Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Nesil Bilinçlendirme Kampı - Gizli Tehlikeler & Tehditler > Güncel Haber Merkezi > Bilim & Teknoloji

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilim, tarihi

BiLim Tarihi

Eski 11-26-2009   #1
Cloud
Varsayılan

BiLim Tarihi



Astronomi Tarihi

Ortaçağ

Çeviriler yoluyla Yunanlılardan alınan bilimlerden birisi de astronomidir İslâm Dünyası'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayışının etkisi ile matematiğin bir dalı olarak benimsenmiş ve bu nedenle Güneş, Ay ve diğer beş gezegen ile yıldızlara ilişkin gözlem verileri, hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırılmaya çalışılmıştır

İslâm Dünyası'nda astronomlar, birbirleriyle bağlantılı olan iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardır: Hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemişler hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışmışlardır Bunlardan ilki, gözlemsel astronominin alanına girmektedir ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bırakmışlardır

İlk gözlemevleri onlar tarafından kurulmuş, gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirilmiştir; hatta bu amaçla, açıların ölçümünde kirişler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanılmaya başlanmıştır Ancak kuramsal astronominin alanına giren ikinci etkinlikte, aynı ölçüde başarılı olduklarını söylemek olanaksızdır

Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin Evren'in merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inanmışlardır Bu konuda, Ptolemaios tarafından önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli değişiklikler yapılmaksızın benimsemişlerdir

Astroloji ise, Hellenistik Dönem bilginlerinde olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak görülmüş ve bir iki istisna dışında hemen bütün astronomlar tarafından benimsenmiştir

İslâm Dünyası'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adlı meşhur eseri ile yaygınlaşan astroloji, yıldızlar ve gezegenlerin, insanların mizacı ve geleceği üzerinde etkili olduğu ilkesine dayanmaktadır Bu dönem astronomisinin geniş kitlelere nüfuz etmesinde kısmen yararlı olmuşsa da, bu dalın bilimsel hiçbir değeri yoktur

Yeniçağ

Bu dönemde en önemli gelişme, astronomi alanında olmuştur Kopernik, Yunan Dönemi'nden beri yürürlükte bulunan Yer Merkezli Evren Kuramı'nın yerine, Güneş Merkezli Evren Kuramı'nı kurmuş ve Yer'in, Güneş'in çevresinde dairesel bir yörünge üzerinde dolanan bir gezegen olduğunu savunmuştur Böylece, Yer'in Evren'in merkezinden kaldırılmasına bağlı olarak insanın Evren'deki konumu da yeniden sorgulanmaya başlanmıştır

Tycho Brahe ise Yer'i Evren'in merkezinden kaldırmanın doğuracağı bilimsel ve dinsel sakıncaları göz önünde bulundurmuş ve Yer-Güneş Merkezli Evren Kuramı ile Kopernik'e karşı çıkmıştır

Kopernik'in kurmuş olduğu Güneş Merkezli Evren Kuramı çerçevesinde yürütülen araştırmalar sonucunda Eudoxus, Aristoteles ve Batlamyus'tan beri savunulagelmekte olan Yer Merkezli Evren Kuramı yıkılmış ve Galilei ile Kopernik kuramı gözlemsel açıdan, Kepler ile kuramsal açıdan geliştirilmiş ve çağdaş astronominin temelleri atılmıştır Böylece Kepler'in Elips Yörüngeler Kanunu ile gök mekaniğine giden yol açılmıştır

Yakınçağ

Yakın dönem astronomi çalışmalarının genellikle üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir:

Özellikle Herchell ve Halley'in yapmış oldukları gözlemler sonucunda Güneş Sistemi'ne ilişkin gözlemsel veriler artmıştır

Astronominin kuramsal yönünü oluşturan ve elde edilen gözlemsel verileri değerlendirerek gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel açıklamasını veren dinamik astronomi gelişmiştir Mesela Laplace, Güneş Sistemi'ndeki bütün gezegenlerin hareketlerinin matematiksel olarak gösterilebileceğini öne sürmüştür

Fizik ve kimya alanlarında yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda, yıldızların yapısını inceleyen astrofizik ve Evren'in yapısını inceleyen kozmoloji gibi yeni bilim alanları ortaya çıkmıştır Özellikle astrofizikte Frounhofer ve Kirchoff'un, kozmolojide ise Kant ve Laplace'ın yapmış olduğu araştırmalar çığır açıcı niteliktedir

Bu dönemde astronomi alanında yıldızlar ve Evren'in yapısına ilişkin çalışmalar artarak devam etmiş ve Evren'in oluşumuna ilişkin Büyük Patlama Kuramı ortaya atılmıştır Diğer taraftan, insanın bu evrende yalnız olup olmadığı tartışılmış ve bunu belirlemeye yönelik çeşitli projeler geliştirilmiştir

Yine bu dönemde gezegenlere ilişkin çalışmalar da ön plana çıkmış ve 1930 yılında Tombaugh tarafından Plüton Gezegeni ve daha sonra da bu gezegenin uydusu Charon bulunmuştur

Biyolojinin Tarihçesi

Ortaçağ

Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olunursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edindikleri bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir

Erken tarihli biyoloji yapıtları, genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir İncelenen bitkiler, daha çok tıbbî bitkilerdir Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır Hayvan türlerinden ve onların yararlarından ve zararlarından söz eden hayvanbilim ise, Aristoteles tarafından kurulmuş ve Ortaçağ İslâm Dünyası'nda özellikle Câhiz ile Demirî'nin yapıtları sayesinde tanınmıştır

Ancak Müslüman hayvanbilimcilerin, Yunanlıların bilimsel birikiminden yeterince yararlandıklarını ve hayvanbilimi, mesela bir coğrafya veya bir tıp ölçüsünde geliştirdiklerini söylemek olanaklı değildir

İslâm ülkelerinin zengin bir hayvan örtüsü ile kaplı olduğu, Aristoteles'in Hayvanların Tarihi'nin daha 8 yüzyılın sonlarında Arapça'ya tercüme edildiği ve İslâm Hukuku'nun hayvanlara büyük bir ilgi gösterdiği hesaba katıldığında, Müslüman düşünür ve bilginlerin hayvanbilim alanındaki bilimsel kayıtsızlıklarını anlamak oldukça güçtür

Yeniçağ

Bu dönemde geliştirilen mikroskop aracılığı ile Malpighi, Leewenhook ve Swammerdan gibi bilim adamları, değişik canlı yapılar üzerinde araştırmalar yapmış ve böylece Hücre Kuramı'nın kurulmasını sağlamışlardır Ayrıca, Willis, Hooke ve Mayow yapmış oldukları çalışmalar sırasında canlı ve cansız yapıların çok küçük parçacıklardan oluştuğunu ve temel yapılarının benzer olması dolayısıyla işlevlerinin de birbirine benzemesi gerektiğini düşünmüşlerdir

Yakınçağ

Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır

Bu dönemde hücrenin yapısı ve işlevlerine ilişkin çalışmalar biyolojiyi büyük ölçüde etkilemiştir Bunun yanı sıra genetik alanında çok önemli adımlar atılmış ve özellikle son dönemde yapılan araştırmalarla klonlama yöntemine götüren yol açılmıştır Ayrıca kimyaya dayanan hormon çalışmaları, tarım alanındaki verimi arttırmış ve canlıların kökeni ve evrimiyle ilgili araştırmalar, yeni bilimsel bulgularla güç kazanmıştır

Eskiçağ'da Bilim

Çin Uygarlığında bilimsel faaliyetin başlangıcı MÖ 2500'lere kadar götürülebilir Zaman zaman sınırları Hindiçini de içine alan, zaman zaman ise sadece Sarı Irmak civarında ufak bir devlet şeklinde görülen Çin, ilk insan kalıntılarının (Sinantropus Pekinensis) bulunduğu yerlerden biridir

Çin uygarlığı, genellikle, kapalı bir uygarlık olarak nitelendirilmiştir Ancak Türklerle ve Hintlilerle yakın ilişki içinde oldukları bilinmektedir Bu etkileşim sonucunda Türklerin kullandıkları On İki Hayvanlı Türk Takvimi'ni benimsemişlerdir Hint uygarlığından ise, özellikle matematik konusunda etkilendikleri bilinmektedir On ikinci yüzyıldan itibaren yapılan seyahatler sonucunda, matbaa ve barut gibi teknik buluşlar, Avrupa'ya Çin'den götürülmüştür

Çin'de kullanılan sayı sistemi on tabanlıdır Ayrıca, işlem yapmalarını kolaylaştıran, abaküs ve çarpım cetveli gibi bazı basit aletler de kullanmışlardır Diğer uygarlıklardan farklı olarak Çin'de daha çok aritmetik ve cebir bilimleri gelişme göstermiş ve hatta geometri problemleri bile bu iki disiplinden yararlanılarak çözülmeye çalışılmıştır

Çin astronomisi, diğer uygarlıklardan bazı temel farklılıklar gösterir; takvim hesaplamalarında, diğer uygarlıkların Güneş veya Ay'ı esas almalarına karşın, Çin uygarlığında yıldızlar esas alınmıştır ve diğer sistemlerde yıllık hesaplamalar kullanılırken, burada günlük hesaplamalar kullanılmıştır Ayrıca Çinlilerin, temel koordinat düzlemi olarak ekliptik düzlemi yerine ekvator düzlemini benimsedikleri görülmektedir

Çin astronomisi, bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bir yıldız astronomisidir ve gözle görülebilen yıldızların yanında, kuyruklu yıldızlar ve kutup yıldızı hakkında ayrıntılı bilgiler içermektedir Teknik açıdan da devrine nispetle oldukça gelişmiş bir düzeyde bulunan Çin astronomisinde, Galilei'den önce Güneş lekeleri konusunda bilgi verildiği görülmektedir (MÖ I yüzyıl) Ayrıca astronomi metinlerinde, meteor ve meteoritler ile nova ve süpernovalar hakkında kayıtlara da rastlanmaktadır

Çin tıbbı, evren, doğa ve insan arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu anlayışına dayanır Çinli düşünürler, evrenin sürekli bir oluşum içinde olduğuna inanırlar; onlara göre, bu sürekli devinim daima bir başlangıca dönüşü içerir Evrensel sistemin bir parçası olan insan, ikilem gösteren yin ve yang ilkesinin (iyilik ve kötülük, hastalık ve sağlık gibi) etkisi altındadır Geleneksel Çin tıbbının tedavi şekillerinden olan masaj ve akupunktur yöntemleri günümüzde de kullanılmaktadır

B Hindistan'da Bilim

Hindistan'daki bilimsel etkinliklerin başlangıcını MÖ 5000'lere kadar geriye götürmek mümkündür; ancak bilim gibi düzenli bir bilgi topluluğunun oluşumu için yaklaşık MÖ 2500'leri beklemek gerekmiştir Erken dönemlere ilişkin bilgileri Vedik metinlerden ve nispeten daha geç tarihli olan Siddhantalardan edinmek olanaklıdır

Hindistan'da kullanılan sayı sistemi, on tabanlı (yani desimal) olup, erken tarihlerden itibaren konumsal rakamlandırma yönteminin benimsendiği görülmektedir Sıfırı ilk defa Hintli matematikçiler kullanmıştır Sayı sistemindeki bu erken tarihli gelişme, aritmetiğin gelişim hızını büyük ölçüde etkilemiştir

Daha sonra Pythagorasçılara mal edilecek olan Pythagoras Teoremi'nin çözümü ile ilgili erken çözüm örneklerine Hintlilerin geometrik metinlerinde rastlamak mümkündür
Cebir alanında birinci ve ikinci derece denklem çözümleriyle ilgilenmişler ve trigonometri alanında ise, sinüs ve kosinüs fonksiyonlarını kullanmışlardır

Daha sonra Hintlilerin aritmetik, cebir ve trigonometri konusundaki bilgileri Sanskrit dilinden Arapça'ya yapılan çeviriler yoluyla İslâm Dünyası'na aktarılacak ve buradaki bilimsel uyanışta önemli bir rol oynayacaktır; on ikinci yüzyıldan itibaren Arapça'dan Latince'ye yapılan çeviriler sonucunda ise, Hıristiyan Dünyası bu bilgilerle tanışacaktır

Hintlilerin evreni Yer merkezlidir ve astronomiden söz eden metinlerde Ay ve Güneş'in hareketleri ve tutulmaları, Yer, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün hareketleri, Yer ve Güneş'in birbirlerine uzaklıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir M S beşinci ve on ikinci yüzyıllar arasında konuyla ilgili yapmış oldukları çalışmalarda ise, trigonometrik oranları da dikkate almak suretiyle, Güneş-Yer, Ay-Yer uzaklıklarını, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin konumlarını ve dolanım periyotlarını hesaplamaya çalışmışlar ve bunlarla ilgili sayısal değerleri içeren eserler bırakmışlardır Bunlardan Aryabhata adındaki bir astronom ilk defa Yer'in kendi etrafındaki hareketinden söz etmiştir

Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir Onlara göre, canlı varlıklar evrenin küçük bir modelidir ve doğadaki diğer varlıklar gibi, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir MÖ üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler konuya yeni bakış açıları getirmiştir Bunlardan Yoga Okulu, sağlıklı olabilmek için beden disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de şart koşarken, yine aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, beden yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, dolayısıyla tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur

Hint uygarlığındaki bilimsel uğraşlar, bilimin gelişimi üzerinde oldukça etkili olmuştur Bu etki ilk dönemlerde tacirlerin, seyyahların ve askerlerin yardımlarıyla gerçekleşirken, daha sonraki dönemlerde, doğrudan doğruya bilginler ve çevirmenler yoluyla gerçekleşmiştir

C Orta Asya'da Bilim

Orta Asya bilim tarihi MÖ 8000'lere ve hattâ çok daha eskilere kadar götürülmektedir Arkeologlar tarafından bugün de sürdürülmekte olan kazılarda, taş devrinden kalma çanak ve çömleklere, çakmak taşından ve taştan yapılmış topuz veya kargı biçimindeki silahlara, buğday ve arpa yetiştirildiğine ilişkin izlere rastlanmıştır

Daha sonra, demir kullanılıncaya kadar geçen süre içinde hayvanlar evcilleştirilmiş, bakır ve kurşundan çeşitli eşyalar yapılmıştır İlk defa alaşım olarak bronzu kullanan Türklerdir

Demir devrinden sonra, iklim koşullarının bozulması nedeniyle, Türklerin güneye doğru göç ettikleri görülmektedir Orta Asya'da atı evcilleştirmişler ve MÖ 2800 yılı sıralarında arabayı icat etmişlerdir

Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde olduğunu düşünüyorlardı Bu kubbe, altın veya demirden bir kazık, yani Kutup Yıldızı çevresinde, muntazam bir hızla dönüyordu Burçları taşıdığı düşünülen ekliptik çarkı ise buna dik olarak yerleştirilmişti Gökteki bu düzen, Yeryüzü'ne de yansımıştı Kutup Yıldızı'nın tam altında, Yeryüzü'nün yöneticisi olan hakanın oturduğu kent bulunuyor ve Ordug adı verilen bu kentin plânı da göksel düzeni yansıtıyordu Merkezde kesişen iki ana yol vardır Nasıl gök, kutup yıldızının çevresinde dönüyorsa, toplumdaki işler de hükümdarın çevresinde döner

Bilinen ilk Türk yazılı anıtı Göktürk devleti (552-745) döneminden kalma Orhun Yazıtları'dır Göktürkler On İki Hayvanlı Türk Takvimi'ni kullanmışlardır Takvimde her yıla bir hayvanın adı verilmiştir Bunlar sıçan, öküz, kaplan, tavşan, ejder, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve domuzdur On iki yıl süren her devreden sonra aynı adları taşıyan ikinci bir devre başlar Devreyi teşkil eden hayvanlar devrederken ait oldukları yılların özelliklerini de belirliyordu Bir gün on iki eşit kısma ayrılır ve her birine "çağ" denirdi Yani bir çağ iki saate karşılık geliyordu Bu çağlara da yine on iki hayvanın adı veriliyordu Gün gece yarısı, yıl da ilkbahar başlangıcı ile başlardı Dört mevsim vardı Yıl, altmış günlük altı haftaya ayrılmıştı Bu on iki hayvanlı takvim daha sonra, on üçüncü yüzyılda da kullanılmıştır

D Mısır'da Bilim

Nil nehri civarında gelişen Mısır uygarlığı MÖ 2700 yıllarından itibaren matematik, astronomi ve tıp konularındaki etkinliklerle parlamıştır Mısırlılar matematiklerinde, kullandıkları on tabanlı hiyeroglif rakamlarıyla, sayıları sembollerle ifade etme safhasına ulaşmışlardır Bu rakamlarla çeşitli matematik işlemlerini yapabilmişler ve cebir işlemlerine çok benzeyen ve diğer uygarlıklarda da görülen "aha hesabı" adlı bir hesaplama yöntemi geliştirmişlerdir Bu hesaplamada "yanlış yoluyla çözüm" tekniği kullanılmıştır

Geometrilerinde ise alan ve hacim hesapları yapıyorlardı Mimari alanında Mısırlılardan kalan eserler arasında en önemli yeri piramitler tutar; onlar birer mimari harikasıdır Mısırlılar gökyüzü olaylarını dinî açıdan yorumlamışlardı Gök cisimlerini tanrı olarak kabul etmişler ve gök yüzündeki olayların da tanrıların faaliyetleri olduğuna inanmışlardı; yani astronomileri dinî öğelerle iç içe idi Takvimleri Güneş takvimi idi ve yıl uzunluğu 365 gün olarak kabul ediliyordu Günümüzde kullanılan takvimin temelinde Mısır takvimi yer alır Günün 24 saate bölünme geleneğini de Mısırlılara borçluyuz

E Mezopotamya'da Bilim

Dicle ve Fırat deltası, Asya, Afrika ve Avrupa arasında köprü vazifesi gören bir kavşak bölge olarak büyük bir uygarlığın gelişmesine çok elverişli bir yerdi Burada gelişen Mezopotamya uygarlığının başlangıcı MÖ 3000 yıllarından öncesine gider Bu uygarlığı Sümerliler, Akadlılar ve Babilliler ortaya koymuştur Bilimsel faaliyetler olarak daha çok zaman ölçme, alan hesaplama, sulama kanallarını organize etme, değiş-tokuş gibi günlük yaşamın gereklerine uygulanan astronomi ve matematik bilgileri ile karşılaşılır

Modern astronominin temelinde Mezopotamya astronomisi bulunur Onlar mitolojiye ve dinî inançlara dayanan astronomiden laik ve matematiksel astronomiye geçmeyi başarabilmişlerdir Evrenin, Yer, gök ve ikisi arasında bulunan okyanustan oluştuğuna inanıyorlardı Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenlerini ve on iki takım yıldızını tanıyorlardı Söz konusu beş gezegenin tutulma düzlemi yakınında dolaştığını saptamışlardı

Ay yılına dayanan takvimleri daha sonraki dinî takvimlere ve İslâm Dünyası'ndaki hicrî takvime temel oluşturmuştur Günü 12 saate, saati 60 dakikaya, dakikayı da 60 saniyeye bölmüşlerdi Güneş, Ay ve beş gezegene bağlı olarak bir hafta 7 gün olarak kabul edilmiş, ve bu 7 günlük hafta Romalılar vasıtasıyla Avrupa'ya geçmiş ve oradan da bütün dünyaya yayılmıştır Ay ve Güneş tutulması tahminlerini yapabilecek düzeyde astronomi bilgisine sahiptiler

Mezopotamyalılar cebirin kurucusudurlar Gelişmiş bir rakam sistemine sahip olmaları cebir konusunu da ilerletmelerine yol açmıştır Birinci ve ikinci derece denklemlerini belirli gruplar halinde sınıflamışlar ve her grup için ayrı çözüm formülleri vermişlerdir Geometrileri analitik idi Yani, geometri problemlerinin çözümü genellikle cebir yoluyla ele alınmaktaydı Thales Teoremi'ni dik üçgenler için bulmuş, ve kullanmışlardır Pythagoras Teoremi'ni de biliyor ve kullanıyorlardı Daireyi 360 dereceye bölen de Mezopotamyalılardır

F Anadolu'da Bilim

Coğrafi konumu çeşitli bölgelerle bir köprü niteliğinde olan Anadolu yarımadasından ilk uygarlıkların tarihi MÖ 8000'lere kadar götürülmekte olup, bu uygarlığın bugünkü Aksaray ili civarında olduğu belirlenmektedir Daha geç tarihli olanlar arasında ise Hitit, Urartu, Firig ve Lidya uygarlıkları sayılabilir

Hititlerin Mezopotamya kökenli "şekel" ve "mina" adlı ağırlık birimlerini kullandıkları, en çok bakır ve tunçtan eşyalar yaptıkları, çivi yazısı ve hiyeroglif yazı olmak üzere iki çeşit yazıları oldukları bilinmektedir Van gölü civarında gelişen Urartu uygarlığında ise çivi yazısı ve resim yazısı kullanılmış, yapmış oldukları kapların üzerine, onların hacimlerini yazmışlardır

En önemli merkezleri Gordion ve Midas olan Firigya uygarlığının Fenike alfabesinin Batı'ya yayılmasında önemli rolü olmuştur Ayrıca, Kybele adı verilen ana tanrıça kültü de bu uygarlıktan Yunanlılara geçmiştir Bakır-kalay alaşımı olan tunçtan eşyalar yapmışlar, bazı müzik aletlerini icat etmişler (simbal, flüt gibi), kilim dokumuşlardır Kilim için kullandıkları "tapetes" adı bugün Fransızcada "tapis" biçimini almıştır

Batı Anadolu'daki Lidya uygarlığının en büyük başarısı ise parayı icat etmiş olmasıdır Böylece o dönemin ekonomik hayatında büyük gelişme sağlanmış, modern ekonominin temelleri atılmıştır

Kimyanın Tarihçesi

Ortaçağ

İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür

Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür

Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır Mükemmele en yakın metal, altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür

Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır Bu simgeler, 18 yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise 18 yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır

Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır

Yeniçağ

Bu dönemde kimya alanında maddenin yapısına ilişkin deneysel çalışmalar başlamış ve özellikle Boyle, Mayow ve Hook gibi bilim adamları sayesinde yeni bir atom kuramı geliştirilmiştir

Yakınçağ

Bu dönemde kimya, sanayinin belkemiği haline gelmiştir; ancak kimya çalışmaları sadece sanayide değil, tıp başta olmak üzere değişik bilim dallarında da önemli rol oynamıştır Atom konusundaki çalışmalar, genetik ile ilgili çalışmaları ve canlıların temel maddesi konusunda yapılan araştırmaları büyük ölçüde etkilemiştir

Bu dönemde çağdaş kimya, yanma olgusunu açıklayan Lavoisier tarafından kurulmuştur Bu sayede Lavoisier, Filojiston Kuramı'nı yıkmış ve oksijeni bulmuştur

Matematiğin Tarihçesi
Ortaçağ

İslâm Dünyası'nda başta aritmetik olmak üzere, matematiğin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarına önemli katkılarda bulunan matematikçiler yetişmiştir Ancak bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamları'nın yerine Hintlilerden öğrenilen Hint Rakamları'nın kullanılmaya başlanmasıdır

Konumsal Hint rakamları, 8 yüzyılda İslâm Dünyası'na girmiş ve hesaplama işlemini kolaylaştırdığı için matematik alanında büyük bir atılımın gerçekleştirilmesine neden olmuştur

Daha önce Arap alfabesinin harflerinden oluşan harf rakam sistemi kullanılıyordu ve bu sistemde sayılar, sabit değerler alan harflerle gösteriliyordu Örneğin için a harfi, 10 için y harfi ve 100 içinse k harfi kullanılıyordu ve dolayısıyla sistem konumsal değildi Böyle bir rakam sistemi ile işlem yapmak son derece güçtü

Erken tarihlerden itibaren ticaretle uğraşanların ve aritmetikçilerin kullanmaya başladıkları Hint Rakamları'nın üstünlüğü derhal farkedilmiş ve yaygın biçimde kabul görmüştü Bu rakamlar daha sonra Batı'ya geçerek Roma Rakamları'nın yerini alacaktır

Cebir bilimi İslâm Dünyası matematikçilerinin elinde bağımsız bir disiplin kimliği kazanmış ve özellikle Hârizmî, Ebu Kâmil, Kerecî ve Ömer el-Hayyâm gibi matematikçilerin yazmış oldukları yapıtlar, Batı'yı büyük ölçüde etkilemiştir

İslâm Dünyası'nda büyük ilgi gören ve geliştirilen bilimlerden birisi olan astronomi alanındaki araştırmalara yardımcı olmak üzere trigonometri alanında da seçkin çalışmalar yapılmıştır Bu konudaki en önemli katkı, açı hesaplarında kirişler yerine sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjant gibi trigonometrik fonksiyonların kullanılmış olmasıdır

Yeniçağ

Bu dönem diğer alanlarda olduğu gibi matematik alanında da yeniden bir uyanışın gerçekleştiği ve özellikle trigonometri ve cebir alanlarında önemli çalışmaların yapıldığı bir dönemdir

Trigonometri, Regiomontanus, daha sonra da Rhaeticus ve Bartholomaeus Pitiscus`un çabalarıyla ve cebir ise Scipione del Ferro, Nicola Tartaglia, Geronimo Cardano ve Lodovice Ferrari tarafından yeniden hayata döndürülmüştür

Yapılan çalışmalar sonucunda geliştirilen işlem simgeleri, şu anda bizim kullandıklarımıza benzer denklemlerin ortaya çıkmasına olanak vermiş ve böylelikle, denklem kuramı biçimlenmeye başlamıştır

Rönesans matematiği özellikle Raffaello Bombelli, François Viète ve Simon Stevin ile doruk noktasına ulaşmıştır 1585 yılında, Stevin, aşağı yukarı Takîyüddîn ile aynı anda ondalık kesirleri kullanmıştır

Bu dönemde çağdaş matematiğin temelleri atılmış ve Pierre de Fermat sayılar kuramını, Pascal olasılık kuramını, Leibniz ve Newton ise diferansiyel ve integral hesabı kurmuşlardır

Yakınçağ

Bu dönemde Euler ve Lagrange, integral ve diferansiyel hesabına ilişkin 17 yüzyılda başlayan çalışmaları sürdürmüş ve bu çalışmaların gök mekaniğine uygulanması sonucunda fizik ve astronomi alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirilmiştir Mesela Lagrange, Üç Cisim Problemi'nin ilk özel çözümlerini vermiştir

Bu dönemde matematiğe daha sağlam bir temel oluşturmaya yönelik felsefi ağırlıklı çalışmalar genişleyerek devam etmiştir Russell, Poincaré, Hilbert ve Brouwer gibi matematikçiler, bu konudaki görüşleriyle katkıda bulunmuşlardır

Russell, matematik ile mantığın özdeş olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır Matematiğin, sayı gibi kavramlarını, toplama ve çıkarma gibi işlemlerini, küme, değilleme, veya, ise gibi mantık terimleriyle ve matematiği ise "p ise q" biçimindeki önermeler kümesiyle tanımlamıştır

Hilbert'e göre ise, matematik soyut nesneleri konu alan simgesel bir sistemdir; mantığa indirgenerek değil, simgesel aksiyomatik bir yapıya dönüştürülerek temellendirilmelidir

Sezgici olan Brouwer de matematiğin temeline, kavramlara somut içerik sağlayan sezgiyi koyar; çünkü matematik bir teori olmaktan çok zihinsel bir faaliyettir Poincaré'ye göre de matematiğin temelinde sezgi vardır ve matematik kavramlarının tanımlanmaya elverişli olması gerekir

Yine bu dönemin en orijinal matematikçileri olarak Dedekind ve Cantor sayılabilir Dedekind, erken tarihlerden itibaren irrasyonel sayılarla ilgilenmeye başlamış, rasyonel sayılar alanının sürekli reel sayılar biçimine genişletilebileceğini görmüştür Cantor ise, bugünkü kümeler kuramının kurucusudur

Modern Kimyanın Doğuşu

15 yüzyıla dek kimya, eskiden beri bilinen kalıplarını bir türlü aşamamıştı Bu kalıplaşma, efsanevi açıklamalarla ve ilkel reçetelerle örtülmeye çalışılıyordu Kimya, halâ simya idi 15 yüzyıldan itibaren simya, kıpırdamaya, kimya olmaya başladı

Fosfor, bizmut, platin gibi yeni bulunan elementlerin gösterdikleri tipik özellikleri yeni açıklamalar istiyordu; öteyandan sürekli uzmanlaşan endüstri ve ticaret de kimya sanayinin yeni şeyler üretmesini bekliyordu Güherçile, şap, yeşil vitriol (demir sülfat), vitriol yağı (sülfürik asit) soda gibi maddelerin üretiminin arıtırlması gerekiyordu Bütün bunlar da eski kalıpları kırmayı ve bunu önleyen geçmişle hesaplaşmayı dayatıyordu

Rönesans kimyacılarının tek ilgi alanı elbette madenler değildi Georgius Agricola'nın 1556'da yayınlanan ve gelecek 200 yıl boyunca madencilik ve metalürji alanlarından çalışanların el kitabı olarak işlev gören on iki ciltlik dev eseri "De Re Metalllica" da maden ocaklarının yapımı, maden filizlerinin ocaklardan çıkarılması ve ocaklarda biriken suyun boşaltılması gibi konuların yanısıra metal işletmeciliğine ilişkin çok önemli bilgiler verilmektedir

Onun izleyicilerinden Bernard Palissy (1510-1589), seramik üretimini; Glauber, cam, güherçile ve bazı boyaların üretimini geliştirdi Bu sırada, yani 16 yüzyılda İran ve Çin, porselen (çini) ve çömlekçilikte Avrupa'dan öndeydi Kumaş ve deri sanayiinde önemli olan şap, Avrupa için önemli bir üretim dalıydı

Kimya alanındaki bir başka üretim alanı damıtmaydı Damıtma, bir sıvı karışımının ısıtılması ve buharlaştırılarak bulunduğu karışımdan ayrılması ve yoğiunlaştırılarak yeniden elde edilmesidir 15, 16 ve 17 yüzyıllarda Avrupasında kuvvetli alkollü içkiler içiliyordu Onun için damıtma işlemi yaygın ve büyük bir üretim koluydu

İçkiler, yalnızca aristokrasinin yemek alemleri için önem taşımıyordu; aynı zamanda cahil yerlilerin topraklarını ve vücutlarını da teslim almanın ikinci (birincisi baruttu) silahıydı

Hava ya da daha genel olarak gazlar, 17 yüzyıl başına dek bir "ruh" ya da "kaos" olarak görülmüştü Gaza "gaz" adını veren van Helmont (1577-1634) idi

Helmont, Paracelsus'un izleyicilerindendi ve büyük bir deneyciydi J Bernal’a göre birinci sınıf bir dahiydi Mevcut maddeler olarak sadece suyu ve havayı kabul ediyordu O'nun görüşlerinin kaynağı eski İyonyalılardı Ama o, felsefi bir varsayımdan çok deneysel souçlara dayanıyordu

Su koyduğu bir kapta söğüt ağacı yetiştirdi ve yaşam için hava ve suyun alınmasının yeterli olacağını savundu Kaosu gaz olarak o adlandırdı; kimyanın ileriki zaferlerinin yolunu aydınlattı Ayaklanmalarla ve içsavaşlarla geçen bir dönemin ardından 17 yüzyılın ikinci yarısı bilimin gerçek doğuşuna tanıklık etti

Fiziğin Tarihçesi

Bilimler içinde hemen de en eksiksiz olan dal fiziktir Fizik, bir yandan, cisimlerin düşmesi, âşığın yayılması, titreşimler, sürtünmeler gibi, her gün tanığı olduğumuz çok sayıda doğal olayla ilgilenir; öte yandan, uygulama alanının çeşitliliği nedeniyle, günlük hayatımızın her zaman içindedir Sözgelimi, fiziğin en önemli konularından biri olan elektrik olmasaydı, yaşama düzenimizin nasıl olacağını düşünebiliyor musunuz?

Dünyayı Açıklamak

Fizik bilimi, insanların doğada geçen olayları açıklama isteğinden doğdu ve İlkçağ Yunan filozoflarının bu konudaki çalışmalarıyla kuruldu Bu filozoflar öncelikle, Dünya'nın oluşum ilkesini bulmağa çalışmışlardı Aristoteles, su, hava, toprak ve ateşi değişik bileşimleri ve dönüşümleriyle, Evren'deki bütün bilinen maddeleri oluşturan dört temel öğe olarak kabul ediyordu Leukippos ve Demokritos, "maddenin bölünmesi ve yok edilmesi mümkün olmayan sayısız küçük taneden, atomlardan meydana geldiğini sezinlemişlerdi

Pithagoras ve öğrencileri akustik ile uğraşmışlar, yani ses olayının incelemelerini yapmışlar; Eukleides ise optik konusunda bir araştırma kitabı yazmıştı Ayrıca, yansıma ve kırılma olaylarını fizik açısından inceleyen birçok filozof, ışığın nitelikleri hakkında ortaya sorular atmıştı O çağda Yunanlılar mekanikte de hayli ileriydiler, nitekim Arkhimedes'in bu alandaki buluşları büyük yankılar yapmıştı

Bu yüz ağartıcı başlangıçtan sonra, Rönesans'ın sonuna kadar fizikte hiç bir ilerleme görülmedi Romalılar fizik bilimine hiç bir yenilik getirmediler ve Yunan bilimini aktarmakta önemli bir aracılık görevi yapmış olan Araplar hemen de sadece optik konusunda gelişmeler sağladılar Avrupa'da, bilimsel gelişme, XIII yy a kadar tamamen durdu; Rönesans süresince de fizik, öteki bilim dallarının tersine, çok az ilerleme gösterdi Bu dönemde anılmağa değer tek bilgin, birçok buluşu olan Leonardo da Vinci oldu

Galilerden Newton'a

Fizik ancak XVII yy da gelişti Galilei dinamik ve astronomi konularını inceledi ve deneyler yapmayı, deneylerden çıkan sonuçları saptamayı ve bunları kesin matematik yasalara bağlamayı öngören deneysel yöntemi kurdu Hollandalı Huygens sarkacı inceledi ve sarkaçlı saatleri geliştirdi, İtalya'da Torricelli'nin ve Fransa'da Pascal'ın çalışmaları atmosfer basıncını meydana çıkardı Gassendi ile Mersenne, ses hızım ölçmeyi denediler Işık olayları da bol bol incelendi:

Hollanda'da Snellius ve Fransa'da Descartes birbirinden habersiz kırılma yasalarını açıkladılar; Newton beyaz ışığın bileşimini keşfetti; Römer ilk defa ışığın hızını saptadı Bununla birlikte, ışık ışınlarının niteliği gene de anlaşılamadı: ışık Descartes ile Newton'un dediği gibi küçük tanelerden mi, yoksa Huygens'in dediği gibi dalgalardan mı oluşuyordu? Bu sorunun karşılığı daha sonra gelecekti O sıralar ancak, optik araçlar (mikroskop, gök dürbünü, teleskop) bulunup geliştiriliyordu, tıpkı barometreler ve boşaltma tulumbaları gibi Bu çağın en önemli olayı ise, Newton tarafından evrensel çekim gücünün (yerçekimi) bulunması olmuştur

Deneysel Fizik

Fizik XVIII yyda gelişti ve son derece yaygınlık kazandı Bilginler, «fizik odaları»nda, halk önünde basit, ama gösterişli deneyler yaptılar Bu, elektrikte ilk önemli buluşların gerçekleştiği dönem oldu: yalıtkan ve iletken cisimler arasındaki ayırım, pozitif ve negatif elektriğin ortaya çıkartılması, Amerikalı Franklin'in paratoneri icadı bu döneme rastlar Optikte, Fransız Bouguer ışık yoğunluğunu ölçmek için fotometreyi icat etti Nihayet, hassas termometreler de bu sıralarda yapıldı

Uzmanlık Dalları

XIX yyda fizikte, mekanik ve ısı olayları arasındaki ilişkileri inceleyen termodinamik; elektrik akımlarının magnetik özelliklerini ve uygulama alanlarını inceleyen elektromagnetizma gibi yeni dallar ortaya çıktı Aynı zamanda, «evrensel» düşünürler de artık yerlerini uzmanlara bıraktılar Optikte, girişim (iki noktasal kaynaktan çıkan ışık ışınlarının üst üste çakışmasıyla ortaya çıkan ardışık ve almaşık parlak ve karanlık şeritler) ve polarma (bazı maddelerin yansıttığı veya kırdığı ışığın özgülüklerindeki değişim) olaylarının keşfedilmesi, Fresnel'in savunduğu dalga kuramı'nın zaferini geçici olarak sağladı Bu arada spektroskop! ve fotoğrafçılık gibi yeni teknikler ortaya çıktı; ve görünmeyen iki ışın bulundu: kızılaltı ve morötesi

Elektrikte, Volta'nın pili icat etmesi (1800), elektrik akımının incelenmesine yol açtı Elektriğin özgülüklerini açıklamak için Ohm, Pouillet, Faraday, Ampere, Örsted birtakım yasalar buldular, daha sonra Maxwell bunların sentezini gerçekleştirdi Bu kuramsal sonuçlara, telgraf, telefon, akümülatörler, elektrik lambası, dinamo gibi birçok pratik uygulama eklendi

1880'e doğru, bazıları, fiziğin artık hemen hemen tamamlandığını söylerken, radyoelektrik dalgalar, elektron, X ışınları ve radyoaktiflik gibi bir dizi yeni buluş, yüzyılın sonunu belirledi

Sonsuz Küçük

Fizikçiler, gözlenen olayları daha iyi anlamak için, XX yy başlarında, geleneksel düşünceleri altüst eden kuramlar öne sürdüler Alman Max Planck 1900'de kuvanta (enerji «tanecikleri») kuramı'nı ortaya attı; bu kurama göre, enerji ancak aralıklı, kesik kesik yayınlanabilirdi 1905 yılında başka bir Alman, Albert Einstein, bağıllık (izafiyet) kuramını yayımladı

Bu yeni kuramlar, maddenin yapısının incelenmesinde geniş ölçüde ilerleme olanağı sağladı 1913'te Danimarkalı Niels Bohr, kuvanta kuramını atoma uygulamayı önerdi ve Alman Sommerfeld 1916'da bu kuramı, bağıllık aracılığıyla tamamladı 1924'te, ışık için önceden varılmış bir sonucu genelleştiren Louis de Broglie, her madde taneciğinin bir dalga ile birlikte bulunduğu düşüncesine dayanan dalga mekaniği iddiasını öne sürdü Alman Heisenberg, 1925'ten başlayarak, bir taneciğin hızının ve konumunun aynı anda kesin olarak bilinmesi olanaksızlığını gösteren kendi kuvanta mekaniği'ni geliştirdi

Bütün bu çalışmaların sentezi, 1930 yılında İngiliz Dirac tarafından gerçekleştirildi: onun bağıllık, kuvanta ve dalga mekaniği konusundaki görüşleri, çok geçmeden pozitif elektronların bulunmasıyla doğrulanmış oldu

O tarihten sonra, atom çekirdeğinin parçalanması başarıldı ve yapay radyoaktifliğin bulunması, atom bombasının ve atom pilinin yapımına yol açtı Günümüzde, nükleer fizik ile ortaya çıkan taneciklerin çeşitliliği, atomun ne kadar zengin olduğunu gösterdi Öte yandan, astrofizik dalı, yıldızları yöneten mekanizmayı öğrendikten sonra, bağıllık yasalarını uygulayarak Evren'in tarihini yazmağa girişti Böylece, fizik bilimi, kendine yeni temeller bulduktan sonra, araştırmalarını, sonsuz küçükten sonsuz büyüğe doğru genişletme yoluna girdi

Geometrinin Tarihçesi

Uzayın ve uzayda tasarlanabilen biçimlerin, kurallara uyularak incelenmesini konu alan matematik dalı Yunanca «ge», yer ve «metron», ölçüden

Geometri Nil kıyılarında doğdu Bu ırmağın düzenli aralıklarla taşması, tarlaların sınırlarını siliyor, Mısırlıları güç sorunlarla karşı karşıya bırakıyordu: çünkü tarlaların sınırlarını yeniden çizmek, herkese kendi yerini vermek, bunun için de tarlaların yüzölçümünü hesaplamak, nirengiler dikmek, kısacası, geometri yapmak gerekiyordu

Doğru Kavramının Anlaşılması İçin

insanlara, yer ölçümüne ilişkin somut sorunları çözümleme olanağını veren geometriden, giderek soyut bir geometri doğdu Böylece aynı kavramın değişik durumlara uygulanabileceği anlaşıldı Sözgelimi, deniz üzerindeki ufuk çizgisiyle çekülün gergin ipi arasında hiç bir maddi ortaklık yoktur; ama ikisi de geometride doğru adı verilen kavramı belirtir; doğru kavramı, ancak bunun gibi somut örneklere bakılarak anlaşılabilecek bir kavramdır

Bir kâğıdın üstüne çizilen düz bir çizgi, doğru hakkında yaklaşık bir fikir verir Oysa doğru, sınırlı değildir (çizgi ise yaprağın kenarında biter) ve doğrunun kalınlığı yoktur (çizginin ise ne kadar ince çizilmiş olursa olsun, bir kalınlığı vardır) Bunun gibi, bir topa, bir küreye bakılarak küre kavramı hakkında bir fikir sahibi olunabilir

Eukleides'in Aksiyomları ve Teoremleri

İskenderiyeli bir Yunan bilgini olan Eukleides, MÖ III yy da geometri hakkında ilk mükemmel kitabı yazdı Eukleides o zamanki kitaplarında (bunlar somut sorunların çözümünü gösteren basit «reçete» derlemeleriydi) farklı bir açıdan bakarak, öne sürdüğü sonuçları, kesin kanıtlara başvurma yoluyla kanıtlamak istiyordu

Bunun için önce, sezgiye dayanan birtakım kavramlar (nokta, doğru, düzlem) kabul etti (aksiyom), sonra doğru sandığı, ama doğruluğunu kanıtlayamadığı birtakım gerçekleri belirledi (bütün, parçadan daha büyüktür; üçüncü bir niceliğe eşit olan iki nicelik birbirine de eşittir) [postulat] Bu aksiyom'larla postülat'lara dayanılarak geometri teorem'leri kurulur

Kuşkusuz Eukleides, aksiyomlarının doğruluğunu kanıtlayamazdı, ama ona ve çağdaşlarına göre bunlar, tartışma götürmez gerçeklerdi Sözgelimi, dik açı konusunda kesin bir yargıya varabiliyordu, çünkü gerçek hayatta, deniz üzerindeki ufuk çizgisiyle, elindeki bir çekülün yaptığı dik açıyı gözleriyle görebiliyordu

Eukleides geometrisi, üstünde yaşadığımız dünyayı anlamak için mükemmel bir araçtır; bu geometri, bilim ve tekniğin ilerlemesinde önemli bir etken olmuştur

Eukleides Dışı Geometriler

Eukleides aksiyomlarının kesinliği, XIX yy dan itibaren tartışılmağa başladı Alman matematikçisi Riemann ve Rus matematikçisi Lobaçevski, Eukleides aksiyomlarının tam karşıtı olan aksiyomlardan işe başladılar Böylece ilk bakışta hiç bir pratik yararı yokmuş gibi görünen değişik geometriler (Eukleides dışı geometriler) doğdu Ve bu yeni geometriler o zamandan beri birçok alanda (nükleer fizik, astronotik vb) işe yaradı (Einstein bunlar sayesinde bağıllık kuramını kurabildi)

Cebir tekniklerinin geometriye uygulanması, noktaları sayılara veya koordinatlara bağlayarak bütün eğrileri hesaplamak ve saptamak olanağı sağlayan analitik geometri'yi doğurdu (Descartes)

Rönesans Ressamları ve Tasarı Geometri

Tasarı geometri'de, uzay geometrinin şekilleri veya öğeleri, tam ve aslına uygun biçimde bir düzleme (üzerine şekil çizilen kâğıt) aktarılır Rönesans'ın büyük ressam ve mimarları tasarı geometriden yararlanmışlarsa da, onu gerçek bir matematik sistemi haline getiren (temel geometri, kaba perspektif), matematikçi Monge olmuştur

İzdüşüm geometrisi (bir şeklin herhangi bir noktasını esas alarak tümünü bir düzleme izdüşümle aktarmak), resim ve süsleme sanatı için de çok önemlidir Ama asıl yeri, aksiyomları ve ilişkileri bakımından izdüşüm geometrisi, matematiğin bir dalıdır

Saf (Katıksız) Geometri

Geometride, her yerde geçerli kesin belirlemeler giderek azalmakta, başlangıç aksiyomları artık sadece belirli bir geometri için doğru sayılmaktadır Burada gerçek olan başka bir yerde yanlış olabilir Her şeye rağmen, maddi gerçeklerin incelenmesinde uygulamalı geometrinin sağladığı olanaklar sonsuzdur

Yüzölçümü hesaplanmak istenen bir tarlanın çizgisel taslağından tutun da gökcisimlerinin yörüngelerinin saptanmasına, haritalara, planlara, coğrafyada kullanılan ölçeklere, makine yapımına, mimarlığa varıncaya kadar, geometri bilgisinin mutlaka gerekli olduğu alan pek çok ve geniştir

Bununla birlikte, matematik çalışmaları daha ileriyi, uzak geleceği de göz önünde tutar Hemen yararlanma kaygısına kapılmadan yapılan matematik araştırmalar saymakla bitmez Bu çalışmalar, doğruluğu mevcut koşullara bağlı olmayan kusursuz örnekler yaratma amacı güder Saf geometrinin esası budur

Thales

Ünlü bir bilgin ve filozof olan (Yunanistan'ın Yedi Bilge'sinden biridir) Miletoslu Thales (MÖ 640-562), düzlem geometrinin ilk teoremlerini hazırladı Thales, bir yapının yüksekliğini, onun gölgesini ölçerek hesaplayabiliyordu

Pithagoras

«Birdik üçgende, hipotenüs (dik açının karşısındaki kenar) üzerine kurulan kare öteki iki kenar üzerine kurulan karelerin toplamına eşittir»: bu teoremi MÖ VI yyda yaşamış ünlü Yunan filozof ve matematikçisi Pithagoras bulmuştur Çarpım tablosunu ve telli çalgılarda gamı icat eden de odur

Monge

Tasarı geometrinin yaratıcısı ve analitik geometrinin büyük kuramcısı Gaspard Monge (1746-1818), bütün XIX yy matematikçilerinin eşsiz ustasıdır

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla

Cevap : BiLim Tarihi

Eski 11-26-2009   #2
Cloud
Varsayılan

Cevap : BiLim Tarihi



CUMHURİYET DÖNEMİNDE BİLİM TARİHİ VE GELİŞMESİ

Bilim tarihinin tarihsel gelişimini anlatmadan önce ilkin bilim tarihi nedir? Sorusuna cevap vermek gerekir Bilim tarihi basit bir tarifle bilimsel bilginin bir süreç içindeki gelişim ve değişimlerini, onları üreten toplumlardaki değişim süreçlerinin ışığında ele alıp değerlendiren bir disiplindir Adından da anlaşılacağı gibi, bilim tarihi aslında iki disiplini kavrayıp kapsayan bir disiplindir Bunlardan birisi bilim diğeri tarihtir Bunlardan bilim, bilindiği üzere, doğayı, insanı ve toplum yapısını inceleyen disiplinlerden meydana gelen, belli bir yöntemi olan sistematik bilgi bütünüdür Tarih ise, insanla başlayan tarihi süreç içinde olup biten olayları, çeşitli yazıları doküman ve muhtelif belgelere dayalı olarak inceleyen bir disiplindir



Bilim tarihi ise bir disiplin olarak, konusu bilim olmakla birlikte, tarihi yöntemi kullanan, konuyu tarihsel olarak ele alan bir disiplindir Ancak daha önce de ifade edilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi bilimsel olayları sadece kronolojik açıdan ele almaz, aynı zamanda, toplum içinde onun hangi şartlarda ortaya çıktığını ve hangi şartlarda geliştiğini de araştırır Dolayısıyla, bilim tarihi sadece salt siyasi tarih ve siyasi olayları göz önünde bulundurmaz; bilimin seyrini, toplum değerlerini, yapısını ve genel olarak toplumdaki temel prensipler ve toplumu şekillendiren her türlü olayı da göz önünde bulundurarak değerlendirir Bundan dolayı onun, başta felsefe olmak üzere, dinle ve sanatla olan bağlantısı inkar edilemez



Tarih boyunca sanat, düşünce ve duyguların ifadesi olmuştur ve sadece estetik kaygılar taşımamış, hatta tersine, çoğu zaman doğal bir şekilde gelişmiştir Basit ve çok bilinen bir örnek verecek olursak, on beşinci yüzyılda Rönesans hareketleri sırasında, sanatkarlar, doğayı daha iyi tanımak için yoğun bir çaba içine girmişler ve dolaylı olarak bitki, hayvan ve insan yapı ve fonksiyonlarını karşılaştırmalı bir şekilde incelemişler, ve canlının hareket prensiplerinden esinlenerek, cansız doğanın kurallarını belirlemeye çalışmışlardır Leonardo da Vinci ve Michael Angelo bunun en güzel iki örneğidir Leonardo kuşlardaki uçabilme özelliğini incelemiş, insanın da uçabileceğini iddia etmiş ve yapay kanat projelerini şekillendirmiştir Yine aynı sanatkar, ilk deniz altı projelerini de öneren kişidir Ancak bunları özel örnekler olarak değerlendiremeyiz; bu örnekleri, arkeolojik dönemlere kadar götürmek mümkündür Biz ilk insanların kullandıkları kapkacak ya da hayat şekilleri, ne gibi bir teknik ya da bilim adına sahip oldukları bilgiyi mağara ya da kaya resimleri sayesinde öğreniyoruz Böylece hem onların resim sanatı hem de bilim ve teknoloji adına ne ürettiklerini belirleyebiliyoruz



Aynı şekilde, bilim ve din ilişkisi de bilim tarihçisi için göz ardı edilmemesi gereken bir husustur Hemen her devirde bilim ve din arasında kaçınılmaz bir ilişki söz konusu olmuştur Bu ilişki zaman zaman daha yüzeysel, daha yoğun olarak kendini hissettirmiştir Örneğin, İslam Dünyasındaki bilimsel faaliyetin ilk yüzyıllarında özellikle bu etki çok yoğun olarak hissedilmiş; bilimsel çalışmayı, yeni ortaya çıkan İslam Dini adeta yönlendirmiştir Bunun Doğuda da örnekleri vardır Örneğin Buda, sadece zihniyet olarak yeni bir felsefenin doğuşunda etkin olmamış; bütün yaşam tarzını etkilemiş; bilimsel faaliyeti deyim yerinde ise adeta yönlendirmiştir Hıristiyan Dini’nin de hiç de etkisiz olduğunu söylemek mümkün değildir Özellikle de Ortaçağda bu etki kendisini yoğun bir şekilde hissettirmiştir



Burada, kültürün temel taşları olan sanat ve dinle ilgili kısa açıklamalardan sonra, yine kısaca bilim felsefe ilişkisine göz atalım Bilim ve felsefe ilişkisi, sanat ve dinle karşılaştırıldığında çok daha farklı, çok daha yoğun olarak kendisini ortaya koymaktadır Hatta diyoruz ki, felsefenin olmadığı bir toplumda bilim adına pek bir şey yapılamaz; felsefe, bilimin adeta, deyim yerinde ise, üçüncü boyutu gibi görev yapar Örneğin hala üzerinde çalışmalar yapılan Aristo felsefesini ele alacak olursak, onun temellerinin varlığın esaslarını açıklamaya yönelik olduğunu görmekteyiz Maddenin özelliklerine ilişkin olarak vermiş olduğu hareketle ilgili açıklamalarının, on yedinci yüzyıla kadar hareket kuramları olarak benimsendiği bilinmektedir Aynı şekilde, Aristo’nun kuramlarının evrende de geçerli olduğu kabul edilmiş ve Newton’un konuya ilişkin çalışmalarına kadar bu bilgiler bilim adamlarınca kabul görmüş; çalışmalarındaki teorik esaslar olarak değerlendirilmiştir



Newton’un çalışmalarında da felsefenin etkisini izlemek mümkündür Öyle ki, o yeni fiziğin temellerini atmış olduğu eserinin adını da Philosophie Naturalis Principia Mathematicae (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) olarak koymuştur



Aynı örneği, on yedinci yüzyılda yaygın olarak benimsenen korpüskül teorisi için de yinelemek mümkündür Aslında MÖ Demokritos’a kadar götürülen maddenin yapısının parçacıklardan meydana geldiği anlayışı, on yedinci yüzyılda bir grup bilim adamı tarafından korpüskül teorisi olarak yeniden ve de boyut kazandırılarak ele alınmıştır Bunlar arasında Böyle, Mayow gibi bilim adamlarının yanı sıra, daha çok filozof olarak tanıdığımız kişiler de vardır; örneğin Descartes gibi Bu görüş daha sonra sadece maddenin temel yapısının felsefi olarak bir değerlendirilmesi değil, bilimsel olarak da kabulü şeklini almış, canlı ve cansız her şeyin esasının aynı olup, parçacıklardan meydana geldiği öngörüsü Dalton’la anlam kazanarak, atom teorisi şeklinde ortaya çıkmıştır Fizikte atom teorisi ve onunla ilgili ayrıntı şekillenirken biyolojide de hücre teorisi ile ilgili çalışmaların yoğunluk kazandığı izlenmektedir



Buraya kadar verilen örnekleri artırarak gitmek mümkündür Bu örnekleri şöyle toparlayabiliriz: bilim felsefesiz olmaz; bilim felsefe ile yandaştır; onlar birbirini destekler Böylece, bilimin teorik boyut kazanmasında felsefenin rolünü yadsımamak gerekir



Nitekim son dönemde bilimsel bilginin felsefeyi sorgulaması, bilginin felsefi olarak ele alınıp, değerlendirilmesi sonucunda felsefesinin ortaya çıkışı bir tesadüf olmadığı gibi, iyi bir bilim felsefecisinin de bilim tarihi çalışanları arasından çıkışı da bir tesadüf değildir Nasıl ki bilim adamı, kendi ilgilendiği disiplinin felsefi boyutunu bilmek durumunda ise, örneğin matematik ya da fizik çalışmalarında onların felsefi boyutunu da irdelemek zorunda ise, bilim felsefesi yapabilmesi için de bilimin tarih içinde geçirdiği serüvenleri; bilim adına yapılan çalışmaları bilmesi; onlar üzerinde tefekkür etmesi gerekir Onun içindir ki, son dönem bilim felsefecileri diye tanıdığımız Thomas Kuhn ve Joseph Needham, aynı zamanda bilim tarihi konusunda da önemli çalışmalar yapmışlardır



Bütün buraya kadar verilen bilgiye dayanarak, bilim tarihinin tıpkı bilimin kendisi gibi, felsefe ile iç içe olduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız Bilim tarihi bilmeksizin bilim felsefesi yapılamayacağı gibi, felsefe bilmeden de bilim tarihi yapılamaz



Bilim felsefesi çalışmaları gibi, bilim tarihi de her ne kadar daha önce belli ölçülerde yürütülen çalışmalar olsa da, formal olarak, başlangıcı pek de eskiye gitmez, her ne kadar, bilim tarihinin kurucusu olarak kabul edilen George Sarton, konunun ele alınışını Aristo’ya kadar götürse de, bu disiplinin başlangıcı genellikle on dokuzuncu yüzyılda yayamış olan August Comte’la tarihlendirilir1



Ancak, hemen biraz önce de belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihinin formal başlangıcı Amerika’da Harvard Üniversitesinde görevli Belçikalı bilim adamı George Sarton’la başlatılmış ve ilk resmi öğretim birimi olarak da ilk defa burada temellendirilmiştir



Aslında bilim tarihi ile ilgili çalışmalar, her ne kadar formal boyutta olmasa ve İslam Dünyasında da bu konudaki çalışmalar yirminci yüzyılın ilk yarısına rastlıyorsa da, bu konudaki temel eserler arasında İbn Nedim’in el-Fihrist ve İbn Ebi Useybia’nın Uyun el-Enba fi Tabakat el-Etıbba adlı eserleri gösterilirken, Osmanlı’da yazılmış, çeşitli şuara tezkereleri, Taşköprizade’nin Şekaik-i Nu’maniye2 adlı eseri (16 yy) ve çeşitli kişiler tarafından bu esere yapılmış zeyiller, Katip Çelebi’nin Keşfi’-Zünun3 adlı eseri örnek olarak verilebilir Daha geç dönemlerde ise, Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmani’si (H1311) ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri örnek olarak verilebilir Yine bu paralelde olmak üzere, Salih Zeki de Asar-ı bakiye (İstanbul 1911) adlı eseriyle bu konudaki öncülerden biridir Ancak, bilim tarihinin eğitim ve öğretiminin başlangıç çalışmalarının öncüsü ve Cumhuriyetin ilanından sonra bu konuda en bilinen yazar Adnan Adıvar olup, günümüzde hala onun Osmanlı Türklerinde İlim kitabı el kitabı olarak kullanılmaktadır Ancak Türkiye’de bilim tarihinin bir disiplin olarak eğitim ve öğretiminin başlaması için 1943’lere kadar beklemek gerekmiştir



Yukarıda söz konusu ettiğimiz çalışmalarda bunlardan ne kadarı gayesine uygun olarak yürütülmüştür, sorgulayalım İlk adımda belki hiç biri denilebilir Çünkü ele almış olduğumuz düşünürlerin eserlerinin hemen pek azında bilimsel bilgi ön plandadır ve bilimsel bilginin nispeten ön plana çıktığı çalışmalar daha çok on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başlarına rastlayan çalışmalardır Halbuki belli ölçülerde de olsa hemen hemen bütün eserlerde tarihi bilgi verilmekte ve tarih yönteminin kullanıldığı gözlenmektedir Dolayısıyla bu noktadan hareketle değerlendirdiğimizde, geniş açıdan bakmaya çalışarak bir ölçüde de olsa Osmanlılarda yazılmış olan ve yukarıda adlarını verdiğimiz eserlere ve burada söz konusu etmediğimiz benzerlerine, bilim tarihinin ilk eserleri diye bakabiliriz



Genellikle, Cumhuriyetin ilanı 29 Ekim 1923 ise de, genel olarak Yeni Türk devletinin kuruluşu 23 Nisan 1920 tarihiyle belirlenir Mustafa Kemal Atatürk bu tarihten itibaren, ilkin yeni ülkenin siyasi yapısını şekillendirmeye çalışmış; adım adım cumhuriyeti hazırlamıştır Bu arada bilimle ilgili yapılanmanın da temellerini atmayı ihmal etmemiştir, çünkü onun ilkesi “hayatta en hakiki mürşid ilimdir” Nitekim 22 Eylül 1924 tarihinde Samsun’daki İstiklal Ticaret Mektebi’ndeki konuşmasında şöyle söylemiştir:



“Dünyada her şey için maddiyat için, maneviyat için muvaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir İlim ve fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir; doğru yoldan sapmadır” 4



Atatürk bu konuşmasından çok önce, henüz Cumhuriyet kurulmadan, 22 Ekim 1922’de Bursa’da yapmış olduğu bir toplantıda da düşüncelerini şöyle dile getirmektedir:



“Yurdumuzun en bayındır, en göz alıcı, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlup eden zaferin sırrı nedir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde bilim ve fen ilkelerinin kılavuz edinilmesidir Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile ulusumuzun düşünümsel eğitiminde yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiiri ile edebiyatı, okul sayesinde ve okulun vereceği bilim ve fen sayesinde bütün olağanüstü incelikleri ve güzellikleriyle oluşup, gelişecektir



Daha sonraki toplantılarda yapmış olduğu konuşmalarda da, Atatürk bilimin önemini vurgulamaya devam etmiştir Bu bağlamda olmak üzere 26 Şubat 1923’de Salihli istasyonunda halka hitaben yaptığı konuşmasında, yukarıdaki görüşlerinden çok farklı olmayan, onları pekiştirir nitelikteki düşüncelerini dile getirmiş ve şunları söylemiştir:



“Memleketimizi kesinlikle koruyabilmek için alınacak önlemlerin en önemlisi ve ilki bilim ve irfan olacaktır İşte şurada gördüğüm küçük okullular bilim ve irfan ordusunu oluşturacaklardır



Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra, bu konudaki görüş ve düşüncelerini daha hızlı bir şekilde uygulama alanına geçirmek isteyen Atatürk, 30 Ağustos 1924’de meşhur meydan savaşının yapıldığı yer olan Dumlupınar’da yapmış olduğu konuşmasında ise, bir ülkenin özgür ve bağımsız olabilmesi için ortaya koyduğu uygarlık ürünleri olması gerektiğini belirterek, şöyle demektedir:



“Uygarlığın yeni buluşlarının ve fennin harikalarının cihanı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir devirde yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle, geçmişe kölece bağlılıkla varlığımızı devam ettirmemiz mümkün değildir



Nitekim, 1924’de İstanbul Darülfünunun İstanbul Üniversitesi olarak yeniden şekillendiğini görüyoruz Ancak, büyük bir ihtimalle yüksek öğretimin o günkü durumu kendisini pek tatmin etmemiş olmalı ki, bu konuda yeni adımların atılmasını desteklemiş; hatta bizzat bu konuda önemli adımlar atılmasında önderlik etmiştir Bu konu ile ilgili görüşleri, 1933 yılında Cumhuriyet Bayramında yapmış olduğu konuşmasında özetlenerek aşağıda verilmektedir:



“Türk milletinin yürütmekte olduğu gelişme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet bilimlerdir



Buraya kadar verilen alıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Atatürk için bilimin ve tekniğin bu ülkenin gelişmesinde ne derece önemli rolü olduğu konusundaki görüşlerini belirlemek mümkün olmaktadır Sadece sözleri ile değil, yaptığı atılımlarla da, bu fikirlerini ne kadar gerçekleştirmek istediğini ispatlamaktadır



Ulu Önder Atatürk 1933 yılında Üniversite reformu ve daha sonra yüksek öğrenimdeki yapılanma hareketleri sırasında, bir taraftan mevcut yüksek eğitim ve öğretim kurumlarının ataletten kurtulması ve çağdaş bir seviyeye ulaşması için önemli adımlar atarken, ve de bu bağlamda yeni birimler ve yeni ihtisas alanları oluşturulurken, bir taraftan da, yeni başkent Ankara’da yüksek öğrenim kurumlarının yapılanmasında ön ayak olmuştur Bu bağlamda şekillenen kurumlar arasında 1936 yılında, Türk kültürünün köklerini ve Türk dilinin kökeni ve gelişimini incelemek üzere kurulan DTCF ve 1946 yılında kurulan Ankara Üniversitesi ve bu öğretim kurumuna bağlı olarak kurulan Tıp ve Fen Fakültelerini verebiliriz Böylece, ilk defa Ankara’da bir üniversite kurulmuş oluyordu



Türkiye’de bilim tarihi ile ilgili olarak öğretim başlamadan önce, İstanbul Üniversitesi’ndeki 1933 reformuna müteakip, yeniden yapılanmanın sonucu kurulan disiplinlerden birisi de Tıp Tarihidir Bu disiplin bir ölçüde bilim tarihi çalışmalarına zemin hazırlamıştır ve bu dalda eğitim veren rahmetli hocamız Süheyl Ünver’dir (öl 1987) Onun bu konuda yapmış olduğu çalışmaları görmemezlikten gelemeyiz Öncelikli olarak meslek tarihi ve bir ölçüde deontoloji şeklinde gelişen derslerinin yanı sıra, yoğun bir yayın faaliyeti olan Süheyl Ünver hocamız, sadece tıp tarihi ile ilgili yayınları ile değil, aynı zamanda, bilim tarihi konusundaki çalışmalarıyla da bu konuda öncülük etmiştir Süheyl Ünver iyi bir gözlemcidir; bulduğu her belgeyi dikkatle izlemiş; gördüğü her şeye bir tarihçi gözü ile bakmıştır Süheyl Ünver Hocamız için herhalde birçok olumlu değerlendirilmeler yapılabilir, ancak onun en bilinen özelliği herhalde Türkiye’nin en verimli bilim adamı olmasıdır, çünkü hemen her şeyin tarihi açıdan bir belge olduğunu düşünen hocamız, aynı zamanda en kolay yazabilen bir kişi idi5 Ayrıca çalışmalarını, çoğu zaman resimleriyle süslemiştir Özellikle de yaptığı tezhiple de, sadece tıp tarihçisi olarak değil, sanat tarihi açısından da kültür tarihimizde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur6



Onun yanında yetişen ve asistanı olarak görev alan, sırasıyla, Bedii şehsuvaroğlu’nun, Emine Atabek’in, Nil Sarı’nın, Rengin Dramur’un, Mebrure Değer’in, Ayten Altıntaş’ın ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Çapa Tıp ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi şeklinde ayrılmasıyla oluşan birimlerden Çapa Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünde Bedii Şehsuvaroğlu’nun yanında yetişen Ayşegül Demirhan Erdemir’in, Nuran Yıldırım’ın, ve daha sonra, yine Çapa Tıp Fakültesine Almanya’daki eğitimini tamamlayarak gelmiş olan Arslan Terzioğlu’nun önemli katkıları olmuştur



Genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak, bu bilim adamlarının çalışmalarının daha çok son dönem Osmanlı tıbbı konusundaki çalışmalar üzerinde yoğunlaştıklarını söylemek mümkündür



Ankara’da ise 1946’da Tıp Fakültesinin kurulmasından sonra, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde olduğu gibi, Tıp Tarihi dersleri verilmeye başlanmıştır Burada ise rahmetli hocamız Feridun Nafiz Uzluk (öl 1973) dersler vermiştir O da Süheyl Ünver gibi, bu disiplinin eğitim ve öğretimine önem vermiş ve bu konuda çeviri ve terkip niteliği taşıyan kitaplar yazmıştır Feridun Nafiz Uzluk da, Süheyl Ünver gibi, tıp tarihini basit bir meslek tarihi niteliğinde görmemiş; tıp tarihi ile ilgili gelişmeleri ele alırken, bir bilim tarihçisi gibi konuyu ele almış; bilim adamı ya da hekimin hayatı, eserleri, çevre koşullarını da göz önünde bulundurmuştur Onun da bilim tarihi ile ilgili yayınları bulunmaktadır Ayrıca, yine o da mümkün olduğunca tarihi belge ve eski eserleri toplamaya gayret göstermiş olup, bilhassa Selçuklu Tarihine ayrı bir ilgi duymuştur



Ondan sonra, Tıp Tarihi kürsüsündeki elemanlar olarak Yaman Örs, Fuat Göksel ve Berna Arda onun bıraktığı yerden devam ettirmişlerdir Onların çalışmaları ise daha çok deontoloji ve tıbbi etik konusunda yoğunluk taşımıştır



Bu arada, kurulan yeni fakülte ve açılan yeni üniversitelerde de tıp tarihi ve deontoloji bilim dalları ile eczacılık tarihi ihtisas dallarının açıldığını görmekteyiz Bunlar arasında sırasıyla Ege Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalından söz edebiliriz Buranın kurucusu ve halen hizmet veren Prof Dr Ali Haydar Bayat çalışmalarını Osmanlı tıp ve kültür tarihi ağırlıklı olarak yürütmektedir Ayrıca Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde de Eczacılık Tarihi Ana Bilim Dalı, fakültenin kuruluşundan itibaren faaliyet göstermektedir Burada halen Prof Dr Eriş Asil ve Prof Dr Sevgi Şar ve onların yetitirmi olduğu elemanlar hizmet vermektedir



Ayrıca GATA’da İlter Uzel tarafından kurulan Tıp Tarihi ve Deontoloji bilim Dalı’nın yanı sıra, Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde de kurulmuş olan Tıp Tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalında, İstanbul Çapa Tıp Fakültesinden yetişmiş olan Prof Dr Ayşegül Demirhan Erdemir, Adana, Çukurova Tıp Fakültesinde, Prof Dr İlter Uzel görev yapmaktadır Bunların yanı sıra, son olarak kurulan birimlerden biri olarak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesindeki Tıp Tarihi ve Deontoloji birimini zikredebiliriz (Erdem Aydın)



Aynı paralelde olmak üzere, Ankara Üniversitesine 1946 yılında bağlanan Veteriner Fakültesinde 1944 yılından itibaren veteriner tarihi dersleri verilmeye başlanmış, 1950 tarihinden itibaren de Veteriner Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü kurulmuştur Buradaki dersleri, daha sonra bu konuda bir birim kurulmasını sağlayan Nihal Erk vermiştir7 Nihal Erk, özellikle de kaynak eserler üzerindeki çalışmalarıyla daha önceki tarihlerdeki veteriner hekimlikle ilgili çalışmaları ortaya çıkarmaya çalışmıştır Kendisinden sonra bu görevi Ferruh Dinçer üstlenmiştir



Buraya kadar ki çalışmalar, daha çok bilim tarihinin kısımları diyebileceğimiz ve bilim tarihi çalışmalarının deyim yerinde ise, yukarıda da belirtildiği gibi, hazırlık çalışmaları niteliğindedir İlk defa bilim tarihi derslerinin bu konuda ihtisas yapan bir kişi tarafından verilmeye başlanması için Aydın Sayılı’nın Amerika’dan dönmesini beklemek gerekmiştir



Yukarıda da ifade etmiş olduğumuz gibi, Atatürk’ün bilime verdiği önemin yanı sıra, tarihin önemi üzerinde durduğu da bilinen bir gerçektir Nitekim Türk Tarih Kurumu8 ve Türk Dil Kurumu’nu kurmak suretiyle bunu açık ve seçik olarak göstermiştir Onun için bir ülkenin kültürü ve kültürün temel taşı olan dil ve tarihi çok büyük önem taşır Bu konudaki düşüncelerini DTCF’yi kurarak Türk dilinin köklerini ve gelişimini karşılaştırmalı olarak incelenmesini sağlayarak somutlaştırmış Tarih ve Macarca kürsüsünü kurarak da, karşılaştırmalı olarak Türk tarihinin incelenmesine öncülük yapmıştır TTK ve TDK ile DTCF’nin akademik olarak birlikte çalışmalarını ve Türk Dili ve tarihinin köklerini ortaya çıkarmalarını istemiştir



İşte bu bağlamda olmak üzere, büyük önder Atatürk iyi yetişmiş tarihçilerin olmasını ve bu gaye ile, Ankara Erkek Lisesinde (bugünkü Atatürk Lisesi) sınavında hazır bulunduğu ve de çok beğendiği öğrenci Aydın Sayılı’nın iyi bir tarihçi olmasını istemiştir Aslında su mühendisi olmak isteyen Aydın Sayılı onun adına Amerika’da Harvard Üniversitesine George Sarton’un yanına gönderilmiştir Böylece bu disiplinin kurucusu olan George Sarton’un öğrencisi olmuş ve bilim tarihi konusunda çalışma olanağı elde etmiştir Sonuç olarak, Aydın Sayılı, bu alanın dünyadaki temsilcisi olarak bilinen kişilerle de dönem arkadaşı olma imkanını bulmuştur



Burada kısaca bilim tarihinin Türkiye’deki kurucusu olan Aydın Sayılı’yı tanıtalım Aydın Sayılı 1913’de İstanbul’da doğmuş; ilk ve orta öğrenimini ülkesinde tamamladıktan sonra, yukarıda da işaret edilmiş olduğu gibi, Atatürk’ün önerisi üzerine devlet namına Harvard Üniversitesi’nde eğitimine devam etmiştir Doktora çalışmalarını George Sarton’un yanında tamamlayan Aydın Sayılı, aynı zamanda, bu alanda Dünya’da ilk doktora yapan kişi ünvanını kazanmıştır 1943 yılında ülkesine döndükten sonra, Aydın Sayılı DTCF’nin Felsefe Bölümünde öğretim elemanı olarak göreve başlamıştır Onunla birlikte bilim tarihi dersleri Felsefe Bölümü ders programlarına girmiştir Aydın Sayılı 1946’da doçent, 1952’de profesör ve 1958 yılında ordünaryüs ünvanını kazanmıştır Bilim Tarihi Kürsüsünün kurulması ise 1952 yılına rastlar Uzun yıllar TTK üyeliği ve kuruluşundan ölüm yılı olan 1993’e kadar başkanlığını yürüttüğü AKM’deki hizmetleri dışında, iyi bir öğretim üyesi ve dünya çapında bir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmüştür Aydın Sayılı 1957 yılında Uluslararası Bilim Akademisi üyeliğine seçilmiştir 1973 yılında Polonyalı meşhur astronom Kopernik konusundaki çalışmaları dolayısıyla, Polonya hükümeti tarafından Kopernik madalyasına layık görülmüştür 1977’de TÜBİTAK hizmet ödülü almıştır; 1980’de UNESCO uluslararası yazar-editör komitesine seçilmiş; 6 ciltlik Orta Asya Kültür Tarihi çalışmalarında yazar olarak fiilen çalışmıştır 1990’da bütün bu çalışmaları göz önünde bulundurularak, UNESCO ödülü almıştır Ayrıca 1981 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından üstün hizmet ödülüne layık görülmüştür



1983 yılında Ankara Üniversitesi DTCF’inden emekli olan Aydın Sayılı’nın konusuyla ilgili, daha çok birinci el kaynaklara dayalı olarak yaptığı değişik dillerde toplam yaklaşık 120 kitap ve makalesi bulunmaktadır9



Onun belli başlı çalışmaları arasında, Observatory in Islam (Ankara 1960) ayrı bir yer taşır O, burada sadece İslam Dünyasında kurulmuş ve belli düzeyde bilimsel çalışmalara olanak sağlamış olan gözlemevlerinden söz etmemiş, aynı zamanda, daha önce yeterince aydınlatılmamış olan bazı konulara da açıklık getirmiştir Örneğin Memun zamanında Şam’da kurulan Kasiyun Gözlemevi’nin yerinin belirlenmesi gibi Ayrıca, Semerkant, Gazan Han, İstanbul gözlemevleri hakkında da burada ayrıntılı bilgi bulmamız mümkün olmaktadır Dünya literatüründe konusunda yapılan nadir eserlerdendir



Onun önemli çalışmaları arasında yer alan Mısır ve Mezopotamyalılarda Matematik, Astronomi ve Tıp eseri de konusunda yazılmış temel eser niteliğindedir Her ne kadar, bu kitap bir el kitabı niteliğini taşıyor ya da o gaye ile yazılmışsa da, konularda, özellikle de matematikle ilgili verilen ayrıntı ona bir inceleme eseri niteliği kazandırmaktadır Eserde, Mısır ve Mezopotamyalılarda matematik, astronomi ve tıp ile ilgili bilgi verilmektedir



Ayrıca Ord Prof Dr Aydın Sayılı’nın bazı monografi niteliğindeki kitapları ile belli konularda yoğunlaşmış ya da genel ve spesifik konulardaki bilim tarihi araştırmalarını veren makaleleri bulunmaktadır Bu araştırmalar arasında en önemlilerinden birisi, hocamızın hayranlık duyduğu bilim adamı ve düşünür Beyruni’dir



Bu çalışmalarının yanı sıra, bilim-bilim tarihi-felsefe konularında yazılmış yazıları ile Atatürk’ün bilimle ilgili düşünceleri hakkında yazıları da vardır Bu yazılarına ilave olarak, Milli Eğitim Bakanlığında bir yarışmaya da katılmış olduğu Hayatta En Hakiki Mürşid İlimdir adlı bir eseri de vardır Bu kitabında hocamız Aydın Sayılı burada bize bilim anlayışını vermekte, bilim ve teknoloji arasında farklı belirlemektedir Ona göre, bilim sürekli ilerleyen, sistematik bir bilgi birikimidir Teknoloji ise daha çok günlük ihtiyaçlara dönük olup, bilimsel bilginin bir nevi uygulamasıdır Dolayısıyla, eğer bilimsel çalışma olmaz, bilimsel bilgi ilerlemezse, teknoloji de ilerleyemez ve zaman içinde kendini tüketir Bilimin ilerlemesi, teknolojiye yeni imkanlar hazırlar; ona gelişme olanağı sağlar



Burada, Sayılı bilimin ilerlemesinin toplumun ilerlemesi ile paralel olduğunu vurgulamaktadır Çünkü bilim toplumu şekillendiren öğelerden belki de en önemlisidir Bilim sayesindedir ki, insan uygar olabilir, çünkü insan doğuştan uygar değildir; uygarlık tek tek başarılara sahnedir, halbuki kültür bütün sahneyi doldurur, çünkü dil, sanat, bilim, felsefe bir bütünlük içinde şekillenir, ve bunların hepsinde gelişim ve değişim eğitim ve öğretimde atılacak dikkatli adımlar sayesinde gerçekleşecektir



Burada ilginç bir şekilde, günümüzde yoğun bir şekilde gündeme gelen bilimde etik konusu da ele alınmaktadır Aydın Sayılı’ya göre, bilim adamı etik kurallara dikkat etmelidir, yani bilim toplum içindir, ve bilim insanı göz önünde bulundurmalı; onu ön planda dikkate almalıdır



Aydın Sayılı çalışmalarıyla göstermiştir ki, bilim tarihi disiplininde araştırma yapabilmek için iki önemli nokta vardır:



1 Tarih yöntemini çok iyi kavramak



2 Belli bir düzeyde bilimsel bilgiye sahip olmak



Aydın Sayılı, araştırmaların ana kaynaklara dayalı olarak yapılması gerektiğini düşünür; kendi çalışmalarında da bu hususa dikkat etmiştir Bunun uygulamasının en güzel örneklerini onun makalelerinde görmek mümkündür Örneğin İbn Sina’nın görme konusunda, eski görme teorisini kabul etmediğini, ve onun bu konuda daha çok İbn Heysem’in de desteklediği ışıklı ya da aydınlık ortamda görmenin mümkün olduğu teorisini benimsediği belirlenmektedir Sayılı, bu saptamayı İbn Heysem ve İbn Sina’nın eserlerine dayanarak yapmıştır Yine, İslam Dünyasındaki ilk hastanenin Türkler tarafından yaptırılmış olduğunu belgelere dayanarak göstermiştir



Buna ilave olarak, yapılan araştırmanın aynı zamanda belli bir dönemi ve belli bir konuyu içermesi gerekir Örneğin Abdülhamid b Türk’ün cebir çalışmaları gibi Dolayısıyla yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bilim tarihçisi, ele alıp, incelemiş olduğu konuda belli bir temel bilgiye sahip olmak zorundadır



Onun açıkladığımız esaslara dayalı olarak yapmış olduğu çalışmaları daha çok Türkler tarafından yapılmış çalışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır



Onun asistanlarından olan Sevim Tekeli (doğum 1924-?) Bilim Tarihi Kürsüsünün ilk asistanıdır Aydın Sayılı’nın bilim tarihi ile ilgili daha çok fizik, matematik, astronomi konuları üzerinde yoğunlaşmasına karşın, onun çalışmaları daha çok astronomi ve de Osmanlılar üzerinde yoğunlaşmıştır 1992 yılında emekli olan Prof Dr Sevim Tekeli, astronomi tarihi ile ilgili çalışmalarının yanı sıra, Bizans bilimi ve Bizanslıların bilime katkısı olup olmadığı konusu ile ilgilenmiş ve aslında, zannedildiği gibi, Bizans’ın bilime pek de katkı yapmadığını ve Fatih’in İstanbul’u zaptettiği dönemde Bizans’ta bazı muhtasar eserlerin dışında, bilim adına pek de çalışma olmadığını, Batı kaynaklarına dayanarak göstermiştir



Halen Ankara Üniversitesi DTCF’de Bilim Tarihi Ana Bilim Dalı Felsefe Bölümünde bir birim olarak varlığını sürdürmektedir Ana bilim dalında Prof Dr Esin Kahya, Prof Dr Melek Dosay, Doç Dr Remzi Demir, Doç Dr HG Topdemir, Yar Doç Dr Yavuz Unat ve Dr Ayten Koç Aydın görev yapmaktadır Onlardan Esin Kahya daha çok kimya ve biyoloji tarihi ve özellikle de tıp tarihi konularında çalışmalar yapmaktadır Melek Dosay matematik, Remzi Demir, son dönem Osmanlı kültür eserleri, HG Topdemir fizik tarihi ve bilim felsefesi, Yavuz Unat astronomi ve teknoloji tarihi, Ayten Koç Aydın ise kimya tarihi konusunda yoğunlaşmıştır



ODTÜ, Fen-Edebiyat Fakültesinde, her ne kadar müstakil bir ana bilim dalı şeklinde olmasa da, 1970’li yıllardan itibaren, özellikle de Fizik profesörü Feza Gürsey’in önerisi ile, bilim tarihi dersleri verilmeye başlanmış ve bu dersler, Prof Dr Sevim Tekeli tarafından verilmiştir Daha sonra, DTCF mezunu olup, Amerika’da doktora yapmış olan Cemil Akdoğan, yurda dönüşünde ODTÜ’de görev almış ve orada Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde bilim tarihi ve bilim felsefesi dersleri vermiştir Ancak 1996 yılında emekli olarak Malezya’ya gidip orada, Kualumpur’da, konusunda ders vermeye devam etmektedir



ODTÜ’de bilim tarihi elemanlarından biri de, 1989 yılında DTCF Felsefe Bölümünde bilim tarihi doktorası yapan Şehabeddin Demirel olup, ODTÜ Felsefe Bölümüne geçmiş ve, orada Cemil Akdoğan’la birlikte bilim tarihi derslerini yürütmüştür Ancak 1996 yılında onun da ayrılmasıyla, oradaki dersleri, Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe Bölümü’nden giden öğretim elemanları yürütmüştür Bunlar sırasıyla Profesör Dr Esin Kahya, daha sonra Prof Dr Melek Dosay ve Doç Hüseyin Gazi Topdemir’dir



Türkiye’de ikinci bilim tarihi ana bilim dalı 1984 yılında Ekmeleddin İhsanoğlu tarafından kurulmuştur İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan bu ana bilim dalına daha sonra, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesinde doktora çalışmalarını tamamlamış olan Feza Günergun ve daha sonra da Mustafa Kaçar asistan olarak alınmıştır Ekmeleddin İhsanoğlu temel eğitim olarak kimya eğitimi görmüş olup, bilim tarihi Profesörü olarak İstanbul Üniversitesindeki göreve atandığında, IRCICA’da genel sekreter olarak çalışmaktaydı Onun ilgi alanı, daha çok Osmanlılardaki bilimsel çalışmalar olmuştur Feza Günergun teknoloji tarihi ile ilgilenmiştir; Mustafa Kaçar da aynı şekilde, daha çok Osmanlılardaki teknolojik gelişimlerle ilgili çalışmalar yapmıştır Daha sonra ana bilim dalına, sırasıyla İhsan Fazlıoğlu ve Aysu Albayrak asistan olarak katılmışlardır



İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne bağlı olarak kurulan ana bilim dalı 1989’da bölüm haline getirilmiştir Bilim Tarihi Bölümünde 2 ana bilim dalı vardı: 1 Genel Bilim Tarihi Ana Bilim dalı; 2 Türk Bilim Tarihi Ana Bilim Dalıdır 1999’a kadar bölüm olarak müstakil öğretim faaliyetini sürdüren Bilim Tarihi Bölümü, yeni bir kararla, yeniden İstanbul Üniversitesinde Felsefe Bölümüne bağlı bir ana bilim dalı haline getirilmiştir



1982 yılından sonra, YÖK’ün kurulmasını izleyen yıllarda kurulan ve üniversitelerde fen-edebiyat fakültelerinde ders programlarına ve bazı lise seviyesindeki okulların ders programlarına bilim tarihi dersleri konmuştur Programlarına bilim tarihi dersi konan üniversiteler arasında en gelişmiş anlamda uygulamanın yapıldığı üniversiteler Gazi Üniversitesi (Fen-Edebiyat Fakültesi ve Eğitim Fakültesinde), İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Ankara Üniversitesi- Fen Fakültesi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi ve Osman Gazi Üniversitesi- Fen-Edebiyat Fakültesi sayılabilir Bazı üniversitelerde ise doktora seviyesinde bilim tarihi dersleri konmuştur Hacettepe Üniversitesi- Tıp Fakültesi, Ankara Üniversitesi- Tıp Fakültesi, Boğaziçi Üniversitesinde bu uygulama yapılmaktadır



Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bilim tarihi, bir disiplin olarak, diğer birçok disipline göre, örneğin felsefeye göre, deyim yerinde ise, bir bebek disiplindir, ancak yukarıda verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gibi hızla gelişen bir disiplindir Bu hızlı gelişme sadece Türkiye’de izlenmemektedir, aynı zamanda bütün dünyada hemen hemen durum aynıdır Genellikle bilim tarihi ana bilim dalı seviyesinde eğitim ve öğretim yaptırmaktadır Amerika’da sayın hocamız Aydın Sayılı’nın doktorasını yaptığı Harvard Üniversitesi bunun dışındadır Orada öğrenim bölüm seviyesindedir Dünyanın hemen hemen bütün saygın üniversitelerinde bilim tarihi derslerinin verilmekte olduğunu biliyoruz Bunlar arasında, İngiltere’deki Cambridge ve Oxford Üniversitelerini de sayabiliriz



Sonuç olarak diyoruz ki, çağdaş dünyayı yakalamaya çalışan Türkiye’de bilim tarihinin kültürümüzün temellerini anlamamızda ve felsefe bilim ilişkisini kavramamızda önemli katkıları olacağı kesindir Nitekim bunun farkında olan bilim ve düşün adamları bu disipline ilgi duymakta ve özellikle de ilerleyen yaşlarında bu disipline doğru kayma eğilimi göstermektedir Bunun en somut örneklerinden birisi, Cumhuriyet dönemi meşhur matematikçilerimizden Cahit Arf’tir Yine bir başka örnek olarak da Erdal İnönü’yü verebiliriz



Niçin bilim tarihi önemlidir? Bilim tarihi bilimsel merakın doğmasına yardımcı olur Aynı zamanda bilim tarihi bir ülkenin kültürünün objektif olarak değerlendirilmesinde en önemli ölçüttür Bilimin tarihteki ve halihazırdaki durumuna bakarak bir ülkenin gelişim süreci hakkında karar verebiliriz Çünkü kültürün bir kolu olan felsefe yoruma açık bir disiplindir Aynı şekilde sanatda subjektif bir disiplindir Kültürün bir başka kolu olan din ise dogmatik bir disiplin olup, bir ülkenin gelişim süreci hakkında değerlendirme yapmamıza olanak vermez Bilim ise kesin sonuçlarıyla toplumun nerede olduğunu; gelişip gelişmediğini açık ve seçik olarak gösterir

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.