Eski Türklerde Devlet Teşkilâtı, Kültür Ve Medeniyet |
11-25-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Eski Türklerde Devlet Teşkilâtı, Kültür Ve MedeniyetBoylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse, buna "budun" denirdi Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi Türk cemiyetinin temeli aile idi Evlenen kız veya erkek, ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülâle) idi Uruk veya soylar toplamına ise boy denirdi Boyların kendilerine ait toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beylerini ise aile ve uruk temsilcileri seçerdi Boylar birleşerek siyasî bir birlik haline gelirse, buna "budun" denirdi Budunun başına geçen kimseye "han" adı verilirdi Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse, buna "il" denilmekteydi ki, bugünkü "devlet" teriminin karşılığıdır Türklerin en belirgin özelliklerinden biri, kuvvetli bir teşkilâtçılık yeteneğine sahip olmalarıdır Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde, devletsiz kaldıkları, yani istiklâllerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur Türklerde istiklâle verilen değer, bazı tarihî kayıtlarda görülmektedir MÖ 58´de cereyan eden bir hâdise dolayısıyle, Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder: "Bizim için tâbiiyet yüz kızartıcıdır Atalarımızdan toprakla birlikte devraldığımız istiklâlimizi, Çin ile uzlaşmak pahasına feda edemeyiz Mücadele edecek savaşçılarımız halâ mevcutken, devletimizi korumalıyız" Orhun Kitabelerinde ise, istiklâl elden gittikten sonraki durum için: "Beğ olmaya lâyık oğlun kul, hâtun olmaya lâyık kızın cariye" olduğundan yakınan Bilge Kağan, Türk devlet ve istiklâlinin devamına inancını şu sözlerle ifade etmiştir: "Yukarıda gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir" Türk devletinin başında bulunan kimselere "Tanju, Kağan, Han, Yabgu, İlteber" gibi çeşitli isimler verilmiştir Bunların hükümdarlık alâmetleri, "taht, otağ, tuğ, davul, sorguç" gibi şeylerdi Hükümdar tuğunun tepesinde, altından bir kurt başı bulunurdu Hükümdar, yaradanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı Bunu başaramayan kağandan, yaradanın, kut´u yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı Hükümdarlar, devlet işlerinde daima, büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler, hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi Çünkü meclis üyeleri, asıl güçlerini, temsil ettikleri zümrelerden alırlardı Hükümdarın idare yetkisi, bazı şartlarla tahdit edilmiştir Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir Kutadgu Bilig´te, halkın hükümdardan isteklerini; a) iktisadî istikrar, b) âdil kanun, c) âsâyiş olarak sınırladıktan sonra , "Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste" denilmektedir Hükümdarların eşlerine "katun" (hâtun) denirdi Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı Bunlar daha çok siyasî sebeplere dayanıyordu Ancak, oğulları hükümdar olacağı için, ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi Hâtunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hattâ kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi Fakat onların devlet işlerine karışmaları dâima şikâyet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir Kağanların oğulları, devlet işlerine alışmak üzere, tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı Bunlar han, şad, tigin gibi ünvanlar alırlardı Hükümdarın ve valilerin emirleri altında, çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı Sivil idarede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb ünvanları taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna "tangucı", Osmnlılarda "tuğracı", hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise "aygucu" denirdi Eski Türkler devamlı şehirlerde yaşamadıkları için, yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı En büyük askerî birlik, 10 000 kişilik kuvvetti Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlarda "tümen" adı veriliyordu Tümenler binli, yüzlü, onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi Ordular, o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında, kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda, görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar, okçu süvari birlikleriydi Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar, merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adını verirlerdi Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi Savaşta bir asker, komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi Diğer taraftan etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmalari, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre, herşeyden önce gelirdi Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp, örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti Her konuda, töre´nin ne olduğunu, küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı Töreye hükümdar da karşı gelemezdi Töreye ters düşen kağanlar, tahtlarından indirilir, hattâ idam edilirdi Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi Cezaları ağırdı Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için, kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi Zaten, töre´nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi Öyle ki, Türk töresi, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti Eski Türklerin dinleri, hangi dinden oldukları bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi, doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, totemcilik olarak açıklanmıştır Oysa totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir Bu bakımdan, bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir Birçok tarih kitabındaysa, eski Türklerin, Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır Türkler, Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı Kam, tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır Bunlar, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi İslâmiyetten önce Arabistan´daki kâhinlere benzeyen bu kişiler, yani kam veya şamanlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsü durumundaydılar Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı Bu büyücülere olan inancı, din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler, Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu Bazıları bu sebeple, tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir Yine onların "Tanrı yapar, Tanrı yaşar" inancına göre, Tanrı mahlûk değil, yaratandır Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin, gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil, olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir Nitekim bugün dahi, çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazan kullanılmaktadır Diğer taraftan eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından, zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip, bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar, İslâmla büyük bir benzerlik göstermektedir Allah´ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre, Hazret-i Nuh´un oğlu Yâfes´in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır Nitekim, uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyette de görülmektedir Bu durumda Türklerin, sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle, dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır Göktürklerin ilk yıllarında Budistler, onların ülkelerinde tapınakalar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar Mukan Kağan´ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581), Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca, beyleri bu işe karşı çıktı Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779), Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi Uygur Devleti, böylece resmen Mani dînine girdi Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu Avrupa´ya giden Türklerden Hazarlar, Musevî dinine girdiler Avrupa´daki diğer Türk kavimleriyse Hristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler |
|