Âdâb-İ Muâşeret |
10-11-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Âdâb-İ MuâşeretÂdâb-ı Muâşeret Hakkında Âdâb-ı Muâşeret Âdâb-ı Muâşeret Türkçe’de son dönemde ‘görgü kuralları’ olarak da ifade edilen âdâb-ı muâşeret, beşerî münasebetlerdeki âdap, yani edebî kurallar ve kaideler, ilkeler, düsturlar olarak tanımlanabilir Çoğulu ‘âdap’ olan edep kelimesi, kişinin haddini bilmesi, haddi aşmaması, ölçülü olması demektir Nerede nasıl davranacağını bilmek edeptir Edep, saygılı olmayı gerektirir Saygılı olmak ölçülü olmak demektir Ölçülü olmak ise, insanları rahatsız etmemek, bulunduğu yerde uyumun ve ahengin kaynağı olmak demektir Elbette kişinin, bulunduğu yerde, güzel kokulu bir çiçek misali beğenilen, varlığından rahatsız olunmayan, hatta orada var olması arzu edilen biri olması, edeple alakalıdır Muâşeret kelimesi esasen, ‘on’ manasına gelen ‘aşr’ kökünden türemiş bir kelime olup, bir insanla ya da insanlarla ünsiyet kurup hoş geçinmek anlamına gelir ‘İşret’ (ayn harfi ile), arkadaşlık, dostluk demektir Türkçe’de şu anki kullanımı ise ne yazık ki, biraz ‘alemcilik’ gibi bir anlama yakınlaştırılarak, bu güzel kelime kısmen de olsa kirletilmiştir Aynı kökten türemiş bulunan ‘aşîret’ de büyük kabile, aşîret demek olup, mensupları arasında ünsiyet ve yakınlık bulunan, büyük bir insan kümesini ifade eder Buna göre âdâb-ı muâşereti, insanlarla ünsiyet/ yakınlık kurmanın, onlarla iyi geçinmenin ölçüleri, kural ve ilkeleri olarak anlayabiliriz Dikkat edilirse bu tanım bizatihî pozitif bir yönelim içermektedir Tanıma göre, insanlarla ünsiyet kurmak ilk başta iyi bir hedef olarak belirlenmekte, akabinden bunun hangi ölçüler içinde olacağına dikkat çekilmektedir “Yaş kuru ne varsa her şeyin kendisinde bulunduğu” bir kaynaktan gelen Kur’an, insan hayatına ilişkin hiçbir boyutu ihmal etmemiştir Aslında Kur’an’da âdâb-ı muâşerete ilişkin ilkeler sanıldığından da çoktur Kur’an sadece sarsılmaz bir akîdenin çerçevesini veya sağlam bir siyasî öğretiyi ya da insanı Allah’a yaklaştıran temel ibadet biçimlerini veya haram ve helalleri vaz etmekle yetinmez Kur’an’ın ahlak anlayışında, âdâb-ı muâşeretin önemi, bu sayılanlardan daha az değildir Zaten, ahlakı ile ibadeti birbirinden ayrı ve gayrı olan, İslam değil, başka sistemlerdir Kolayca kabul edilir bir gerçektir ki, İslam bir bütündür Çünkü her şeyi ezelî ilmi ile ihâtâ eden müteal bir İlah’ın yarattığı alemde yaşayan, yine O’nun yarattığı insan hayatına ilişkin ferdî ve ictimaî kaideler bütünüdür o Böyle olunca, İslam’ın tevhid akidesiyle edebini birbirinden yalıtmak mümkün değildir Ekmel İlah’ın iradesinden hasıl olmuş Din’in bu boyutlarında mükemmel bir bütünlük olur, çatışma ve nâkısa olmaz Kur’an’ın inşa ettiği zihin dünyasında, insanlar arası muamelede aslolan adalettir Bunun sağlanması için de merhamet, saygı, zarar vermeme esasına dayalı bir ilişkiler ağı geliştirilmelidir Öldürülmeyi hak edici bir suç işlemediği sürece insanın canı masundur; malının, ırzının, neslinin vb korunması esastır İşte İslam’ın edep, ahlak kuralları bu temel esas üzerine bina edilir Kur’an’ın istediği, mütevazi, edepli, tekebbürden uzak kişilikli bir insan tipidir Buna göre, insanlara karşı kibirlenmek, büyüklük taslamak kesinlikle Müslüman ahlakı değildir Kur’an bu önemli gerçeği kabul ettirmek için çok müessir bir örnek verir: İnsan düşünmeli ki, o ne yeri delebilecek kadar ağır, ne de dağlara erişebilecek kadar uzun boyludur! Niha-yetinde insan, fizikî gücü belirli, sınırlı bir varlıktır İnsan kâdir-i mutlak değildir Kâdir-i mutlak olan yalnızca Allah’dır Bu temsil, kendini dünyada her istediğini yapabilecek kadar güçlü zanneden ‘cahil’ insanlara yönelik önemli bir uyarıdır İnsanın gücü izafidir Yerine göre çok güçlü olan insan, yerine göre, kendisini ısıran sineği kovamayacak kadar aciz bir varlıktır En barizi, insan ölümle mukayyeddir Ölümü kendisinden savamayan insanın bunun üze-rinde biraz düşünmesi ve insanlara karşı haddi aşıcı tekebbür içinde olmasının ne gibi bir haklı sebebi olabileceğinin cevabını vermesi gerekir Şu halde insan, Allah’ın bir bağışı (emanet) olan gücünü, yerinde ve adil bir biçimde, hak amaçlar doğrultusunda kullanırsa hem edebe uygun olur hem de Allah’ın rızasını kazanabilir İnsanın kibirli olmaması, alçakgönüllü olmasını gerektirir Daha doğrusu öyle olmalıdır Çünkü ‘kün’ emri ile her şeyi yaratan Kâdir-i Mutlak Allah’ın bir eseri, kulu olduğu bilincinde olan insan ancak mütevazi olabilir “Allah’dan başka güç ve kuvvet olmadığını” bilir ve iman eder İşte, insandan daha yüce dağların ve ondan daha sağlam yeryüzünün var olduğunun hatırlatılması, insana bu tevazuyu öğretmek içindir Bu cümleden olarak Kur’an’ın ilkin ana-babaya yönelik davranış kurallarına nazarımızı çevirebiliriz Kur’an, ana-babaya ‘üf’ bile demeyecek bir biçimde onlara rıfk ile muamele etmeyi emreder Çocuklar ana babalarını azarlamayacak, onlara güzel söz söyleyecek; kırıcı değil, gönül alıcı bir üslupla hitap edeceklerdir (17/İsra, 23-28) Zira onlar zamanında bu şimdiki evlatlarına, daha fazlasıyla muamele etmişler, onları şefkatle yetiştirmişlerdi Şimdi, alçakgönüllülük içinde, tevazu kanatlarını gererek muamele etme sırası evlattadır Ana-babanın evladına, Allah’ın rızasına aykırı bir şey emretmesi durumunda ise, onlara düşen görev, bu emre sadece itaat etmemektir Bu itaatsizlikte ana-babaya kırıcı davranmak hakkı yine verilmemiştir Âdâb-ı muâşeretin bir rüknü de insanları rahatsız etmemektir Ne yazık ki günümüz insanı, kendi eliyle ürettiği teknoloji canavarının hırıltılı ve homurtulu ortamında ve İlahi terbiye ile terbiye olmamış bir toplumun alabildiğine sorumsuz şamatası arasında müthiş derecede rahatsız yaşamaktadır Böyle bir ortamda hiç değilse Müslümanlar, bunalan bu mo-dern topluma bir umut penceresi, bir güzel örnek olarak görünebilmelidir Kur’an, ona iman eden mü’minleri, sokakta tamamen doğal olmaları, kasıntılı, mütekebbir bir eda takınmamaları konusunda ciddi biçimde uyarır Bu arada insanın sesini de iyi ayarlamasını, sesiyle çevredeki insanları rahatsız etmemesini önemle hatırlatır İşte bu konunun e-hemmiyetini kavratmak için Kur’an çok çarpıcı, zihin açıcı bir temsil de verir: İnsan unutmamalı ki, “ses-lerin en çirkini eşeklerin sesidir!” (31/Lokman, 19) Kur’an’ın insana saygı öğretisi bu iken, adına stadyum dedikleri, futbolizmin mabedi olarak adlandırılabilecek mekanlarda, tam bir sekr halinde alabildiğine bağıran, birbirlerine küfürler yağdıran, hatta birbir-lerine sanki iki ülkenin düşman kuvvetleriymiş gibi saldıran insanlar Kur’an’ın bu önemli uyarılarından haberdar mıdırlar? Mahalle içlerinde, zaten bizatihi bir cendere olan apartmanlar önünde yapılan düğünlerde, gece yarılarına kadar çalınan müzik sesleri, caddelerde arabasının müzik çalarını sonuna kadar açıp tur atanlar, asker uğurlaması adı altında yine sokakları kuru gürültüye boğanlar, durmadan korna çalan ilkel düğün konvoyları, çarşı-pazarda yerine göre de oradan geçmekte olan kimi insanları da hedef seçerek cinsel içerikli argo sözlerle güya sattığı ürüne müşteri çekmek isteyenler, bunlar yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu iddia edilen bir toplumun üyeleri olarak Kur’an’dan hiç nasip almışlar mıdır? Eğer Kur’andan böyle bir nasip almış olsalardı, hiç böyle densizlikler yaparlar mıydı? Şu halde Kur’an, “seslerin en çirkini eşeklerin sesidir” derken, gerek kendi gürültüsüyle, gerekse araç-gereçlerle çevreyi rahatsız etmenin en az eşek sesi kadar rahatsız edici olduğunu, insanların huzurunu kaçırdığını, sükûnete ihtiyacı olan insanları huzursuz ettiğini hatırlatmak istemektedir Günümüz toplumlarının refah düzeyi arttıkça, çağdaş uygarlık seviyesine doğru ‘ilerledikçe’, etrafındaki diğer insanlara karşı saygısı da o oranda azalmaktadır Zira çağdaş uygarlık seviyesi denilen olgu, nihayetinde para, güç, teknoloji ve haz (hedonizm) tapıcılığından başka bir şey değildir Anılan uygarlık projesinde, insana saygı, ahlâk, âdâb-ı muâşeret, edep ve terbiye, başkalarını düşünmek gibi kavramlar yer almamaktadır Âdâb-ı muâşeret cinsinden olarak, aynı şekilde Müslümanların yiyip içerken, konuşurken, birisine meramını anlatırken, kendisine soru soranlara cevap verirken, sokakta yürürken, toplu taşıma araçlarına binerken, inerken ve yolculuk ederken, hatta kendimizi rahat hissettiğimiz piknik alanlarında eğlenirken, alış veriş yaparken, dükkanımıza gelen müşteriye satış yaparken, müşteri ise, alış veriş yaparken, misafir olarak bulunuyorken ve misafir ağırlarken vb mutlaka insanlara saygıyı elden bırakmamaları icap eder Meşhur bir hikayedir; hadislerin tedvin edildiği dönemde, yüzlerce kilometre uzaktan sırf hadis almak için gittiği bir hadis şeyhinin yere tükürdüğünü gören ilim taliplisi, Şeyhin o hareketini görünce gerisin geri dönmüş, o adamı dinlemeye değer bulmamış, ondan alacak bir ilim de yoktur diye düşünmüştür Aynı hikaye bir de, atını otla aldatan bir hadis bilginiyle ilgili anlatılır Bu yazının konusu, hadislerin tedvini meselesi olmamakla birlikte, ‘hadis şeyhi’ gibi, bir konunun otoritesi bile olsa, insanlarda öncelikle hangi kriterleri aramamız gerektiği hususunda gösterilen bu titizlik takdire şayandır Bazen en ince bir ayrıntı bile insanın kişiliğini ele verir Yere tükürmek, yerine göre bir ‘alim’ için, “olmak ya da olmamak” kabilinden görülebilir bir ahlak zaafıdır Peygamberimiz Muhammed (as) bizim için üsvetün hasene (model insan)dır Onun İslam ahlakını, ince davranış tarzlarını hayatına nasıl yerleştirdiğini bilip onu örnek edinmek yeterince öğretici olur Muhammed (as)ın adeta bir ahlak abidesi olduğunu dost-düşman herkes teslim etmektedir Onun, herhangi bir şekilde insanları tiksindirici, rahatsız e-dici bir kaba harekette bulunduğuna kimse şahit olmamıştır Peygamber efendimizin evliliklerinden birinde verdiği bir düğün yemeği çerçevesinde gelişen bazı olaylar âdâb-ı muâşeret babından öğretici satır başları içermektedir Peygamber’in evine yemeğe çağrılan insanlar (bunlar sahabedir), hem erken gelmişler, hem de yemek yenip bittiği halde kalkıp evlerine gitme-mişlerdir Üstelik de o zamanki evlerin şimdiki evler gibi birkaç odalı, kapı pencere sistemi mükemmel, iyi bir plan projeye sahip olmadıkları göz önüne alınırsa, o insanların Allah Rasûlü’ne ve hanımına verdikleri eziyeti tahmin etmek hiç zor değildir Zaten böyle olmasaydı Kur’an’ın eleştirisine maruz kalmazdı Yemeğin bu boyutu, âdâb-ı muâşerete uyma-yan davranışlar olarak oldukça önemlidir Diğer bir boyutu da, Allah Rasûlü’nün, rahatsız olduğu halde, bunu fark edemeyen misafirlere diyememesi, edebinin buna elvermemesidir Belki çoğumuz öyle bir durumda misafirin gerekirse kovulmasından bile yanadır Fakat Rasûlüllah’ın sabrını ve insanları incitmeme konusundaki aşırı duyarlılığını göstermesi bakımından önemlidir Günlük hayatımızda âdâb-ı muâşeret, beşerî münasebetlerin iyi yönde gelişmesi için çok önemlidir Bu açıdan belki ilk başta insanın beden diliyle verdiği mesajlar gelmektedir Beden dili, başkasının bizi okumasını sağlayan şifrelerdir Her şeyden önce, bir Müslüman olarak ‘güvenilir’ (emin) biri olduğumuzu beden diliyle diğer insanlara iletmeliyiz Mimikle-rimizle, bakışlarımızla insanlara güven telkin etmeli-yiz Bizi izleyenler, içimizle dışımızın farklı olmadığını, göründüğümüz gibi güvenilir, itimâda şâyan biri olduğumuz intibaını edinebilmelidir Konuşurken insanlarla kaş göz işaretleriyle (mimiklerle) alay etmek, küçümsemek, iğneleyici konuşmak, kaçamak hakaretlerde bulunmak (lümeze) asla doğru değildir Bunlar Kur’an’ın hassaten uyardığı kabalıklardır (104/Hümeze, 1) İnsanlarla alay etmek, haksız yere küçümsemek, onları dinlemeye değer bulmamak, sözlerini kasten çarpıtmak ve anlam kargaşası oluşturmak Müslüman edebiyle alakalı değildir En fazla özen gösterilmesi gereken hususlardan biri de temizlikle ilgili tutum ve davranışlardır Bunu şöyle de anlatabiliriz: Bir Müslüman, hiçbir hareketi ile, karşısındaki insanları tiksindirmemelidir Yemek kurallarından, giysilerinin temizliğine; yüz temizli-ğinden esnemeye kadar pek çok davranış biçimi ile insanlara büyük eziyetler verebiliriz Günlük hayatımızda âdâb-ı muâşeret o kadar yer alıyor ki, pek çok insan namaz-niyazdan önce, Müslümanların bu kurallara uymasını arzu temektedir Herhangi bir yerde insanlar ortak bir amaç için sıra oluşturmuşken, sıra beklemeyi kendisine yediremeyip araya giren veya gayri hukukî, gayri meşrû, gayri ahlakî yöntemlerle işini diğer insanlardan önce halletmeye çalışan birinin ‘müslüman’ olması, ne kadar talihsizliktir Unutmamalı ki çok zaman kâlden çok hâl dili etkindir Çok zaman insanlar din ayrılığı ile âdâb-ı muâşerete uymamayı birbirine karıştırmaktadırlar Bizimle aynı dinden olmayanlara edepli davranmamak gibi bir âmentümüz yoktur Peygamberimizin böyle bir sünnetini bilmiyoruz Eğer İbrahim Peygamber’in, tebli-ğinin bir parçası olarak kavminin putlarını kırması buna örnek olarak verilmek istenirse, bilinmeli ki, ortada âdâb-ı muâşerete aykırı bir durum yoktur Bir müslümanın, fiiliyata dönüştürdüğü müslümanca ahlâkını en fazla, onu izleyen kafirler müşahede etmelidir Aksi taktirde müslümanın tebliği inandırıcı olmayacaktır Bir adamın kafir olması, örneğin onun yanında burnumuzu karıştırmamızı gerektirmez Elbette pek çok insan, değil kafirler, siyasi ve fikrî meşrebine uymayan dindaşına bile aynı şekilde saygısız davranmayı adeta görev bilmektedir; üzerine düşen onca vazife varken Kur’an mü’minlerin birbirlerine karşı alabildiğine mütevazî, alçakgönüllü ve merhametli, kafirlere karşı ise olabildiğince izzetli, onurlu ve vakarlı olmaları gerektiğini salık verir İşte kafirlere karşı izzetli ve onurlu olmakla, saygısız olmak bazen birbirine karıştırılmaktadır Kafirler, mü’minlerin ‘dik duruş-ları’ ile ‘saygısızlıklarını’ anlayacak kadar iz’ana elbette sahiptirler Birincisi çok zaman onlarda takdir duygusu uyandıracakken, ikincisi nefret kazandıra- cak ve neden mü’minlere ilgi duymadıkları husu- sunda kendilerini biraz daha haklı bulacaklardır İslam’a yüzeysel bir şekilde bağlı oldukları için İslam terbiyesi ile terbiye olmamış insanlar, içinde ya-şayageldikleri çevrenin de etkisiyle, insanlara kibar, nazik, görgülü ve centilmence davranmayı bir zaaf gibi algılayabilmekte, bu tür insanları çıtkırıldım, kibarlık budalası, anasının kuzusu gibi yaftalarla aşağılama yoluna gitmektedirler Halbuki, nüfus kağıtlarına yazdırdıkları ‘İslam’ onlara böyle bir kabalığı emretmemektedir Kur’an, Allah’a şükretmenin yanında, ana-babaya da teşekkür etmeyi çocuklara bir vazife olarak yüklemektedir (31/Lokman, 14) Çünkü Kur’an fikriyatında “iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey değildir” (55/Rahman, 60) Ebeveyne olduğu gibi, yerine göre çocuklarımıza, eşlerimize, komşumuza ve günlük hayatta bir şekilde teşrik-i mesaî ettiğimiz bütün insanlara, bize yapılan hizmetlerin, iyilik ve yardımların, saygı ve hürmetin karşılığını en az o oranda mukabil bir karşılıkla ödememiz, Müslüman olmamızın gereğidir Kullara teşekkür etmesini bil-meyen insanlar herhalde Allah’a da gereği gibi şükür edemezler Benzer şekilde, bir hata yaptığımız zaman da insanlardan özür dilemek, âdâb-ı muâşerettendir Müslüman olmamız, hatalarımızdan dolayı özür dilemeyi onur kaybı değil, bilakis yücelmek olarak kabul eder Özür dileyebilmek bir erdemdir, medenî cesarettir Önemli olan, yanlışlarımızdan değil, İslam gibi bir dine mensup olmamızdan ötürü özür dilememek, eziklik duymamaktır Türkiye gibi İslami geçmişi olan ülkelerde yaşanan, müşahede edilen ahlâk dışı tutumları sıkılarak izleyen ve tabi ki içinde yaşamak zorunda kalan insanlar, batı toplumlarıyla zaman zaman mukayeseler yapmak gereği duyuyorlar Bu mukayesenin sonucu elbette Batı toplumları zahiren daha ahlâklı, âdâb-ı muâşerete daha uygun yaşıyor olarak çıkmaktadır Halbuki bu kıyaslama ve varılan sonuç yanıltıcıdır Değil mi ki, Tevhidden maade, bütün dinler ve ideolojiler parçacıdır, bölücüdür, onların hakkı ve hakikati, dolayısıyla saadeti yakalama şansları izafidir Dolayısıyla batı toplumlarının nisbî olarak belirli konularda daha ölçülü (edepli demiyorum!), daha kibar, birbirlerine daha hoşgörülü ve saygılı olmalarını inkar etmek mümkün değildir Fakat aynı toplumda, mesela sokak ortasında cinsler arası gayrı meşru ilişkiler gayet doğaldır Üçüncü bir şahsın ‘insan hakları’nı ihlal etmediği müddetçe, bu davranış âdâb-ı muâşerete aykırı görülmemektedir Gerçi batı uygarlığı âdâb-ı muâşeret gibi bir kavrama zaten sahip değildir Aynı temel çelişkiyi batılılaşmış toplumlarda da aynen müşahede etmek mümkündür Otobüse binerken sıraya riayet eden insanlar, merhum Necip Fazıl’ın şiirindeki gibi, kefen bezini göstererek ‘giyinmeyi’ aykırı bulacağı hiçbir norma sahip değildir Dolayısıyla, içinde yaşadığımız toplumun kabalıklarına duyulan tepki ile, batı tarzı hayat biçiminin sanki ahlakî olduğunu farzetmek yanıltıcıdır İslam’ın edep ve ahlak ilkeleri, âdâb-ı muâşeret kuralları kesinlikle insan fıtratına uygundur Din fıtrattan başka bir şey değildir zaten Bütün mesele, “edep bir tâc imiş nûr-ı Hüdâ’dan; giy ol tâcı emîn ol her beladan” sözünde olduğu gibi, edep elbisesini giyebilmektir Iktibas Dergisi |
|