Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
medeniyet, müessese, osmanlı

Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #1
Şengül Şirin
Varsayılan

Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



Osmanli da devlet yönetimi

OSMANLI PADISAHLARI


Osmanli hânedani, Oguzlarin Kayi boyuna mensuptu Bu boy, Avsar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çikaran boylardandi Bir uç beyligi olarak tarih sahnesine çikisindan itibaren bünyesinin gerektirdigi dini, sosyal ve ekonomik degisIklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanli Beyligi, kisa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi Döneminin sartlarina göre çok kisa denilebilecek zamanda, tarihin akisini degistirecek kadar büyüyen bu devletin gelismesini, basit ve bazi tesadüflerle izah etmeye çalismak mümkün degildir


Gerçekten, çok genis topraklar üzerinde hakimiyetini tesis eden Osmanli Devleti, çesitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip topluluklari asirlarca âdil bir sekilde idare etmisti Ulasim teknolojisi bakimindan günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkansizliklar içinde bulunan o asirlarin dünyasinda, bunca farkli yapidaki topluluklari cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hakimiyet anlayisinin sonucu olmasa gerekir

M Fuad Köprülü'nün n bir madde halinde siraladigi ve Rasonyi'ye göre batili tarihçilerce de kabul edilen basarinin bu sebepleri de pek tatmin edici görünmemektedir Zira onun isaret ettigi bu on bir maddenin birçogunda diger Anadolu beylikleri de ortakti Osmanlilarin din, irk ve cografi ortam bakimindan Anadolu beyliklerinden pek farki yoktu Hal böyle olunca Osmanli basarisinin sebeplerini baska sahalarda da aramak gerekir

Öyle anlasiliyor ki Osmanlilar, diger beyliklerin sahip olmadiklari veya yapamadiklari bazi seyleri basarmislardi Bu konuyu arastiran pek çok tarihçi gibi Mustafa Nuri Pasa da baslangiçta küçük bir uç beyligi olan bu devletin basarisini, maddî ve manevî sebeplere baglar Ona göre bu sebepler sunlardir:

1-Kurulus dönemindeki hükümdarlarin tamami, Islâm dinine ve bu dinin prensiplerine bagli olan kimselerdi Onlar, hukukî ve ser'î meseleleri bütünüyle kadilara havale etmislerdi Bu mevzuda kendilerini halktan ayri görmezlerdi Dolayisiyla halktan herhangi birine yapilan muamele, kendileri için de geçerli idi

Keza onlar, hukuk adamlarina baski yapmadiklari gibi, tamamen Islâm hukukunun ruhuna uygun olarak verilen kararlarina da müdahalede bulunmazlardi Bu da ülke içinde saglam bir adlî mekanizmanin çalismasina ve adaletin gerçeklesmesine sebep oluyordu Iste bu adalet anlayisi sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelisti

2- Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bagli kaldilar Bu baglilik, adi geçen devletin varligina son verildigi ana kadar devam etti Onlarin bu baglilik ve vefalarindan dolayi Allah, kendilerini mükâfatlandirdi Zaman zaman ortaya çikan isyan ve bas kaldirmalarda hep onlara yardimci oldu

3- Selçuklu Devleti'nin ortadan kalkmasi ve Bizans'in içinde bulundugu sIkIntili durumlar yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmamasi

4- Osmanlilar, Islâm dünyasinin hudud boylarinda kurulmuslardi Cihad ve ilay-i kelimetullah için devamli harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve söhretleri de artiyordu Onlarin bu durumunu ögrenen ve baska ülkeler ile topraklarda yasayan Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardi Bu da onlarin kuvvetlenmesine sebep oluyordu

5- Osmanli hükümdarlari, ilim adami ile fazilet ehli kimselere karsi son derece hürmetkâr davranip onlari gözetiyorlardi Devlet için hizmet edip yardimci olanlara timar arazisi vermek suretiyle onlari devlete ortak ediyorlardi Ayrica topraklarini genisletip Müslüman nüfusunu artirmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardi Çikardiklari kanunlara da sIkI sIkIya bagli kaliyorlardi Mustafa Nuri Pasa'ya göre, Osmanli Devleti'nin kisa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine ulasmasina ve emsâllerine göre daha uzun ömürlü olmasina sebep olan âmiller, onlarin bu anlayis ve davranislaridir


Selçuklu-Bizans hududlarinda tesekkül eden bir uç beyliginin, yeni bir din ve kültürün tasiyicisi olarak eski Bizans Imparatorlugu'nun enkazi üzerinde kurulan bu yeni devlete bir Türk ve Islâm damgasi vurmasi hadisesi, çagdas tarihçiler arasinda henüz tam anlamiyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir


Öyle anlasiliyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edecege benzemektedir Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazi kimseler de bu gelismeyi padisah sahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulamasi gibi maddî manevî bazi unsurlara baglarlar

Tarihin uzak dönemlerinden itibaren kurulmus bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre, Osmanlilarda da ülke, ailenin müsterek mali olarak kabul ediliyordu

Osmanlilarda saltanatin intikalinde yerlesmis bazi merasimler önemli yer tutmaktadir Bunlarin basinda bey'at, cülûs ve kiliç kusanma merasimleri gelmektedir Saltanatin intikali, baslangiçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padisahta "amûd-i nesebî" denilen babadan ogula geçmek suretiyle olmustur Eski Türklerdeki devletin, hânedanin ortak mülkü olma telakkisi Osmanlilarda özellikle Fâtih döneminde degisIk bir anlayisa bürünmüstür Kanunnâmenin meshur olan maddesi ile saltanatin babadan ogula intikalinde kolaylik saglanmistir 1617'de I Ahmed'in ölümü üzerine "ekberiyet" usûlü benimsenmis

Daha sonraki dönemde bir iki istisna disinda "ekberiyet ve ersediyet" usûlüne göre hânedanin en yasli erkek üyesi padisah olmustur Hükümdarlik ailesinin reisi olan ve "Ulu Bey" adini tasiyan kisi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu Osmanli Beyligi'nin ilk zamanlarinda da görülen bu âdet, I Murad zamanindan itibaren sadece hükümdarin çocuklari için geçerli hale gelmisti Buna göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarinin hakki olarak telakki edilmeye baslandi Bununla beraber bir veliahd tayini söz konusu degildir Devlet adamlari ve askerlerce sevilip takdir edilen sehzade, ölen babasinin yerine hükümdar ilan olunurdu



Osmanli padisahlari cülûslan münasebetiyle çikardiklari fermanda Allah'in lütfu ile "bi'l-irs ve'l-istihkak" saltanatin kendilerine müyesser oldugunu ifade ederler Öyle anlasiliyor ki ilk dönemlerde devletin kurulus hamurunda mayasi bulunan ahi teskilatinin da bu seçimde büyük bir payi bulunmaktadir Çok nadir de olsa, zaman zaman padisahlarin, yerlerine geçecek sehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir

Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslilarin yaninda bulunan kardesi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikma ihtimalini göz önüne alarak hayatindan ümidini kestigi sirada yanindaki vezir ve beylerine oglu Murad'in hükümdar yapilmasini ve o yetisinceye kadar ölümünün gizli tutulmasini vasiyet etmisti Böylece Çelebi Mehmed, kardes kavgasinin sebep olacagi politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almis oluyordu


Biraz önce temas edildigi gibi, Osmanlilarda hükümdarin çocuklarindan kimin padisah olacagina dair kesin bir saltanat kanunu yoktu Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeslerini öldürürlerdi Kardes katli, Yildirim Bâyezid zamanindan beri tatbik edilmekle beraber Fâtih kanunnâmesiyle yazili hale getirilmistir Bu kanunnâmede "Ve her kim esneye evladimdan saltanat müyesser ola, karindaslarini nizâm-i âlem içün katl etmek münasibtir Ekser ulemâ dahi tecviz etmistir Aninla âmil olalar" denilerek memleketin selameti için kardeslerin katline bir nevi izin verilmistir


Töreye göre Osmanli padisahi, memleketin sahibi sayilirdi Bu sebeple tebeasinin mali ve cani üzerinde tasarruf hakki vardi Vasitali vasitasiz bunu kullanirdi Her türlü kuvvet padisahin elindeydi Fakat o bunu keyfî olarak degil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatin icaplarina göre yürütürdü Fâtih Kanunnâmesi (s 16)'nde, padisahin yetkilerini nasil kullandigina isaretle söyle denilmektedir: "Ve tugrayi serifim ile ahkam buyrulmak üç canibe mufazzdir Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazila ve malima müteallik olan ahkâmi defterdarlarim buyruldusu ile yazalar

Ve ser'-i serîf üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar" Bu ifadelerden anlasildigina göre bütün dünyevî ve dinî idare padisah adina yapilmaktadir Buna dayanilarak padisahin, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamlari, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerleri, daha sonra da seyhülislâmlari vekil tayin ettigi söylenebilir Nitekim bu iki makama yapilacak tayin ve azillerde padisahin mutlak selâhiyet sahibi oldugu bilinmektedir Bundan baska divan toplantilarinda alinan her türlü kararin "arz" yolu ile onun tasdikine sunulmasi da padisahin nihaî karar mercii oldugunu teyid etmektedir



Islâm hukukuna göre devletin basinda bulunan hükümdarin, hakkinda nass bulunmayan mevzularda tebeasinin maslahatini gözeterek çikardigi kanunlarina uymak dinin emridir Islâm hukukuna göre hükümdar her istedigini yapan ve her türlü arzusuna uyulmasi gereken bir kisi degildir O da ser'î hukukun gerektirdigi emirlere uymak zorundadir Aksi takdirde Hz Peygamber'in "Allah'in emirlerine uymayana itaat yoktur" Hadis-i Serifi ile Hz Ebu Bekir'in halife seçildigi zaman yaptigi ilk konusmasinda dedigi gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar


Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli devlet adamlari, bundan baska türlü hareket de edemezlerdi Zira bu devletin geleneginde hâkim bulunan anlayisa göre "devlette din asil, devlet ise onun bir fer'idir" Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî anlayisin disina çikmamak için Osmanlilar, kuruluslarindan itibaren Islâm fikhina (hukuk) yakindan âsina olan ulemâya devlet idaresinde yer veriyorlardi Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarli Halil ulemâdandi

Esasen, XIV asir Türk dünyasini gezip onlar hakkinda canli levhalar gibi saglam bilgiler veren Ibn Batuta'nin müsahede ettigi gibi, Anadolu Türkmen beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yaninda en serefli mevkide yer almakta idiler


Bernard Lewis'in dedigi gibi; "Kurulusundan düsüsüne kadar Osmanli Devleti, Islâm gücünün ve inananin ilerlemesine veya savunmasina adanmis bir devlet idi Osmanlilar, alti yüzyil, ilk önce esas itibariyla basarili olarak, Avrupa'nin genis bir kisminda Islâm egemenligi kurma çabasiyla, daha sonra da Bati'nin amansiz karsi saldirisini durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen hemen devamli olarak Hiristiyan Bati ile savas halinde idiler Yüzyillar boyu süren bu mücadele, Türk Islâmliginin tâ köklerindeki kaynaklari ile Türk toplumunun ve kurumlarinin bütün yapisini etkilememezlik edemezdi Osmanli hükümdarinin halki, her seyden önce kendini Müslüman sayardi

Daha önce gördügümüz gibi Osmanli ve Türk, nisbeten yeni kullanilan deyimlerdir Osmanli Türkleri, kendilerini Islâm ile özdes görmüslerdir Diger herhangi bir Islâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini Islâmiyet içinde eritmislerdi Türk kelimesi, Türkiye'de hemen hemen kullanilmaz iken, Bati'da Müslümanin es anlami haline gelmesi ve Müslüman olmus bir Batiliya, olay Isfahan veya Fas'ta olsa bile "Türk olmus" denmesi ilginçtir"


Osmanli pâdisahlarinin, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri, onlarin keyfî bir sekilde hareket etmelerine mani oluyordu Hatta öyle ki, bazan devlet güvenligi için tehlike teskil edenlerin durumu bile hükümdarlarin fevrî hareketlerine terk edilmiyordu Nitekim II Murad dönemi olaylarindan bahs edilirken görüldügü gibi Haçlilarla birlik olup Osmanli vatandasi olan Müslümanlari arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoglu Ibrahim Bey'in bu tecavüzünü, Islâmla bagdastiramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaatla Karamanoglunu yola getirmek üzere onlardan fetva istemisti

Ibn Hacer el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bagdadî, Bedreddin Tenesî ve Bedreddin el-Bagdadî gibi dört mezheb otoritesi, onun, Karamanoglu ile mücadele etmesi için fetva vermislerdi Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoglu üzerine yürümüstü Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafina topladigi bazi çapulcularla birlikte isyan baslatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Seyh Bedreddin Mahmud, yakalandigi zaman hemen öldürülmedi

Hareketinin Islâm'a uygunluk derecesinin arastirilmasi ve cezanin, âlimler tarafindan kurulacak bir heyet tarafindan takdir edilmesini bizzat padisah istemisti Padisahlar, her zaman bir kurulun danisma niteligindeki kararlarini almazlarsa bile hiç olmazsa en az seyhülislâm veya müftüden fetva aldiktan sonra hüküm verirlerdi Onlarin bu emir ve iradeleri, hatt-i hümâyun, biti, ferman, berat, irâde, ahidnâme ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi Bunlardan hatt-i hümâyunun bizzat padisahin kendi el yazisi oldugu, digerlerinin onun adina Divan-i Hümâyundan çiktigi bilinmektedir


Osmanlilarda, devlet islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüsülürdü Bu görüsmelerden sonra son karar hükümdarin olurdu Hükümdarin herhangi bir mesele hakkinda verdigi karar ve kesin olarak beyan ettigi fikir, kanundu Bununla beraber pâdisah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser'î ve hukukî konularda gerekli gördügü kimselerle görüsüp onlarin fikirlerini alirdi Bu durumdan anlasilacagi üzere zâhiren genis ve hudutsuz selâhiyeti oldugu görülen padisah, gerçekte bir takim kanunlarla bagli di Bu da bir devletin devam ve bekasi için sartti

Osmanli hükümdarlarinin ilk ve en kudretli zamanlarinda bile divan kararlarina tamamen riayet ettikleri ve alinan kararlarin disina çikmadiklari görülmektedir

Osmanli padisahlari, XVI yüzyil sonlarina kadar sehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun kollarinda komutanlik yaparak memleket idaresinde ve muharebe usûllerinde tecrübe kazaniyorlardi Hükümdar olduklari zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardi Osmanli hükümdarlari, ordularinin baskomutani idiler Büyük ve önemli savaslara bizzat kendileri istirak edip komutanlik yapiyorlardi Küçük savaslara ise selahiyetli bir komutan tayin ediyorlardi


Fâtih Sultan Mehmed döneminin ortalarina kadar Osmanli padisahlari, Divan-i Hümâyuna baskanlik ederlerdi Divan'da halki ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri verirlerdi Hastalik veya baska bir sebepten dolayi padisahin istirak etmemesi halinde onun yerine vezir-i azam baskanlik ederdi Solakzâde'nin bir ifadesine dayanilarak Fâtih'in, Divan baskanligini terk edisi söyle bir hadiseye baglanir: Bir gün Fâtih'in baskanliginda Divan toplantisi yapildigi sirada isini takip etmek üzere payitahta gelmis olan bir Türk köylüsü, Divan çavuslarinin ellerinden kurtularak toplanti yerine girer ve "Devletlû Hünkâr kanginizdir, sIkayetim var" demis

Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padisahin canini sIkmis Vezir-i A'zam Gedik Ahmed Pasa'nin tavsiyesiyle hükümdarin Divan müzakerelerini bir perde arkasindan dinlemesi ve vezâret mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i a'zama verilmesi sistemi kabul edilmisti Bundan sonra adi geçen vezir-i a'zamin teklifi üzerine padisahlar için toplanti mahallinin arkasinda biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapilmisti

Bundan sonra padisahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye baslamislardi

Bu hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine baskanlik etmeyip bir perde veya kafes arkasindan dinlerdi Meshur kanunnâmesinde de "Cenab-i serifim pes-i perdede oturup" demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmisti Görüldügü gibi II Murad da dahil olmak üzere Osmanli hükümdarlari devamli olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davalari dinleyip devlet islerini görüyorlardi


Öyle anlasiliyor ki, Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her firsatta halka yardimci olmaya çalisiyorlardi Bunu bilen halk, sIkâyet, taleb ve arzularini çesitli vesilelerle hükümdarlara ulastiriyordu Bu anlayis, kökleri mazide olan eski bir an'anenin yerlesmesine sebep oluyordu Bu an'anelerden biri, Hz Peygamber'den beri devam edegelmekte idi Buna göre Medine sehir devletinde, oldukça sade bir yapi içerisinde halk, külfetsizce Hz Peygamber ile görüsüyordu Süphesiz ki bu davranis, daha sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teskil ediyordu Hulafa-i Rasidîn döneminde gelisen fetihlerle büyüyen idarî yapida, çok farkli inanç ve düsüncede olan kimselerin mevcud olmasi, bazi suikast ve cinayet ihtimallerini de akla getiriyordu Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarinda bazi tedbirlerin alinmasi ihtiyaci dogdu


Halk ile Osmanli hükümdarlari arasindaki münasebeti saglayan çesitli vesileler vardi Cuma ve bayram namazlari, ava çikma, Istanbul'un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasirlara yapilan ziyaretler, halka hükümdara ulasma imkani veren firsatlardi
Osmanli hükümdarlari, daha Osman Bey'den itibaren mesru mazeretlerinin disinda Cuma namazini sarayin disinda ve halka açik bir camide kilmaya büyük bir itina gösteriyorlardi Bu durum, vekayinâme, hatirat ve seyahatnâmelerden açikça anlasilmaktadir Cuma selamligi sirasinda üzerinde durulmasi gereken en önemli husus, halkin dilek ve bilhassa sIkayetlerini bizzat hükümdara ulastirmis olmasidir Osmanli tarihi boyunca bunun pek çok örnegini görmek mümkündür Aslinda Osmanli Devleti'nde tebeanin padisaha ulasmasi yerlesmis bir gelenekti

Padisahlarin zaman zaman kiyafet degistirerek halk arasinda dolasip kamuoyunu yoklamalari (tebdil gezmeleri), günlük hayatlari, yemekleri, Istanbul ve civarinda çesitli gezintiler' saltanat kurumu açisindan önemli hususlardir

Gerek günümüzde gerekse tarihteki devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da hükümdarin hakimiyet (egemenligini)'ini temsil eden ve adina "Hükümdarlik alametleri" denilen isaret ve semboller vardi Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler Buna göre kurulus döneminde Osmanli padisahlarinin hakimiyet sembolü olan hükümdarlik alametleri sunlardir: Payitaht, saray, çadir (otag), taht, tac, hutbe, sIkke, ünvan ve lakaplar, nevbet, kiliç, bayrak, tiraz, tug
Padisahlarin kullandiklari unvanlar, bunlarin kullanildigi yerler Osmanli hâkimiyet anlayisi açisindan önemlidir

Halil Inalcik ("Padisah", ÎA, IX) bunlari, ser'î ve örfî ünvanlar olarak iki kisimda degerlendirmekte ve resmî belgelerde bunlarin itina ile kullanildigina isaret etmektedir Bunlar: bey, han, hâkan, Hüdavendigâr, gazi, kayzer, sultan, emîr, halife ve padisah gibi ünvanlardir Bundan baska Yavuz Sultan Selim, Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de "Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn" ünvanini kullandi Bu ünvan daha sonraki padisahlarca da kullanildi

OSMANLI SEHZÂDELERI

XIV asrin sonlari ile XV asirda, diger Anadolu beyliklerinde de görüldügü gibi "çelebi" ünvani ile de anilan Osmanli hükümdar çocuklarina, sehzâde ismi verilmekte idi Mense' ve mânâsi tam olarak tesbit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan "çelebi" kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafindan kullanildigi ifade edilmektedir


Osmanli sehzâdeleri babalarinin sagliginda yüksek haslarla bir sancagin idaresine (sancaga çikma) tayin ediliyorlardi Böylece, askerî ve idarî islerde tecrübe kazanip yetistiriliyorlardi Sehzâdeler, tâkriben on-onbes yaslarinda tayin edildikleri sancaga gönderilirlerdi Devlet islerinde kendilerini yetistirmek üzere, "lala" denilen tecrübeli bir devlet adami ile çesitli hizmetler için kalabalik bir maiyet verilirdi Sehzâdeler, gidecekleri sancaga validelerini de beraberlerinde götürürlerdi

Sancakta bulunan sehzâdelere "Çelebi Sultan" denirdi

Osmanli sehzâdelerinden, sancak beyi olanlarin maiyetlerinde nisanci, defterdar, reisü'l-küttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapi agasi ve diger bazi saray erkâni vardi Çelebi sultanlarin yaslan müsaitse bizzat kendileri divan kurup sancaklarina ait isleri görürlerdi Yaslari küçük olanlarin bu islerine de lalalari bakardi Sancagin bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimad edilen sahislardan (vezirlerden) tayin edilirdi Sehzâdeler, kendi sancaklarinda zeâmet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip bunlara kendi isimlerini hâvi tugra çekebilirlerdi Ancak yapacaklari bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek mecburiyeti vardi

XV yüzyil ortalarina kadar duruma göre Izmit, Bursa, Eskisehir, Aydin, Kütahya, Balikesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi sehirler, baslica sehzâde sancak merkezleri olmustur Sehzâdelere Rumeli'de sancak verilmesi kanun degildi Sehzâdelerin bulunduklari sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür hâlesi meydana gelirdi

Kurulus dönemindeki Osmanli sehzâdeleri, ya babalari ile beraber veya yalniz olarak sefere giderlerdi Babalariyla sefere katildiklari zamanlarda ordunun yanlarinda, bazan da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi Her Osmanli sehzâdesi, veliahd tayini usûlü olmadigindan dolayi hükümdar olma hakkina sahipti Bu sebeple hükümdar olana karsi zaman zaman diger kardeslerin saltanat iddiasiyle ortaya çiktiklari görülür Bu arada Savci Bey gibi, babasi I Murad'a karsi hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikanlar da olmustur

III Mehmed'in cülûsundan (1595) itibaren sehzâdelerin fiilen sancaga gönderilmeleri usûlü tamamen terk edilerek, onun adina bir vekil sancaga gönderilmistir Sehzâdeler ise âdeta Harem'e hapsedilmislerdi Bu gelenegin terk edilmesi, Osmanli saltanat kurumu için tam bir felaket olmustu XVII-XVIII asirlarda Topkapi Sarayi'nin Harem kisminda "Simsirlik" denilen dairede hayatini geçiren sehzâdelerin sahsiyetleri, tam gelisememis, ilim ve kültür bakimindan zayif kalmislardi Bununla beraber XVIII asrin sonlarinda sehzâdeler, tekrar serbest hareket eder olmus ve devlet isleri ile ilgilenir olmuslardir

OSMANLI MERKEZ TESKILÂTI

Kurulus dönemi Osmanli Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki asiret usûllerine göre tatbik ediliyordu Bu mânâda memleket, ailenin müsterek mali sayiliyordu Bununla beraber hükümdar, önemli konularda tek basina karar vermeyerek bir kisim devlet adaminin fikrine de müracaat ediyordu Bu fonksiyon, daha sonra adina "Divan" denecek meclis (bir çesit bakanlar kurulu) tarafindan yerine getiriliyordu Baslangiçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarin birinci derecede yardimcilari idi Her sey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu

Fâtih dönemine kadar örfe dayali olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazili kanun haline getirilmistir Bununla beraber, devletin genel kanunlari disinda, her kaza ve sancagin ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunlari vardi

îdarede bütün yetki padisahin ve onu temsilen divanin elinde toplanmisti Bu durum, mutlak bir merkezî otoriteyi ön plâna çikarmis oluyordu Bu da devlete merkeziyetçi bir karekter kazandiriyordu Çünkü daha kurulustan itibaren hükümdarlar, merkeziyetçilige giden bir yol tutmuslardi Bu bakimdan bütün tayin ve aziller, merkezin bilgisi altinda yapiliyordu Merkezin en önemli karar organi da "Divan-i Hümayûn" denilen müessese idi

DIVAN-I HÜMÂYUN

Islâm dünyasinda, Hz Ömer ile baslayan divan teskilati, daha sonra degisIk sekil ve isimlerle gelisip devam etti Osmanli döneminde bizzat padisahin baskanliginda önemli devlet islerini görüsmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-i Humâyun" denirdi Bu müessesenin, devletin ilk yillarinda nasil gelistigine dair kesin bir bilgiye sahip degiliz Ancak Ibn Kemâl, (Defter I, s 28, 106) bu müessesenin daha Osman Gazi zamaninda ortaya çiktigini kayd eder Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çikan divanin bir benzeri olmalidir ki, pek fazla bir gelisme göstermemistir

Babasinin yerine geçip Bey ünvanini alan Orhan döneminde, divanin varligi artik kesinlik kazanmis görünmektedir Hatta ÂsIkpasazâde'nin, bu bey zamaninda, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarinin (divan üyeleri) burmali tülbent, yani bir çesit sarik sarmalarini emr ettigini söylemesi, onun divan erkâni için bir kiyafet tesbit ettigini göstermektedir Osmanli divani, daha sonra gelen hükümdarlar vâsitasiyle bir hayli gelistirilerek devletin en önemli organlari arasinda yer alacaktir


Ilk dönem Osmanli divaninin çok sade ve basit oldugu tahmin edilebilir Öyle anlasiliyor ki bu ilk divan, uç beyligi zamanindaki seklini az çok muhafaza etmisti Divan heyetinde, Osmanli beyinin kendisinden baska bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan sehrin kadisi, beyligin malî islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az sayida üye vardi

Zaman zaman, bey yerine icabinda orduya kumanda eden sahis olarak sahnede Osmanli beyinin oglu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kurulusunun uç beyligi divaninin modeline göre oldugu hakkinda bir kanaat vermektedir Fakat Selçuklu Devleti tamamen yikilip Mogol nüfuzu da sarsilmaya baslayinca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanli Beyligi'nde, divanin gittikçe Selçuklu divani modeline benzer bir mahiyet kazandigi görülür

Orhan Bey zamaninda müesseselestigi görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kiyafetin tesbit edildigi görülür Divan toplantilari, Sultan I Murad, Yildirim Bâyezid, Çelebi Sultan Mehmed ve II Murad devirlerinde de devam etmisti Yildirim Bâyezid, halkin sIkâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çikardi Herhangi bir derdi ve sIkIntisi olanlar orada kendisine sIkayette bulunurlardi O da bunlarin problemlerini derhal çözerdi

Divan, Orhan Bey zamanindan, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanirdi Toplantilar sabah namazindan sonra baslar ve ögleye kadar devam ederdi XV asrin ortalarindan sonra (Fâtih dönemi) toplantilar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Sali) inmis, Pazar ve Sali günleri de arz günleri olarak tesbit edilmisti
Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sinif ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadin erkek herkese açikti

Idarî, siyasî ve örfî isler re'sen, digerleri de müracaat, sIkâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik edilirdi Memleketin herhangi bir yerinde haksizliga ugrayan, zulüm gören veya mahalli kadilarca haklarinda yanlis hüküm verilmis olanlar, vali ve askerî siniftan sIkâyeti bulunanlar, vakif mütevellilerinin haksiz muamelelerine ugrayanlar vs gibi davacilar için divan kapisi daima açikti Divanda önce halkin dilek ve sIkâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet isleri görüsülüp karara baglanirdi


Divanda idarî ve örfî isler vezir-i azam, ser'î ve hukuki isler kadiasker, malî isler defterdar, arazi isleri de nisanci tarafindan görülürdü Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapilirdi Toplanti bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane, vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandiktan sonra çavusbasi, elindeki asasini yere vurarak divanin sona erdigini bildirirdi


Divandan sonra Yeniçeri agasi padisah tarafindan kabul olunarak ocak hakkinda bilgi alinirdi Ondan sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili isleri arzederlerdi Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu Bütün bunlardan sonra da padisahlar, vezir-i a'zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi Ancak bu usûl, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kaldirilmisti Divan erkânindan baska o gün isleri için divana gelmis bulunan halka da din ve milliyet farki gözetilmeksizin yemek verilirdi

Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti divani, devletin en yüksek organi özelligini tasimaktaydi Devlet baskani olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak ihtiyacini hissediyordu Bu durum, devlet idaresinin bir kisinin degil, bir kurulu teskil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanilarak en mükemmel sekilde yapilabileceginin açik bir göstergesidir

Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapilacak atamalar da görüsülmekteydi Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teskil eden üyelerin fikirlerinin alinarak atamalar yapildigina isarettir Bir kurulun yapacagi atamalarin ise bir tek kisinin yapacagi atamalardan daha isabetli olacagi bir gerçektir Divanda son söz süphesiz ki sultanindir Ancak gördügümüz gibi hükümdarin, vezirlerin mütalaalarini almasi, daha dogrusu böyle bir ihtiyaci hissetmesi, devlet idaresinde is birligi ve koordinasyonun ön planda tutuldugunu göstermektedir


DIVAN ÜYELERI

Kurulus dönemi Osmanli divani, her gün sabah namazindan sonra padisahin huzuru ile toplanarak görevinin gerektirdigi isleri yapardi Divan toplantilarinda üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardi Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile mesgul olurdu Padisahi bir tarafa birakacak olursak kurulus döneminde divanda vezir-i a'zam, kadiasker, defterdar ve nisanci gibi asil üyeler bulunuyordu

VEZIR-I A'ZAM VE VEZIRLER

Osmanlilarin ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu O da ilmiye sinifina mensuptu Daha sonra vezir sayisi artinca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi Bundan baska "Sadr-i âlî", "Sâhib-i devlet", "Zât-i asefî" ve "Vekil-i mutlak" gibi tabirler de kullanilmis ise de bunlar asil el-kabtan degillerdir

Osmanli Devleti'nde ilk vezir, Haci Kemaleddin oglu Alaeddin Pasa'dir Bu zat, ilmiye sinifina mensup oldugu gibi ayni zamanda taninmis ahi reislerindendi Osmanli tarihçilerinin büyük bir kismi, bu zat ile Sehzâde Alaeddin'i birbirine karistirir Alaeddin Pasa'dan sonra bu makama sira ile Ahmed Pasa, Haci Pasa ve Sinaneddin Yusuf Pasa gelmislerdi Çandarli Halil Hayreddin Pasa ise Sinaneddin Yusuf Pasa'dan sonra vezirlige getirilmisti Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu makamda onbir yil kadar kalan Çandarlizâde Ali Pasa zamaninda, Timurtas Pasa'ya da vezirlik verilince Çandarlizâde Ali Pasa vezir-i a'zam diye anilmaya baslandi

Çandarli Halil Hayreddin Pasa'dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardi Bu görevi, askerî sinifa mensub olanlar yürütüyordu Fakat Hayreddin Pasa'nin Rumeli fetihlerinde komutanligi vezirlikle birlestirip mühim muvaffakiyetler kazanmasi, idarî ve askerî islerin bir elde toplanmasina sebep olmustu Bundan sonra gelen birinci vezirler hep ayni sekilde hareket etmislerdi

Daha sonraki tarihlerde vezirlerin sayisi artmis ve XVI asir ortalarina yakin zamana kadar vezirlik, sadece Istanbul'da bulunan mahdud kimselere münhasir iken Kanunî devri vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmed Pasa, önemine binaen vezirlikle Misir valiligine tayin edilmislerdi Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve Bagdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmisti

Vezir-i azam, padisahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarin mutlak vekili oldugundan, sözü ve yazisi padisahin iradesi ve fermani demekti Çandarli hanedaninin düsüsüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdi Çelebi Mehmed zamanindaki Amasyali Bayezid Pasa'nin vezir-i azamligi bir tarafa birakilacak olursa Çandarli ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten gelmek suretiyle yetmis seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii isgal etmeleri ve hükümdarlarin itimadlarini kazanmalari bütün Türk devlet adamlarinin bir ailenin etrafinda toplanmalarina sebep olmustu

Hatta Segedin muahedesinin akdi üzerine saltanati oglu Mehmed'e birakan Ikinci Murad, karsi tarafin bu firsati ganimet bilip antlasmayi bozmasi üzerine, anormal bir hal alan olaylar karsisinda tekrar hükümdar olup idareyi eline almak istedigi zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde Halil Pasa'nin tesebbüsüyle ikinci defa hükümdarlik makamina getirilmisti

Icabinda padisah adina divana riyaset (baskanlik) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarin mutlak vekili idiler Pâdisahin elips seklindeki altin bir mührü, bunun alameti olarak yanlarinda bulunurdu Vezir, devlet islerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere sahip oldugu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu Bu dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline gelmisti

Kendisinden önceki töre, örf ve gelenekleri yazili bir metin haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in kanunnâmesinde vezir-i âzamla ilgili olarak söyle denilmektedir:
"Bilgil ki vüzerâ ve ümerânin vezir-i azam basidir, cümlenin ulusudur Cümle umurun vekil-i mutlakidir Ve malimin vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nâziridir Ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir"
Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde de vezir-i azam hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir:

"Evvela sadr-i azam olanlar cümleyi tasaddur edüp amme-i mesalih-i din ve devlet ve kâffe-i nizâm-i ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kisas ve haps ve nefy ve enva-i ta'zir ve siyâset ve istimai da'va ve icray-i ahkâm-i seriat ve def-i mezâlim ve tedbir-i memleket ve tevcih-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem'i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-i gayr-i mahsur ve'l-hasil cemi-i menâsib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve cemi-i kadaya-i ser'iyye ve örfiyenin istima ve icrasi için bizzat cenab-i padisahîden vekil-i mutlak ve memâlik-i mahruse-i Osmanî ve taht-i hükümet-i sultanîde olan cemi-i nâsin üzerine hakim-i sahib-i ferman oldugu muhakkaktir

Sair vüzera ve vülat ve amme-i ulemâ ve kudat ve mesayih ve sâdat ve a'yan ve ekâbir ve tavaif-i asâkir ve reâya ve berâya ve ehl-i cihât ve ashab-i ticarat kebir ve sagir ve gani ve fakir ve kavi ve zayif ve vadi" ve serif ve muhassalan havas ve avam kâffe-i enâm cemian sadr-i a'zam olanlarin kelamini bizzat sevketlû ve mehâbetlû ve seadetlû padisah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-i seriflerinden sadir olmus ferman-i vâcibu'l-iz'an bilüp emrine imtisâl ve kendüye ta'zim ve tavkir ve iclâl etmeye me'murlerdir"

Kanunnâme metinlerinde görüldügü gibi vezir-i a'zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve genis yetkilere sahip olan kimselerdi Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir Çünkü o, padisahi temsil etmekteydi Vezir-i a'zam (Kanunî döneminden itibaren) sadr-i a'zamlar, padisahin yüzük seklindeki tugrali altin mührünü tasirlardi Vezir-i a'zamlarin, diger vezirlerden farklari "mühr-i hümâyun" denilen bu mühür ile olup hükümdarlik selâhiyetinin icrasina ve padisahin kendisini vekil ettigine dair bir delil oldugu için onlar bu mührü örülmüs bir kese içinde koyunlarinda tasirlardi Vezir-i azamin azlinde veya ölümü halinde "mühr-i hümâyun" ikinci veya üçüncü vezire verilirdi Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle verilirdi

Osmanli Devleti'nde XVI asrin ilk yarilarina kadar yalniz devlet merkezinde bulunup divan-i hümâyuna memur "kubbe veziri" veya "kubbenisîn" denilen vezirler vardi Bunlarin sayilari pek fazla degildi Kubbe vezirleri divanda kidem sirasina göre otururlardi
Fâtih Sultan Mehmed'den itibaren hükümdarlar Divan-i Hümâyun toplantilarina katilmayi terk edip, riyaseti sadrazama biraktiktan ve XVI asrin ikinci yansinda bu toplantilar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasinda sadrazamin verdigi izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu Bir müddet sonra devlet isleri Pasakapisi'nda görülmeye baslanmis ve Divan-i Hümâyun XVIII asirdan sonra elçi kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmisti

Sadrazamlarin hükümdarlarla görüsmeleri ise XVI asirdan itibaren gittikçe azalmisti Bunlar, devlet islerini "telhîs" veya "takrîr" adli vesIkalarla ve ekleri ile birlikte hükümdara arz ederlerdi Böylelikle telhîsler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve âdet ile tayin edilmis olan ve hükümdarin tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara ait sadrazamin arzi mahiyetinde idiler Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten sonra ilgili konu hakkinda padisahin fikrini sorardi Telhislerin hazirlanmasi Reisü'l-küttabin görevi olup, hazirlandiktan sonra genellikle padisahi yormamak ve merami açikça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazilarak saraya gönderilirdi

Padisahin "manzurum oldu", "verilsin", "verdim", "tedarik edesin", "zamani degildir", "berhüdar olasin", "olmaz" gibi hatt-i hümâyunu ile isaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardi Sadrazamlarin diger devlet ricaline ve idarecilere olan tahriratina ise "buyruldu" denirdi Osmanli Devleti'nin ilgasina kadar sadrazamlarin ya re'sen veya bir muamele dolayisiyle mektubî kaleminden yazilan kagitlara "buyruldi-i sâmi" ismi verilmektedir Bu buyruldunun divanî yazi ile yazilmasi ve bas tarafina da sadrazamin ismini havi sadaret mührünün basilmasi usûldendi


KADIASKER

Osmanli Devleti'nde askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerlik teskilâti, gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmise sahiptir Hz Ömer tarafindan ordugâh sehirlerine tayin edilen kadilar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet tasiyorlardi Bu sebeple, kadiaskerligin Hz Ömer tarafindan kuruldugu belirtilmektedir Abbasîler'de de görülen bu mansib, Harzemsahlar'da, Anadolu Selçuklulari'nda Eyyûbîler'de, Memlûklerde ve hatta Karamanlilar'da da vardi

Osmanli Devleti'nde ilk kadiaskerin Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil Hayreddin Pasa oldugu belirtilmektedir Kaynaklar, ilk kadiaskerin adi geçen zat oldugunda müttefik olmalarina ragmen, tayin tarihi için farkli rakamlar vermektedirler ÂsIkpasazâde ve Oruç Bey, bu makamin 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzâde ve Müneccimbasi 763 (M 1361)'de ihdas edildigini belirtmektedirler Bundan baska kadiaskerlik hakkindaki arastirmasinda M Ipsirli ,baska kaynaklarda bu tarihin 762 (M 1360) olarak verildigini söyler

Kelime olarak lügat mânâsi "asker kadist" demek olan kadiaskerlik, Osmanli ilmiye teskilâti içinde önemli bir mevki idi Kadiasker terkibindeki "asker" kelimesi, müessesenin özelligi açisindan önem tasir Zira, Seyhulislâmliktan takriben bir asir kadar önce (80 sene) kurulmus olan müessesenin kurulusunda devletin, asker ve onlarin ihtiyaçlarini karsilamada titizlikle hareket ettigini göstermektedir Bununla beraber, Divan-i Hümâyun azasi olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sinirli degildi Kadiaskerler ayni zamanda bütün sivil adlî islere de bakiyorlardi

Onlar, belli seviyedeki bazi kadi ve nâiblerin tayinlerini de yapiyorlardi Divan toplantilarinda vezir-i a'zamin saginda vezirler, solunda da kadiaskerler yer alirdi

Fâtih Sultan Mehmed'in son senelerine kadar yalniz bir kadiaskerlik vardi Hududlarin genislemesi ve islerin çogalmasi yüzünden 885 (M 1481) yilinda biri Rumeli, digeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi Belirtilen tarihte, Muslihiddin el-Kastalanî daha üstün kabul edilen Rumeli kadiaskerligine, o dönemde Istanbul kadisi olan Balikesirli Haci Hasanzâde Mehmed b Mustafa da Anadolu kadiaskerligine getirildiler Dogu ve Güneydogu Anadolu'nun Osmanli ülkesine ilhakindan sonra Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafindan 922'de yani XVI asrin ilk çeyreginde (1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakir) olan Arap ve Acem kadiaskerligi adi altinda üçüncü bir kadiaskerlik kuruldu Devlet merkezine olan uzakligi sebebiyle olsa gerek ki divân üyeligi bulunmayan bu kadiaskerligin basina meshur tarihçi ve bilgin Idrisî Bitlisî getirildi Bilahare merkezi, payitahta (Istanbul) nakledilen bu kadiaskerlige Fenarîzâde Mehmed Sah Efendi tayin edildi 924 (M 1518) de adi geçen sahsin bu görevden ayrilmasindan sonra bir müddet vekaletle idareye baslanan bu kadiaskerlik lagv edilerek vazife ve selahiyetleri Anadolu kadiaskerligine birakildi

Böylece Rumeli ve Anadolu kadiaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanli saltanatinin sonuna kadar devam etti

Protokola göre daha üstün addedilen Rumeli kadiaskerleri ile daha asagi bir mevkide bulunan Anadolu kadiaskerinin vazifeleri kanunnâmelerde söyle belirtilir:

"Bilfül Rumeli kadiaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder
Ve bilfül Anadolu kadiaskeri olan efendi, Anadolu'da ve Arabistan'da vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder
Ve bu efendiler, divân günlerinde elbette Divan-i Hümâyuna müdavemet edüp Cuma günlerinde vezir-i a'zam hazretlerinin hânesine varirlar Amma dâva istimai lâzim gelse Rumeli kadiaskeri istima edüp Anadolu kadiaskeri kendi halinde oturur Meger vekil-i saltanat tarafindan me'zûn ve me'mûr ola, ol zaman istimai ser'an caiz olur

Ve yirmi, yirmibes ve otuz ve kirk medreselerin ve kendi taraflarina müteallik olan bazi mahallin cihet ve tevliyet makulesin tevcih edegelmislerdir"

Böylece Anadolu'da bulunan müderris ve kadilarin tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan müderris ve kadilarin tayini de Rumeli kadiaskeri tarafindan yapilmaktaydi Görüldügü gibi müessesenin görevleri, egitim ve yargi teskilatinin idaresi, ordu ve askerî zümrenin gerek baris, gerekse savas sirasinda hukukî ihtilaflarinin giderilmesi ve davalarinin görülmesi seklinde iki ana grupta toplanabilir

Kadiaskerler, XVI yüzyilin ikinci yansini müteakip, Seyhülislâmligin ön plâna çiktigi tarihe kadar bütün kadi ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a'zama ait olan kirktan yukari müderrisler ile mevâliyi vezir-i a'zama arz ile tayinlerine delâlet ederlerdi Daha sonra bu gibilerin arzlari kendilerinden alinarak, kirk akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadilarinin tayinleri eskisi gibi bunlara birakildi

Kirktan yukari yevmiyeli müderrisler ile mevâlinin tayinleri ise seyhülislâmlara verilmistir Tayin olunacak müderris veya kadi Anadolu'da ise Anadolu kadiaskeri, Rumelide ise Rumeli kadiaskeri tarafindan arz günlerinde, bizzat kendisi tarafindan, padisah huzurunda okunan "Defter-i akdiye" de okunup inha olunan kadilarin tayinleri için padisahin muvafakati alinirdi

Bir kimsenin kadiasker olabilmesi için "mevleviyet" denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadilik mansibinda bulunmasi gerekirdi XVI asrin ikinci yarisina kadar kadiasker olmak için muayyen bir usûl yoktu Fakat bu tarihten sonra Istanbul ve Edirne kadilarindan veya Anadolu kadiaskeri pâyesi olan Istanbul kadisi mazullerinden birinin fiilen Anadolu kadiaskeri olmasi kanun haline gelmisti Bu kadiaskerlikten sonra da Rumeli kadiaskerligi gelirdi Kurulustan sonraki dönemlerde kadiaskerlik müddeti, diger mevleviyetlerde oldugu gibi bir yildi Bu müddeti dolduran kadiasker, mazûl sayilarak yerine sirada olan bir baskasi tayin edilirdi XVI asrin ikinci yarisindan itibaren Rumeli kadiaskerleri Seyhülislâm olurlardi

Zamanla maaslarinda farklilik görülen kadiaskerler, Fatih kanunnâmesine göre devlet hazinesinden yevmiye 500 akça aliyorlardi XVI yüzyilin ortalarindan sonra Rumeli kadiaskeri 572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye aliyorlardi Bunlarin maaslarindan baska askerî siniftan olup vefat edenlerin "resm-i kismet"lerinden, binde onbes akça olarak gelirleri vardi Bu para, kadiasker kassamlari vasitasiyle tahsil edilirdi Âli'nin kaydina göre Rumeli kadiaskerine resm-i kismetten günde sekiz bin akça hasil olurdu Anadolu kadiaskerinin resm-i kismeti ise daha fazla idi Irak, Suriye ve Misir'in bu kadiaskerlige bagli olmasi, bu artisa sebep oluyordu Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maas tahsis edilen kadiaskerlere, daha sonra birer arpalik verilerek iaselerinin temin edilmesi saglanirdi

Divân'daki davalari dinleyen kadiaskerler, Sali ve Çarsamba hariç olmak üzere hergün kendi konaklarinda divân akdedip kendilerini ilgilendiren ser'î ve hukukî islere bakarlardi Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi, tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardimcilari bulunurdu Ayrica her birinin davali ve davaciyi divâna getiren yirmiser muhziri bulunmaktaydi
Padisah, sefere çiktigi zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi Padisah sefere gitmedigi takdirde onlar da gitmezlerdi Bu durumda ser'î muameleleri görmek üzere onlarin yerine "ordu kadisi" tayin edilip gönderilirdi Ayni sekilde padisahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padisahla birlikte gider ve akd edilen divân oturumlarina istirak ederlerdi

Bu müessese, Osmanli Devleti'nin sonuna kadar devam etmis, Osmanli hükümeti ile birlikte o da tarihe mal olmustur

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #2
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



DEFTERDÂR

Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan "defterdâr" "defter tutan" demektir Dogudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlilar, defterdâr diyorlardi Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi mânâsini ifade eder Osmanlilar, XIV asrin son yarisinda ve Sultan I Murad zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir Buna bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde önemle durduklari söylenebilir Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun "beytü'l-mal-i müslimîn"i korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine temas eder

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu Baska bir ifade ile hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda bulunuyordu Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi Bununla beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla görüsür ve onun muvafakatini alirdi

Bayram tebriklerinde padisah vezirlere oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi

Genel olarak devlet gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu Devletin kurulus yillarinda bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi Bunlar, II Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile "sIkk-i sânî" denilen defterdârlar vardir Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler Sefer esnasinda bas defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten bakardi


Defterdârlar, kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse "tugrali ahkâm" verirlerdi Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir Her defterdâr, kendi dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi On yedinci asrin ortalarindan itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza koyma hakki, bas defterdâra verildi Bundan baska bas defterdâr, divan karari ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu Defterdâr, sadr-i a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap verdigi zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardi

Kanunnâmede bas defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:

"Bas defterdâr pâye ve itibarda "nisanci" gibidir Bas defterdâr olan mal vekilidir Ve kendi evinde divân eder Ve maliyeye müteallik davalari dinler Maliye tarafindan ahkâm verir Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker Ve tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder Ve mahallinde mukataati tevcih edüp buyurur Ama "pençe" çekmez Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar görür Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve zahri ahiretleridir (ahiret aziklari) Hususan emval-i yetamadan (yetim mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i haramdan himayet etmek Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginlestirmek degildir Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi sokmayacaklardir


Onsekizinci asir baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra "sIkk-i evvel", Anadolu defterdârina "sIkk-i sânî", üçüncü defterdâra da "sIkk-i sâlis" adi verildi
Icraat ve tahsilatta defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli bulunurdu Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu ismiyle altmis kadar mübasir vardir

Bunlar, hazineye borcu olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi Bu yüzden maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde tutuklanirlardi
îkinci icra memuru, cizye bas bakikuludur Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya yatirmamis olanlari takib ederdi

Adi geçen dairenin üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir Bunun da maiyetinde dört veznedar vardi Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin defterini tutuyorlardi
Defterdâr tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk edilerek yerine "Maliye Nezâreti" tabiri kullanilmistir

NISANCI

Osmanli devlet teskilâtinda Divan-i Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanilan bir tabirdir Nisan kelimesinden türetilmis olan "Nisanci", ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi devlet resmî evrakinin bas tarafina padisahin imzasi demek olan nisani koyardi Bu görevliye nisanci, muvakkî, tevkiî ve tugraî gibi isimler de verilirdi
Osmanli devlet teskilâtinda XVIII asir baslarina kadar önemli bir makam olan nisancilik, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi Nisancilik müessesesinin basinda bulunan görevliye Osmanlilar'da nisanci denirken, Abbasîler'de buna "Reisu Divani'l-Insa" deniyordu

Bu teskilat, sadece Müslüman Dogu'da degil, Bati Müslüman devletlerinde de vardi Nitekim batida devlet kurmus ve zaman zaman Endülüs'e de geçmis bulunan Merinîler (592-956 = 1196-1458)'de "Divanu'l-insa" adi ile ayni görevi yerine getiren bir müessese vardi Büyük Selçuklular'da da ayni vazifeyi gören bir divan vardi ki, bu divanin basindaki görevliye "Sahib-i Divan-i Tugra ve Insa" adi veriliyordu Bazan da sadece "Tugraî" deniyordu Bu zat, hükümdarin mensûr, ferman vs gibi isimler altinda çikardigi emirnâmelere, onun isaret ve tugrasini koymakla görevliydi Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkez teskilati içinde de ayni görevleri yerine getiren ve adina "Tugraî" denilen bir görevlinin bulundugunu belirtmek gerekir

Kalkasandî, Misir'daki bu hizmeti bes merhalede ele alir ve Memlûklerde bu görevi üstlenen kisiye "Kâtibu's-Sir" veya "Sahibu Divani'l-însa" adinin verildigini bildirir Görüldügü gibi müesseselesmis hali ile Abbasîlerde görülen nisancilik, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde oldugu gibi Osmanlilarda da olacakti Bunun için Osmanli Devleti'nin merkez teskilâti içinde önemli bir yeri bulunan divanin azalarindan biri de "Nisanci" adini tasiyan görevli idi Önemli hizmeti bulunmasina ragmen, nisanciligin Osmanlilar'da hangi tarihlerde kuruldugu kesin olarak tesbit edilebilmis degildir

Bununla beraber, bazi arastiricilar bu kurulusu Osmanli Devleti'nin ikinci hükümdari olan Orhan Gazi dönemine kadar çikarirlar Çünkü bu döneme ait fermanlarda tugra bulunmaktadir Bu da nisanciligin basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde var oldugunun bir isareti olarak kabul edilebilir Keza, bu tabirin devletin ilk zamanlarinda kullanildigini gösteren kayitlar da vardir Nitekim, Sultan Ikinci Murad'in emri ile Türkçe'ye tercüme edilen Ibn Kesir tarihinin Arapça metnindeki "Muvakkî" tabirinin "Nisanci" olarak tercüme edilmesi de bunu göstermektedir Ibn Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisanci kelimesini kullandigina göre, bu tabir, o dönem Osmanli toplumu arasinda biliniyordu demektir

Fâtih Sultan Mehmed'in tedvin ettirdigi kanunnâmede bu memuriyetin isim ve selâhiyetleri ile zikr edilmis olmasi, bunun Fâtih'ten önce mevcud oldugunu, fakat onun zamaninda tam anlamiyla gelistigini göstermektedir

Divan-i Hümâyunda vezir-i a'zamin saginda ve vezirlerin alt tarafinda oturan nisanci, önemli bir hizmeti yerine getiriyordu Nisancilar, görevleri icabi bazi özellikleri tasiyan kimseler arasindan seçiliyorlardi Nisanci olacak kimselerin insa konusunda maharetli bulunmalari gerekirdi Nitekim kiraat ilminin büyük isimlerinden Seyh Muhammed Cezerî'nin küçük oglu Ebu'l-Hayr Muhammed (Muhammed-i Asgar), Misir'dan, Osmanli hizmetine geldigi zaman insadaki kudretinden dolayi kendisine nisancilik verilmisti

Görevleri icabi olarak insa konusunda maharetli olmalari, devlet kanunlarini iyi bilerek yeni kanunlar ile eskiler arasinda bag kurup anlari telif etme kabiliyetine sahip bulunmalari gereken nisancilarin, ilmiye sinifi arasindan dahil ve sahn-i semân müderrislerinden seçilmesi kanundu

Nisancilar, XVI asrin baslarindan itibaren Divan-i Hümâyunun kalem heyeti arasinda, bu vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü'l-küttâblardan seçilmeye baslanmistir Eger reisü'l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahib degilse yine müderrisler arasindan uygun görülen bir kisi bu vazifeye tayin edilirdi
Fâtih döneminde müesseseleserek kuruldugunu gördügümüz nisancilik, Osmanli Divan-i Hümâyunun dört temel rüknünden birini teskil ediyordu Fâtih kanunnâmesinde de belirtildigi gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerlik ve defterdarliktan sonra en önemli vazife nisancilikti Fâtih zamaninda bu görevi büyük bir basari ile yürüten Karamanî Mehmed Pasa ile nisanciligin itibari daha da artmisti Fâtih'ten sonra gelen II Bâyezid ve onun oglu Yavuz Sultan Selim dönemlerinde nisancilik yapan Tacizâde Cafer Çelebi de büyük bir itibar kazanarak tesrifatta defterdârin üstüne yükseltilmis ve vezirler gibi otag kurmasina müsaade edilmistir Niçancilik mansibinin üstünlügü, Kanunî Sultan Süleyman döneminde de devam etmis, "Koca Nisanci" lakabi ile taninan Celalzâde, meslegindeki kidemi ve vukufiyeti sebebiyle defterdârin önüne geçirilmisti

Nisancilarin nüfuzlari ve gördükleri önemli hizmetler, bundan sonra da devam etti Bunlardan büyük bir kismi beylerbeyi ve vezir rütbesini ihraz etti Bununla beraber, XVI asrin sonuna kadar nisancilar vezir olmayip sadece beylerbeyi rütbesinde idiler Bu rütbe ile nisanci olan Boyali Mehmed Pasa (öl 1001) vezirlige nakl edilince nisanciligi birakmis fakat sonradan tekrar nisanci olunca tayini beylerbeyi rütbesi ile yapilmisti Daha sonra bazan kubbe vezirligi ile nisanciligin birlestirilerek bir kisiye verildigi (tevcih) de oldu

Nisanci, Divan-i Hümâyun azasi olmasina ragmen, vezir rütbesini haiz degilse kanun geregi arz günlerinde padisahin huzuruna kabul edilmezdi Sadece nisanciliga tayin edildigi zaman bir defa padisahin huzuruna girip tayinlerinden dolayi tesekkür ederdi

XVI ve XVII asrin baslarinda serdar veya padisah seferde bulundugu zaman, Istanbul muhafazasinda birakilan vezire nisanci tarafindan tugralari çekilmis bos ahkâm kagitlari gönderilir ve bunlar, icab ettikçe kaim-i makam tarafindan doldurularak kullanilirdi
XVII asrin sonlarinda (1087) tedvin edilmis önemli bir Osmanli kanunnâmesi olan Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde "Kanun-i Nisanci" basligi altinda ayri ve özel bir fasil bulunmaktadir Bu fasilda, o dönem nisancilarinin nizamlari tafsilatli bir sekilde verilmekte, onlarin resmî ve hukukî durumlari belirtilmektedir Buna göre nisanci, "tugra-i serif hizmeti ile me'murdur

Kendi dairesinde kanuna müteallik ahkâm yazilir Mümeyyizi tashih ettikten sonra tugralarini çeker ve defteri tashih etmek lazim gelse, kendisine hitaben vârid olan ferman mucibince defterhaneden getirtip kendi kalemi ile tashih eder Bu ferman gelince defter emini ile defter kesedarini, düzeltilmesi lazim gelen defter hakkinda vazifeli kilar Sonra tashihi yapar, fermani da kendisi saklar, Kadiaskerlerden mühürlü kese ile gelen ehl-i cihat beratlarinin tugralarini çektikten sonra ehl-i cihatin isimlerini defterlerine "sahh" çekip ve yine kesesine koyup mühürleyerek kendi kesedari ile kagit eminine gönderir Divan tarafindan verilen sIkâyet ahkâmini reis efendi (reisu'l-küttâb) resid ettikten sonra kesedari toplayip kendisine getirir, tugralarini çekerdi" Kanunnâmede aynen su ifadeler yer almaktadir: "Ve kavanin-i Osmaniye ve merasim-i sultaniye, nisancilardan sual olunagelmistir Sâbikta (eskiden) bunlara müftî-i kanun itlak olunmustur


Kanunnâme, nisancilar hakkinda daha tafsilatli bilgiler vermektedir Buna göre, nisancinin vezirligi varsa vüzeray-i izam silkine dahil hükmünü verir Eger Rumeli beylerbeyilik pâyesi var ise beylerbeyi merasimini icra edip kendisinden kidemli Rumeli pâyesinde olan beylerbeylerden baska bütün beylerbeylere ve kadiaskerlere tasaddur eder Bu pâye ile Divan-i Hümâyuna girip çiktikça vezirler ile birlikte girip çikar Fakat arza girmezdi Kanunnâme, arz esnasinda nisancinin disarida nerede ve nasil selama çikacagini da belirtmistir Nisancinin beylerbeyilik pâyesi yok ise sadece ümerâ pâyesindedir Kendisine nisanci bey denilmektedir Bu takdirde Divan-i Hümâyuna ümerâ tariki üzere gider Ancak taht kadilarina tasaddur eder Diger divan hacegâni gibi mücevveze, sof üst, lokmali kutnî ve iç kaftani giyer Ata orta abayi ve orta raht vururdu Haslari da dört yükten (400000 akça) fazla olurdu Nisancilarin vezir-i a'zama gitmeleri için belli ve muayyen bir zaman yoktu Sadece isti'zan (izin isteme) âdet idi

Nisancilik, XVI asrin sonlarindan itibaren yavas yavas önemini kayb etmeye basladi Bunun içindir ki, önceleri âmiri durumunda bulundugu reisü'l-küttâbla esit duruma getirilmisti XVII asnn ortalarinda nisancilik adeta kuru bir ünvan haline geldi XIX yüzyilin baslarina kadar ismen de olsa varliklarini devam ettiren nisancilar, eski önemlerini tamamen kayb ettiler Bu sebeple nisancilik 1836 yilinda tamamen lagv edilerek vazifeleri "Defter eminine" verilmistir Mühim islere dair fermanlarin üzerlerine Bâbiâlî, digerlerine de defter eminleri tarafindan tayin edilen ve tugranüvis denilen memurlar tarafindan tugra çekilirdi 1838'de tugra-nüvislik görevi de kaldirilip Bâbiâlî ile defter eminligi tugraciligi birlestirildi Böylece bu hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi kararlastirildi

SARAY TESKILÂTI


Bursa feth edilip merkez haline getirilmeden önce, Osmanogullari'na ait özel bir saray yoktu Osmanli Beyi, diger emirler gibi kendi ailesi halki ile birlikte bir evde oturur, beyligin ileri gelenlerini ve tebeasini burada kabul ederdi Isler, bu mütevazi evde görüsülürdü Bu sekildeki bir ikametgâhin, muhafiz vs gibi fazla sayida yardimci kimselere de ihtiyaci yoktu Nitekim bir katip, birkaç çavus, haberci ve az sayida bir muhafiz grubu, bütün isleri görmeye yetiyordu Yaz aylarinda, genellikle bey evinin karsisindaki ulu çinarlarin serin gölgelikleri, toplanti yeri olurdu

Yaz mevsimindeki bu toplantilar, Osmanlilarin Sögüt bölgesine yerlesmeden önceki göçebelik dönemini hatirlatiyordu Zira bu dönemlerde, asiretin ileri gelenleri açik havada, beyin çadirinin önünde toplanip isleri görüsüyor ve bir karara variyorlardi Bununla beraber zaman zaman sefer veya herhangi bir sebeple hareket halinde bulunan beyler, eski Türk âdetlerine göre at sirtinda da toplantilar yaparlardi Böyle toplantilarda sadece sifahî kararlar verilirdi Bey, Cuma günleri Cuma namazinda hazir bulunurdu Bu, beyin tebeasiyla görüsmeye, onlarin dert ve sIkâyetlerini dinlemeye vesile olurdu Bu dönemdeki bütün âdet ve merasimler, Oguz töresince icra olunurdu



Orhan Bey, Bursa'yi feth edip is basina geçtikten sonra beyligi her sahada teskilâtlandirmaya gayret etmisti Bunun içindir ki bazi arastiricilar, Osmanli Devleti için onun döneminden itibaren bugünkü mânâda "devlet" denebilecegini kayd ederler

Gerçekten, Osmanli Devleti, gelisip büyüdükçe, hükümdarlarinin oturduklari saraylar da bu gelismeye paralel olarak büyümüs ve ihtisamlari artmisti Ilk Osmanli sarayi, mütevazi bir sekilde Bursa'da yapilmisti Bundan sonra Edirne'de saraylar insa edilmisti

Istanbul'un fethinden sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan bugünkü Bâyezid'de Istanbul Üniversitesi'nin bulundugu sahada bir saray yaptirilmisti Fakat daha sonra begenilmeyen bu sarayin (Eski saray) yerine Marmara ile Haliç arasinda bulunan çikintili tepe (Sarayburnu) üzerinde yeni bir saray insa edilmisti Yeni saray adi verilen bu saray (Topkapi Sarayi), padisahin ailesine mahsus daireler (harem), Enderûn ve dis hizmetlerle alâkali Birûn adi verilen üç kisimdan tesekkül etmekteydi Fâtih'ten sonra gelen Osmanli padisahlari, 1400 metre uzunlugunda "Sûr-i Sultânî" denilen yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu sarayda ikamet ettiler

Fâtih Sultan Mehmed tarafindan insasina baslanilan ve XIX yüzyil ortalarinda Dolmabahçe Sarayi'na tasinincaya kadar yaklasIk dört asra yakin Osmanli padisahlarina hizmet eden Topkapi Sarayi'na, hemen her Osmanli padisahi bir ilavede bulunmustu Bu saray, 3 Nisan 1924 tarihinde çikanlari Bakanlar Kurulu karan ile müze haline getirilmistir

Orhan Bey'in, Bursa'nin iç kalesinde bir sarayi vardi Fatih devrine kadar gelen Osmanli hükümdarlari tarafindan kullanilan Bursa sarayindan Evliya Çelebi de bahs etmekte, ancak sarayin bu hükümdardan sonra ragbet görmedigini, sadece muhafiz bostancilarinin burada bulundugunu kayd etmektedir Mamafih, Bursa büyük bir yangin ve depreme maruz kaldigi için Evliya Çelebi'nin bahs ettigi sarayin, Orhan Bey devrinden kalan bina olmadigi söylenebilir Ayrica 1402'deki Ankara Muharebesi'nden sonra Bursa'nin maruz kaldigi Mogol istilasi esnasindaki yangin ve yagmalamalar da düsünülecek olursa Orhan döneminden XVII asra pek fazla bir seyin kalmayacagi kanaatine varilabilir

Bursa sarayi hakkinda bilinenler pek fazla degildir Teskilat ve iç taksimati ise hemen hemen hiç bilinmemektedir Sadece, muhafazasi için kapicilarinin, muhtelif hizmetler için iç halkinin ve harem kisminin bulundugu söylenebilir Edirne'nin fethinden sonra da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam etmisti

Bilindigi gibi Rumeli fetihlerinin basladigi siralarda Osmanli Devleti'nin merkezi Bursa idi Edirne'nin fethinden sonra da burasi hemen terk edilmedi Bununla beraber Edirne'de ilk sarayin Murad Hüdavendigâr (I Murad) tarafindan h 767 (m 1365) yilinda yaptirildigi ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulundugu yüksek yerde veya yakininda oldugu ileri sürülmektedir Evliya Çelebi, kendi zamaninda bu sarayin bulundugunu ve Musa Çelebi tarafindan etrafinin bir duvarla çevrilmis oldugunu bildirir Yine onun yazdigina göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayi tamir ettirmis ve acemi oglanlarina tahsis etmistir Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafindaki Saray Hamami denilen Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamin kalintisi oldugu kabul edilmektedir

Edirne saraylarinin en meshuru, Hünkârbahçesi Sarayi denilen Yeni Saray olup burada harem daireleri ile diger teskilâtlar vardi Yine Evliya Çelebi'nin kaydina göre önceleri koru halinde bulunan bu yer, Sultan Birinci Murad tarafindan imar edilmis, fakat Sultan II Murad, Tunca nehrinin kenarinda bulunan bu mevkii kösklerle süslemisti Kendisinden sonra gelenler de buraya ilaveler yaparak Kanunî zamaninda mükellef bir hale getirmislerdi

Istanbul'un fethinden üç yil sonra, yani 1457 senesinde Edirne sehri büyük bir yangin sonunda tamamen yok olmus gibiydi Bu arada saray da yangindan zarar görmüstü Bunun için sehrin yeniden imari sirasinda Fâtih'in emri ile yeniden Hünkârbahçesi Sarayi diye anilan yerde insa edilen sarayda alti bin iç oglani ile besyüz civarinda bostanci vazife görüyordu Iç oglanlari, Topkapi Sarayi'nda oldugu gibi muhtelif koguslar halindeydiler

Bostancilar hem Edirne sarayi bahçelerine hem de Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesihpasa bahçelerine bakiyorlardi Aynca Edirne Bostancibasisinin idaresinde sehrin inzibat isleri ile de mesgul oluyorlardi Hükümdarlar, Istanbul'da ikamete baslamadan önce Edirne sarayinda, muhafiz kapicilar ve kapicibasilar vardi Bunlar sonradan kaldirilmislardi Onlarin yerine bostancilar bakmaya baslamislardi Edirne sarayindaki iç oglanlarin kidemlileri, üç senede bir Istanbul'daki yeni sarayin Enderûn kismina veya kapi kulu süvari ocaklarina verilirlerdi Keza Bostancilar da zamani gelince kidemlerine göre Yeniçeri, Sipahi veya Müteferrika olurlardi

Edirne sarayi da Istanbul'daki yeni sarayda oldugu gibi Enderûn, Birûn ve Harem kisimlarindan meydana geliyordu

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #3
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



ENDERÛN

Osmanli Devletinde XV asir ortalarindan itibaren medrese disinda en köklü ve saglam ikinci egitim kurumu, Enderûndu Sarayin, Enderûn halkini, devsirme denilen bazi hiristiyan tebea çocuklari veya harplerde esir alinip yetistirilen gençler meydana getiriyordu Bunlar, devsirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaslari arasinda toplanip önce Enderûn disindaki Edirne Sarayi, Galatasarayi ve Ibrahim Pasa Sarayi gibi saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-Islâm âdet ve geleneklerini ögrendikten sonra Enderûn'daki ihtiyaç ve kidemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük odalara verilirlerdi Bunlar, burada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânini ögrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarindan birisine çikarilirlardi Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda gelirdi Kiler ve Hazine odasindaki eskiler, yani kidemlilerin seçmeleri münhal vukuunda (bosaldiginda) buraya verilirlerdi Veya zamanlari gelince kapikulu süvarisi olarak disari çikarilirlardi Bu odalarin en ilerisi ve mümtazi olan Has oda idi ki, asil Enderûn agalan bunlardi Gerek devsirme sistemi, gerekse Iç oglanlari hakkinda asagidaki bilgiler konuya daha bir açiklik getirecektir


Devsirme olarak alinip sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin muhtelif makamlarina namzet olarak yetistirilen çocuklara, Iç oglani denirdi Rivayete göre Osmanli sarayinda Iç oglani istihdami Yildirim Bâyezid zamanindan itibaren baslamistir Iç oglanlarinin bedenî egitimlerine de önem verilirdi Ok atmak, mizrak kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem için baslica bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu Bundan dolayi bunlar kuvvetli, çevik ve dayanikli olurlardi Bazan odalar arasinda müsabakalar yapilirdi Bunlar, mensup olduklari odalara göre hizmet ve sanat ögrenirlerdi Öyle anlasiliyor ki, Iç oglanlari II Murad zamanina kadar silah egitiminden baska egitim görmüyorlardi Bu dönemde saray, Osmanli Devleti'nin kültürel, siyasî ve askerî gelisiminin ana yönlerini belirleyen önemli bir faktör olmustur Bu bakimdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline gelmistir

HAREM

Topkapi Sarayi'nda ikinci avlunun solunda Divân-i Hümâyunun arka kisminda yer alan Harem-i Hümâyun, genellikle Haliç'e nâzir çesitli sofalar, koridorlar, daireler, odalar, çesmeler ve hizmet binalarindan meydana gelmekte idi Buralarin üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü Duvarlari en degerli çini ve mermerlerle kapli oldugu gibi en güzel kitâbe ve yazilarla da süslü idi Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açisindan yüzyillari burada iç içe ve yan yana görmek mümkündür Harem, Osmanli padisahlarinin hususi evi konumunda olan binalar manzûmesidir Islâm dünyasinda eskiden beri yaygin olarak bilinen bir terim olarak harem, saraylarin ve büyükçe evlerin sadece hanimlara tahsis edilen bölümü ve selamligin mukabili olarak kullanilmistir Topkapi Sarayi da Osmanli padisahlarinin sarayi oldugundan, padisahin aile efradi ve onlara hizmet eden kadinlara tahsis edilmis bölümüne Harem-i Hümâyun denilmistir Haremin (aile) reisi ve efendisi padisah olduguna göre buradaki hiyerarsi ile mevcud binalarin konumu, tefrisi, mesafeleri hep hünkâr dairesi esas alinarak belirleniyordu Böylece vâlide sultan, hasekiler (kadin efendiler), sehzâdeler, padisah kizlari (sultanlar), ustalar, kalfalar ve câriyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer aliyorlardi
Harem halkini, padisah, vâlide sultan, padisah hanimlari, sultanlar ve sehzâdeler gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, câriyeler seklinde hizmet edenler olmak üzere iki grupta degerlendirmek mümkündür

AK VE KARA HADIM AGALARI

"Aga-i Bâbu's-Saâde" denilen kapi agasi, hadim ak agalarindan olup yeni sarayin bas nâziri, ve "Bâbu's-Saâde"nin âmiri idi Baska bir ifade ile bunlar, Osmanli sarayinin "Bâbu's-Saâde" denilen kapisini muhafaza ile vazifeliydiler XVI asrin sonlarina kadar sarayin en nüfuzlu agasi Bâbu's-Saâde veya Kapi agasi idi Atâ tarihinde belirtildigine göre Kapi agaligi ile Hazinedar basilik, Saray agaligi ve kilerci basilik, Sultan Ikinci Murad zamaninda ihdas edilmislerdi Kapi agasi, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi Kapi agasinin emrindeki Ak hadimlar, sarayin kapisini muhafaza etmekte olup sayilari otuz civarinda idi

Kara hadim agalari ise kadinlarin bulundugu harem kisminda vazife görüyorlardi Kara hadimlarin en büyük âmirine "Dâru's-Saâde Agasi" veya "Kizlar Agasi" denirdi Bunlar harem kisminda bulunduklari için kendilerine "Harem Agasi" da deniyordu

BIRÛN ERKÂNI

Osmanli sarayinin dis hizmetlerine bakan ve sarayda yatip kalkma mecburiyetinde olmayip disarida evleri bulunan kimselerdir Bunlar, padisah hocasi, hekimbasi, cerrahbasi, göz hekimi, hünkâr imami gibi ulemâ sinifindan olanlarla sehremini, matbah-i âmire emini, darphâne emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil vazife sahipleri idi Bunlardan baska sarayin Enderûn disindaki hizmet erbabindan olup emir-i alem, kapicilar kethüdasi, çavusbasi, mirahur, bostanci ve bunlarin maiyetinde bulunan memurlar da "Bîrûn" erkâni içinde yer aliyorlardi

Bîrûn'da hizmet eden ilmiye sinifi ile "Agayan-i Bîrûn" yani dis agalari denilen agalar, sarayin Harem ile Enderûn kisminin haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini görürlerdi Aksam olunca da evlerine giderlerdi Bunlar, Enderûn agalari gibi sIkI bir disipline tabi olmadiklari gibi sarayda yatip kalkma mecburiyetleri de yoktu Bunlardan isteyenler sakal da birakabilirlerdi Bîrûn teskilâtinin bütün tayinleri, sadr-i azam tarafindan yaptirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #4
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet





ASKERÎ TESKILAT
Bir toplumun "devlet" haline gelebilmesi, onun varligina vücud veren halk ve idarecilerin "bagimsizlik" (istiklâl) kavramini tanimalari ile mümkündür Bu tanima, sadece fikir ve düsüncede kalmayip fiilen tatbik edilmelidir Bu da belli sinirlari koruyacak olan "askerî güç" denilen bir sinifin mevcudiyeti ile gerçeklesir Disiplinli ve sistemli hareket eden bir askerî gücün ifade ettigi mâna çok iyi bilindiginden, tarihte üne kavusmus bütün büyük devletler, bu konu ve teskilât üzerinde hassasiyetle durarak onu muhafazaya çalismislardir
Disiplinli ve devamli bir ordunun teskili fikrinden hareketle sarf edilen çabalar, milletlerin kendi bünyeleri, bulunduklari cografî ortam ve zamanlarina göre degisik olagelmistir Bu sebepledir ki, hayatlarini ziraî ürünlerle kazanan milletler gibi topraga siki sikiya bagli olmayan göçebe Türklerin hayatlarinda hayvanlarinin büyük rolü vardi


Bu, onlarin daha disiplinli hareket etmesini sagliyordu Keza bu, onlarin harp disiplin, oyun ve usûllerine alismalarina da yardimci oluyordu Nitekim sonbaharda yapilan büyük sürek avlarinin sebepleri, bu önemli gerçek içinde yatiyordu Uygurlarin birçok aile ve boylarinin bir araya gelerek yaptiklari bu sürek avlari, Göktürkler'de oldugu gibi bir çesit savas egitimi idi
Ortaasya'li atli kavimlerin hayatlarinin en önde gelen özelligi, hareket halinde olma idi Bu hareket ve canliligin sonucu olsa gerek ki, Islâm öncesi Türklerinde hakim bulunan anlayisa göre "kendileri bir kurt, düsmanlari da bir koyun sürüsü idi" Türklerdeki bu dinamizm, Müslaman olduktan sonra daha bir kuvvetle devam etmis görünmektedir Zira onlar, tarihî kültürlerinin bir mirasi olarak devam ettiregeldikleri bu anlayisi, Islâm'in "cihâd" ve "sehidlik" motifleri ile birlestirmislerdi

Düsmanlarina karsi yaniltma, ani hücum ve sizma gibi taktikleri ile taninan Türklerin, Müslüman Arap ordulari içinde yer almalarindan sonradir ki, Islâm ordulari genis bir cografî mekânda yayilma imkânini buldular Miislüman Türk askerlerinin Islâm ordusundaki durumundan bahs eden bir arastirici sunlari söylemektedir:
"Bazen uygulanan usûl de yürüyüs halinde olan düsman hatlarini tuzaga düsürmek veya hemen girisilen muharebe ile anlari, önceden hazirlanmis tuzak bölgelerine çekmek idi Bu taktikteki büyük avantaj, saf nizaminda hücuma alismis Arap süvarileri için pek söz konusu degilse de, âni hücum, yaniltici çekilme, kanatlara sizma, her taraftan ok yagdirma ve hücumu sür'atle tekrarlamada mâhir Türkler içindi"

Tarih sahnesinde görünen birçok millet, askerî güç olarak ifade ettigimiz devamli ve disiplinli orduyu ayakta tutup kendisinden istifade edebilmek için çesitli çarelere bas vurmustur Bu meyanda, harplerin sebep oldugu nüfus azalmasini bir dereceye kadar ortadan kaldirmak için galiplerin, maglup olan toplumlarin çocuklarindan yararlandigi da görülmektedir
Özellikle kurulus ve daha sonraki dönemlerde kullanilan sistemler ile ordunun sahip oldugu disiplin, Osmanli ordusunu basarili bir hale getiriyordu Batida bulunan Hiristiyan devletlerce de farkina varilan bu duruma isaret eden bir seyyahin su sözlerine dikkat çeken Gibbons, o seyyahin ifadesini söyle nakleder:

"Osmanlilar, daha önceden Hiristiyan ordularinin ne vakit geleceklerini ve kendileri ile çatisma için müsait yerin neresi oldugunu bilirler Çünkü bunlar, daima seferber bir halde idiler Çavuslari ve casuslari, kuvvetleri nasil ve nereye sevk etmek lazim geldigini biliyorlardi Bunlar, birdenbire harekete geçebilirlerdi Yüz Hiristiyan askeri, on bin Osmanlidan daha fazla gürültü yapiyordu Trampet bir defa vurdu mu, derhal yürüyüse baslarlar, adimlarini kat'iyyen yavaslatmaz ve yeni bir komut verilinceye kadar kat'iyyen durmazlardi Hafif techizatli olduklari için Hiristiyan mühasimlarinin üç günde kat edemedikleri mesafeyi bir gece içinde kat ederlerdi"


Pek çok müessesede oldugu gibi, kendinden önceki Müslüman ve MüslümanTürk devletlerinin teskilatlarindan yararlanmis bulunan Osmanlilar, bu uygulamayi askerî sahada da gösteriyorlardi Gerçekten, Osmanli askerî teskilâtinin, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Ilhanli ve Memlûk askerî teskilâtlan ile benzerlik arz etmesi, bu ifadelerin dogrulugunu ortaya koymaktadir


Bununla beraber biz, daha açik bir fikir vermesi bakimindan B Selçuklu askerî teskilâtindan kisaca ve ana hatlari ile bahs etmek istiyoruz
Özellikle Alp Arslan ve oglu Meliksah dönemlerinde devrinin en büyük askerî gücü haline gelen Selçuklu ordusu, günümüzün Milli Savunma Bakanligi durumundaki "Divan-i Arizu'l-Ceys" denilen bir teskilât tarafindan idare ediliyordu Büyük Selçuklu ordusu, çesitli kavimlerden alinarak hususi saray terbiyesi ile yetistirilmis, tören, usûl ve protokolü bilen ve dogrudan dogruya Sultana bagli bulunan "Gulaman-i saray", en seçkin komutanlarin egitimi altinda her an emre hazir bekleyen "Hassa ordu" su ile melik, vali, vezir gibi ileri gelen devlet büyüklerinin askerleri ve tabi hükümetlerin askerlerinden kurulu idi Isimleri "Divan defteri"nde yazili bulunan "Gulaman-i saray" efradi, yilda dört maas (bistgâni) alirdi Ayrica vezir Nizamülmülk (öl 485/1092) vâsitasiyle daha küçük parçalara bölünen askerî iktalarda, geçimini arazi gelirlerinden temin eden ve her zaman harbe hazir kalabalik bir süvari kuvveti (sipahiyan) de vardi

Bu sâyede Selçuklu Devleti, büyük bir askerî kuvvet bulundurma imkânina sahip olmustu Buna karsilik Gazneliler ile Büveyhîler döneminde askere ikta degil maas veriliyordu Sikisik durum ve zamanlarda, devletin bu maaslari ödeyemedigi oluyordu Böyle durumlarda komutanlar, vilayetlerin vergilerini kendi nâm ve hesaplarina topluyorlardi Halkla aralarinda bir menfaat birligi olmadigindan askerin faaliyetleri, zaman zaman vilayetlerin harab olmasina kadar variyordu Halbuki askerî iktalar sayesinde Büyük Selçuklu Devleti 400 bin, Türkiye Selçuklulari da 100 bin kisilik bir orduya sahip bulunuyorlardi

OSMANLILARIN ILK ASKERÎ TESKILÂTI

Bizans Imparatolugu'nun hududlarinda bulunan ve Osman Gazi'ye bagli olan Türk asiretleri atli idiler O dönemin iklim, harp, teknoloji ve siyasi sartlarina göre bu gerekliydi Bu sebeple Osman Bey zamaninda harplere istirak edip fetih yapanlar bu asiret kuvvetleri idi Topraga yerlesen Türkmenler, tasarruf ettikleri (kullandiklar) yer karsiliginda Osman Gazi'ye tabi oluyorlardi Timarlarinin gerektirdigi sayida atli askeri de savasa gönderiyorlardi Osman Bey, uç beyi olduktan sonra kendisi ile yakin çevresini koruyan ve yevmiye hesabi ile ücret alan askerlerin sayisini artirdi Bunlar, Selçuklular'da oldugu gibi "Kul" veya "Nöker" adi ile aniliyorlardi Ulûfeli askerlerin sayisi, beyligin gücü ile orantili olarak artiyordu Bu bakimdan beyligin sinirlari genisledikçe Osman Bey'in kapisindaki kul sayisi da artiyordu

Osman Bey zamaninda, beyligin kuvvetleri, hizmetleri karsiligi ganimetten hisse alan ve feth edilen yerlere atli asker vermek sartiyla yerlesen Türkmen kuvvetleri ile ücretleri gündelik olarak ödenen Osman Bey'in sahsî askerlerinden ibaretti Nöker veya Kul adini tasiyan bu askerler, fetih hareketlerinde henüz etkin rol oynayacak sayiya ulasmamislardi
Asiret kuvvetleri ile ulûfeli askerler, ilk zamanlarda yeterli oldularsa da fetihler çogaldikça sayi olarak kifayet etmemeye basladilar Bu bakimdan Osman Bey, fetihlere devam edebilmek için dinamik eleman arayisina baslama ihtiyacini duydu Bundan sonra ihtiyaç hasil oldugu zaman Sögüt, Karacasehir, Eskisehir ve Bilecik dolaylarindaki köylerde oturan ve tarimla ugrasan Türk köylülerinden yararlanmaya karar verdi

Atli olan asiret birlikleri, özellikle kale muhasaralarinda fazla tesirli olamiyorlardi Bundan baska fetihler sonucu arazi genisleyip birçok gayr-i müslimin, devletin vatandasi durumuna gelmesi ve muhasaralarin uzamasi üzerine asiret kuvvetleri, istenilen zamanda istenilen yere ulasamiyorlardi Bu sebeple Orhan Bey döneminde yeni ve devamli bir askerî birlige ihtiyaç duyuldu

YAYA VE MÜSELLEMLER

Osman Bey'in ölümünden kisa bir süre sonra, beyligin sinirlarinin genislemesi ve kisa bir gelecekte, daha bir genislemeye namzed olmasi, Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda birakti Gerçekten de beylik çerçevesinden çikip güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardi Orhan Bey de bu görüsten hareketle önce orduyu ele aldi

Orhan Bey'in saltanatinin ilk yillarinda askerî kuvvetler, Osman Bey zamanindan pek farkli degildi Fetihler arttikça topraga yerlesen Türkmenlerin sayisi artmis, buna bagli olarak timarli sipahî sayisi da çogalmisti Kul veya Nöker denilen sinif, Osman Bey zamaninda oldugu gibi yine ulûfe aliyordu

Fetihlerin devami için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nin fethinden sonra ve Iznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Pasa ile Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil'in (öl 1387) teklifleri dogrultusunda yapilmisti Buna göre devamli surette savasa hazir yaya ve atli bir kuvvetin bulundurulmasi gerekiyordu Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsiz askerine "Yaya", atli askerine de "Müsellem" adi verildi Alaeddin Pasa'ya göre askerî sinifa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kiyafet giyerek halktan ayird edilmeliydi Bu sebeple, bunlarin giyecekleri elbise ve baslarinda tasiyacaklari sarigin renk ve biçimi tesbit edildi Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi Böylece tasradaki timarli sipahilerden de ayrilacaklardi

Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kisi olan bu askerî birligin efradi Çandarli Kara Halil tarafindan seçilmisti Asikpasazâde'nin ifadesine göre birçok kisi "Yaya" yazilmak için Çandarli Kara Halil'e müracaat etmisti Savas zamaninda bu gençlere önce birer, daha sonra da ikiser akça gündelik verilmesi kararlastirildi Savas olmadigi zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi Bunlar, vergilerden muaf tutuldular Orhan Bey zamaninda hassa ordusu sayilan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atli sancaga bölünerek basina sancakbeyi tayin edildi Yaya denilen piyade sinifinin her on kisisi için bir bas (onbasi), her yüz kisiye de daha büyük bir bas (yüzbasi) tayin edilmisti Müsellem adi verilen atli birligin her otuz kisisi bir "Ocak" meydana getiriyordu XV Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlarin katilmasiyla Osmanli askerî teskilâtinin geri hizmet sinifini meydana getirdiler Bu sinif, köprü yapimi, yol insaati, kale tamir ve yapimi ile hendek kazimi gibi islerde kullanildi

Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamaninda beyligin kuvvetleri iki kisimdan ibaret bulunuyordu Bunlardan biri, Türkmen asiretlerinden saglanan ve kendilerine hizmetleri karsiliginda elde ettikleri ganimetler disinda timar da verilen atli kuvvetler, digeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdigi sahsî askerlerdi Orhan Gazi döneminde ise Yaya ve Müsellem adi ile yeni ve devamli bir askerî birlik kurulmustu

Bu bilgilerin isigi altinda konuya bakildigi zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamaninda Osmanli ordusu, üç gruptan tesekkül ediyordu Bunlardan biri asiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adi verilen ve sonradan "azab" adini alan sahsî askerler ki bir çesit hassa orduyu meydana getiriyorlardi Üçüncüsü de biraz önce kuruluslarindan bahs ettigimiz Yaya ve Müselle ordusu idi
Kurulus döneminden baslamak üzere Osmanli ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kisimdan ibaretti

OSMANLI KARA ORDUSU


Ordu-u Hümâyun denilen Osmanli Kara Ordusu, genel olarak iki bölüme ayrilmakta idi Bu askerî birliklerin her biri, gördükleri hizmetlere göre kendi içinde daha küçük kisimlara ayrilip ona göre isimler aliyor Bu isimler, ocak kelimesi ile bir terkip olusturduklarindan ayrica bunlara "ocak" deniyordu Ocag'in en büyük subayina da "Ocak Agasi" adi veriliyordu

KAPIKULU ASKERLERI

Kapikulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diger bazi devletlerde oldugu gibi "Hassa Ordu"yu meydana getirmekteydi Bu sinifa dâhil olan askerler, devletten "Ulûfe" adiyla maas alirlardi Burada "kapi" kelimesinin kullanilmasi ve devletten maas alan askerlere de "Kapikulu" askeri denmesinin sebebi, Kapi kelimesinden bizzat devletin anlasilmasiydi Zira eskiden beri dogu ülkelerinde isler, hükümdar saraylarinin kapisinda görülürdü Bu tabir, Kapi müdafaasinda bulunan askerler için de kullanilmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir Askerler için de bu kelime kullaniliyordu Iste bu sebepten dolayi devletten maas alan askerlere "Kapikulu askerleri" deniyordu
Kapikulu askerleri baslangiçta devlet merkezinde bulunuyorlardi Fakat ülke genisleyip muhafazasi için hudud boylarinda kaleler insa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldilar

Osmanli Devleti, Rumeli taraflarinda fetihler yapip genislemeye baslayinca devamli bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasil olmustu Bu da savaslarda esir alinan ve askerî sartlara uygun hiristiyan çocuklarinin kisa bir müddet Türk terbiyesi ile yetistirilerek yeni bir askerî sinifin meydana getirilmesiyle karsilanmisti Iste bu teskilât, Kapikulu ocaginin çekirdegini teskil etmisti Kapikulu askerleri iki gruba ayrilmaktadirlar Bunlar:
1 Kapikulu Piyadesi
2 Kapikulu Süvarisi

KAPIKULU PIYADESI


Osmanli Devleti'nin, merkez askerî teskilât, içinde yer alan Kapikulu askerleri, Osmanli askerî teskilâtinin önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardi Kapikulu piyadesi de kendi arasinda ayri gruplara ayrilmisti
Ekonomi, devlet ve ordu idaresi, askerî bilgi ve eglence bu bahanelerle tatbikat sahasina konuyor, yasaniyor ve deneniyordu Fertlerin bu hareketli hayati, topluma da bir dinamizm veriyordu Osmanlilarin da bas vurdugu bu sistem, onlarin basarili sonuçlar almalarina sebep olmustur Devletin esas askerî gücünü teskil eden, harplere katilan ve düsmana agir darbeler indiren "Hassa ordu"su askeri de maasliydi Asiret kuvvetleri, baslarinda serdarlari olmak üzere Osman Bey'in hizmetine giriyor, fetihlerin sonunda ganimetlerden pay aliyor ve zapt edilen topraklardan yerlesme hakki elde ediyorlardi yüzyil ortalarina kadar fiilen silahli hizmette bulunmus olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapikulu ocaklarinin kurulup gelismesiyle yerlerini onlara terk ettiler Bunlara Nöker deniyordu ki tamami hür insanlardan meydana gelmisti Bunlardan biri "Kapikulu Askerleri" digeri de "Eyâlet Askerleri" adini tasiyordu

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #5
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



ACEMI OCAGI

Osmanli askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapikulu piyadesinin mühim bir bölümünü teskil eden yeniçerilere mense' olan "Acemi ocagi", Sultan Birinci Murad zamaninda Kadiasker Çandarli Kara Halil ile Karaman'li Kara Rüstem'in tavsiyeleri sonucu ortaya çikmisti Hoca Saadeddin Efendi'nin bildirdigine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad'in devr-i saltanatinda 763 (1361-62) tarihindeki Zagra'nin fethi ile baslamistir

Devlet adina ve "Pencik" kanununa göre alinan esirler", Yeniçeri ocagina asker yetistirmek için Gelibolu'da kurulmus bulunan Acemi ocagina gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasinda isleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardi Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocagina aliniyorlardi Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçip memleketlerine gittikleri için bu sistem degistirildi Savaslarda esir edilen küçük yastaki Hiristiyan çocuklari, evvela Anadolu'daki Türk köylülerinin yanina verilerek (Türk'e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye baslandi

Gerçi bu ocagin, Rumeli fatihi Süleyman Pasa zamaninda, bizzat kendisi tarafindan savasta esir alinan Hiristiyan çocuklari ile basladigi belirtilmekte ise de ocagin gerçek manada müesseselesmesi, yukarida belirtilen sekilde olmustur


Sözlük manasiyle beste bir demek olan "pencik" harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanilmak üzere beste birinin alinmasi demektir
Islâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz' etmis oldugu prensiplerinden dogmus olan "pencik", Osmanli Devleti'nin ilk kurulus yillarinda uygulanmiyordu Harpler sonunda ele geçen diger ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu Gaziler, hisselerine düsen esirleri, Islâm hukuku geregince istedikleri sekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onlari satabiliyordu



Osmanlilarda Acemi oglani iki sekilde alinirdi Bunlardan biri savaslarda elde edilen erkek esirlerin beste birinden (pencik), digeri de Osmanli vatandasi olan Hiristiyan çocuklardandi Savaslarda elde edilen esirlerin asker olarak alinmasiyle ilgili "Pencik Kanunu" tertib edilmisti Buna göre alinan esir oglanlara "Pencik Oglani" adi verilmisti Elde edilen bu esirler, "Pencikçi" denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaslari arasinda olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve saglam olanlar devletçe üçyüz akça karsiligi satin alinirdi

Böylece Acemi ocagina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmistir Bu sistemin gelismesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu'da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmisti

Pencik oglanlarinin, Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanina verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarina engel olmak içindi Bununla beraber, zaman zaman bazi esir çocuklarin Avrupa'ya kaçtigi görülüyordu Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanina verilmesi ile ilgili kanun hakkinda kaynaklarda farkli tarih ve zamanlar verilmektedir Bu cümleden olarak Sirpsindigi savasi, Edirne'nin fethi ve Bilecik tarafina yapilan ilk akinlarda olduguna dair rivayetler bulunmaktadir


Cüz'i bir ücretle Türk çiftçisinin yanina verilen Acemi oglanlarina çok az bir ücretin verilmesi, onlarin "ben padisah kuluyum" deyip çiftlik sahibine kafa tutmamasi içindi
Acemi oglanlar, ziraat islerinde çalistirildiklari gibi kisa zamanda Türkçe ile birlikte Islâm-Türk örf ve âdetlerini de ögreniyorlardi Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle "Acemi Ocagi"na kayit ettiriliyorlardi Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karsiligi "Yeniçeri Ocagi"na gönderiliyorlardi Yildirim Bâyezid döneminin sonlarina kadar belirtilen sekilde devam eden bu usûl, Ankara Savasi'ndan (1402) sonra fetihlerin durmasi ve iç karisikliklarin bas göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmustu Kapikulu ocaklarindaki kadro eksikligini gidermek için baska bir çareye bas vurmak gerekiyordu Bu sebeple Rumeli'ndeki Hiristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve "Devsirme" ismiyle münasib sayida Hiristiyan çocugu alinmasina karar verildi

Daha önce de temas edildigi gibi Ankara Savasi'ndan sonra Osmanli fetihleri durmus, bazi yerler Bizans ve Sirplara terk edilmislerdi Gerek Çelebi Mehmed zamaninda, gerekse oglu Sultan Ikinci Murad'in ilk devirlerinde Rumeli'de fütuhat yapilamadigi için esirlerden istifade edilememisti Bunun üzerine Osmanlilardan önceki Türk ve Islâm devletlerinde uygulanmamis olan yeni bir usûl ile devletin, Hiristiyan tebeasi olan ve yaslan uygun çocuklarindan sadece bir tanesinin Osmanli ordusuna alinmasi kararlastirildi Böylece Hiristiyan vatandaslarin çocuklarindan asker devsirmek için bir "Devsirme Kanunu" yürürlüge konuldu

Bu yeni kanunla, bastan basa gayr-i müslim olan Rumeli halki, tedrici surette müslümanlastirilacakti Müslümanlastirilan bu insanlarla da Osmanli ordusu kuvvetlenecekti Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulasmis oluyordu Gerek Müslüman nüfusu çogaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakimindan iki yönden faydali olan bu Devsirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanin yerine geçmisti Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye baslamisti

Devsirme kanunu geregi ihtiyaca göre üçbes senede ve bazan daha da uzun bir sürede Hiristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazan yirmi yas arasindaki sihhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oglani alinmaya basladi Bununla beraber 14-18 yas arasindakiler tercih ediliyordu Önceleri Rumeli'de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan, daha sonra ise Sirbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandi Bu durum, XV Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocagina kayit ve kabullerine "Çikma" veya "Kapiya Çikma (bedergâh) denirdi

Devsirme usûlü, kendi dönem ve zamanina göre iyi bir sonuç vermisti Bu sonuç hem Osmanlilar, hem de çocugu devsirilen aileler için faydali olmustu Osmanlilar açisindan faydali olmustu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamli surette insanlari yutan birer makine haline gelmislerdi Iste bu makinalarin zararlarini en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayri müslim vatandaslarindan istifadeyi düsünmüstü Böylece hem Islâm Türk mefkûresinin daha genis sahalarda yayilmasini saglamak, hem de kendi asil nüfusuna dokunmamak suretiyle azinliga düsmeyecekti

Devsirme sistemi, çocugu devsirilenler bakimindan da faydali bir seydi, çünkü onlar da çocuklarinin içinde bulunduklari mali sikintidan kurtulacagini biliyorlardi Muhtemelen çocuklari devlet kademelerinde vazife alir ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi Bunun da kendileri için faydali olacagi bir gerçekti Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hiristiyan ailenin, çocugunu devsirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yaristiklarini kayd ederler Hatta sadece Hiristiyan çocuklarinin devsirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halki Müslüman olan Bosna'dan da devsirilmek suretiyle acemi oglani alinirdi Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu

Bilindigi üzere her saha ve konuda oldugu gibi devsirme sisteminde de arzu edilmeyen bazi suistimallerin oldugu söylenebilir

Buna karsilik devlet, gönderdigi memurlarinin kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu 9 Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile Ivraca Kadisina yazilan bir hükümde Acemi oglani devsirmeye giden bir memurun hâne (ev) basina onar akça nal parasi vesair kanunsuz paralar alip 5-10 yasindaki çocuklari önce alip sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarina sattigi bildirilmekle Yayabasilarindan Ferhad gönderilip hakkiyla teftis olunmasi ve memurun esyasi arasinda bulunan para, kumas vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir Böylece devlet, bu ve benzeri haksizliklarin önüne geçmeyi, adaletsizligi ortadan kaldirmayi istiyordu

II Yeniçeri Ocagi

Avrupa'da kurulan devamli ordudan bir asir önce vücuda getirilmis olan Yeniçeri ordusu, Osmanli Devleti'nin ilk dönemlerinde dünyanin en mükümmel ordusu haline getirilmisti Bu ordu, teskilât ve disiplini ile bu sifati tasimaya hak kazanmisti Osmanli Devleti'ni kuran ve kisa bir zamanda hududlari Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine;
Iran, Arabistan ve Misir çöllerine kadar götüren hükümdarlarin en büyük dayanaklarindan biri bu ordu olmustur

Piyade birligi olan Yeniçeri ocaginin, hangi tarihte ihdas edildigi kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamaninda yani on dördüncü asrin son yarisi içinde bir ocak halinde kuruldugu söylenebilir Bazi kaynaklarda bu kurulusun 1365 yili oldugu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yilinda oldugudur Türkçe asker demek olan "Çeri" ile "yeni" kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanli Devleti'nin merkezinde ve hükümdara bagli bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmistir Haci Bektas-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âsikpasazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere "Taife-i Bektasiye", ocaga da Bektasî ocagi denmistir

Bu ocagin kurulus sebebi, mevcud askerin azligina ragmen, fetihlerin çogalip sinirlarin genislemesi ve eldeki askerin de bu sinirlari koruyamaz duruma gelme endisesi idi Halbuki hem Rumeli'yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamli ve hükümdarin emir komutasi altinda bir askerî birlige ihtiyaç vardi Benzer teskilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardi Bu mânada Osmanlilarin, Selçuklular ile Memluklulari örnek aldiklari anlasilmaktadir

Yeniçeriligin ilk kurulusunda, orduya bin kadar yeniçeri alinmisti Bunlarin her yüz kisisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir "Yayabasi" tayin edilmistir

Ocak, XV yüzyil ortalarina kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adi verilen bir siniftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanindan itibaren (1451 senesi), "Sekban" bölügünün de iltihakiyla iki sinif haline gelmis XVI asir baslarinda ise "Aga" bölügü denilen üçüncü bir kisim daha teskil edilmistir Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüge kadar çikmistir Aga bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamina kadar yükselmistir

Yeniçeriler, baslarina börk ismi verilen beyaz keçeden bir baslik giyerlerdi Bunun arkasinda ise yatirtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydi Yeniçeriler börklerini egri, subaylari da düz giyerlerdi Fâtih kanunnâmesinde belirtildigine göre yeniçeri taifesine her yil beser zira' laciverd çuka ve otuz iki akça "yaka akçasi" ile her birine basina sarmasi için altisar zir'a astar verilmesi hükmü konmustu

Her yeniçeri bölügüne "Orta" denirdi Her ortanin da komutani olan ve "Çorbaci" denilen bir subayi bulunurdu Sekban ve Aga bölüklerinde bu komutana "Bölükbasi" denirdi Yeniçeri ocaginin en büyük komutani "Yeniçeri Agasi" idi Yeniçeri Agasi, ocagin kurulusundan 1451 senesine kadar ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbasilardan tayin edilmeye baslandi

Bununla beraber bu kanun daha sonra degistirilerek ocagin disindan olan kimseler de tayin edilmistir Yeniçeri Agasi, Yeniçeri Ocagi ile Acemi Ocagi islerinden sorumlu idi Bundan baska Istanbul'un asayisi ile de ilgilenir ve yaninda bulunan bir heyetle kol dolasip güvenligi saglardi Bu sebeple hükümdarlar, bunlarin güvenilir ve sadik kimselerden olmasina dikkat ederlerdi Yeniçeri Agalarinin azil ve tayini 1593'e kadar dogrudan padisah tarafindan gerçeklestirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmistir


Yeniçeri Ocagi'nin en büyük komutani olan Yeniçeri Agasi'ndan baska Sekbanbasi, Ocak Kethüdasi veya Kul Kethüdasi, Zagarcibasi, Turnacibasi, Muhzir Aga ve Bas çavus ta ocagin büyüklerindendi Bunlardan baska bir de "Yeniçeri Efendisi" denilen ocak kâtibi vardi

Yeniçeriler, maaslarini (ulûfe) üç ayda bir alirlardi Bu konuda ocagin en büyük âmiri olan Yeniçeri Agasi ile herhangi bir nefer arasinda fark yoktu Onun için Yeniçeri Agasi da bu ulûfe isine dahil edilirdi Ulûfe, pâdisahin nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi Hicrî kamerî takvime göre dagitilan ulûfenin Sali günü verilmesi kanundu


XVI asra kadar devsirmeden toplananlardan baskasi katilamazken 990 (1582) senesinde Sultan III Murad (1574-1595)'in, sehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet dügününe katilan bir sürü canbaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocaga kayd olmalari, ocagin yavas yavas bozulmasina sebep olmustu Devletin kurulusundan kisa bir müddet sonra teskil edilen Yeniçeri Ocagi, belirtilen olaydan sonra hariçten insanlarin ocaga girmesiyle bozulmaya yüz tutmustu Çünkü, egitimsiz ve basibos kimselerin ocaga girmeleriyle bu askerî teskilât, dogrudan siyasete katilan, devlet adamlarini tayin veya azlettiren, padisahlari tahttan indiren veya tahta çikaran bir kuvvet halini almisti

Gerçekten de onlarin zorbaliklarini ve yaptiklari kötülüklere isaret eden (1826) tarihli bir hüküm Istanbul Kadisina gönderilmistir Bu hükümde söyle denilmektedir: "Allah'a, Peygambere ve sizden olan ûlu'l-emre itaatediniz" âyet-i kerimesi muktezasinca kaffe-i mü'min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu'l-emre itaat ve inkiyad ile me'mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmina olan eskiya makulesi, hilâf-i ser'-i serif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulmasi cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri's-saltanat-i seniyede her bir sey çigirindan çikmis ve ol makule esrar-i nâsin garazlari olan mel'aneti icra zimninda her bir seye müdahele daiyesine düsmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed'in mal ve canlarindan emniyetleri kalmayip rahatlarina halel gelerek bayagi alis verislerine varinca fesada varmis" Bu hükümde de açikça görüldügü ve yukarida belirtildigi gibi Yeniçeri askeri her seye müdahele eder olmus Buna karsilik gerçek vazifesi olan askerligi tamamiyle unutur olmustu Zira onlar, askerlik yerine esnaflikla ugrasiyorlardi XVII ve XVIII asirlarda sik sik ayaklanmislardi Bunun üzerine ocak, "Vak'a-i Hayriye" diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826'da Sultan Ikinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldirildi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #6
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



CEBECI OCAGI

Kapikulu askerinin piyade ocaklarindan biri de "Cebeci Ocagi"dir Kelime olarak "cebe" zirh demektir Osmanlilar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamini genisletmis görünmektedirler Bunun içindir ki "cebeci" dendigi zaman belli hizmetleri olan bir askerî sinif akla gelmektedir Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kiliç, tüfek, balta, kazma, kürek, kursun, barut, zirh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçlari olan savas alet ve esyasi yapan veya tedarik eden ocaga "Cebeci Ocagi" denirdi Bu ocak, yeniçerilere lazim olan harp levazimatini deve ve katirlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dagitirdi Savas sonunda da bunlari tekrar toplardi Bu arada tamire muhtaç olanlari da tamir ederek silah depolarinda muhafaza ederdi
Sefer esnasinda ordu komutanlari refakatina münasib bir miktar cebeci verilirdi Bunlarin, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olmasi gerekirdi Bu maksatla Cebecibasiya bu yolda emirler verilirdi Baris zamaninda bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarinda ve Tophane civarinda bulunan kislalarinda ikamet ederlerdi

Bu ocagin kurulus tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocagi ile birlikte veya ondan çok kisa bir müddet sonra oldugu tahmin edilmektedir Bu ocaga girecek olanlar, "Pencik" ve "Devsirme Kanunu" devam ettigi müddetçe Acemi oglanlari arasindan seçilirdi Ocaga alinacak kimseler, önceleri "sakird" ismiyle alinir, daha sonra fiilen cebeci olurlardi
Ocak mevcudu, aralarindaki münasebet dolayisiyla Yeniçeri askerinin azalip çogalmasina bagli olarak artar veya eksilirdi XVI asir ortalarinda yeniçeriler 12 bin nefer iken bunlarin sayilan 500 kadardi XVII asirda (1675) te cebecilerin sayilari 4180 civarindadir XVIII Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocagi, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmisti
Diger Kapikulu ocaklari gibi "orta" denilen ve 38 bölüge ayrilmis bulunan cebecilerin en büyük komutani "Cebecibasi" idi Ortalar, kendi aralarinda silah yapan, silahlan tamir eden, barutlari islâh eyleyen, harp levazimatini tedarik edip hazirlayan ve humbara yapanlar gibi ayri ayri kisimlara ayriliyorlardi

TOPÇU OCAGI

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teskil edilen bu ocak da, Kapikulu ocaklarinin yaya kismindandi Efradi, Acemi Ocagi'ndan saglanirdi Osmanli ordusunda ilk top, Sultan I Murad zamaninda 1389 yilinda Kosova Meydan Muharebesinde kullanilmistir Bununla beraber topun silahli kuvvetlerin agir ve önemli bir silahi olarak ordu ve donanmaya yerlesmesini saglayan, Fâtih Sultan Mehmet olmustur Kale yikan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed oldugu belirtilmektedir Bu silahin, askeriyedeki önemi o kadar büyümüs ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermistir ki, patlatilamayan bir topun patlamasini temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymistir

Topçu ocaginin top döken kismi ile top kullanan bölükleri ayri ayri idiler Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi Bazen kale muhasaralarinda kalelerin önünde de top imal edildigi görülmektedir Nitekim Sultan II Murad zamanindaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da Istanbul kusatmasinda develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüstü
Osmanlilar, gelecekteki ihtiyaçlarini karsilamak ve devamli bir sekilde hazirlikli bulunmak gayesiyle Istanbul'un disinda da top fabrikalari kurmuslardi Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakin yerlerde idi

Bu yerler:
Belgrad, Semendire sancaginin Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya'da Iran sinirina yakin Kerkük'ün Gülanber kalesi idi Bu toplarin mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç'da idi Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayri ayri yerlerde depolar yaptirilmisti Her yil ne kadar mermi ve gülle dökülecegi, Divan tarafindan planlanip Topçubasina bildirilirdi Dökümhanelere de buna göre emir giderdi Bir gülle dökümhanesinin yillik ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasinda degisiyordu Bu mermilerin en küçükleri 320 gram agirliginda idi Bunlar, "Sahî" denilen toplarin gülleleri idi Sahîler, katir sirtinda tasinabilen ve yalniz iki topçu eri tarafindan kullanilabilen küçük, pratik, atesi seri ve müessir toplardi "înce Donanma"yi meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanilirdi Kale muhasaralarinda surlari yikmak için kullanilan toplar daha büyüktü Bu toplarin gülleleri 70 kg agirliginda idi Top mermisi döken madenlerde dökücü ustalari ve yeterince isçi vardi Dökücüler, Istanbul'daki Tophaneden gönderilirlerdi


Osmanlilar, sadece madenî degil, tas gülle de kullanmislardi Bu gülleleri demir olanlardan ayirmak için "Tas gülle" tabirini kullaniyorlardi
Topçu ocaginin en büyük zâbitine (subayina) "Sertopî" veya "Topçubasi" denirdi Bundan baska Dökümcübasi, Ocak kethüdasi ve çavusu gibi yüksek rütbeli subaylari ile "Çorbaci" veya "Bölükbasi", Dökücü halifeleri" gibi subaylari ile Ocak katibi vardi
Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi Tophane Emini, tophaneye alinan ve sarf edilen esyanin defterini tutar ve her sene hesabini verirdi Tophane levazimi, bunun eli ile tedarik edildiginden vazifesi çok önemli idi Bütün bunlardan anlasildigina göre Topçubasi, Dökümcübasi, Tophane naziri, top dökümcüleri kethüdasi, Tophane emini ve Topçu çavusu Tophane ocaginin yüksek rütbeli subaylarindandi

Topçular, sayica "Cebeciler"e yakin idiler XVI asirda ocagin mevcudu 1204 nefer iken, XVII asirda bu sayi 2026'ya kadar yükselmistir Onyedinci asrin sonlarinda muharebelerin devami yüzünden sayilari 5084'e kadar çikmistir

Oldukça islah edilmesine ragmen Sultan III Selim'in tahttan indirilmesi (hal') esnasinda Kabakçi Mustafa'ya iltihak eden Topçu ocagi, isyana istirak etmisti Halbuki Sultan Selim, bu ocagin, zamanin sartlarina göre islâh edilmesine ehemmiyet vermis, derece ve itibarlarini artirmisti Vak'a-i hayriye esnasinda topçular, devlete sadik kalarak Humbaraci ve Lagimci ocaklari ile birlikte "Sancag-i Serif altina gelmislerdi Yeniçeri ocaginin ilgasindan sonra Topçu ocagi yeni sekle göre tertip edilmisti

Topçu ocagi ile çok yakindan ilgisi bulunan bir ocak daha vardir ki, bu da "Top Arabacilari Ocagi"dir Osmanlilarin ilk dönemlerinde kullanilan toplar, deve, katir ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardi XV asirdan sonra topçulugun büyük ölçüde gelismesi üzerine ve büyük toplarin dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlilar, bunlari araba ile savasa götürmeye basladilar Demek oluyor ki bu ocak, toplarin daha ziyade tekemmül ederek arabalarla tasinmasindan sonra dogmustur Arabacibasi adinda bir subayin komutasinda bulunan bu ocak da çesitli ortalara ayrilmisti

HUMBARACI OCAGI

Farsça asilli bir kelime olan humbara, içine patlayici maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapilmis bulunan mermi demektir Humbaraci da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir Humbaranin el ile atilani (el bombasi) oldugu gibi havan topu ile atilani da vardir Ayrica tas da atilabilirdi

Daha çok kale kusatmalarinda ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karsi kullanilan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate deger basarilar saglamislardi Topçular gibi Kapikulu ocagina mensub bulunan humbaraci ortalarinin XVXVI asirlar arasinda ihdas edildigi tahmin edilmektedir Humbaracibasi adi verilen bir subayin komutasinda bulunan bu ocak mensuplari, baslangiçta biri topçulara, digeri cebecilere bagli olmak üzere iki kisimdan ibaretti Bu ocagin esas kisminin Kapikulu gibi maasli degil, timarli oldugu bilinmektedir Buna göre humbaracilari topcu, cebeci, ve timarli olmak üzere üç kisma ayirabiliriz


Bulunmasi gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracilarin müstakil bir ocak haline gelmesi XVII asirdan sonra olmalidir XVIII yüzyil baslarinda büsbütün ihmale ugrayan humbaracilik mesleginin, günün sartlan ve Avrupa'daki gelismesi de göz önüne alinarak yeniden tesisi düsünüldü Bir müddet Avusturya'da kaldiktan sonra Osmanli ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransiz asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracibasiligina tayin edildi Humbaraci ocagi, "fenn-i humbara ve sanayi-i atesbazîde maharet-i tammesi" olan bu zat tarafindan Avrupa'daki usûl ve sistemlere uygun bir sekilde teskilatlandirilmaya tabi tutuldu

Ahmed Pasa'nin bu konudaki çabalari sonucunda Bosna'dan 301 nefer alinarak her 100 kisi bir "oda" teskil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüge bir yüzbasi, iki ellibasi, on onbasi, tabib, cerrah ve yazicilar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teskilât, humbaracibasinin emri ve sadrazamin nezareti altina aliniyordu Siki bir talim ve egitim ile yetisecek olan humbaracilardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna"nin serhad kalelerine "Humbaracibasi" olarak tayin edileceklerdi
Fabrika ve kislalari Üsküdar'da bulunan humbaracilarin, devlet askerî teskilâti bakimindan önemli bir yeri bulunduklari anlasilmaktadir Yeniçeriligin ilgasi esnasinda meydana gelen olaylarda, devletin yaninda yer almis olan Humbaraci Ocagi, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara baglanarak ayri bir ocak olmaktan çikmis oldu

LAGIMCI OCAGI

Kusatma altindaki surlarinin altindan tünel (lagim) kazmak suretiyle yikan veya düsmanin açtigi tünelleri kapatan bir ocaktir Osmanli ordusunda mühendislik bilgisine dayali olan bu ocak, XVII asrin ortalarindan itibaren bozulmaya yüz tutmustu Biri, Cebecibasinin komutasinda ve maasli, digeri de Lagimcibasi denilen komutanin emri altinda ve timarli olan iki kisma ayriliyorlardi


Yer altinda yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yikan veya lagim açarak berheva eden lagimcilik, Osmanli ordusunda çok gelismisti Gerçekten, günümüzün istihkâm sinifi diye adlandirabilecegimiz bu ocak hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir: "XVIII asra kadar Türk istihkamcisi, gerek teknik ve gerekse tabya bakimindan dünyanin mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sinifi idi Bunu, o dönemin bütün Avrupali yazarlari ve taninmis generalleri teyid etmektedirler Modem Avrupa istihkamciliginin kurucusu da Türklerdir Türk istihkâm teknigini ilk defa Fransizlar ögrenmis ve XIV Louis devrinde tatbik etmislerdir Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa ordulari tarafindan aynen iktibas edilmistir (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamciliginin babasi sayilan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler'den ögrendigi tabya teknigini, 1673 senesinde Hollanda'nin Maestricht kalesi kusatmasinda kullanmis, basarili olmasi üzerine ayni asrin sonlarinda bu teknik, bütün Avrupa'ya yayilmistir Vauban, Türk istihkam tabyasini Kandiye'de ögrenmisti"

Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de agirliklarinin geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudlari tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi Kale muhasaralarinda bunlarin bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmistir Bu sayede zapti kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarinin açtiklari tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmisti Nitekim Serdar-i Ekrem Köprülüzâde Ahmed Pasa'nin 1078 (1667) senesindeki Kandiye kusatma ve fethinden bahs edilirken lagimcilarin burada ne denli hizmet ve yararliliklar gösterdigine temas edilir Bu tarihten sonra da Osmanlilarin lagimciligi yavas yavas gerilemeye baslamisti Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de "Nizam-i Cedid" denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalisildi Bu maksatla ocak, biri lagim baglamak, digeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kisma ayrildi

KAPIKULU SÜVARISI

Osmanli kapikulu ordusunu teskil eden ikinci sinif askerî güç, Kapikulu süvarisidir Osmanli topraklan genisledikçe timarlar çogaliyor, timarlar çogaldikça da timarli süvari (sipahi)nin sayisi da artiyordu Fakat bunlar, kendi timarlarinda ikamet ettiklerinden, basarilari mahdud kiliyordu Bu bakimdan daha kurulus yillarindan itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamli ve maas alan bir süvari birliginin bulundurulmasi ihtiyaci hissediliyordu Bu sebeple Sultan I Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtas Pasa'nin yardim ve tavsiyesiyle ilk adim atilmis oluyordu Önce "Sipah" ve "Silahdar" adi ile iki bölük olarak teskil edilen Kapikulu süvarisine daha sonra "Sag Ulûfeci" ve "Sol Ulûfeci" (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile "Sag ve Sol Garipler" (Gureba-i yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapikulu süvari ocagi alti bölüge yükseltilmis oldu

Kapikulu süvari sinifini meydana getiren efrad da devsirme çocuklari ile harplerde esir alinan çocuklardan meydana geliyordu Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarin sahsina mahsus olan atli kuvvetler idi Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, Istanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarinda terbiye olunduktan sonra yedi senede bir "Bölüge çikmak" tabir edilen bölüklere verme islemi yapilirdi Derece ve maas itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarina ragmen, idare üzerindeki nüfuzlari ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde degillerdi

Kapikulu süvari birliklerinden ilk ikisine "Bas", öbür ikisine "Orta", son ikisine de "Asagi bölükler" adi verilmisti Bunlardan sipah bölügüne "Kirmizi bayrak", silahtar bölügüne "San bayrak", orta ve asagi bölükler için de Alaca bayrak" tabiri kullanilirdi
Kapikulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sag ve solunda yürürlerdi Sipah sagda, silahtar da solda bulunurdu Sipahin saginda sag ulûfeciler, silahtarlarin solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi Bunlarin sag ve solunda da sag ve sol garipler yürüyorlardi

Sipah ve silahtarlar, muharebe meydaninda padisahin çadirini (Otag-i hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasinda, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarini, garipler ise ordu agirliklari ile hazineyi muhafaza ederlerdi
Adi geçen "Alti Bölük" efradi, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer'asi bol yerlerde ikamet ediyorlardi Bu yüzden bunlardan bir kismi Bursa ile Edirne, bir kismi da Istanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler Kanunî Sultan Süleyman zamanindan baslamak üzere, bunlardan 300 kisi, sefer zamanlarinda devlet merkezinde bir çesit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmislerdi Mülazim adi verilen bu 300 kisi, baris zamanlarinda mirî mukataalarin idaresi ile cizye cibâyeti (toplanmasi) gibi islerle görevlendirilmislerdi

Kapikulu süvarilerini meydana getiren her bölügün âmiri olarak ayri ayri agalari vardi Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullaniliyordu Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Agustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad'a kadar yol üzerinde bulunan kadilara gönderilen hükümde bu isimlerden ayni lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir Protokol bakimindan bunlarin en ileride olani Sipah agasi oldugu gibi, bunun komutasinda bulunan bölük de en itibarli bölük idi Agalardan baska her bölügün bölükbasilari, kethüdalari, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini tasiyan bir komuta heyeti ile basçavus ve çavus adlarinda küçük rütbeli zâbitleri vardi


Kapikulu süvarilerinin kullandiklari silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanilan silahlardi Bunlarin orijinalligi, silahlarin imal ve kullanilmasinda idi Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mizrak ile bele takilan balta, pala veya hançerle atlarin eger kasina asilmis olan gaddare denilen genis yüzlü kisa bir kiliç ve bozdogan ismi verilen yuvarlak basli bir agaç topuzdu Kapikulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) oklari vardi Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanini kullanirlardi Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zirhli gömlekler vardi Kalkanlari ise elbise ve basliklarinin renginde boyanmisti Muharebelerde yanlarinda yedek hayvanlari da bulunurdu


Sultan III Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremedigi bu ocaga, adi geçen hükümdar zamaninda, disardan iltihaklar basladi Ocak teskilâti bozulduktan sonra "veledes" denilen süvari ogullari da ocaga alinmaya baslamisti Kanunî Sultan Süleyman zamaninda sayilan yedi bin kisi civarinda iken, hariçten ocaga girenler yüzünden bu sayi yirmi bini bulmustu Bilahere Kaptan-i Derya Kara Murad Pasa'nin, ocaklari, Ibsir Pasa aleyhine kiskirtmasi sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmis olanlari da tekrar almak suretiyle elli bine ulasmisti XVII asrin ortalarinda, vezir olarak Osmanli Devleti'ne hizmet etmis bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaslatmaya ve hatta durdurmaya basladiklari gibi bazi islahat hareketlerinde de bulunmaya tesebbüs etmislerdi

Iste bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayilan on bes bin civarina indirilebilmisti Bunlarin, yaptiklari bazi isyanlari da bastirilinca takibata ugradilar Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sinif haline geldiler Zaman zaman zorbaliklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Pasa'dan yedikleri iki büyük darbe, bunlari önemsiz bir hale getirmisti Hezarfen Hüseyin Efendi, bunlarin, bu dönemdeki sayilarini su rakamlarla bize aktarmaktadir Ona göre Sipah bölügü 7203, Silahtar bölügü 6254, Ülûfeciyan-i yemin 488, Ulûfeciyan-i yesâr 488, Gureba-i yemin 410, Gruba-i yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kisiye kadar yükselmektedir

XVIII asirdan itibaren sayi ve güçleri giderek zayiflayan Kapikulu süvarisi de "Vak'a-i Hayriye" diye adlandirilan ve yeniçeriligin ortadan kalkmasiyla sonuçlanan olayda lagv edildiler Yeniçerilerin bu siralardaki serkeslik ve isyanlarina katilmayan bu ocak mensuplarindan, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarina müsaade edilmisti
Sonralari Yeniçeriler gibi bunlarin da evlenmelerine müsaade edildiginden yetisen çocuklari da cebeci olurdu yüzyilda cebecilerin sayisi 2500-5000 arasinda degismekteydi Yildirim Beyâzid tarafindan da gerek Istanbul muhasaralarinda gerekse Nigbolu kusatmasinda topun bir silah olarak kullanildigi, Asikpasazâde tarafindan anlatilmaktadir Görüldügü gibi Osmanli Devleti'nin daha baslangiç yillarinda top, ordunun ayrilmaz bir parçasi haline gelmistir Nitekim 1126 yili Safer ayinin sonlarinda Humbaracibasi tarafindan Payitahta gönderilen bir arizadan, Hotin Kalesi muhafazasinda bulunan timarli humbaraci neferatinin bulundugu anlasilmaktadir Osmanlilarin muvaffakiyetli hamlelerinde bu sinifin da büyük bir hissesi vardir Bunlar, Sipah agasi, Silahtar agasi, Sag ulûfeciler agasi gibi isimler aliyorlardi Türk silahlarinin daha hafif, yani tasinma ve kullanilmasinin kolay olmasi bir üstünlük sagliyordu

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #7
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



EYÂLET ASKERLERI

Osmanli kara ordusunun ikinci kismini meydana getiren, devletin büyümesinde, gelismesinde ve sinirlarini genisletmesinde önemli derecede rolü bulunan askerî kuvvet, eyalet askerleridir Bunlan : Yerli Kulu, Serhad Kulu, ve Timarli Sipahiler olmak üzere 3 grup halinde ele alabiliriz

YERLIKULU

Yerli Kulu piyadesi, eyalet pasalari ile sancak beylerinin komuta ve idaresinde bulunan, komutanlari da bunlar tarafindan tayin olunan muntazam ve disiplinli bir askerî siniftir Rikab-i Hümayûndaki askere Kapikulu dendigi gibi, devlet merkezinin disinda bulunan bu askere de Yerli Kulu denmekteydi Hizmet gördükleri müddetçe maas alabilen bu askerî sinifin iasesi, eyalet veya sancak beyi vasitasiyle veyahutta devlet hazinesinden verilirdi Bu sinifa dahil askerleri de gördükleri hizmetlere göre: 1 Azepler, 2 Sekban ve tüfekçiler, 3 Icareliler, 4 Lagimcilar, 5 Müsellem'ler olmak üzere bes gruba ayirmak mümkündür

AZEPLER

Yerlikulu askerinin ilk sinifini meydana getiren azepler, harplerde büyük hizmetler görüyorlardi Ordunun ön saflarinda yer almalarindan dolayi düsman taarruzuna en çok onlar maruz kaliyorlardi
Kelime olarak "bekâr" demek olan azep tabiri, Osmanli askerî teskilâtinda: bekâr, güçlü ve kuvvetli olan gençlerden meydana getirilmis bir askerî sinif için kullanilmaktaydi
Klasik Osmanli ordusunda azepler, Anadolu'daki Müslüman Türklerden kurulu hafif piyade askerî birligidir Bununla beraber yine ayni adi tasiyan ve 1450'den sonra Fâtih Sultan Mehmed tarafindan teskil olunan kale azepleri de vardir

Osmanlilarin ilk dönemlerinden itibaren XVI asrin yarisina kadar meydana gelen harplerde hafif okçu kuvvetlerine ihtiyaç vardi Bu bakimdan, harp esnasinda ne kadar azebe ihtiyaç varsa tesbit edilirdi Tesbit edilen miktar, sancaklara taksim edilirdi Böylece ihtiyaca göre 20 veya 30 hâne (ev)den bir azep istenirdi Istenilen azebin bekâr, güçlü ve kuvvetli olmasi lazimdi Sancaga bagli kazalardan seçilen her azebin ücret ve masrafi onu seçen yere ait olup bu, XV asrin sonu ile XVI asirda her azeb için 300 akça tutmakta idi Her azebin, askerden kaçmamasi için bir kefili vardi Kaçtigi takdirde masraf bu kefilinden alinirdi Azeplere verilecek para, azeb alinan yer ile halkinin servetine göre tahsil edilirdi Sefer hazirligi esnasinda azeplerin toplanmasina "Azep çagirtmak" denirdi Bunlarin maaslari olmadigindan harp zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayilirlardi

Ok, yay ve pala gibi hafif silahlarla donatilmis olan azepler, ordunun ön saflarinda bulunduklarindan ilk olarak onlar düsman hücumuna maruz kalirlardi Bunlarin gerisinde toplar, onlarin arkasinda da yeniçeriler yer alirdi Savas basladigi zaman azepler saga sola açilmak suretiyle topçunun rahat ates etmesine imkan saglarlardi
Bahsimize konu teskil eden ve iki asirdan fazla büyük hizmetler ifa eden hafif piyade azepleri, XVI asir ortalarinda, Kanunî Sultan Süleyman saltanatinin sonlarina dogru ilga edildiler Kale azepleri ise 1826 senesine kadar hizmetlerine devam ettiler

SEKBAN VE TÜFEKÇILER

Yerlikulu piyadelerinden olan sekbanlar, askere ihtiyaç hasil oldugu zaman, gönüllü olarak toplanan köy halkindan olduklari için, diger birlikler gibi saglam bir askerî egitime sahip degillerdi "Salyâne"den kurtulmak için zaman zaman Hiristiyanlar bile bu birlige istirak edebiliyorlardi Bunlar, bulunduklari bölgenin pasasindan baskasini tanimazlardi Hizmet gördükleri müddetçe ulûfe alirlardi Sekbanlar, "Bayrak" ismi ile siniflara ayrilirlardi Sekban bölükbasisi ve Bayraktar adinda subaylari vardi Bunlar, silah olarak kiliç kullanirlardi

Zamanla sekbanlarin önemleri azalinca bunlarin yerini "Tüfekçi" adi ile yeni bir piyade sinifi aldi Her elli-altmis tüfekçi bir bayrak kabul edilerek, "Gönüllü zabiti" adi verilen bir subayin komutasi altinda bulunurdu Her sancak veya eyaletteki tüfekçi bayraklari, "Tüfekçi basi" adi verilen bir subayin komutasina verilirdi Önemli eyaletlerden üçer veya beser tüfekçi basi varsa, bunlardan biri bas seçilerek adina "Serçesme" denirdi

ICÂRELILER

Hudud boylarinda bulunan sehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir siniftir Ücretle vazife gördüklerinden dolayi kendilerine bu isim verilmistir Komutanlari, topçulugu iyi bilen ve "Topçu agasi" adi verilen bir kimsedir Topçu agasi, eyalet pasalarinin komutasinda bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi

LAGIMCILAR

Yerlikulu askerinin bir bölümünü teskil eden bu sinif, hududa yakin bulunan önemli bazi kalelerin aniden muhasara edilmesi düsünülerek kurulmus bir siniftir Ayrica düsman tarafindan kazilacak hendek ve tünellere mukabil hendek ve tünel kazmak suretiyle harbi kazanmak gayesi güdülmüstü Kapikulu ocaklarindan olan Lagimcilarla ayni vazifeyi görmelerine ragmen bunlarin durumlari daha farkli idi Zira bunlar, baris zamanlarinda da bagli bulunduklari kalelerde bulunuyor ve genellikle Hiristiyan tebeadan meydana getiriliyorlardi Bunlar, devlet merkezinden gönderilen ve "Lagimcibasi" denilen bir subayin komutasina verilmislerdi

MÜSELLEMLER

Osmanli Devleti'nde, pek çok görevi yerine getiren müsellemler, harp zamanlarinda ordunun geçecegi yollan temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler: Buna karsilik baris zamanlarinda bütün vergilerden muaf sayiliyorlardi Zaten bu ismi bu yüzden almislardi Rumeli'de genellikle Hiristiyan tebeadan olan müsellemlere karsilik, Anadolu'da Müslüman tebea istihdam olunurdu Bunlara "Yörük" ismi verilirdi

SERHAD KULU

Osmanli kara ordusunun, önemli bir bölümünü meydana getiren eyâlet askerlerinin bu ikinci sinifi olan Serhad kulu da, hizmet ve durumlarina göre ayri kategorilerde mutalaa edilmistir Bu sinif: Akincilar, Deliler, Gönüllüler ve Besliler olmak üzere daha küçük birliklere ayrilmislardir

AKINCILAR

Serhad kulu grubunun en önemli birligini akincilar teskil ederdi Müslüman Türklerden meydana getirilen hafif süvari kuvvetlerine verilen bu isim, 500 sene sonra Avrupa'da "komando" olarak ortaya çikacaktir

Serhad denilen hudud boylarinda bulunan akincilar, fevkalade disiplinli bir teskilâta sahiptiler Bunlar, atlarla düsman içlerine kadar sokulur, gerek bizzat gördükleri, gerekse düsmandan elde edilen esirler vâsitasiyla ögrendikleri bilgileri degerlendirerek önemli bir istihbarat agi kurmuslardi Öncü kuvvetler olduklari için, ordunun kesif hizmetlerini görüyorlardi Bundan baska onlar, düsman topraklarindaki araziyi tedkik ederek orduya yol açiyorlardi

Çok seri hareket ettikleri için, düsmanin pusu kurmasina imkan vermiyorlardi Ayrica ordunun geçecegi yerlerdeki mahsûlü korumak suretiyle ekonomik bir fayda da sagliyorlardi Akincilar, esir almak suretiyle bölgede bulunan nehirlerin geçit yerlerini de ögreniyordu Bunun içindir ki akincilar, esas ordudan dört bes gün daha ileride bulunurlardi Günümüzün motorize birlikleri gibi pek seri ve sür'atli hareket ettikleri için, düsmana karsi dehset saçar ve onlarin maneviyati üzerinde çok etkin psikolojik tesirde bulunurlardi

Islâmî suurdan kaynaklanan bir ruha sahip olan akincilarin, ordunun basarisi için yaptiklari akinlarda, pekçok esir aldiklari bir gerçektir Akinci anlayisina göre savasmak (cihad yapmak) hem dinî hem de millî bir vazifedir
Hafif süvari birlikleri olduklarindan, düsman kale ve ordusu üzerine varmayan akincilar, ordu için yollan açiyorlardi Bu yollarin birkaç yönden açilmasi gerekiyordu Ordunun hedefi olan ülke, hem maddî hem de manevî bir sekilde yipratilmali idi Düsmanin, maddî güç kaynaklari yok edilmeli, ekonomisi ile ordusu hirpalanmali idi Halka korku salip onlarin manevî güçlerini kirmak gerekiyordu Elde edilmesi mümkün olan her türlü gizli bilgi elde edilmeliydi

Akincilarin açtiklari bu yol ve verdikleri hizmetten sonra, Padisah veya Serdar-i Ekrem asil ordu ile gelip harp ederlerdi

Akincilar içinde devsirme yoktur Bu sinifa, Arnavut ve Bosnak gibi, Osmanlilar vasitasiyle Müslüman olanlar da alinmazdi Akinci olabilmek için Osmanli Türkü olmak gerekiyordu akinci beylerinin çogu, Osman Gazi'nin arkadaslari olan maruf komutanlarin çocuklaridir Akinci beyleri, istediklerini ocaga alir, istemediklerini de almazlardi Bu konuda Divan anlari tamamiyla serbest birakmisti Bu yüzden Divan, onlarin bu tasarruflarina karismazdi Akinci ocagi beyleri, genis bir yetkiye sahip ve dogrudan dogruya padisahtan emir alan kimselerdi

Büyük bir kismi, Avrupa ve Balkan halklarinin dillerini çok iyi biliyordu Bu sebeple sinirlarin ötesinde kendilerine bagli birçok ajanlari vardi Bu ajanlar sayesinde akincilar, Orta Avrupa ve ötesi hakkinda günlük bilgileri elde edebiliyorlardi Bu sekilde hareket etmek, onlar için bir zorunluluktu Aksi takdirde girisecekleri akin bir felaketle sonuçlanabilirdi

Her biri ayri bir komutana bagli bulunan akinci birlikleri, ayri ayri yerlerde ikamet ediyorlardi On kisilik akinci birliginin komutanina onbasi, yüz kisilik birlik komutanina yüzbasi, bin kisilik birligin komutanina da binbasi deniyordu Bütün bunlarin üstünde de "Akinci beyi" denilen akinci komutani vardi ki, buna akinci sancakbeyi denirdi

Düsman ülkesine yapilan bir akinin, akin adim alabilmesi için o taarruzun akinci komutanlarinin emrinde olmasi lazimdi Akinci komutani kendisi sefere istirak etmez, gönderdigi birlik te 100 veya daha fazla kisiden meydana geliyorsa buna "Haramîlik", 100 kisiden daha az ise buna da "Çete" denirdi Hazar zamaninda (harb olmadigi zaman) akincilar, kendi is ve talimleri ile mesgul olurlardi Düsman ülkesine yapilan akinlar, gelisigüzel degil, bir plan ve program dahilinde olurdu
Rumeli'de ayri ayri ocaklar halinde bulunan akincilar, komutanlarinin isimleri ile anilirlardi Osmanlilar'in ilk fetihleri zamaninda Evrenos Bey akincilari vardi Daha sonra Mihalogullari, Turhan ve Malkoç Bey akincilari meydana çikti XVI asir sonlarina kadar söhretlerini muhafaza eden akincilar, Osmanli fetihlerinde önemli rol oynamislardi Genelde Akincilar, Rumeli sinir boylarinda kullanilmakla birlikte zaman zaman Anadolunun dogusunda da istihdam edilmislerdir

Savaslarda basarili olan akincilara dirlik tahsis edilince timarli akincilar ortaya çikti Böylece akincilar, timarli ve vergiden muaf olanlar diye iki gruba ayrilmis oldular XVII asir baslarindan itibaren vergiden muaf olanlar, bazi kadilar tarafindan vergi vermeye zorlanmis görünmektedirler Merkezden gönderilen emirlerle kadilarin bu neviden davranislarindan vaz geçmeleri istenmektedir Nitekim 1014 (1605) senesine ait bir hükümde söyle denilmektedir:

"Akinci taifesinin sakin olduklari yerin kadilarina hüküm ki, kadimu'l-eyyamdan olan sefer-i hümayunuma eser akinci taifesi sefere estikleri (sene) umûmen avanz-i divâniye ve tekâlif-i örfiyeden muaf ve müsellem olmak babinda emr-i serifim vârid olmus iken, haliya taife-i mezbureye kudat tarafindan tekâlif çektirilmekle, sefere ihraç olunmak lazim geldikte taife-i mezbûre sair reaya gibi hem tekâlif çekeriz ve hem sefere teklif idersiz deyü sefere gitmekte taallul ettikleri ilam olundu Imdi taife-i mezbûre memur olduklari sefere gelüp hizmet ettiklerinden sonra tekâlif ile rencide olunmamak ferman olunmustur"

Akincilarin silahlan, bir zirhli gögüslük ve yaka ile mizrak, kalkan ve atlarinin egerine takili basi topuzlu bir bozdogandi Akincilarin tamami zirh kullanmazdi Bunlarin yiyecekleri ve kaplari da kendileri gibi hafifti Atlarinin egerine asili birer küçük kushâne ile yemek islerini görürlerdi Çogu zaman bu tencerede pirinç, kavurma veya koyun pastirmasini pisirirlerdi

XVI asir sonlarina kadar Bati'da önemli hizmetlerde bulunan akincilarin sayisi, zaman ve sartlara bagli olarak azalip çogaliyordu Nitekim 1530 Budin ve 1532 Alman seferinde sadece Mihaloglu Mehmed Bey'in komutasinda 50 binden fazla akinci vardi
Eflak Beyi Mihal'in isyanindaki harekâtta (1595), Vezir-i A'zam Sinan Pasa'nin tedbirsiz hareketi sonucu adeta mahv olurcasina zayiat veren akincilar, bundan sonra pek fazla is yapamadilar Gerçi XVII yüzyilin ilk yarisi içinde cüz'î bir kuvvetle bazi muharebelerde görünmüslerse de eski kuvvet ve kudretlerine ulasamadilar Bundan sonra akincilarin vazifesi, Tatar ve Kirim Hani kuvvetleri tarafindan görülür olmustu Varligini ismen de olsa uzun süre devam ettiren akincilik, 1826 yilinda resmen ortadan kaldirilmisti

DELILER

Serhad kulu askerinin bir bölümünü de "Deliler" teskil ediyordu Bunlarin büyük bir kismi Türk'tü Öncü birliklerden olan ve deli denilen bu atlilar da akincilar gibi gözünü budaktan sakinmiyorlardi Gerçekten bu sinifa mensub olanlar, öyle bir cesarete sahip idiler ki, asir "delil" demek olan bu tabir, cesaretlerinden dolayi halk arasinda "deli" olarak meshur olmustu Iri yan ve cesaretli kimselerden meydana gelen bu hafif süvari birligi, ocaklarini Hz Ömer'e kadar dayandirirlar Fevkalade cesaret, atilganlik ve korkunç kiyafetleri ile düsmana dehset veren Deliler, hep galip gelirlerdi Bu sinif askerî birligin parolasi "yazilan gelir basa" seklinde idi Böyle bir anlayis ve suura sahip olduklari için hiç bir tehlikeden çekinmezlerdi

Sancak beyi veya beylerbeyi maiyetinde olan delilerde, akincilarin bütün silahlan vardi Bunlarin her ellialtmis kisisi "bayrak" adi ile bir birlik meydana getiriyordu Bu birliklerin birkaç tanesi "Delibasi" adinda bir subayin komutasinda idi Birkaç delibasinin askerleri de "Alaybeyi" veya "Serçesme" denilen daha yüksek rütbeli bir subayin komutasina havale edilmislerdi

XVI asirlardan önce pek görülmeyen bu askerî birlik, Türklerden baska Bosnak, Sirp ve Hirvat gibi Müslüman olmus cengaverlerden meydana gelmisti Bunlar, tamamiyle Rumeli halkindan olduklari için orada bulunurlardi
Baslarinda, benekli sirtlan derisinden yapilmis ve üzerine kartal kanatlari takilmis bir baslik bulunurdu Salvarlari kurt veya ayi derisinden olup tüyleri disarda idi Bu kiyafetleri ile deliler, düsmana büyük bir korku verirlerdi

Devlette, zaaf belirtilerinin görüldügü XVIII asirdan itibaren bu askerî birlik de önemini kayb etti Yeniçerilerin ortadan kaldirilmasi ile bunlar da lagv edildi
Serhad kulu askerini teskil eden "Gönüllü" ve "Besliler" diye iki ayri birlik daha vardir Hafif süvari birlikleri olan bu birlikler, zamanlarina göre önemli hizmetler ifa etmislerdi Bunlar, hududlardaki sehir ve kasabalarin muhafazasina memur edilmislerdi Bu birlikler, ulûfelerini bulunduklari yerin maliyesinden aliyorlardi Atli ve tüfekli olan gönüllü sinifi sag ve sol gönüllüler diye ikiye ayriliyorlardi Besliler de sag ve sol besliler diye ayrildiklari gibi "Cemaat-i besluyan-i evvel", "Besluyan-i sani", "Besluyan-i salis" ve "Besluyan-i rabi" gibi isimler alirlardi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #8
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



TIMARLI SIPAHILER

Osmanli eyâlet kuvvetlerinin en kalabalik ve önemli sinifini timarli sipahi denilen atli birlikler meydana getiriyordu Devletin büyüyüp gelismesinde baslica rolü oynayan toprakli ve timarli süvari teskilâti, daha önceki Müslüman Türk devletlerinde de vardi Osmanlilar, bu sistemi daha da gelistirmislerdi Bu sayede Osmanlilar, bir taraftan topragin islenmesini saglarken, öbür taraftan devletin atli ihtiyacini gideriyorlardi Bu mânâda kendilerine dirlik verilmis olan toprak sahipleri, buna mukabil devletin muhafazasini üzerlerine almislardi Kurulus döneminden itibaren devam edegelen bu sistem, uzun müddet devam etmisti Böylece devletin asker ihtiyaci, kendilerine timar vermek suretiyle halk tarafindan karsilaniyordu

Dirlik verilen timar sahibi, elindeki imkânlardan istifade ile "Cebelû" veya "Cebelî" denilen bir askerî güç bulundurmak zorunda idi Timarli sipahilerin besleyecekleri asker (cebelû) sayisi, timarin gelirine göre degisiyordu Sefer esnasinda timar sahibi olan sipahi, cebelûleri ile birlikte harbe istirak etmek zorunda idi Aksi takdirde geri verilmemek üzere timari elinden alinirdi Mesru bir mazeretinden dolayi gelemeyen veya beylerbeyinin emri ile güvenlik mülahazasiyla yerinde kalip sefere istirak etmeyenler için böyle bir ceza uygulanmazdi Atli olan bu askerî sinif, binicilikte ve kiliç kullanmada son derece maharet sahibi idi Piyadelerin korunmasi bunlarin sayesinde mümkün oluyordu

Cebelûler, genellikle Anadolu gençlerinden teskil ediliyorlardi Bununla beraber bazan sipahinin para ile satin aldigi veya savaslarda esir etmis oldugu kimselerden de olabilirdi Cebelûnun bütün masrafi "sahib-i arz" da denen timar sahibine aitti Sipahi, kendi bölgesinde veya bagli bulundugu sancak dahilinde oturmak zorunda idi
Timarli sipahiler her sancakta bir kisim bölüklere ayrilmislardi Her bölügün "Subasi" denilen çeribaslari ile bayraktar ve çavuslari vardi

Timarli sipahilerden her on bölük (bin kisi) bir alaybeyinin komutasi altinda bulunurdu Alaybeyleri ise sipahileri ile birlikte bagli bulunduklari sancakbeylerinin, onlar da eyalet valisi olan beylerbeyinin komutasi altinda sefere giderlerdi Timarli sipahilerin iyi atlari, kiliç, kargi, kalkan ve oklari ile baslarinda migfer, üstlerinde de zirh bulunurdu Savas esnasinda ordunun sag ve solundaki kanatlari teskil ederek hilal seklini almak suretiyle yandan gelecek saldirilara karsi merkezi muhafaza ediyorlardi Savasta ölen sipahinin çocuklari devlet tarafindan himaye edilir ve çocuklarindan birine dört bin, ikincisine üç bin akçalik timar baglanirdi

Bilindigi gibi mirî arazi rejiminin bir sonucu olarak ortaya çikan dirlik sisteminde sipahî, topragin gerçek sahibi degildir Bu sebeple o, tasarruf hakkini elinde bulundurdugu araziyi herhangi bir sekilde satamayacagi gibi varislerine miras da birakamazdi O, devlet tarafindan belli hizmetler karsiliginda kendisine verilen araziyi kullanma (tasarruf) yetkisine sahiptir

Kanunnâmelerle belirlenen kaidelerin disina çikamaz Bu bakimdan, vazifesini kötüye kullandigi veya timarinda çalisanlara (reâya) zulm ve teaddi ettigi kesin olarak belirlenen sipahinin topragi elinden alinirdi Kendisi ayrica cezaya da çarptirilirdi Bununla beraber sipahinin seferde ölmesi halinde timari çocuklarina kalirdi Nitekim daha Osman Gazi zamaninda, sipahi, çocuklari ve timarla ilgili bazi kanunlarin yürürlüge girdigi bilinmektedir

Asikpasazâde'nin ifadesine göre ölen dirlik sahibinin timari, ogluna verilecektir Sayet ölen kimsenin oglu küçük ve sefere gidemeyecek yasta ise, o zaman onun yerine hizmetçileri sefere gideceklerdir Böyle bir uygulama, seferdeki sipahiye daha bir kuvvet kazandiriyordu Insan ruh dünyasinin karmasik isteklerinden biri de kendinden sonra evlatlarina bir seyler birakma arzusudur Binaenaleyh, tam anlamiyla maliki olmasa bile öldükten sonra topraginin kendi çocuklarina intikal edecegini bilen bir sipahi, sefer esnasinda cephe gerisinden emin demekti Bu da ona ayri bir güç veriyordu Çünkü ölse bile, devletin kendi çocuklarini koruyacagini biliyordu Bu bilgi, ona bir dinamizm veriyordu


Kanunî Sultan Süleyman'in son zamanlarina kadar Türk ordusunun en güçlü askeri olan timarli sipahi, bilhassa XVI yüzyilin sonlarindan itibaren bu sinifin arasina da yabancilarin girmesiyle yavas yavas bozulmaya yüz tutmustu Bunlarin, disiplinli ve muntazam olmalari, Kapikulu ocaklari ile bir denge sagliyordu Timarlarin önemlerini kayb etmesi, timarlarin muharib olmayan siniflara verilmesi ve bazi timar gelirlerinin mukataa-i miriye adi ile hazineye aktarilmasi, bunlarin nüfuzlarinin azalmasina sebep oldu Keza, XVII yüzyilin ortalarindan itibaren hizmet bölüklerinin kaldirilmasi üzerine timarli süvariler, adeta yaya, müsellem ve yörükler gibi top, cephane ve diger harp levazimatini, nakl etmek, kalelere zahire götürmek, tamir islerinde hizmet görmek ve benzer daha nice geri hizmetleri ile vazifelendirildiler Bu uygulama, teskilat için ikinci bir darbe oldu


XVII asir baslarina kadar Anadolu ve Rumeli'deki timarli sipahîlerle, bunlarin kanunen beraberlerinde harbe götürmeye mecbur olduklari "Cebelû" sayisi 90 binden fazla iken bu miktar, sonralari üçte bire inmisti Timarli sipahi askerinin azalmasi sonucunda valiler, kapilarinda besledikleri derme çatma levend, sarica, sekban gibi kuvvetlerle bunlarin yerlerini doldurmaya çalistilar

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #9
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet





OSMANLI DONANMASI
Osmanli denizciliginin temelinde, Anadolu Selçuklu Devleti, Aydinogullari ve Karesi Beyligi gibi komsu devlet ve beyliklerin teknik ve tesirleri bulunmaktadir Gerçekten, Osmanli Beyligi gelisip denizlere ulastigi ve kiyi sahibi oldugu zaman, komsu Türk beyliklerinin gemilerinden istifade etmisti Nitekim Rumeli'ye de bu beyliklerin gemileri ile geçmisti Bununla beraber Osmanlilarin ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve Izmit'te tersane kurduklari bilinmektedir

Gelibolu'nun fethinden sonra burada bir tersane kurularak denizcilik yolunda ilk önemli adim atilmis oluyordu Bundan baska Saruhan, Aydin ve Mentese beylikleri gibi denizde kiyisi olan beylikler, Osmanli Devleti'nin idaresine girince, onlarin tersanelerinden de istifade edilmisti Böylece daha ilk dönemlerden itibaren tarih sahnesinde önemli rol alip hizmet yapacak olan muazzam bir devletin donanmasinin temelleri atilmis oluyordu Gibbons'un ifadesine göre, Osmanlilardan önce Ege sahillerine yerlesmis bulunan Türklerden de Latinler gibi Akdeniz'de korsanlik yâpanlar vardi Bunlar, Venedik ve Cenevizlilerin ticareti ile Yunanistan ve adalarda kalmis olan Latin prenslerinin hakimiyetleri için tehlike teskil etmeye baslamisti Bu korsanlar daha sonra Osmanli donanmasinin hizmetine alinmislardi Osmanli donanmasi, özellikle Yildirim Bâyezid zamaninda büyük bir gelisme göstermisti


Bu arada Sakiz ve Egriboz adalari ile Yunanistan'in dogusuna akinlarda bulunulmustu Bu yüzden Venedikliler, Ceneviz gemileri ile birleserek Çanakkale Bogazindan içeri girmislerdi Fakat Saruca Pasa komutasindaki on sekiz parçadan meydana gelmis olan Osmanli donanmasina yenilmislerdi Buna karsilik Rodos sövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanli donanmasini maglup ettikleri gibi onu yakmislardi
Osmanli donanmasinin ikinci ciddi çatismasi Çelebi Sultan Mehmed zamaninda meydana gelmisti

Çali Bey komutasindaki Osmanli donanmasi, Ege'de Naksos dükaligina ait adalari vurduktan sonra 1415'te Venediklilerle savasti Bu savasta Çali Bey sehid olmus, donanma da yok olurcasina zayiat verip maglub olmustu Bu maglubiyetler, Osmanli denizciliginin gelismesini yavaslatmissa da, devletin büyüyüp gelismesinde, donanmaya olan ihtiyaci açikça ortaya koymustur Bu anlayis, iyi bir donanmaya sahib olmak için gerekli çalismalarin hizlandirilmasina sebep olmustur

Nitekim Sultan II Murad döneminde donanma, Karadeniz'de Trabzon Rum Imparatorlugu'nu tehdid edecek bir güce ulasmisti Ayni donanma, Fâtih Sultan Mehmed zamaninda ve Istanbul'un fethi sirasinda Baltaoglu Süleyman Bey komutasinda önemli roller oynamisti Bununla beraber henüz Venedik donanmasiyla boy ölçüsecek bir güce ulasamamisti Bu sebeple Istanbul'un fethini müteakip, donanmanin daha da gelismesi için çalismalar yapildigi ve hatta Fâtih'in Trabzon seferi sirasinda Osmanli ordusuna denizden büyük destek sagladigi görülmektedir


Osmanli harp gemileri, Gelibolu ile Istanbul tersanelerinden baska Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkide yapilirdi Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle bu hariç tersanelerde yapilacak gemilerin sayi ve çesitleri, hükümet tarafindan o mahallin kadilarina bildirildigi gibi bunlarin insa müddeti de tayin edilirdi Bunlarin insasi için icab eden malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi

Onyedinci asrin ortalarina kadar her sene kirk tane kadirga yapilmasi kanundu Daha sonraki tarihlerde bu kanun terk edilerek yavas yavas kalyon tipi gemilerin insasi ehemmiyet kazanmisti
Osmanlilarin, kurulustan itibaren XVI asir sonlarina kadar kullandiklari gemilerin esasini çekdiri sinifindan gemiler teskil etmekteydi Kürekle hareket eden gemiler, genellikle çekdiri sinifindandi Bununla beraber yelkenli gemiler de vardi Buna göre Osmanli donanmasinda biri kürekli ve yelkenli, digeri de sadece yelkenli olmak üzere iki çesit gemi bulunuyordu


Çekdirilerin en küçük gemisine Karamürsel, en büyügüne de Bastarde denirdi Bastarde, kaptanin bindigi otuz alti oturakli en büyük savas gemisi idi ki, her oturaginda bes ila yedi kürekçi bulunurdu Gemi mevcudu kürekçi, savasçi, topçu vs ile birlikte sekiz yüz kadardi Bunlardan baska gerek ince donanmada, gerekse büyük donanmada kullanilan gemilerden bazilari sunlardir: Uçurma, Varna bes çifteleri, Aktarma, Çete kayigi, Celiye, Kütük, Kancabas, Sayka, Sahtur, Çekelve, Kirlangiç, Firkate, Mavna, Kadirga Yelkenlerle hareket eden gemilere gelince bunlar da iki ve üç direkli olarak iki kisimdi Salope, Brik ve Uskuna iki direkli; Kalyon, Firkateyn ve Korvet üç direkli idiler

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #10
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet




OSMANLI MALIYESI
Osmanli Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir malî teskilâta sahip olmustu Kaynaklarin verdigi bilgiye göre Osmanlilardaki ilk maliye teskilâtinin Murad Hüdavendigâr (I Murad) zamaninda Çandarli Kara Halil ile Karamanli Kara Rüstem tarafindan yapildigi belirtilmektedir Bu bilgiler isiginda meseleye bakildigi zaman Osmanli maliyesinin daha ilk kurulus dönemlerinde ortaya çiktigi ve devletin buna büyük bir itina gösterdigi anlasilmaktadir Gerçekten Fâtih zamaninda tedvin edilmis olan kanunnâmede "Bu kanunnâme atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihî bilgilere göre ilk Osmanli hükümdarlarinin, bir araya getirilip tedvin edilmemis kanunnâme hükümleri ile âmil olduklari anlasilmaktadir Fâtih kanunnâmesinde yer alan "Ve yilda bir kerre rikâb-i Hümâyunuma defterdarlarim irad ve masrafim okuyalar hil'at-i fahire giysinler" ve "Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarim emri ile dahil-hariç olsun" ifadeleri, Osmanlilarin maliye teskilâtina ne denli önem verdiklerini, bu anlayisa daha ilk zamanlardan beri nasil sahip çiktiklari görülmektedir Aslinda bu gerekli idi Çünkü gelir ve gider hesaplari olmayan, neyin nereden ve ne zaman gelecegi bilinmeyen ve bu konuda matematikî bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düsünülemez

Görüldügü gibi Osmanli maliye teskilâtinin basinda "Defterdâr" adi verilen bir görevli bulunmaktadir Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarinin yerine getirmekle yükümlü olduklari görevleri yapiyordu Önceleri teskilatin basinda bir defterdarla, onun maiyeti vardi Bütün malî islerden bu Bas defterdar sorumlu idi Ancak zamanla Osmanli ülkesinin genislemesi üzerine defterdar sayisi ikiye çikarildi Kanunnâmede de belirtildigi gibi defterdar padisah malinin vekili idi

Kurulus döneminde gelirler, daha fazla bir yekûn tutuyordu Buna karsilik masraflar pek o kadar fazla degildi Zira bu dönemde Osmanli askerinin büyük bir kismi timarli sipahi idi Ayrica devlet erkânindan çogunun has ve timarlarinin geliri kendilerine yetiyordu Devletin masrafi ise sadece Kapikulu askerlerine verilen para (maas) idi Gelirlerin fazlasi ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs gibi imar islerinde kullaniliyordu

Osmanli maliyesi, "Miri hazine" (veya dis hazine) ile Enderûn (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kisimdi Dis hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masraflari yerli yerinde kullanmak seklinde belirlenmisti Iç hazine ise padisaha aitti Padisahlar, bu hazineyi istedikleri sekilde kullaniyorlardi Sayet dis hazinenin parasi yetismez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alinirdi Dis hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açilip kapanirdi Bu hazine, defterdarin sorumlulugu ve vezirin denetimi altinda idi

Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanli sikkesinin Orhan Bey'e ait oldugu biliniyordu Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasiyla eski bilgi, geçerliligini kayb etti Buna göre ilk Osmanli parasinin Osman Gazi döneminde tedavüle çiktigi anlasilmaktadir Gümüsten mamul Osmanli parasina "akça" deniyordu Her padisah, hükümdarlik alameti olarak kendi adina para bastirirdi Osmanli hükümdarlari Fâtih Sultan Mehmed dönemine kadar gümüs ve bakir para bastirdilar Kurulus döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranin ayarina ve saf gümüs olmasina özen gösteriliyordu

VERGILER

Osmanli maliyesinin farkli gelir kaynaklari vardi Bunlarin basinda da halktan toplanan vergiler geliyordu Tarihî bir vakia olan vergi,amme hizmetlerinin muntazam bir sekilde devamliligini temin için bas vurulan bir çaredir Bu yüzden verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli bir yeri bulunmaktadir

Siyasî bir çevre içinde ortaya çikan Islâm, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcud olup tatbik edilen vergilerle karsilasti Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu oldugu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduguna göre Islâm, kendisinden müstagni kalamazdi Bununla beraber Islâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn vaz' edilip uygulama sahasina konmamistir O, Islâm'in yayilisina ve ihtiyaçlarin ortaya çikisina göre yirmi senelik tesriî bir tekâmül sonunda müesseselesmistir

Osmanli devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alip tatbik ve inkisaf ettirdigi vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadî tarihi bakimindan önemli bir yer tutar Bunun için, iktisadî tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi degerlendirmek gerekir
Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanli Devleti, inkisâf ettirip kemâl mertebesine ulastirdigi müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettigi verginin temeli, Islâm hukukunun kaynaklarina dayaniyordu
Siyasî bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanli Devleti'nin bu uygulamasi, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildigi kadar karmasik ve anlasilmaz degildir Gerçekten mintika ve zamanlara göre farkli isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, saglam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarini çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek sekilde basitlestirilebilir
Bilindigi gibi Osmanli devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan mâliyenin, temel dayanagini teskil eden vergi, genel mânâda iki ana bölüme ayrilir Bunlardan biri tamamiyle seriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'î Vergiler"dir ki buna "Tekâlif-i Ser'iyye" denmektedir Ikincisi de bas gösteren malî sikintilar yüzünden devlet tarafindan bir zorunluluk sonucunda konan "Örfî Vergiler"dir ki buna da "Tekâlif-i Örfiye" denir
Müslüman bir cemiyete istinad eden bünyesi ile ser'î hukuku hem nazarî hem de amelî bir sekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanli Devleti, diger Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarini gözden irak tutmuyordu Bu bakimdan, Osmanli tarih ve teskilâtlarini basli basina ve kendinden öncekilerden tamamen ayri düsünemeyiz Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, âdet, örf ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi Bunun içindir ki, bir sehir veya kasaba Karamanlilardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya baska bir beylikten Osmanlilara geçmekle fazla bir degisiklige ugramiyordu Çünkü Osmanli Devleti teskilât ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teskilât ve müesseseleri arasinda pek büyük farklar bulunmuyordu
Osmanli vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alinan verginin kendisini (tebea) ne malî, ne de hukukî yönden rencide etmemis olmasidir Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldigi vergilerde degil, onun adina timar sahibinin aldigi vergilerde de geçerli idi Öyle ki, dirlik sahibi, reâyadan cins ve miktarlari kanunlarla tayin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selahiyetli degildi Yetkisini asip onu kötüye kullanandan dirligi, bir daha geri verilmemek üzere alinirdi
Ana hatlari ile Osmanli vergi sisteminden bahs ettikten sonra artik vergi çesitlerini görebiliriz Daha önce de temas edildigi gibi Osmanli vergisi iki ana bölümde inceleniyordu Bunlardan biri Ser'î Vergiler, digeri de Örfî vergilerdir
SER'Î VERGILER (TEKÂLIFI SER'IYYE)
Osmanli Devleti'nde "Tekâlif-i Ser'iyye"nin temelini teskil eden vergilerin tarh, cibâyet vs gibi hükümleri, fikih kitaplarinda tafsilâtli bir sekilde anlatildiklari gibiydi Bununla beraber farkli din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sinirlari içinde barindirdigi için, tekâlif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çesitleri de farkli olagelmislerdir Bu bakimdan Zekât, Ösür, Cizye ve Harac gibi temel vergilerden baska bunlarin kisimlari olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydi
ZEKAT
Bilindigi gibi zekât, Islâm'in üzerine bina kilindigi bes esas rükünden birini teskil etmektedir Islâm hukukuna göre zekât, bir ihsan veya basit bir sadaka degildir O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkidir Binaenaleyh devlet, zekât verip vermeme hususunda mükellefi serbest birakmaz Onu, âmilleri vâsitasiyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadir Nisaba mâlik bulunan ve belli sartlari tasiyan her müslümanin vermekle mükellef oldugu zekât, Osmanli Devleti'nde diger Müslüman devletlerde oldugu gibi uygulaniyordu Bu sebeple biz, konunun detaylarina girmek istemiyoruz
HARAC
Osmanlilarda daha ziyade gayr-i müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biri, Harac adini tasimaktadir Islâm vergi hukukunda oldugu gibi Osmanlilarda da Harac iki kisma ayrilmaktadir Bunlar Harac-i Muvazzaf ve Harac-i Mukasem adini tasimaktadirlar Harac'in bu iki kismi da ser'î vergilerden oldugu için gerek ilk tarhi, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir baslangiç tesbit etmek mümkün degildir Bununla beraber 11 Cemaziyelahir 860 (17 Mayis 1456) tarihli bir fermanda belirtildigine göre Fâtih Sultan Mehmed, babasi II Murad'in Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haractan muaf saydigi, kendisinin de buna aynen uydugu görülmektedir Bu belge, harac uygulamasinin kurulus döneminde mevcud oldugunu göstermektedir
Harac-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir sekilde konmus bulunan akça olup zaman ve mintikalara göre farkli isimler aliyordu Bunlarin bir kismi adeta topragin ücreti olarak alinmaktaydi Bu gruba girenlerden bir kismim söyle isimlendirmek mümkün olacaktir: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyâb, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsî vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arûs, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlilar döneminde "ösür" kelimesi ile ifade ediliyordu Bu bakimdan biz de ösür bahsinde ona temas edecegiz
ÖSÜR
Bilindigi gibi Islâm vergi hukukuna göre, ziraî mahsullerden belli nisbetler sartlar dahilinde Müslüman tebeadan alinan vergiye Ösür denir Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda diger Müslüman devletlerde oldugu gibi, mülk olan "arazi-i ösriyye"den sadece ösür alinmaktaydi Bu dönemde Osmanlilarda arazi biri "Ösriyye" digeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayriliyordu Fakat XIV asrin son çeyreginden itibaren bazi sebeplerden dolayi birtakim degisiklikler yapilarak, arazinin bir kismi "Emiriyye" olarak kabul edildi Bu durum, daha sonralari Hicaz mintikasi hariç kalmak üzere "Osmanlilarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmis oldu Binaenaleyh, Osmanli Devleti'nde ösür denince biri kurulus dönemindeki mülk arazi mahsulatindan alinan vergi ve sonralari sadece Hicaz bölgesinde alinan ösür ile, digeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alinan ve "amme-i nâs tarafindan galat-i fâhis" olarak kendisine ösür denen "harac-i mukasem" anlasilmaktadir Zira Osmanlilarda haracin mukasem kismina ösür adi verilmekteydi
Osmanli Devleti'nde, Ösür kelimesi yerine baska tabirler de kullaniliyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çikmisti Dimus, Ikta ve Sâlariye bu neviden kelimelerdi Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mintikasina ait defterlerde Sâlariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi Osmanli Devleti'nde ösür, su asagidaki maddalerden de alinmaktaydi: Bag, sira, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balik)
CIZYE
Islâm hukukuna göre cizye, devletin, müslüman olmayan vatandasini (tebeasini) yakindan ilgilendiren bir vergidir Bir mânâda buna, devletin müslüman tebeadan aldigi zekât karsiligidir denebilir Zira müslüman olmayan tebeayi cizyeye baglamakla, devlette bir denge saglanmis bulunuyordu Islâm nazarinda müslümanlarla zimmîler (devletin müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaslaridir Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarindan yararlanmaktadirlar Bu sebeple, Müslümanlarin ödedigi zekâta karsilik, ehl-i zimmette cizye vermekteydi Gerçekten Islâm Devleti, bu vergiyi koyarken yukarida belirtilen dengeyi saglamaktan baska bir sey düsünmüyordu Nitekim ilk Islâm fetihleri ve bu fetihlerin sonucunda Islâm devletinin idaresine giren Gayr-i müslimlerin durumundan bahs edilirken "zimmîler bazan eski idarecilerinin topladiklari vergiden daha az bir vergi yükü ile mükellef tutuluyorlardi Bu hal, Islâm'in onlari hakkiyle himaye ettigini göstermesi bakimindan Islâm devleti için bir serefti" denilmektedir
Osmanli vergi hukukunun "Tekâlif-i Ser'iyye" bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarindan birini teskil ediyordu Müslüman bir devlet olmasi hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasinin ilk kurulus yillarindan itibaren basladigi söylenebilir
Devletin, idaresinde bulunan gayr-i müslimlerin haklarim korumak, onlara gelebilecek zararlari ortadan kaldirmak ve askerlik hizmeti karsiliginda aldigi bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir seydir O kadar ki bunu, müslüman vatandas ile müslüman olmayan vatandas arasinda mühim ve farkli bir muamele olarak görmek mümkün degildir Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmîlerin bütün haklarini korudugu gibi onlara gelebilecek zararlari da ortadan kaldirmaya çalisiyordu Hatta, onlara yapilan bir haksizlik veya onlara karsi islenen bir suç, aninda en agir bir sekilde cezalandirilirdi Nitekim 24 Cemaziyelevvel 975 (26 Kasim 1567) tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dagda üç nefer zimmîyi katl eden dört sipahinin suçlarinin sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektigi bildirilmektedir Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakilmaksizin, suçlarinin gerektirdigi cezalarin verildigini göstermektedir Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asirlarin dünyasinda bu kadar rahatlikla uygulanamazdi
Osmanlilarda, padisahlarin cizye ile ilgili bütün resmî tahrirleri seriatin cizyeye ait kararlarina dayaniyordu Nitekim daha Sultan I Murad Han zamaninda bu verginin Islâm hukukuna uygun olarak iki sekilde cibayet edildigi (toplandigi) görülmektedir Bu sekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlasilarak alinan "Maktu Cizey", digeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alinan "Ale'r-Ruûs Cizye"dir
Osmanli Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (bulûg) çagina gelmis akil ve vücutça saglam olan erkeklerdir Binaenaleyh sadaka ile geçinen rahipler, çalisamayacak derecede bir rahatsizligi olup fakir düsenler, 14-75 yaslarindan küçük veya büyük olanlar ile kadinlar cizyeden muaf idiler Bundan da anlasilacagi üzere Osmanlilarda cizye, tamamen Islâm hukukunun esaslarina göre uygulaniyordu
Baslangiçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alinmiyordu Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranin kiymet ve degeri de ayni degildi Bu sebeple cizye miktari, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalip çogalabiliyordu Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislâm Ebû Suûd Efendi (1545-1574)'nin fetvasidir Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapisi hakkinda da bilgi sahibi oluyoruz Nitekim o, "amele kadir olan kâfir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednâdir, on iki dirhem-i ser'î alinir Ikiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'î alinir On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kirk dirhem-i ser'idir" demektedir
Kismen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasinin bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulundugu siniflamada en az cizye verenler (ednâ sinifi), her zaman öbür siniflardan daha fazla olmuslardir Örnek olmasi bakimindan 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazasi ve tevabiinde cizye verenlerin siniflarina göre sayisina baktigimiz zaman karsimiza asagidaki tablo çikmaktadir:
A'la: 27 Evsat: 147 Ednâ: 166
Daha önce de belirtildigi gibi, Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insanî hak ve vecibelerden rahatlikla istifade edebilmekteydi CH Becker'in Islâm Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttigi gibi cizye ödeyen mükellefler, Islâm devleti ile yalniz iman ve âyinlerine müsamaha degil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahs eden bir mukavele akd etmis olurlar ki, benzer örnekleri Osmanli Devleti'nde çokça görmek mümkündür Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yanginda, dükkânlari yanan Yahudilere, devlet tarafindan verilen atiyye ile yardimin taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz
Osmanli Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayinda degisik müesseselerce toplaniyordu Birligi ortadan kaldiran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sikintilara sokuyordu Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzâde Fâzil Mustafa Pasa, devrin ilgilileri ile yaptigi istisareden sonra, cizyenin toplanmasini belli kaide ve sistemlere baglayarak toplama isinin tek elden yapilmasini sagladi Bundan sonra her üç sinif zimmî için ayri birer mühür kazdirdi Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayitlar koydurttu Her sene için tarihleri degisen bu mühürlerin ve dolayisiyle cizye mükelleflerinin, birbirinden açik ve kesin çizgilerle ayrilabilmesi için bunlarin gerek sekillerinde ve gerekse yazi karakterlerinde farkli uygulamalara gidildi Bu uygulama o kadar yayginlasti ki, asagida fotokopilerini göreceginiz mühürler 1269 (1852) senesine aittir Demek oluyor ki cizyenin kaldirilisina kadar bu uygulama devam etmistir
Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kagitlarinin renkleri de degisiyordu Kagitlarin üzerinde de cizyenin hangi seneye ait oldugu, sinifi, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardi
Osmanlilarda cizye uygulamasi, 1272 (1855) senesinde cizyenin, "Bedel-i askeriye"ye tebdili zamanina kadar devam etti
ÖRFÎ VERGILER (TEKALIFI ÖRFIYYE)
Osmanlilarda ser'î vergilerin yaninda, temeli ihtiyaçlardan dogan ve örfe dayanan bir verginin daha bulunduguna temas edilmisti Bu, örfî vergiler veya tekâlif-i örfiyye denilen ayri bir kategoride mütalaa edilir Osmanli Devleti, kendisinden önceki diger devletlerde oldugu gibi, örfî vergileri belirleyip koymak zorunda idi Zira devrin özelligi diyebilecegimiz harpler, durmaksizin devam ediyor ve ser'î vergiler de bu durumun yükledigi masraflari karsilamaktan uzak bulunuyordu Külliyetli miktarda askerin beslenmesi, donatilmasi ve harbe hazir bir duruma getirilebilmesi ile donanmanin hazir halde bulundurulmasi gibi mecburiyetler, devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda birakiyordu Iste bunun için devlet, II Bâyezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfî vergi koymak suretiyle bu sikintiyi ortadan kaldirip gidermeye çalisiyordu
Görüldügü gibi, devlet için ser'î vergilerden ayri olarak örfî vergi tarh etmek, bir zaruret halini almisti Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettigi (koydugu) bu örfî vergileri devam ettirmek ve miktarinin azalmamasi için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda birakiyordu Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfî vergilerin sayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çogaltiliyordu Böyle bir uygulamaya müsaade edildigine daha önce de temas edilmisti Zaten Osmanli sultanlarinin bu hususta ser'î hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanlari ile, eski uygulamalari bir araya toplayan kanunnâme mecmualarinin basinda bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup hâlen muteber kavanîn ve mesâli-i ser'iyyedir" ifadesinden de açikça anlasilmaktadir
Normal olarak geçici olmasi gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sikintilar neticesinde devamlilik kazanan örfî vergileri de iki kisma ayirmak mümkündür:
1- Tekâlifiâdiye
2- Tekâlif-i sakka
1- Tekâlif-i Âdiye: Ser'î hukuka göre malî bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, araliksiz devam eden harp ve malî krizlerin bir sonucu olarak ortaya çikmisti Böyle bir zaruretin, örfî vergilerin konmasina cevaz ve imkân sagladigi daha önce anlatilmisti Binaenaleyh, Islâm hukukunun müsaade ettigi bu nevi vergilerin Osmanli Devleti'nde bulunmasinda bir sakinca yok demektir Bu yüzden "tekâlif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatin verildigini söyleyebiliriz
2- Tekâlif-i Sakka: Bu, harp, malî kriz ve tabii âfet gibi bir zarurete bagli olmadan tekâlif kaideleri disina çikilarak konmus bulunan vergilerdir Belli bir kaide ve sistemi olmadigindan bu tip vergilerde hak ve adâlete pek riayet edilmeyeceginden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemistir Nitekim Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazami Lütfi Pasa (H 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir"
Osmanlilarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfî vergilerin bu ikinci kismi olan "sakka"nin olmadigini, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmedigi, ancak bazi vergilerin buna benzemelerinden dolayi "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir Bununla beraber, bilhassa XVII asirdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çiktigi bilinmektedir Fakat padisahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmamasi için "adâletnâmeler" gönderiyorlardi
Örfî vergilerin tahsili, ser'î vergilerin tahsilinden farkli idi Ser'î tekâlif, umumiyetle ziraî mahsul sahibi reâyâya, daha dogru bir ifade ile köylüye hasr edilmis görünmektedir Gerçi zekât ve cizye gibi ser'î vergiler, bu kaidenin disinda bulunmaktadir Fakat ziraî mahsûl ile daha çok hasir nesir olan köylü, ösür ve harac gibi ziraî vergilerin mükellefi bulunmaktadir Buna karsilik örfî vergiler, daha çok sehirliyi bilhassa ticaret erbabini ve pazarlarla alakali kimseleri kapsamaktaydi Sehirlerde tatbik olunan örfî tekâlif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta oldugundan birçok vergi bu kisma dahil bulunuyordu Keza büyük bir kisminin devlet adina sipahîler tarafindan alindigini bildigimiz ser'î vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafindan, mintika ileri gelenleri ve kadi marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hâne) üzerine tarh olunuyordu "Rûz-i Hizir" ve "Rûz-i Kasim" hesabina göre senede iki taksitle alinmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kayd edilirdi Bu defterlere bir memleket halkindan, toplanmasi kararlastirilmis ne kadar örfî vergi varsa tamami yazilirdi Yazilan bu miktar, esit sekilde fertlere taksim edilerek alinirdi Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadigi sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaslik görevlerini yerine getirmis olurlardi
Zaman ve mintikalara göre isimleri ile birlikte çesitleri de degisen örfî vergiler, hazinenin vaz geçemiyecegi bir malî yardim halini almisti Bu vergilerin basinda "îmdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir "îmdadiye-i seferiye" ve "îmdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kisma ayrilan bu vergi, isminden de anlasilacagi üzere sefer ve harplere bagli olarak tarh ve cibâyet edilen bir vergi kalemidir Muharebe masraflarini karsilamak üzere vatandaslardan alinan bir vergidir Bu vergi, Osmanli Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsilasmasi yüzünden hazinenin, malî külfeti kaldiramamasi sebebiyle konulmustu
Muharebeler esnasinda, bosalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyaci olan parayi tedarik etmek ve askerin donatilmasini saglamak için konulan imdadiye vergisi, bazan hazineye gönderilir, bazan da dogrudan dogruya orduya memur olan serdarlara verilirdi Miktari, durum ve ihtiyaca bagli olarak fermanlarla artip eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazilip toplanirdi Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs gibi halk tabakalarindan alinmiyordu Duruma göre devlet adamlari da bu vergiye istirak ediyorlardi
Osmanli Devleti'nde, örfî vergiler kismina giren vergi kalemlerinden biri de "Avânz" adini tasiyan vergidir Bu vergi, olaganüstü hallerde, tebeaya yüklenen bedenî, malî ve aynî bir vergidir Avâriz-i divâniye adi ile de anilan bu vergi, devlet masraflarinin memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çikmistir Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olundugu kesin olarak bilinememektedir Bununla beraber bu verginin Osmanlilardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazi vesikalar sayesinde haberdar olmaktayiz Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri nesr eden Uzunçarsili, benzerinin Osmanlilarda da aynen uygulandigini bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsûmdan yani "avâriz-i divaniye" ve "rüsûm-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir Bu hususa dair asagida vesikalar kisminda Karamanogullarina ait kayitlarla Osmanli tahrir kayitlan karsilastirilacak olursa görüsümüz kesinlik kazanir"
Bu verginin 4-5 yilda bir defa alindigini belirten Lütfi Pasa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alindigini kaydeder
Devlet, fevkalade bir vaziyetin icab ettirdigi masraflar ile muayyen vasiflan haiz yiyecek maddelerini, harp levazim ve masraflarini, belirü vergi kaynaklarindan karsilayamayacagini anladigi zaman, özel bazi tedbirler ile memleketin bütün imkânlarini seferber etmeye karar verirdi Bu karar geregince vaziyetin icabina göre, kendisine lazim olan para, hizmet, esya ve mahsûl miktari tesbit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi edilirdi
Halk arasinda "salgun" diye de adlandirilan bu vergi XIX asirda tamamen paraya çevrildi Tanzimat fermani ile de ortadan kaldirildi
"Avâriz" vergisi, degisik isimlerle zikr ediliyordu Menzil mali, bedel-i nüzûl, zahire baha, han, resm-i sürsat, kürekçi bedeli, kömür ve kereste bedeli, beldaran, hâne, çayir kirasi gibi isimler bunlardan birkaçidir"
Diger bütün vergilerde oldugu gibi, bazi sinif ve zümreler avârizdan muaf tutulmuslardir Askerî sinifa mensub olanlarla ilmî ve dinî bazi mansiblarin sahipleri, derbentçi, tuzcu, çeltikçi, ortakçi, katranci ve dogancilar ile bazi vakiflarin reâyasi ve bazi hizmet erbabini burada zikredebiliriz
Osmanli örfî vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altinda zikredilmektedir Bu vergi, daha ziyade resmî dairelere isi düsenlerden alinmaktaydi Degisik isimlerle alinan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadi ve naiblerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, mesihat makamindan yazili olarak çikan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçilari arasinda yapilan miras taksiminden, nikah vs gibi muamelelerin karsiligi olarak alinmaktaydi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #11
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



TOPRAK IDARESI
Osmanli Devleti'nin kurulus döneminde ve bu devletin ekonomik, sosyal ve askerî gelismesinde önemli derecede rol oynayan etkenlerden biri de süphesiz ki toprak sistemidir Bu sistemin gelismesi ile ilgili müesseseler, devlete bir dinamizm veriyordu Bu sebepledir ki ortadan kalkip tarihe mal olusuna kadar toprak, bu devletin hayatinda önemli bir rol oynamisti
Bir toplumun, devlet olabilmesi için, bazi hususiyetleri tasimasi gerekir Toprak (ülke) bu hususiyetlerin basinda gelmektedir Çünkü her bagimsiz devletin, hak ve selahiyetlerini, mutlak surette kullanabildigi, belirli sinirlarla tesbit ve tayin edilmis bulunan cografî bir toprak parçasi diye tarif edilen "ülke" kavrami, ancak belli bir topraga sahip olmakla mümkün olabilir
Islâm öncesi Türklerinde toprak, biri fertlerin digeri de cemaatin olmak üzere iki kisma ayriliyordu Islâm öncesi Türk devletlerinin, kismen yerlesik de olsa, göçebe hayat tarzi ve an'anelerine göre bir mülkiyet telakkisine sahip olduklari bilinmektedir Hayvanlarina otlak vazifesi görmesinden dolayi göçebeler için topragin ehemmiyeti büyüktü Eski Türklerde otlaklar, fertlerin degil, kabile veya cemaatlerin mülkiyetinde bulunuyorlardi Yedisu havalisinde oturan Kazak-Kirgizlarin isledikleri topraklarda, özel mülkiyet ve cemaat mülkiyeti olmak üzere iki tip mülkiyet vardi Özel mülkiyete dahil bulunan arazi, kabilenin müsterek mülkiyetinde bulunan topraklarin paylasilmasi ve sahis ile kabileye ait olmayan bos yerlerin benimsenmesi suretiyle meydana gelmisti Hususi mülkiyette sahibi, tam anlamiyla toragi temellük eder Öldügü zaman arazi, ogullarina miras kalir Ancak vâris bulunmadigi zaman söz konusu olan toprak cemaata kalir Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca, cemaat ona idaresindeki araziden bir hisse verir Sayet verilebilecek yeni bir arazi yoksa, cemaat tarafindan onun için, bir arazinin tedarik edilmesine çalisilirdi Cemaat mülkiyetine ait olan arazi, muayyen parçalara ayrilarak bir kira karsiliginda geçici olarak fertlerin istifadesine terk edilirdi Bu arazinin kiracilar elinde birakilma müddeti, muhtelif yerlerde toprak, su ve ekim sartlarina göre degisiyordu
Türklerin Islâm'i kabul edip Islâm medeniyeti içindeki yerlerini almalarindan sonra, dinî, iktisadî ve ictimaî hayatlarinda degisiklikler meydana geldi Bu sebeple Müslüman Türkler, her konuda oldugu gibi toprak hukuku ve idaresi bakimindan da Islâmî prensiplere bagli kaldilar Bunun içindir ki, Islâm toprak hukuku ile ilgilenenler tarihî açidan bu sistemi dört ana devreye ayirirlar Bunlar:
a) Islâmiyetin baslangicindan Hz Ömer'in halifeligi dönemine kadar olan devre,
b) Hz Ömer devri,
c) Abbasi ve Selçuklu devri,
d) Osmanli devre
Islâm medeniyeti içerisinde basli basina bir devreye konu olabilecek olan Osmanli toprak uygulamasi, gerçekten toprak hukuku bakimindan büyük bir önem arz eder Filhakika Osmanlilar, birçok müessesede oldugu gibi toprak mevzuunda da kendisinden önceki müslüman devletlerin tatbikatindan istifade etmislerdi Zaten onlara bigâne kalmalari da mümkün degildi Bu sebepledir ki devlet, henüz bir beylik durumunda oldugu zaman bile, Islâmî bir sistemin yerlesmesi için çalisiyordu Bunun içindir ki bu Müslüman unsurlar (göçlerle gelen ve uçlarda yasayan göçebe Müslüman Türkler) Osmanli Beyligi'ni siyasî ve kültürel bakimlardan, klasik Islâm geleneklerinin ihyasini hedef tutan bir devlet olmaya dogru gelistirdiler Osman Gazi'nin halefleri, tedricen "sultan"lar haline geldiler Onlarin etrafinda karakterini dil ve irktan ziyade din ve medeniyetin tayin ettigi bir "Osmanlilar cemiyeti" tesekkül etti
Islâm âleminde bir gelenek olarak, Osmanlilardan önceki müslüman devletlerde ve özellikle Büyük Selçuklularda görülen ikta sistemi, Büyük Selçuklulardan sonra gelen bütün Türk Islâm devletlerinde uygulanmistir
Selçuklularin, askerî mukataalar ihdas etmeleri, hanedanin, kendi baslica dayanagi olan Türk unsuruna mensup kütleleri yabanci sahalarda yerlestirmek, onlara hem toprak vermek hem de lüzumunda askerî bir kuvvet olarak faydalanmak fikrinden dogmustur Bu suretle yavas yavas topraga baglanan göçebeler, hem bir karisiklik âmili olmaktan çikiyor, hem de devlete kuvvetli bir askerî dayanak teskil ediyorlardi Bu usulün ehemmiyet ve faydasi, bilhassa Bizans'tan zapt edilen yeni sahalarda daha açik bir sekilde görünüyordu Kismen harplerde ve fetihlerde imha veya esir edilen ve kismen de yerlerinde birakilan yerli ahaliden kalmis genis Anadolu topraklari, Selçuklularin takib ettikleri ikta sistemi sayesinde yavas yavas Türklesti
Osmanlilarin, kendilerinden önceki Müslüman Türk devletlerinden mâhirâne bir usul ile alip tatbik ettikleri timar sistemi, Osman Gazi ile baslar O, zapt ettigi bütün yerleri timar olarak silah arkadaslari ile askerlerine veriyordu Itaat eden yerli halki da yerinde birakiyordu Hatta o, arkadaslarindan bazilarinin uysal ve itaat eden ahaliyi herhangi bir sebeple yerlerinden kaçirmalarina engel oluyordu Âsikpasazâde'ye göre o: "Her kime kim bir timar virem âni sebepsiz elinden almayalar ve hem ol öldügü vakitte ogluna ve eger küçücük dahi olsa vireler Hizmetkârlari sefer vakti olicak sefere varalar, tâ ol sefere yarayinca Ve her kim kanun düzse Allah andan râzi olsun Ve eger neslimden bir kisi bu kanundan gayri bir kanun koyacak olursa edenden ve ettirenlerden Allah Teâla râzi olmasin" demistir Selçuklu uygulamasi ile ayni özellikleri tasiyan bu sözlerden su sonuçlar çikmaktadir:
1- Sebepsiz yere hiç kimsenin timari elinden alinamaz
2- Timar sahibinin ölümü halinde timari ogluna intikal eder
3- Ogul sefere gidemeyecek kadar küçükse, harbe gidecek yasa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlari sefere gideceklerdir
Anadolu'da, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, ondan sonra gelen torunlari tarafindan devam ettirildi Gerçekten de Orhan zamaninda timar tevcihlerine dair bir çok tarihî kayit bulunmaktadir Ayrica gazilerin yani timar erlerinin yeni zaptedilen uslara yerlestirildigi hakkindaki rivayetler de timarlarin askerî özellik ve mahiyetlerini daha iyi anlamamiza vesile olmaktadir Hatta timarlarda bulunan yerli halk da zaman zaman sipahilerle birlikte kendi din kardeslerine karsi harplere katiliyorlardi Rumeli fetihleri baslayinca timar sistemi oralarda da uygulanmaya basladi Gelibolu havalisinin Yakub Ece ile Gazi Fazil'a timar olarak verildigi ilk tarihî kaynaklarda belirtilmektedir Sultan I Murad devrinde Rumeli fütuhati ehemmiyet kazaninca Anadolu'dan pekçok halk ve bazi Türk asiretleri oradan alinip Rumeli'ye iskan ettirildiler Bu yeni gelenlerin geçimlerini saglamak için onlara toprak tahsis edilmesi gerekiyordu Bu durum sebebiyle, timar sistemi daha da yayginlik kazanmaya basladi
Baslangiçta "Has" ile "Timar" seklinde ikiye ayrilmis olan birlikler, I Murad döneminde yeni bir kategorinin katilmasi ile üç kisma ayrildilar Rumeli Beylerbeyi Lala Sahin Pasa ölünce, onun yerine Kara Ali oglu Kara Timurtas Pasa beylerbeyi olmustu Dirlikleri yeniden düzenlemek isteyen Kara Timurtas Pasa, "Has" ile "Timar" arasinda "Zeâmet" adi ile yeni bir derece ihdas etti Tedricî bir tekâmül takib ettigi muhakkak olan bu toprak sistemi, topragin mülkiyet haklari ile ilgili degildir Böylece rakabesi (possesio) devlet elinde alikonulmus topraklar rejimi, Osmanli Devleti'nde en genis ölçüde ve en serbest bir sekilde tatbik edilebilmistir Bu rejimde, topragin menfaati kendisine birakilan sinif, topragi fiilen isleyen reâyâdir Burada sunu da hemen belirtelim ki, Osmanli reâyasinin sahip bulundugu haklar, Avrupa'daki "Serf'lerin sahip oldugu haklar ile kiyas edilemeyecek kadar daha medenî, daha insanî ve daha mütekâmildir Konuyu daha netlestirmek ve bir fikir vermek üzere Osmanli reâyasinin muasiri olan Avrupa'daki serflikten ve onlarin durumundan kisaca söz etmek gerekir
Avrupa'da topraga yerlestirilmis olan köle (serf, çiftçi) bazi isleri hür insanlar gibi yapamaz O, birçok haktan mahrumdur Derebeylik sisteminin getirdigi feodalizme göre serfler, hukukî bakimdan diger insanlardan tamamen farkli bir hüviyete sahiptirler Asagidaki maddeler, onlarin nasil bir statüye sahip olduklarini ortaya koyacaktir:
a- Istedikleri ile evlenemezler, baska senyörlerin serfleri veya hürlerle evlenemez
b- Serflerin mirasi hür olan insanlarinki gibi vârislerine intikal etmez, sahipleri istedikleri gibi mirasa müdahale edebilirler
c- Istedikleri meslegi seçme, çalisip çalismamada serbestlikleri yoktur
d- Efendilerinin angarya islerinde çalismak ve belli zamanlarda onlara hediye takdim mecburiyetleri var
e- Serfleri cezalandirmak efendilerine aittir
f- Serfler, ruhban sinifi ve manastirlara giremezler, mahkemelerde hür bir insana karsi sahidlikleri kabul edilmez
Serflerin içinde bulundugu bu duruma karsilik Osmanli reâyâsi hür insanlardi Onlar ,her türlü hukukî statüye sahiptirler Serf veya ortakçi kullarla bir ilgileri yoktur Bu sebepledir ki, Avrupa feodal toplum yapisinda görülen köylü isyan ve ihtilallerine, son derece karisik dinî ve sosyal gruplari bünyesinde toplayan Osmanli Devleti'nde tarihin hiç bir döneminde rastlanmaz Sinif tesekkül ve kavgasina zemin hazirlamayan Osmanli toplum yapisi, baska toplumlarla kiyasi mümkün olmayan sosyal bir özellik arzeder Bati insaninin yüzyillar boyu sürdürdügü sinif mücadelesini ve kölelikten kurtulma savasinin izlerini Türk ictimaî hayatinda görmek mümkün degildir
Osmanli Devleti kuruldugu ve daha sonra feth ettigi memleketlerde, bir çesit toprak köleliginin mevcud oldugu düzensiz bir derebeylik nizami ile karsilasmistir Bu nizamin, toprak münasebetlerinde sebep olacagi düzensizlikleri önlemek için mevcud toprak düzenine sür'atle müdahale etmis, topraga dayanan asalete son vermek suretiyle, topragi isleyenleri serf olmaktan çikarmis, derebeylik yerine timar sistemini, serf yerine timar sahibi olan sipahî ile aralarinda sadece akdî bir münasebet bulunan, bir çesit aynî hak sahibi kiraciya benzer toprak mutasarriflarini ikame etmistir Böyle bir toprak düzeni ise topragin mülkiyetinin devlette olmasiyla mümkündür Iste bunun içindir ki Osmanli hükümdarlari, Islâm fetihlerinin baslangicinda oldugu gibi, fethedilen topraklarin bir kisminin mülkiyetini halka birakirken, bir kisminin rakabesini hazine için alikoymus ve sadece tasarruf hakkini halka tefviz etmistir
Baslangiçta, arazinin mülk ve mirî olarak ikiye ayrildigi Osmanli Devleti'nde, bilahare arazinin tamamina yakin bir kismi mirî rejime tabi tutulmustur Üsküp ve Selânik kanununun basina koydugu mukaddimesinde Ebu Suud Efendi (898-982/1490-1574), arazinin mirî olus sebeplerine temas ederken ayni zamanda, Islâm hukukuna göre arazinin mahiyetinden de söz eder Ona göre:
"Bilâd-i Islâmiyede olan arazi, muktezay-i seriat-i serife üzre üç kisimdir:
Bir kismi arz-i ösriyyedir ki hin-i fetihte (fetih esnasinda) ehl-i Islâm'a temlik olunmustur Sahih mülkleridir (gerçek mülkleridir) Sâir mallari gibi nice dilerlerse tasarruf ederler Ehl-i Islâm üzerine ibtidâen harac vaz'i, na mesrû olmagin (mesru olmadigi için) ösür vaz' olunmustur Ekerler, biçerler, hâsil olan gallenin ösründen gayri asla bir habbe alinmaz Âni dahi kendiler fukara ve mesâkine virürler Sipahdan ve gayridan asla bir ferde helâl degüldür Arz-i Hicaz ve arz-i Basra böyledir
Bir kismi dahi arz-i haraciyedir ki, hin-i fetihte keferenin ellerinde mukarrer kilinup kendilerine temlik olunub üzerlerine hasillarindan ösür yahut sümün yahud subu', yahud südüs, nisfa degin (1/10, 1/8, 1/7, 1/6, 1/2) arzin tahammülüne göre harac-i mukaseme vaz' olunup yilda bir miktar akça dahi harac-i muvazzaf vaz' olunmustur Bu kisim dahi sahiplerinin mülk-i sahihleridir Bey'a ve siraya (satma, satin alma) vesair enva-i tasarrufata kadirdirler Istira edenler dahi vech-i mezbur üzerine ekerler biçerler, harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin verirler Ehl-i Islâm istira etseler dahi kefereden alinagelen haraclari sâkit olmaz (haraçlari düsmez) Bi kusur edâ ederler Egerçi ehl-i Islâm'a ibtidâen harac vaz' olunmak mesru degildir Amma bekaen alinmak mesrudur Mutasarrif olanlar eger ehl-i zimmettir eger ehl-i islâmdir madem ki ellerinde olan yerleri ziraat ve hiraset edüp ta'dil eylemeyeler asla dahl ve taarruz olunmaz nice dilerler ise tasarruf ederler Fevt oldukta sair emvâl ve emlakleri gibi vereselerine intikal eder Sevad-i Irak arazisi böyledir Kütüb-i ser'iyyede mestûr ve meshur olan arazi bu iki kisimdir
Bir kisim dahi vardir ki, ne ösriyyedir ne de vech-i mezbûr üzerine haraciyyedir Âna arz-i memleket derler Asli haraciyedir Lakin sahiplerine temlik olundugu takdirde fevt olup verese-i kesire mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degüp her birinin hissesine mabeynlerinde taksim olunup her birine bir cüz'î kit'a degiip her birinin hissesine göre haraclari tevzi ve tayin olunmakta kemal-i suûbet ve iskâl olup belki âdeten muhal olmagin rakabe-i arazi, beytü'l-mal-i müslimîn içün alikonulup reâyaya ariyet tarikiyla virülüp ziraat ve hiraset idüp, bag, bahça ve bostan idüp hâsil olandan harac-i mukasemin ve harac-i muvazzafin vermek emr olunmustur Sevad-i Irak'in arazisi eimme-i din mezheblerinde bu kabildendir
Bu diyar-i bereket siarin arazisi dahi bu uslûb üzerine arz-i memlekettir ki, arz-i mîrî demekle mâruftur Reâyânin mülkleri degüldür Ariyet tarikiyla tasarruf idüp ziraat ve hiraset idüp ösür adina harac-i mukasemesin ve çift akçasi adina harac-i muvazzafin virüp madem ki, ta'til itmeyüp vücuh-i merkume üzerine tamir idüp hukukun eda ederler kimesne dahl ve taarruz eylemeyüp fevt oluncaya degin nice dilerler ise tasarruf ederler Fevt oldukta ogullari kendilerin makamlarina kayimlar tafsil-i mezbur üzerine tasarruf ederler Ogullan kalmaz ise hariçten tamire kadir kimesnelere ücret-i muaccele alinip tapuya verilip anlar dahi tafsil-i sâbik üzere tasarruf ederler"
Görüldügü gibi devlet, reâyânin elindeki topragin miras yolu ile parçalanmasi, serbest alisveris usûlü ile gelisigüzel sahip degistirmesi ve borç için hacz edilmesi gibi sebeplerie müstakil küçük köylü isletmelerinin mevcudiyetini tehlikeye düsüren muameleleri önleyici hükümler koymustu Bu yüzden kanunnâmelerde "yer beyliktir", yerde bey'u sira ve hibe ve miras vesair tasarrufat ser'an ve örfen memnudur denilmektedir
Müslüman Devletlerde arazinin mîrî olus sekillerini söyle siralayabiliriz:
a) Fethedilen arazi, gâliplere (fâtihlere) tevzi, veya mahallî halk elinde birakilmayarak devlete (beytü'l-mal) mal edilmek suretiyle Islâm hukukuna göre devlet baskani bu arazi ile ilgili olarak istedigi gibi tasarrufta bulunabilir
b) Fetih esnasinda nasil muamele gördügü belli olmayan arazi
c) Mülk araziden olan topragin, mâlikinin mirasçi birakmadan ölmesi ve vasiyette bulunmamasi halinde arazinin hazineye intikal etmesi ile
d) Topragin, mururu zaman (zaman asimi) ile sahibi bilinememek yüzünden hazineye intikali suretiyle
e) Rakabesi devlete ait olmak üzere ihya edilen ölü (mevat) toprak
Osmanli toprak sisteminde "emîriyye" denilen arazi de iki kisma ayrilmaktadir Bunlar:
1- Arazi-i emirîye-i sirfa (beytü'l-male ait)
2- Arazi-i emirîye-i mevkufa (vakfa ait)
Tafsilatina girmeden,sadece kaç kisim olduguna isaret ettigimiz arazi-i emirîye, 1274/1858 tarihli arazi kanunnâmesinin 3 maddesinde söyle tarif edilmektedir:
"Arazi-i emirîyye, beytü'l-male ait olarak ihale ve tefvizi, taraf-i Devlet-i Aliyye'den icra olunagelen tarla ve çayir ve yaylak ve kislak ve korular ve emsali yerlerdir ki, mukaddema ferag ve mahlulat vukuunda sahib-i arz itibar olunan timar ve zeamet ashabinin ve bir aralik mültezim ve muhassillarin izin ve tefviziyle tasarruf olunur iken, muahharan bunlarin ilgasi hasebiyle el-haletu hazihi taraf-i Devlet-i Aliyye'den bu hususa memur olan zatin izin ve tefviziyle tasarruf olunup mutasarriflari yedlerine bâlâsi tugrali tapu senetleri verilir"
1858 tarihli arazi kanununa göre Osmanlilarda arazi:
a- Arazi-i Memlûke, b- Arazi-i Emîrîye, c- Arazi-i Mevkufa, d- Arazi-i Metrûke, e- Arâzi-i Mevât olmak üzere bes gruba ayrilmaktadir:
a- Arazi-i Memlûke: Mülkiyet yolu ile tasarruf edilen topraklar olup dört kisimdan ibarettir:
1- Kasaba ve köylerdeki arsalar olup yarim dönümlük yerlerdir
2- Emîrîye topraklardan mülkiyete dönüstürülen yerlerdir
3- Ösrî topraklardir
4- Haracî topraklardir
Arazi-i Memlûkeye mâlik olanlar, mallarini diledikleri gibi kullanir, isler, satar, hibe veya vakf edebilir Bütün bu muamelat için fikhî hükümler tatbik edilir
b- Arazi-i Emirîye: Devlete ait olup fertlere, tarla, otlak, yaylak, kislak vs olarak tahsis edilen yerlerdir Eskiden timar ve zeamet sahipleri tarafindan kullanilan bu topraklar, arazi kanunnâmesi hükümlerine göre tapu ile tasarruf edilir hale getirilmistir
c- Arazi-i Mevkufa: Toplumun menfaati göz önünde bulundurularak vakf edilmis olan topraklardir Vakfi yapan (vâkif) tarafindan tesbit edilen sartlara göre kullanilir
d- Arazi-i Metrûke: Toplumun menfaati için yapilan yollar, köprüler ile köy ve kasaba halkinin birlikte istifade edebilmesi için birakilan mera, koru vs gibi yerlerdir
e- Arazi-i Mevât: Köy, kasaba ve fertlere tahsis edilmemis bulunan ve imar bölgeleri disinda birakilmis olan topraklardir
TIMAR (DIRLIK)
Bu sistem, devlete ait mîrî arazinin, savaslarda yararliligi görülen, kale yapim ve tamirinde bulunan, devlete hizmet eden mücahidlere, askerlere ve diger bazi hizmet erbabina dagitilarak, bu kimselerin, kendilerine verilen araziye ait örfî ve ser'î vergileri toplamasi seklinde belirlenebilir Topragin "rakabe" denilen çiplak mülkiyeti devlete, kullanma ve yararlanma hakki timar sahibine aittir Daha önce de temas edildigi gibi toprak üzerindeki bu hak, babadan ogula intikal etmekte, ancak timar sahibinin topragi satmasi, hibe etmesi, bagislamasi, rehine koymasi veya miras olarak intikal ettirmesi mümkün degildir
Osmanli Devleti'nde, mirî arazi rejiminin sonucu olarak timar (dirlik) adi verilen bir sistem ortaya çikti Bu, daha önceki Müslüman devletlerdeki "Ikta" sistemi ile ayni olmakla birlikte ona göre biraz daha gelismisti Osman Gazi'nin fetihleri ile ortaya çiktigini daha önce gördügümüz bu uygulama, I Murad döneminde teskilâtli ve sistemli bir kurum haline geldi Önceleri timar ve has diye ikiye ayrilan dirliklere bu devirde Kara Timurtas Pasa yardimiyla "zeâmet" diye malî yönde ikinci derecede bulunan bir kisim daha ilave edildi
Devlette, büyük bir fonksiyonu bulunan timar sistemi, Osmanli toprak rejiminin temelini teskil ediyordu Zira bu toplumda iktisadî, ictimaî, askerî ve idarî teskilâtlarin tamami büyük ölçüde toprak ekonomisine dayanmaktaydi Toplum hayatinda en küçük vazife sahibinden, devletin en üst kademesinde bulunan hükümdara varincaya kadar hemen hemen bütün sosyal gruplar, geçimlerini toprak ürünleri ile sagliyorlardi
Toprak taksimatinin en küçük bölümü olan timar, geliri 3 bin ila 20 bin akça arasinda degisen askerî dirliklere verilen bir isimdir Devrin imkânlari göz önünde bulundurularak bir kisim asker ve memurlara geçimlerini temin hususunda böyle bir kaynak saglanmistir Nitekim bu mânâda "zeâmet ve timar ki defi a'da için tâyin olunan mal-i mukateledir ve asker dahi bunlari tasarruf edenlerdir denilmektedir Keza, Islâm Ansiklopedisindeki genis makalesinde Barkan da bu mevzuda sunlari söylemektedir:
"Osmanli Imparatorlugunda geçimlerini veya hizmetlerine ait masraflari karsilamak üzere bir kisim asker ve memurlara, muayyen bölgelerden kendi nâm ve hesaplarina tahsil selâhiyeti ile birlikte tahsis edilmis olan vergi kaynaklarina ve bu arada bilhassa defter yazilarindaki senelik geliri 20 bin akçaya kadar olan askerî dirliklere verilen isimdir" Kendisine böyle bir imkân taninan kisi (timar sahibi, sipahî), buna karsilik bâzi vazifelerle mükellef tutulmaktadir O, batidaki toprak sahiplerinin, serflerine karsi takindiklari tavir gibi bir pozisyonda bulunamaz Keza, timari içinde meydana gelen olaylara, toprak sahibi sifatiyle müdahalede bulunamaz Zira "Osmanli Imparatorlugunun adlî düzeni icabi, herhangi bir cezanin tatbiki için bütün suçlarin kadi mahkemeleri önünde usûlü vechiyle tesbit edilerek hükme baglanmis bulunmasi lâzimdir Ne kadar kudretli kisiler olurlarsa olsunlar, timar sahipleri reâyanin hukuk ve ceza dâvalarina bakmak ve onlara ceza tâyin etmek yetkisine sahip degildi Hatta diger askerî sinif mensuplari gibi, timar sahiplerinin de kendi reâyasi ile beraber ayni mahkemeler önünde, ayni kanunlara göre muhakeme edilerek hüküm giymeleri icabediyordu Mahkeme karari olmaksizin, kimsenin hapsedilmesi, zincire vurulmasi, iskenceye tâbi tutulmasi veya para cezasi ödemesi câiz degildi" Osmanlilarda topragin rakabesi devlete aittir Bununla beraber, çiftçinin vermekle mükellef tutuldugu vergiyi dogrudan dogruya devlet degil ve fakat onun adina bir maas karsiligi olarak herhangi bir memur alir ki, böyle bir memuriyeti bulunana sipahî, bu tatbikata da, "timar sistemi" adi verilmektedir Sipahî, timari içinde çalisanlara haksiz bir ceza veremiyecegi gibi, onlara angarya da yükleyemez Zira Osmanlilarda, timari içinde, sipahinin bir kisim topraklari kendi nâm ve hesabina isleten ve bu maksatla idaresi altinda bulunan reâyânin isgücünü angarya mükellefiyetleri ile kullanmak mecburiyetinde olan büyük bir çiftlik sâhibi durumunda olmadigi anlasilmaktadir Ayni sekilde, mîrî arazi tasarruf eden bir reâyâ ile sipahî arasinda, büyük ölçüde ekonomik bir farklilasma görülmez Birisi, idarîaskerî vazifeler karsiligi toprak gelirinden istifade ederken, digeri sadece emek karsiligi bu ürünlerden faydalanmaktadir Osmanli cemiyetindeki bu iki sinif insanin emeklerini toprak geliri ile karsilamasi, maddî farklilasmayi ortadan kaldiran önemli bir âmil olmustur
Sipahî, reâyâdan miktar ve cinsleri kanunlarla tesbit ve tâyin edilmis olan bir kisim vergiden fazlasini tahsile selâhiyetli degildi Selâhiyetini tecavüz edenden de dirligi, bir daha geri verilmemek sartiyle alinirdi Nitekim, 14 Muharrem 973 (12 Agustos 1565) de Sivas Beylerbeyi, Sivas ve Arapkir kadilarina yazilan bir hükümde, Divrigi Beyi Kasim'in seriat ve kanuna aykiri olarak reâyâya haksizlik ettiginin mahkeme tarafindan tesbit edilmis olmasi cihetiyle, sancaginin tebdiline karar verildigi bildirilmektedir Ayni seneye 973 (1565) ait baska bir belgeye göre Avlonya Kadisina yazilan bir hükümde de mezkûr kazaya bagli Aspurokilise adindaki köyde timar tasarruf eden Burhan oglu Ahmed Sipahî, ehl-i senaattan olmak, çesitli kötülük ve haksizliklari bulunmakla hapsedilmesi ve timarinin elinden alinmasina dair tafsilâtli bilgi verilmektedir Ekonomik ve sosyal durumlari ile dinî inançlari tamamen farkli, çesitli kavimlere mensup kimseleri sinirlan içinde barindirarak onlari tebea edinen Osmanli Devleti, böylece timar sahibinin yapabilecegi herhangi bir haksizligin önünü almis oluyordu
Sipahî, mîrî arazinin halka tefvizinde, devletin bir temsilcisi olarak vazife görmektedir O, arazinin gerçek sahibi degildir Bunun içindir ki devlet, timarlarin kapali bir sistem halinde çalismasini engellemek, onlari devamli kontrol etmek ve gerektiginde müdahalede bulunmak için devamli surette buralara çesitli memurlarini gönderir "Timar sahiplerinin kendilerine tahsis edilmis olan arazi ve reâyâya ait ser'î veya örfî bir takim hak ve resimleri (vergi) kendi nâm ve hesaplarina toplayip onlarin gelirleri ile birtakim vazifelerin ifâsini temin ettiklerini biliyoruz Bununla beraber, sipahî timarlarini, malî bakimdan hârice karsi tamamiyle kapali ve müstakil bir bütün, bir müafiyet (imnunite) sahasi olarak kabul etmek de mümkün degildir Çünkü vergilerin toplanma sekli ile aidiyyeti hususlari, siki bir sekilde merkeziyetçi bir devlet teskilâti tarafindan mürakebe edilmekte ve sipahî timarina, muhtelif hak ve vazifeler dolayisiyle birçok devlet memuru girip çikmaktadir"
TIMAR SISTEMININ TEKÂMÜLÜ
Osmanlilarda, Osman Gazi ile baslayan timar sistemi, Yildirim Bâyezid zamaninda Timur'la yapilan savastan dolayi bir duraklama devresine girmisti Bu hâl, Fâtih devrine kadar tesirini göstermistir Fâtih Sultan Mehmed, devletin artan ihtiyaçlarina uygun olarak, devlet teskilâtini tanzim etmek ve bu arada timar sistemini gelistirmek için yeni kanunlar çikarmistir Nitekim o, timar sisteminin düzenlenmesi, timar topraklarinin arttirilmasi ve aksakliklarin giderilmesi konusunda önemli yeniliklerde bulunmustu Onun, aslinda devlete ait olup çesitli yollarla devletin elinden çikarak mülk veya vakif haline gelmis olan topraklan tekrar mîrî haline getirmesi operasyonu meshurdur Bu dönemde bütün vakif ve mülkler gözden geçirilerek 20000'den fazla köy ve mezra vakif veya mülk olmaktan çikarilip sipahilere dagitilmistir
II Bâyezid (1481-1512) zamaninda timar teskilâtinda pek büyük bir degisiklik yapilmadi Yavuz Sultan Selim (1512-1520) devrinde timar sistemi mükemmel bir sekilde islenmis, sipahî ve "cebelû"lerin miktari 1514 yilinda 140 bin kisiyi bulmustu
Timar teskilâti, Kanunî Sultan Süleyman devrinde tekâmülünün zirvesine ulasmistir Kanunî'nin timarlarla ilgili fermanlari bu hususta çok açik birer delil teskil etmektedirler Keza bu dönemdeki timar sayisindan ve "cebelû" miktarindan da haberdar bulunmaktayiz Nitekim, Kanunî zamaninda irili ufakli 37521 timar vardi Bunlardan 6620 Rumeli, 2614 Anadolu, 419 Haleb ve Sam vilâyetlerinde bulunuyordu Bunlardan 9653'ü kale muhafiz timari, geriye kalan 27868'i ise tamamiyle eskinci timari idi Bahis mevzu 27868 eskinci timari sahiplerinin, harbe beraber götürmek mecburiyetinde olduklari "cebelû" (veya cebelî) denilen silâhli ve zirhli askerlerle 70-80 bin kisilik atli bir timarli sipahî ordusu teskil ettikleri tahmin edilmektedir Padisahin hassa ordusu demek olan Istanbul'daki KapiKulu Ocaklarinin bu devirdeki mevcudu ise henüz 27 bin civarinda idi Kanunî zamaninda bütün müesseseler gibi dirlik (timar) sistemi de tekâmülünün zirvesine ulasmistir Bu dönemdeki timarli asker sayisinin yukanda verilenden daha fazla oldugu ve bunun 200 bin civarinda bulundugu da söylenmektedir
Osmanli toprak düzeninde dirlikler, üç kisma ayriliyordu Bunlar:
a) Has: Padisah, vezir ve ileri gelen devlet adamlarina tahsis edilip, senelik hâsilati 100 bin akçadan fazla olan yerlere (dirliklere) denirdi Her has sahibi, gelirinin her bes bin akçasi için bütün masraflari kendisine ait olmak üzere bir "cebelû" yetistirmek ve beraberinde harbe götürmek mecburiyetindeydi Haslar irsî degildir
b) Zeâmet: Senelik hâsilati 20-100 bin akça arasinda degisen dirliklerdir Bu gelirin 20 bin akçasi kiliç hakki oldugundan, zeâmet sahibi bunun disinda kalan her bes bin akça için bir "cebelî"yi yetistirmek ve harbe götürmek zorundaydi Zeâmetler, devlet merkezinde bulunan hazine ve timar defterdarlarina, zeâmet kethüdalarina, sancaklardaki alay-beyine kale dizdarlarina, kapicibasilara, hâcegan-i divan-i hümâyuna ve müteferrikalara tevcih olunurdu Bunlarin büyük bir suçu görülmedikçe zeâmetleri ellerinden alinmazdi
c) Timar: En küçük kategoriyi teskil eden ve senelik geliri 3000-20000 akça arasinda olan dirliklerdir Bu dirlikte, cinslerine göre kiliç hakki degismektedir Nitekim, Rumeli'de bulunan Budin, Bosna, Timasvar beylerbeyliklerindeki 6000'lik tezkireli timarlarin kiliçlari 3'er bindir Anadolu, Karaman, Maras, Rum, Diyarbekir, Erzurum, Haleb, Sam, Bagdad ve Kibris eyâletlerindeki tezkireli timarlarin kiliçlan ise 2 bindir Kiliç hakkinin disinda kalan her üç bin akça için timar sâhibi bir "cebelî" yetistirmek zorundadir
Osmanli toprak rejiminde her dirligin çekirdegini teskil eden ve "kiliç" adi verilen bir kisim vardir Timarlar, kiliç tâbir edilen ve hiç degismeyen bir çekirdek kismi ile bu kisma zamanla ilâve edilmis olan hisselerden tesekkül eder Timarlarin bulundugu yer ve durumuna göre farklilik arz eden her "kiliç"a bir timar sahibinin tayin edilmis olmasi lâzimdir Bir kiliç yerine iki kisi tayin edilemez Bu, her sancaktaki zeâmet ve timarlarin büyüklü-küçüklü dagilis seklinin ve kadro mevcutlarinin ayni kalmasini temin için bas vurulmus bir çaredir
TIMAR ÇESITLERI
Osmanli toprak düzeninde, timarlari siniflandirmak güç ve ince bir is olmakla birlikte onlari tiplerine göre birkaç kisma ayirabiliriz Bunlar:
1 Timar arazisinin mülk olarak verilip verilmemesine göre:
aa) Mülk timarlar: Anadolu'nun bazi vilâyetlerinde mevcud olan bu tip timar sâhipleri, sefer aninda yerlerine "cebelû"lerini gönderebiliyor, kendileri ise sefere istirak etmeyebiliyorlardi Bu mükellefiyetini yerine getirmeyen timar sahibinin bir yillik geliri hazine tarafindan alinirdi Fakat timar baskasina verilmezdi Ölümü halinde ogluna, yoksa diger mirasçilarina kalirdi
bb) Mülk olmayan timarlar: Bunlar, hizmet mukabili vâridatinin bir kisminin tahsisi suretiyle verilen timarlardir ki, Osmanli timarlarinin çogu bu nevi'dendir
2 Timar sahiplerinin gördügü islere göre:
aa) Eskinci timarlari: Bunlarin sahipleri alay beyinin sancagi altinda sefere eserler (giderler) "Cebelî"leri ile birlikte sefere gitmek zorunda olan bu tip timarlarin mutasarriflari, sefere esmedikleri zaman timarlan ellerinden alinirdi Osmanli toprak sisteminde bu nevi'den olan timarlar çogunlukta idi
bb) Mustahfiz timarlari: Bu timarlarin sahipleri, mensubu bulunduklari kale muhafazasinda bulunurlardi
cc) Hizmet timarlari: Bâzi serhadlerde bulunan câmilerin imâmet ve hitâbetinde bulunanlar ile saraya hizmet edenlere verilen timarlardir
3 Verilis sekillerine göre:
Timarlarin, beylerbeyi tarafindan veya Istanbul'dan verilmesine göre siniflandirilmasi ile ilgilidir Buna göre timarlar ikiye ayrilmaktadir:
aa) Tezkireli: Beylerbeyilerin, bir tezkire ile devlet merkezine teklif ettikleri timarlara bu isim verilirdi
bb) Tezkiresiz: Beylerbeyilerin, kendi beratlari ile verdikleri timarlara da tezkiresiz adi verilir
Küçük timarlarin dagitilmasinda beylerbeyilerin selâhiyetleri büyüktü Muhtelif eyâletlerde degisik baremlerde olmak üzere defter yazilari belirli bir rakamin altinda olan timarlarin sahiplerini beylerbeyiler kendi tugralarini tasiyan beratlarla dogrudan dogruya tâyin edebiliyorlardi Daha büyük bir gelir saglayan timarlarda ise beylerbeyi, o timara hak kazanmis olan sipahinin eline bir "tezkire" vererek tâyinini devlet merkezine teklif eder Bu sipahinin berati, devlet merkezinden verilirdi Beylerbeyinden böyle bir tezkire alan sipahî, Istanbul'a giderek 6 ay içinde beratini almak zorunda idi Aksi takdirde timarinin gelirinden faydalanamazdi
Dogrudan dogruya beylerbeyi tarafindan verilen tezkiresiz timarlarin defter geliri düsüktür Bunlarin en büyügü Rumeli'deki eyâletlerle (Budin, Bosna, Timasvar vs) Sam, Haleb, Diyarbekir, Erzurum ve Bagdad bölgelerinde 6000, Anadolu ve Kibris eyâletlerinde 5000, Karaman, Zülkadiriye ve Rum eyâletlerinde de 3000 akçalik geliri olan timarlardir
Osmanli timar sisteminde dikkat edilen hususlardan biri de tezkireli timarlarin bozulup tezkiresiz hâle getirilemeyisidir
4 Malî durumlarina göre:
aa) Serbest timarlar: Timar sahibinin "resm-i arûs", "resm-i tapu", "kislak", "yaylak", "cürüm, cinayet" vs gibi vergileri, alma hakkina sahip bulundugu timarlardir, (dirliklerdir) Bunlar, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nisanci, defterdar, divan kâtipleri, çavuslar çeribasilari, sübasilar ve dizdarlar gibi yüksek rütbeli idare âmirleri ile memur ve askerlerin has ve zeâmetleridir Bunlar, bazi imtiyazlara sahiptirler
bb) Serbest olmayan timarlar: Böyle bir timari tasarruf eden sipahînin, serbest timar tasarruf eden gibi bir yetkisi yoktur Onun için yukarida adi geçen vergileri kendi nâm ve hesabina alamaz
Çesitli yönleri ile tedkik ettigimiz timar sisteminin geçirmis oldugu merhaleler ile farkli sebeblere bagli olarak aldiklari degisik isimleri gördük Beldiceanu, kendine göre ve özellikle timar tasarruf eden kimselere göre ayri bir siniflandirma yapmaktadir
TIMAR SISTEMININ BOZULMASI VE ORTADAN KALKMASI
Kanunî Sultan Süleyman devrinde, tekâmülünün zirvesine erisen timar sistemi, bu pâdisahin ölümünden sonra bozulma temâyülü göstermeye baslamis olacaktir Koçi Bey (? 1640), 992 (1584) tarihine kadar timarlarin kiliç ehli elinde ve ocakzâdelerde bulundugunu, bu sinifa yabanci ve kötü kisilerin girmedigini keza timarlarin büyükler ile âyânin sepetine de girmedigini belirterek o ana kadar bir bozulma belirtisi görülmedigine isaret eder Fakat XVI asrin sonlarina dogru timarlarin iltizam usûlü ile verilmesi, bunun neticesinde mültezimlerin fazla kâr saglayabilmeleri için reâyâya haksizliklarda bulunmalari, bozulmanin baslangici sayilmaktadir III Murad (1574-1595) devrinde bozulma emâreleri, daha belirgin bir sekil almisti Zira bu devrede eski kanunlara riayet edilmeyerek çesitli yollardan timar sahibi olan kimseler türedi Bununla ilgili olarak Koçi Bey, "bosalan timar ve zeâmetler de eski kanunlara aykiri olarak Istanbul tarafindan verilmeye baslandi Ileri gelenler ve vükelâ, bosalan yerleri adamlarina ve akrabalarina verip, Islâm memleketinde olan timar ve zeâmetin seçmelerini ser'-i serife ve yüksek kanuna aykiri olarak kimini mülk olarak, kimini vakif olarak, kimini vücudu sihhatta olan kimselere emeklilik olarak verip bütün zeâmet ve timar, ileri gelenlerin yemligi oldu Bu bozukluklar, devletin en secaatli, güçlü, san ve sevkete sebep olan askerinin harap olmasina sebep oldu Halbuki parali asker, asagi tabaka halkindan devsirilirse hiç bir yararligi olmaz Aksine bunlar, baris günlerinde azginlik ve isyana sebep olup ser aleti olduklarindan epeyce zamandan beri taskinligin ardi arkasi kesilmemektedir Bu beylerbeyliklerinde ve sancakbeyliklerinde, vezirlerin agalarin, müteferrika, çavus ve kâtipler zümresinde, dilsiz, cüce taifesinde, padisah nedimlerinde bölük halkinin ileri gelenlerinde bir çok timar ve zeametler olup, kimi hizmetkârlari üzerine, kimi azadsiz kullan üzerine berat çikarmislardir Nâm adamlarinin olup, mahsûlü kendileri yerler Içlerinde öyleleri vardir ki, yirmiotuz belki, kirkelli kadar zeâmet ve timari bu yoldan alip, ürününü kendileri yeyip, sefer-i hümâyun olunca, cebe ve cevsen yerine aba ve kebe giydirip birer semerli beygir ile sefere gönderirler Kendileri evlerinde zevk ve safâ, seyir ve sohbette olurlar" diyerek bozulmanin sebep ve sekillerini göstermeye çalismistir
Iltizam usûlünün dogmasi, timarlarin akraba ile yakinlara dagitilmasi ve rüsvetin ortaya çikmasi sonucu, timar sahiplerinin askere gitmemesi üzerine bas gösteren bozulmanin sebeplerini söyle siralayabiliriz:
a) Merkezî devlet bürolarinda timar kayitlarinin son derece karisik bir hâle düsmesi Timar sahiplerinin seferlerde yapilmasi gerekli yoklamalarinin türlü tesirler altinda iyi bir sekilde yapilamamasi ve bu yoklamalarin daha sonraki timar dagitimi için iyice muhafaza edilmemesi
b) Bos kalan timarlarin, istihkak sahiplerine verilmesi yerine bir kenara ayrilarak (sepete konarak) çesitli hileli yollarla bazi nüfûzlu kisilerin adamlarina verilmesi
c) Is adami vasfindaki yeni timar sahipleri, sefer zahmetinden, baç ve can korkusundan halas olup safâ ve huzur içinde kâr ve kazançlari ile mesgul olabilmek için, harp zamanlarinda timarlarini bir takim aracilara, seferden dönüste bu timarlardan eski sahipleri lehine feragat etmek sartiyle, devir ve tahvil ettirmenin yolunu bulmakta idiler
Görüldügü gibi timar sisteminde, reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadir Bunlarin, birbirlerine karsi nasil davranmalari gerektigi, kanunnâme, adaletnâme ve zaman zaman isdar edilen fermanlarla tesbit edilmisti Bununla beraber bu üçlünün bazan birbirlerine karsi olan yanlis davranislari, Osmanli sosyoekonomik tarihinin en önemli konusu olmustur Bilindigi gibi dirlik sisteminde devlet, arazinin rakabesine yani çiplak mülkiyetine sahiptir Sâhib-i arz veya timar sahibi adiyla da anilan sipahi ise devlete ait araziyi isleten, devletin reâyâdan alacagi vergileri toplayan kimsedir Sipahi, topladigi bu paralarin bir kismini kendine ayirmakta, kalan kismi ile asker besleyip bu askerlerle birlikte seferlere istirak etmektedir Bu durumu ile sipahi, mîrî topragi isleyen bir devlet memurudur Bu bakimdan, reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadir O, sorumlulugu altinda bulunan topraklarda devletin otoritesini temsil etmektedir
Reâyâ ise üzerinde yasadigi topraklan isleyip bunlarin vergisini devlet adina sipahiye vermek zorundadir O asirlarda halkin elinde nakit para pek fazla bulunmadigindan vergileri aynî (mahsûl) olarak öderlerdi Reâyâ bu mahsulü teslim etmek üzere kendisine en yakin pazara götürmek zorunda idi Sipahi, reâyânin bunu daha uzaktaki pazara götürmesini isteyemezdi Bundan baska reâyâya eziyet edilmesine, maddî ve manevî külfet yüklenmesine (angarya) izin verilmezdi Devlet, sipahi, reâyâ üçlüsünün statüleri ve karsilikli mükellefiyetleri "Tahrir Defterleri"nin basinda yer alan sancak kanunnâmelerinde genis ve etrafli bir sekilde belirlenmistir Ayrica siyasetnâme nevinden olan eserlerde devletin bekasinin reâyâ ile mümkün oldugu ifade edilmektedir Nitekim Kâtib Çelebi (Düsturu'l-Amel li Islahi'l-Halel, Istanbul 1280, s 124) söyle demektedir: "Evvela reâyâ ve berâyâ selâtin ve ümerâya vediat-i ilâhiye oldugundan gayri La mülke illâ bi'rricâl, velâ ricâle illâ bi's-seyf velâ seyfe illâ bi'l-mal, velâ mâle illâ bi'rraiyye, velâ raiyye illâ bi'l-adl"
Farkli sebeplere bagli olarak bozulmaya yüz tutan timar sisteminin islahi için, çesitli tedbirlere bas vurulmus olmakla beraber, bu gidisin önü bir türlü alinamamistir
Kurulusundan beri, Osmanli Devleti'nin ekonomik, sosyal ve askerî tarihinde büyük bir rol oynayarak önemli bir hizmet ifa etmis olan timar rejimi, birkaç asirdan beri buhranlar içinde geçen hayatinin son safhasinda sessiz sedasiz bir sekilde ve herhangi bir sarsintiya sebep olmadan ortadan kalkti Tarihe mal olmasi çesitli safhalar geçiren bu sistemin ilk tatbikati,
1703 senesinde Girit adasinda basladi Ülkenin diger mintikalarindaki timarlar ise 1812 yilindan itibaren mahlul oldukça (bosaldikça) baskasina verilmemeye baslandi Bu uygulama ile timar sahiplerinin sayisi gittikçe azalmaya yüz tuttu Nihayet, Yeniçeri Ocagi'nin lagv edilmesi ile muntazam ve disiplinli bir askerî sinif vücuda getirildikten sonra, intizamlarini büsbütün kaybetmis olan timar sahiplerinin de eskiden oldugu gibi kendi hallerine birakilmasi uygun görülmedi Bu sebeple H 1263 (M 1848) senesinde bütün timar sahipleri kaydi hayat sartiyla ve yarim timar bedeli ile emekliye sevk edilerek timar sistemine son verildi

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #12
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



OSMANLI DA SOSYAL MÜESSESELER
Osmanli Devleti, feth edip ele geçirdigi yerlerde derhal sosyal müesseseler kurup halkin hizmetine sunuyordu Devlet sinirlari genisledikçe bu müesseseler de o nisbette artis kayd ediyordu Bu sosyal tesisler sayesinde sehirlere Müslüman Türk damgasi vurulmus oluyordu Bu neviden müesseseler kurulmakla yetinilmemis, bunlarin idareleri, korunmalari ve devamliliklarinin saglanmasi için genis imkânlara sahip vakiflar tesis edilmistir Böylece devlet, bu müesseseler için, kendi hazinesinden ayrica bir bütçe hazirlama ihtiyacini duymuyordu
Sosyal müesseselerin kurulup gelismesinde önemli derecede rol oynayan ve sadece genis halk kitleleri degil, çevre ve hayvanlara da hizmet götüren vakiflar hakkinda bilgi vermeden, onlarin kurulusunu saglayan prensip ve anlayislara temas etmeden sadece sosyal müesseselerden söz etmek, konuyu eksik birakmak olurdu Bu bakimdan vakiflar, onlarin kurulusunu saglayan âmiller ve hizmet sahalarina isaret etmek zorundayiz Bunu da:
1 Osmanlilarda Vakiflar,
2 Vakiflarin Hizmet Sahalari, Basliklari altinda ele alacagiz
1 VAKIFLAR
Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanli Devleti'nin, tarih ve müesseselerini, kendinden önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin müesseselerinden tamamen müstakil olarak düsünemeyiz Çünkü Osmanlilar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerlesmis bulunan Müslüman Türklerin yasayis tarzlarini, ahlâk, iktisat, örf, âdet ve diger özelliklerini almaktan çekinmiyorlardi Böylece Osmanlilar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin mirasi üzerinde ve onun bir devami olarak inkisaf etme imkânina sahip oldular Bu vesile ile onlar, kendilerinden önce diger Islâm ve Türk Islâm devletlerinin çok zengin teskilât ve müesseselerinden de genis ölçüde faydalanma imkânini buldular Nitekim Abbasîler devrinde, hukukî esaslari tesbit edilen vakif müessesesi, Islâm dünyasinin her kösesine sür'atle yayildi Islâm cemiyetinin siyasî ve iktisadî gelismesiyle paralel olan bu çogalmayi, Mâveraünnehr'den Atlantik kiyilarina kadar her tarafta görmek mümkündür Mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medrese ve mektepler, köprüler, sulama kanallari, su yollari, kervansaraylar, hastahaneler, hamamlar, imâretler gibi birçok dinî ve hayrî tesis hep bu vakiflar sayesinde vücuda getirildi
Maddî bir karsilik beklemeden baskalarina yardim etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düsüncenin mahsulü olan vakif müessesesi, yüzyillardan beri Islâm ülkelerinde büyük bir önem kazanmis, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmis olan dinî ve hukukî bir müessesedir Insan fitratinda mevcud olan yardimlasma hissi, süphesiz ki insanlik tarihi kadar eskidir Bu his, dinî emir ve hükümlerle birlesince daha bir kuvvet kazanir Islâm ülkelerinde vakiflarin, asirlarca büyük bir fonksiyon icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lazimdir Çünkü "insanlarin en hayirlisi, insanlara faydali olan, malin en hayirlisi, Allah yolunda harcanan (baska bir ifade ile vakf edilen), vakfin en hayirlisi da insanlarin en çok duyduklari ihtiyaci karsilayandir" prensibinin anlamini çok iyi bilen müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yaris edercesine vakif tesisler kurmuslardir
Osmanli sosyal müesseselerinin kurulup gelismesinde büyük ve önemli hizmeti bulunan vakiflarin kurulus sebebini yukarida temas edilen anlayisa baglamak gerekir Ayrica, Ebû Hüreyre'den nakl edilen bir Hadis-i Serifte Hz Peygamber'in söyle buyurdugu belirtilmektedir: "însanoglu öldügü zaman bütün amelleri kesilir Ancak devam eden sadaka (sadaka-i cariye), faydalanilan ilim ve kendisine dua eden bir evlad birakanlarinki kesilmez" Hadisçiler, "sadaka-i câriyeyi" vakf ile tefsir etmis ve sadaka devam ettigi müddetçe sevabinin da devam edecegine kani olmuslardir Hz Peygamberin bizzat kendisinin de vakif yapmis olmasi, ashabinin onu takiben böyle eserler meydana getirmesine sebep olmustur Nitekim Câbir (ra) "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakif ve tasaddukta bulunmus olmasin" diyerek daha o dönemde bu gelismenin hangi seviyeye ulastigini belirtmek ister
Lugat olarak pek çok mânâsi bulunan "vakif kelimesine farkli istilahî mânâlar verilmistir Bununla beraber bu mânâlarin tamami birbirlerine çok benzemekte ve ihtiva ettikleri anlamin, hemen hemen birbirinin ayni oldugu görülmektedir
Islâmî yardimlasma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çiktigini gördügümüz vakiflar, Islâm ülkelerinin tamaminda sayilamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardi
Hemen hemen bütün müessese ve teskilatlarinin nüvesini kendilerinden önceki Müslüman devletlerden alan Osmanlilar, vakif konusunda da bu yolu takib ettiler Nitekim Osmanli Devleti'nde daha ilk beyler zamaninda baslayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkisafina paralel olarak gelisip artan vakiflarin, Osmanlilar dönemindeki ilk müessisi (kurucusu) Orhan Gazi olmustur Onun 724 Rebiülevvel (1324 Mart basi) tarihi ile azadli kölelerinden Tavasî Serafeddin'e Mekece'de vakf ettigi hankahin tevliyetini verdigine dair vakfiye ile vakfin sartlarini gösteren Farsça yazilmis tugrali belgesi, elimizde bulunmaktadir Keza o, Iznik'te ilk Osmanli medresesini kurarken, onun idaresi için yeterince gelir getirecek gayr-i menkul vakf etti Kisa bir müddet sonra bu medreseden kudretli ilim ve devlet adamlari yetisti Sultan Orhan'in yaptirdigi ilim ve hayir müesseseleri sadece isimleri verilenler degildir Adapazari'nda halen "Orhan Bey Camii", Kandira'da "Orhan Camii" adi ile anilan camiler ile yine Adapazari'nda medrese, Bursa'da bir cami, zâviye, misafirhane ve imâret insa ederek bunlara vakiflar tahsis etti O, topluma yararli olan bu sosyal eserlerin görevlileri olarak müderris, imam, hafiz, nakib, tabbah, hâdim ve bevvab gibi kimseleri de tayin ederek onlara maas bagladi
Orhan Gazi'den baslayarak Osmanli padisahlari, sultanlari, vezirleri, emirleri, zengin tebea ve hatta güçleri nisbetinde fakirler de pek çok vakif tesisler meydana getirdiler Nigbolu'dan zaferle Bursa'ya dönen Yildirim Bâyezid, burada bir Dârulhayr, bir hastahane, bir Ebû Ishakîhane (tekke), iki medrese ve bir cami yaptirdi Bütün bu müesseselerin ihtiyacini giderebilecek genislikte vakiflari da tayin etmeyi ihmal etmedi Nitekim, Dârulhaynn evkafindan olmak üzere as ve yemden baska her yil bilginlere, yerli ve yabanci yoksullara 600 müdd bugday verilmek, her gün konuga ve yerliye et ile birlikte 300 çanak as eristirilmek üzere vakiflarini tayin buyurdu Hastahane, Ebû Ishakîhane ve caminin her biri için ayrica vakiflar tayin etti Bunlara seyh, tabib, imam, müezzin ve müderris dikip akçalarini tayin ettirdi Keza o, Bolu'da cami, medrese, çifte hamam ve bir kütüphâne yaptirip vakif etmisti Bunlar için de 30 kadar dükkân vakf ederk onlara gelir tahsis etmisti
Istanbul'u, fizikî görüntüsü ile Bizans Devleti'nin merkezi olmaktan çikarip Osmanli Devleti'nin merkezi haline getiren Fâtih Sultan Mehmed, bu fetih esnasinda ümerâ, devlet adami ve askerlere ganimetten kendilerine düsen hisselerini verdikten sonra, kendi hissesine düsen emlâktan hiç birini almayarak tamamini toplum ve milletin hayrina olmak üzere vakf etti O, Bizanstan kalan bu harab sehri, devletin merkezi olmaya yarasir bir hâle getirirken yaptigi vakiflardan epey istifade etti
Osmanli hükümdarlari sadece kendi adlarina vakif yapmakla yetinmediler Onlar, baskalari tarafindan daha önce yapilmis bulunan vakiflara da yardimda bulundular Nitekim, meshur vakiflar arasinda padisahin maddî yardimlari ile senelik bütçelerini denklestirenler az degildi Bu yardim, nakdî oldugu gibi bazan da aynî oluyordu Konya'daki Sadreddin Konevî zaviyesi gibi orta büyüklükte bir vakif, XVI asrin son senelerinde Karaman gelirlerinden yilda 3600 akça aliyordu Bununla da yetinilmiyor, mal olarak da pirinç vs gibi yardimlar da yapiliyordu Barçinli kazasinda bulunan Uryan Baba zâviyesi, 8 Zilkade 975 (5 Mayis 1568) tarihli bir hükme göre Beypazari enhalarindan pirinç aliyordu Çorum civarindaki Abdal Ata zâviyesi ise padisahin salyânesi olarak Boyabat eminlerinden pirinç temin ediyordu
Osmanlilar, zapt ettikleri yerlerdeki vakiflara dokunmadan, eskiden beri devam eden sekli ile vâkifin sartlarina riayet ediyorlardi Konu ile ilgili pek çok vakfiye ve vesika, Osmanlilar tarafindan, ilhak edilmeden önce Müslüman hükümdarlarin idaresinde bulunan vilayetlerdeki Osmanli öncesi vakiflarinin sartlarina bu yeni idarecilerce aynen riayet edildigini göstermektedir Vakiflar, her türlü dis müdahaleye kapali olduklarindan hiç kimse ve hatta hükümdarlar bile bunlarin statülerini degistirmeye yeltenmezlerdi Bu yüzden Osmanlilar, vakiflarin vâkifin (vakfi kuran, tesis eden) sartlarina göre idare prensibine titizlikle riayet ediyorlardi Bununla beraber Osmanlilar, vakiflara önemli yenilikler getirdiler Evkaf idaresinin merkezîlestirilmesini bu yeniliklere bir örnek olarak gösterebiliriz Misir Kanunnâmesi, bu yolda bize isik tutmaktadir Nitekim her sene pasanin huzurunda tedkik ve tasdik edilecek gelir ve gider makbuzlarindan, her birisinden birer suretin Istanbul'a gönderilmesi prensip ittihaz edildi Bir vakfin idaresinde münhal (bos) olursa kadi, pasaya resmî bir yazi yazarak âlim ve faziletli filan oglu filan fakir sahsin o yere tayinini arz ediyordu Vakifta münhal oldugu Defterdar tarafindan da tasdik edilecek ve münhal yere aday gösterilen kimse ancak Istanbul'daki selahiyetli makamdan berat gelince vazifesine resmen tayin edilmis sayilacakti
Osmanli toplumunda vakif o kadar önemli ve itibarli bir müessesedir ki, malî imkân bakimindan toplumun en alt seviyesinde bulunanlar ile en üst seviyesinde bulunanlar arasinda anlayis bakimindan bir farklilik göze çarpmaz Bu bakimdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yasli ve kimsesiz bir kadin bile evinin bir veya iki odasini vakf etmek suretiyle bu anlayisa istirak eder Nitekim Ortaköy (Istanbul)'de üç bab evi olan Hakime Hanim'in vakfi bize bu konuda ne kadar ileriye gidildigini göstermektedir Gerçekten, Müslüman Osmanli dünyasinda büyük tesisleri yaptirmaya güçleri yetmiyenler, bütün bir toplum tarafindan benimsenmis olan hayir müesseselerine katilmaktan geri kalmiyorlardi Yüzlerce kadin, geliri azalmis bir vakif tesisine ufak ve çok mütevazi de olsa bir kaynak saglamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet esyasi gibi mal varliklarini bagisliyorlardi
O günün imkânlari içinde vakiflari, bitip tükenmek bilmeyen, uzun ve mesakkatli yollarda, farkli isimler altinda kervan ve yolcularin hizmetinde olduklarini görüyoruz Hatta bu hizmeti geregi gibi yerine getirmeyen ve vakiflara bagli bazi tekkelerin sorumlulari hakkinda sorusturma yapildigi anlasilmaktadir Nitekim 14 Muharrem 986 (24 Mart 1578) tarihini tasiyan bir hükümde belirtildigine göre Ankara çevresindeki yollar üzerinde bulunan tekke ve zâviyelerin, vakiflari müsait olduklari halde bunlari, sadece tekkenisîn ve zaviyedârlar "kendileri ekl ve bel' edüp âyende ve revendeye* sart-i vâkif mucibince taam verülmeyüp ebnay-i sebil ziyade müzayaka çektikleri bildirmegin ser'i serif muktezasinca evkaf teftis olunup" vakfiyeye göre hareket etmeleri istenmektedir
Vakiflar, degisik maksatlarla tesis edilmekte ve her vâkif, vakfi üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemektedir Bu durum normal karsilanmalidir Zira, senelerin çaba ve emegi ile kazanilmis mal ve mülk üzerinde o kadar zahmet çekmis olan bir kimsenin, tescil ettirdigi sartlan ile ölümünden sonra da tasarruf sahibi olmak istemesi hakkidir Sayet biz, onlar için böyle bir yetkiyi çok görür ve bu hakki ellerinden alsaydik, o zaman büyük bir ihtimalle vakiflar istenilen sekilde devam etmeyecekti Kisi, kendisinden sonra toplumun hayir ve menfaatina vesile olmayacak bir mali, daha hayatta iken israf suretiyle yok etme derecesine getirebilirdi Bunun da bir cemiyet için ne denli kötü ve olumsuz sartlar doguracagini söylemeye gerek yoktur Çünkü böyle bir durumda vakiflarin yüklendigi nice hizmetler, yerine getirilmeyecekti Ne egitim, ne ibâdet, ne iktisad, ne ulasim, ne de saglik bakimindan hiç bir hizmet yeterince yapilmayacakti
Hukukî bir müessese olmasindan dolayi vakfin kurulabilmesi için bazi sartlarin bulunmasi gerekir Her seyden önce vakfi yapmak isteyen kimsenin o vakfi yaptigina dair "malimi vakf ettim, haps ettim, tasadduk ettim" veya "sadaka-i müebbede ile sadaka ettim" gibi ifadeler kullanmasi gerekir Bu neviden söz ve isaretler, vakfin rüknünden sayilir Bundan baska vakfin tesisi için gerek vakfi yapan kisi, gerekse vakf edilen malda da bazi özelliklerin bulunmasi icab eder Bununla beraber bunlari kesin çizgilerle birbirinden ayirmak pek mümkün degildir
a- Vakfi Yapan Kimsede Bulunmasi Gereken Sartlar:
1- Vâkifin, temlik ve teberrua ehil olmasi gerekir Baska bir ifade ile akil, balig, resid ve hür olmalidir Binaenaleyh, küçügün, mecnun (deli) ve matuhun yapacagi vakiflar, sahih vakif muamelesi görmezler
2- Vâkif, borçtan dolayi mahcur bulunmamalidir
3- Vâkifin, vakfa rizasi bulunmalidir
4- Vâkif, vakf ettigi seyi, hayir ve sevab kazanma inanci ile yapmalidir Burada gözetilen gâye, Allah'in rizasi ve toplumun menfaatidir
b- Vakf edilen Malda Bulunmasi Gereken Sartlar:
1- Vakfedilen mal, vakif aninda vâkifin mülkü olmalidir Su halde baskasina ait olan bir sey vakfedilemez
2- Vakf edilen mal deyn (borç) veya menfaat olmamalidir
3- Vakfolunacak malin akaar (ev, dükkan, tarla gibi gelir getiren mülk) olmasi gerekir
4- Vakifta muhayyerlik sarti bulunmamalidir
5- Vakf edilecek bina ve agaçlar, müstahikkul-kal' (yikilmaya veya sökülmeye mahkum) olmamalidir
6- Vakfin mesrutun lehi (vakiftan istifade edecek olanlar) belli olmalidir
c- Vakiflarin Kurulus Sekilleri:
Vakiflar, sartlari haiz olan kimseler tarafindan asagidaki sekillerden biri ile kurulabilir Bunlar:
1- Tescil suretiyle: Vâkif, hâkime (kadiya) müracaatla vakif kurmak istedigini bildirir Bunun üzerine hâkim, yukarida bir kismindan bahs edilen sartlarin bulunup bulunmadigini arastirir Sayet bu arastirma müsbet bir sekilde sonuçlanirsa o zaman sahidlerin (suhûdu'l-hal) huzurunda ve onlarin da karara istiraki ile vakfi karara baglayip tescil eder Müslüman olmayanlar tarafindan tesis edilenler dahil bütün vakiflarin ser'î mahkemelerde tescili sart oldugundan, muhtelif vilayet mahkemeleri arsivlerinin incelenmesi suretiyle Osmanli döneminde tesis edilmis vakiflarin tam sayisi, gayesi ve karakteri hakkinda saglam bir bilgi edinmek mümkün olabilir
2- Vasiyet yolu ile: Vakfi yapacak olan kimsenin ölmeden önce vasiyet etmesi suretiyle kurulan vakiftir Eger vâkifin mirasçilari yoksa mâmelekinin tamamini, varsa üçte birini vasiyet suretiyle vakf edebilir Ölümü halinde vasiyeti geregince mülkü vakif olur
3- Fiil ve Hareketle: Bir kimse mülkü olan bir arsa üzerinde cami insa ettirip, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kilmasina müsaade etse ve kendisi de bu cami içinde cemaatla birlikte namaz kilsa o mekân vakf-i lâzim suretiyle vakif olur Artik burasi cami olmustur
VAKIFLARIN IDARESI
Allah'in rizasini kazanmak ve ahirette karsiligini sadece O'ndan beklemek gayesiyle yapilan vakiflar, Islâm dünyasinin hemen her bölgesinde vardir Dinî, iktisadî ve ictimaî hayatin vazgeçilmez unsuru olan vakiflar, Islâm âleminde büyük bir yekûn teskil ediyorlardi Bunca büyüklükteki bir müessesenin belli bir sisteme baglanmasi, iyi idare edilmesi ile mümkündür Bu bakimdan, daha isin basinda siki tedbirlere bas vuruldugu görülür Nitekim her vakfin bir vakfiyesinin bulunmasi, vakfiyedeki (vakif senedi) sartlarin "nass" gibi kabul edilmesi, vakfiyelerin tescil edilmeleri ve ayrica bunlari yönetmek için müstakil idarelerin kurulmus olmasi bunu göstermektedir
Vakiflara idareci (nâzir) tayini Hz Peygamberle baslamis ve günümüze kadar devam edegelmistir Tabiatiyle Osmanlilar da vakiflarini idare etmek, onlarin devamliligini saglamak ve istenilmeyen sekilde harcamalarina mani olmak için yöneticiler tayin etmislerdi Nitekim Orhan Gazi, Bursa'da yaptirdigi câmi ve zâviyenin idaresini Sinan Pasa'ya vermisti Böylece Sinan Pasa'yi Osmanli döneminin ilk Evkaf Nâziri sayabiliriz Daha sonra hükümdar vakiflari, vezir, kadiasker, sadrazam, seyhülislâm, bâbussaade ve dârussaade agalari gibi devlet adamlari tarafindan idare edilir oldu
Yildirim Bayezid, her vilayete "Müfettis-i Ahkâmi's-Ser'iyye" tayin ederek vakif islerini teftis ettiriyordu Çelebi Sultan Mehmed devrinde ise Cemaleddin Mehmed Çelebi, "Hâkimu'l-Hükkâmi'l-Osmaniyye" ünvaniyla evkaf islerinin umumî nâzirligina tayin edilmisti Sultan II Murad döneminde bu is, kadiaskere, Fâtih Sultan Mehmed de bunu Mahmud ve Ishak Pasalara havale etmisti Bu dönemde evkaf idaresinden sadrazamlar sorumlu oldugundan, "Sadr-i Âli Nezâreti" teskil olunmustu Fâtih'ten sonra Sultan II Bâyezid, evkaf islerini Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcih etti Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman zamanlarinda evkaf nezâreti ile tekrar sadrazamlar görevlendirildiler Sultan I Ahmad Han devrinde, Seyhülislâm idaresinde olan vakiflar, II Mahmud Han zamaninda Kadiaskerin emir ve idaresi altinda idi Yine bu dönemde her vilayette, "Müfettis-i Evkaf adinda bir idareci vardir
Osmanlilar döneminde sahislar tarafindan kurulan vakiflarla mütevelliler mesgul oluyor, bunlar kadilar vâsitasiyle teftis ve murakabe ediliyorlardi Her kadi, kendi mintikasindaki vakiflari, emrindeki müfettislerce teftis ettirdigi gibi, bazan bizzat kendisi de bunlari teftis ederdi Istanbul kadisi ise bütün vakiflari teftis yetkisine sahipti
Misir, Suriye, Arabistan ve Kuzey Afrika'nin ilhakindan sonra buralarda bulunan vakiflar 995 (M 1587) senesinde kurulan "Haremeyn Evkaf Nezareti"ne baglandi Daha sonra gelisen vaziyet geregi, Anadolu ve Rumeli vakiflarinin idaresi de 12 Rebiülevvel 1242 tarihinde teskil olunan "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"ne baglandi Bu nezâretin teskilinden sonra müessesenin basina getirilen ilk nâzir el-Hac Yusuf Efendi olmustu
Haremeyn Evkaf Nezâreti, 1254 (1838) yilinda Evkaf-i Hümayûn Nezâreti'ne ilhak olundu
Osmanlilar döneminde 1242 (M 1826) yilinda kurulan Evkaf Nezâreti'nden önce vakiflar, vâkiflarinin sartlarina göre idare ediliyorlardi Genel olarak bu idare biçimlerini asagidaki sekilde gruplara ayirmak mümkündür:
a-Haremeyn Nezâreti: Haremeyn (Mekke-Medine)'e bagli vakiflarla, Ayasofya, Sultan Ahmed, Nuruosmaniye, Yenicami, Üsküdar'da ise Çinili ve Atik Valide Camileri vakiflarinin idareleri "Dârussaade Agalan"nin elinde idi 995 (1587) senesi Muharrem'inde Habesî Mehmed Aga'nin basina getirilmesi ile kurulan Haremeyn Nezâreti, mesrutun lehi "Haremeyni's-Serifeyn" halki olan vakiflarin idaresine bakardi Kurulusundan kisa bir müddet sonra Osmanli Padisahlari, hanimlari ve Dârussaade Agalari gibi önemli sahsiyetlerin vakiflari, buna ilave edildigi için bu nezâret önem kazanmisti Bu nezâret dört daire tarafindan idare edilirdi Bunlar:
I- Evkaf-i Haremeyn Müfettisligi: Diger vakif müfettislerinden ayri olarak nezâretin kurulus tarihi ile birlikte kurulmus hukukî bir memuriyetti Haremeyn vakiflari ile birlikte diger bütün vakiflarin hukukî problemlerini ve isleyis tarzlarini da teftis ederdi Bu müessesenin basina ilk defa seçkin âlimlerden biri olan Amasyali Mehmed Efendi getirilmisti
II- Evkaf-i Haremeyn Muhasebeciligi: Dârussaade agalarinin nezâreti altinda bulunan bütün vakiflarin vakfiye ve kurulus gayelerini tescil eden, vakiflari, vakfiyelerinin sartlarina göre idare eden ve muhasebelerini tutan önemli bir memuriyet idi
II Evkaf-i Haremeyn Mukataaciligi: Haremeyn vakiflarindan mukataaya baglanan, bütün vakif arazi ve binalarin kayitlarinin tutulmasi bu daireye aitti Ayni sekilde vakiflara ait vergi ve diger gelirlerin toplanmasi (cibâyet), ferag ve intikallerin saglanmasi bu daire tarafindan yürütülürdü
IV- Dârussaade Yaziciligi: Dârussaade Agalari'nin bütün yazismalari bu büro tarafindan yürütülüyordu Burada çalisan görevliler, Dârussaade Agalari'nin bütün sirlarini bildikleri için genis bir nüfuza sahiptiler
Bu dört daire tarafindan tutulan defterler, siyakat hatti ile yazildiklari gibi muhteva bakimindan da tarihî belgelerin en mükemmeli durumunda idiler
Haremeyn Nezâreti'nin idare merkezi, saray müstemilatindan olan Darphânenin üst tarafi idi
b- Vezir Nezâreti: Sadrazamlarin nezâreti ile idare olunan vakiflardir Fâtih Sultan Mehmed'in Istanbul'da yaptirdigi bina ve diger ha yir eserlerinin idaresini hicrî 868 (1463)'de vezir Mahmud Pasa'ya, 872 (1467)'de de veziriazam Ishak Pasa'ya tevcihiyle basladi Bunlara daha sonra Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman vakiflan da ilâve edilirdi "Ser müfettis" adi ile ulemadan biri bu vazife ile görevlendirildi
c- Seyhülislâm Nezâreti: Sultan II Bâyezid Han'in Istanbul ve diger sehirlerde meydana getirip tesis ettigi hayratinin idaresini, hicrî 912 (1506) senesinde Seyhülislâm Alaeddin Ali Efendi'ye tevcihi ile basladi Idare merkezi Bâyezid imâret dairesi idi
d- Tophâne Ümerâsi Nezâreti: Sultan Bâyezid, Hamidiye, Laleli, Selimiye, Mihrisah Valide ile II Mahmud vakiflarinin mulhakat ve mukataatindan ibaret idi Darphâne tarafindan yönetilirdi
e- Istanbul Kadilari Nezâreti: Kadilara mesruta olan bu vakiflarin tamamina Istanbul kadilari nezâret ederlerdi Daha sonra bu nezâretlere Galata, Üsküdar, Eyyub kadiliklari ile Kaptan Pasa, Yeniçeri Agasi, Sekbanbasi, Bostancibasi gibi nezâretler de ilave edilmek suretiyle bu rakam 12 sayisina kadar çikmisti
Sultan II Mahmud Han, yeniçeriligi "Vak'a-i Hayriye" ile ortadan kaldirdiktan sonra, vakiflar arasindaki irtibatsizligi yok etmek ve zamanla ortaya çikan bazi yolsuzluklari önlemek gayesiyle bütün vakiflarin tek bir nezâret altinda toplanmasinin daha dogru olacagi kanaatine varmis olacak ki, bütün dinî binalarin bakim ve onarimi, personelinin ayliklari ve diger hayrî maksatlar için tesis edilen vakiflarin bir çati altinda toplanmasini kararlastirdi
Vakiflarin tek elden idaresi için 12 Rebiülevvel 1242'de çikarilan bir fermanla "Evkaf-i Hümayûn Nezâreti"nin kuruldugu ve Darphâne nâziri ve mütevelli kaimi makami el-Hac Yusuf Efendi'nin yeni kurulan bu nezâretin basina getirildigini biliyoruz Böylece adi geçen nezâret resmen kurulmus oluyordu Bununla beraber, Sultan I Abdülhamid Han'in kendi vakiflari ile ilgili olarak tesis ettigi teskilât, Evkaf-i Hümâyun Nezareti'nin kurulusuna bir baslangiç sayilmaktadir Bu bakimdan, nezâretin ilk kurucusu olarak adi geçen padisahi kabul edenler de bulunmaktadir
Evkaf-i Hümâyûn Nezâreti kuruldugu zaman, "kesedarlik", "zimmet halifeligi" ile "sergi halifeligi" adinda üç daireden meydana gelmisti Bunlarin âmiri durumundaki nâzira maas olarak 10000 kurus baglanmisti
Kesedarlik idaresi: Nezârete bagli vakiflarin ilamlarina, takrirlerine ve inhalarina ait bütün isleri yürütmekle görevli idi Bu memuriyete ilk defa hâcegandan Küçük Kal'a tezkirecisi Egin'li es-Seyyid Mehmed Sevki Efendi tayin edilmisti
Zimmet Halifeligi: Vakiflarin mukataalarini, zabitlarim ve sarraflardan alinacak kefalete bagli borç tahvilleri ile ilgili islemleri yürütürdü Keza, kira mukavelerini düzenlemek, tahsilati yapmak ve muhasebe kayitlarini kontrol etmekle görevli idi Bu hizmetin basina da ilk defa Mehmed Arif Efendi getirildi
Sergî Halifeligi: Evkaf-i Hümayûn Nezâreti hazinesine gelen paralan almak, vakfiyeye göre gider bütçesini hazirlamak ve vakif bütçesine göre günlük harcamalari yapmakla vazifeli idi Ilk defa sergi halifeligine tayin edilen kisi, Zimmet halifesi olan zatin kardesi Ahmed Izzet Efendi'dir
Bütün bu islerin yürütülmesinde adi geçen dairelere yardim etmek üzere kâtipler, maiyyet ve hizmetliler tayin edilmisti
Bilahare nezârete yapilan ilhaklarla isler çogaldigindan ve adi geçen üç dairenin bütün bu isleri geregi gibi ve zamaninda görmesinin mümkün olamayacaginin anlasilmasindan sonra Zilkade 1246 (Nisan 1831)'de Tahrirat Baskatipligi, Mülhakat Gedikler Kâtipligi ve Rûznâmecilik adi ile üç yeni memuriyet daha ihdas edildi
Çalisan personel sayisinin artmasi üzerine, nezâret için büyük bir idare binasina ihtiyaç duyulmustu Bu sebeple, eski Darphâne civarinda hasirci ve dogramaci koguslari yikilarak bunlarin yerine 17 odali bir daire insasina baslanmisti Bu yeni binanin insaati, Cemaziyelevvel 1248 (Ekim 1832)'de bitirilerek bina dösenmis, nezâret de Receb (Kasim-Aralik 1832) ayinda yeni binasina tasinmisti
Vakfiyelerin tahlilinden anlasildigina göre, baslangiçta Osmanli dönemi vakiflarinda hizmet gören mütevellilerin müstakil bir idare binasina sahip olmadiklari, bu is için kendi evlerini kullandiklari görülür Ancak XVIII asnn ikinci yarisindan itibaren Sultan III Osman, Sultan III Mustafa ve Sultan I Abdülhamid Han kendi vakiflari için idare binalari ihsa ettirmeye basladilar Onlar, bu binalar için kapicilar (bevvâb) ve bekçiler (mustahfiz) tayin ettiler Böylece bu vakiflarin her biri, gerçek mânâda birer idarî merkeze kavustu Söz konusu idare binalarinin ihdas edilmesi, Osmanlilardaki vakif idaresinin merkezîlestirilmesi için atilmis bir ilk adim olarak kabul edilebilir
Osmanli Devleti'nin ortadan kaldirilisina kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çikarilan 429 sayili kanunla ilga edilerek Basbakanliga bagli bir Umum Müdürlüge havale edildi 429 sayili kanunla Vakiflar Umum Müdürlügü de kurulmus oldu Bununla beraber bu kanun, vakiflarda fazla bir degisiklige sebep olmuyordu Cumhuriyetten sonra vakif mevzuatinda ilk mühim degisiklik, 5 Haziran 1935 tarih ve 2762 sayili kanunla yapildi Bu kanun 5 Aralik 1935 tarihinde yürürlüge girdi
Vakiflarin kurulusu, kurulus sartlari ve idaresi gibi hukukî özelliklerine isaret ettikten sonra bir vakfin resmen tesis edilmis oldugunu gösteren belgeden (vakfiye) bahs etmemek, konu için bir eksiklik olarak kalacakti Onun için biz de fazla teferruata girmeden bu hukukî belgeden söz etmek istiyoruz
VAKFIYE
Vakfiye, vakfin vâkifi (vakf eden, vakfi tesis eden) tarafindan hazirlanmis nizamnâmesine verilen bir isimdir Vakfiyeler, kadilik siciline kayd edilip islendikten sonra kesinlesirlerdi
Islâm tarihinde ilk vakfiyenin Hz Ömer tarafindan yazildigi söylenmekle birlikte bunun, Hz Peygamber devrinde mi, yoksa Hz Ömer'in halifeligi zamaninda mi olduguna dair kesin bir bilgiye sahip degiliz Büyük bir ihtimalle bu, Hz Ömer'in halifeligi döneminde olmustur
Tarih boyunca vakfiyeler, tas, deri ve kagit gibi yazi için elverisli bulunan malzeme üzerine yazilarak günümüze kadar gelmislerdir Sayet vakfin mevzuu bir bina ise, bazan vakfiyenin özeti binanin duvarlarindan birine kazilirdi Nitekim Türkçe ile vakfiye olan Germiyanoglu II Yakub Bey (ö 1428) vakfiyesinin tas üzerine yazildigini biliyoruz
Tarih ve medeniyet açisindan bakildigi zaman vakfiyeler, büyük bir önem tasirlar Çünkü bunlar, bize milletin muayyen bir zamanindaki hayat ve kültürüne ait muhtelif olaylari ile sekilleri görme imkâni verirler Keza vakfiyeler, Müslümanlarin ekonomik ve sosyal hayatlarinda önemli rol oynamis olan vakif tesisinin nasil çalistigim, kimlerin bunlari idare ettigini, kimlerin vakif gelirinden istifade ettigini vs gibi hususlari ögrenmemize yardimci olurlar Bunlardan (vakfiyelerden) vakfin büyüklügüne göre hacimli olup defter gibi olanlar bulundugu gibi, muhtasar ve tek sayfa seklinde olanlar da vardir Bu arada rulo seklinde uzun ve kalin varaklar halinde olanlar da bulunmaktadir Mufassal olanlar uslûb bakimindan edebî degeri yüksek olan eserlerdir
Vakfiyelerde, Allah'a hamd ve senâ, Resûlüne salât ve selâmdan sonra hayir yapmaya tesvik edici, sadakanin sevabindan bahs edici âyet ve hadisler verilir Bazan konuyu daha cazip hale getirmek, insani tesvik etmek ve edebî san'at yapmak bakimindan âyet ve hadisler, siirlerle de desteklenir Bütün bunlar vakfiyenin mukaddimesi kabilinden olduklari için hukukî bünyeden sayilmazlar Bu mukaddimeden sonra vakfiyelerde genellikle su hususlar yer alir:
1- Vakf olunan mallarin neler oldugu
2- Vakf olunan bu mallarin nasil idare edilecegi
3- Vakif gelirlerinin, nerelere ve kimlere hangi sekillerde verilip sarf edilecegi
4- Vakfin kimler tarafindan idare edilecegi, müessesede kaç kisinin çalisacagi, bunlara ne miktarda ücret ödenecegi, bu ücretlerin hangi gelirlerden elde edilecegi, esyanin fiyati vs gibi konular, teferruatli bir sekilde açiklanir
5- Hakimin (kadi), vakfin sihhat ve lüzumuna dair olan hükmü
6- Sonunda da tarih ile kadinin mührü bulunur
Vakfiye, eb'ad, bakimindan ister büyük, ister küçük olsun, mahiyet itibari ile içindekiler üç ana bölümden meydana gelir Bunlar:
a Dîbâce (Giris): Vâkifin, vakfi kurma sebep ve gayesinden bahs eden bu bölüm, âyet ve hadislerle kuvvetlendirilir
b Vakfin Hizmet Sartlan: Gelir kaynaklan ve masraf yerlerini gösteren bu bölüm, vakfiyenin en uzun kismidir
c Sonuç: Bu kisimda müessesenin seriata uygunlugu belirtilerek, hiç bir kimsenin bu vakfa müdahale edemiyecegi anlatilir Bundan sonra da tarih ve sahidlerin imzalari bulunur
Farkli dönemlerde kurulan vakiflarin vakfiyelerinde, gerek basta ve gerekse sonda pek çok dua bulunur Vakfiye metninde geçen dualari iki kisma ayirmak mümkündür Bunlardan biri hayir dua, digeri de beddua seklindedir Vakfiyelerde bu neviden dualarin bulunmasi normaldir Zira vakif hizmetlerinin yürütülmesinde, dogru ve dürüst çalisan, hizmetin görülmesine yardimci olan yönetici ile görevlilere, bu hizmetlerinden dolayi vâkifin hayir duada bulunmasi bir çesit sükran ve minnet borcu olarak kabul edildigi için tabii bir harekettir Bundan baska, vakfiyede belirtilen hizmetleri yerine getirmeyen, ona ihanet eden, onu gayesinin disinda kullanan idareci ve görevlilere de beddua edilmektedir Vakfiyenin sonunda bulunan beddua kismi, düsünen ve basiretli kimseler için tüyler ürpertecek sekildedir Bu bedduada vakfi kötüye kullanan, onu degistiren, bilerek ona zarar veren, gelirinin azalmasina sebep olan, haksiz olarak onun malindan yiyen vs gibi, vakfa kötülügü dokunacak olanlar hedef alinmislardir
Gerçekten, ebediyet (devamlilik) sarti üzerine kurulan vakiflarda, vâkifin seneler sonra (ölümden sonra) ona müdahale edenlere baska türlü karsi koymasi mümkün degildir Bunun içindir ki o: "Allah'in, Peygamberlerin, meleklerin, insanlarin ve bütün mahlukatin lâneti"nin, vakfi degistirenin üzerine olmasini dilemekten baska bir sey yapamaz Bu sebeple vakfiyelerin sonuna bakildigi zaman, böyle bir beddua kismi görülür ki bu, insanlar için manevî bir tehdid olmaktadir Gerçekten inanan ve muvahhid (Allah'in birligine iman eden) olanlar, böyle bir bedduaya maruz kalmak istemezler
Osmanlilarda vâkif, vakfiyesini Istanbul'da Defterhâne'nin bu islerle ilgili bürolarindan birine kayd ettirirdi Defterhanede sicillere geçirilmis olan bu vakfiyeler, bugün Ankara'da Vakiflar Genel Müdürlügü Arsivinde bulunmaktadirlar Bu arsivde 26300 kadar vakfiye oldugu belirtilmektedir Bununla beraber bunlar, vakfiyelerin tamamini temsil etmekten çok uzaktirlar Ancak muhtelif vilayet mahkemelerine ait bütün ser'iyye secilleri ve tahrir defterleri tarandiktan sonradir ki, Osmanlilar döneminde kurulmus bulunan vakiflarin sayisi yaklasik olarak tesbit edilebilir Belli bölge veya belli zamanlardaki vakiflarin sayisi konusunda ancak iki örnek zikr edilebilir Bunlardan biri 927-1005 (1519-1596) yillari arasinda Istanbul'da tesis edilen vakiflarin sayisidir ki, bunlarin yekûnu 2868'dir Bu konuda baska bir örnek te 1718-1800 yillari arasinda Haleb'te kurulmus vakiflarin sayisidir Buna göre belirtilen tarihte Haleb'te 485 vakif kurulmustur
Vakfiyelerin en eski tarihi tasiyanlarindan, en yenilerine kadar tedkik edilecek olursa bunlarin kültür ve medeniyet tarihimizin bir çok özelliklerine isik tuttuklari görülecektir Nitekim, bunarin; tarih, kültürel gelismeler, folklorik özellikler, sanat tarihi ve sosyolojik yönleri ile toplumun bilgilendirilmesine de yardimci olduklari görülür Vakfiyelerin bu özelliklerine kisaca temas ederek, bu vesikalar üzerinde uzmanlarin hangi yönleri ile arastirma yapabileceklerine isik tutmaya gayret edecegiz
Vakfiyeler, düzenlendikleri dönemin tarihine isik tutan önemli belgelerdir Bilhassa hükümdar, bey, zengin ve bunlarin yakinlarinin düzenledikleri vakfiyeler, bu sahislarin hem hayatlari, hem de sahsiyetleri hakkinda bilgi sahibi olmamizi saglarlar
Vakfiyeler, birer müessese olan vakiflarin, ilk elden incelenmesi gereken kaynaklaridir Gerek dinî, gerek sosyal, gerekse ilmî müesseselerde çalisan insanlarin hangi isleri yaptiklari, çalisma sartlarinin nasil olduklari ve hatta yetisme ortami bakimindan bize bilgi veren yegane kaynak o müessesenin vakfiyesidir
Vakfiyeler, birçok özellikleri yaninda döneminin iktisadî hayati hakkinda da faydah bilgiler verirler Gerek fiyat hareketleri, gerekse insanlarin geçim standartlarini tesbit etmemize yardim edecek bilgiler, vakfiye metinlerinde mevcut bulunmaktadir Bu bakimdan, dönemin iktisadî tarihini yazacaklar için vakfiyeler, basta gelen kaynaklar arasinda zikredilebilir Keza vakfiyeler, sehir tarihçiligi ile ugrasanlar için de birer kaynaktirlar Zira vakif müessesesi, kuruldugu sehrin bir parçasidir Dolayisiyle vakif müessesesinin tarihi, o sehrin tarihi ile iç içedir Özellikle sehrin yerlesim durumu ile halkinin dagilimi hakkinda bilgilerin yer aldigi vakfiyeler, bize, bölgenin cografyasi, siyasî ve fizikî haritasi, hatta iklimi bakimindan da bilgi sahibi olma imkani veren yardimci vesikalar hüviyetindedirler
Vakfiyeler, kültürel özellikleri bakimindan da önemli birer vesika olarak karsimiza çikmaktadirlar Nitekim vakfiyelerde kullanilan dil ve uslûb, gelisi güzel degil, belli bir sistem ve usûle bagli olarak kullanilmaktadir Bu sebeple vakfiyelerin kendilerine ait özel bir dili bulunmaktadir
Vakfiyeler, halkin günlük yasayislari hakkinda bilgiler vermekle, toplumun folklorik özelliklerine de isik tutarlar Kara Ahmed Pasa vakfiyesinde Ramazan ve Kurban bayrami ile mübarek gün ve gecelerde halkin yasayisi hakkinda bilgiler bulunmaktadir Giyecek ve yiyecek satin alinabilmesi için kayitlar konulan vakfiyede bu günlere mahsus yemeklerin pisirilmesi için gerekli malzemenin alinmasi gayesiyle vakif gelirlerinden tahsisatlar ayrildigi görülmektedir Keza vakfiyelerde devrin isinma kültürü bakimindan da bilgilerin bulunduguna tesadüf edilmektedir Kisin odun ve kömürün yakildigini gösteren metinler, bunun açik birer delilidir
Misafir karsilama ve ugurlama âdetleri ile bineklerin kullanimi hakkinda bilgiler buldugumuz vakfiyelerde, sünnet geleneginin Anadolu'da nasil oldugunu gösteren ifadeler de bulunmaktadir
2 VAKIFLARIN HIZMET SAHALARI
Allah'in rizasini kazanmak gayesiyle, baskalarina karsiliksiz yardim etmek gibi bir prensipten dogan vakiflar, toplumun hayir ve iyiligine olan her yerde saglam birer sigorta teskilâti gibi vazife görüyorlardi Günümüz sigorta sirketlerinden daha üstün olduklarini söyleyebilecegimiz bu müesseseler, "sadaka-i câriye" denilen hayir çesitlerinin basinda gelmektedirler Bu bakimdan, Islâm âleminin hemen her yerinde rastladigimiz vakiflarin yardim elini uzatmadigi bir saha görmek mümkün degildir Dünyanin, her dönem ve bölgesinde görülebilen yoksullarin elem ve izdirabini gidermek, yollar, köprüler, çesmeler, su bentleri, okul, cami, hamam, hastahane, tekke, zâviye vs gibi daha nice hizmetleri yerine getiren bu müesseselerin pek çok çesidi bulunmaktadir Bu bakimdan, "toplumda birer sigorta vazifeleri görüyorlardi" derken bir gerçege isaret ediyorduk Hatta bir mânâda sigortalardan daha ileri seviyede bir hizmet ifa ediyorlardi denebilir Çünkü sigortalar belli bir süre aidat yatiranlara bu katkilarindan dolayi hizmet verirler Fakat vakiflar için böyle bir sey söz konusu degildir Onlar, tamamen karsiliksiz hizmet ediyorlardi Asagida verecegimiz birkaç örnek, bütün bu söylediklerimizde ne kadar hakli oldugumuzu gösterecektir
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardimi yapmak; ögrencilere elbise ve yemek vermek; evlenecek genç kizlara çeyiz hazirlamak; her günün ihtiyaçlari yanisira efendileri azarlamasin diye kâse ve bardak gibi kapkacak kiran hizmetçilere verilmek üzere para vakiflarinin yapildigini biliyoruz Bu vakiflari kuran hayirsever insanlar, sadece bununla da yetinmiyorlardi Onlar, divitinde mürekkeb kalmayanlarin divitlerine mürekkeb koymalari için "Mürekkeb Vakfi"ni da kuruyorlardi Halka meyve ve sebze verilmesi, çalisamayacak derecede yaslanan kayikçi ve hamallarin bakimi için vakif tesis edilmesi, çocuklarin emzirilmesi gayesiyle kurulan vakiflar, sehirlerdeki cadde ve sokaklarin temiz tutulmasi için ecdad tarafindan yapilan vakiflari bütün bu söylediklerimiz için sahit gösterebiliriz Bilhassa temizlik bakimindan günümüz insaninin düsünemeyecegi ve fakat anlatildigi zaman da hayrette kalacagi bir vakiftan söz etmek yerinde olacaktir Buna göre sokaklara atilan tükrük ve balgamlar ile insani tiksindiren diger maddeler, üzerine kül döktürülmek suretiyle çirkin manzaralarini ve zararlarini gidermek için para tahsis edip adamlar tayin eden hayir sahipleri (vâkif) de vardir Osman Nuri Ergin bu konuda su örnegi verir: "Ser'î mahkeme sicillerinde söyle vakif ve vakfiyelere rastlamak mümkündür Söz gelimi Serez'deki vakfiyeye göre her gün iki adam bir kaba kül koyarak sirtlarina alip çarsi ve pazari geziyor, nerede bir tükrük veya balgam görürlerse üzerlerine bir miktar kül serpip geçiyorlarmis Külün antiseptik bir madde oldugu düsünülürse atalarimizin tatbik ettikleri usûl daha dogru ve daha iyi degil midir?" Keza, oyuncagi bulunmadigi için arkadaslari ile oynayamayan çocuklara oyuncak alinmasi ile ilgili vakiflari tesis edip meydana getiren hayirseverlerin yaptiklari, bu kadar da degildir Selçuk Hatun gibi, biraktigi vakif bahçe ve tarlaya her yil muhtelif cinsten 100 meyve agacinin dikilmesini sart kosanlar da vardi Abdullah oglu Haci Ibrahim, Yeni Cami'de duran leylekler için yilda 100 kurus yem parasi vakf etmisti Yorganci Ismail Çelebi, Beykoz'daki tekkeye vakf ettigi mandirada çalisan esirlerin (köle ve cariye) münasipleri ile evlendirilmesini sart kosar ve "gence kari, kariya genç tezvic olunmaya ve evladlari dahi uslûb-i mezkûr üzre tezvic oluna" diyerek yaslari birbirine yakin olmayan gençlerle yaslilarin birbirleri ile evlendirilmemesini ister Bunlardan, vakfa 10 yil hizmet edenlerin de azad edilmesi, vakfiyenin sartlari arasinda yer almaktadir Sonuç olarak sunu diyebiliriz ki Osmanli toplumunda vakiflarin hizmet götürmedigi bir sahayi görmek hemen hemen mümkün degildir Bununla beraber biz, vakiflarin hizmet sahalarini asagida görülecegi sekilde bir tasnife tabi tutabiliriz:
a) Dinî hizmetinm ifasi için yapilmis bulunan vakiflar: Cami, mescid, tekke, namazgâh vs
b) Egitim ve kültürle ilgili vakiflar: Mektep, medrese, kütüphâne, dâru'l-hadis, dâru'l-kurra vs
c) Sivil ve askerî sahada hizmet eden vakiflar: Evler, saraylar, kislalar, tophaneler, silah saraylari, bahçeler
d) Ekonomik sahada hizmet veren vakiflar: Çarsilar, bedestenler, arastalar, hanlar, kapanlar, dükkânlar vs
e) Sosyal hizmetler için kurulmus bulunan vakiflar: Hastahaneler, dâru's-sifalar, kervansaraylar, imâretler, dâru'l-acezeler, kör evleri, çocuk emzirme yurdu, cüzzamlilar yurdu vs
f) Su hizmetleri ile ilgili vakiflar: Çesme, sebil, sadirvan, su kemerleri, bentler, hamamlar, kaplicalar vs
g) Spor hizmetleri için yapilmis bulunan vakiflar: Pehlivan ve kemankes (okçuluk) tekkeleri, ok meydanlari, spor âbideleri
Bundan baska vakiflarca kurulan tesislerde vazife yapan ve bundan dolayi ücret alip geçimini saglayan nisanlarin meydana getirdigi yekûn, büyük rakamlarla ifade edilmektedir Bunlara ödenen meblagin büyüklügü düsünülürse vakiflarin ne denli birer hizmet unsuru olduklari anlasilir
Osmanli toplumunun sosyal hayatinda önemli rol oynayan bu müesseselerin tamamindan bahs etmek mümkün degildir Zira Osmanli toplum hayatinda dogum ile ölüm arasindaki hayat çizgisinin bütün köse baslarinda vakiflari görmek mümkündür Bunun için "Kisi vakif bir evde dogar, vakif bir besikte büyür, vakif bir müesseseden beslenir, vakif bir evde ikamet eder, vakif bir müessesede çalisir, vakif bir evde ölür, vakif bir tabuta konur ve vakif bir mezarliga defn edilir" denilmistir Gerçekten, Osmanli toplum hayatinin bütün sinif ve safhalarinda tesirleri görülen bu müesseselerin tamamindan ve yeterince teferruatli bir sekilde bahs etmek mümkün degildir Bununla beraber biz, bu eserlerin çesitlerine göre bazi örneklerinden ana hatlari ile söz etmek istiyoruz

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #13
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



CAMI
Osmanli toplumunun sosyal ve kültürel bakimdan gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de câmidir Tamamen vakiflara bagli olan câmiler, mimarî yapi olarak dinî eserlerin baçinda gelirler Ibâdet, egitim, kaza (yargi), ve sura gibi toplantilarin yeri olarak insa edilen câmilerin ifa ettigi hizmetler, küçümsenmeyecek kadar büyüktür
Hz Peygamberin, Medine'ye hicreti ile baslayan câmi insaati, Hz Ömer'in halifeligi döneminden itibaren önemli merkezler basta olmak üzere Islâm dünyasinin hemen her tarafinda görülmeye baslar Daha o zamandan itibaren insa edilen câmi binalari, kuru bir yapi olarak birakilmadigi gibi bunlar, çevrelerinde çesitli hayir kurumlarinin yapilmasina da vesile oluyordu
Yapi olarak dinî mimarî grubunun basinda gelen câmi, özellikle Osmanlilarda mahallenin idare merkezi ve imamlarin karargahi idi Kendisine verilen Arapça isimden de anlasilacagi gibi câmi, halki toplayan veya halkin toplanti yeri mânâlarina gelmektedir Bu sebeple sosyal müesseselerin basinda zikredilen câmiler, hem ibâdet yeri, hem de cemaatin toplu bulunmasi sebebiyle memleket, muhit ve mahalleye ait islerin görüsülüp karara baglandigi yerlerdi Bu yüzden, sosyal bir yapi olarak büyük bir önemi haizdi Bunun içindir ki Osmanlilarda câmi, mahallenin odak noktasini teskil ediyordu Câmilerin etrafinda bazan geometrik bir düzen içinde, bazan da yerin özelligine göre çok defa belli bir estetik dikkate alinarak evler serpistirilirdi Bu evlerden baska en önemli bina medrese idi Medreseler, özel mimarî tarzi bulunan zarif ve agir basli eserlerdi Bu binalardan bir kaçi bir câmi etrafinda siralaninca bunlara kütüphane gibi yardimci tesisler de ekleniyordu Bundan baska özellikle büyük câmilerin yanina sebil, imâret, dâru's-sifa vs gibi sivil ve sosyal vazifelerin görüldügü binalar yapilirdi Bu haliyle bunlar, bir külliye meydana getirir ve âdeta yeni bir mahallenin kurulmasina yardim ederlerdi Çünkü bir câmi yaptirmak isteyen hayir sahibi (vâkif), topraga agaç diker gibi binasini tek basina yalniz ve garip birakmazdi Öyle ki yaptirdigi ibâdethaneye sosyal ihtiyaçlari karsilayacak canli bir organ karakteri vererek onu, medresesi, imâreti, mektebi, hamami ve diger müstemilati ile bütünlerdi Bunun için Osmanli sehirlerinde vakif tesisleri ehemmiyetli kuruluslardi Feth edilen sehirlerin yenilestirilmesi ve bir Türk sehri haline getirilmesinde en çok bu neviden vakif binalarin hizmeti olmustur Yeniden kurulan sehirlerde ise bu rol daha büyüktür Vakif, hem kurulan binalarin saldirici kuvvetlere karsi koruyucusu ve sigortasi görevini görmüs, hem de kurucularin millet gözünde "gâsib" gibi görülmelerine engel olmustur
Hâlâ bugün bile câmi yakininda namaz vaktinin girmesini bekleme için oturulan kahvelerin varligi, câmiler sayesinde olmustur Nitekim Istanbul'daki kahve ve kiraathânelerin açilis sebebini câmilere baglayan O Nuri Ergin, bu konuda söyle der: "Istanbul'da kahveler ve kiraathâneler de câmi teskilâti ve ibâdet yüzünden açilmistir Namaz vakitlerinden evvel câmiye gelen ve fakat kapisini kapali bulanlar, yahut iki namaz arasindaki vakti geçirmek isteyenlerin bir müddet oturmasi ve beklemesi için ilk önce her câminin yaninda birer yer tahsis edilmis ve hicretin X (M XVI) asrinda Yemen'den kahve gelince, buralarda kahve içilmesi âdet haline gelmisti Bundan dolayidir ki adina kahvehâne denmistir Kahvelerde namaz vaktine kadar halki oyalamak için bilhassa aksamla yatsi arasinda "Hamzanâme", "Battalgazi" vs gibi halk kitaplari okunurdu"
Klasik Türk câmileri, baslica su kisimlardan meydana gelirler Dis avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar ve mihrab Iç avlunun etrafi revakli olup orta yerde abdest almak için çok sayida musluklu bir sadirvan bulunur Câminin bu avlu tarafinda ve orta yerdeki kapisindan ekseriya son cemaat mahalline girilir Bu kisim, namaz vaktinden sonra gelen veyahut câmi dolu oldugu zaman cemaat tarafindan doldurularak ayri bir imamla namaz kilinan ve hususi bir mihrabi olan yerdir Buradan bir kapi ile câminin içine girilir Cemaatla namaz kilindigi vakit bu sahnda cemaat, mihrabta duran imama uyarak namaz kilar Mihrabin saginda hutbe için bir minber vardir Câminin uygun bir yerinde müezzin mahfili oldugu gibi zeminden yüksekçe sofalari ve büyük câmilerin üst katlarinda hünkâr mahfilleri bulunur Câmilerin binalarina bitisik bir veya daha fazla minare bulunur Bunlar, ezan okunmaya mahsus tek veya müteaddid serefeli olurlar Bazi selâtin câmilerinde minarelerin üçer serefesi bulunur Büyük câmilerin etrafinda daima büyük bir avlu vardir Buraya çogu zaman agaçlar da dikilir Böyle büyük câmilerin yaninda türbe ve mezarliklardan baska sebil, imâret, mektep, medrese, kütüphâne gibi binalar da bulunur Bunlarin tamami, bir külliye meydana getirir Ve âdeta müstakil bir mahalle olustururlar
Günümüzde, çesitli yönleri ile kendilerinden yararlandigimiz câmiler, tarihte de ayni özellige sahip olduklari için görüntüleri ile yabancilari cezb etmekten ve onlari kendilerine hayran birakmaktan geri kalmazlardi Bunu, seyyahlarin eserlerinden takib etmek mümkündür Nitekim XIX asrin ilk yarisinda Osmanli ülkesine gelen Gerard de Nerval "Voyage en Orient" adli seyahatnâmesinde bu hayranligini söyle dile getirir: "Ayni anda Istanbul âbidelerinin yükseldigi geri plânda sihirli bir manzara belirmeye basladi Karanlik çöktükçe kubbeler üzerinde ve minare aralarinda mahyalar yaniyor, sehir isil isil parliyordu Süphesiz, mahya denilen isikli harflerle, bir seyler anlatiliyordu Binlerce geminin diregi gibi göge uzanan minarelere isiktan halkalar takilmisti Bunlar, o narin serefeleri aydinlatiyor ve gökyüzüne resm ediyordu Baska günlerde pek tatli ve agir olan müezzinlerin her taraftan yükselen sesleri o gün bir zafer sarkisini andiriyordu
Osmanlilarda câmi mimarisi, bu sahada yeni uslûb ve ekollerin dogmasina da sebep olmustu Bu bakimdan, kisaca bunlardan bahs etmek, mimarlik tarihimiz açisindan faydali olacaktir Bunlar:
1 Bursa Uslûbu (1325-1501): Bursa'nin fethinden Istanbul'da Bâyezid Camii'nin yapilmasina kadar olan devre Bursa'daki Ulu ve Yesil Câmi'ler bu uslûbun ilk örnekleridir Osmanli mimarisinin bu ilk devresine ait örneklerine Edirne'de de rastlanir Bu tarz mimarî, Istanbul'un fethinden sonra da bir müddet devam etti Edirne ve Istanbul'un ilk anitlari asagi yukari hep bu uslûba uyularak yapilmistir
2 Klasik Üslûb (1501-1616): Bâyezid Câmii'nden Sultan Ahmed Câmii'nin yapilisina kadar olan devre Osmanli mimarîsinin bu klasik devresi, 1501-1506 yillari arasinda Istanbul'da insa edilen Bâyezid Câmii ile baslar Bu câmi ile birlikte yeni bir mimarî tarz ortaya çikti Câminin plani, Bursa'daki Yesil Câmi'nin ilkel seklini korumakla beraber kubbeyi büyütmüs; bunu, binanin kalin duvarlarina dayandiracak yerde dört büyük ve kalin sutûna istinad ettirmistir Bu düzen, mimara yan sahnlar elde etme imkâni vermistir Bu yan sahnlar, ya baska küçük kubbelerle ya da küçük yarim kubbelerle örtülmüstür Bu andan itibaren mimarî artik yeni bir safhaya girmektedir Ilk devrin câmileri ve âbideleri bu devrin binalari yaninda agir ve kaba kalmaktadir Mimar Hayreddin, câmiin tamamina, o zamana kadar bilinmeyen bir ahenk ve karekter vermistir
Bu uslûbun örneklerinden bir kaçi söyledir: Sultan Selim I Câmii, Süleymaniye Câmii, Sehzâde Câmii, Edirne Selimiye Câmii
3 Yenilestirilen Klasik Uslûb (1616-1703): Bu tarz mimarinin ilk örnegi Sultan Ahmed Câmiidir Bu dönemde mimarî gelismede ani bir degisiklik oldu Mimar Sinan tarafindan tesbit edilen plan modeline göre yapilan Sultan Ahmed Câmii'nin, klasik uslûbla yapilmis binalardan farkli bir karakteri ve yüzü vardir
Câmiinin mimari olan Mehmed Aga, Mimar Sinan'dan daha ileri gitmek ve kendi orijinalligini göstermek hevesine kapilmisti Klasik dönemin büyük câmilerini taklid eder görünmek istemeyen Mehmed Aga, yasadigi devrin mimarî geleneklerini terk etti Mehmet Aga, klasik Camiin planina ve dis sekline sadik kalmakla beraber iç görünüsünü tamamen degistirdi Bu dönem, Sultan III Ahmed devrine kadar devam etti
4 Lâle Devri (1703-1730): Sultan III Ahmed devri Bu devrin önemli bazi mimarî eserleri sunlardir: III Ahmed Çesmesi Bu çesme, Ayasofya Camii ile Topkapi Sarayi yaninda 1729 yilinda yapilmis olan çesmedir Lâle devrinin en karekteristik âbidelerinden biridir Çesmenin krokisi
bizzat padisah tarafindan yapilmistir Bundan baska Azapkapi çesmesi, Üsküdar ve Tophane çesmeleri de bu dönemin baslica eserleri arasinda zikredilirler
5 Barok Uslûbu (1730-1808): I Mahmud ve III Selim devirleri Bu dönemde Avrupa'dan getirilen esya ile gelen turistler (seyyah), Türklerin zevklerinde büyük bir degisikligin meydana gelmesine sebep oldular Artik Osmanli sanatçisi da rönesanstan etkilenmeye baslamisti Eski motifleri birakan sanatçilar, rönesans eserlerinde yeni bir takim fikirler buldular Onun için yavas yavas klasik sekillerden uzaklasildi Mimar Sinan ekolunun alisilmis sekilleri ve lâle motifleri terk edildi Bununla beraber Türk sanatçilari bu uslûbu kendilerine göre yorumladilar Böylece, Batx barokundan farkli bir uslûb meydana gelmis oldu Bu tarz, XIX yüzyil baçlarina kadar sürdü Bu tarzin örnekleri arasinda Nuru Osmaniye Camii (1757), Lâleli Camii (1763), Hamidiye Imâreti, Harem'de Selimiye Camii ve kislasini sayabiliriz
6 Ampir Uslûbu (1808-1874); Sultan II Mahmud ve Abdülmecid ile baslayip Abdülaziz'in saltanatina kadar sürmüstür Fransa'da barok uslûbundan sonra gelen ampir uslûbu, o dönem Osmanli ülkesini de etkiledi Sultan II Mahmud zamaninda 30 yillik süre içerisinde yapilan binalarda hep bu uslûb kullanildi Bununla beraber Osmanli ülkesinde bu uslûba yeni bir karekter kazandirildi Burada hayvan figürleri kullanilmadi II Mahmud türbesi bunun örneklerinden biridir Ortaköy Camii ile, Ermeni Karabet Balyan tarafindan yapilan Dolmabahçe Sarayi, ampir ve barok karisimi bir uslûbla insa edilmistir
7 Yeni Klasik Uslûb (1874-1930): 1861 yilinda padisah olan Sultan Abdulaziz zamaninda mimarî sanatinda bir çöküntü dönemi yasaniyordu O zamanlar, Rum ve Ermenî mimarlari, Türk sanat ve zevkine uymayan tuhaf bir takim binalar yapiyorlardi Avrupa mimarî eserlerinden kopya suretiyle alinmis motifler bu uslûpta açikça görülüyorlardi Konya'da, Sultan Abdulaziz'in annesi Pertev Nihal Sultan tarafindan yaptirilan Aziziye Camii, Türk sanati ile ilgisi bulunmayan bu sanatin tipik örneklerinden biridir Istanbul Aksaray'da yaptirilan Valide Camii de bu tarzda bir eserdir
Osmanli döneminde daha kurulus yillarindan itibaren baslayan vakif gelenegi, câmi ve görevlileri için gelir getiren birçok tesisin meydana gelmesine sebep olmustur Böylece vakiflar, günümüzde devlet bütçesinden maas almak suretiyle geçimlerini saglayan pek çok kimseyi, devlet bütçesine yüklenmeden besleyebiliyorlardi Bundan baska câmi ve diger dinî müesseselere vakf edilen emlâkin, mütevelli, câbi, muarrif vs gibi görevlileri de hizmetlerine karsilik devlete daha fazla yük olmadan geçimlerini sagliyorlardi Maaslari vakif tarafindan karsilanan görevliler ile bunlarin tayinlerine isaret eden pek çok belge bulunmaktadir XVIII asir Osmanli cemiyetinde camilerdeki görevlilerin isim, sayi ve maaslarini belirten bir cetveli buraya almakla câmilerde vazife görenlerin sayilarini ögrenme imkânini bulacagimiz gibi devlet hazinesine yük olmadan ne denli bir masrafin yapildigini da ögrenmis olacagiz Baska bir cetvel ile de resmî vazifeli olmadiklari halde yine camilerde dua etmek, Kur'an okumak gibi hizmetlerinden dolayi vakiftan ücret alanlarin miktar ve ücretlerini ögreniyoruz
Yedi mescid ve altmis camide görevlendirilmis kisilerin sayilari ve akçe olarak günlük ücretleri
Ücret Kategoriler Görevli Ücret
Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-3940-49 50-120 Toplami Toplami
Imam 29 17 26 11 10 3 9 105 1736
Eczâhân 49 68 47 20 184 1338
Vâ'iz 6 28 27 3 10 2 5 81 1305
Müezzin 81 51 47 179 1117,5
Hatib 28 13 17 6 4 2 1 72 791
Kayyim 32 29 25 5 1 92 715,5
Devirhân 56 35 27 118 686
Desi'âm 4 11 11 4 2 3 35 525
Ferras 49 35 8 92 416
Seyhü'l-kurrâ 4 15 3 6 2 31 407
Müderris 1 4 1 2 8 277
Bevvâb 6 25 1 32 170
Talebe, sibyan 60 60 160
Na'athân 7 9 5 21 154
Muvakkit, sa'âtî 1 1 3 1 1 6 129
Mu'allim-i sibyan 3 2 1 1 1 8 80
Muhaddis 1 1 1 1 4 60
Hâfiz-i kütüb 5 2 2 9 45
Kandilci, sirâcî 23 36 4 63 326
Buhûrî 4 1 1 6 27
Muhammediyehân 3 1 4 15
Hâfiz-i seccâde 9 9 16
Mahyaci 1 1 2 20
Hatm-i hâcegânhân 1 1 1 2 14
Delâil-i hayrât kârî 7 7 14
Sifâ-i serif hocasi 1 1 4
Digerleri 20 11 3 2 36 194,5
Toplam 486 393 261 60 33 10 21 1264 10743
Du'gûyân'in sayisi ve akçe olarak günlük ücretleri
Görevli Ücret
Görevliler 1-4 5-9 10-19 20-29 30-39 40-49 150 Toplami Toplami
Du'ûgûyân 34 41 11 2 1 1 90 841
Eczâhân 449 8 49 9 1 516 2267
Du'âciyi hatm-i serîf 1 1 10
Yâsinhân 6 3 9 47
Tebârekehân 1 1 10
Mülkhân 7 7 13
îhlâshân 8 1 9 36
Hatimhân 3 1 7 11 120
Fethhân 1 1 5
En'âmhân 14 14 42
Ammehân 1 1 1
Delâil-i serifhân l 1 5
Nâzir-i cüzhân l 1 1
Müvezzi', sandûkî 13 1 14 26
Hafizieczâ' 6 1 7 13
Noktaci 13 2 15 30
Sermahfil 3 1 4 9
Buhurcu 2 2 2
Ed'iyye-i me'sûrehân l 1 5
Toplam 561 58 72 2 10 1 1 705 3478
Osmanli toplumunun ekonomik, sosyal ve kültürel bakimlardan gelismesine yardimci olan câmilerde görev yapan ve adina kisaca "imam" dedigimiz görevlinin vazifelerinden de biraz söz etmek yerinde olacaktir Mahallenin dinî, idarî ve beledî yöneticisi durumunda bulunan imamin vazifesi, günümüzdeki gibi mihrab ile minber arasina sikisip kalmamisti Osmanlilarda imamlik, sorumluluk alani genis ve önemli bir vazife idi Bundan dolayi bazi zâbita ve beledî isler de yine mahalle imamlari tarafindan takip edilirdi Mesela ahlakî yönden zabitayi ilgilendiren olaylardan imam sorumlu idi Nüfus kayitlari, dogum, Ölüm, evlenme, bosanma gibi islemler de imamlar vâsitasiyle yerine getirilirdi Mahalleye gelip gidenler, mahalle halkini rahatsiz edecek sekilde uygunsuz davrananlar, içki içip sarhos olanlar ile benzer kimseler, imamlar tarafindan gözetilirdi Tabir caiz ise onlar, mahallenin gören gözü isiten kulagi idiler Vazifeye tayinleri padisah berati ile olan imamlarin bu özelliklerini belirten pek çok arsiv belgesi bulunmaktadir Bu bakimdan bunlara örnek vermeye bile ihtiyaç hissetmiyoruz Ancak baska hukukî bir durumu ortaya koymasindan dolayi bir belgeden söz etmemiz gerekir 2 Receb 972 (3 Subat 1564) tarihini tasiyan ve Edirne Kadisi'na gönderilen bir hükümde, imam ve hatiplerin, vazifelerine dair çikan beratlarini alti aya kadar almalari gerektigi bildirilmektedir Bu müddet içinde beratlarini almayanlarin vazifeye tayin edilemeyeceklerini de yine adi geçen belgeden ögreniyoruz Herhalde bu yüzden olsa gerek ki, baska bir vesikaya göre resmen imamlik vazifesi ile tayin edilmeyen kimseler için adi geçen tabirin (imam) kullanilmasi bile mümkün görülmemektedir Bir baska belgeden ögrendigimize göre sadece mahalle veya köy halkinin istegi ile görev yapanlar için "imam" tabiri yerine "Namazci" ifadesi kullanilmaktadir
Osmanli Devleti'nde, imamlik vazifesine getirilen kimse, özellikle sosyal faaliyetleri bakimindan basi bos birakilmazdi Kadilar, her zaman imamlari teftis edebilirlerdi Bu teftislerde onlar sadece dinî görevleri degil, mahalledeki diger hizmetlerin yapilip yapilmadigini da arastirirlardi Bu bakimdan isinin ehli olmayan kimseler vazifeden uzaklastirilirlardi
Memleketimizde 1245 (1829) senesinde muhtarlik teskilati kurulana kadar mahalle yöneticisi olan imamlar, kadi'nin bir nevi temsilciligini yapiyorlardi Kadilarin, yerine getirmeleri gereken pek çok iste imamlardan yardim gördüklerine sahid olunmaktadir Bu meyanda onlar, mahallenin düzeninden, halk arasindaki ahenk ve baristan sorumlu idiler Arsivlerimizdeki birçok belge, imamlarin bu konudaki yetkilerine isik tutmaktadir Nitekim Muharrem 1130 (Aralik 1717) tarihini tasiyan asagidaki su hüküm dikkat çekicidir Biz bu hükmün bir kismini aynen buraya almayi faydali görüyoruz:
"Âsitane kaymakamina ve Istanbul Kadisi'na ve Sekbanbasiya ve
Hassa Bostancibasiya hüküm ki: Mahrûse-i Istanbul'da bazi mahallatta fevahis taifesi tavattun ve âdet-i mazmûmeleri üzre bazi erazil ve müdmin-i hamr olan eskiya ile ihtilat ve irtikab-i fisk u fücûr ve baise-i fitne ve fesad olduklari mesami-i âliye-i malûkâneme ilka olunup emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker'in meviza-i kerime muktezasinca uhde-i cenab-i hilafetmeabimi vacib ve zimmet-i mehin vârid-i töhmet-i cihanyanima lazim vârid olmagla sen ki vezir-i müsarun ileyh ve siz ki muma ileyhimsiz insaallahu taala is bu emr-i serif-i vâcibu'l-imtisâlim vusûluna mahruse-i Istanbul ve tevabü mahallati imamlarina mahallelerine fevahis sakin olmamak üzere ve ahalisi dahi evkat-i hamsede cemaat ile eday-i salâti mefruza içün hazir olup ve içlerinden tarik-i salât ve siirb-i hamr ve sair menâhiyi mürtekib olanlar, mahallelerinden ihraç olmak üzere" diye devam eden emre göre mahalle imamlari kendi mahallelerinden sorumlu tutulmaktadirlar Vesikanin metnini verdigimiz için burada fazla bir açiklama yapma geregini duymuyoruz Keza,Haslar Kadisi'na selh-i Safer 975 (7 Agustos 1567) tarihinde yazilan bir hükümde de Eyyub ve civarindaki mahallelerde bulunan fisk ve fücûr ehlinin mahallelerden çikarilmasi, kahve ve sair oyun yerleri ile fuhsiyatla istigal eden kadinlarin bulundugu yerlerin kapatilmasi için de imamlardan yardim istenmektedir Bu emirlere itaat etmeyenlerin haps edilmesi isinde de kadiya yardim etmek üzere mahalle imamlari ile kethüdalarin görevlendirildigi adi geçen belgeden anlasilmaktadir
Gazete, radyo, televizyon vs gibi nesir araçlarinin bulunmadigi bir dönemde devlet, her türlü emir ve yasaklarini imam ile câmi vâsitasiyle halka bildiriyordu Bu sayede devlet, memleketin her yerinde ayni anda (yatsi namazi vakti) emir veya yasaklarini bildiriyordu Zira o asirlarin toplum suuru geregi, mahallede ergenlik çagina gelmis bulunan erkeklerin büyük bir kisminin yatsi namazi vaktinde camide toplanacaklarini bilirdi Bildirilmesi istenen bir emrin mevcudiyeti halinde imam, günün son ibadeti olan yatsi namazini müteakip: "Ey cemaat, dagilmayiniz, hükümetin emri vardir, simdi söyleyecegim" der ve kendisine verilen emri ilân ederdi
Günümüzle mukayese edildigi zaman gerçekten büyük bir farklilik gösterdigine sahid oldugumuz Osmanli devri mahalle imamlarinin bu görevleri, o kadar önemli ve devamli bir hal almisti ki, sehir merkezinde kadilik müessesesi büyük bir sarsintiya ugrayip fonksiyonunu yitirdigi halde, o müessesenin alt kademedeki temsilcisi olan mahalle imamlarinin durumu o kadar sarsilmamistir Bununla beraber, memlekette bu derece önemli hizmetler ifa etmis olan imamlarin yetkileri, degisen dünya sartlarina göre zamanla daraltilmistir Bu durum, Tanzimat (1839)'a takaddüm eden senelere kadar uzanmaktadir Tanzimat'a dogru mahalle yöneticisi statüsündeki imamlarin, din isleri disinda yönetim ve diger dünya isleri ile mesgul olmalarini önlemek için, danismalari gereken ve halk tarafindan seçilen birkaç muhtar, imamlarin yanina verilmistir Böylece 1829'da baslayan bu muhtar seçme isi, asirlarca mahalle islerinin yönetimini üstlenen imamlarin yönetimdeki vazifelerine son vermek için atilmis bir adim oldu Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasi ile de imamlarin vazifesi sadece câmiye hasr edilmistir

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #14
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



TEKKE
Islâm dünyasi kültür ve sosyal hayatinda önemli yeri bulunan müesseselerden biri de tekkedir Tasavvuf düsüncesinin, anlayis ve terbiyesinin islendigi, derinlestirildigi ve halka takdim edildigi tekkeye (tekye), zâviye, hankah ve dergâh gibi isimler de verilmektedir Ilk tekkenin Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafindan kurulmasindan kisa bir müddet sonra her tarafta yayilan ve dolayisiyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kurulus faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerlesmesinde de büyük ölçüde rol oynadilar Anadolu'nun Islâmlastirilmasinda da tekkelerin oynadigi rol, inkâr edilemeyecek kadar büyüktür Nitekim Mentese Beyligi adli arastirmasinda Paul Wittek, adi geçen bölgede dervislerin Islâmlastirma hareketlerinde nasil faal bir rol oynadiklarini anlatir
Tekke ve zâviyelerin, Osmanli fütûhatim kolaylastirmada büyük bir ehemmiyeti haiz olduklarini biliyoruz Zira Osmanogullari ile birlikte birçok seyh, gelip Anadolu'nun bati taraflarina yerlesir Bu yeni gelen dervis muhacirlerin bir kismi, gazilerle birlikte memleket açmak ve fütuhat yapmakla mesgul oluyor, bir kismi da o civardaki köylere veya tamamen bos ve tenha yerlere yerlesiyorlardi Köy veya bos araziye yerlesenler, bu yerlerde müridleri ile birlikte ziraat ve hayvan yetistirmekle mesgul oldular Bunlar, özellikle bos topraklar üzerinde zâviye kuruyordu Bu sayede buralar kisa bir zamanda din,kültür ve imar merkezleri haline geliyordu Bu zâviyelerin, ordulardan önce gelip hudud boylarina yerlesmeleri, onlarin (ordularin) harekâtini kolaylastiriyordu Bundan baska Osmanlilar, fetihlerden önce istedikleri yerlere dervis gönderiyorlardi Böylece yerli halkin psikolojik olarak hazirlanmasi saglaniyordu Evliya Çelebi'deki bir kayit bunu teyid etmektedir Tekke seyhleri, maddi olarak da orduya yardim ediyorlardi Nitekim gerek Âsikpasazâde, gerekse Nesrî'de bulunan asagidaki ifadeler, bu yardimlarin, ordularin sevk ve idaresi için ne denli kiymetli oldugunu göstermektedir Buna göre Göynük ve Taraklu'ya hazirlanan bir akinda Osman Gazi, Köse Mihal'in tedbirlerini sevab (dogru) bilip güzati cem' edüp gelüp Bes tas (Besiktas) zâviyesine konup seyhine Sakari (Sakarya) suyunun geçidini sorarlar Seyh de kendilerine geçidi gösterir
Bundan baska tekkelerin, köylerin gelismesinde ve köy halkinin ilerlemesinde de büyük hizmetler yerine getirdikleri bilinmektedir Gerçekten, köy ictimaî toplulugu içinde bir imam ile bir de zâviye seyhinden (varsa) bahs etmek gerekir Zâviye seyhleri, XIII asirdan itibaren "Köy Gençlik Ocaklari"ni nüfuzlari altina alarak buraya tarikat usûl ve âdetlerini sokmuslardir Böylece bunlar da sehirlerdeki ahî teskilâtlari gibi kuvvetli bir manevî birlik kazanmislardi
Osmanli toplum hayatinin ekonomik ve sosyal gelismesinde harç vazifesi gören tekkelerin son zamanlarindaki durumlarina bakip bunlarin devamli böyle olduklarini zannetmek, büyük bir haksizlik olur Nitekim M Cevdet de bu mevzuya temasla "son zamanlardaki tereddisine bakip ta tekkelerin daim öyle olduguna hükm etmemelidir Dört mevsimden sonbahara bakarak ilkbaharda da ortaligi yapraksiz ve yesilliksiz sanmak dogru olmadigi gibi, kemâl zamanlarinda tekkeler, ruhlari çok terbiye etmistir Eskiden tekkeler, edebiyat, musikî ve tarih ocaklari idi Hayatin izdirabini dindirmek ihtiyacinda olanlar, oralara kosar, nefis bir ahengin selâlesi altinda ruhlarini yikar, tesellikâr söz ve tarihî menkibelerle yeniden canlanirlardi Hâsili tekkeler, ye's ve mahrumiyet ile canina kiyacak insanlarin, yeniden tamir gördügü yerlerdir" diyerek tarihî bir gerçegi dile getirmeye çalisir Bu ifadeler, tekkelerin insan hayatinda, özellikle psikolojik rahatsizligi bulunan ve çesitli sebeplere bagli olarak bunalima giren insanlar için nasil bir mânâ ifade ettigini göstermektedirler
Osmanlilar, tekke düsüncesini sistemlestirmek, müesseselestirmek ve bu düsünceyi çesitli yol ve teskilatlarla cemiyete aktarmak hususunda önemli hizmetler ifa ettiler Bu anlayistan hareketledir ki, daha önceki Müslüman devletlerin tekke ve zâviye seyhlerini korumalari an'anesi, Osmanlilarda da aynen devam etti
Görüldügü gibi, psikolojik, pedagojik ve tibbî problemlere varincaya kadar genis bir hizmet sahasina sahip olan tekke, o devrin mektebidir, hastahanesidir, spor yurdudur, moral kaynagidir, dinlenme kampidir, beldenin güzel sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocagidir Velhasil tekke, insanlarin hayrina olan her seydir Tekke'nin, tarih boyunca icra ettigi fonksiyonlarini kisaca söyle özetleyebiliriz:
a Tekkeler, özellikle kurulus yillarinda kendi seyhleri tarafindan seçilen bölgelerde kuruluyorlardi Bundan dolayi onlar, etraflarindaki insanlarin manevî ihtiyaçlarini temin ederek bölgelerinin insanlarina sahip çikiyorlardi Böylece, Kur'an'in tavsiye ettigi bir metod olan hikmet ve güzel ögütle insanlari dine ve hakikata çagiriyorlardi
b Tekke ve zâviyelerin bir kismi, devlet tarafindan, bilhassa yolculuk için tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyorlardi Bu bakimdan, daglarda korkunç bogaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askerî sevk ve idareyi kolaylastirmak, ticarete engel olabilecek eskiya vs gibi kimselere mani olmak için birer jandarma karakolu vazifesi de görüyorlardi Böylece tekkeler, kar ve yagmurlu günlerde de ticarî sevkiyatta bulunanlara birer siginak oluyorlardi
c Çok genis topraklara sahip olan Osmanli Devleti'nin, merkeze olan uzakliklari dolayisiyle, otoritenin zaaf gösterdigi yerlerde bazi isyanlarin çikmasi normaldi Devlet, böyle yerlere maas vermek suretiyle devamli bir zâbita kuvveti yerlestirecegine, orada bir zâviyenin kurulmasini daha uygun ve netice itibari ile daha faydali görüyordu Devlet, tekke vasitasiyle bu neviden dert ve sikintilari ortadan kaldiriyordu
d Oturma merkezlerinde (meskûn mahallerde) kurulan dergahlarin gördügü önemli hizmetlerden biri de temel inanç ve kültürün, halk arasindaki birlik ve saglikli bir haberlesmenin saglanmasi idi Günümüz yayin organlari tarafindan verilen hizmet, o dönemde câmi ve tekkeler vâsitasiyla yerine getiriliyordu Tamamen vakiflara bagli olan bu müesseseleri hemen her yerlesim biriminde görmek mümkündür Söz gelimi, Urfa'da Seyh Yalincik, Seyh Tahir, Câbir el-Ensarî, Halil Rahman; Erzurum'da Ibrahim Hakki; Maras'ta Ereglice, Seyyid Mazlum; Sam'da Zeyne'l-Âbidin; Mustafa Pasa tekkesi gibi tekkeler ilk akla gelenler olarak zikr edilebilir
e Nihayet tekke ve zâviyelerin zaman zaman ruh ve sinir hastaliklari için tedavi merkezi olarak kullanildigini da biliyoruz Daha çok telkin ve irsad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu sifa yurtlari, çogu zaman bir seyhin önderliginde toplumun bu sahadaki yaralarina çareler ariyordu Bu seyhlerden bir kisminin da gerçek mânâda doktor (tabib) olduklarini düsündügümüz zaman, tekkelerin bu konudaki hizmetlerinin ne kadar önemli olduklari anlasilir
Tamamiyle vakiflara bagli olan tekkeler, insanlara yardimi hedeflemislerdi Devlet, çesitli yollarla bunlara yardimda bulunuyordu Hatta bu yardimlarin yaygin sekli, kendilerine bagli olan vakif arazilerden vergi almamakti
Tekkeler, insanlara sunduklari hizmetleri yanisira, dervislerin devamli olarak ikamet ettikleri ve tarikata intisab edenlerin, zikir ve merasimi toplu olarak yaptiklari yerlerdir Bu sebeple tekkeler mimarî yapi olarak su kisimlardan meydana geliyordu:
1 Semâhâne: Semâhâneler, zikir ve ibadet etmek için hazirlanmis özel sofalardir Bunlarin sekli tarikatlara göre degisir Mevlevilerde dönmeyi kolaylastiracak sekilde ortasi yuvarlak bir meydan seklinde yapilir Semâhâneler ayni zamanda birer mescid vazifesi de görürler Bu sebeple mihraplari da bulunur Buralarda cemaatla namaz kilinir Bazi büyük semâhânelerde kadin ve itibarli insanlar için özel mahfiller de bulunur Kadinlar, zikri kafes arkasindan seyrederler ki buraya haremden girilir
2 Türbe: Genellikle tekkelerin içinde bir veya bir kaç kisinin türbesi bulunur ki, bunlar, tekke seyhleri ile yakinlarina aittirler
3 Çilehâne: Bazi tekkelerde çilehâne denilen los isikli bir bölüm vardir Dervisler burada çile çekip derece kazanirlar Mevlevî çilehaneleri ise aydinliktir
4 Dervis odalari: Tekkelerin de camiler gibi birer avlusu vardir Oraya bir kapidan girilir Avlunun etrafinda, medreselerde oldugu gibi sira ile dizilmis odalar bulunur Önlerinde revak bulunan bu odalara hücre denir Dervisler ayri ayri bu odalarda yatip kalkarlar
5 Selamlik: Seyh efendinin dairesidir Buna meydan evi de denir Misafirler burada kabul edilir Burasi ayni zamanda yemek yenen yerdir
6 Harem: Seyhin ailesi ile birlikte oturdugu ikametgâhidir Buranin disardan da bir kapisi vardir
7 Mutfak ve Kiler: Dervislerin, yemeklerini yapmak ve erzaklarim saklamak için avlunun uygun bir yerine yapilmistir
8 Kahve Ocagi: Kahve pisirilen ve seyhin hizmetinde olanlarin bulunduklari yerdir
IMÂRET
Osmanli toplum hayatinin sosyal gelismesinde önemli rolü bulunan müesseselerden biri de imârettir Temeli vakif sistemine dayanan imâretin, memleketin kültür ve ekonomik hayatinin gelismesinde de büyük hizmetleri olmustur
Dar mânâsiyla "asevi" demek olan imâret, genis ve daha kapsamli bir sekilde tarif edilmektedir Buna göre neredeyse bir sehir veya kasabanin nüvesini teskil eden bir külliye hüviyetini tasimaktadir Bu açidan bakildigi zaman müessesenin kapsamina câmi, medrese, bimarhâne, kervansaray, kütüphâne, hamam gibi insanlara faydali olan tesisler girmektedir Imâret külliyesinin kapsamina giren tesislerin azligi veya çoklugu, vakfin imkânlarina göre degisir
Sosyal birer hayir kurumu olan imâretlerdeki yemeklerin kaliteli olmasina dikkat edilirdi Bu konu gerek Fâtih, gerekse Kanunî Sultan Süleyman'in vakfiyelerindeki imâret ile ilgili bölümlerde ifade edildigi gibi bizzat imâret mütevellisi, bazan da onun imkânlarindan istifade edenler tarafindan dikkatle izlenirdi Uygun olmayan ve hijyen sartlarini tasimayan gidalar imârete sokulmazdi Aksi takdirde gerekli mercilere sikâyetlerde bulunulurdu Bu sikayetler üzerine gerekli tedbirler alinirdi Nitekim Zilkade 1177 (Nisan 1764) tarihini tasiyan bir belge Istanbul ve tevabündeki imâretlerde "talebe-i ulûm ve fukuray-i müstahakkîn" için daha önce her gün firinlarinda pisirilen ekmegin (nan-i aziz) unu beyaz ve has oldugundan yenmesi de güzel oluyordu Fakat bir müddetten beri Degirmenderesi uncularinin verdikleri un karisik oldugundan yenmesi güzel olmadigindan bu firinlarin degistirilmesi ve daha kaliteli un veren firinlardan un alinmasi gerektigi bildirilmektedir Keza, Bursa Kadisi'na yazilan bir hükümde imârette pisen yemeklerin kaliteli olmasi, kasaplarin en iyi etten imârete vermesi ve mütevellinin bizzat bunu kontrol etmesi gerektigi istenmektedir Imâretlerde saglik ve temizlik kaidelerine de siki bir sekilde riayet edilirdi Nitekim XVI asir ortalarinda Istanbul'a gelip Fâtih külliyesi misafirhanesinde kalan Radiyüddin el-Gazzî, burada karsilanisini söyle anlatir:
"îmârethâneye bakan zat yanimiza gelerek hal ve hatirimizi sorduktan sonra ihtiyaçlarimizin iyi bir sekilde temin edilecegini vaad etti Dogrusu her seyleri gibi yatak ve yorganlari da temizdi" Bu sözler, misafirhanenin kurulusundan bir asir sonra dahi yatak ve yorganlarinin ne denli temiz oldugunu ve bu temizlige nasil riayet edildigini göstermektedir
kimsesiz ve yoksullarin da imkânlarindan istifade ettigi imâretler, sadece yemek vermekle yetinmiyor, ayni zamanda adam basina günde 3-5, hatta bazan 10 akçaya kadar para da veriyordu
Bütün imâretlerde her seyden önce mektep ve medrese talebesinin ihtiyaçlari temin ediliyordu Bu da imâretlerin kültür hayatimizda nasil bir fonksiyon icra ettiklerini göstermektedir Her imâretin, vâkifin sartlarina uygun olarak hazirlanan bir nizamnâmesi (yönetmeligi) bulunur Bu bakimdan, ögrencilerin imâretlere nasil girecekleri, ne kadar yemek alacaklari, nerede ve nasil oturmalari gerektigine varincaya kadar her türlü hareketleri bir nizama baglanmistir Istanbul'da talebelerden sonra yemek yiyen fakirlerin en çok bulundugu imâretler, Lâleli, Sehzâde; Üsküdar'da Valide-i Atik ile Mihrimah; Eyyub'te de Mihrisah imâretleri idi
Cemiyetin daha saglikli olmasi için, ögrenci, fakir ve kimsesizlere yardimda bulunmak gerektigini bilen Osmanli toplumu, bu neviden kurumlan gelistirmek için bütün imkânlarini efer etmisti denebilir Gerçekten, Orhan Bey'den baslamak üzere Osmanli Devleti'nde pek çok hayir tesisi kuruldugu görülür Nitekim Orhan Bey, daha isin basinda eski kiliseleri mescid ve medreselere çevirir Bursa'da yoksullar evi yaptirir ve onlari doyurmak için mallar vakf eder Yoksullar evindeki bilgin ve hafizlara da maas baglar Daha önceki müslüman devletlerde de varligina sahid oldugumuz bu müessesenin (imâret) Osmanlilardaki ilk müessisi (kurucusu), Orhan Bey oldu O, Iznik'in Yenisehir kapisinda bir imâret kurdu Bu imâretin seyhligini de, dedesi Edebali'nin müridi olan Haci Hasan'a verdi Orhan Gazi, bu ilk imâretin açilis merasiminde bizzat kendisi hizmet etmis, fakirlere çorba dagitmis, aksam olunca da imâretin kandillerini bizzat kendisi yakmistir Sultan Orhan'dan sonra oglu Murad da pek çok hayir ve hasenatta bulundu Bunlar içinde Kaplica nahiyesinde tesis ettigi imâreti ve imâretle ilgili bilgiyi onun 787 (1385) tarihli vakfiyesinden ögreniyoruz O, ahiret azigi olarak insa ettigi imâretine pek çok arazi vakf etmisti Vakfiyeye göre hiç kimse imârete inmekten men olunmaz Hizmetçiler, gelenlere en güzel sekilde hizmet etmek zorundadirlar Hele fakirlere bu hizmeti daha iyi yapmalilar Çünkü onlar, kalbi kirik kimselerdir Imârete inen kimse orada üç gün kalabilir Bundan sonrasi mütevellinin kararina baglidir Artik böyle bir baslangiçtan sonra feth edilen her yerde imâret sitelerinin kuruldugu görülür Kisa bir müddet sonra imâretler, öyle bir artis gösterdi ki, XVIII asrin sonlarinda, sadece Istanbul imâretleri her gün 30000'den fazla insani doyurma imkânina sahib olmuslardi Ayni sekilde 937 (1530) tarihinde yalniz Fâtih imâreti, günde bin kisiden fazla insani doyuruyordu Hadidî, "Tarih-i Âl-i Osman" adli eserinde, hem kimlerin imâretten istifade ettigini, hem de bunlarin sayisini su ifadelerle dile getirmektedir:
"Yine emr etti bir âli imâret
Imarindan kala sonra emâret
Ki bin kisiye her gün iki nevbet
Verilir as u et ekmek ziyafet
Yaya, atli, misafir u hassu âmi
Konukluk eyleyüp üç gün tamami
Nefaisten niam-i vâfir ulfeler
Gece gündüz ziyafetler ederler"
Meshur seyyahimiz Evliya çelebi (1611-1682) de Istanbul'da bulunan imâretlerin isimlerini verdikten sonra: "Ben, elli yilda on sekiz padisahlik ve krallik yer seyahat ettim Hiç bir yerde bu kadar hayrat görmedim" diyerek, memleketteki hayir müesseselerinin çoklugundan iftiharla bahs eder
Dar mânâsiyla "asevi" veya "ashane" demek olan imâretin imkânlarindan istifade edecek olanlar medrese talebesi, câmi veya hayrat hademesi, fakirler ve misafirlerdir Bundan baska gerçekten dikkat çeken ve baska bir yerde örnegine rastlanamayacak bir istifadeci sinif daha vardir Bu, kuslar sinifi idi Gerçi özel olarak hayvanlar için pek çok vakfin kuruldugunu biliyoruz Fakat bu vakiflarin disinda kalan ve hem kuslarin beslenmesini saglayan hem de çevrenin temizlenmesine katkida bulunan imâretler, bu imkânlarin saglanmasi bakimindan bas vurulan baska bir çaredir Böylece imâretten kuslar da (yirtici, vahsi kuslar) istifade ediyordu Nitekim Sultan Ahmed Camii Imâreti'nde, bunlar için, kule gibi bir yer yapilmisti ki, vakfiyesinde yenmeyecek yemeklerin vuhus-i tuyura (vahsi kuslara) burada verilmesi yazilidir Görüldügü gibi bu, hem artik yemeklerin bosa gitmemesi, hem de ortaligin kirlenmemesi için bas vurulan güzel bir çaredir Bu vesile ile kuslar da imâretin yemeklerinden nasiplerini almis oluyorlardi
Biraz önce imâretlerde bir iç nizamin bulundugunu ve herkesin buna göre hareket etmesi gerektigine isaret etmistik Imâretlerde pisen yemekler ve onlardan istifade edenlerin nasil hareket edeceklerine dair olan hükümler, hemen hemen bütün imâretlerde ayni olmakla beraber biz, kültür tarihimiz bakimindan önem arz eden bu konuyu Müftüzâde Es'ad Bey'den kisaca özetlemek istiyoruz:
"Talebe efendilere "fodla", çorba, pilav, zerde, bazen de zirve (incir, üzüm, hurma ile pirinç ve sekerden yapilir) gibi çesitli yemekler tevzi olunurdu Bir fodla 90 dirhem-i atik miktarinda ekmektir Bazi imâretlerde 45'lik fodlalar da yapilirdi Bir medreseye yeni kayd olan bir talebeye mülazim istihkaki olan bir tam fodla verilirdi Bilâhere sahib-i hücre olunca bir misli zam alir Imâretler, sabah namazi vakti açilir, sabah derslerinden evvel fodlalar dagitilarak talebeye bugday ve arpa unundan veya kirmasindan mamul çorba dagitilir Bu çorba, imâret içinde "me'kel" denilen yerde her talebeye büyük bir kepçe olarak verilerek taslarla içilirdi Dersten çiktiktan sonra yagli pirinç çorbasi alinir Buna bazen de nohut katilirdi Persembe günleri her imârette zerde, pilav ve Hamidiye ile Lâleli imaretlerinde Pazartesi ile Persembe günleri zerde ve etli pilav yapilarak bolca dagitilir"
Imâretlerde yemek konusuna büyük bir titizlikle dikkat edilirdi Yukarida genel olarak verdigimiz bilgiden baska bir de daha açik bir örnek olmasi bakimindan imâret vakfiyesinde bizi ilgilendiren sartlara deginmek yerinde olacaktir:
"Müsarun ileyh vâkif hazretleri, bina olunacak imârette Ramazan geceleri için her gün kirk vukiyye (okka = 1282 gr) taze et pisirilmesini, sair günlerde sabahlari 15 vukiyyesinin ve aksamlari mütebaki yirmi bes vukiyyesinin pisirilmesini sart etmistir
Her bayramda dahi körpe ve güzel etten kirk vukiyye pisirilmesini sart ve tayin etmistir
Cuma ve Regaib ve berat gecelerinde devam üzre tane pirinç ve zerde pirinç ve Ramazan gecelerinde devam üzre tane pirinç ve münavebe ile arpa çorbasi ve icasiye pisirilecektir Bayram günlerinde tane pirinç ve zerde ve zirve pisirilecektir Bu mübarek günler ve gecelerin gayrinda sabahlari pirinç çorbasi ve aksamlari arpa çorbasi pisirilecektir
Medrese odalarina her gün pisirilen yemeklerden sabah ve aksam ekmekle beraber birer çanak verilecektir
Her gün, hususiyle aksamlari misafirlere ziyafet olmak üzere mübarek günlerden maada günlerde tane, pirinç pisirilecek ve beher kimsenin hakki elli dirhem pirinç ve on bes dirhem hâlis yag olacaktir
Mutfak ve diger mahallerde kullanilan bakir kaplarin kalayi için günde birbuçuk dirhem tayin etmistir
Vâkif, (Allah, hayratini kabul ve ecr ü mükâfatin mebzul eylesin) Imâret için emanet ve diyânet ve ahlâk-i hamîde sahibi bir de seyh tayin etmistir ki bu zât yemeklerin iyi ve kötüsünü bilecek ve her gün iki defa muayyen saatlerde imârete gelip me'kûlat ve metbuhata nezâret edecek ve yemeklerin harçlarinda veya pisirilislerinde veya lezzet ve rayihalarinda bir kusur ve noksan görecek olursa bunlari islah ve ikmâl kilacak ve tenbihatta bulunacaktir
Bu seyh, ulema ve sulehadan ve fukaha ve zuafadan gelen misafirlere taam tevzi edecek ve her kim olursa olsun bunlari üç gün ve üç gece agirlayacak ve her birinin hal ve sânina münasip yatak ihzar ile bunlari münasip mahallere yerlestirecek ve hepsine güler yüz gösterecektir Buna günde sekiz dirhem verilecektir"
Görüldügü gibi vakfiyenin imâretle ilgili kismindan nakl ettigimiz bu ifâdeler, imâretin nasil olmasi, gelenlerin kaç gün misafir edilmesi ve bunlarin idaresi için hangi sifatlari haiz kimselerin bulunup seçilmesi gerektigini anlatmaktadir Bundan baska imârette çalisacak kimse ve vazifelileri de burada tafsilatli bir sekilde anlatilmaktadir
Sadece ögrenci ve memleket fukarasinin ihtiyaçlarinin giderildigi yer olmayan imâretler, ayni zamanda birçok kimseye is imkâni saglayan yerlerdi Böylece, mütevazi bir sekilde de olsa imâretler, memleketteki issizligin ortadan kalkmasina sebep oluyorlardi Nitekim sadece Fâtih imâretinde 44 kisiye is imkâni saglanmistir Bunlar, çalismak suretiyle imâretten maas alan kimselerdi Kezâ, Isa Bey vakfiyesinden anlasildigina burada da 17 kisiye is imkâni saglanmistir Halbuki bu imâret pek fazla geliri olmayan ve sultanlarin imâretleri ile mukayese edildigi zaman çok küçük kalan bir kurulustur Burada özellikle sunu da belirtmek isteriz ki verilen bu rakamlar bütün vakiflarin veya külliyelerin kadrosu degil, sadece imârette çalisanlarin ve bu yolla geçimlerini saglayan kimselerin kadrosudur
Memleketin iktisadî ve ictimaî hayatinda, irfan, imar ve kültürünün gelismesinde büyük bir hizmet ifa eden imâret müessesesi, ne yazik ki son zamanlarda, memleketin umumî sartlarina bagli olarak vazifesini hakkiyle icra edemez oldu Bunun üzerine 19 rebiülevvel 1329 tarihinde (20 Mart 1911) çikarilan bir kanunla Istanbul'daki yirmi imâretin onsekizi kapatiliyor, sadece fakirlere bakmak üzere iki tanesi ibka ediliyordu Nihayet farkina varilan bu hata düzeltilerek, 10 Zilkade 1332 (30 Eylül 1913) de nesredilen baska bir nizamnâme ile (madde 12) yine talebeye mahsus olmak üzere Fâtih, Sehzâde, Nur u Osmaniye ve Valide-i Atik imâretleri tekrar ihya edildiler

Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet

Eski 04-22-2009   #15
Şengül Şirin
Varsayılan

Cevap : Osmanlı Da Müessese Ve Medeniyet



KERVANSARAY
Asirlar boyunca, vakiflarin medeniyet tarihimize kazandirmis oldugu, devrinin mimarî özelligi ve sosyal seviyesini gösteren muhtesem âbideler arasinda kervansaraylarin özel bir yeri bulunmaktadir Gerçekten, Müslüman toplumlarin ulasim bakimindan meydana getirdigi hayir ve sosyal kurumlarin basinda gelen müesseselerden biri de kervansaraylardir Din, dil, irk, renk ve mezhep farki gözetmeden herkese hizmet veren bu müesseseler, tarih boyunca önemli fonksiyonlar icra etmislerdir Uzaktan bakilinca bir kaleyi andiran kervansaraylar, Islâm dünyasinda daha önce kurulan "Ribat"larin bir devamidir Bundan dolayi, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitâbe ve kronik gibi kaynaklarda bunlara, ribat da denilmektedir
Asli, Farsça "kârbân" olan kervan, günümüz nakil vâsitalarinin sagladigi imkândan yoksun bulunuldugu bir devirde, at, katir ve develerle bir memleketten digerine ticaret esyasi tasiyan kafilelere denir Gerek böyle ticaret kafileleri ve gerekse bunlara iltihak eden veya kendi basina seyahat eden yolcular, her günkü seyahatin aksaminda, hayvanlarini dinlendirmek, yemleyip, sulamak ve ertesi günkü yola hazirlanmak üzere menzillerde geceyi geçirmek zorunda idiler Takriben 40 km araliklarla ve yukarida belirtilen hizmetleri görmek için insa edilen bu neviden binalara kervansaray denir
Iyi ve liyâkatli bir hükümdarin özelliklerinden bahsederken Nizâmülmülk, onun yol baslarina ribatlar kurmasi gerektigine de temas eder Demek oluyor ki kervansaraylar, daha baslangiçtan itibaren, sultan ve padisahlarin himayesi altina alinmislardi Böylece bir sosyal sigorta müessesesi de dogmus oluyordu Derbent, bogaz vs gibi menzillerde yapilan kervansaraylar sâyesinde insanlar, rahatça ve emniyet içinde seyahat edebiliyorlardi Biraz önce de belirtildigi gibi Yol emniyet ve huzurunun saglanmasi sadece müslümanlar için degildi Nitekim, Türkiye'ye gelen yabanci tüccarlara taninan imtiyazlardan bahsederken Osman Turan: "Yollarda herhangi bir sekilde zarar gören, soyguna ugrayan veya emtiasi denizde batan tüccarlarin mallari, devlet hazinesinden tazmin edilmekteydi ki, bu, Selçuklu Devleti'nin bir devlet sigortasi takib ettigini gösterir Bu keyfiyet, dünya ticareti tarihi içinde çok ehemmiyetlidir Zira ticaret tarihi ile ugrasanlar, sigorta müessesesinin zuhurunu XIV asra Ceneviz ve Venediklilere kadar çikarmaktadirlar" der Gerçekten, Selçuklularda sadece malin tazmin edilmesiyle kalinmiyor, ayni zamanda kervan soyucular için de en agir cezalar uygulaniyordu Demek oluyor ki, ticaret erbabinin mal ve can güvenligi, tamamen devletin himayesi altinda bulunuyordu
Ekserisi, Islâmî yardimlasma anlayisi neticesi ortaya çikan ve vakiflara bagli bulunan kervansaraylar, iki mühim gaye için insa ediliyorlardi Bunlar:
a Zengin ticarî emtia nakleden kervanlara, hudud boylarindan baslamak üzere, tehlikeli bütün bölgelerde gerek düsman çapullarindan, gerek eskiyadan ve gerekse diger baskinlardan korumak için emniyetli ve müstahkem yerler insa etmek Bu gayenin tahakkuku için, bunlarin etrafi kalin ve mustahkem surlarla çevriliyordu Surlar üzerinde kule ve burçlar insa edildigi gibi kapilan da demirden yapiliyordu Böylece kervansaraylar, her türlü tehlikeye karsi koyacak bir müdafaa tertibine sahip oluyorlardi
b Kervansaraylarin hedef tuttugu ikinci mühim gâye de, yolcularin konduklari veya geceledikleri yerlerde, onlarin her türlü ihtiyaçlarini temin etmekti Gerçekten bu maksatla kervansaraylarda vücuda getirilen tesisler dikkate sayandir Içlerinde yatakhaneleri, ashaneleri, erzak anbarlari, ticarî esyayi koyacak depolar, yolcularin hayvanlarini barindiracak ahirlari, samanliklari, mescidleri, hamamlari, sadirvanlari, hastahaneleri, eczaneleri, yolcularin ayakkabilarini tamir ve fakir yolculara yenisini yapmak için ayakkabicilari, nalbantlari ve bütün bunlarin gelir ve masraflarini idare edecek divan (büro) ve memurlari vardi Bu muazzam yapilar, bütünüyle vakiftilar Bu kervansaraylara inen yolcu, zengin olsun fakir olsun bütün ihtiyaçlari, Parasiz olarak karsilanirdi
Kervansaraylarda hizmet eden kimselerin tavirlarmi da vakfiyelerinden ögrenmek mümkündür Buna göre hizmetliler, tatli sözlü, güler yüzlü olacaklardir Gelenlere yorgunluklarini unutturacak derecede nazik davranacaklardir Onlara karsi öyle hareket edecekler ki, yolcular kendilerini evlerinde hissedeceklerdir
Askerî gayeler disinda, sadece yolcularin yemek, yatmak ve istirahat etmeleri için kervansaray (Ribat) insasi an'anesi, Islâm âleminde daha ziyade Türkistan'da inkisaf etmisti Selçuklular bir çok an'ane ile birlikte bunu da Türkistan'dap getirmislerdi Bu yüzden Anadolu'daki ilk kervansaraylara Ikinci Kiliçarslan (1115-1192) zamaninda raslanmaktadir Artik bu baslangiçtan sonra özellikle Konya-Kayseri yolu üzerinde pek çok sayida kervansaray insa edildi Böylece kervansaray insa gelenegi, Ortaasya'da dogmus, Iran'da gelismis ve Anadolu Selçuklulari zamaninda nihaî seklini alarak zirveye ulasmistir Türkiye'deki han ve kervansaraylari bir katalog halinde veren bir esere göre Türkiye sinirlari içinde 112 Selçuklu, 221 de Osmanli kervansarayi bulunmaktadir
Kervansaraylarin Ifa ettigi önemli hizmetlerden biri de kisa bir müddet sonra çevrelerinde bir ticaret merkezi meydana getirmis olmalariydi XIII Asirda Suriye, Irak, Dogu Anadolu, Kayseri ve Sivas istikametinde ilerleyen yollarin kavsaginda bulunan Karatay Kervansarayi civari, böyle bir merkezdi Kervansarayin insasindan sekiz sene sonra orada 15 dükkân ve kira getiren evlerin bulunmasi, bu ticarî faaliyet hakkinda bize bir fikir vermektedir
Bati'nin, para kazanmak gayesiyle ancak XVIII asrin ortalarinda (1750, Ingiltere) yaptirabildigi otele karsilik müslümanlar, birer ictimaî hayir kurulusu olan kervansaraylari vasitasiyle din farki gözetmeden herkese hizmet edebiliyorlardi Kervansaraylarin bu hizmetine örnek olmasi bakimindan Evliya Çelebi'nin, Lüleburgaz'daki Sokullu Mehmed Pasa Kervansarayi hakkinda verdigi bilgiyi buraya aliyoruz:
"Bir bâb-i azîm içre kal'a misâl karsu karsuya yüz elli ocak han-i kebirdir Haremli, develekli, ahirli olup sadece ahuru 3000'den ziyâde hayvan alir Kapida daima dîbebanlari nigehbânlik ederler Ba'de'l-asâ kapuda mehterhâne çalinup kapu sedd olunur Dîdebanlar, vakiftan kandiller yakup dibinde yatarlar Eger nisfu'l-leylde tasradan misafir gelirse kapuyu açip içeri alirlar Ma hazar taam getirirler Amma cihan yikilsa içerden tasra bir âdem birakmazlar Sart-i vâkif böyledir Tâ cümle misafirîn kalktikta yine mehterhâne dövülüp herkes malindan haberdar olur Hancilar, dellallar gibi:
"Ey ümmet-i Muhammed! maliniz, caniniz, atiniz, donunuz tamammidir?" diye rica edüp nidâ ederler Müsafirin cümlesi "tamamdir Hak sahib-i hayrata rahmet eyleye" dediklerinde bevvablar, vakt-i safî iki dervazeleri küsâde eyleyüp yine kapu dibinde "Gâfil gitmen, bisât gaib etmen, herkesi refik etmen, yürün, Allah âsan getire" deyü duâ ve nasihat ederler"
Kervansaraylarin küçüklerine han denir Vakia eski büyük kervansaraylara da han dendigi görülmekte ise de umumiyetle bu tabir küçük kervansaraylar için kullanilir
Osmanlilar, Iran ve Selçuklu Türklerinde oldugu gibi hanlarim çok büyük yapmamislardir Onlar, daha ziyade medrese ve hamamlari da dahil olmak üzere bunlarin kullanisli olmasi için plâni küçük tutmuslardir
Hanlar, ekseriyetle bir büyük avlu etrafinda iki katli olarak yapilmis bulunan binalardir Hanin sokak tarafindaki cephesinde büyük bir kapisi bulunur Bu kapinin iki tarafinda genellikle bir kahvehane, bir nalbant ve araba tamircisi bulunur Kapidan, üstü açik genis bir avluya girilir Bu avlunun karsi tarafinda ahirlar ve önünde arabalari koymak için bir sundurma ile denkleri ve esyayi koymaya mahsus odalar vardir Bir taraftan tas bir merdivenle yukaridaki gezinti yerine çikilir Burasi bir revakla örtülmüstür Bu gezinti yerine kapilari açilan odalar vardir ki, yolcu orada yatar Her odanin bir ocagi vardir Bazi hanlarin ortasinda bir sadirvan ve hayvanlari sulamak için yalaklar oldugu gibi büyük kervansaraylarda küçük bir mescid de bulunur
Yol güzergâhlarinda yapilan hanlardan baska sehirlerde yapilan hanlar da vardir Çünkü, kervanlarin esas hedefi olan sehirlerde, bunlara daha çok ihtiyaçlari vardir Bunun için de sehirlerde ihtiyaca göre irili ufakli pek çok han insa edilirdi Buralarda yolcular kaldigi gibi herhangi bir is için sehre gelmis olanlarla bekârlar da birer oda tutmak suretiyle kalabilirlerdi Hanlara ne gece ne de gündüz kadinlar yalniz baslarina giremezlerdi Ya han kahyasi veya odabasisi, onlara refakat ederek istedikleri ile görüstürürlerdi
îdare bakimindan kervansaraylar iki kisma ayrilirdi Büyük bir kismi vakifli idi ki, yolcular buralara parasiz alinirdi Bunlar, Bati'da hiç bir zaman esine rastlanmayan birer sefkat ve yardim müesseseleriydi Kervansaraylardan bir kisminin vakfi yoktu Oralarda yatip kalkan cüz'î bir miktar ücret öderdi
Anadolu'yu âbideler ülkesi haline getiren bu kervansaraylar, son asirlarda küçülmeye ve sanat degerini kaybetmeye basladilar O heybetli tas yapilarin yerine kireç sivali, kerpiç hanlar geçti, Yollar eminlesip sehirler büyüdükçe onlar da degerini kaybettiler
HASTAHANE
Temeli, vakiflara dayanan sosyal müesseleremizden biri de hastahanelerdir Islâm dünyasinda dâru's-sifa, dâru's-sihha, dâru'l-âfiye, bîmaristan, bîmarhâne, maristan, dâru't-tib, sifâiyye gibi isimlerle anilirlar Islâm tarihinde tipla ilgilenmeyi Hz Peygamber devrine kadar götürmek mümkündür Bilindigi gibi Hz Peygamber, vahye dayali anlayisi ile insanlari her konuda ilim sahibi olmaya tesvik ediyordu Islâm ,maddî oldugu kadar manevî alanda, baska bir ifade ile hayatin bütün safhalarinda uygulanan bir sistem olduguna göre Hz Peygamber'in gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile sinirlandirmak mümkün degildir Çünkü o, hastalanan kimseleri, dinlerine bakmadan doktorlara gönderiyordu Nitekim Veda Hacci esnasinda hastalanan Sa'd b Ebi Vakkas'in tedavi edilmesini, zamanin Arap tabibi ve henüz Müslüman olmayan Hâris b Kelde es-Sakafî'den istemisti Keza hastahâne kurulma isi de Hz Peygamber dönemine kadar uzanmaktadir Nitekim Hendek Muharebesi esnasinda yaralilarin "Rüfeyde Çadiri" denilen bir çadira kaldirilip orada tedavi edilmelerini istemesi de buna isaret etmektedir Bu baslangiçtan sonra tam teskilâtli ilk hastahânenin Hicrî 88 (M 707) tarihinde Sam'da Emevî halifesi Velid b Abdülmelik tarafindan tesis edildigi bilinmektedir Bununla beraber, Islâm hastahânelerinin en parlak devri daha sonraki Abbasîler döneminde gerçeklesmistir Nitekim, Harun Resid'in yapilan her caminin yaninda bir hastahânenin açilmasi için emir verdigi rivâyet edilmektedir
Islâm, insan sagligina önem veren, insanin hastalanmamasi için gereken tedbirlere basvurmasini ve hastalandigi zaman da tedavi edilmesini emreden bir dindir Bu bakimdan Müslümanlar, hastalara yardim etmek ve onlarin sikintilarini gidermek için elinden gelen çabayi sarf etmekten geri durmadilar Bu anlayistan hareketle kurulan hastahânelere gelenlerin din, dil ve irklarina bakmadan onlara tibbî yardimda bulunmayi bir vazife telakkî ettiler Hastalar için böyle düsünen Müslümanlar, tabibler için de ayni seyi uygulamaktan geri kalmadilar Nitekim XIII asirda yasayan Ibn Ebî Usaybia (1203-1270) yazdigi "Uyûnu'l-Enba fî Tabakati'l-Etibba" adli eserinde Müslüman hükümdarlari, görevlendirip istihdam ettikleri pek çok Hiristiyan tabibin ismini verir
Islâm tip tarihinde hastahanelerin egitim bakimindan da önemi büyüktür Zira buralar, hem tedavi, hem de egitim yeri vazifesi görüyorlardi Nitekim dâru't-tib denilen tip medreseleri ayni zamanda hastalara sifa dagitan ve hastahâne vazifesi gören birer müessese idiler
Islâm dünyasinda hastahâneler sadece bedenî rahatsizliklarla ilgilenmiyor, ayni zamanda ruhî ve psikolojik hastaliklarla da ilgileniyorlardi Yakubî ile Mes'udî, eserlerinde Bagdad yakininda bulunan bir tekkenin psikiatrik bir müessese olarak akil hastalarinin tedavisine tahsis edildigini belirtirler Mes'udî'nin ifadesine göre Dayr (Dair) Hizkil akil hastahanesi, Abbasî halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafindan ziyaret edilmistir Demek oluyor ki, adi geçen akil hastahanesi, simdilik belgelerle isbat edilebilen ve sadece akil hastalarinin tedavisine tahsis edilmis en eski psikiatrik hastahâne olmak serefine daha lâyiktir Çünkü bu müessese, Bati'da ancak XV asirda ve çok zor sartlarda ortaya çikan hastahânelerle mukayase edilmeyecek kadar bir öncelige sahiptir
Abbasîler döneminde gelisen hastahaneler, daha sonra hemen hemen her tarafta vakif olarak ortaya çiktilar Selçuklular zamaninda da gelismesini devam ettiren bu hastahânelerden Sam, Bagdad, Musul ve Mardin'de insa edilenleri pek meshurdur Anadolu'da gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlilar tarafindan da birçok hastaheâne insa edilmistir Bu cümleden olmak üzere Kayseri'de Gevher Nesibe (1205), Sivas'ta Izeddin Keykâvus (1217), Divrigi'de Turan Melik (1228), Çankiri'da Cemaleddin Ferahlâla (1238), Konya'da Kemâleddin Karatay (1255), Bursa'da Yildrim Bâyezid (1339), Istanbul'da Fatih (1470), Edirne'de, Bâyezid (1488), Istanbul'da Haseki Hürrem Sultan (1550), Manisa'da Sultan III Murad (1591), yine Istanbul'da Sultan Ahmed (1671) hastahaneler' zikredilebilir Hastahâneler o kadar çogalmis ve faaliyet sahalari o kadar genis tutulmustur ki, A Süheyl Ünver bunlarin isimlerini tek tek vermekte ve bunlarin vakfiyelerine göre faaliyetlerini anlatip ortaya koymaktadir
Osmanli devlet ricalinin, diger ilmî ve sosyal müesselerde oldugu gibi sihhî müesselerle de yakindan ilgilendikleri, bu sahanin adamlarini destekleyip koruduklari anlasilmaktadir Nitekim, daha devletin kurulus yillarinda ilk Osmanli hastahânesinin Sultan Orhan tarafindan Bursa'da açildigi bilinmektedir Böylece devletin tipla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çikmis olmaktadir Bununla beraber, Osmanlilarin, tam teskilâtli diyebilecegimiz ilk hastahânesi, Bursa'da Hicrî 801 (M 1399) tarihinde Yildirim Bâyezid tarafindan sehrin dogusunda ve Uludagin eteginde kurulmustur 1400 senesi Mayisinda, Bursa kadisi Molla Fenarî Mehmed b Hamza tarafindan vakfiyesi tertip edilmis olan bu hastahânede, vazife görmek üzere, Sultan Bâyezid, Memlûk hükümdari Zâhir Berkuk'tan üstad bir tabib göndermesini rica etmis, o da Semseddin Sagîr isminde bir tabib yollarinsti
Fâtih Sultan Mehmed, Istanbul'da Sahn-i semân ve Tetimme medreseleri ile Câmi ve imâreti yaptirdiktan sonra bir de hastahâne yaptirir Hastahâne Hicrî 875 (M 1470) yilinda hizmete girer Vakfiyedeki kayitlara göre burasi, hastahâne ile hastalara yemek pisirecek imâreti hâvi olmak üzere iki kisimdi Hangi din, mezheb ve irka mensub olursa olsun, hastahaneye hazakat sahibi iki tabib ve yardimcilari ile, hastalarin ilaçlarini hazirlayan bir eczaci, bir göz hekimi ve bir cerrah tayin edilmesi vâkifin sartlan arasinda yer almaktadir Yine vakfiyeye göre tabiplerin her birine günde yirmi, eczaciya alti,, göz hekimi ile cerraha sekizer akça verilecektir Bundan baska, hastalara bakacak hizmetçiler, kâtipler, asçilar, vekilharçlar vs gibi hizmetliler sinifinin durumu da en ince teferruatina varincaya kadar vakfiyede açiklanmistir
Bu hastahânede, mevcud hastalardan baska, hariçten ayakta tedavi için gelen fakir hastalar, haftada bir gün muayene edilerek ihtiyaçlari olan ilaçlar, karsiliksiz olarak kendilerine verilirdi Günümüzde oldugu gibi asçilar, tabiblerin isteklerine göre yemek pisiriyorlardi
Osmanli diyarinda kurulan önemli hastahânelerden biri de Kanunî Sultan Süleyman tarafindan tesis edileni idi 965 (M 1557) tarihinde tertip edilen vakfiyeye göre, Süleymaniye dâru's-sifâsi kadrosunda birisi otuz akça yevmiyeli bashekim olmak üzere digerleri yirmi ve on akça yevmiyeli üç hekim; biri alti digeri üç akça yevmiyeli iki cerrah ile ayni yevmiyeli iki göz hekimi ve bir eczaci ile iki eczaci kalfasi, bir vekilharç, bir kâtip, dört serbetçi (surup yapan) bir kilerci, hastalara hizmet eden ve akil hastalarini zapteden dört kayyum, iki çamasirci, bir berber ve bir tellâk vardi Her gün kullanilacak ilâç için, bashekimin emrine üçyüz akça gibi külliyetli miktarda bir para verilmisti
Süleymaniye hastahânesinde akil hastalan için ayri bir kogus bulunmaktaydi Her sabah erken saatlerde açilan hastahânede hariçten gelen hastalar da ögle vaktine kadar muayene edilirlerdi
Süleymaniye hastahanesinden baska tip medresesine yirmi akça yevmiyeli bir müderris (profesör) tayin edilmisti ki, bunun vazifesi, nazarî tip bilgisini ögrenecek olan talebeye ders vermekti"
Islâm dünyasinda ilim ve ibadet birbirinden ayrilmayan iki unsur olarak kabul edildigi için tip ilmi ve hastahânelerle ilgilenmek bir emir olarak telâkkî ediliyordu Hattâ, Emevî halifesi Velid tarafindan Sam'da kurulan tam teskilâtli ilk hastahaneden önce de tip ilmi câmilerde tedris ediliyordu Islâm egitim tarihi ile ugrasanlar, bunu yakindan bilirler Keza yine Emevîler döneminde Fustat'ta Zukaku'l-Kanadil adi verilen ve cüzzamlilara bakan bir hastahâne açilmisti Bu gelismeler, Islâm dünyasinda tibbî bazi kesiflere de sebep olmustu Nitekim kan dolasiminin kesfi, mikrop ve diger bazi hastaliklara ait ilâçlarin bulunmasi, ilk akla gelenler arasinda zikredilebilir Buna karsilik Bati dünyasinda herhangi bir ilaçla tedavi olmak, taniya güvensizlik olarak kabul ediliyordu Dinden baska ilâç aramak, mânevî ilaçlardan baskasini kullanmak, hele hekim olarak, eliyle bir seyler yapmak, cerrah araçlari kullanmak büyük bir serefsizlikti Hastalanan veya yaralanan bir hiristiyan, önce bütün günahlarini itiraf edecek, daha sonra Isa'nin eti diye kutsal ekmegi yiyecek ve sonra da Allah'a güvenecektir Batida, hastalarin alindigi yurtlar XII asirdan sonra kuruldu Bu da Haçli seferleri vâsitasiyle taninan Araplar örnek alinmak suretiyle gerçeklesti Bununla beraber buralarda hekim bulunmazdi Kilisenin anlayisina göre hasta bakimi, iyi etmek için degil, sadece izdiraplari hafifletmek içindir Bu hastahânelerin ilklerinden biri ve zamanindakilerin dediklerine göre en iyisi Paris'teki Hotel-Dieu (Allah'in hani) idi Bu hastahânede tugla döseli zeminin üzerine saman yigilmisti Hastalar bu samanlarin üzerinde birbirine sokulup yatiyorlardi Birinin basi, ötekinin ayaklarina gelecek sekilde siralanmislardi Ihtiyarlarin yaninda çocuklar, hattâ kadin ve erkek karmakarisik yatmaktaydi Bulasici hastaliklari olanlar ile sadece hafif bir rahatsizligi bulunanlar yan yana yatmaktaydilar Tifo hastaligina yakalanmis olan atesler içinde sayiklarken, veremli biri öksürüyor, deri hastaligi olan da derilerini yirta yirta kasiyip kanatiyordu
Bati dünyasindaki hastahâneler bu durumda iken, Islâm dünyasindaki hastahâneler insani masallar diyarindaki saraylarda yasatiyormus gibi huzur veriyordu Sigrid Hunke, Islâm dünyasinin hastahânelerinden birinde yatan bir hastanin mektubundan bahseder Gerçekten, bu mektup okundugu zaman, yukaridaki sözlerimizin günümüz insani için bile bir hikâyeye benzedigini söylemek pek yanlis olmayacaktir Ama bütün bunlar, Islâm hastahâneleri için tabiî olan bir seydi Bu mektuptan bazi pasajlari almak suretiyle, Islâm dünyasinin, hastahânelere ne denli ehemmiyet verdigini anlayabiliriz:
"Babacigim, benden para getirmenin lâzim olup olmadigini soruyorsun Taburcu edilirsem hastahâneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalismaya baslamak zorunda kalmayayim diye bes altin verecekler Onun için süründen davar satmana gerek yok Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel Ben, operasyon salonunun yanindaki ortopedi servisinde yatiyorum Eger büyük kapidan girersen, güneydeki revak boyunca yürü Düstükten sonra beni getirdikleri poliklinik oradadir Orada her hastayi önce asistan hekimler ve ögrenciler muayene eder Birinin yatmasi gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da hemen yandaki hastahâne eczanesinde ilacini yaptirir Muayeneden sonra beni orada kaydettiler Sonra bashekime götürdüler Daha sonra da bir hademe beni erkekler kismina tasidi Hamama da girdikten sonra tan-i bir hastahâne elbisesi giydirdiler
"Sonra kütüphaneyi sag tarafta birakir ve bas hekimin ögrencilere ders verdigi büyük konferans salonunu geçersin Avlunun solundaki koridor, kadinlar tarafina gider, onun için sag tarafi tutmalisin, iç hastaliklari bölümü ile cerrahî kisminin önünden geçmelisin Eger bir yerden musikî ya da sarki sesi duyarsan, içeriye bir bak Belki de ben, iyilesmis olanlarin toplanti salonundayimdir Biz orada mûsikî ve kitaplarla oyalaniriz
"Bas hekim bu sabah, asistan ve bakicilarla viziteye çiktiginda beni muayene etti, servis hekimine anlamadigim bir seyler not ettirdi O da sonradan bana, bir gün sonra ayaga kalkabilecegimi ve çok geçmeden taburcu olabilecegimi söyledi Ama canim buradan çikmak istemiyor Yataklar yumusak, çarsaflar bembeyaz, battaniyeler yumusak ve kadife gibi Her odada akar su var, soguk gecelerde her oda isitiliyor Hemen her gün midesi kaldiranlara kümes hayvanlari ve koyun kizartmalari veriliyor Sen de sonuncu tavugum kizartilmadan önce gel"
Kitabin müellifi, bu konuda daha fazla bilgi vermekte ve "bu mektupta anlatilan sartlari hiç tereddütsüz o kadar övündügümüz yirminci yüzyilimiza koyabiliriz" demektedir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.