İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #1 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük Cİslami Sözlük C CEBR Nedir? Zorlama, zor kullanma İrâde ve ihtiyârın zıddı İnsanın hiç bir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, her şeyin cebr elinde esir olduğunu ve varlığının otomatik, fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ etmek yanlıştır (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #2 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBÎRE Nedir? Kırık ve çıkığın iki yanına bağlanan tahtalar Gusülde ve abdestte cebîre üzerine mesh câizdir (İbrâhim Halebî) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #3 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBERÛT ÂLEMİ Ululuk ve azamet âlemi Kur'an'da geçmeyen bu terkip, bazı sufîlere göre Allah'ın kadîm zatıdır Kimilerine göre ise, ilâhî kudret âlemidir Melekût âlemi, Arş'tan aşağıya doğru bütün cisim ve arazlardır Ceberût âlemi ise, Melekût âleminin ötesidir Bazıları da âlemleri üç kısma ayırırlar Bunlara göre en üstte Lahût âlemi, altında Ceberût âlemi ve onun altında da melekût âlemi yer alır Ehl-i Sünnet'e aykırı inanç ve düşüncelerinden dolayı 587/1191 yılında idam edilen Yeni-Eflatuncu düşünür ve filozof Sühreverdî el-Maktûl'e göre, Ceberüt âlemi hakîm kişilerin cezbe halinde gördükleri âlemdir Özellikle felsefeye bulaşmış kimi tasavvuf ehlinde bu tür İslâm itikadına aykırı düşüncelere çok rastlanır Meselâ bazı tasavvuf kitaplarında şeyhlerinin Levh-i Mahfûz'u okudukları, dolayısıyle geleceği bildikleri, hatta kaderler üzerinde tasarrufta bulundukları ileri sürülür ki bunların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur Kur'an ve sahih sünnetle bağdaşmayan bu tür iddialar kimden gelirse gelsin reddedilmelidir M Sait ŞİMŞEK |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #4 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBEL-İ TÛR Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve Mısır civarında bulunan bir dağ Bazı müfessirlere göre Tûr, Süryânîce dağ demektir Fakat âlimlerin birçoğuna göre ise Tûr, Arapça bir kelimedir, muarraba (sonradan Arapçaya girmiş yabancı kelime) değildir (Şihâbüddin el-Hafâci, İnâyetü'l-Kâdî ve Kifâyetu'r-Râdî, Kahire 1283/VIII, 101) Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif ayetlerinde geçen Tûr, mutlak manada dağ olmayıp, Hz Musa'nın Allah'ı Teâlâ ile konuşmaya mazhar olduğu dağdır Bu dağ Mısır ile Medyen arasında yer alır Tûr açık bir şekilde Kur'an-ı Kerîm'in on ayetinde geçer Allah'u Teâlâ, kadrini yüceltmek için et-Tûr (52) suresinin ilk, et-Tin (95) suresinin ikinci ayetinde Tûr dağına yemin etmiştir Ayrıca Tûr, el-Müminûn (23) suresinin yirminci ayetinde "Tûr-i Seynâ", et-Tin suresinin ise, ikinci ayetinde "Tûr-i Sînîn" tarzında geçmektedir Sînîn veya Seynâ, Tûr dağının yer aldığı bölgenin adıdır İbn Ebi Hatim, İbn Münzir, Abd İbn Humeyd, İbn Abbâs'tan Sînîn'in güzel anlamına geldiğini rivayet ederler Dahhak da buna benzer bir rivayette bulunur Îkrime ise Sînîn'in Habeş dilinde güzel manasında olduğunu ifade eder (el-Bağavî, Ma'âlimü'üt-Tenzîl Beyrut 1407/1987, IV, 236; Kadr Beydâvî, Envâri't-Tenzil ı,e Esrâru't-Te'vil, Kahire 1375/1955, II, 232; Muhammed Huseyn et-Tabatabaî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum, (ty), XIX, 6) Allah'u Teâlâ et-Tûr ve et-Tîn surelerinde Tûr dağı ile yemin etmek suretiyle onu yücelttiği gibi; "Biz onu (Musa yr), "Tûr"un sağ yanından çağırdık Onu çok münacât eden bir kimse olarak yaklaştırdık " (Meryem, 19/53) ayetinde Tûr dağının yüceliğini bir kez daha beyan etmektedir Ayrıca Allah'u Teâlâ Tûr dağı civarında yer alan vadiden söz ederken onun mukaddes olduğunu ifade eder ve şöyle buyurur: "(Ey Musa, şüphesiz, benim ben, senin Rabbin, haydi pabuçlarını çıkar Çünkü sen mukaddes vadide, "Tuvaâ " dasın " (Tâhâ, 20/12) Tûr dağının kutsal bir dağ olduğunu gösteren başka bir ayet-i kerîme de şöyledir: "Derken oraya gelince, feyizli (ve mümtaz) bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan" seslenildi: "Yâ Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben " (el-Kasas, 28/30-31) Tûr'un açık olarak zikredildiği diğer sure ve ayetler şunlardır: 2/63, 2/93, 4/154, 19/52, 20/80, 23/20, 28/29, 28/46, 52/1, 95/2 Abdülbaki TURAN |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #5 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBEL-İ NÛR Nedir? Nûr dağı Mekke-i mükerreme yakınında Peygamber efendimize ilk vahyin geldiği mübârek dağ Hirâ, Hirâ Nûr dağı da denir Peygamber efendimiz, peygamberliği bildirilmeden önce yanına yiyecek alarak Cebel-i Nûr'a gider burada bir kişinin kalabileceği büyüklükte olan ve Hirâ mağarası adı verilen yerde tefekkür ve ibâdetle meşgul olurdu Kırk yaşında Ramazanın on yedinci P azartesi gecesi Hirâ mağarasında yine tefekkür hâlindeyken Cebrâil aleyhisselâm kendisine Alak sûresinin ilk beş âyetini getirdi (Yûsuf Nebhânî, Kastalânî) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #6 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBBÂR Nedir? Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Kullarının hallerini ıslâh edip tövbeye götüren, dilediğini yaptırmaya gücü yeten Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki Allahü teâlâ Müheymindir (her şeyi gözetip koruyandır), Azîzdir (hükmünde gâlibdir), Cebbârdır, Mütekebbirdir (kibriyâ ve azamete büyüklüğe ancak o müstehaktır) Allah müşriklerin koştukları ortaklardan münezzehtir (uzaktır) (Haşr sûresi 23) Cebbâr (olan Allahü teâlâ) kıyâmet günü mülkü olan gökleri ve yerleri eline (kudretine) alır ve buyurur ki Nedir? Cebbâr benim, Melik benim Hani cebbârlar, mütekebbirler (kendilerini büyük görenler) nerede? (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce) Sabah ve akşam el-Cebbâr ismi şerîfini okumaya devâm eden kimse zâlimlerin zulmünden korunmuş olur Yolculukta da olsa zarar görmez (Yûsuf Nebhânî) 2 Kibirli, zorba, gaddâr Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki O peygamberler düşmanları üzerine Allah'tan zafer istediler ve her inatçı cebbâr da hüsrâna uğradı (İbrâhim sûresi 15) Cennet ile Cehennem şöyle münâkaşa ettiler Cehennem; bende cebbârlar, mütekebbirler var dedi Cennet de bende Allah'tan korkan, zaîfler ve fakirler var dedi Bunun üzerine Allahü teâlâ bunların dâvâlarını şu sûretle halletti Nedir? "Ey Cennet! Sen benim rahmetimsin Seninle dilediğime rahmet ederim Ey Cehennem, sen de benim azâbımsın İstediğime seninle azâb ederim Her ikinizi de doldurmak bana âittir (Hadîs-i şerîf-Müslim, Riyâz-üs-Sâlihîn) İnsanlar kibirlene kibirlene cebbârlar sırasına geçer Cebbârın başına gelen azâb onların da başına gelir (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #7 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂRİYE Nedir? Harbde esir alınıp İslâm memleketine getirilen kadın köle Sizden hiç biriniz, sakın memlûküne (kölesine) kölem, câriyem diye seslenmesin Yiğidim, oğlum, kızım desin Onlar da size efendim, desin (Hadîs-i şerîf-En-Nihâye) Kölenin, câriyenin nafakasını vermek (geçimini karşılamak) efendisine farzdır (İbn-i Âbidîn) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #8 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂMİ Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed "Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir Hz Peygamber (sas) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder (el-Hac, 22/41 ) Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten " câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir İlk câmiler: Hz Âdem (as)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635) Halen bu adada, Hz Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur" (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir Ebû Zer (ra)'in merakı üzerine Hz Peygamber (sas)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz İbrahim (as) ve Süleyman (as) dan çok öncelere dayanmaktadır (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b Hanbel, V, 150-157) İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı Hz Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı İşte Erkam b Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz Ebû Bekr es-Sıddık (ra) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti İslâm'da Hz Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır Hicret'ten sonra Hz Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti Bu iki mescidin inşasında Hz Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m) ebâdında mütevâzi bir yapıydı Kıbleye göre sol tarafta Hz Peygamber'in odaları sıralanıyordu Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır: a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi b) Klâsik Üslûp (1501-1616) Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri, c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III Ahmet Çeşmesi e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur: İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır Hz Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi Hz Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir Hz Peygamber (sas) müezzinleri Bilâl, Sa'd b Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir Câmilerde va'z âdeti, Hz Ömer zamanında başlamıştır Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir Hz Peygamber (sas) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir (Buhârî, Salat, 8/72) Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985) Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18) İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz Peygamber (sas)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz Peygamber (sas) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi Hz Peygamber (sas)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir Hz Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı Câmi Âdâbı: Allah (cc): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının" (el-Araf 7/31) buyurmaktadır "Zînet"ten maksat edeptir Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb davranışlar hoş karşılanmamıştır Hz Peygamber (sas) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz Peygamber'in sünnetidir (İbn Kesir, Tefsir, V, 106) Nebi BOZKURT |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #9 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂLÛT Hz Dâvud (as) zamanında yaşamış, "Amâlika" kralının adı "Amâlika" kavmi Akdeniz'in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü Esirler içinde İsrâil krallarının bir çok prensi de bulunuyordu Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler koymuştu HattaTevrât'larını bile almıştı Bu sırada İsrailoğulları'nın bir peygamberi de yoktu Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828) Nihayet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine gönderilen Aşmuil veya Şâmuil'e başvurarak, kendilerine dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi Bu hükümdar sayesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesaret sahibi hükümdarı tayin etti Fakat İsrailoğulları tayin edilen bu kumandana itiraz ettiler Her şeyi maddi ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tayinine razı olmadılar Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247) Yine Peygamber, İsrailoğulları'na, Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248) Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları'nın başına geçip, Câlut'a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda kalmıştı Fakat Tâlut bu kutsal mücadelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir Halbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır Tâlut'un ordusunda bulunan Hz Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır Hz Dâvud (as) Tâlut ve Eşmuil (as)'ın vefatından sonra İsrailoğulları'nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti (el-Bakara, 2/249-252) Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1 ve 2 Sammel sifrinde geçmektedir Kur'an'ın anlattığı bu hadise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları'nın azgınlığını gözler önüne sermektedir Talat SAKALLI |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #10 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂİZ Yapılması mahzurlu olmayan, işlenmesi suç teşkil etmeyen şey İzin verilen, müsaadeli, ruhsatlı, olur, olabilir, mümkün, kâbil, münasip gibi manalara gelir Caiz görmek, uygun bulmak; Caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır Bunun tersi, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir Fıkıh terimi olarak caiz; yapılması sahih veya mübah olan herhangi bir fiil veya akiddir Bazen bir fiil veya bir akid sahih (geçerli) olduğu halde caiz olmaz Meselâ, cuma namazı için ezan okunurken alış-verişi bırakıp namaza gitmeyen bir müslümanın yapacağı satış muamelesi dünyevî ahkâm itibariyle sahihtir Fakat uhrevî ahkâm itibariyle caiz değildir Çünkü bu durumda, Cenâb-ı Allah'ın: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bııakın Eğer bilirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlıdır " (el-Cum'a, 62/9) emrine muhalefet edilmiş ve uhrevî sorumluluk altına girilmiş olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, 33) Özür halinde bazı şartlarını yerine getirmeden niyetle namaz kılmak da caizdir Meselâ, namaz için şart olan abdest yerine, su bulunmadığı zaman temiz toprakla teyemmüm etmek kâfidir Ancak su olup ta onu kullanmaya meşru bir engel yoksa, teyemmümle namaz kılmak caiz değildir Bu da: "Bir özür için caiz olan şey o özrün kalkmasıyla geçersiz olur" prensibine dayanır (Ö N Bilmen, age, I, 262) Caiz tabiri yalnız şer'î işlerde değil, mantıkta da kullanılır ve muhtemel, gayr-ı muhtemel veya mümkün gibi akla aykırı gelmeyen her şeyi ifade eder Kelâm ilminde caiz (mümkîn); aklî hükümlerden olup, ne varlığı ne de yokluğu zatının muktazası olmayan, zatına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olandır Mümkin; varlığı da yokluğu da vacip olmayan veya varlığı da yokluğu da imkânsız olmayan diye tarif edilir Özellikleri şunlardır: a) Mümkin'in varlığı da yokluğu da müsâvî bulunduğundan; var olmak için mutlaka bir sebebe muhtaç olur Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih eder Buna mukabil, yokluğu için sebebe ihtiyaç yoktur Aslında mümkin olan bir mefhûmun realitede olmasını sağlayacak bir etken yoksa veya var olan mümkinin varlığının devamını sağlayacak sebep bulunmuyorsa, kendisi yok olur b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle beraber var olamaz Mutlaka sebebinden sonra bulunur Bunun içindir ki mümkin, hâdis (sonradan yaratılmış) tir Mümkinin, sebebinden önce var olamıyacağı gayet açıktır, Zira mümkin, ancak kendisinden önce var olan bu sebebin tesiriyle var olacaktır Mümkin; sebebiyle beraber var olsaydı onun özelliğini taşırdı Halbuki kendisi sebep değil müsebbeb (kendisine sebep olunarak ortaya konulmuş olan)dir (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, GİRİŞ, 68) |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #11 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂHİLİYYE Bilgisizlik, gerçeği tanımama İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür: Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi Şarap içmek adeti çok yaygındı Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi Hatta Enes b Mâlik (ra)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz Peygamber (sas) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3) Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, ki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme" Tefecilik almış yürümüştü Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin" (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın " (en-Nûr, 24/33) buyurulur Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz: Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı Sonra yaklaşabilirdi Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi O da bundan kaçınamazdı Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı (Buhârî, Nikah, 36) Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440) Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi "(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136) Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı (el-En'âm, 6/138) Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı: Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi Buna "Bahîra"* derlerdi Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı Kimse ona dokunmazdı Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (cc)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir" Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (as)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi Rasûlullah (sas)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32 ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır Ebû Hüreyre (ra)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (ra) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104) İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103) Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir Cahiliyye; insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü baskı, cahiliyenin bir görüntüsüdür Ahmed AĞIRAKÇA Durak PUSMAZ |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #12 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCÂHİL, CEHÂLET Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan kimse Cahilin içinde bulunduğu hâle de cehalet denir Ayrıca cehalet, ilmin karşısında olmak, bilmemek manasını taşır İlim; bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun zıddı, her şeyin en fenasıdır İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken; cahil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak bilinirler Kur'an-ı Kerîm inkârcıları: "Cehalet içerisinde kalmış (bilgisizliğe saplanıp kalan) gafiller" (ez-Zariyat, 51/11) olarak zikreder Yine cahillerden sakınmak için; " Âf yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret, cahillerden yüz çevir " (el-A'râf 7/199) buyurulur Bilgisiz insanlar körler gibidir: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (ez-Zümer, 39/9) "Aynen görenle görmeyenin bir olmadığı gibi" Cahil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı kişilerden kaçarlar Çünkü, kendini olduğundan büyük görme hastalığına tutulan cahiller, tevazû sahibi bilginlerden hiç bir şey anlayamazlar Cahil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır Her şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur Ancak görünenin arkasında bir de hissedilenin varolduğunu bilemez Cahilin tedbiri, düşüncesi köksüz ve çürüktür Bundan dolayı cahiller için: "Cahil yaşayan ölüdür", "Diri iken ölü" denilmiştir Hazret-i İsa da: "Ben ölüleri dirilttim fakat cahilleri diriltemedim" buyurmuştur Halk arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: "Akıllının düşmanlığı, cahilin dostluğundan daha hayırlıdır" denilmektedir Hazret-i Ali (ra): "Faziletli kişiler hakkında haset edilir Cahiller de ilim sahiplerine düşman kesilirler" buyurmuştur Eskiden İslâm toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza olmak üzere onu cahil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya zorlarlardı "Cahillere para verilse de yüz verilmez" deyimi çok kullanılan bir deyimdir Şâmil İA |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #13 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCA'FER-İ SÂDIK İmamiyye* mezhebinin kabul ettiği oniki imamın altıncısı Künyesi Câ'fer es-Sâdık Muhammed Bâkır b Ali b Hüseyin b Ali b Ebî Tâlib'tir Babası, Muhammed Bâkır'ın yerine imamete geçmiştir Oniki imamın altıncısıdır Hz Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Peygamber çocukları siyasetle uğraşmamışlar; kendilerini ilme vermişlerdir Bu evde yetişen Câ'fer de kendini ilme verdi; fıkıh, hadis, ve öteki şer'î ilimler yanında kimya ve diğer ilimleri de tahsil etti Talebesi Tarsuslu İbn Hayyan'ın, Câfer'in beşyüz risalesini toplayarak bin yaprak tutan bir kitap yazdığı rivayet edilir (İbn Hallikân, Vefeyâtü'l-A yân, Mısır 1948, I, 291) Câbir İbn Hayyan, Câ'fer-i Sâdık'tan çok yararlanmış, ondan itikad ve iman usulünü öğrenmiş bunun yanında maddî varlıkların tabiatı ve özelliklerine ve bunların birbirine karıştırılmasına (eczacılık-simya) dair bilgiler de almıştır Câbir'in Câ'fer'den ilim öğrenmek için belirli bir saati vardı O saatte, İmamın yanına ondan başkası giremezdi Risalelerinin büyük kısmını hocası Câ'fer'in adına yazmıştır (Muhammed Ebu Zehra, el-İmamü's Sâdık, 77) Ebû Hanife, İmam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî gibi büyük bilginler Câ'feri Sâdık'tan ilim öğrenmiş ve hadis rivayet etmişlerdir Câ'fer-i Sâdık fazla konuşmazdı Süfyan-ı Sevrî, Câ'fer'i ziyarete gitmiş; uzun süre sustuğunu görünce konuşmasını rica etmiş; bunun üzerine Câ'fer şöyle demiştir: "Allah'ın nimetine şükret; şükür, nimetin artmasına vesîle olur Nimet verildiği zaman da istiğfara devam et Devletin zulmüne karşı da Lâ havle velâ kuvvete illâ billah de" Ebû Hanife de, Hicaz'a gidip, iki yıl Câ'fer'in yanında kalmış, ondan çok şeyler öğrenmiş ve bu iki yıl için "Eğer iki yıl olmasaydı Nûman mahvolurdu" demiştir (Ebû Zehra, age, s 37-39) İmam Câ'fer'in ilmi önce kesbî olarak başlamış, sonra vehbî ilimle desteklenmiş, ilhâma mazhar olmuştur Bu yüzden İmâmiye mezhebi mensupları, imamların ve bu arada Câ'fer-i Sâdık'ın hatadan sâlim olduğu inancındadır Her biri yıldızlar gibi olan ashab-ı kiram'ın bile görüş ve ictihadlarında zaman zaman hata ettikleri olmuştur Sahabeden sonra gelen imamların ilham dışındaki sözlerinde yanılması mümkündür Câfer-i Sâdık da insandır, masum değildir Çünkü ismet (masumluk) sıfatı yalnız peygamberlere mahsustur Câ'fer-i Sâdık, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi İmam Mâlik onun hakkında şöyle der: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kılar, ya oruç tutar, veya Kur'an okurdu Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'ın Rasûlü'nü ağzına almazdı Boş yere konuşmazdı Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi" (Ebû Zehra, age, s 77) Alta yün, üste ipekli giyerdi Süfyan ona "Bu senin ve babalarının elbisesi değildir" deyince Câ'fer ona "O zaman darlık zamanı idi Şimdi genişlik zamanıdır Şimdi herşey bol" demiş, sonra cübbesini açıp alttan beyaz yünlü elbisesi görününce, "İşte" demiş "Allah için giydiğimiz elbise budur Bu üstteki de sizin için giydiğimiz elbisedir Allah için olanı gizledik Sizin için olanı gösterdik" (Hilye, III, 193; el-Kevâkib, I, 95) İmamiye, Câ'fer-i Sâdık'ın bazı vehbî ilimlere sahip olduğunu, Hz Peygamber'in bu ilmi Hz Ali'ye verdiğini, Hz Ali'den Ali Zeynelâbidin'e, ondan Muhammed Bâkır'a, ondan da Câ'fer-i Sâdık'a geçtiğini, bu ilmin "cifr ilmi"* olduğunu söyler Cifr ilmi, harflerin ilmidir Câfer'i Sâdık'ın cifr'i bildiği ve onu şöyle tarif ettiği bildirilir: "O, deriden bir kaptır Onda, peygamberlerin ve İsrailoğulları bilginlerinin bilgisi vardır" (Seyyid Hüseyin Muzaffer, es-Sâdık, 109) Bu gibi rivayetler genellikle Kuleynî yoluyla gelmektedir Kuleynî, Câ'fer-i Sâdık'ın, gûya Kur'an'da eksiklikler veya ilâveler bulunduğunu söylediğinden bahs eder ki; Murtaza Tûsî, büyük İmamiye bilginleri onu yalanlamışlar ve Câfer-i Sadık'dan bunun aksini rivayet etmişlerdir Ebû Hanife ve İmam Mâlik, Câ'fer-i Sâdık'ın görüşlerine muttali olmuş, ancak yukarıdaki cifr ilmi gibi konular onların eserlerinde yer almamıştır Hamdi DÖNDÜREN |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #14 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCEBRÂİL (as) Dört büyük melekten biri Buna Cibril de denir Bu tabirle Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir (el-Bakara, 2/97-98; et-Tahrim, 64/4) Cibril, "cibr" ve "il" kelimelerinden meydana gelmiş İbrânice bir kelimedir Cibr kul, il ise Allah anlamına olup ikisi beraber Allah'ın kulu demektir (MH Yazır, Hak Dini Kur' an Dili, l, 431), Cebrâil, Kur'an-ı Kerîm'de "Ruh", "Ruhu'l-Kudüs" ve "Ruhu'l-Emin" isimleriyle de anılmaktadır Cebrâil (as)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e onun vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Eınin (Cebrâil) indirmiştir" (eş-Şuâra, 26/192-195) Cebrâil (as) her şekle girebilir Peygamber Efendimiz (sas) onu biri vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha*'da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5) Cebrâil (as) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (sas)'a vahiy getirirdi Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35) Cebrâil (as) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (sas)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1) Necm suresinde şu buyruklar yer almaktadır: "Ona (Peygamber'e, bu Kur'an'ı) üstün bir güç ve hikmet sahibi (Cebrail) öğretmiştir, (ki (o) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir (O) hemen doğruldu O en yüksek bir ufuktaydı Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi Nitekim ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar oldu, yahut daha da yakınlaştı Böylece Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti " Ve başka bir ayette: " Ve eğer ona karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir Bunun ardından melekler de ona arkadır" (et-Tahrim, 66/4) buyurulmaktadır Medine döneminde Yahudi bilginleri, kitaplarındaki bilgilere dayanarak Peygamber efendimizi imtihan etmek için birkaç soru sormuşlar, hepsine doğru cevap alınca bu defa kendisine vahiy getiren meleğin ismini sormuşlar, Rasûlullah (sas) "Cibril" cevabını verince; "O, bizim düşmanımızdır, harp ve şiddet getirir Bizim vahiy meleğimiz Mikâil'dir Mikâil müjde, ucuzluk ve bolluk getirir Sana gelen o olsa idi, iman ederdik" (M Hamdi Yazır, age I, 429) demişler, bunun üzerine: "De ki Cebrâil'e düşman olan kimse Allah'a düşmandır Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir Allaha meleklerine, Cebrâile ve Mikâile düşman olan kimse inkâr etmiş olur Şüphesiz Allah inkâr edenlerin düşmanıdır " (el-Bakara, 2/97-98) ayetleri inmiştir Allah'u Teâlâ Cebrâil'i kuvvet ve emanet sıfatı ile tavsif etmiştir: "Bu Kur'an, Arş'ın sahibi katından değerli güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen Şerefli bir elç_inin getirdiği sözdür " (et-Tekvir, 81/19-21) Durak PUSMAZ |
İslami Sözlük C |
11-04-2012 | #15 |
Prof. Dr. Sinsi
|
İslami Sözlük CCERH ve TA'DÎL Cerh; yaralamak, sövmek; ta dîl, düzeltmek, hizaya getirmek, tezkiye etmek demektir Istılahî manaları ise; Cerh, günahkârlık, tedlis (karıştırıcılık), yalancılık gibi sebeplerle bir râvinin, hadis mütehassısları tarafından rivayetlerinin reddedilmesi Ta'dil; Bir râviyi rivayetleri kabul olunacak şekilde vasıflandırmak, tanıtmak demektir Hadis râvilerinin kusur ve meziyetlerinin özel terimlerle tetkik edildiği "cerh ve ta'dil ilmi" hadis ilminin en önemli konularından birini oluşturur Sözlü rivayetlerin yaygın olduğu bir dönemde ortaya çıkıp gelişen bu ilmin, hadisin ve dolayısıyla İslâm'ın korunması açısından hicrî dördüncü yüzyıla kadar çok faal bir rol oynadığı kesin bir gerçektir Hz Peygamber (sas)'den sonra meydana gelen bazı siyasî olaylar neticesinde birtakım sapık itikadî grupların ortaya çıkması ve bunların kendi görüşleri lehinde hadisin otoritesinden yararlanmak istemeleri, kendilerini hadis uydurmaya sevketmiştir (Ahmed Nâim, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, Mukaddime, 351; Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, 31-48) Bu olumsuz gelişmeler karşısında İslâm âlimleri kılı kırk yararcasına bir titizlik göstererek, hadislerin kitaplara geçirilip tasnif edildiği zamana kadar her râviyi cerh ve ta'dile tabi tutmuşlar ve bu şekilde, güvenilir olanları zayıflardan, tanınmayanlardan, uydurmacı ve yalancılardan ayırdetmişlerdir (Ahmed Nâim, Mukaddime, 351) Dini, aslî berraklığı içerisinde korumayı yegane hedef ve vazife bilen İslâm âlimlerinin bu davranışlarını bir başka şekilde yorumlamak mümkün değildir Zira Tirmizî'nin de açıkça ortaya koyduğu gibi, amaç, müslümanların hayrını ve iyiliğini istemektir (Ahmed Nâim, Mukaddime; 351) Yoksa hiç bir kimse sebepsiz yere müslümanın gıybetini yapmış ve onları çekiştirmeyi istemiş değildir Tanınmış münekkitlerden Yahya b Saîd el-Kattân cerhettiği muhterem zevât dolayısıyla kendisine yöneltilen: - Sen cerhettiğin bu zevâtın kıyamet gününde karşına hasım olarak çıkmalarından korkmuyor musun? şeklindeki bir soruya: "Bunların düşmanlığına maruz kalmam; hadisini müdafaa etmediğimden dolayı Rasûlullah (sas)'in karşıma hasım olarak çıkmasından çok daha kolaydır" diye cevap vermiştir (Ahmed Nâim, Mukaddime, 350) Onun bu cevabında da görüleceği gibi, konu bir gıybet ve çekiştirme meselesi değil; ilim ehlinin taşıdığı sorumluluk duygusunun ve ilmî anlayışın bir çeşit tezâhürüdür Diğer taraftan cerh ve ta'dili yapacak âlimlerde birtakım özelliklerin arandığı gibi; cerh ve ta'dil esnasında dikkate alınması gereken esaslar da mevcuttur Bu yönleriyle ehil olmayan bir kimsenin cerh ve ta'diline itibar edilemez Şartlarına riayet edilmeden yürütülmüş cerh ve ta'dilin de ifade edeceği hiç bir değer yoktur (Ahmed Naim, Mukaddime, 365-389) Hadis münekkitleri cerh ve ta'dilde râvilerin kuvvet ve zayıflık, doğruluk ve yalancılık gibi durumlarına işaret eden bir takım terimler kullanmışlardır Ta'dil için kullanılan terimlerin tertibinde ulema arasında tam bir ittifak yoktur İbn Hacer el-Askalânî bu terimleri en yükseğinden alta doğru altı derecede toplamıştır Aynı şekilde cerh için kullanılan tabirler de en hafifinden en ağırına doğru altı kısma ayrılmıştır Ta'dilin en yüksek derecesi "evseku'n-nâs", "esbetü'nnâs" (insanların en güveniliri); cerhin en ağır derecesi ise "ekzebü'n-nâs" (insanların en yalancısı), "hüve ruknu'l-kezibi" (o, yatanın ocağıdır) tabirleriyle ifade olunur (Ahmed Naim, Mukaddime, 391-398; İbn es-Salâh, Ulûmu'l-Hadis, I33-137; Suyûtî, Tedrib, 229-236) Hadisin sahihini sekîminden, makbulünü merdudundan ayırma gayretinin bir neticesi olarak gelişmiş olan bu ilim dalında kaleme alınmış bir çok eser mevcuttur İbn Ebi Hâtim er-Râzi'nin "Kitâbü'l-cerh ve't-ta'dîl'i"; Ahmed b Hanbel'in "Kitâbü'l-ılel'i" ; Zehebî'nin "Mizânü'l i'tidâl" ;Buhârî'nin "et-Târihü'l-kebir'i" bu alanda yazılmış çok sayıdaki eserden sadece birkaçıdır |
|