Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #46 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaAli Kuşçu Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdıAli Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu 1449'da hacca gitmek istedi Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi XV yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu Her şeyden önce hocasıydı Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştıUluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı Osmanlı tahtında oturan II Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır Elçiye zeval yoktur Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim” Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı Ali Kuşçu'nun, hepsi de birbirinden değerli pek çok eseri vardır: Bunların başında Risâle fi'l-Hey'e (Astronomi Risalesi) gelir Bu, nefis bir astronomi kitabıdır Ali Kuşçu, bu eseri Farsça yazmış, sonra bazı eklemelerle Arapça'ya çevirmiştir Fatih Sultan Mehmet'e, Arapça olan nüshayı sunmuştur Uluğ Bey'in, yıldız hareketlerini inceleyen Zîç adlı eserini de yorumlamış, ve genişletmiştir Ayrıca, Risâle fi’l-Fethiye (Fetih Risalesi), Risâle fi’l-Hesâb (Matematik Risalesi) bilinen eserlerindendir Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti ALİ KUŞÇU Türk-İslam dünyasının büyük astronomi ve kelam alimi olan Ali Kuşçu, XV yüzyıl başlarında Semerkant’ta doğdu Babası Muhammed, ünlü Türk Sultanı ve astronomu Uluğ Bey’in kuşçusu olduğu için, ailesi ‘Kuşçu’ lakabıyla meşhur oldu Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duyan Ali Kuşçu, devrin en büyük alimleri olan Bursalı Kadızâde Rumî, Gıyâseddin Cemşîd ve Muînuddîn Kâşî’den matematik ve astronomi dersi aldı Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman’a gitti Burada Hall-ü Eşkâl-i Kamer (Ay Safhalarının Açıklanması) adlı risale ile Şerh-i Tecrîd adlı eserini yazdıAli Kuşçu, Semerkant ve Kirman'da eğitimini tamamladıktan sonra Uluğ Bey'e yardımcı ve rasathanesine müdür olmuştu 1449'da hacca gitmek istedi Tebriz'de Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan kendisine büyük saygı gösterdi ve Fatih'le barış görüşmelerinde yardımını istedi Ali Kuşçu, Uzun Hasan'ın sözcülüğünü yaptıktan sonra Fatih'in davetiyle İstanbul'a geldi XV yüzyılın ilk yarısında, Semerkant, dünyanın en önemli bilim merkeziydi Uluğ Bey Rasathanesi, gök bilgisi araştırmaları için en doğru sonuçları alıyordu Rasathanenin genç müdürü Ali Kuşçu, gece gündüz demeden çalışıyor, bilimsel gerçeklere yenilerini katmak için uğraşıp didiniyordu Gökyüzü bilgisi (astronomi), hem değişmez kuralların, kanunların tespit edilmesine yarıyor, hem de gözlemlerle kontrol edilebiliyordu Otuz yıla yakın bu işte çalışan Ali Kuşçu, bir gün ansızın her şeyi yüzüstü bırakarak hacca gitmeye karar vermişti Buna da sebep, en olmayacak bir zamanda, sevgili hükümdarı Uluğ Bey'in 1449 yılında öldürülmesiydi Gürgân tahtının bu bilgin ve kudretli hûkümdarı, kendi öz oğlu Abdüllâtif'in ihânetine uğramıştı Uluğ Bey, Ali Kuşçu için bambaşka bir mânâ taşıyordu Her şeyden önce hocasıydı Ondan matematik ve astronomi dersleri almış, eserlerini uzun uzun incelemiş, sohbetlerinde bulunmuş, hâttâ Doğancıbaşısı olduğu için, adının ucundaki “Kuşçu” lâkabı bile böylece yadigâr kalmıştıUluğ Bey, kendi kurduğu rasathaneye de müdür olarak Ali Kuşçu'yu lâyık görmüş, henüz tecrübesiz bir çağdayken bu dev rasathanenin başındaki çalışmalarda, ona bizzat yardımcı olmuştu İşte Uluğ Bey'in bir ihanete kurban giderek öldürülmesi Ali Kuşçu'yu can evinden vuran bir olaydı Ali Kuşçu bu olayla çok kırıldı Çoluk çocuğunu toparlayıp Tebriz'e geldi Uzun Hasan kendisine o kadar saygı gösterdi ki, Konstantiniye Fâtih'i, bir devri kapayıp yenisini açan genç cihangirle ihtilâfında aracılık etmesini istedi Genç Fâtih'in de bilgin olduğunu, bilginlere büyük saygı gösterdiğini biliyordu İstanbul'da olup bitenler, kuş kanadıyla Tebriz'e ulaşıyordu Şiîlerin casusları ve habercileri yalnız padişahın savaş niyetlerine ve hazırlıklarına dair haberler ulaştırmakla kalmıyorlardı Bunun üzerine Ali Kuşçu, kendisine bunca itibar eden Uzun Hasan'ın dileğini kırmayarak yol hazırlıklarını tamamladı Semerkant'ta Kızıl Elma olarak bilinen eski Bizantium'a ulaştı Haberciler; onun geleceğini daha önceden saraya uçurmuşlardı Huzura kabul edildiği zaman Osmanlı hükümdarından beklemediği kadar iltifat gördü Çünkü, kendisinden önce, eserleri İstanbul'ca biliniyordu Uluğ Bey Rasathanesi'ndeki çalışmalarından, Semerkant'a aylarca uzak bulunan İstanbul'daki hükümdarın haberi vardı Osmanlı tahtında oturan II Mehmet (Fatih), gayet dikkatli, bilgili, uyanık bir padişahtı Âdet olan merasimle Uzun Hasan'ın elçisini kabul etmiş, dileklerini dinlemiş, ama hemen geri dönmesine izin vermemişti Ondan, gelip artık batıya kaymış olan ilim merkezlerini aydınlatmasını, bilgisiyle İstanbul medreselerinde ilim heveslisi gençleri yetiştirmesini rica etti Bu teklif, Ali Kuşçu için beklenmedik bir iltifattı Cefâlı olduğu kadar şefkatli olduğunu da bildiği Fatih'in isteği, onun için emir demekti Ama, ahlâkı dürüst bir ilim adamı olduğunu şu sözlerle ispat etti: “Hünkârım izin verirlerse önce Tebriz'e döneyim Çünkü burada bulunuşumun gerçek sebebi, Akkoyunlu Hükümdarı'nın elçisi olmaktır Elçiye zeval yoktur Gerektir ki, hünkârımın lütûfkâr davetini kabul etmeden önce vazifemi iyi bir sonuca ulaştırdığımı, beni gönderen, bana güvenmiş olan insana bildireyim” Ali Kuşçu'nun bu mazereti, Fatih'e son derece akla yakın göründü Padişah; iki şeye birden sevinmişti: Kuşçu, davetini kabul etmişti, gelip buradaki ilim öğrencilerini yetiştirecekti İkincisi ise, son derece mert ve ahlâklı bir insandı Her haliyle, medreselerde yetiştireceği gençlere örnek olacaktı Bu sebeple, bir müddet daha misafir ettikten sonra kendisine izin verdi Değerli matematik ve astronomi bilgini Ali Kuşçu, sözünü tuttu İki yıl sonra, ailesini de alarak Tebriz'den hareket etti Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarından karşılanarak ihtişam içinde İstanbul'a getirildi Ölümüne kadar da gençleri yetiştirmekle uğraştı Kuşçu’nun ders vermeye başlamasıyla, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik alanında büyük gelişme oldu Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelişi önemlidir; çünkü o zamana kadar İstanbul’da astronomi ile uğraşan güçlü bir bilgin yoktu Ali Kuşçu, Osmanlılar arasında astronomi bilimini yaydı Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #47 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaCengiz Han Büyük cihangir, devlet adamı ve kanun uygulayıcısı Koyduğu kurallara yasa adını veren hükümdardır 1155 yılında doğdu Asıl adı Timuçin'dir Moğol Oymak beylerinden Bahadır (Yesukay Batır adı ile de anılır) Bey'in oğludur Ömrünü savaş alanlarında geçirdi 1202 yılında Doğu ve Batı Moğolistan'ı zaptettikten sonra önce Hakan, daha sonra Cengiz unvanlarını aldı 25 yıl hakanlık yaptıktan sonra, 1127 yılında 72 yaşında iken dünyaya gözlerini yumdu Mezarının yeri belli değildir Oymak Beyi Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlât dünyaya getirdiği zaman bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avucunun içinde pıhtılaşmış kanı görenler: “Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avucunun içindeki kan buna işarettir” dedilerAncak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerini yumdu Annesi Ulun Hâtun zeki ve becerikli bir kadındı Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyene kadar yönetimi ele aldı Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu Bu uğurda yıllarını harcadı ve sonunda başardı Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi Bu yüzden ilk savaşlarını yaptı ve ilk zaferlerini kazandı Sonra sıra Moğolistan'a hâkim olmaya geldi Yaman bir cengâver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğolistan'ı egemenliği altına aldı Bunun için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı1202 yılında bütün Moğolistan'a hâkim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan Kurultay'da kendisine Hakan unvanı verildi Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir şaman kâhin kendisine “Cengiz Han” adını verdi Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim “Başbuğlar başbuğu” anl***** gelmekte idi Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı Bu arada büyük istilâ harekâtına da girişmişti Önce Çin'i istilâ etti ve bu büyük devletin merkezi Hanbâlık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216)Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylılar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler Bundan sonra emrindeki 200 bin kişilik Türk-Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslâm âlemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han 1220 yılında İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzemşah Doğu Türk Hâkanlığını yıktı Sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istilâ ordusu ile ezip geçti Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık hâlde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardıCengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört “Başkadın”ı vardı Bunların sayısı kadar da karargâh kurmuştu ülkesi sınırları içinde Her karargâhında bir “Başkadın”ı bulunurdu Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı Ve eski bir Türk-Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında paylaştırdı Kendi yerine üçüncü oğlu Ügedey (veya Ödebey)'i geçirdi Cüci'yi avcıbaşı, Çağatay'ı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ (veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı Kısa bir süre sonra Cüci ile Tuluğ'un araları açıldı Hattâ Cüci'nin babasına karşı bir ihtilâl hazırladığı dahi söylendi Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi Bu onun son seferi oldu Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu Cesedi Moğolistan'a götürüldü Orada, Kerülen ve Onon kaynaklarının yakınında Burhan-Haldun dağlarının bir köşesinde toprağa verildi Türk-Moğol geleneklerine göre, mezarı gizli tutuldu Kendisinden sonra gelenler de bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarının yeri belli oldu Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarından Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım-Hanlıkları, Tuluğ'un oğlu Hülagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #48 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaMimar Sinan Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu 48 yıl bu makamda kaldı 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir” demeye başlamışlardı Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman: – Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?” diye gürledi Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip, – Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlümcevabını verdi Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken: – Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerekdiyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı “Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti 50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #49 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaOSMAN BEYİN VASİYETİ Vefat etmeden önce oglu Orhan Bey'e söyle vasiyet etmistir - Ogullarima ve butun dostlarima birinci vasiyetim sudur ki; her zaman gazaya devam ederek, Din-i Celil-i Islåm'in yilceligini yasatiniz Cihadin kemaline ererek, sancagi serifi hep yuksekte tutunuz Her zaman Islam'a hizmet ediniz Zira Cenab-i Hak benim gibi zayif bir kulunu ulkeler fethetmek icin memur etti Gaza ve cihadlarinizla Kelime-i Tevhid'i Cok uzaklara göturunuz Hanedanimdan her kim, hak yoldan ve adaletten saparsa mahser gönunde, Rasülü Azam'in sefåatinden mahrum kalsin OSMAN GAZİNİN RÜYASI " Osman Gazi uyuyunca rüyasinda gördüki, bu azizin (Seyh Ede Bali'inn) koynundan bir ay dogar, bu ay gelir Osman Gazi'nin Koynuna girer Ayin Osman Gazi'nin koynuna girdigi demde göbeginden bir agaç çikar, agacin gölgesi dünyayi tutar Gölgesinin altinda daglar vardir Her dagin dibinden sular çikmakta, bu sulardan kimileri içmekte, kimileri bahçe sulamakta, kimileri de çesmeler akitmakta dir" " Osman Gazi uykusundan uyandi Seyhe gidip rüyasini anlatti Seyh (rüyayi yorumlayarak) dedi ki: Ogul, Osman! Müjde olsun ki, Hak Taala sana ve nesline pa disahlik verdi Ve benim kizim Mal Hatun (Balâ Hatun) senin helalin oldu" |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #50 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaBilge Tonyukuk Adı bilinen ilk Türk yazar, tarihçi ve büyük devlet adamı Milattan sonra 8 asırda Göktürkler devrinde yaşamış İlteriş (Kutluk) Kağan, Kapagan Kağan, Bögü Han ile Bilge Kağana baş vezirlik yapmış, bazı savaşlarda başkomutan olarak vazife görmüştür Kendi adına dikilen abideye yazdırdıklarından anlaşıldığına göre; Çin’de doğmuş, Çin esaretinden İlteriş (Kutluk ) Kağanla birlikte kurtularak Türklerin Çin esaretinden kurtuluş savaşını idare etmiş, gençlik yıllarında ataklık ve cesaretiyle, yaşlılığında da tecrübe ve bilgisi ile devletine hizmet vermiştir Damadı Bilge Kağanın Türk milletini yerleştirmek ve Budist tapınakları açmak gibi fikirlerini reddetmiştir Bu sebeple milleti her an at sırtında harbe hazır tutmuş ve Türklüğün İslamiyete girmesine zemin hazırlamıştır Politikayı iyi bilen, halk ruhunu derinlemesine kavramış olan bu meşhur Göktürk vezirinin kendi adına MS 720-725 yıllarında dikilen kitabesi, Moğolistan’ın Bayın Çoktu mevkiindedir Sade ve sanatsız bir dille yazılan bu kitabede; Çin esaretinin çilesinden, Çinlilerin hile ve zulümlerinden bahsedilerek halka öğütler verilir Bazı bölümlerde de kendi hayatından bahisler vardır Bilge Tonyukuk kitabesinden: “Tanrı yarlıgadığı için Türk milleti içinde silahlı düşmanı gezdirmedim Damgalı atı koşturmadım İlteriş Kağan çalışmasaydı ona uyarak ben kendim çalışmasaydım, il de millet de yok olacaktı Çalıştığı, çalıştığım için il, il oldu Millet de millet oldu Kendim artık kocadım Şimdi Türk Bilge Kağan, Türk müstakil milletini, Oğuz milletini iyi idare ederek tahtında oturuyor |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #51 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaYörük Ali Efe Milli Mücadele kahramanlarından Yörük Ali Efe, 1896 yılında Aydın'da doğdu Aydın bölgesi yörüklerinin Sarı Tekeli aşiretinden olan Yörük Ali Efe, Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe'den sonra Kuva-yı Milliye'nin önemli kişilerinden idi Milli Mücadeleye katıldığı zaman 23 yaşındaydı Daha önce, 1916 yılında askere alınarak Kafkas Cephesi'ne gönderildiği sırada askerden kaçmış, dağa çıkarak Alanya'lı Molla Ali çetesine katılmıştı Molla Ali, çarpışmada ölünce onun yerine çete başı oldu Menderes Irmağını salla geçerken jandarmanın pususuna düşen çetenin bütün elemanları vurulmuştu Yalnızca Ali Efe, salın ipini kesip kendini akıntıya bırakarak hayatını kurtarabilmişti Bu olaydan sonra çetecilikten vazgeçerek eşkıya avında bir süre hükümete yardımcı olan Ali Efe, Mondros Mütarekesinin ardından ortalık karışınca çete kurdu Kıllıoğlu Hüseyin Efe ile birlikte Millî Mücadeleye katılarak zaman zaman Yunanlılara baskınlar yaptı Ali Efe'nin gün gittikçe genişleyen ve Millî Aydın Alayı adını alan milis kuvvetleri Kurtuluş Savaşında büyük yararlıklar göstermiş, Aydın'ın Yunan işgalinden kurtulmasında büyük rol oynamıştı Savaş sona erince çetesini dağıtarak Yenipazar'ın Kavaklı köyüne çekilen ve Yörük soyadını alan Ali Efe, İzmir'de geçirdiği tramvay kazasında bacaklarını kaybederek sakat kaldı Yörük Ali Efe, 1953 yılında öldü |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #52 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaFARUK KADRİ TİMURTAŞ Türkçe'nin bugünkü durumu kötü1930 yıllarında, Türk Dil Kurumu, lisanımıza tasallut etmeden önce, mükemmel bir ilim ve sanat dili olarak çok güzel bir Türkçe’miz vardı Şimdi bozulmuştur Son 30 yıldır hiç bir büyük şair yetişmemiştir Çünkü bu dille şiir olmaz Nesirde, roman ve hikâyede durum, şiir kadar kötü değil Ancak bu sahada da edebiyattan fazla ideoloji hâkimdir Türk bilim hayatına, dil ve tarih şuuru getiren adam Türkiyemizde Türk dili üzerinde büyük bir titizlikle fikir üreten, Türk gençlerinde ve son nesil Türk öğretmenlerinde büyük bir dil ve tarih bilinci geliştiren üç büyük alimimiz gelmiştir: Nihad Sami Banarlı, Faruk Kadri Timurtaş ve Necmeddin Hacıeminoğlu Türkiyemizde Türk dili üzerinde büyük bir titizlikle fikir üreten, Türk gençlerinde ve son nesil Türk öğretmenlerinde büyük bir dil ve tarih bilinci geliştiren üç büyük alimimiz gelmiştir: Nihad Sami Banarlı, Faruk Kadri Timurtaş ve Necmeddin Hacıeminoğlu Bunlar münhasıran dil üzerine titizlikle eğilen denemeler, makaleler ve nesirler yazmışlardır Nihad Sami Banarlı’yı daha önce bu sütunlarda anlatmıştık Her üçü de benim arkadaşlarım diyecek kadar yakınım olan bu üç Türk büyüğünden ikincisini de bu defa dizi yazımızın konusu yapıyoruz Şunu da önemle belirtmek gerekir ki bugün onların çapında değilse bile onlara yakın bir zeminde de olsa artık dil üzerine yazılar yazan, fikir üreten ve kitaplar yayınlayan dilcilerimiz yoktur artık Olanlar da yazmıyorlar Faruk Bey inançlarında samimi ve dindar bir bilginimizdi Namazlarını kılar, çevresindeki gençleri yetiştirmek onun en büyük zevki idi Çocuğu olmadığı için çevresindeki öğrencilerini kendi öz çocuğu gibi görür ve onları her zaman ve zeminde korurdu Asistanlarına doktorlarına kol kanat germesini bilen en değerli hocalardandı Ölümünde hemen bütün öğrencileri bir gerçek baba kaybetmiş gibi gözyaşı dökmüşler ve dualar okumuşlardı 1925’de Kilis’te doğmuştur Babası 1964’te vefat eden Avukat Kadri Timurtaş’tır İlk edebî ve lisanî bilgi ve zevkini aldığı babasının da Kilis Tarihi adlı bir kapital eseri vardır Aynı zamanda eski ve yeni tarz da şiirleri de bulunan Kadri Bey, oğlunun edebi şahsiyetinin gelişmesinde en büyük rolü oynamıştır Orta okulu Kilis’te liseyi İstanbul’da okumuştur Lisede iken yaz tatillerinde Kilis’in değerli bilginlerinden olan Baytazzade M Vakıf Tazebay’dan Farsça'yı öğrenmiştir Gülistan, Bostan ve Hafız Divanı okumuştur 1946’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı dalını bitirmiştir Aynı fakülteye 1949’da asistan 1950’de de doktor olmuştur 1958’de doçent 1967’de profesör olmuştur Birçok Avrupa ülkesinde bulunmuştur En uzunu Paris’teki 2,5 yıllık dönemdir 1954-56 yıllarındaki Paris ikameti sırasında bu ülkenin dilini de öğrenmiştir En son Londra’da 6 aylık bir öğretim üyeliği vardır 1982’lerde İstanbul’da bir felç geçirmiş ve uzunca bir tedavi gördükten sonra vefat etmiştir Yattığı yer cennet olsun Başvuru kitapları yazdı Faruk Kadri Timurtaş 1925-1982 yılları arasında yaşadı Daha henüz altmış yaşını bile doldurmadan geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda felç olarak uzunca bir zaman yattıktan sonra vefat etmiştir Onun dil ve edebiyat konusundaki yazılarından bir bölümü iki cilt halinde ölümünden yirmi yıl sonra yayınlanmıştır Yalnızca dil konusunda bir başka eseri de vardır Ayrıca Türk büyükleri ve Türk dil bilginlerinin hayatını denemeler halinde anlatan pek çok makalesi de vardır Başta Türk klasikleri ve kültür eserlerinden Mevlid, Yunus Emre Divanı, Şeyhi Divanı ve Harname olmak üzere epeyce metin yayınları, tahlilleri ve açıklamaları olduğu gibi Baki Divanı’nda da açıklamalı şekilde yayınlanmıştır Mithat Cemal Kuntay’ın “Türkün Şehnamesinden” eseri de onun tarafından yayına hazırlanmıştır Eski Türk kültürünün temel eserlerinin okunması için önemli bir kaynak olan üç ciltlik “Osmanlıca” dizisi halen üniversitelerimizde ve dünya Türkoloji öğretiminde bir başvuru kitabı olma özelliğini ve değerini taşımaktadır Bunların yanında Türk diline girmiş temelsiz ve uydurma kelimeleri içeren bir güzel sözlük de yayınlanmıştır Yıllarca süren gazete ve dergi sahifelerindeki dil hataları ile ilgili pek çok makalesi ise toplanarak yayınlanmamıştır Bu yazıları başta “Düşünen Adam” “Bilgi” dergileri ile Yeni İstanbul ve Meydan gazetelerindeki Türkçe hataları üzerine yazdığı makaleleri ve ikazları vardır ki bütün bu süreli neşriyatında kelimelere kadar sinmiş büyük bir dil bilinci, büyük bir tarih değerlendirmesi vardır Ayrıca Türk Yurdu dergisindeki ve Son Havadis gazetesindeki hafta sonu makaleleri de kitaplaşmamış durumdadır GENÇLER ÜNİVERSİTEYE, MİLLİ KÜLTÜR EDİNMEDEN GELİYOR Gençlerimize önce Türkçe öğretilmeli Faruk Kadri Timurtaş’ın yetiştirdiği ilim adamlarından pek çok dil bilgini ve profesörü vardır ki bugün üniversitelerimizin en değerli hocaları arasındadırKendisi ile yapılan eski bir sohbette eserleri ve Türk Dil Kurumu ile ilgili temel görüşleri açısında çok değerli olan şu bilgileri vermiştir: -Hangi dilleri biliyorsunuz? İhtisasınız hangi dallarda? -Fransızca ve Farsça biliyorum İngilizce ile Arapça’yı da okuyup anlayabiliyorum Yeni Türk Filolojisi kürsüsündeyim Daha çok Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV asırlar) ve Osmanlıca (XV-XX asırlar) üzerinde çalıştım -Başlıca eserlerinizi sayar mısınız? -Osmanlıca (1962), Mehmed Akif ve Cemiyetimiz (1962), Şeyhî’nin Hüsrev-ü Şirin’i (Edebiyat Fakültesi yayını, 1963), Osmanlıca Grameri (1964), Dil Dâvamız ve Ziya Gökalp (1965), Şeyhî, Hayatı ve Eserleri (1967), Kitap halindeki eserlerim bunlar Ayrıca, pek çok ilmî makalem var Birkaçı küçük bir kitap büyüklüğündedir Osmanlıca’nın III cildini teşkil edecek Metinler kısmını, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü için Millî ve Vatanî Şiirler Antolojisi’ni hazırlıyorum Aynı Enstitü’nün yayınlayacağı Türk Kültürü El Kitabı’nın, Tanzimat’a kadarki Osmanlı Edebiyatı bahsini de bitirmek üzereyim Ayrıca, üniversite öğrencilerinin ihtiyacını karşılayacak, kelimelerin eski harfli şekillerini de ihtiva eden bir Osmanlıca Sözlük ile, el kitabı mahiyetinde bir Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü üzerinde de çalışmaktayım -Sizin, Dr Alâeddin Yavaşça’nın 1 yaş büyük teyze oğlu olduğunuzu biliyoruz Musiki ile ilginiz var mı? -Klasik Türk Müzikisi ile Klasik Batı Musikisi’ni zevkle dinlerim Hafif musikiden hoşlanmam Hele Türk Musikisi’nin bünyesine olduğu kadar, Türkçe’ye de hiç uymayan çirkin aranjmanlardan nefret ediyorum -Son günlerde basında epey akisler uyandıran Türk Dil Kurumu ile alâkanızdan bahseder misiniz? -1946’da bu Kurum’a üye seçildim 1967 nisan sonunda ihraç edildim İhraç sebebim, Kurum’un bünyesine aykırı bir kuruluş olduğu iddia edilen, Türk Dilini Koruma ve Geliştirme Cemiyeti’nde üye olmammış -Türk Dil Kurumu hakkında ne düşünüyorsunuz? -Türk Dil Kurumu, gayri kaabil-i ıslahtır İlimle hiçbir alâkası olmayan, siyasî bir teşekküldür Kapatılması mümkün olamayacağına göre, Atatürk’ün vakıf gayesine uygun olarak çalışmasının sağlanması ve böylece Türk diline daha fazla kötülük etmesinin önlenmesi, hükümete düşen bir vazifedir En iyisi, hükümet, onu hatalarıyle başbaşa bırakıp ve yok farz edip, hemen bir dil akademisi kurmalıdır Bu dil akademisi, Türk akademisi’nin bir nüvesi olur -Türkçe’nin bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz? -Kötü 1930 yıllarında, Türk Dil Kurumu, lisanımıza tasallut etmeden önce, mükemmel bir ilim ve sanat dili olarak çok güzel bir Türkçe’miz vardı Şimdi bozulmuştur Son 30 yıldır hiç bir büyük şair yetişmemiştir Çünkü bu dille şiir olmaz Nesirde, roman ve hikâyede durum, şiir kadar kötü değil Ancak bu sahada da edebiyattan fazla ideoloji hâkimdir -Bu durumu düzeltmek için ne yapmalı? -Millî Eğitim Bakanlığı’na büyük işler düşüyor Bu bakanlık, uzun yıllar, bilgisizlik ve ihmal yüzünden, ilmi hiçbir hüviyeti olmayan Türk Dil Kurumu’nun peşinden gitti Şimdi bir uyanış var Fakat henüz yeterli değil Bu uyanış, mektep kitaplarına aksetmedi Mektep kitaplarının dili, uydurma Türkçe’den kurtarılmalı İlk ve orta öğretimde Türkçe, Türk edebiyatı, tarihi, tarih ve coğrafya, halkın konuştuğu güzel Türkçe ile, daha ciddî, daha geniş, daha millî şekilde okutulmalı -Başka ne gibi tedbirler düşünürsünüz? -Tarih, coğrafya, felsefe gibi derslerde, Türklük ve İslâm çok ihmal edilmiştir Musikide de öyle Lise mezunu, Itrî’yi, İbni Sinâ’yı, Fârâbi’yi, Türkistan coğrafyasını, daha bu gibi birçok şeyi bilmiyor Türkçe’yi öğrenemeden ve asla millî ve ciddî bir kültür edinmeden, üniversiteye intikal ediyor Üniversiteler, talebe çokluğu karşısında yetersiz durumda kalıyorlar Biz, Edebiyat Fakültesi’nde ilk iki yıl, lisede edinilmesi icab eden bilgileri vermekle vakit geçiriyoruz Tabiî mezunların çoğu istediğimiz seviyede olmuyor Orta öğretim hocalarının kifayetsizliği buradan geliyor Ancak bunların ellerine ciddî, iyi hazırlanmış ders kitapları verilebilirse, bir netice alınabilir Bu arada, yeni üniversiteler açmaktan kaçınmak lâzım Çünkü, asla hoca bulunamaz -Klasiklerimiz için ne düşünüyorsunuz? -Çok ihmal edilmiş bir mevzu Bir taraftan klasiklerimizin tenkitli neşirleri, diğer taraftan, geniş kitle için açıklamalı basımları yapılmalı Türkçe’nin mukayeseli lehçeler grameri, sözlüğü, etimoloji lugati de tez zamanda ortaya konulmalı Türk Dil Kurumu, bu mevzulardan hiçbirinin üzerine eğilmeye cesaret edemeden, 30 yıldır polemik ve siyaset yapmıştır -Türkçe’nin bugünkü imlâsı mükemmel mi? -Tabiatiyle hayır Çünkü, bugünkü imlâyı, Türk Dil Kurumu’nun, hiç biri dilci ve edebiyatçı olmayan gediklileri yapmıştır Türkçe, İstanbul şivesi telâffuzu örnek alınarak hazırlanmalı Bütün söylenen uzun heceler, uzatma işareti ile gösterilmeli Kaf, gayn, hı gibi Türkçe’de, İslâm’dan çok önceleri mevcut sesler de eksik Bunlar harf yerine, işaretle tebarüz ettirilebilir Bu imlâ bugün profesör pâyesine kadar yükselmiş ilim adamlarımızın, son nesilden olanlarının bile dilimizi doğru söyleyip yazamamalarının sebeplerinden biridir |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #53 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaGENÇOSMANOĞLU Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Türk’ün gür sesi olmuştu Ülkücü Hareket bir destan gibi ortaya çıktığında, millî hayatımızın hemen her gününün bir millî hamaset gibi yaşandığı tehlikeli günlerde sahaya çıkan ve Türk tarihinin destan çağlarını günümüzün insanına bir destan havası içinde sunan yalnızca Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu olmuştur Millî edebiyatımızın şan ve şeref sahifelerinde Türk zaferlerine destan yazan büyük şairlerimiz vardır Bunlar arasında “hamasî şâirimiz” olarak ünlenen Mithat Cemal Kuntay, İstiklâl Marşı’mızın ve Çanakkale Zaferimiz’in büyük şâiri Mehmet Âkif Ersoy, Türk Kurtuluş Savaşı’nın destan şâirleri Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Faruk Gürtunca, Sakarya Destanı’nın şâiri Ceyhun Atuf Kansu gibi emsalsiz destan şâirlerimiz vardır Fakat Ülkücü Hareket’in bir destan gibi ortaya çıktığında, millî hayatımızın hemen her gününü bir millî hamaset gibi yaşandığı tehlikeli günlerde ortaya çıkan ve Türk tarihinin destan çağlarını günümüzün insanına bir destan havası içinde sunan yalnızca Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu olmuşdur O aynı zamanda nazma çektiği Türk tarihinin dönemleri bakımından da bütün Türk Dünyası’na hitabeden büyük bir destan şâirimiz olmuştur Otuz yıldır bütün bir Ülkücü Türk gençliği onun mısraları ile besleniyordu Destanlarındaki millî ruh ve savunduğu millî tez, bundan sonraki yıllarda da Türk Milleti yaşadıkça yaşacaktır Hattâ onun büyük dehasını elli, belki yüz yıl sonra gelecek olan Türk nesilleri bizim nesillerden çok daha derin ve anlamlı olarak değerlendireceklerdir Çünkü onun zamanındaki yaşanılan destan devri devam etmektedir Gelecek yıllardaki inkişâfı ile daha da etkili olmakta devam edeceği kesindir Büyük millî şâirlerin kudreti de buradan gelmektedir Kendi devirlerine hitab ettikleri nisbette gelecek devirlere ve bütün devirlere de hitab ederler Namık Kemal’in deyimiyle “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır” KENDİ AĞZINDAN NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU Yaşadığı dönemde güçlü şâirlerimiz ve sanat otoritelerimiz arasında kendisinin çok önemli bir yeri olan bu değerli şâirimiz yirmi yıl öncesi kendisini ve hayatını şöyle anlatmıştır: Şiire 11 yaşında başladım İlkokulun 4 sınıfında idim O yıl Erzincan zelzelesi olmuştu İlk şiirimi, Erzincan zelzelesi üstüne yazdım ve okuldaki duvar gazetesine konuldu Sonra kendimi şâir sanmış olacağım ki, çeşitli konularda şiirler yazmaya başladım Bugüne kadar da (1973) hiç bırakmadım Yazdıklarımdan bilinmeyenler, bilinenlerden çoktur Şiire niçin devam ettiğime gelince; kısaca, en müessir ifade tarzı olduğu için; diyebilirim İLK ESERLERİM İlk eserim, “Bozkurtların Ruhu” (1952), “Gençosman Destanı 1959”, “Kürşat İhtilâli Destanı 1970”, “Malazgirt Destanı 1971), “Bozkurtların Destanı 1972” ilk ikisini, şimdi beğenmiyorum Son üç destanın beğendiğim tarafları vardır” Rahmetli şâirimizin sağlığında 1973’de Şevket Bülend Yahnici ile yaptığı bir sohbet konuşmasında zikredilen bu eserlerinden sonra “Dedemkorkud hikâyelerinden şiir diline çektiği bir destan kitabı ile “Destanlar Borcu” adlı büyük eseri ve “Alperenler Destanı” da yayınlanmıştır Kitap halinde toplanmamış dağınık kalmış birbirinden güzel pek çok şiirleri de vardır Ayrıca Mehter Marşı olarak da bestelenmiş eserleri bulunmaktadır Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu 1929 yılında Elazığ’ın Ağın ilçesinde doğmuştur İlk tahsilini Ağın’da, orta tahsilini Akçadağ Köy Ensittüsü’nde tamamlamıştır 18 yıl köy öğretmenliği yaptıkdan sonra birbuçuk yıl da İlköğretim Müfettişliği yapmıştır Son yıllarında Türkiye gazetesinde kültür ve sanat yönetmenliği yapmıştır Bir ara Türk Edebiyat Cemiyeti ve onun devamı olan Türk Edebiyatı Vakfı’nda müdürlük ve yöneticilik de yapmıştır Kendisiyle otuzbeş yıllık bir tanışıklığımız vardı Aynı dergi ve gazetelerde yazılar yazdık, dernekler kurduk, toplantılarda ve anma günlerinde konuşmacı olarak bulunduk Hep büyük bir şâir ve eşsiz bir edip olarak yaşadı Vefat ettiğinde (21 Ağustos 1992) aynı gazetede çalışıyorduk Bu yıl tam 63 yaşında, yani peygamberimizin vefatı yaşında, şiirlerinde her zaman adını tebcil ettiği peygamberimizin yaşında ebediyete intikal etmiştir Yattığı yer cennet olsun Hemen her ülkücüye büyük bir millî ruh aşılayan şiirleri bugün de bu millî vazifesine devam etmektedir Bütün şiirlerini düzenli baskılar içinde bugünlerde büyük bir yayınevimiz yayınlamaya hazırlanmaktadır Bu şiirlerinin bütünü bir külliyat halinde yayınlandığı takdirde bu büyük millî şâirimiz, edebiyat tarihlerimizin hakkını yediği bu büyük destan şâirimizin edebî ve millî değeri de bir defa daha ortaya çıkacaktır Bozkurtların Destanı Kendisi de büyük bir şâir, edib ve sanat adamı olan eski öğretim üyelerimizden Haydar Ali Diriöz Beyefendi’nin (Ona selâm olsun), bu değerli destanın yeni yayınlandığı yıllarda kitabın önemli bir tahlilini yapmıştır Bu tahlil yazısından bir bölümünü buraya alıyoruz: “Destanlar, bir milletin eski devirlerdeki hayat tarzını, yaşama gücünü, arzu ve temayüllerini yansıttıkları cihette, o milletin kültür ve medeniyeti yönünden büyük ehemmiyet taşırlar Bizim milletimiz tarih boyunca bir çok destanlar yarattığı halde, çeşitli sebeplerle bunlardan bazılarının mevzuları veya hikayeleşmiş şekilleri hariç, yazılı metinlerimiz elde bulunmamakta idi Her ne kadar yüz yıldan beri, çeşitli derlemeler sonunda dörtyüzbin mısra tutan muazzam “Manas Destanı”mız Kırgız Türkçesi’yle ortaya çıkarıldı ise de, geriye kalan mecut destan konularımızı Firdevsi gibi kaleme alıp bize sunacak bir Türk şâiri zuhur etmedi Ancak Ziya Gökalp’ten sonra, bizi böyle bir neticeye doğru götürecek denemelere girişildiği görldü Fakur Nafiz Çamlıbel, Halûk Nihat Pepeyi, Behçet Kemâl Çağlar gibi şairlerimizin bir kısmı, uzak; bir kısmı, yakın tarihimizi konu alarak eserler yazdılar Hatta bunların dışında, Türk milliyetçiliğine muarız bazı şahısları bile, eski tarihimizi ve son İstiklâl Savaşımız’ı bahis mevzuu eden manzumeler vücuda getirdiler Fakat onlardan da bunlardan da hiçbirisi arzu ettikleri hedefe asla ulaşamadılar Bu arada, uzun yıllar didinerek Dede Korkut destanı hikayelerini “Oğuzlama” adıyla nazma çeken Basri Gocul’un, bu alanda bir varlık göstermiş olduğunu söylemek lazımdır Lakin bununla beraber üstadın büyük gayret ve iyi niyetlerine, hele ara yerde bazı muvaffak olunmuş parçalarının bulunmasına rağmen, onun Oğuzlamasını, kendisinin iddia ettiği gibi “Millî Türk Destanı” olarak kabul etmemize imkan yoktur Yalnız, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’dur ki, geçenlerde neşrettiği “Bozkurtların Destanı” adlı eseriyle, bu alanda edebiyatımızdaki bir boşluğu doldurabilmiş oldu Gençosmanoğlu eserinin konusunu, Nihâl Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” isimli dokuz defa baskısı yapılan ve son otuzbeş yıldan bu yana yetişen milliyetçi nesillerin zevk ve ibretle okudukları nefis tarihi romanından almıştır Şurasını işaret etmek yerinde olacaktır: Romanın ve dolayısıyla Gençosmanoğlu’nun eserinin mevzuu, tarihi gerçeklere dayanmaktadır Bilhassa kitabın son kısımlarını teşkil eden Kür Şad ve arkadaşlarının kahramanlıkları Töre’nin geçen sayısında Doç Dr Cevdet Gökalp’in ifade ettiği vechile: “Türk Tarihinin akıllara durgunluk verecek derecede muhteşem” hâdiselerinden biridir Bize göre, Gençosmanoğlu, destanının kaynağını çok iyi seçmiştir O bütün eserlerinde olduğu gibi, burada da karşımıza güçlü bir şair olarak çıkmaktadır Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun büyük bir şair olmasını temin eden unsurların başında dili gelmektedir Bu dil, milletimizin kullandığı, temiz, akıcı ve zengin bir konuşma dilidir Bundan başka Gençosmanoğlu, nazım tekniğini duygu ve düşüncelerine ram etmeyi çok iyi bilmektedir Umumiyetle, Faruk Nâfiz’in Han Duvarları’nda ve Akın piyasinde işleyerek büyük bir tabiiliğe ulaştırdığı 14’lü (7-7) veznin yanında, 7’li, 11, hatta 8’li vezinler çok ustaca kullanılmıştır Umumiyetle her beytin kendi aralarında kafiyelenişi yanında, hemen her safifede kulağı dolduran tek kafiye sistemi, kitabı, ses yönünden yeknesaklıktan kurtarmıştır Hele kafiyetlerin çoklukla asonans olması ve halk zevkine uygun bulunması, esere ayrı bir sevimlilik vermiştir Eseri monotonluktan kurtaran başka bir âmil de, kitapta hâkim bulunan beyit düzeninin yanında, yer yer dörtlüklerin, hattâ müstezat teşkillerinin serpiştirilmiş olmasıdır Esere hareket ve canlılık kazandıran diyaloglar, ustaca yazılmış; edebi sanatlarda, tabiilik dışına çıkılmamıştır Şu cinaslı mâni, ne kadar güzeldir: “Tutsak olur, tutsak olur Türk nice tutsak olur? Kurtuluş olmaz deme El ele tutsak olur!” Kitapta, destan havasını aksettiren her şey var Ancak, bütün dünya epopelerinde mutlaka bulunması gerekli olağan üstü hâdâiseler mevcut değil Bununla beraber; eserde bu boşluk, bize tabii gelen ve fakat, yabancılar için harikulade bulunan Türk Kahramanlıkları ile dolup taştığı cihetle; okuyucu, daha başka fevkaladelikler aramak lüzumunu hissetmiyor Türk alplarının bahadırlıkları, erlikleri arzetiğimiz veçhile, temiz bir dil, gür bir ses, şekil ve muhteva yönünden sağlam bir zevk ve sanat anlayışıyle işlendiği için; bizler gerçek destan havasını teneffüs ederek, o hayatı bizzat yaşar gibi olmaktayız Üslûp yerine göre sert, yerine göre yumuşak bir ifade örtüsüne bürünmektedir Şu mısralarda, sanki bir Korkut Ata konuşmaktadır: Tutsak Çinli karıların Kötü yolda gezdiği var! Nice erdemli gençlerin, Yoldan çıkıp azdığı var! Evli Çin güzellerinin / Gözlerini süzdüğü var! Çinlinin öz yurdumuzda Derimizi yüzdüğü var! Daha nice olayların Bağrımızı ezdiği var Hem de nice çerilerin Töremizi bozduğu var Böyle giderse, Tanrı’nın, Anlımıza yazdığı var! Kür Şad, Boşuna konuşmaz Elbette bir sezdiği var!” Türk, Tanrı’nın vazifelendirdiği bir kavimdir O’nun yüce emirleriyle hareket eder Bu sebeple, bütün kudretini O’ndan alır Bu gerçekler, en güzel ifadesini Gençosmanoğlu’nun kitabında bulmuştur Ülkü denilen nesne, nice bir duygudur kim, Uğrunda ne yiğitler vuruşup ölür Tanrım! Budun, devlet, yurt, Bayrak sevgimiz büyükse de, En yüce buyruk senin katından gelir Tanrım! Bu varlıklar uğrunda ölürken her Türk eri MALAZGİRT MARŞI Aylardan Ağustos, günlerden Cuma, Gün doğmadan evvel iklim-i Rum'a Bozkurtlar ordusu geçti hücuma; Yeni bir şevk ile gürledi gökler Ya AllahBismillah Allahuekber ! Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu, Ardından Oğuz 'un elli bin tuğu Andırır Altay'dan kopan bir çığı Budur Peygamber'in övdüğü Türkler Ya AllahBismillahAllahuekber! Türk, Ulu Tanrı 'nın soylu gözdesi Malazgirt, Bizans 'ın Türk'e secdesi Bu ses insanlığa Hakk 'ın müjdesi Bu sesle irkilir çarpan yürekler Ya AllahBismillahAllahuekber! Nağramızdır bugün gök gürültüsü Kanımızdır bügün yerin örtüsü Gazi atlarının nal pırıltısı Kılıçlarımızdır çakan şimşekler Ya AllahBismillahAllahuekber! Yiğitler kan döker bayrak solmaya Anadolu başlar vatan olmaya Kızılelma'ya hey! Kızılelma'ya En güzel marşını vurmadan mehter Ya AllahBismillahAllahuekber! |
Türk Büyükleri - Her Dalda |
06-27-2012 | #54 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Türk Büyükleri - Her DaldaCAKA REiiS Oğuz Türkleri, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan liderliğinde 1071 yılından itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlamış ve 1081 yılına kadar öncü Türk Beylikleri, Ege ve Marmara kıyılarına ulaşmışlardır Geniş bozkırlarla kaplı Orta Asya’dan gelip Anadolu’yu vatan olarak benimseyen Atalarımız, başlangıçta ufukta güneş ve gökyüzü ile birleşen coşkun ve hırçın denizi biraz ürkütücü ve şaşkınlık verici bulmuşlarsa da, kısa sürede ona dostluk elini uzatarak, mavi sularda kendilerine yer aramaya başlamışlardır Çaka Bey işte bu dönemde, Batı Anadolu'da hakimiyet kurmuş ve ilk Türk deniz savaşı filosunu oluşturarak askeri başarılar kazanmış bir Türk komutanı ve denizcisidir Çaka Bey Oğuzlar’ın Çavuldur boyuna mensuptu Malazgirt Savaşı sonrasındaki Bizans İmparatorluğu kuvvetleri ile giriştiği bir çatışmada esir düşmüş, İstanbul'a götürülmesini takiben İmparator III N Botaniates’in dikkatini çekerek Bizans sarayına alınmıştır Burada çok büyük ilgi görmüş, serbestçe hareket etmesine izin verilmiş ve sonraki yıllardaki başarıları açısından önem arzedecek pek çok bilgi ve tecrübeyi edinmiş, bu arada Yunanca da öğrenmiştir Bizans İmparatorluğu deniz kuvvetlerini yakından incelemiştir 1081 yılında Bizans tahtına İmparator Aleksi Komnen geçince hürriyetine kavuşmuştur Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Emir Çaka Bey olmuştur Çaka Bey Selçuklu ordusundan bağımsız hareket ederek, İzmir'i ilk defa olarak Türk idaresine katmış, daha sonra İznik'te payitaht kurmuş bulunan Selçuklular ile güçlerini birleştirmiştir Çaka Bey İzmir merkezli bir beylik kurarak sınırlarını genişletmek için mücadeleye başlamıştır 2-3 yıllık bir süre içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zaptederek bu kesimdeki geniş sahil boyunu sınırları içine almıştır Hedefi Ege Denizi’nde hakimiyet kurmaktı Emir Çaka Bey, denizci kimliğini Beyliğin tüm kurumlarına yansıtarak, Türklerin, artık rakipleriyle denizlerde de kıyasıya mücadele edebilecek bir duruma gelmesini sağlamıştır Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmış ve tersane civarındaki bölgeyi deniz üs kompleksine dönüştürmüştür Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş; kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk donanması 1081 yılında inşa edilmiştir Bu yıl, Türk Deniz Kuvvetleri açısından son derece önemlidir Çünkü, 1081 yılı Deniz Kuvvetlerimizin kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir Öncü denizcimiz Emir Çaka Bey, 1081 yılında 50 parçadan oluşan ilk Türk donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açmıştır Bu seyir sıradan bir seyir değil, tarihi şan ve şerefle dolu Türk Deniz Kuvvetlerinin doğuşudur Bu seyir, 922 yıllık tarihi bir miras ve köklü bir geleneğe sahip olan Türk Deniz Kuvvetlerinin Akdeniz (Ege Denizi) ile kucaklaşması ve denizlerdeki rekabetin saygın bir oyuncusu olmasıdır İlk Türk donanması 1089 yılında Midilli, 1090 yılında ise Sakız Adası’nı fethederek denizlerin dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır Türkler denizlerle tanışmış; onunla arasında gönül köprüsü kurmuştur Ancak, denizlerde dolaşmanın bir bedeli olmalıydı: 19 Mayıs 1090 tarihinde Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Çaka Beyin donanması, Bizans donanması ile karşılaştı Savaş kaçınılmazdı Çaka Bey, İstanbul’daki esaret günlerinden beri kendisini bu gün için hazırlamıştı: Sınırsız bir uyum sağladığı denizin, insanın akıl ve yaratıcılığını harekete geçirdiğinin bilincindeydi 17 çektiri ve 33 yelkenli olmak üzere toplam 50 savaş gemisinden oluşan donanmasını, seri taktik manevralarla ustalıkla sevk ve idare ediyor; düşmana en zayıf yerlerinden ard arda darbeler indiriyordu Bizans donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştı İlk Türk Deniz Zaferi’ni, Öncü Denizci Emir Çaka Bey sayesinde kazanan Türkler, denizlere artık daha büyük bir umut ve güvenle bakmaya başlamışlardır Emir Çaka Bey, bu zaferinden sonra denizlerdeki kontrol sahasını genişletmiş ve donanması ile Çanakkale önlerine kadar yaklaşmıştır Bizans’ın, Emir Çaka Beyi durdurmak için kullandığı yöntem, tarihimizin çeşitli dönemlerinde ve hatta günümüzde de sık sık karşımıza çıkan, artık klasik olarak adlandırılabilecek bir nitelik taşıyordu: Anadolu Selçuklu Sultanı IKılıç Arslan’ı kışkırtarak, ona karşı kullanmak Bizans ve Selçuklular için bir tehlike olan Çaka Bey, bu surette ortadan kaldırılmış bulunuyordu Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, IKılıç Arslan’ın hilesinin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1095 idi Böylece, İzmir Beyliği kuruluşundan sadece 14 yıl sonra yıkılmış oldu Emir Çaka Beyin 1095 yılında zamansız ölümü, yükselen bir değer olan Türk Denizciliği’nin gelişim hızını yavaşlatmıştır Çaka Bey sadece usta bir denizci komutan değil, aynı zamanda bir deniz düşünürü idi Çaka Beyin ateşlediği denizci yaklaşımın ivmesini kaybetmesi belki de, İstanbul’un Fethi’ni 350 yıl gecikmeye uğratmıştır Oğuz Türkleri, Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Alparslan liderliğinde 1071 yılından itibaren Anadolu’ya yerleşmeye başlamış ve 1081 yılına kadar öncü Türk Beylikleri, Ege ve Marmara kıyılarına ulaşmışlardır Geniş bozkırlarla kaplı Orta Asya’dan gelip Anadolu’yu vatan olarak benimseyen Atalarımız, başlangıçta ufukta güneş ve gökyüzü ile birleşen coşkun ve hırçın denizi biraz ürkütücü ve şaşkınlık verici bulmuşlarsa da, kısa sürede ona dostluk elini uzatarak, mavi sularda kendilerine yer aramaya başlamışlardır Çaka Bey işte bu dönemde, Batı Anadolu'da hakimiyet kurmuş ve ilk Türk deniz savaşı filosunu oluşturarak askeri başarılar kazanmış bir Türk komutanı ve denizcisidir Çaka Bey Oğuzlar’ın Çavuldur boyuna mensuptu Malazgirt Savaşı sonrasındaki Bizans İmparatorluğu kuvvetleri ile giriştiği bir çatışmada esir düşmüş, İstanbul'a götürülmesini takiben İmparator III N Botaniates’in dikkatini çekerek Bizans sarayına alınmıştır Burada çok büyük ilgi görmüş, serbestçe hareket etmesine izin verilmiş ve sonraki yıllardaki başarıları açısından önem arzedecek pek çok bilgi ve tecrübeyi edinmiş, bu arada Yunanca da öğrenmiştir Bizans İmparatorluğu deniz kuvvetlerini yakından incelemiştir 1081 yılında Bizans tahtına İmparator Aleksi Komnen geçince hürriyetine kavuşmuştur Türkleri denizlerle kaynaştıran ilk öncü, Emir Çaka Bey olmuştur Çaka Bey Selçuklu ordusundan bağımsız hareket ederek, İzmir'i ilk defa olarak Türk idaresine katmış, daha sonra İznik'te payitaht kurmuş bulunan Selçuklular ile güçlerini birleştirmiştir Çaka Bey İzmir merkezli bir beylik kurarak sınırlarını genişletmek için mücadeleye başlamıştır 2-3 yıllık bir süre içinde Urla, Çeşme, Sığacık ve Foça’yı zaptederek bu kesimdeki geniş sahil boyunu sınırları içine almıştır Hedefi Ege Denizi’nde hakimiyet kurmaktı Emir Çaka Bey, denizci kimliğini Beyliğin tüm kurumlarına yansıtarak, Türklerin, artık rakipleriyle denizlerde de kıyasıya mücadele edebilecek bir duruma gelmesini sağlamıştır Çaka Bey, İzmir’de o döneme göre modern sayılabilecek bir tersane yaptırmış ve tersane civarındaki bölgeyi deniz üs kompleksine dönüştürmüştür Bu aşamadan sonra gemi inşa faaliyetlerine geçilmiş; kürekli ve yelkenli gemilerden oluşan 50 parçalık ilk Türk donanması 1081 yılında inşa edilmiştir Bu yıl, Türk Deniz Kuvvetleri açısından son derece önemlidir Çünkü, 1081 yılı Deniz Kuvvetlerimizin kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir Öncü denizcimiz Emir Çaka Bey, 1081 yılında 50 parçadan oluşan ilk Türk donanması ile Ege’nin sıcak sularına yelken açmıştır Bu seyir sıradan bir seyir değil, tarihi şan ve şerefle dolu Türk Deniz Kuvvetlerinin doğuşudur Bu seyir, 922 yıllık tarihi bir miras ve köklü bir geleneğe sahip olan Türk Deniz Kuvvetlerinin Akdeniz (Ege Denizi) ile kucaklaşması ve denizlerdeki rekabetin saygın bir oyuncusu olmasıdır İlk Türk donanması 1089 yılında Midilli, 1090 yılında ise Sakız Adası’nı fethederek denizlerin dünyasına hızlı bir giriş yapmıştır Türkler denizlerle tanışmış; onunla arasında gönül köprüsü kurmuştur Ancak, denizlerde dolaşmanın bir bedeli olmalıydı: 19 Mayıs 1090 tarihinde Karaburun ile Sakız Adası arasında kalan Koyun Adaları civarında Çaka Beyin donanması, Bizans donanması ile karşılaştı Savaş kaçınılmazdı Çaka Bey, İstanbul’daki esaret günlerinden beri kendisini bu gün için hazırlamıştı: Sınırsız bir uyum sağladığı denizin, insanın akıl ve yaratıcılığını harekete geçirdiğinin bilincindeydi 17 çektiri ve 33 yelkenli olmak üzere toplam 50 savaş gemisinden oluşan donanmasını, seri taktik manevralarla ustalıkla sevk ve idare ediyor; düşmana en zayıf yerlerinden ard arda darbeler indiriyordu Bizans donanması ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmıştı İlk Türk Deniz Zaferi’ni, Öncü Denizci Emir Çaka Bey sayesinde kazanan Türkler, denizlere artık daha büyük bir umut ve güvenle bakmaya başlamışlardır Emir Çaka Bey, bu zaferinden sonra denizlerdeki kontrol sahasını genişletmiş ve donanması ile Çanakkale önlerine kadar yaklaşmıştır Bizans’ın, Emir Çaka Beyi durdurmak için kullandığı yöntem, tarihimizin çeşitli dönemlerinde ve hatta günümüzde de sık sık karşımıza çıkan, artık klasik olarak adlandırılabilecek bir nitelik taşıyordu: Anadolu Selçuklu Sultanı IKılıç Arslan’ı kışkırtarak, ona karşı kullanmak Bizans ve Selçuklular için bir tehlike olan Çaka Bey, bu surette ortadan kaldırılmış bulunuyordu Ege bölgesinin ilk fatihlerinden olan Çaka Bey, IKılıç Arslan’ın hilesinin kurbanı olup öldüğü sırada tarih 1095 idi Böylece, İzmir Beyliği kuruluşundan sadece 14 yıl sonra yıkılmış oldu Emir Çaka Beyin 1095 yılında zamansız ölümü, yükselen bir değer olan Türk Denizciliği’nin gelişim hızını yavaşlatmıştır Çaka Bey sadece usta bir denizci komutan değil, aynı zamanda bir deniz düşünürü idi Çaka Beyin ateşlediği denizci yaklaşımın ivmesini kaybetmesi belki de, İstanbul’un Fethi’ni 350 yıl gecikmeye uğratmıştır |
Konu Araçları | Bu Konuda Ara |
Görünüm Modları |
|