Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Forum İslam > İslami Yazılar & Hikayeler

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
açisindan, ilahi, ilmi, kader, kaza

İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader

Eski 08-02-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader




1 İLM-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA ve KADER

Bu mevzûa bir hadîs-i şerifle başlamak istiyorum Yukarıda da geçen bu hadîste Efendimiz (sav): “Sizden hiç kimse yoktur ki, cennet ve cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın”1 buyuruyor

Demek oluyor ki, daha insan yaratılmadan, Cenâb-ı Hakk, insanın cennetlik mi, yoksa cehennemlik mi oldugunu biliyor Şimdi ilim açısından kaza ve kader meselesinin farklı bir açıklamasını arzedelim:

Allah (cc), her şeyi bilir Bildiğini tayin ve takdir eder Bir kısım meseleler de vardır ki, bu meselelerde Allah (cc) atâda bulunur Hakkımızda hükümler verir Husûsiyle Kur’ân-ı Kerim ile bizi mükellef kılar Mükellef kıldığı şeyler ise çok defa bize nâhoş gelir Nefislerimiz onları sevimli bulmaz Ama Allah (cc), her şeyi bilen Allah’tır Hakkımızda böyle bir hüküm ve takdirde bulunurken, bizim için bir kısım fayda ve maslahatlar vaz’ eder Ve, işte O’nun takdir ve tayinlerinde bu maslahatlar da nazara alınmıştır Fakat biz bütün bunlardan habersizizdir Biz bilmiyoruz ama Allah (cc) biliyor Allah’ın bilmesi ve aynı zamanda bu bildiklerinin bir hikmete yakın ve mukârin olması, evet bunlar, birbirinden ayrılmayan hakikatlerdir Her zaman Cenâb-ı Hakk’ın ilmini, hikmetler ve maslahatlar takip eder Allah (cc) hikmet ve maslahata göre iş yapma mecburiyetinde değildir Ancak, O’nun ilmi nasıl her şeyi kuşatmışsa hikmeti de, aynı şekilde her şeyi kuşatmıştır O hem Alîm’dir, hem de Hakîm’dir Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir

“Her işte hikmeti vardır,
Abes iş işlemez Allah

Hikmet daima O’nun ilmine râmdır Nerede ilim tecelli eder, kudret ve irade iç içe çiçek gibi açarsa hemen ardından bir hikmet ışıldamaya başlar Halbuki biz, bu maslahat ve hikmetleri bilmediğimiz için çok kere mükellefiyetleri kerîh görürüz Bunların, -fıkıh ıstılahıyla ifade edecek olursak- hüsün li gayrihi, yani neticeleri itibariyle güzel olduğunu idrâk edemeyiz Meseleye bu açıdan bakılabilse, hilkatin netice itibariyle çok hikmetli ve çok güzel olduğu ortaya çıkacaktır şerlere gelince onlar bizim hususi kesbimize bağlıdır

Şu âyet-i kerime, bu hususu gayet açık bir şekilde izah etmektedir: “Hoşunuza gitmese bile, savaş size farz kılındı İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin lehinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz şey sizin aleyhinizedir Siz bilmezsiniz, Allah bilir”(Bakara, 2/216)

Allah yolunda kıtal, muharebe; İslâm’ın izzet ve haysiyeti uğruna cihad olarak size farz kılındı Kitab’ı kafanıza, silahı belinize koyup sınırlarınızı bir nefer gibi korumak, devlet, millet, şeref ve haysiyetine bekçilik yapmak sizin için mukaddes bir sorumluluktur Mülk yönüyle ve dışa bakan cihetiyle bu size kerîh gelebilir Ama size bir kanun söylüyorum: nice kerîh görüp hoşlanmadığınız şeyler vardır ki, onlar sizin için hayırdır Nice sevdiğiniz şeyler de var ki onlar sizin için şerdir

Demek oluyor ki, nice dış yüzüyle çirkin görünen şeyler var ki bizim için onlarda çok büyük hayırlar vardır İşte soğukta alınan abdest, işte uzun mesafeler kat’edip mescidlere gitmek ve işte namazdan sonra diğer namazı beklemek, zahiren çok zordur; fakat bu zorluğun verasında adım adım cennete yaklaşmak ve merhâle merhâle Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine yanaşmak vardır Nefse hoş gelen, insanı şehvet alemlerine iten nice iç gıcıklayıcı şeyler de var ki, onların da neticesi adım adım cehenneme yuvarlanmak ve Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden uzaklaşmaktır

Hz Ömer (ra) bu meseleyi ne güzel yakalamıştır Şöyle der: “Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir

Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyad etmektir Evet bize vacip olan hayra koşmak, hayra niyet etmektir Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olmalı, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmamalıyız

Bu konuda Hudeybiye Anlaşması, meselemiz için çok çarpıcı bir misaldir O, mülk yönüyle ve hâdiselerin dış yönündeki akışıyla ele alındığı zaman nefsin hoşuna gitmeyen tablolarla doludur Fakat aynı Hudeybiye, melekût yönüyle ve ledünnî derinliği ile ele alındığı zaman, Kur’ân’ın ifadesi içinde bir “Feth-i Karîb-Yakın fetih” olarak karşımıza çıkar

Hakikaten Hudeybiye’nin mülk yönü dayanılacak gibi değildir Sanki aleyhte olabilecek ne varsa hepsi toparlanmış ve Müslümanların karşısına dikilmiştir

Hakk uğrunda bir bardak suda fırtına koparacak kadar, Hakk’a bağlılıkları müsellem ancak bir o kadar da müteheyyic sahabenin Ka’be’yi tavaf için, evet, bunca yılın verdiği hasretle kavrulup duran bu insanların, Ka’be ile aralarına giren düşman hâili sebebiyle, geldikleri yere dönmeye zorlanmaları, o yapıdaki insanların katlanabilecekleri şey değildi Hele, elinde ayağında kalın zincirler olduğu hâlde Allah Rasulü’ne sığınan Ebu Cendel’in geriye döndürülmesini kabul etmek onlar için ızdırabın en elem vericisiydi Ve, işte bütün bunlar meselenin dışa bakan yönüydü O yönüyle bütün hâdiseler aleyhte cereyan ediyordu Heyecanın doruk noktaya ulaştığı bu hengâmede dahi, Allah Rasûlü, iç âlemi itibariyle nice burkuntular geçirmesine rağmen, sükûnetini muhafaza ediyor ve âkıbetin mutlaka hayırlı olacağına inanıyordu ve acı bakışlarının altındaki gizli, tatlı tebessümün ma’nâsı da buydu Hz Ömer’in dahi kavrayamadığı ve kavradığı zaman da hayatının sonuna kadar sadaka ve istiğfar ile hatasına keffaret aradığı böyle bir meseleyi anlayıp kavramak cidden müşkül ve oldukça zordu neden sonra nâzil olacak âyet, müşkülü çözmüş ve Ashab’ın, meselenin bâtınî ve ledünnî yönüne bakmalarını temin etmişti Evet, Hudeybiye bir fetihti

Zira Kureyş, Müslümanların karşısına oturup anlaşma teklifi yapmakla onların varlığını resmen kabul etmişti

Müslümanlar, ertesi sene Umre yapabilme garantisini almışlardı ki, bu da resmen, Ka’be’nin sadece Mekkelilere ait olmadığı hükmünü kabul etmek anlamına geliyordu Bu düşünce diğer kabîlelerin de cesaretini artırdı

Hudeybiye ile varılan anlaşmaya göre her iki taraf on sene birbirine harp ilân etmeyecekti Bu kadar uzun bir süre Müslümanların dinlerini yayma çalışmaları için çok büyük bir fırsat demekti Nitekim bu zaman zarfında yapılan tebliğlerle, kabîleler akın akın İslâm’a girdiler Bu yönüyle de Hudeybiye bir fetih oldu2

Hâdiselerin melekût cihetini, meselenin tatlı yüzünü gösteren bir başka misal de Hz Yusuf (as)’dan: Mısır’a azîz olmak için, evvela kuyuya atılmak, sonra köle gibi satılmak, ardından zindana tıkılmak gerekiyormuş Hz Yusuf (as) da bunların hepsini görmüş ve çekmişti O bütün bu imtihanları bir nebiye yakışır şekilde başarıyla atlatmıştı Zâhiren zor ve çetin görünen bu hâdiselerin verasında, bütün milletin kaderine hâkim olma gibi bir pâye vardı ve o bunlara erişti

Allah Rasûlü de mi’râca böyle sıkıntılı bir anda çıkmıştı Hâdiseler hep aleyhindeydi Müslümanlar muhasara altına alınmışlardı Kendisini en çok destekleyen iki insan vefat etmişti Artık Hz Hatice ve Ebu Talib cismanî hayatta Allah Rasûlü’nün yanında olmayacaklardı Taif’e gitmiş fakat kabul görmemişti3 İşte tam bu esnada Allah Rasûlü’ne gökten bir davet geldi Derken imkân ve vücûb arası bir makama erdi Evet bir yere ulaştı ki, orada Cibril sadece O’nu seyretmekle yetindi Çünkü parmak ucu kadar dahi ilerlemesi mümkün değildi4

Hz Mûsa (as)’nın çilesi daha doğar doğmaz başlamıştı Bir sepete konulup nehre bırakılmıştı Sonra Allah (cc) onu, hem kendisine hem de Mûsa'ya en büyük düşman olan Firavun’un sarayına yerleştiriyordu Bir kıptiye vurduğu öldürücü bir tokat yüzünden senelerce sürgün hayatı yaşadı (Kasas, 28/1-35) Zira İsrailoğulları gibi şeytan bir kavmi melekleştirmek için, böyle bir hazırlık safhası geçirmesi gerekiyordu Neticesi çok güzel ve hayırlı olan böyle düzine düzine hâdiseler zincirinin varsın başlangıcı zâhiren kerih görülecek şeylerle dolu olsun; Allah, bütün bu hâdiselerde mutlak hayırlar yaratıyordu

Hz Mesîh (as) göğe nasıl yükseldi Ortada onu asmak için hazırlanan bir çarmıh vardı O korkunç bir tarassud altında sıkışıp kalmıştı İşte o anda ona gökten bir el uzandı (Nisa, 4/ 158) ve doğuşu mu’cize olan bu zât’ın, dönüşü de mu’cize ile noktalandı

Ümmet-i Muhammed için de durum farklı değildir O da geçmiş ümmetlerin çektiklerini çekecek ve Cenâb-ı Hakk, dışa bakan yönüyle zor ve kerih gibi görünen bu hâdiselerden bol bol hayırlar yaratacak ve ona ferecler, kurtuluşlar ihsan edecektir

İşte İlm-i İlâhî’de her hâdise başlangıç ve neticeleriyle böyle sırdan bir yumaktır Yani, Allah (cc) hem Zâhir hem de Bâtın olması hasebiyle, hâdiselerin hem mülk hem de melekût cihetini bilmektedir Ve kader de O’nun bu ilminin sırlı bir ünvanı demektir Bu keyfiyetiyle de kader Levh-i Mahfuz hakikatinin bir başka adıdır

2 KİTÂBET AÇISINDAN KAZA ve KADER

İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait İlâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a’mâliyle alâkalı bir kitâbettir Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır Biz buna da “yevmî tayin ve takdir” diyoruz

İmam-ı Mübîn’den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitâb-ı Mübîn’e kaydedilen ve Kur‘ân-ı Kerim’de: “Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler”(İnfitar, 82/11-12) şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır

âyeti bize bunu anlatmaktadır: “Her insanın işlediklerini boynuna sararız Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız”(İsra, 17/13) fehvasınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir

Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliği dahi olmadığı müşahede edilecektir Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir Çünkü ikinci kitâbet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır

Mahkeme-i Kübra’da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir Bu mukabelede melek “Ben şunları yazdım” diyecek, Cenâbı Hakk da bir kitap gösterecek ve “Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım” diyecek Ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğerini ise Allah’tır (cc) O melek ki, adı Cenâb-ı Hakk tarafından “Kirâmen Kâtibîn” olarak tesbit edilmiştir Şânı çok yüce meleklerdir Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler Kötülük semti melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür

Evet, Allah (cc), evvela bütün hâdiselerin plânını çizer; ilmî bir vücud verir Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder Binaenaleyh, evvela herşey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder Bu defa da onları melekler yazar

Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izâha çalışalım: “Kasem olsun Biz, Zikir’den sonra Zebur’da da şunu yazdık: ‘Yeryüzüne benim salih kullarım vâris olacaktır”(Enbiya, 21/105)

Zikir, ya öğüt ve nasihat demek veya burada Tevrat ma’nâsına gelir Ya da daha şümullü bir ma’nâ ile “Levh-i Mahfûz” demektir bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz’a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz’dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim sâlih kullarım vâris olacaktır

Yerin hakiki ve uzun süreli hâkimi sadece sâlih kullardır Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir Yeryüzünde, dâimi bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak sâlih kullar ve sâlih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş sâlih milletler ve sâlih topluluklar olacaktır Levh-i Mahfuz’da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur’a kaydedilmiştir Evet, Hz Davud’un eline verilen tahrif olmamış Zebur’da böyle İlâhî bir kanun vardır

Cihanın şarkında ve garbında, Allah’ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrid insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler Bu, Levh-i Mahfuz’da ve Zebur’da yazılı olan ve Kur’an’da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hakimiyettir Diğerlerinin geçici galebe ve hakimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir Bu ilahî bir kanundur ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir

Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hakimi onlar olacaktır Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız O bütün bir hayat itibariyle nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır Böylece sonsuzu yakalayabilen insan hakiki ma’nâda salahı da yakalamış olandır

Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkarını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakiki ma’nâda aslâ bu hakimiyeti kuramayacaklardır Birgün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır ve birgün mutlaka çizgisini bulacaktır Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı ma’nâsına gelir Halbuki Allah (cc): “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir”(Ra’d, 13/11) buyurmaktadır

Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir: “Allah’ın yarattığında değişiklik yoktur”(Rûm,30/30)

Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz Bir millet başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir Bu müsbet ma’nâda da, menfi ma’nâda da böyledir Öyle ise evvela “Nefsinizi koruyun!” Nefsinizde derinleşin İçinizi fethetmeye çalışın Eğer fâtih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın İç dünyasında fâtih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur

Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir Bu sırrı kavrayanlar maiyet-i ilahîye girmiş, demektir Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ’yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır ve ferdin, benliğinin esiri olmadan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır Bir diğer ma’nâda o, tüm salaha ermektir

Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik Asıl meselemiz Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz’da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim Bu âyette de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Allah içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar fâsıkların tâ kendisidir”(Nur, 24/55)

Allah (cc), iman edip sâlih amel işleyenlere va’dediyor Bu va’d, sözünden dönmesi muhal olan Allah’ın va’didir O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir Ve O, herşeyin yegane hakimidir Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını va’deden Allah (cc), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir

O zaman içtimaî hayatın dizgin ve ipleri sizin elinize geçecek, iktisadî hayat sizin tanziminizle yeniden şekillenecek, ferdî ve ailevî terbiye yeniden düzene sokulacak evet işte o zaman cihanı siz idare edeceksiniz Söz sizde bitecek Yuvarlak masaların etrafında dünyayı kendi aralarında taksim edenler, bundan böyle karar alırken sizin yüzünüze bakacak ve sizin buyruğunuz doğrultusunda içtimaî coğrafyaya yeni yeni şekiller verecek, sizin jest ve mimiklerinizden ve sizin bakışlarınızdan ma’nâ kapmaya çalışacaklardır ve siz yine tarihinizde olduğu gibi tâclar giydirip tâclar çıkartacaksınız Krallar sizin kapınızda kapıkulu muamelesi görmeyi hayatlarının en şerefli payesi bilecek ve ağzınızdan çıkan her sözü emir telakki edecekler Siz bir şeye evet, dediğinizde o iş olacak, hayır, dediğinizde de tekliften ve yürürlükten kaldırılacak Çünkü o gün yeryüzünde Cenâb-ı Hakk’ın tayin ettiği sultan siz olacaksınız

Bunu, ütopik birer ümniye olarak kabul etmeyin Zira mazide salahı elde edenlerin hepsi bu zirvelere ulaşmıştı; zira bu ilâhî kanun bütün zaman ve mekanlar için geçerlidir Siz salahı elde ettiğiniz gün, aynı neticeler sizin için de muhakkak ve mukadder olacaktır

Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi Levh-i Mahfuz’a kaydedilip yazılanlardır ki, herşey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır İkincisi ise teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir Burada ise eşya ve hadiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır Ve, bunlardan iradî olan fiilerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir

Şu âyet her iki yazılışı da birden zikretmekte ve bir bakıma anlatılanların esasına parmak basmaktadır: “Muhakkak ki, ölüleri dirilten, işlediklerini ve geride bıraktıklarını yazan Biziz Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır”(Yasin, 36/12)

İnsanın yaptığı bütün ameller ve geride bıraktığı sadaka-i cariyeler hep bir bir yazılır İşte bu ikinci yazılıştır Fakat herşey daha önce ilmî vücuduyla yazılmıştır İşte: âyeti de bize bunu anlatmaktadır

Levh-i Mahfuzda herşeyin yazılmış olduğunu ve hiçbir şeyin ihmale uğramadığını da şu âyetde gayet açık bir şekilde izah etmektedir: “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir Kitap’ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır”-(En’-am, 6/38)

Müfessirlerin bir kısmı bu âyette geçen Kitab’ı, Kur’ân şeklinde anlamışlarsa da onların büyük ekseriyeti Kitab’a, Levh-i Mahfuz ma’nâsını vermişlerdir “Allah vardı ve hiçbir şey yoktu Tasavvur ve düşünce olmadığı için, yokluğu düşünmek de yoktu Arşı mâ üzerindeydi (Allahu a’lem Rahmanın arşı esir maddesi üzerindeydi) Ve Allah Zikir’de herşeyi yazdı, tesbit etti Sonra o program üzerine de kainatı yarattı”5

Bu birinci kitabeti, iradî fiilerde ikinci bir kitabet takip ediyor Herşey oluş sırasına göre yazılıyor Ve bu kitabet de kaderin ikinci vechesini meydana getiriyor

3 MEŞÎET-İ İLÂHÎ AÇISINDAN KAZA ve KADER

A Âyet-i Kerimelerde Meşîet-i İlâhî

“Şâe-Yeşâü-Meşîeten” “dilemek” ma’nâsına gelen bir kelimedir Ve Kur’an’da en çok geçen kelimelerden biri de budur Meşîet, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi bakımından kader mevzuu ile alâkalıdır Bu alâka sebebiyle de kaderin ayrı bir boyutunu meydana getirmektedir

Eşya ve hâdiselerin zuhur ve vukuunda meşîet-i ilâhî esastır Kur’ân birçok âyetiyle bize bu hakikati anlatır Şimdi meşîet-i İlâhi’ye delalet eden âyetlerden bazılarını ele alalım:

a “Herhangi bir şey için ‘Ben onu yarın yapacağım’ deme ‘Ancak Allah dilerse’ de Unuttuğun zaman hemen Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim, beni doğruya daha yakın olana eriştirir”(Kehf, 18/23-24)

Öyle ise, yapmak istediğin hemen her işinde, evvela meşîet-i ilâhîyi esas tutmalı ve yapacağın işi, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesine bağlamalısın Zaten O dilemedikten sonra senin bir şey yapman da mümkün değildir İnsan bu düşünceyi kendinde bir ahlâk haline getirmeli ve teşebbüs edeceği hemen her işine de böyle başlamalıdır

Bu âyet münasebetiyle Allah Resûlü bize şöyle birşey anlatır: “Hz Süleyman, ‘bu gece yüz cariyemle mübaşerette bulunacak, bunların her biri de Allah yolunda savaş eden bir erkek çocuk doğuracak’ diye yemin eder Fakat ‘İnşaallah’ demeyi unutur Neticede sadece bir kadın düşük meydana getirir” Ve Allah Resûlü ilave olarak şöyle der: “Eğer ‘inşaallah’ deseydi yemininde hânis olmaz ve her bir kadın Allah yolunda savaşan bir çocuk meydana getirirdi”6

Evet insan kat’iyen inanmalıdır ki, Allah dilemedikten sonra hiç kimse hiçbir şey yapma güç ve kuvvetine malik değildir Eşya ve hadiselerin ledünniyatına vakıf olan ve kendi iç âlemini dinlemesini bilen bir insan bu gerçeğe, hem de aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanır, inanmalıdır da

Evet, eşya ve hadiselere ve kendimizin bunlarla olan münasebetlerine baktığımız zaman kat’i bir yakîn ile görür ve biliriz ki, Allah dilemedikçe bizler yerden bir çöp kaldırmaya dahi muktedir olamayız Hatta bazen bir iş için bütün mukaddemeleri hazırlar, enine boyuna etraflıca düşünür, plânlar ve bize göre bütün şartlar tamam, deriz; ama bir de bakarız ki, belirlibelirsiz bir yerde küçük bir ihtimal, bir sızıntı her şeyi berbat edivermiş Hatta her şey tamam Ancak meşîet-i ilâhî bizim istediğimiz gibi taalluk etmediği için veya Allah (cc) o işi bizim istediğimiz istikamette dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir ve böylece bizim plânlarımız altüst olmuş Zaten âyet de bunu anlatmıyor mu? “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” (İnsan, 76/30) dileseniz de O istemezse, sizin gayretleriniz bir şey ifade etmez O dilemedikçe, her türlü sa’y ve gayret boşunadır Ne var ki, O çok defa âdet-i sübhanisiyle esbap ve sizin iradelerinizi birer dua kabul edip lütufta bulunabilir İşte meşîet-i ilâhînin eşya ve hâdiselere taalluku herşeyle bu kadar iç içedir

Evet, meşîet hayatın bütün cephelerinde ve insanın hayatının hemen her safhasında kendini gösterir Bunu ifade eden ikinci âyet ise şöyle:

b “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık Onlardan Allah’ın kendilerine hitâb ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır Meryem oğlu İsa’ya belgeler verdik O’nu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik Allah dileseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkar etti Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi Fakat Allah istediğini yapar”(Bakara, 2/253)

Allah’ın meşîeti olmasaydı siz hiçbir şey yapamayacaktınız Meselâ, eğer Allah dileseydi, siz aranızda mukatele yapmayacaktınız Ama yapıyorsunuz Öyle ise sizin müsbet veya menfî mükatele hayatınız, sizin leh veya aleyhinize olması yönüyle tamamen Allah’ın dileme ve meşîetine bağlıdır Allah neyi murad buyurursa onu yapar O yaptığını ve yapacağını hiç kimseye sormaz Zaten: “Allah ne dilerse o olur O’nun dilemediği ise asla olmaz”7 hadîsi bir kaide-i mukarreredir

Allah neyi dilerse o keynunet kazanır, oluverir Neyi dilemezse, yani neyin olmamasını dilerse o da olmaz Burada dikkat edilmesi gereken bir husus var O da Cenâb-ı Hakk’ın meşîetinin adem ve yok’a da taalluk etmesi meselesidir Durum böyle olunca, Allah (cc) neyin olmasını murad eder ve dilerse o olur Neyin de olmamasını dilerse o da olmaz Evet meşîet-i ilâhî yok’a da var’a da taalluk eder

Yoksa, bazılarının dediği gibi, “meşîet-i ilâhi taalluk ederse o şey olur, taalluk etmezse olmaz”, gibi bir düşünce doğru değildir Yani meşîet-i ilâhinin taalluk etmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz Çünkü, yokluk da aynen varlık gibi meşîetin elinde yoğrulmaktadır

Mu’tezile ve Cebriye Allah Rasûlü’nün ifadesindeki bu inceliği kavrasalardı, düştükleri vartaya düşmeyeceklerdi Zira her iki durumu da Efendimiz “Keynûnet” ile anlatmaktadır

İman ve hidayet hususunda da meşiet her şeydir Meseleyi bu zaviyeden ele alanlar imanı tarif ederken şöyle derler: “İman, insanın iradesini kullanmasıyla, Allah’ın onun içinde yaktığı bir ışıktır” Sen çalışacaksın, Allah da onu yaratacak Evet o ışığı sen yakamaz ve kalbinde sonsuza dek tutamazsın O ışık ancak Allah dilerse yanar ve içdeki aydınlık da ancak Allah dilerse hâsıl olur İşte delili:

c “Ey Habibim! Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı Öyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”(Yunus, 10/99)

Eğer Rabbin, yani seni terbiye eden, kemale erdiren ve bütünüyle herşeye hakim olan Allah dileseydi, insanların hepsi hidayete ererdi Ve bu konuda bir diğer âyet:

d “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde, eğer gücün yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya yetmiş olsaydı, onlara bir mucize göstermek isterdin Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı Sen câhillerden olamazsın!”(En’am, 6/35)

Efendimiz’in (sav) şahsına yapılan bu tenbih, bütün kader tarikindeki inhiraflara karşı bir tenbihtir Evet, eğer Rabbin dileseydi onların hepsini hidayete erdirirdi ve herkes de secdeli olurdu Vicdanı apaydın olan bu insanlar îman ve İslâm’la huzur bulur ve kulluk şuuruna ererlerdi Ama meşiet bu istikamette taalluk etmediği için böyle olmadı

e “Ey Habibim! Kur’an’ı önce gelen kitabı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı Fakat O’nun size verdiği sizi denemek içindir O halde hayırda yarışın Hepinizin dönüşü Allah’adır O ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir”(Mâide, 5/48)

Evet, eğer Rabbimiz dilemiş olsaydı insanların hepsini tek millet ve tek ümmet kılardı Fakat meşiet-i ilahî bunun böyle olmasını değil de, insanların ayrı ayrı milletler olmasını diledi Onun için de insanlar ayrı ayrı milletler ve ümmetler halinde zuhur ettiler

Devletlerin hakimiyeti, hakimiyetlerinin devamı ve bu devletlere hâkim olan ve onları temsil eden şahısların el değiştirip durması da tamamen ilâhî dilemeye ve meşiete bağlıdır Bunu gösteren âyet ise şöyle:

f “Eğer siz (Uhud’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı Böylece Biz, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve içinizden şahidler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz Allah zulmedenleri sevmez” (Al-i İmran, 3/140) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır

Her ne kadar bu âyette, meşiet ifade eden kelime yoksa da, yine de meşieti ifade ediyor Çünkü “Biz bu günleri evirir çeviririz” diyor İnsanların değişip duran çeşitli durum ve hâlleri doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın elindedir Günler O’nun kudret elinde tesbih taneleri gibi evrilip çevrilmektedir Şimdi bütün bunları söylerken insan iradesi nefyedilmiş mi oluyor? Hayır! Şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz; zira burada sadece kaderin meşiet-i ilâhi ile alâkalı yönünü inceliyoruz Meşîet-i ilâhî hakkında bir başka âyet:

g “Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok†eder ve başkalarını getirir Allah buna kâdirdir”(Nisa, 4/133)

Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi götürür ve yerinize başka bir cemaat getirir Allah buna muktedirdir Sahabeyi götürdükten sonra Emevi’yi, onu götürdükten sonra Abbasi’yi, onu götürdükten sonra Selçuklu’yu, onları da götürdükten sonra Osmanlı’yı getirdiği gibi Onları da götürüp, şimdilerde mukaddes mirası, yeni emanetçiler geleceği ana kadar ortada bıraktığı gibi Bunlarda kimin ne kadar dahli olmuştur? Aklın, dehanın burada rolü ne kadardır? Bunlar yıkılmaya, yok olmaya ne kadar mani olmuştur? Meşîet-i ilâhînin vaz’ettiği şart-ı âdilere riâyet nisbetinde var olma, hakim olma ve dine sahip çıkıp onu baş tâcı etme önemli esaslar olmuşlardır Bu da değişmez ilâhî bir kanundur

Tarihin seyri ve milletlerin iniş ve çıkışlarında bunu pek çok misaliyle görüp göstermek mümkündür Ancak mevzumuzu aşması itibariyle o hususa temas etmeyeceğiz

Evet, yeryüzünde dinin korunup gözetilmesi en büyük bir davadır Çünkü hayatın gayesi ve neticesi din tarafından belirlenmiştir İnsanlar arası münasebetlerde en âdil ve hakkaniyet ölçüleri içinde en mükemmel esaslar yine din tarafından getirilip tesis edilmiştir Dolayısıyla bunların muhafaza edilmesi, fertlerin ve cemiyetlerin sadece varlıkları değil, âdil ve mükemmel bir şekilde yaşamalarının da teminatıdır

İnsanların, hakiki ve tabiî mahiyetlerinden, özlerinden uzaklaştırılarak, yabancı kültür ve sistemler içinde asimile edilmeleri, onları ebediyen kendi güç kaynaklarından mahrum eder ve sürekli dilenciliğe iter Oysa bütün güzelliklerin kaynağı dindir İnsanlar ondan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, içlerinde daima onun boşluğunu hissederler Dinden yüz çevirmiş kavimler manevî yapılarıyla darmadağınık, maddî yapıları itibariyle de altüst olmuşlardır Kâfir bir devlet için güçlü bir ekonomi ve iktisada sahip olma mümkün olabilir Ama dinden yüz çevirmiş inançlı kavimler için bu mümkün olmaz Zira meşîet-i ilâhînin takdir ettiği bir kısım esbaba riayet mecburiyeti söz konusu iken, onlar hayatlarının birinci şartı olan bu sebeplere riayet etmemişlerdir İşte aşağıdaki âyet, bu noktayı daha açık bir şekilde izah etmektedir:

ğ “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, onlar Allah’ı sever, Allah da onları sever Onlar mü’minlere karşı alabildiğine mütevazi, kafirlere karşı ise aşırı derecede azizdirler Allah yolunda cihad ederler ve kınayanların kınamasına da aldırış etmezler Bu Allah’ın bir ihsanıdır, onu dilediğine verir Allah Vâsi (herşeyi kuşatan)dir ve Alîmdir”(Mâide, 5/54)

Ayette geçen (İrtedde-Yerteddu) fiili geriye dönmek, dinden rücu etmek ma’nâsına gelir Bu duruma göre Kur’anın bu hitabına muhatap olan her mü’min için, itikatta geriye dönme, amelde geriye dönme, hatta tasavvurda, düşüncede geriye dönme gibi ayrı ayrı ma’nâlara gelir

Dinî hayatında belli bir seviyeye ulaşmış ve dinî hizmetlerle bütünleşmiş bir insan veya cemaat bu âyete muhatap olduğu zaman “önceki hâl”e dönme ma’nâsının bir tehdid olarak yüzlerine vurulduğunu hisseder Çünkü hizmette kazanılan merhaleler onun için hep ilâhî lütuflardır Eğer o şahıs veya cemaat şimdi işi gevşetmişler ve metafizik gerilimlerini koruyamamışlarsa, Allah onların elinden bu hizmeti alır ve o işi bir başka şahıs veya cemaata gördürür

Dini, hayatı hayat kılan ve bu işin temsilciliğini yapan eğer bir devletse, o zaman muhatap topyekün bir millet olur ve bu tehdid bütün bir milleti alâkadar eder Dinî hayatına destek olunmakla elinden tutulup aziz kılınmış bir millet, kendisini aziz kılan esaslardan elini çekerse, başaşağı, geldiği yere ve mezellete düşüverir Bu sefer de Allah başka bir millete el uzatır ve onları aziz kılar

“Kavm” kelimesinde nekrelik ve meçhullük ifade eden bir tenvin vardır Yani bu kavim bilinmeyen ve belki de hiç ümit edilmeyen bir kavimdir Ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıkacağı da belli değildir Ancak onların belli vasıfları vardır Öyle ise her millet Cenâb-ı Hakk’ın tebcil ettiği bu meçhul kavim olmak için yarışmalıdır Zira hiçbir kavim doğrudan doğruya, âyette kasdedilenin kendisi olduğunu iddia edemeyeceği gibi, hiçbir kavim de bu mevzuda bütün bütün ümidini yitirmemelidir O kavmin vasıfları şunlardır:

Birinci vasıf: “Allah onları sever” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder Allah, Cibril’e, “Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin” diye nida etmiştir Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur Hadîsin ifadesiyle artık onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur8 Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar Söyledikleri tesir eder ve hemen yerine getirilir Teklifleri emir kabul edilir Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde ve vicdanlarda ma’kes bulur

İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı sevmekdir Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir İşte bu kavmin ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır

Üçüncü vasıf: “Onlar mü’minlere karşı alabildiğine tevazu içindedirler” Yani bütün mü’minleri kendilerinden üstün görürler ve başlarını onların ayakları altına koymaktan çekinmezler Onlar böyle mütevazi davrandıkça, Allah da onları yüceltir

Dördüncü vasıf: “Kafirlere karşı olabildiğince onurlu ve azizdirler; aslâ onlar karşısında bel kırıp boyun bükmezler ve onlarla devamlı bir mücadele içindedirler” Mü’minlere karşı ne derece mütevazi iseler, kafirlere karşı da o derece onurludurlar

Beşinci vasıf: “Allah yolunda mücadele ederler” Burada meselenin fiil cümlesiyle anlatılmasında -Allahu a’lem- şöyle bir nükte var: Onlar bu cihadlarını her zaman değişik bir buudda ve yenileyerek sürdürürler Evet Arapçada fiil cümleleri daima teceddüt ve yenilenme ifade etmesi itibariyle, onların cihadları da daima yenilenme içinde ve günün şartlarına, zaman ve zeminin durumuna göre cereyan eder, yani onlar basiretli ve firasetli davranırlar, demektir

Altıncı vasıf: “Kınayanların kınamasına aldırış etmezler” Çünkü onlar, sadece Allah’tan korkarlar Başkalarının onlar hakkında, diyecekleri onların hiç umurunda değildir Onlar, her zaman Allah’ın emir ve hoşnutluğunu düşünürler

İşte ideal cemaatın altı vasfı bunlardır Kim bu vasıflarla vasıflanırsa Allah kudsî emaneti onlara verecektir Bu ilâhî bir kanundur hiç değişmemiştir ve değişmeyecektir

Arap sahip çıkarsa bu emanet onundur Türk sahip çıkarsa bu emanet ona verilir Kürt, Boşnak, Arnavut, kim sahip çıkarsa bu emanet onlarındır Sahip çıkmanın ilk şartı da yukarıda sayılan altı vasıfla vasıflanmaktır

Bu konuda çok umumi kaideleri ve evrensel prensipleri ihtiva eden bir diğer âyet-i kerime:

h “Ey Habibim de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz, dilediğini zelil kılarsın Bütün hayır Senin elindedir Doğrusu Sen her şeye kâdirsin”(Al-i İmran, 3/26)

Bir milletin, onları temsil edebilecek melikleri yok ise, o millet dağılmaya mahkumdur Melikler kalblerini, Mâlikleri olan Allah’a bağlamamışlarsa yine o millet uzun süre ayakta duramaz Burada, sanki, bir taraftan irade göstermeme zilleti, diğer taraftan da sadece iradeyle ortada kalma gibi bir mahrumiyet ifade edilmiş oluyor Gösterilen irade, hakimiyetimizin simgesi olacak; ve her işde Cenâb-ı Hakk’a iltica ile de hâkimiyetimiz korunacak İşte bu dengeyi bulma kader ve irade meselesini ve bilhassa kaderin üçüncü buudu olarak söylediğimiz, meşiet-i ilâhî meselesini tam anlayıp kavramaya bağlıdır

Buraya kadar naklettiğimiz âyetlerde gördük ve anladık ki, meşiet bütün hayatı çepeçevre sarmış ve ihata etmiştir Evet, O’nun dilemesi ve meşieti her şeyi kuşatmıştır Yokluk dahi O'nun meşietinin, o yönde tecelli etmesine bağlıdır (Hud, 11/107; Bürûc, 85/16) yani istediğini yapan tek hâkimdir O’nun dilemesi olmadan hiçbir şey olamaz

Meşiet bazen merhamet, bazen de azap istikâmetinde tecelli eder İşte şu âyet bize bu hakikati ders veriyor:

ı “Rabbiniz sizi daha iyi bilir Dilerse size merhamet eder veya dilerse size azap eder (Ey Habibim) Biz seni onlara vekil olarak göndermedik”(İsra, 17/54)

“Rabbiniz sizi herkesten daha iyi bilir Çünkü insanı O yaratmıştır ve O, insana şah damarından daha yakındır”(Kâf, 50/16) “Kalbî meyilleriniz ve başkasından gizlemeye muvaffak olduğunuz düşünceleriniz Allah katında malumların en malumudur Sizin arzu ve isteklerinizi bildiği için O, zâhire göre değil sizin bu durumunuza göre muamele eder Bu durumda da isterse size azap eder isterse sizi rahmetiyle yarlığar”(Bakara, 2/284)

Nebiler, hep meşiet-i ilâhîyi terennüm edip dile getirmişlerdir Kur’an-ı Kerim, nebilerin bu terennüm ve şehadetlerine şöyle şahidlik etmektedir:

i “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim Görülmeyeni bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de gelmezdi Ben sadece inanan bir milleti uyaran ve müjdeleyen bir peygamberim”(A’raf, 7/188)

Ben kendime ne zarar ne de fayda getirebilirim Değil başkasına faydalı veya zararlı olmak, kendi öz nefsime dahi fayda veya zararım söz konusu değildir Ancak Cenâb-ı Hakk’ın dilediği müstesna Yani her işte olduğu gibi, benim kendime fayda veya zarar getirmemde de esas olan Allah’ın meşietidir

Allah Rasulü, meşiet-i İlâhîye o kadar teslimdir ki, bir gün şöyle buyurur: “Hiç kimse kendi ameliyle kurtulamaz” Sahabi sorar: “Sen de mi Ya Rasulallah!” Cevap verir: “Evet, ben de; ancak; Rabbim’in beni rahmetiyle kucaklaması ve her tarafımı rahmetiyle sarması neticesinde kurtulabilirim”9

Alıntı Yaparak Cevapla

İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader

Eski 08-02-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İlm-İ İlâhî Açisindan Kaza Ve Kader




İşte Allah Rasulü’nün ölçüsü ve bize öğrettiği budur Herkes kendi manevî enini ve boyunu bu ölçüye göre değerlendirmelidir

Evet bir peygamber dahi “meşîet” karşısında böyle olursa, diğer insanlar nasıl olmalıdır düşünülsün Bu anlayış ve teslimiyet iledir ki insan, a’lâ-yı illiyyîne çıkar Ve başı semanın ufuklarında dolaşır Şimdi “dünya kadar hayır işledim Yerim herhalde cennettir”, “cennete bizim gibiler girmeyecek de kimler girecek?”, gibi kibir ve gurur ifadelerini tekrar edip duranlara, yukarıdaki hadîsi ve Peygamberimiz (sav)’in bir peygamber olduğu halde sergilediği tavrı örnek almalarını tavsiye ederiz Demek ki meşîete gösterilen teslimiyet, insanı kibir ve gururdan da kurtarmaktadır Öyleyse mü’min, bütün işlerini meşîet ağırlıklı, meşîet yörüngeli kabul etme mecburiyetindedir

Zira, Cenab-ı Hakk’ın meşîeti, herşeyi zahir ve batınıyla kuşatıp içine almıştır O’nun meşîeti haricinde birşey düşünmek imkânsızdır

Evet, ilâhî meşîeti, istenen ölçüde anlamak da belli bir seviye işidir Bu seviyeyi yakalayamayanların “meşîet” meselesini anlayıp idrak etmeleri imkânsız denecek kadar zordur Zaten bütün peygamberlerin, içinde yaşadıkları toplumlarla çatışmaya düştükleri hususlardan birisi de bu meseleyi o toplumların anlayamamaları değil mi?

Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet, “meşîet”i değişik vecheleriyle peygamberler ve kavimlerden misaller vererek izah etmektedir Kur’ân’a göre bu konunun itikadî, tasavvurî ve amelî pek çok buudları vardır Hz Nuh (as) da bu konuda ayrı bir misaldir Kur’ân Hz Nuh’a başkaldırmış bir cemaati, onun tehditlerini hafife alanları bizlere anlatırken der ki:

j “Dediler ki: ‘Ey Nuh, bizimle mücâdele ettin Hem bizimle mücâdelede çok ileri gittin Eğer doğrulardan isen, haydi bizi tehdit ettiğin şeyi getir!” (Hûd, 11/32)

Bunun üzerine Hz Nuh onlara şu karşılığı verdi:‚ “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O’nu âciz bırakamazsınız Allah sizi azdırmak isterse ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz O sizin Rabbinizdir O’na döndürüleceksiniz” (Hûd, 11/33-34)

İşte bu ifadeleriyle Hz Nuh, Cenâb-ı Hakk’ın dilemesinin herşeyin üstünde olduğu hakikatine işaret ediyor ve kavmine şöyle demek istiyordu: O azabı, başınıza musallat edecek ben değilim Zaten ben dilediğime azab edebilseydim -ki bu elimden gelmez- hiç kimsenin itiraza takati kalmaz ve imtihan sırrı yok olurdu Halbuki siz Allah’ın verdiği cüz’î iradenizi kullanarak ya teslim-i silah edecek veya yüz çevireceksiniz Ayrıca, eğer O sizi imtihan ederek saptırırsa, benim sözlerim birer cevher olsa da -ki aslında her nebinin sözleri birer cevherdir- yine de size faydası olmayacaktır Çünkü O’nun meşieti bütün takdir ve tekliflerin üstündedir O Rabbinizdir Dilediğini, dilediği gibi evirir çevirir Siz istemeseniz de neticede O’na döneceksiniz Bana gelince, benim tebliğ ve irşaddan öte elimden birşey gelmez Meşiet karşısında ben de sizler gibiyim Bu ve benzeri ayetler, peygamberlerin meşiet ufkunu elvan elvan resmetmektedir

Hz İbrahim (as) de kavmine tevhid dersi verirken meşiet-i ilâhiyeyi talim ediyordu:

k “Kavmi onunla tartışmaya girişti (O onlara) dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki Rabbim bir şeyi dilemiş ola Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır Hâla öğüt kabul etmez misiniz?”(En’am, 6/80)

Ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden endişe edici değilim Ben ancak Rabbimin dilediği şeylerden korkarım Yani ben O’nun hakkımda korkulacak bir hüküm vermesinden korkarım Yoksa, bütün kâinat bela olsa başımda patlasa beni zerre kadar korkutamaz Çünkü biliyorum ki, Rabbim dilemedikçe bana zerre kadar dahi olsa hiç kimse zarar veremez

Hz İbrahim de verdiği bu tevhid dersinde meşiet-i ilâhîye parmak basmaktadır

l Hz İsmâil, babasının teklifine karşı: “Babacığım emrolunduğun şeyi hemen yerine getir” (Sâffât,37/102) dedikten sonra, yine meşiet-i ilâhîye dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın”(Saffât, 37/102) Yani Hz İsmail de sabredebilmeyi, Cenab-ı Hakk’ın meşietine bağlıyor Ancak O dilerse ve ancak O’nun dilediği ölçüde sabredebiliriz demek istiyor

m Hz Mûsa, Hz Hızır ile seyahata çıkarken, Hz Hızır’ın: Î “Sen benimle seyahata güç yetiremezsin”(Kehf, 18/67) demesine mukabil hemen meşiet-i ilâhîyi dile getiriyor ve şöyle diyordu:“İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın ve sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim”(Kehf, 18/69)

Görüldüğü gibi peygamberlerin ifadeleri ne kadar da birbirine benziyor Hemen hepsi de aynı duygu ve düşünceyi paylaşıyor, aynı şeyleri dile getiriyor ve herşeyi aynı ritimden söylüyorlar Çünkü onların meşiet-i ilâhiyeye karşı tavır ve teslimiyetleri aynıdır

n Ve Hz Yusuf (as) senelerden sonra kavuştuğu anne ve babasını şehre davet ederken, şöyle demiş ve meşiet-i ilahîyi nazardan uzak tutmamıştı: “Allah’ın dileğince güven içinde Mısır’da yerleşin” (Yusuf, 12/99)

Nebilerden hangisine baksanız, O’nun îtikat ve düşünce silsilesi içinde meşietin gergef işlenir gibi ele alındığını ve işlendiğini görürsünüz Tabiî bunu nebilere de Cenab-ı Hakk talim etmiştir

İlâhî meşiet herşeydir ve insan iradesine göre esastır Onu kabul etmemek Allah’ın Rubûbiyetine şerik kabul etmekten farksızdır ve bir kısım icraatı Allah’tan başkasına vermek demektir



B Hadîs-i Şeriflerde Meşîet-i İlâhî

a Ahmet b Hanbel’in, Hz Aişe’nin ana bir kardeşi Tufeyl’den naklettiği şöyle bir hâdise var Tufeyl diyor ki:

“Rüyamda kalabalık bir cemaat gördüm ve yanlarına sokuldum Onlara: “Siz kimsiniz?” diye sordum Onlar da “Biz Yahudi cemaatiyiz” dediler Ben de “Siz ne güzel bir cemaatsiniz Keşke Uzeyr Allah’ın oğlu, demeseydiniz” dedim Bunun üzerine onlar da: “Siz de ne güzel cemaatsiniz Keşke (Allah ve Muhammed dilerse) demeseydiniz” cevabını verdiler

Daha sonra başka bir kalabalık cemaat gördüm Onların yanına gittim Kim olduklarını sordum Nasara olduklarını söylediler Ben de yine: “Siz ne güzel cemaatsiniz Keşke Mesih Allah’ın oğlu demeseydiniz” dedim Onlar da biraz evvelki cemaat gibi, “Siz de ne güzel cemaatsiniz Keşke Allah ve Muhammed dilerse, demeseydiniz” dediler Bunun üzerine uyandım ve gelip rüyamı Hz Aişe’ye naklettim O da bu rüyayı Efendimiz’e anlatmış Efendimiz beni çağırarak, “Bu rüyayı kimseye anlattın mı?” diye sordu Ben de: “Anlattığımı söyledim” Bunun üzerine Efendimiz herkesin mescitde toparlanmasını emir buyurdu; daha sonra da oradakilere şöyle bir konuşma yaptı: “Ey insanlar şimdiye kadar size bir meseleyi haya ifadesi olarak söylememiştim Sizin bu sözünüz beni mes’ul etmese de sizi sorumlu hale getirir Sakın bundan böyle, “Allah ve Muhammed dilerse” demeyin Belki “Allah dilerse”, deyin “O tektir ve O’nun şeriki yoktur” dedi”10

Bu hâdise ve hadîsden de anlıyoruz ki, meşiet-i ilâhi esastır ve bu mevzuda ona hiç kimse ortak tutulamaz Hatta bunu kasıtlı yapmak küfürdür ve şirktir

b Bu konuda bir başka misal: Bir adam gelerek Efendimiz’e hitaben: “Allah ve sen dilersen” dedi Efendimiz hemen ona: “Böyle deme Belki Allah dilerse ve O’nun şeriki yoktur, de” diye ferman etti11

İşte Rasul-i Ekrem (sav) Allah’ın tasarruf dairesi içinde öyle bir tevhid anlayışına sahipti ki, muhatabını, hiçbir art niyet taşımasa da söylediği bir sözden dolayı ikaz ediyor ve ona böyle söylemesinin yanlış olduğunu hatırlatıyordu

c Hiç şüphesiz Allah Rasulü’nün en çok okuduğu dualardan biri de şu duadır: “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım Kalbimi dininde sabit kıl”12

Ümmü Seleme Validemiz, Allah Rasulü’ne, bu duayı niçin bu kadar çok okuduğunu soruyor Aldığı cevap aynen şu oluyor: “Kalb Allah’ın iki parmağı arasındadır Nasıl isterse onu o tarafa çevirir”13

Nevvas b Sem’an’ın rivayetinde ise şöyle denildiği nakledilmektedir: “Kulların kalbleri Allah’ın iki parmağı arasındadır Dilediğini düz tutar, dilediğini kaydırır”14

Zaten Cenâb-ı Hakk da bizzat bizlere böyle bir duayı talim etmekte ve şöyle dememizi istemektedir: “Rabbimiz, bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın”(Âl-i İmrân, 3/8)

Esasen, bütün dualar Cenâb-ı Hakk’ın meşietini isbat eder Yani biz daha işin başında dualarımızla, Cenâb-ı Hakk’ın, istediklerimizi vermeye muktedir olduğunu kabul ettiğimiz gibi, talebimizi de eğer dilerse vereceğini kabul etmiş oluyoruz Böylece yapılan her dua, Cenâb-ı Hakk’ın meşietini itiraf ma’nâsına gelmektedir ki, kaderin bir buudu da işte bu meşiettir Biz bu meselenin tevhidle de çok yakından irtibatı olması dolayısıyla, üzerinde ısrarla duruyoruz



C Emr-i Cebrî ve Emr-i Şer’î Meselesi

Aynı konuyla ilgili ayrı bir hususa daha temas etmek istiyoruz Böyle bir televvünle yorucu bu mevzuyu da mümkün mertebe avamileştirip bir kere daha anlatmak niyetindeyiz Anlatmak istediğimiz hususa şu âyet bir mukaddime olabilir Âyette şöyle denilmektedir: “Dikkat edin, yaratma da emir de O’na aittir Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf, 7/54)

Emir ve yaratma Allah’a aittir Evet, hükmü veren de yaratan da O’dur Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır

Birincisi: Emr-i kevnî, emr-i cebrî veya emr-i takdîrî

İkincisi: Emr-i dinî veya emr-i şer’î

Kainatta, cebrî emir hâkimdir Cenâb-ı Hakk yarattığını hep cebrî olarak yaratır Hiç kimse bu cebir karşısında birşey diyemez Herkes bu emre karşı ister istemez itaat etmek mecburiyetindedir

Cenâb-ı Hakk, Mâlikü’l-Mülk’tür Mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunur O’nun bu tasarrufu, bizim elimizi, dilimizi ve irademizi bağlar

Emr-i dinî ve şer’î’de ise, yine Cenâb-ı Hakk’ın emirleriyle karşı karşıyayızdır ama, onları yapıp yapmamada, zâti hiçbir varlığı olmayan iradeye, izafi bir yetki ve selâhiyet verilmiştir Bu iki emri tam anladığımız zaman, Kur’ân-ı Kerim’de zâhir nazara göre birbirine zıt gibi görünen emirlerin ma’nâ ve muhtevasını da anlamış oluruz

Âyât-ı Tekvîniye dediğimiz kevnî kanunlarda Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi nasıl taalluk ederse, eşya ve hâdiseler o şekil ve o istikamette varlık sahasına çıkarlar Emr-i Şer’î’de ise, Cenâb-ı Hakk, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir Her iki emirde de hem O’nun meşieti hem de rızası ve hoşnutluğu söz konusudur

Meleklerin ibadetleri, amelleri, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve dilemesiyledir Peygamberlerin yaptıkları da öyledir Salih kulların sâlihât dediğimiz amelleri de aynı şekildedir Ve bütün bunlardan Cenâb-ı Hakk, hoşnuttur, râzıdır

Fakat öyle işler de vardır ki, temellerinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen onlara rızası yoktur Küfür, isyan ve günahın her çeşidi bu cümledendir

“Allah, kullarının küfre girmesine râzı değildir”(Zümer, 39/7),

“Allah, fesad çıkaranları sevmez” (Kasas, 28/77),

“Allah, müsrifleri sevmez” En’am, 6/141),

“Allah, haddi aşanları sevmez”(A’raf, 7/55),

“Allah, cimri ve kibirlileri sevmez”(Nisa, 4/36) gibi âyetler bu hususa işaret etmektedir

Allah (cc) fesadı yaratır Yaratması meşietinin taalluku ile olur Fakat O’nun fesâda rızası yoktur Diğer bütün günah çeşitlerinde de durum aynıdır Zannediyorum meseleye bu açıdan bakınca bazı âyetleri daha iyi anlayacağız Meselâ, şu âyete bir de dediğimiz zâviyeden bakalım:

Cenab-ı Hakk buyuruyor: “Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz”(İsrâ, 17/16)

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhda, ma’nâda ayak takımıdır Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir Yoksa şer’î emir değildir Zira Cenâb-ı Hakk hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez“Allah fuhşiyâtı emretmez” (A’râf, 7/28) âyeti bunun en açık delilidir Her iki âyetin birbiriyle olan telifi ise, birinin emr-i şer’i, diğerinin ise emr-i tekvinî olması keyfiyetinde gizlidir

“Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” (Râd,3/11) mealindeki âyet nasıl tekvînî bir kanunu söylüyorsa, söz konusu ettiğimiz âyet de aynı şekilde tekvinî bir emri dile getirmektedir

İç bünyede bir bozulma söz konusu olur ve ruh semasının yıldızları dökülürse, içtimâî hayat ve medeniyet dünyasının da talihi tersine döner ve göz kamaştırıcı bütün nurlar geldikleri yere, gerisin geriye döner ve söner giderler

Onun için her iki emri de çok iyi anlamak gerekiyor Cebriye mezhebi, bu iki emri, yani emr-i tekvînî ile emr-i şer’îyi birbirine karıştırdığı için iradeyi inkar etmiş ve sapık bir yola düşmüştür Mu’tezile de iradeyi esas alarak, “kul kendi fiilini kendisi yaratır” dediği için ayrı bir yanılgı ile sapıtmıştır Biz, her iki tarafın da doğru yanlarını bir araya getirerek müstakim bir rota çiziyor ve diyoruz ki: Emr-i tekvînîde de, emr-i şer’î’de de esas olan meşiet-i ilâhîdir Fakat emr-i şer’î’de kulun iradesine, o şartı âdi olmak gibi bir pâye verilmiştir Ona meşiet taalluk etmezse hiçbirşey olmaz fakat, hariçte vücudu olan şeyler öyle değildir Hatta, kötü ve çirkin olan şeylere de Cenâb-ı Hakk’ın meşieti taalluk eder Fakat Cenâb-ı Hakk’ın bunlara rızası yoktur Onun için de kul, yaptığı kötülüğün cezasını çeker

Hidayet ve dalâlet de Cenâb-ı Hakk’ın meşietine bağlıdır Kur’an-ı Kerim birçok âyetiyle bu hususu tavzih etmektedir: “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun kalbini İslâmiyete açar Kimi de sapıttırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar Allah böylece kâfirleri küfür bataklığı içinde bırakır”(En’am, 6/125)

İman insanın gönlüne ılık ve tatlı bir esintiyle giriverir İnsan böylece huzur ve saadeti tadar Bu da ona doyumu mümkün olmayan bir haz verir ve sadrı genişledikçe genişler O bu imânı sayesinde, insanlığın kemâl noktasını yakalar da bütünüyle bir iyilik ve mürüvvet âbidesi haline gelir İnsanı elinden tutup bu hâle getiren asla kendisi değildir Belki gücü herşeye yeten Allah’tır ki, onu elinden tutmuş ve merdiven merdiven hidayetin doruk noktasına çıkarmıştır Zira, akıl ve zekaca çok daha ileri seviyede olan niceleri var ki, onlar hidayete erememekte ve behîmi arzularıyla dört ayaklı varlıkların hayatını yaşamaktadırlar Demek ki, hidayet meselesi veya dalâlet mezelleti sebebiyet noktasında istidat ve kabiliyetle veya irade gücüyle çok da alâkalı değil Bunlar, doğrudan doğruya ilâhî meşietin hikmet yüklü bir eseridir

Şimdi kat’iyen tebeyyün etmiş oluyor ki, bizler eşya ve hâdiselere müdahale edecek durumda değiliz Bu itibarla diyebiliriz ki biz, hılkatte sadece bir sebep ve bir vesileden ibaretiz Evet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi dilemeden onu meydana getirmek bizim için mümkün değildir Mümkün görünen şeyleri bazen gayr-i mümkün kılan; gayr-i mümkün görünenleri de imkan sahasına sokan yegane kuvvet O’dur O’nun güç ve kuvveti zâtındandır Onun için de biz O’na, kuvvetin tâ kendisi olarak bakıyoruz Bize iş yapma gücünü O verdiği gibi, irademizi o yönde kullanma meylini de veren O’dur Evet, gerçi bize bir irade vermiştir; ancak meşiet ve dileme sadece O’nun hakkıdır Hidayet ve dalalet hususunda da durum aynıdır Hâdî ve Mudill sadece ve sadece Allah’tır

O’dur ki, bir zaman Ömer’in içine Allah Rasulü’nü öldürme duygusunu vermiş sonra da onu yola salıvermiştir ve dıştan dalâlete gidiş gibi görünen bu yolculuk Hz Ömer’i hidayetin kucağına çekmiştir

Ve yine O’dur ki, Mekke’ye kadar gelip hidayet arayan A’şa gibi güçlü bir şaire içkiyi perde yapmış ve onu dalâlette bırakmıştır Aslında böyle yüzlerce, binlerce hâdise müşâhede eden bir insanın, hidayet ve dalâletin Allah’ın elinde olduğunu itiraftan başka yapacağı birşey kalır mı? Evet, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir

Bütün bunları kabulle beraber, O, bizim mahiyetimize, mahiyeti meçhul bir irade koymuştur Çünkü O’nun icraatında abesiyet yoktur Bu mahiyeti meçhul iradenin üzerine, O, bizim geçmiş ve geleceğe ait bütün yapacaklarımızı ve yaptıklarımızı bina etmiştir ve etmektedir Ayrıca, bu binanın plânını da daha insan yaratılmadan yapmış ve bu plânı Levh-i Mahfuza kaydetmiştir Öyle ise bize düşen O’ndan hidayet talep etmektir Çünkü O, yukarıda zikrettiğimiz âyette de denildiği gibi, Allah kimin hidayetini murad buyurursa onun kalbine inşirah verir ve onun gönlünü İslâmiyete ısındırır ve hakikatın tatlı yüzü ona olduğu gibi görünür Görünür de hakikata karşı hahişkarlık duyar Allah kimin de dalâletini murad buyurmuşsa, onun kalbini daracık ve sımsıkı kılıverir Artık o, İslâmî hiçbir teklife evet diyemez Nasihatten, aslandan kaçan yaban eşekleri gibi kaçar (Müddessir, 74/48-51) ve her adımı onu İslâm’dan daha da uzaklaştırır

Ancak, bütün bunların üzerinde kesilip biçildiği bir şart-ı âdi vardır O da insanın iradesidir Birşey yapma veya yapmamaya karar verme duygusu esasen insanın kendisini vicdanen hür kabul etmesi de bunu gösterir Dolayısıyla da vicdanen kendisini mes’ul sayar İrade, yapılan şeylere temel taşı vazifesi görmektedir Cenâb-ı Hakk yaratacağı herşeyi bu temel üzerinde yaratmaktadır

Meselâ, diyelim ki siz, şu eğri dünya düzenini değiştirmek istiyorsunuz Onu değiştirme istikametinde, vicdanınızda mevcudiyetini duyduğunuz iradenizi bir yere kadar kullandınız? Servet ve sâmânınızı o istikamette harcadınız Herşeyinizi o yolda sarfettiniz ve sizi hedefe ulaştıracak bütün yolları denediniz, öyle ki dizinizin dermanı kesildi ve imkânlarınızın dibi göründü ve daha bunlar gibi bir sürü esbabı kurcaladınız yani iradeden beklenen herşeyi ortaya koydunuz İşte o zaman Cenâb-ı Hakk’ın irade ve meşieti imdadınıza yetişecek ve size arzu ettiğiniz imkânları bahşedecektir Evet sizin o mahiyeti meçhul iradenize daha nice büyük neticeler lütfedecektir Bu ilahî bir kanundur ve asla değişmeyecektir

Siz, size ait iş yapma gücünü böyle anlayacak ve Allah’tan bekleyeceğiniz şeyleri de bu anlayışla bekleyeceksiniz Eğer O, siz hiç liyakat kazanmadan bazı keremlerde bulunursa, bu sadece O’nun lütuf ve ihsanıdır Hiç kimse de O’na birşey sorma hakkına sahip değildir Ne var ki, lütuflara iş bina edilemez Evet, sebepler dairesi içinde, siz, size ve iradenize düşen vazifeyi bütünüyle yerine getirecek sonra da ellerinizi açıp isteyeceğiniz şeyi Cenâb-ı Hakk’dan isteyeceksiniz Meseleyi başlattığımız noktaya çekecek olursak, siz, size ait herşeyi yerine getirdikten sonradır ki, Allah (cc), sizin ma’kus talihinizi değiştirecek ve eğri dünya düzeni de gidip rayına oturacaktır

Zaten öyle olmuyor mu? Kişi canını veriyor, Cenâb-ı Hakk da ona şehidlik bahşediyor Bu payeyi verdikten sonra da nimetleri birbirini takip ediyor: Cennet veriyor, Cemalullah’ı müşahede imkânı veriyor ve daha nice nimetlerle onu serfiraz kılıyor Yani tenezzülen insanla mukavele yapılıyor

Öyle ise, rica ederim, siz, size ait malzemeleri kullanmadan önce, hârikulâdeden, ne Heraklit, ne Mesih ne de Mehdi beklemeyin Cenâb-ı Hakk, peygamberleri için dahi değiştirmediği âdet-i sübhanisini sizler için değiştirecek değildir Evet, kadimden beri devam edegelen yol ve yöntem budur

Nebi, aç kalmış, susuz kalmış, harpte dişi kırılmış, yanağı yaralanmış, ayakları kan revan içinde bırakılmış ve çilelerin her türlüsünü görmüştür O’nun etrafındaki halkalar için de durum aynıdır Öyle sarsılmış ve öyle ırgalanmışlardır ki, hepsi birlikte “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye inlemişlerdir Ve işte o zaman ilâhî yardım yetişmiş ve “Allah’ın yardımı çok yakındır” denmiştir Aşağıdaki âyet bize bu gerçeği anlatmaktadır: “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır” (Bakara, 2/214)

Bir lokma ekmek bulunamadığı, bir yudum suya hasret gidildiği, yan gelip yatılacak bir hasırdan dahi mahrum olunduğu bir devrede evet işin bitme ve tükenme kertesinde, hâdiseler diliyle, gaipten gelen bir ses “Dikkat edin, Allah’ın yardımı çok yakındır” diyecek ve bu sesi duyuncaya kadar siz hep iradenizi kullanacaksınız Mum kendine düşeni yapacak ve yanacaktır Sonra iş gidip o mumun altındaki tahtaya dayanınca ilâhî imdat yetişecek ve size mededresân olacaktır Siz cüz’î iradenizi en son noktasına kadar kullanacaksınız; işte o zaman Küllî İrade kendine düşeni yapacaktır Yani idbarınız ikbâle, zillet içindeki durumunuz da izzet ve şerefe dönecektir

Şimdi acaba iradenizi sonuna kadar kullandığınızdan emin misiniz? Eğer “Evet” diyebiliyorsanız, ben de sizlere şu müjdeyi verebilirim: Emin olun, gökleri ve yerleri tesbih tanesi gibi elinde evirip çeviren Allah sizin imdadınıza koşacaktır O sonsuz kudret yine sonsuz iradesiyle, karşınızda cephe teşkil edenlerin bütün oyunlarını, tuzaklarını tersyüz edecek ve sizi koruyup muhafaza buyuracaktır Madem ki siz, size ait vazifeleri yaptığınızdan eminsiniz, o zaman benim verdiğim müjdelerden de emin olabilirsiniz Zira İlâhî âdet bunun böyle olacağını söylemektedir

Kader’in meşiet-i ilâhî açısından tahlilini yaptığımız bu hususu tek bir cümle ile şöyle noktalayabiliriz:

Cenâb-ı Hakk, herşeyi kuşatan ilmiyle, ilerde bizim iradelerimizle yapacağımız herşeyi biliyor ve bildiklerini de tayin ve takdir ediyor sonra da bunları birer plân halin de Levh-i Mahfuza kaydediyor, daha sonra da melekler bizim hakkımızda bir defter tutup bütün amellerimizi yazıyor böylece her iki defter de birbirinin aynı oluyor Tabiî bunların hepsinde Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi esas oluyor Zira biz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak, Allah dilerse birşey olur, Allah birşeyin olmamasını murâd buyurursa o şey de olmaz kanaat ve inancını taşıyoruz

4 YARATMA AÇISINDAN KAZA ve KADER

Herşeyi yaratan Allah’tır “Şey” dediğimiz ne varsa hepsi O’nun mahlûkudur Biz de, amellerimiz de buna dahiliz Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de: “Sizi ve amellerinizi yaratan Allah’tır”(Sâffât, 37/96) buyurulmaktadır

Efendimiz de bir hadîslerinde: “Her sanatkârı ve sanatını yaratan Allah’tır”15 ihtarında bulunmaktadır

Bir taş veya bir mermer mi yontuyorsunuz? Sizi de yaptığınız o işi de yaratan Allah’tır Size düşünme melekesini veren, sonra sizi düşündüren ve bir merhale ötede, düşündüklerinizi ifade ettiren yine Allah’tır Öyle ise bizim irademize düşen nedir? Böyle bir meselede irade nasıl bir paya sahiptir?

İrade dediğimiz şey o kadar küçüktür ki, bakışlarınız ne kadar derin ve görüş ufkunuz ne kadar geniş olursa olsun yine onu göremez ve onu belirleyemezsiniz; çünkü onun hariçte hiçbir vücudu yoktur O kadar küçüktür ki, ona terettüp eden işlerle onun arasında “tenâsüb-ü illiyet” prensibine göre bir nisbet bulmak mümkün değildir Evet, irademiz ne ölçüde küçük ise, yanıbaşımızda duran ilâhî lütuflar da o kadar büyüktür

Yaratan Allah’tır Kur’an, sünnet ve inkişaf etmiş vicdanlar bunun böyle olduğuna şâhidlik etmektedir Bu sebepledir ki, Allah Rasulü ve O’nun ümmeti olarak bizler, Cenâb-ı Hakk’ın bizim için iyi şeyler yaratmasını, kendi irademize dayalı olarak değil de rahmet kaynaklı olmasını isteriz sadece bir fikir vermek için burada biriki duayı zikretmek istiyorum:

Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadîs-i Şerifte Efendimiz, istihâre duası olarak bize şu duayı talim etmektedir:

“Allah’ım, Sen’in ilmine danışıyor ve Sen’in kudretinden yardım diliyorum istediğimi de Sen’in büyük fazlından istiyorum

Sen’in herşeye gücün yeter, benim ise hiçbir şeye gücüm yetmez Sen herşeyi bilirsin, ben ise hiçbirşey bilmem Sen “Allâmü’l-Guyûb” (Bütün gizlilikleri bilen) sin

Allah’ım eğer bu iş (burada işini zikreder) benim dünya ve ahiret kazancım adına, başlangıcı ve neticesi itibariyle hayırlı ise ve Sen bunu böyle biliyorsan, o işi benim için takdir buyur, kolaylaştır ve sonra da onda, benim için bereket kıl Ve yine Sen biliyorsun ki, bu iş benim din, dünya ve âhiretim hesabına başında veya sonunda hayırsızdır, onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut Hakkımda ne hayırlıysa bana onu takdir et Sonra da takdirine beni hoşnut eyle”16

Efendimiz bu dualarıyla bize, kadere ait bazı sırları öğretmenin yanında bizi hayra kavuşturacak ve yine bizi şerden uzak tutacak yegane güç ve kuvvet sahibinin Allah (cc) olduğunu gösteriyor O’dur ki, şerrin kötülüğünü vicdanımıza acı acı duyurur ve bizi ondan uzaklaştırır Hayır hakkında da içimize bir inşirah, bir meltem salar ve vicdanımız bu inşirahla dolar taşar ve biz de bütün benliğimizle o hayrı kucaklamaya çalışırız Zaten »ğÍÓœğÁğ†«‰ÚŒÓÍÚ—Ô “Hayır O’nun elindedir” Başkasının bize hayır vermesine veya gelmekte olan hayrı bizden uzaklaştırmasına imkan ve ihtimal de yoktur

Hz†Yusuf’a musallat olan belayı Allah defetmiştir Gördüğü bürhan nedir? Burada onun münakaşasını yapacak değiliz Ancak ihlasın özü haline gelmiş bir peygamberi Cenâb-ı Hakk, bir kadının şerrinden korumuş ve muhafaza buyurmuştur Onun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’de meselenin bu yönü anlatılırken şöyle denmektedir: “İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece def ediverdik Doğrusu o bizim muhlasîn (ihlasa erdirilmiş) kullarımızdandı” (Yu-suf, 12/24)

İşte burada, kötülükle, iradenin meyli arasına Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanı giriyor ve ferdi, kötülüğe meyletmekten kurtarıyor Şu kadar var ki, Hz Yusuf hakkında söylenen “O bizim ihlas sahibi kullarımızdandı” ifadesi, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanını celbeden Hz Yusuf’un ihlasıdır Bu ma’nâyla irtibatı bakımından Efendimiz’in şu mübârek sözleri de çok mânidar ve çok mühimdir; O, şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır; o iyi olduğunda bütün beden iyidir O bozulduğunda da, bütün beden bozulur Dikkat edin, o kalbtir”17

Evet, kalbin ihlasa ermesi ve Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbetle, saygıyla dolup taşması, üst üste kavisler halinde gelen belaları defetmeye bir vesile ve vasıta sayılmaktadır

Yine Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîste, Efendimiz, bir dualarıyla, herşey gibi fiilleri yaratanın da Allah olduğu hususunu dikkatle hatırlatır Bilhassa sabah namazlarında bazı imamların iftitah duası olarak okudukları bu duanın bir bölümü şöyledir: “Allah’ım, Sen’in verdiğini geri çevirecek yoktur; Sen’in menettiğini de verecek Sen’in yanında iltimas olmaz Bütün şeref Sen’indir ve Sen’den-dir”18

Görüldüğü gibi, Allah’ın verdiği hükmü ve Allah’ın kazasını hiç kimse geriye çeviremeyeceği bu duada talim edilmiş bulunuyor Öyle ise, bize düşen sadece bir meyildir ve bir yöneliştir

Esasen bizim fiillerimizin de Allah tarafından yaratılmış olması bizlere apayrı bir duygu ve güven aşılamaktadır Bu öyle müjde dolu bir inanç ve bir düşüncedir ki, bizi yaratan Rabbimiz, bizi ef’âlimizle baş başa bırakmamakta, kudret ve ilmiyle her an ve her zaman bize bizden daha yakın bulunmaktadır İnsan için bundan daha sevindirici ne olabilir? Biz bu duygularla kendimizi rahmetin kucağına salıveriyor ve bütün ef’âlimizi Cenab-ı Hakk’ın yaratmasına havale ediyoruz İşte bizdeki bu teslimiyet, Meşîet-i İlâhînin bir rahmet dalgası gibi gelip bizleri önüne katıp sürüklemesine ve marifet ummanının ortasına atıvermesine sebep oluyor Bu ümit ve bu dileklerle O’nun dileme ve meşîetini bekliyoruz Cenâb-ı Hakk, bu beklentimizde bizleri haybet ve hüsrana uğratmasın! (Amin)

Sözün başında da dediğimiz gibi, hidayet de dalâlet de Allah’ın elindedir ve bunların vücud bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın meşîet ve yaratmasına bağlıdır

Kur’an-ı Kerim’de bu husus tafsilatıyla ele alınmıştır Biz sadece misal olması bakımından bir-iki âyete temas edeceğiz:

“Kimi Allah hidâyete erdirirse o hidayete erer Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın”(Kehf, 18/17)

“Allah kimi hidâyete erdirirse ancak o hidâyettedir”(İsra, 17/97)

“Allah kimi hidâyete erdirirse onu saptıracak yoktur Allah azîz ve intikam alıcı değil midir!”(Zümer, 39/37)

Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak herşeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur Günümüzün umumî manzarası, bunu göstermeye yeter ve artar zannediyorum

Ancak burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibari dahi olsa, onları mevcud iradenin istek ve talebi üzerine yaratır Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (cc) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha suresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve: “Allah’ım bizi mağdub ve dâllînin yoluna sürükleme”(Fatiha, 1/7) deriz Efendimiz de bir hadislerinde “Üzerlerine Allah’ın gadabı olanlar Yahudilerdir, sapık olanlar da Hristiyanlardır”19 buyurmuşlardır Mevzuyu bu noktaya getirdikten sonra, burada hidâyetin mertebeleri üzerinde durmak icap etmektedir Tâ ki, çeşitli yanlış anlamalara meydan verilmiş olmasın!



1) Müslim, Kader 7
2) İbn Kesîr, el-Bidâye, IV, 188-202
3) İbn Kesîr, age III, 151-166
4) İbn Kesîr, age III, 135-145
5) Buhârî, Bed’ül-Halk, 1; Tirmizî, Tefsir-i Sure (5) 3
6) Buhârî, Nikah 119, Cihad 23; Müsned, II, 229,275,506
7) Ebu Davud, Edeb, 106
8) Buharî, Bed’u-l’Halk, 6; Müslim, Birr, 157
9) Müslim, Sıfatu’l-Münafıkîn, 76
10) Müsned, V/72
11) Müsned, I/214
12) Tirmizi, Kader, 7
13) Müslim, Kader, 17
14) İbn Mace, Mukaddime, 13
15) Kenzü’l-Ummâl, I/263
16) Buharî, Teheccüd, 25; İbn Mâce, İkâme, 188
17) Buharî, İman, 39
18) Buharî, Kader, 12
19) Müsnedl, IV, 378

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.