Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri |
09-11-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye ÖrnekleriMaupassant, Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri Maupassant, Cehov Tarzı Hikayelerin Örnekleri Maupassant Tarzı Hikaye Örnekleri Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri |
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri |
09-11-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye ÖrnekleriMaupassant, Cehov Tarzı Hikaye Örnekleri Maupassant, Cehov Tarzı Hikaye Maupassant Tarzı Hikaye Örneği: Pembe İncili Kaftan Pembe İncili Kaftan Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu - Yürekli bir adam gerekli, paşalar dedi Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak - Kuşkusuz - Hiç kuşkusuz - Mutlaka Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi: - O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin - Evet! - Hay hay - Çok doğru Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı Doğruldu Başını kaldırdı Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı: - Haydi öyleyse Yürekli bir adam bulun! dedi Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor Siz düşünün bakalım - - - Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu Rahat istendikçe dert çıkıyordu Hele Doğu Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı Bunu herkes biliyordu Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi Diyarbekir, Harput kalelerini aldı Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi Etlerini kuzu gibi yedi Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı Yavaş yavaş sola döndü: - Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı Ama devlet memurluğunu kabul etmez - Kim? - Muhsin Çelebi Sadrazam bu adamı tanımıyordu Sordu: - Burada mı oturuyor? - Evet - Ne iş yapıyor? - Biraz zengindir Vaktini okumakla geçirir Tanımazsınız efendim Hiç büyüklerle ahbaplık etmez Büyük mevkiler istemez - Niye? - Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye - Tuhaf - Ama çok yüreklidir Doğrudan ayrılmaz Ölümden çekinmez Birçok kez savaşmıştır Yüzünde kılıç yaraları vardır - Bize elçi olmaz mı? - Bilmem - Bir kere kendisini görsek - Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi? - Nasıl gelmez? - Gelmez işte Dünyaya minneti yoktur Şahla dilenci, gözünde birdir - Devletini sevmez mi? - Sever sanırım - O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız - Deneyiniz efendim Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler - Getirin buraya dedi İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu Belindeki silahlık boştu Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu: - Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim? - Şey - Buyurunuz efendim - Buyur oğlum, şöyle otur da Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu Ama hayır Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı Dinine bağlıydı Ama tutucu değildi Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi Şairdi Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı Hatta böyle övgüleri okumazdı bile Yaşı kırkı geçiyordu Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti İnsan, her varlığın üstündeydi Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı Ama kızdırmadı: - Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz Tarafımızdan sen gider misin oğlum? - Ben mi? - Evet - Ne ilgisi var? - Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da - Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim - Niçin girmedin? Muhsin Çelebi biraz durdu Yutkundu, Gülümsedi - Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam? Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı Gözlerini süzdü Tuttuğu kâğıdı buruşturdu Öfkelenmiyordu Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü Deli değilse bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü İçinden: "Şunun başını vurdursam" dedi Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu Yine Muhsin Çelebi'ye baktı Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı al yanakları yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu biraz büyücek, eğri burnu ince sarığı tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı "Tam bizim aradığımız adam işte" dedi Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi Kavuğu hafifçe salladı: - Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz Muhsin Çelebi sordu: - Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz? - Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun? - Biliyorum - Devletini seviyor musun? - Seviyorum Yüce sadrazam doğruldu Arkasına dayandı: - Pekala öyleyse dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye z******* yok" kuralını kabul etmez Bizimle boy ölçüşme davasındadır Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister Ola ki işkenceyle idam eder Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin! Muhsin Çelebi hiç düşünmedi: - Ettim efendim, ama bir koşulum var dedi - Ne gibi - Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz Karşılıksız olur Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir Ben maaş, makam, ücret filan istemem Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm Koşulum budur! - Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti Atları, hizmetkârları kusursuzdu Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz Muhsin Çelebi döndü Önüne baktı Sonra başını kaldırdı: - Hayır, dedi, hazineden bir pul almam Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim Hatta Sadrazam gözlerini açtı - Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim - Ne giyeceksin? - Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım - Ne O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı: - Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı: - Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz Yalnız bir gösteriş aracıdır Mallarını elinden çıkaracaksın Yoksul düşeceksin - Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun Devletten hep alınmaz ya Biraz da verilir! Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu Yüreği rahatladı İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak istedi Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu Tüccarlardan para topladı Atlarını düzdü Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı Altı aylık nafakalarını ellerine verdi Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu Şah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu Onu hakareti altında ezmeye karar verdi Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi Yürüdü Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü Başına koydu Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi Gözlerinin beyazları kayboldu Mektubu aldı Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı Oturacak bir şey yoktu Gülümsedi İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba" dedi Bir an düşündü Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı Tahtın önüne yere serdi Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle: - Mektubunu verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır Hepsi padişah, hepsi hakandır Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur Çünkü Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı Kapıya doğru yürüdü Şah İsmail taş kesilmişti Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine: - Şunun kaftanını veriniz! dedi Savaşçılardan biri koştu Tahtın önünde serili kaftanı topladı Türk elçisine yetişti: - Buyurun, kaftanınızı unuttunuz Muhsin Çelebi durdu Güldü Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle: - Hayır, unutmuyorum Onu size bırakıyorum Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz Bunu bilmiyor musunuz? dedi Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı Süslü hizmetkârlarına dedi ki: - Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum Bana hakkınızı helal ediyor musunuz? - Ediyoruz Ediyoruz - Anamızın ak sütü gibi |
|