "Büyük Hun imparatorluğu" ile girmeleri neredeyse bir gelenek halini almıştı Oysa, bir milletin varlığı, bağımsız bir devlet haline gelmesinden, hele bir cihan imparatorluğu kurmasından sonra başlayamazdı Tarihçiler bunu hatırlatıyor, ama imparatorluğun kurulmasından önceki dönemler hakkında yeterli bilgi veremiyorlardı Biraz geriye gidince Türk oldukları anlaşılan Sakalar'a, büyük bir Türk hükümdarı olduğu bilinen efsane kahramanı Alp Er Tunga'ya, dana da önce (MÖ1050) Çin'e akın ettikleri ve burada Chou (Çu) hanedanını kurdukları anlaşılan bir Türk kavmine rastlıyorlardı

MÖ 7 yüzyılda ölen Alp Er Tunga'nın, halkı tarafından çok sevilen bir Türk hakanı olduğu kesinlikle biliniyor, ama bu hakanın yönettiği devlet hakkındaki bilgiler bulunamıyor, ya da bu bilgiler çok yetersiz kalıyordu

Tarihçiler Türklerin ırk özelliğini ve anayurtlarını tanıttıktan sonra Türk tarihini anlatmaya, Türklükleri her bakımdan ispatlanmış olan Büyük Hun imparatorluğu'ndan başlıyorlardı

Bugüne kadar ilk Türk siyasî kuruluşu olarak kabul edilen Büyük Hun imparatorluğu ile ilgili en eski yazılı belge, MÖ 318 yılından öteye gitmiyordu Bu, Hunların komşu bir devletle yaptığı bir anlaşma belgesidir Türklerin tarihî devri, en erken işte bu dönemde, yani MÖ 318 yılında başlatılıyordu O tarihte bir andlaşma imzalayan bir devletin ondan önceki dönemi karanlıktı Büyük Hun İmparatorluğu MS 58 yılına kadar devam etmiş, bu tarihte Güney ve Kuzey Hunları (Doğu ve Batı Hunları) olarak ikiye bölünmüştü

Bu kadar büyük ve uzun ömürlü bir devlet kuran Hunlardan kalma yazılı belgeler de yoktu elimizde Oysa Hunların, hele Batı Hunlarının kendi yazıları olduğunu, kendi dillerinde yazışmalar yaptıklarını çok iyi biliyoruz

Yazılı belge olmadığı gibi, medeniyet seviyesinin ve hayat tarzının göstergeleri olan kalıntılara, eserlere de, yakın zamanlara kadar rastlanmamıştı

Yakın zamanlara kadar en eski Türk anıtları olarak "Orhun Anıtları"nı, Türk yazı dilinin en eski örneği olarak da bu anıtlardaki yazıları ve "Yenisey Kitabeleri"ni biliyorduk Bunlar da bizi ancak onüç asır öteye götürüyordu

Destanlarımız da tarihini bildiğimiz Türk devletlerinin kuruluş dönemlerinden daha ötelere pek uzanmıyordu Oğuz Kağan destanı Hun Türklerinin, Manas destanı Kırgız Türklerinin, Ergenekon destanı Gök-Türklerin idi Öteki destanlarımız ise yine tarihlerini bildiğimiz Türk kavimlerine aitti ve bizi o Türk devletlerinin yaşadığı devirlerden daha uzaklara pek ulaştırmıyordu

4000 yıllık bir tarihimiz olduğunu söyleyip yazarak gurur duymak, ama somut delillerle 2000 yıldan öteye gidememek geniş kitleyi üzüyor, gençlerimizin ise içi burkuluyordu

Yabancı yazarlar bu durumu kestirme ama tutarsız bir hükümle açıklıyor "Çünkü Türkler göçebe millettir, göçebe milletler büyük medenî eserler bırakmaz" diyorlardı Kendi tarihçilerimiz elbette makul ve ilmî sebepleri anlatıyorlardı ama, özellikle gençlerimiz bu gibi konularda gözle görülen, elle tutulan somut belgelere ihtiyaç duyuyorlardı

Belgeler bulunuyor: Yazı da var, yapı da var

Artık, şüphe bulutlarını dağıtan, Türk tarihinin milâttan önceki dönemlerine ışık tutan belgeler bulunmuştur Yazı da var, yapı da var! Öle tutulan, gözle görülen ve müzeleri dolduran somut belgelerden başka, müzelere sığmayan, yüksek medeniyet göstergesi görkemli anıtlar da var Daha da olacağını, arkeologların heyecan verici izler üzerinde çalışmalarını sürdürdüklerini bildiren müjdeli haberler de var!

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı, özellikle şu son onsekiz yıl, Türklerin uzak geçmişine ait en önemli buluşların yapıldığı bir dönem oldu Bunları yeri gelince anlatacak ve belgelerini sunacağız Burada kısaca Türklerin yazı dilini 1250 yıldan 2500 yıl öncesine götüren, sanatını gösteren birkaç buluşa değinecek, müjdeli haberin ne olduğunu duyuracağız Yurdumuza binlerce kilometre uzakta bulunan bu belgeleri Avrupalı Türkologlar gibi kendi bilim adamlarımız da gidip gördüler, incelediler, filmlerini çektiler Bunların filmlerini, resimlerini biz de getirdik, getirttik

2500 yıl önceki Türk yazısı

Türk yazı dilini 2500 yıl öncesine götüren belge Alma-Ata'nın 50 km kadar yakınında, Isık Göl civarındaki Esik kurganında bulundu Açılan mezardan çıkan eşya göz kamaştırıcı idi Bir Türk tiginine (prensine) ait olduğu anlaşılan bu mezara prens altın elbisesi, altın tacı ile gömülmüştür Mısır firavunu Tutankamon'un mezarından sonra en çok altın bu Türk prensinin mezarında bulundu Tam 4800 parça altın vardı Fakat tarih için, Türk tarihi için, eşsiz değerdeki belgeler ne bu altınlardı ne de öteki eşyalar Eşsiz değerdeki belge, yarısı okside olmuş bir gümüş ta-bağın üzerindeki iki satırlık yazı idi Bu yazı, bu mezardan 1250 yıl sonra dikilmiş Orhun âbidelerindeki Gök-Türk harfleriyle yazılmıştı, yani Türkçe idi Okundu, tercüme edildi Yapılan radyo-karbonik tahlilden, Orhun hurufatlı yazının MÖ 5 yüzyıla ait olduğu anlaşıldı

Esik'teki kazı 1970'te başladı ve devam ediyor Civarda yağmalanmış başka mezarlar da bulundu, ama yağmalanmamış başka höyüklerin varlığı da anlaşılmış bulunuyor Bunlar er-geç ortaya çıkarılacak

İmparatorun ordusu bulununca

Çinliler, 10 yıl kadar önce yaptıkları bir kazıda yüzlerce heykel buldular Bunlar atları ve silâhları ile Çin süvarilerini gösteriyor Hepsi bir arada ve teftiş için sıralanmış gibi bir hizada idiler Bunlara "İmparatorun ordusu" denildi Şu olay, Çin hükümetini tarih araştırmaları için daha büyük ödenek ayırmaya şevketti ve çok büyük şehirler olduğu anlaşılan üç büyük tepede kazı yapmayı-programlarına aldılar Bu tepelerden biri Hun Türklerinin uzun zaman egemen oldukları bölgededir ve onlardan kalma olduğu bilinmektedir Hem Çin, hem de başka ülkelerin 'tarihçileri buradan Türk tarihi için çok önemli belgelerin çıkacağını söylüyorlar

Japon Türkologların gayreti

Bilindiği gibi eski Türklerle ilgili en önemli kayıtlar Çin arşivlerinde, Çin yazmalarında bulunuyor Bu eski Çin yazmalarını okuyacak, inceleyip sonuçlar çıkaracak Türk bilim adamları maalesef henüz yok Fakat, bir başka ülkenin Türkologları eski Çin kaynaklarını incelemeye başlamış bulunuyorlar ki "müjdeli haber" dediğimiz olay işte budur: Tokyo'daki Nihon Üniversitesi'nin Türkoloji bölümünde 300 Japon genci Türkolog olmak için öğrenim görüyor Bunların 150'si İslâmiyetten sonraki Türk tarihini ve Türkçesini öğreniyorlar Mezunlardan 30 Japon genci Çin kaynaklarında eski Türklere ait belgeleri araştırmaya başlamış bulunuyorlar

Nihon Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nün başkanlığını yapan Sayın Prof Dr Masao Mori, en seçkin öğrencilerini Türk tarihinin erken çağları üzerinde araştırma yapmaları için Çin'e göndermeye devam edeceklerini kendisiyle Tokyo'da görüşen Sayın Ahmet Kabaklı'ya söylemiş ve şunları ilâve etmiştir: "Eski Türkçeyi olduğu gibi eski Çinceyi de çok iyi bilen bu gençlerimiz, herhalde Türk tarihini aydınlatacak güneş sayfaları bulup çıkaracaklardır"

Biz buna inanıyor ve o günleri sabırsızlıkla bekliyoruz

Türkler hiçbir zaman putlara, kurtlara, kuşlara tapmadılar

Binlerce yıllık Türk tarihini aydınlatan yeni yeni belgelerin bulunmakta olduğunu belirttikten sonra, bunların bulunmasındaki gecikmeyi, büyük yapıların, heykellerin, barkların neden çok bulunmadığını kısaca açıklamayı, eski Türklerin göçebelikleri, inançları, yaşayışları ve karakterleri hakkında bir özet bilgi vermeyi gerekli görüyoruz

Türkler hiçbir zaman puta tapmadılar Putlarını kendileri yapan, yaptıklarına tapan insanlar olmadılar Bilinen bir gerçektir ki puta tapmış olan eski milletler (devletler, imparatorluklar), meselâ Sümerler, Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar, Mayalar, Aztekler vb en güzel, en büyük heykelleri, anıtları putları için, en büyük tapınakları bu putlara adamak ve onları korumak için yaptılar

Türkler ise, cansız putlara tapmadıkları gibi canlı varlıklara da, meselâ hayvanlara, kurda, kuşa da tapmadılar Onun için de putlar ve bu putlara adanan tapınaklar yapmadılar Eski Türklerin tabgu'ları, yani taptıkları (1) başka idi Türkler, yeri ve göğü yaradanın, dünyayı mesken tutmuş putlar ya da yerle gök arasında dolaşan, insanlaşan hayal varlıklar olamayacağını seziyor, anlıyor, biliyorlardı İnanç konusunda sürekli bir arayış içinde idiler Onun içindir ki 9 yüzyılda Jslâmiyetle karşılaşınca, hiçbir baskı ve zorlama olmadan, onu, gönüller dolusu bir coşku ile benimseyecek, olanca güçleriyle savunmaya ve yaymaya çalışacak, en güzel mâbedlerini bu din için yapacaklardı

(1) Bu vesile ile Fransızcadaki tabou (tabu) kelimesinin Türkçe tabgu'dan geldiğini belirtmek istiyoruz Fransızlar bu kelimenin Polinezya kökenli olduğunu sanıyorlardı Artık Türkçe tabgu'dan geldiğini onlar da kabul ediyor

Putlara, hayvanlara, insanlaşan hayal varlıklara tapmayan, totemci olmayan Türklerin tabguları (tabuları) yok muydu? Elbette Türklerin de islâmiyeti kucaklamadan önce, inandıkları bir din, bir inanç sistemi vardı Tarihte, hak olsun, bâtıl olsun, inancı olmayan bir toplum düşünülemez Fakat tekrar ediyoruz, Türkler hiçbir zaman putlara, kurtlara, kuşlara tapmamış, totemci olmamışlardır Bu bir iddia değil, birçok bilim adamının en sağlam delillerle ispatladıkları bir gerçektir

Putlara tapmayan Türkler, tapmak amacıyla bunların resimlerini, heykellerini, bunları korumak için veya bunlara adamak için tapınaklar da yapmamışlardır



Alıntı Yaparak Cevapla

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler

Eski 10-21-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler




Son keşiflerden önce eski Türklerin de totemi bulunduğunu söyleyenler, bu görüşlerini, Türklerin kurt, at ve bazı kuşlara büyük sevgi ve saygı göstermelerine dayandırıyorlardı

• Ömrü at üstünde, atla beraber geçen, her isini onunla yapan bir milletin, atı sevmemesi, ona saygı duymaması, hatta onu kutlu saymaması düşünülemez Bazı dönemlerde bazı Türk boyları ata heykel, ata mezar yapmışlardır Hâlâ da yapıyorlar Ama hiçbir zaman onu bir totem olarak kabul etmemiş ve tapmamışlardır Türklerin atı kutlu saymaları, Hinduların ineklere izafe ettikleri kutsallık gibi değildir Türkler at kurban eder, etini yerlerdi

• Eski Türkler kartal gibi, sülün gibi kuşlara da sevgi, saygı göstermiş, bunların resim ve kabartma heykellerini yapmışlardır Meselâ, MÖ 2'nci bin yılının başlarından kalma bir Türk mezarı olan Kurat kurganında, bir kartal pençesi kabartması bulunmuştur Orhun'da bulunan Kül-Tigin büstünün serpuşunda da kanatları açık bir kartal kabartması vardır Fakat kartal ve öteki kuşlar birer totem değil, simge idiler: Hız simgesi, yükseklik simgesi, hâkimiyet simgesi, beceriklilik ve yırtıcılık simgesi Bunların simge olma niteliği İslâmiyet'ten sonra da devam etmiştir 9 yüzyılda Karahan Türklerinin bir şairi, "Belge vurup atlara, kuşlar gibi uçtuk biz" derken hız ve ataklık simgesini çok iyi belirtiyordu

Kurt'a gelince, o da bir simge idi Fakat onun Türk destanlarında özel bir yeri vardır ve destanlar konusu işlenirken anlatılacaktır Kurt, çevikliği, cesareti, ataklığı, yırtıcılığı, kuvveti dolayısıyla bir simge idi Çağlar boyunca yabancılar Türk askerlerini kurtlara benzetmişler, bu benzetmeyi kendileri için Türkler de yapmışlardır: Orhun anıtlarındaki şu cümle de gösterir bunu: "Tanrı güç verdiği için, babam kağanın askerleri börü (kurt) gibi, düşman askeri koyun gibi imiş"

Türklerin kurdu takdir ettiklerini, savaşta ona benzemekle övündüklerini, ama asıl gücü Tanrı'dan aldıklarını da anlatıyor bu cümle

Eski Türklerin totemci olmadıkları artık kesin olarak ispatlanmıştır Totemciliğin bir inanç sistemi olarak görünmesi için, sosyal ve hukukî bazı şartların da olması gerekir Totemci klan, totem saydığı şeye tapar Türkler ise kurt veya kuşa tapmaz Totemci toplum ruhun ölmezliğine inanmaz, eski Türkler için ruh ölümsüz idi Totemci klanda ekonomi asalaktır, avcılığa ve emek vermeden devşirilen bitkilere dayanır Eski Türklerin ekonomisi hayvan besiciliğine, çobanlığa ve tarıma dayanıyordu Totemcilikte mülkiyet ortaklığı vardır, eski Türklerde özel mülkiyet hukuku vardı

Tarihî şartlar bazı Türk boylarının şamaniz-mi benimsemelerine sebep olmuştur, ama samanlığın eski Türklerde geniş kitlenin asıl inancı ile bir ilgisi olmamıştır Samanlık Moğol inancıdır Yakın sayılacak bir tarihe kadar eski Türk inancının samanlık olduğu kabul ediliyordu Fakat son zamanlarda, Türklerden merhum İbrahim Kafesoğlu, yabancılardan MEliade başta olmak üzere, birçok tarihçi, eski Türk inancının samanlıkla ilgisi olmadığını ispat etmişlerdir

Türkçede din adamına verilen "kam" ismi ile, Hint-iran kökenli bir kelime olan "şaman"ın aynı kökten sanılması, uzun süre samanlığın Türk inanç sistemi arasında sayılması gibi bir yanılgıya sebep olmuştur Samanlığın etkisi altında kalan Türkler, meselâ Gök-Türkler, onu bir din olmaktan ziyade, bir sihir, bir büyü gibi kabul etmişlerdi

Eski Türkler nelere taparlardı

Peki, şaman olmayan, totemci olmayan eski Türklerin inancı ne idi?

Konu üzerinde derin araştırma yapan tarihçiler, Türk inanç sistemini üç noktada topluyorlar Şimdi bunlar üzerinde kısaca duralım:

• Tabiat kuvvetlerine inanma
Eski Türkler bazı coğrafya engebelerinin, meselâ dağların, yüksek kayaların, su kaynaklarının, ırmakların, denizin, ormanın, demir kılıcın vb gizli kuvvetleri olduğuna, ruh taşıdıklarına inanırlardı Onlara göre, ay, güneş, gök gürlemesi ve şimşeğin de ruhları vardı Bu ruhlar erkek ve kadın olabiliyordu Erkek tanrıların yanındaki kadın tanrıya yani tanrıçaya "Umay" diyorlardı Ruh taşıyan yer ve su kuvvetlerine genel olarak "Yer-Su"lar (Gök-Türkler 'Yer-Sub', Uygurlar 'Yer-Suv') diyor ve bunları kutlu sayıyorlardı Bunlar yurt varlıkları oldukları için de kutsaldılar Gök-Türk kitabelerinde adı geçen iduk yani kutsal yerler "İduk ötüken" ve "Tamıg İduk baş", yani Tamıg suyunun kutsal başı (kaynağı) sayılıyor

"Yer-Su"lar inanılan kutlu varlıklar, ruhlar idi ama, maddî değil manevî güç idiler Onun için bunların da heykelleri, putları, tapınakları yapılamazdı

• Atalar kültü
Eski Türklerin ikinci inanç sistemi Atalar kültü idi Türkler atalarına derin saygı gösterir, onlar için büyük mezarlar yapar, anıtlar, yazılı taşlar dikerlerdi, işte eski Türklerin bıraktıkları yapılar, anıtlar bu mezarlardır ve bunlar Orhun Âbideleri'nden ibaret değildir Esik kurganındaki Altın Elbiseli Adamın mezarı gibi daha nicelerinin olduğu anlaşılmıştır ve kazılar devam etmektedir

Fakat eski Türkler ölen büyüklerini bütün değerli eşyaları, altınları, mücevherleri, bindiği atların altın süslemeli koşumları ve hatta atları ile gömerler, bunları kutsal sayar, korurlardı Mezarları açanın cezası ölümdü Türk büyüklerinin mezarlarını soyan komşu devletlerle, meselâ Moğollar ve Çinlilerle savaşırlardı Bizans'ın Margos piskoposu Hun hükümdar ailesinin mezarını soymuş ve bu yüzden Attila Bizans'a savaş ilân etmişti

• Gök-Tanrı
Türklerin asıl dini, gerçekten taptıkları, "Gök-Tanrı" idi Bütün eski Türklerin ana kültü bu idi Eski Türkler için Güneş, Ay ve yıldızlar Tanrı değil, sadece birer aziz idiler Tanrı ise bütün gökyüzü idi ve bu tanrı yere ve göklere hâkimdi Yedinci yüzyılda yaşamış ve eser bırakmış Bizanslı tarihçi Simokattes, "Eski Türkler yalnız, evrenin yaratıcısı olarak bildikleri ve tek ulu kudret olarak kabul ettikleri Gök Tann'ya tapınışlardır" diyor

Gök-Tanrı evrenseldir Şafağı söktüren, bitkiye hayat veren, insanlara canlarını bağışlayan, dilediği zaman geri alan, cezalandıran, affeden odur Yalvaranın ömrünü uzatır, atlarını çoğaltır, kuzunun yakarışını bile duyar O her şeyi görür, bilir ve iradesine karşı gelinmez Türk milletinin başına kağanı o tayin eder Kağana güç veren de odur

Gökyüzü bir bütün ve tam olduğu, tek ve mükemmel olduğu için, inandıkları Tanrı'ya da "Gök Tanrı" diyen eski Türkler, elbette onu belli boyutlar içinde tecessüm ettiremez, put gibi küçültemez, bütün gökyüzünü sığdıracakları tapınağı düşünemezlerdi Onun içindir ki eski Türkler büyük tapınak yapmamış, günümüze böyle bir yapı bırakmamışlardır Ve yine bütün bunlar içindir ki Türkler, İslâmiyetle karşılaşınca, onu kolayca ve coşku ile benimsemişler, bundan sonra en güzel ve muhteşem mâbedleri yapmışlardır

Tabuların yanılgıları

Eski Türklerin medeniyetlerini yansıtan kurgan, atalar anıtı, şehir kalıntısı, demir ve altın işlemeler ve yazı örnekleri gibi en önemli belgelerin, bol olarak ancak son zamanlarda, son yirmi yıldan beri bulunduğunu, devam eden kazılarda her gün yeni bir eserin meydana çıkarıldığını söyledik Türk tarihi hakkında tahminlere dayanan ama asla gerçeği yansıtmayan hükümleri alt-üst eden bu bulguların daha da çoğalacağının anlaşıldığını, gösterge niteliğindeki belgeleri ve yeni girişimleri hatırlatarak haber verdik

Son zamanlardaki keşiflerden önce bazı yabancı müelliflerin "Eski Türklerden kalan büyük eserler yok, çünkü Türkler göçebe idiler, göçebe toplumlar medeniyet kuramazlar" şeklinde kestirme ve yanlış bir hükme saplandıklarını da söylemiştik

Bu saplantı nerden ileri geliyor? Hemen söyleyelim ki bunun bir saplantı olduğunu nice zamandan beri tarihçilerimiz ispat etmiş, yabancı Türkologlar da Türk tarihçilerinin bu görüşüne katılmış bulunuyorlar Doğruları daha başka doğrularla, örneklerle ve son buluşlarla güçlendirmek, o yanlışların etkisinde kalan kendi aramızdaki saplantılı ya da önyargılı kişilerin dikkatini çekmek gerekiyor Yirminci yüzyılın ikinci yarısı Türk tarihinin ilk zamanlarını aydınlatan, uzağı gösteren güçlü bir projektör olmuştur Bu projektörün aydınlattığı saha geniş kitleyi de ilgilendirecektir

İlim dünyasında, ilmin her dalında, her zaman otoriteler bulunur Onlar bu unvanı hak etmişlerdir Çünkü konularında uzmandırlar ve herkesten daha fazlasını bilirler Bazen açıklamalarıyla, bazen yeni buluşlarıyla bilim dünyasına, insanlığa hizmet ederler Katkıları büyük olur Onlara elbette hayranlık, saygı ve şükran duyarız Fakat, ilme aykırı bir tutum olsa da, bazen bu otoriteler tabu mertebesine çıkartılır Her söyledikleri, her yazdıkları mutlak doğru kabul edilir ve aksi görüşler ileri sürülemez Ta uzun yıllar sonra yanlışları, yanılgıları apaçık ortaya çıkıncaya kadar, böyle sürüp gider




Alıntı Yaparak Cevapla

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler

Eski 10-21-2012   #3
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler




Batlamyus'un yanılgısı
Bu tabular başka ilimlerin uzmanları arasında olduğu gibi tarihçiler arasında da vardır Bir-iki örnek yererek düşüncemizi daha iyi anlatabiliriz Önce, milletler tarihi ile ilgili olmayan konulardan örnek verelim: MS 2 yüzyılda Mısır tahtına çıkan Klaudios Ptolemaios (Batlamyus) aynı zamanda büyük bir astronomi bilgini idi Astronomi ile ilgili ünlü eserinin, adı 'Almageste'dir Batlamyus bu eserinde dünyayı evrenin merkezinde gösteriyordu Dünya olduğu yerde sabit duruyor, Güneş, Ay, Merkür, Mars, Jüpiter Dünya'nın etrafında dönüyordu Güneş, sabit duran Dünya'nın uydusu idi işte bu yanlışa insanlar, Avrupa'nın anlı şanlı astronomları, tam 14 asır inandılar Batlamyus'un yanıldığını söylemeye cesaret bile edemediler (Batlamyus'tan daha iyi mi bileceklerdi!)

Astronominin eski çağlar için özel bir konu olduğu söylenebilir Fakat şuna ne buyrulur: Aristo bir dâhidir, ilim deryası, akıl küpü, zekâ güneşidir Hem yaşadığı devirde, hem de ölümünden yüzlerce yıl sonra onun her dediği mutlak doğru kabul edildi Aristo, erkeklerde 32, kadınlarda 30 diş bulunduğunu yazmıştı Tıpla uğraşanlar bile yüzlerce yıl bunu böyle kabul ettiler Hiç kimse itiraz etmedi, itiraz eden olsaydı belki ona, Hoca merhumun fıkrasında olduğu gibi "Sana mı inanacağız yoksa Aristo'ya mı?" derlerdi Nice yüzyıl, Batlamyus ya da Aristo gibi düşünmeyen üniversiteliler sınıfta kaldılar!

• Romalı'nın kompleksi
Konuyu dağıtmamak, girişi uzatmamak için, tarihçi tabuların yanılgılarını gösteren örneklere geçelim: Batılı müellifler yaklaşık 1500 yıldan beri Hun imparatoru Attila ile Romalı kumandan Aetius'ün Catalaunum Ovası'nda 451 yılında yaptıkları savaşın galip ve mağlup belli olmadan sona erdiğini yazıyorlardı Oysa son araştırmalar o savaşın Attila'nın kesin zaferi ile bittiğini göstermiştir Bu gerçek, Papa VI Paulus'un 1967'de istanbul'u ziyaretinden sonra Batılı tarihçiler tarafından da kabul edilmiştir Çünkü o tarihten sonra Vatikan'daki belgeleri bir defa daha gözden geçirme fırsatı ve müsaadesi verildi

Son araştırmalardan sonra Hunların ve Attila'nın Türklüğünden şüphe eden yabancı müellif kalmadı (Papa VI Paulus o ziyaretinde Haçlıların inebahtı savaşında ele geçirdikleri bir sancak-ı şerifi de iade etmişti)

1406 yılında ölen ünlü İslâm tarihçisi İbni Haldun da şüphesiz büyük bir otoritedir ve yüzlerce yıl tarih yazanları etkilemiştir Fakat, araştırmadan ziyade hazırı, söylenmişi benimseme eğiliminde olan insanlar, onu da bir ölçüde tabulaştırmışlardır

• İbni Haldun'un yanılgısı
İbni Haldun'un toplumları "bedevî" ve "medenî" olarak iki ana gruba ayırmasını, bedevilerin medeniyet kuramadıklarını, tarihsiz olduklarını, Türklerin de bedevî oldukları için medeniyet kuramadıklarını ve tarihsiz olduklarını söylemiş olması, birçok tarihçiyi yanılttı Bu büyük yanılgıyı uzun süre gerçek saydılar Oysa İbni Haldun, bir "bozkır medeniyeti"nin varlığından, Türk tarihinden habersizdi Bozkır iklimi ile çöl iklimini, bozkırdaki göçebelikle Arabistan ya da Afrika çölündeki göçebeliği, hatta Afrika ormanlarına sıkışmış kabilelerin göçebeliğini bir saymıştı Aradaki büyük farkı bilmiyordu Yaygın ve gerçek anlamı ile göçebelik, bir toplumun toprağı işlemeden, zanaat ya da sanatla uğraşmadan, sadece hayvan besleyerek bir yerden başka yere sürekli göç etmesi, hayvancılıkla, avcılıkla, yenebilir otları ve meyveleri toplamakla (la chasse et la cueillette) geçinen toplumlardır Bunlar gerçekten medeniyet kuramamışlardır

Bozkırda yaşayan Türkler ise, besicilik yapmış, demiri, çeliği, altını işlemiş, toprağı ekmiş, bark yapmış, kurgan yapmış, anıt dikmiştir Teşkilatçılığı sayesinde de birçok devletler kurmuştur Gerçek göçebe toplumlarda bu özellikler yoktur Onlarda ne bir Esik kurganı, ne Pazırık kurganları, ne bir Altın Elbiseli Adam, ne bir Orhun Anıtı, ne de cihangir hükümdarlar vardır

• Radloff'un yanılgısı
Ünlü Türkologlardan biri olan Radloff da Türklerin göçebeliği meselesinde yanılmıştır Radloff, geçen yüzyılın sonlarında yaptığı bir araştırmadan sonra Türklerin göçebe olduklarını söylemiş ve o söylediği için çok kişi böyle kabul etmişti Ama onun göçebeliği tarifi İbni Haldun'un tarifinden çok farklıydı Ayrıca o incelemesini, yüzyıllarca Moğolların sonra da Rusların egemenliğinde kaldıkları için kültür kaybına uğramış ve artık mahkûm ve bölük-pörçük bir durumda bulunan Türk toplumları arasında yapmıştı Daha eskiye, daha ötelere gidememişti ve Türk tarihi ile ilgili belgeler de bugünkü kadar gün ışığına çıkmamıştı Yanılgısı buradan ileri geliyordu

Artık, tarih ilminin yalnız gerçek belgelere dayandırılacağını, tahmin ve duygularla hüküm verilemeyeceğini kabul etmeyen var mıdır?

Konumuz "Andronovo" kültürü hakkında kısa bir bilgi vermemizi gerektiriyor

Andronovo, Güney Sibirya'da, Altaylardan doğan Yenisey ırmağının kıyısında küçük bir köyün adıdır






Alıntı Yaparak Cevapla

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler

Eski 10-21-2012   #4
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Hunlardan Kalan Tarihi Eserler




Meşhur Yenisey kitabeleri ve başka arkeolojik eserler bu köyde bulunmuştur Bu köy, en eski zamanlardan beri Abakan Türkleri'nin oturduğu Abakan bölgesindedir Abakan, hem Yenisey'in kollarından birinin, hem de bu suyun Yenisey'le birleştiği yerde bulunan şehrin adıdır Bu bölgede yaşayan Türkler "Abakan Tatarları" olarak anılıyordu Daha sonra Ruslar bunlara "Minusinsk Tatarları" dediler Minusinsk Abakan'ın yakınında, çok daha sonraki dönemde kurulan bir şehirdir Özbeöz bir Türk kavmi olan Abakan Tatarları'nı oluşturan boylar şunlardır: Kaş, Koybat, Sagay, Kamasin, Beltir, Sor, Kızılkaya, Aba Kızıl, Tuba, Küerik ve Hakas Şimdi Rusların bunlara verdiği resmî ad 'Hakas'lardır

Abakan Türkleri örf ve âdet bakımından Al-taylı Türklerden farksızdırlar Abakan kadınlarının giyimleri Anadolu yürüklerinin giyimlerine çok benzer Kız isteme, düğün, cenaze, ölüyü anma gibi bazı gelenekleri ise, Anadolu'da İslâmi geleneklere adapte edilerek sürdürülmektedir

Andronovo'da, Yenisey ırmağının kaynak bölgelerinde, yani eski Türklerin yerleşim bölgesinde kalan bu köyde elde edilen arkeolojik bulgular, Türklerin atı evcilleştirdikten başka, demir ürettiklerini ve onu işleyerek silâh ve başka araçlar yaptıklarını ispatlıyor Asalak göçebe toplumlarda buna imkân yoktur!

At gibi hızlı bir vasıtaya, demir gibi güçlü bir silâha sahip olan savaşçı kavimlerin, daha geniş topraklar elde etmek için harekete geçmeleri, bulundukları yere yapışıp kalmamaları tabiidir Tarih boyunca, hangi millet hızlı araçlara kavuştuktan sonra göç veya fetih maksadıyla uzak diyarlara gitmemiştir? Hele bulundukları yer çok verimli değilse, yılkılarını, yaklarını beslemek (besicilik yapmak) için, elbette mevsim mevsim verimli bölgelere göç edecek ve bu bölgeleri silâhla koruyacaklardır

• Bereket ambarları yoktu
Nehir boyları, nehir araları gibi verimli topraklar üzerinde yaşayan Türkler buralarda uzun süre yerleşik kalmışlardır Meselâ Yenisey boylarında, Maveraünnehir'de, yani Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sırderya) havzalarında sürekli yerleşik hayat yaşamışlardır Fakat, geniş Türk illerinin her bölgesi aynı verimlilikte değildi Ganj boyları, Nil boyları ve Mezopotamya gibi bereket ambarı sayılacak yerler pek çoktu Putlara, ilahlara taptıkları için büyük tapınaklar yapan Yunanlılar gibi, dar bir bölgede kapanıp kalacak mizaçta da değillerdi Bilindiği gibi küçük Yunan siteleri birbirlerine çok yakın oldukları halde, yakın tabiat engellerini aşıp birbirleriyle kaynaşmamış, birleşmemişlerdi Bu yüzden dilleri ve gelenekleri ayrı idi

• Tabiat âşığı,coşkun ruhlu idiler
Türkler ise tabiat âşığı idiler Gür ormanlar, yalçın dağlar onlar için aşılmaz engel değil, kucaklanması gereken kutsal güzelliklerdi Toprakları, kurganları (atalar mezarı) kutsaldı Onları korumak için savaşır ve terketmez-lerdi Ama bir yerde saplanıp kalamayacak kadar da coşkulu idiler Hayalleri, dağları, ufukları aşıyordu Bu karakterleri destanlarında, sözlü-yazılı edebiyatlarında da görülmektedir Meselâ Oğuz Kağan halkına şöyle hitap eder "Kargıları demirden bir ormanı andıran büyük ordumuzla zaferden zafere koşacağız Başka denizlere, başka nehirlere ulaşacağız Yurdumuz öyle büyüyecek ki, onun üzerine kuracağımız otağ ancak gök kubbesi, otağın tepesine dikeceğimiz tuğ ise ancak güneş olacaktır!"

Bu karakterde, bu duyguda olan bir milletin, nüfusuna göre çok geniş alanlarda egemenlik kurmuş olması, milyonlarca hayvandan oluşan sürülerini otlatmak için, mevsimlere göre bir bölgeden bir bölgeye göç etmeleri tabiidir Ama bu göçebelik, medeniyet kurmamış, tarihî anıtlar bırakmamış bazı çöl ve orman toplumlarının göçebeliği değildir Türklerin besicilik ve çobanlık yapanları yılkı, sığır ve davarlarını otlatmak için diyar diyar dolaşırken, bir kısmı da asıl yurtlarında, büyük şehirlerde ve köylerde oturuyorlardı Onun için, her göründükleri yerde bayındırlık eseri bırakmamış olmaları da tabiidir

Türkler, yerleşik olarak yaşadıkları şehirlerde, köylerde taş evler, saraylar, anıtlar, ama en çok ahşap evler yapmışlardır Çünkü tabiat âşığı idiler ve taştan ziyade ağacı seviyorlardı Bozkır Türklerinin göründükleri ve bulundukları yerde tarihî anıtlar arayan ve bunları bulamadıkları için de "Çünkü Türkler göçebedir, göçebe milletler medeniyet kuramaz, onların tarihi yoktur" hükmüne varanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, son zamanlarda, hele şu son çeyrek yüzyıl içinde, anlamayan kalmamıştır

Araştırmaları takip, etmedikleri için, bazı bulgular çok büyük yankılar uyandırmış olmasına rağmen bunlardan habersiz oldukları için, eski saplantılarından kurtulamayanlar da az değildir

Görgü tanıkları ne diyor?

Türklerin medenî mi yoksa bedevî mi oldukları sorusuna cevap teşkil edecek çok ünlü görgü tanıklarının bir iki cümlesini vermek de faydalı olacaktır:

• Abbasî Halifesi Muktedir-billah, 920 yılında (h308), Türkistan'a bir elçilik heveti göndermişti Bu heyette görev alan İbn-i Fadlan, henüz Müslüman olmayan Türk illerinde gördüklerini "Er-Rıhle" (Seyahatname) adlı risalesinde anlatmıştır Bu seyahatnamede şöyle diyor (Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık Müslüman olmayan bu Türklerden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse, başını semaya kaldırıp "Bir Tengri" der Bu "Bir Allah" anlamına gelir Çünkü Türkçe'de bir "vahid", Tengri ise "Allah" demektir Türk kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar, vücutlarını gizlemezler, ama zina diye bir şey bilmezler, Türkler, böyle bir suç işleyeni ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler Misafiri olduğum Türk, tercümanıma: "Bu Arab'a sor, Rablarının karısı var mıymış?" dedi Onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum Bu hareketim hoşuna gitti O da benim gibi tövbe etti ve "estağfurullah" dedi Türk'ün âdeti böyledir Bir Türk'ün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip, ona "Ben senin misafirinim, develerinden, hayvanlarından ve parandan şu miktara ihtiyacım var" derse, Türk istediklerini ona verir)

İbn-i Fadlan'ın bu tespitlerini Turkler'in İslâmiyetten önceki inançlarına, âdetlerine çok kısa bir örnek vermek, İslâmiyeti niçin baskısız, zorlamasız, istekle benimsemelerinin bir sebebini ve putculukla ilgileri bulunmadığını göstermek için aktarıyoruz Elbette İslâmiyeti bütün Türkler bir anda ve hiç direnmeden kabul etmediler Ama, direnen boylara bu dini kabul ettiren ve öğretenler yine Türklerin kendileri oldu






Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.