Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilinmeyen, kavramlar, tarihinde, türk

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #106
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Sancak-ı Şerif
Peygamberimiz zamanında kullanılan mukaddes sancak

Topkapı Müzesinde Mukaddes Emanetler arasında muhafaza edilmektedir Siyah softan yapılmıştır İstanbul’a gelişi hakkında çeşitli rivayetler vardır Ukab adı verilen bu sancak Mısır Kölemen Beylerinden Hayır Bey tarafından, Sultan Selim Hana gönderilmiştir Diğer rivayete göre ise Sultan Selim Han, Mısır’dan dönüşünde, beraberinde getirmiştir Başka bir rivayete göre ise 1593 senesindeki Avusturya Seferine, Şam yeniçerileriyle birlikte gelmiştir Seferden sonra gönderilen Sancak-ı şerif, 1595’te geldikten sonra bir daha geri gönderilmedi

Zamanla Sancak-ı şerif eskiyince, Devlet-i Aliyye’de (Osmanlı Devleti) aslına göre üç sancak işletilmiş ve Sancak-ı şerif parçaları bunların üzerine konmuştur Bunlardan biri, Hırka-i şerifle beraber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Âmire'de, üçüncüsü yine hazinede saklanırdı

Sancak-ı şerif, padişahla veya onlar bizzat sefere katılmadıkları zaman Sadrazam ve Serdâr-ı ekremle birlikte sefere gönderilirdi Sancak-ı şerif, padişahla beraber, ilk defa 1596 yılında Eğri Seferine götürülmüştü

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603), Sancak-ı şerifin yanında seyyid ve şeriflerden meydana gelen üç yüz kişilik bir evlâd-ı Resûlullah’ı beraber götürmüştü Seferlerde açılan Sancak-ı şerif, bütün askerin mâneviyatını yükseltir, Peygamber efendimizin ruhaniyetinin, muharebe meydanında hazır olduğuna inanılarak şevkle savaşılırdı

Sefere çıkılacağı zaman (veya İstanbul’daki bazı isyanlarda) Sancak-ı şerifin yerinden alınıp teslimi, bizzat padişah tarafından olurdu Sancak-ı şerifin alınması ve yerine konması esnasında müezzin ve hafızlar Fetih ve Yâsin surelerini okurlardı Merasimlerde şeyhülislâmlar da bulunur, dua ederlerdi Seferler dışında, devleti tehdit eden büyük isyanlarda padişah emriyle Sancak-ı şerif açılırdı Böylece âsilere karşı halk, Sancak-ı şerif altında toplanmağa davet edilir, bu suretle âsilerin mâneviyatları kırılırdı 1651 ve 1687 isyanlarında Sultan Dördüncü Mehmed Han, 1730 Patrona Halil İsyanında Sultan Üçüncü Ahmed Han, 1826 Yeniçeri Ayaklanmasında İkinci Mahmud Han, Sancak-ı şerifi açarak, halkı onun altında toplanmaya çağırmışlardı

Sancak-ı şerife, Osmanlılar büyük kıymet vermişler, açıldığında yediden yetmişe herkesin onun altında toplanarak gazaya (savaşa) gitmesinin en büyük vazife olduğuna inanmışlardı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #107
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Sefâretnâme
Osmanlı Devletinde yabancı ülkelere gönderilmiş olan sefirlerin (elçilerin), İstanbul’dan hareket etmelerinden başlayarak, gittikleri yerlerde gördükleri olayları, yaptıkları diplomatik görüşmeleri, gezip gördükleri yerlerin idârî, sosyal, askerî, ilmî ve kültürel hayatları hakkında bir takım önemli bilgileri toplayarak pâdişâha veya sadrâzama takdim ettikleri rapor, yazılı belge

Osmanlıların yabancı ülkelere elçiler göndermeleri, kuruluş devrinden îtibâren başlamıştır Ancak sefirlerin sefâret sırasında dolaştıkları yerleri ve buralarda gördükleri şeyleri ve yaptıkları işleri, pâdişâha arz etmek için sefâretnâmeler hazırlamaları 17 yüzyıl sonlarından îtibâren olmuştur Sefâretnâmeler bizzat sefirin (elçinin) kendisi tarafından hazırlandığı gibi, maiyetinde bulunanlardan biri tarafından da hazırlanabiliyordu Sefâretnâmeler nesir olarak hazırlandığı gibi manzum olarak da yazılabiliyordu

Yabancı ülkelerle siyâsî ve kültürel münâsebetlerin mâhiyetini ortaya koyan en eski belgeler olan Sefâretnâmeler, bu devletlerin sosyal ve ekonomik durumlarını, teşrifat (protokol) usullerini, hayat biçimlerini, Osmanlıların onlara karşı tutum ve düşüncelerini de yansıtmaktadırlar Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Paris Sefâretnâmesi, Sefâretnâmelerin en tanınmış örneklerindendir Mehmed Efendinin Paris ve Fransa hakkında verdiği bilgiler Sultan Üçüncü Ahmed Hanın dikkatini çektiği için, Avrupaî tarzda bâzı yeniliklerde bulunma ihtiyâcı duymuştur Matbaayı ve onun temin ettiği faydayı yakından gören Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Türkiye’de matbaacılığın kuruluşunda büyük hizmeti olmuştur

Osmanlılar yalnız Avrupa’ya değil, Şarka ve İslâm memleketlerine de sefir göndermişler, onlar da diğer sefirler gibi Sefâretnâmeler hazırlamışlardır Sefâretnâmelerin bir kısmı vakanüvisler tarafından târihlere geçirilmiş, bir kısmı ise sonradan ayrıca yayınlanmıştır

Sefâretnâmeler yabancı ülkelerdeki ilmî ve teknik gelişmeleri yansıtarak, ülkemizde de birçok ilmî, idârî ve teknik yeniliklere sebep olduğu gibi, bu ülkelerin sosyal, ahlâkî ve kültürel özelliklerinden bahsettiği için de ülkemizde başka ülkeleri taklit etme özentisi başgöstermiştir Bu özentinin neticesinde garplılaşma (batılılaşma) adıyla ahlâkî ve kültürel yozlaşma meydana gelmiş, kendi millî ve mânevî değerlerimizden uzaklaşmalar olmuştur

Adet olarak kırktan fazla olan Sefâretnâmeleri konuları bakımından ikiye ayırmak mümkündür:

Birinci kısımdakiler; sefirlerin (elçilerin) doğrudan doğruya vazifeleriyle ilgili sefâretnâmelerdir

İkinci kısımdakiler ise; sefirlerin gezip gördükleri yerlerin idârî, sosyal, ahlâkî, askerî, kültürel ve teknik hayatları hakkında önemli bilgiler veren sefâretnâmelerdir

Elde bulunan ilk yazılı sefâretnâme Kara Mehmed Çelebi’nin 1655 târihli Viyana Sefâretnâmesi, son sefâretnâme ise Abdürrezzak Bahir Efendinin 1845 yılında kaleme aldığı, Paris-Londra Sefâretnâmesi’dir Hazırlandıkları devrin çeşitli özelliklerini günümüze yansıtan meşhur sefâretnâmelerden bâzıları ise şunlardır: Zülfikar Paşanın Mükaleme Takriri (1688-1692), İbrâhim Paşanın Viyana Sefâretnâmesi (1719), Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendinin Fransa Sefâretnâmesi (1720), Ahmed Dürrî Efendinin İran Sefâretnâmesi (1721), Nişli Mehmed Ağanın Rusya Sefâretnâmesi (1722-23), Mehmed Efendinin Lehistan Sefâretnâmesi (1730), Mehmed Said Paşanın Mehmet SaidEfendi Takrîri (1732-1733), Sâlim Efendinin Hindistan Seyâhatnâmesi (1744-1749), Mustafa Nazif Efendinin İran Sefâretnâmesi (1746), Hattî Mustafa Efendinin Nemçe Sefâretnâmesi (1748), Ahmed Resmî Efendinin Prusya Sefâretnâmesi (1763-1764), Seyyid İsmâil Efendinin Fas Sefâret Takrîri (1785-1786), Alemdâr Mehmed Ağanın Buhara Sefâretnâmesi (1787-1791),Vasıf Efendinin İspanya Sefâretnâmesi(1787-1788), Yusuf Agâh Efendinin Havâdisnâme-i İngiltere’si (1793-1796), Mehmed Sâdık Rıfat Paşanın İtalya Seyahatnâmesi (1838)

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #108
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Selanik Vakası
6 Mayıs 1876 târihinde Selanik’te Fransa ve Almanya konsoloslarının linç edilmesiyle neticelenen olay

Avrethisarlı bir Bulgar kızı İslâmiyet'i inceleyerek Müslüman olmaya karar vermişti Bu maksatla Müslümanlığı tescil ettirmek için Selanik’e gitmek üzere yola çıktı Ancak kızın niyetini öğrenen bâzı Hıristiyanlar telgrafla Amerikan konsolosunu durumdan haberdar ettiler Telgrafı alan ve koyu bir İslâm düşmanı olan konsolos, kıza mâni olmak için 150 kişilik bir Rum ve Bulgar çapulcusunu istasyona yığdı Kız, istasyona geldiğinde, konsolosun emriyle harekete geçen kalabalık, kızı, hükümet konağına götürmekle görevli üç zaptiyenin elinden zorla aldılar Hakâretlerde bulunarak yaşmağını ve ferâcesini parçaladılar Gözü dönmüş saldırganlar sürüsünün elinden kurtulmak isteyen kız, Müslüman olduğunu haykırmaya ve imdat istemeye başladı Kızın yardımına koşan birkaç Müslüman fecî şekilde dövüldü Kız da konsolosluk arabasıyla Amerikan konsolosluğuna götürüldü Bir Osmanlı şehrinde Bulgar da olsa Müslüman olmuş bir kıza yapılan saygısızca muâmele ve mâni olmak isteyenlerin ağır şekilde hırpalanması havanın elektriklenmesine sebep oldu

Ertesi gün İslâmiyet'i kabul eden bir kızın zorla kaçırılıp tutulamayacağını ve bu işe hükümetin karar vermesi gerektiğini belirten Müslümanlar Saatli Câmide toplandılar Kendilerini yatıştırmak isteyen Selanik Vâlisi Baytar Mehmed Refet Paşanın açıklamalarını yeterli bulmadılar Refet Paşa ve vilâyet görevlilerinin mâni olmaları ihtimâli üzerine medrese odalarını zapteden Müslümanlar kızı almak gâyesiyle Amerika Konsolosluğuna yürüdüler Bu sırada Fransa ve Almanya konsolosları kalabalığın önüne geçerek onları engellemek istediler Ancak kızın müftülüğe teslim edilmesi teklifine karşı Amerika Konsolosunun evinde olduğunu, dolayısıyla kızın teslim edilemeyeceğini söylemeleri üzerine zâten galeyana gelmiş olan halk tarafından öldürüldüler Ancak İngiliz Konsolosu devreye girip Müslüman olan Bulgar kızını hükümete teslim edince olaylar yatıştı

Selanik olayları üzerine Osmanlı Devletiyle Fransa, Almanya ve İtalya devletlerinin ilişkileri gerginleşmiştir Bu devletler gemilerini Selanik Limanına göndererek, hâdisenin müsebbiplerinin şiddetle cezâlandırılmasını talep ettiler Aksi takdirde Selanik’e asker çıkarılacağı bildiriliyordu Fakat Sultan Abdülazîz Han bu istekleri kabul etmediği gibi, Balkanlara yeniden birkaç tabur sevk edilmesini ve Selanik’e harp gemileriyle asker gönderilmesini, olayda suçlu olan kimselerin de yabancılara teslim edilmeyip, Osmanlı mahkemelerinde yargılanmasını emretti Pâdişâhın emri doğrultusunda hareket edildi Olayda ihmâli görülen Selanik Vâlisi değiştirildi, konsolosları öldüren altı kişi yargılanarak îdâma mahkum edildiler Fakat olaylara sebebiyet verenlere yâni kızı kaçıranlara hiçbir şey yapılamadı

Dünyânın her tarafına binlerce misyoner göndererek, insanların Hıristiyanlaştırılması için milyarları sarf eden, inanç ve vicdan hürriyetini, insan haklarını savunuyor görünen Avrupa devletleri, İslâm dînini kendi isteğiyle kabul eden bir Bulgar kızının Müslüman olmasını kabul edememişlerdir Ayrıca konsolosları devletin resmî emniyet görevlisinin elinden güpegündüz kız kaçıracak kadar aşağılık işlere tevessül etmişlerdir Olaylarla ilgili olarak alınmasını istedikleri tedbirler husûsunda da Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktan geri durmamışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #109
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Sened-i İttifak
İkinci Mahmud Han devrinde 1808’de âyân ile hükümet arasında yapılan sözleşme On sekizinci asra girerken askerî teşkilâtın bozulması netîcesinde, devletin merkezî otoritesi zayıflamıştı Devlet, mültezimlerin reâyâyı ezmeleri sonunda, vergi toplama işini mahallî eşrâfa devretme siyâsetini gütmüş, bu da âyân denilen güçlü ve nüfuslu bir zümrenin ortaya çıkmasına sebep olmuştu Yerli halk arasından veya dışardan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen âyânların nüfûzları zamanla daha da arttı Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulması sebebiyle, ihtiyâç duyduğu askeri temin edemeyen devlet de, âyânların nüfûzundan istifâde yoluna gitti

1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında hükümet, kazâ merkezlerinde idâreyi ele geçirmiş olan âyân ve mütegallibeye baş vurarak para ve asker teminine çalıştı Bu durum, âyânlar üzerindeki hükümet kontrolünün kalkmasına sebep oldu ve taşrada idâreye tamâmen hâkim oldular

Sultan Üçüncü Selim Han, Rusçuk Âyânı Alemdâr Mustafa Paşa gibi devlete faydalı olanlara rütbeler verdi Nizam-ı cedîdi tasvip etmeyen yeniçerilerin, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirmeleri üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa, onu tekrar tahta, geçirmek için hazırlıklara başladı 28 Temmuz 1808’de Bâbıâlî’yi basıp sadâret mührünü ele geçirdi Fakat bu arada Sultan Üçüncü Selim Han şehit edildi Alemdâr Mustafa Paşa da, şehzâde Mahmud’u sultan îlân etti Yeniçeri ocağının kaldırılması ve devlete çeki-düzen verilmesi için çalışmalara başladı Rumeli ve Anadolu’daki âyânlar çağrılarak meşveret-i âmme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı Yeniçeri ocağının düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi için karar alındı Alemdâr Mustafa Paşa, kalabalık sayıda askeriyle İstanbul’a gelmiş olan âyânlarla, devlet arasındaki ihtilâf ve mücâdelenin kaldırılarak, devletin zâfiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu Yapılan görüşmeler sonunda aşağıdaki hususları ihtivâ eden sened-i ittifâk imzâlandı

1 ve 4 maddede, âyân ve eyâlet vâlileri pâdişâha bağlılıklarını belirtiyor, sadrâzamı onun mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye devam ediyordu

2 maddeye göre; devletin geleceği ordunun gücüne bağlı olduğu için, âyânlar eyâletlerde asker toplanmasına yardımcı olacaklar, ordu, Nizâm-ı cedîd sistemine göre teşkilâtlanacaktı

3 maddeye göre; Osmanlı vergi düzeni ülkenin tamâmında, bütün eyâletlerde uygulanacak, pâdişâha âit gelirlere âyânlar el koyamayacaklardı

5 maddeye göre; âyânlar, kendi eyâletlerinde âdil bir idâre kuracaklardı Birbirlerinin topraklarına ve haklarına taarruz etmeyecekler, birbirlerine kefil olacaklardı

6 maddeye göre; devlet merkezinde çıkacak herhangi bir kargaşalık ânında, pâdişâhtan izin almak için vakit harcamadan İstanbul’a yürüyeceklerdi

7 maddeye göre; vergi miktarları âyân ve hükümetin görüşmeleri sonunda belirlenecekti

Bu vesîkanın altındaki ekte ise, özetle şöyle deniliyordu: Yapılacak işlerde bu şartların esas tutulması gerektiğinden, zamanla değişmesini önlemek üzere, bundan sonra sadrâzam ve şeyhülislâm olacaklar, bu makâma geçtikleri zaman bu senedi imzâlayacaklar ve harfi harfine uygulanmasına çalışacaklardır Bu senedin bir sûreti beylikçi kaleminde, bir sûreti pâdişâhın yanında bulunacak ve gereken kimselere oradan kopyaları verilecek, pâdişâh, kendisi bu şartların uygulanmasına nezâret edecekti

Devletin âyâna ipotek edildiği, pâdişâhın yetkilerinin kısıtlandığı bu senedi imzâ edenler arasında, bir tarafta en yüksek derecedeki ulemâ (şeyhülislâm, nakîb-ül-eşraf ve kazaskerler), devlet ricâli (yeniçeri ağası, sipâhîler ağası) öbür tarafta o zaman pâyitahtta hazır bulunan belli başlı âyânlar (Cebbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmâil Bey ve Çirmen mutasarrıfı) vardı

Pâdişâhın tuğrası konulan bu senet, pâdişâhın âyânlara taahhütleri şeklindeydi İş başına gelen her sadrâzamın bu senede yeminle bağlı olması, yalnız pâdişâha karşı değil, âyânlara karşı da sorumlu olması durumunu çıkarıyordu Vergiler bile, vükelâ ile âyânlar arasında kararlaştırılacaktı Bütün bu sebepler, pâdişâh ve saray çevresinin sened-i ittifaka muhâlefetini icap ettiriyordu İdâreye tam hâkim olan Alemdâr’ın korkusundan kimse ses çıkaramıyordu

Alemdâr Mustafa Paşa, birkaç aylık iktidârında Sekbân-ı cedîd adıyla bir askerî teşkilât kurdu Yeniçeri ocağının hoşuna gitmeyecek bâzı ıslâhâtlara girişti Kendisinin bâzı hareketleri ve yeniçerilerin hoşuna gitmeyen işleri isyâna sebep oldu İsyânda Alemdâr öldü Islâhâtları netîce vermedi Âyânlar arasında birlik kalmayıp kısa zamanda dağılmaları üzerine sened-i ittifak hükümsüz kaldı Âyanların ileri gelenleri zamanla ortadan kaldırıldı Sultan İkinci Mahmud Hanın dirâyetli idâresi netîcesinde merkezî otorite sağlandı

Sened-i ittifâkla, 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından îlân edilen Tanzîmât fermânı arasında bâzı benzerlikler vardır Bunların en bârizi, her ikisinin de devleti ipotek altına almasıdır Sened-i ittifak, devleti âyânlara bağlı kılarken, Tanzîmât fermânı yabancı devletlere ipotek etmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #110
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Serasker
Osmanlılarda önceleri seferdeki orduya kumanda eden vezir, sonraları da Millî Savunma Bakanına verilen ad

Sadrâzamlardan gayri vezirlerden birinin orduya kumanda ettiği zaman vezire serasker adı verilirdi Yeniçeri ocağı 1826’da kaldırıldıktan sonra kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun kumandanına da serasker denildi

1845’e kadar seraskerler ek bir vazife olarak İstanbul’un zabıta işleri ve yangınlara karşı lüzumlu tedbir almakla da vazifeliydiler Seraskerlerin ilk makamı ağa kapısıydı 1836 yılında şimdi üniversite merkez binâsının yerinde bulunan eski saray, Seraskerlik makâmı oldu

1879-80 senesinde yapılan teşkilâtla seraskerlik lağv olunarak Harbiye Nezâreti kuruldu ve Hüseyin Hüsnü Paşa Harbiye Nazırı oldu Fakat bu unvan da bir iki seneden fazla sürmeyerek tekrar “Serasker” unvanı kullanıldı 1908 İkinci Meşrutiyetin îlânından sonra Serasker ünvânı kaldırıldı ve Harbiye Nezâreti ünvânı yeniden kabul edildi Eskiden resmî dâirelere “kapı” denildiği için Seraskerlik dâiresine de Serasker kapısı denildi

“Serdar-ı ekrem” unvânıyla sefere memur edilen Sadrâzam ve Serasker olarak sefere katılacak vezirlere verilen fermana Seraskerlik Beratı veya Serdarlık Berâtı denilirdi Beratta, yapacağı vazife belirtilir, kendisine geniş selâhiyet verildiği de yazılırdı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #111
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Soykırım
Aynı milletten, soydan, ırktan ve dinden olan insanlardan meydana gelen bir topluluğu plânlı bir şekilde yok etme, ortadan kaldırma

1096-1270 seneleri arasında Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferleri sırasında kadın, ihtiyar, çocuk denilmeden yüzbinlerce Müslüman öldürüldü Haçlı orduları gittikleri yerlerde mâbedlere sığınan kadınları ve çocukları acımasızca kılıçtan geçirdiler

Bizans İmparatoru Alexis Comnen’in kızı Anna Comnen yazdığı Alexis Comnen’in Hayâtı adlı eserinde Haçlıların Müslüman çocuklarına uyguladıkları soykırımı şöyle anlatır: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti

Antakya kuşatmasında Firuz isimli bir Ermeni Türklere etmiş olduğu sadâkat yemininden dönerek müdâfaa ve kumandanlığını üstlendiği kalenin burçlarından birinden gece aşağıya ipler sarkıtarak Haçlıların şehre girmelerini sağladı Haçlılar şehirde 10000 Müslüman Türk’ü öldürdüler ve bütün câmileri yaktılar Hâdiseye gözleriyle şâhit olan papaz Lemoine; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı Bu Türk katliamı 12 Aralıkta meydana geldi Ancak o gün herkes boğazlanamadı Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler” demektedir

Meb’ûsan ve Âyân Meclisi Reisi Ahmed Rızâ Bey Batının Doğu Politikasının İflâsı adlı eserinde Haçlı Seferleriyle ilgili olarak; “Godefroy’nın kumandasındaki Haçlı ordusunu teşkil eden şövalyelerden, râhiplerden, köylülerden meydana gelen karışık grup yola çıkışlarından 3 yıl sonra Kudüs önüne ulaştılar Kuşatma 4 gün sürdü Hıristiyan savaşçılar Müslüman halkın üzerine çullandılar ve sulh (barış) tanrısı adına 70000 canı yâni Kudüs’ün kadın, çocuk, bütün Müslüman halkını kılıçtan geçirdiler Ömer Câmiine sığınan 10000 Müslüman da boğazlanmaktan kurtulamadı Ayrıca pekçok mutezil (ayrılmış) sayılan Hıristiyan da katledildi Kutsal şehirdeki katliam 8 gün sürdü” diye yazarak Hıristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları korkunç soykırımı anlatmaktadır

Asya kavimlerinden olup göçebe hayat süren, avcılık ve yağmacılıkla geçinen ve kan dökmeyi seven Moğollar 13 yüzyılda devlet olarak ortaya çıktılar Kara Kurum’da 1205’te ilk Moğol Devletini kuran Cengiz Han, câhil ve vahşi Moğollardan ve Tatarlardan büyük bir ordu, daha doğrusu yağmacılar gürûhu topladı Doğu Türkistan’ı ve Çin’i aldı Harezmşah Devletine saldırdı Batı Türkistan, Horasan, Mültan gibi devrin medeniyet merkezlerini tahrip ettirdi Buhara, Semerkand, Herat, Merv, Rey gibi birer kültür, sanat ve medeniyet âbidesi olan şehirleri yağmalayıp, yıktırdı Bölgedeki şehirlerin halkından milyonlarca Müslümanı öldürterek soykırım uyguladı Kafkasya’ya, Rusya’ya ve Anadolu’ya yayılan Moğollar akla gelmedik işkence usulleri uygulayarak suçsuz insanların, kadın ve çocukların kanlarını zevk ve eğlence için döktüler İslâm ülkelerine Haçlı Seferleri düzenleyen Avrupalı Hıristiyan devletlerle ittifak kurdular ve Müslümanlara karşı anlaştılar

Cengiz Hanın torunlarından olan Hülâgü de 1258’de Abbâsî Halîfeliğinin merkezi olan Bağdat’ı istilâ ederek yakıp yıktırdı Başta halîfe olmak üzere 800000 Müslümanı öldürttü İslâm âlimlerinin yüzyıllar boyu emek vererek hazırladıkları, tek orijinal nüshası bulunan eserler de dâhil olmak üzere kütüphânelerdeki milyonlarca kitabı yaktırdı veya Dicle Nehrine attırdı Şehirde bulunan târihî eserleri yaktırıp, yıktırdı Daha sonra gelen Moğol hükümdarları Müslüman olarak birçok hizmetlerde bulundularsa da, atalarının başta Müslümanlar olmak üzere istilâ ettikleri yerlerdeki bütün insanlara uyguladıkları soykırım ve kültür-medeniyet katliamı târih sayfalarından silinmemiştir

Asırlarca Osmanlı Devletinin âdil himâyesi altında yaşayan gayri müslim (Müslüman olmayan) topluluklar, Osmanlı Devletinin siyâsî ve ekonomik bakımdan zayıflamasından ve Tanzimat adıyla gayri müslimler lehine yapılan yeni düzenlemelerden faydalandılar İngiltere, Fransa, Rusya gibi Hıristiyan devletlerin teşvik ve tahrikleriyle bağımsızlık istemeye başladılar Mahallî komite (terör) teşkilâtları kurarak çoğunlukta bulundukları bölgelerde Müslüman-Türk ahâliye baskı ve zulüm yaptılar Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar, Yunanlılar Müslüman-Türklere karşı, kadın, çocuk, ihtiyar ayırımı yapmaksızın akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek tam anlamıyla soykırım uyguladılar

Doksanüç Harbi adıyla bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Ruslar ve bunların emrindeki Bulgarlar şehirleri topa tuttular Sivil halkı çocuk, kadın, ihtiyar demeden topluca öldürdüler Sağ kalanlara kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden zulmettiler, köyleri yağmaladıktan sonra ateşe verdiler Karşı koyanları bin bir türlü ezâ ve cefâ ile esir kamplarına kadar aç susuz yürüttüler Yolda hasta ve yaralı olanlar tedâvi edilmediği gibi, o kış şartlarında aç kurtların pençesine canlı canlı bırakıldılar veya ölüme terk edildiler Üstelik henüz ölmeden bırakılan bu insanların elbiseleri bile Bulgarlar tarafından alındı İngiliz konsolosluğu raporları bu savaşta ölenlerin sayısını 300-400000, göçe zorlananların sayısını da 1000000 olarak göstermektedir Arşiv belgelerine göre yalnızca Eski Zağra’da sivil halk hâricinde 15-16000 asker öldürülerek korkunç soykırım uygulandı (Genelkurmay Başkanlığı Ateşe Klasör 584, dosya 30, fihrist 5)

Doksanüç Harbinden sonra 1912-1913 Balkan savaşları sırasında Bulgar zulmü giderek arttı, Müslüman halk Hıristiyanlaştırılmaya zorlandı, câmiler ve diğer İslâmî eserler yıkıldı Asırlardır Rumeli’de yaşayan binlerce Müslüman nüfus soykırıma tâbi tutuldu Pekçoğu hunharca öldürüldü Büyük bir kısmı malını mülkünü terk ederek Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı Sâdece Edirne’de 225000’den fazla Müslüman-Türk Bulgar ordusunun esâreti ve zulmü altında açlık ve sefillik sebebiyle hayâtını kaybederek soykırıma uğratıldı

Balkanlarda yaşayan çeşitli milletler bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra da daha şiddetli soykırıma devam ettiler Bosna-Hersek’te, Bulgaristan’da, Yunanistan idâresi altındaki Batı Trakya’daki Müslüman-Türklere yapılan muâmeleler bu soykırımın devâmı niteliğindedir

Osmanlı himâyesinde huzûr ve sükun içinde yaşayan Ermeniler de Osmanlı Devletinin son zamanlarında komiteler kurarak devlete karşı çıktılar Bu komiteler Ermeni ahâliyi Osmanlı Devletine karşı isyâna teşvik ettiler İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi Hıristiyan devletlerin de kışkırtmasıyla hareket eden Ermeniler yaşadıkları bölgelerdeki Müslüman ahâliye karşı geniş zulüm ve öldürme hareketlerine giriştiler

Hınçak ve Taşnaksutyun adlı ihtilal komiteleri; Erzurum Olayı, Kumkapı Gösterisi, Merzifon, Kayseri, Yozgat Olayları, Sasun İsyânı, Bâb-ı Âli Gösterisi, birinci ve ikinci Zeytun isyanları, Van İsyânı, Osmanlı Bankası Saldırısı, Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı tertiplenen Yıldız Suikastı (21 Temmuz 1905) gibi olaylar ve isyanlar tertipleyerek pekçok Müslümanı öldürdüler Kafkasya’daki Türk ahâliye karşı soykırım uyguladılar 27 Mart 1909’da meydana gelen Adana olayları sırasında 10000 civârında Müslüman ahâli öldü

Birinci Dünyâ Savaşı ve İstiklâl Savaşı sırasında Ruslarla ve diğer işgalcilerle birlikte hareket eden Ermeniler Doğu ve Güney Anadolu bölgelerinde Müslüman ahâliye karşı akla gelmedik işkence usulleri tatbik ederek soykırımda bulundular

Birinci Dünyâ Savaşında umûmî seferberlik îlân edilince, askere gitmekten kaçan Ermeniler Erzurum ve Erzincan havâlisinde terör havası estirerek geceleri evlere baskınlar düzenleyerek kadın ve çocukları öldürdüler Soykırım o dereceye ulaştı ki; memeden kesilmemiş çocuklar, hunharca öldürüldü, hâmile kadınların karınları yarılarak çocuklar çıkarılıp, kesildi, insanlar evlere doldurularak diri diri yakıldı, bâkire kızlar her türlü kötülük yapıldıktan sonra parçalanarak öldürüldü Rus Kafkas ordu kumandanı general Odişe Ruz Liyetze’nin anlattığına göre; kuyulardan seksener seksener mazlum Müslüman cenâzeleri çıkıyor ve bu kuyuların sayısı iki yüzü geçiyordu Türk birliklerinin Erzincan’ı ele geçirdikleri sırada, şehir içinde ve dışında topladığı 800’ü geçen cenâze bu kuyulardakinden hâriçtir Çardaklı Boğazından Erzincan’a kadar bütün köyler tamâmen yakılmış ve tahrip edilmiş, ahâlisi öldürülmüş ve bütün meyve bahçeleri mahv ve tahrip edilmiş olduğu şâhit olanların raporlarından anlaşılıyor Kuyularda ölü bulunanların cesetleri ve virâne hâline gelmiş olan Erzincan ve ovası bütün cihan medeniyetinin nazarları önüne konmaya hazırdır(Üçüncü Ordu Mezâlim Dosyası)

Erzurum vilâyetine bağlı kazâ ve köylerde Ermenilerin işledikleri mezâlim de tüyler ürperticidir Bu hususta yerli yabancı pekçok kişi veya inceleme heyetinin raporları vardır Erzurum ve civârındaki tahribat ve mezâlim hakkında inceleme ve araştırma yapmakla vazîfeli komisyonun raporundan bir bölüm şöyledir: “Ruslara rehberlik eden Ermeniler uğradıkları köylerdeki erkekleri tamâmen öldürüp kadınlara da tecavüzle çeşitli alçaklıklar yaptılar Çocuklarla ihtiyarlar bile bunların vahşi zulümlerinden kurtulamadı Bir takım ihtiyar kadınları bir eve doldurarak ateşe verdiler Hâmile kadınları, çocuklarını süngülere takarak teşhir ettiler Bu durumda hicrete mecbur olan ve her bir sûretle hayâtını kurtaran kişiler şâhittir Beş yüzü geçen ihtiyar erkeklerle pekçok kadın ve çocuktan meydana gelen bir kâfile Ermeni ve Ruslar tarafından Arpaderesi mevkiine götürülerek orada kurşun ve kılıçla yok edildiler Ermeni çetelerinin zulüm ve alçaklıklarından birisini gösteren bu vak’a huzûrumuzda ağlanarak anlatılmıştır” (İnceleme komisyonu üyeleri)

O sıralarda Tiflise gelen Rum göçmenleri Kars’taki Müslümanların durumunu şöyle anlattılar “Erzurum’u kurtarıp ilerleyen Türk ordusu karşısında geri çekilen Ermeni asker birlikleri ve silâhlı Ermeni kaçkınları, yol uğraklarındaki Müslüman köyleri yeryüzünden silerek, her nesneyi ateşten ve kılıçtan geçiriyor ve düşünülmesi bile imkânsız bir vahşete ve yıkıma uğratıyorlar Ermeni ordusu süngü ucuna takılmış süt emer çocuklarla, geçtikleri yollar üzerinde Müslüman kadınlarını çırılçıplak soyunduruyorlardı

Ermeniler Diyarbakır, Urfa, Adana, Muş, Bitlis, Van, Elazığ, Sivas, Trabzon gibi yerlerde de işgalcilerle berâber hareket edip savunmasız Müslüman ahâliye karşı soykırım uyguladılar Bugün Âzerbaycan topraklarını işgal ederek Müslüman-Türkleri acımasızca öldüren ve evlerinden, yurtlarından çıkaran Ermeniler, târihteki soykırımlarını devam ettirmektedirler

Gerek Çarlık döneminde gerekse Bolşevikler döneminde Rusya’daki, Türkistan ve Kafkasya’daki Müslüman-Türklere karşı uygulanan soykırım da akıl almaz ölçülerdedir Sâdece altmış senede Komünist idâreciler tarafından 50 milyon Müslüman ve Türk öldürüldü On binlecre âile yurtlarından uzaklaştırılarak Sibirya’daki kamplara sürgün edildi

Kıbrıslı Rumlar Enosis yâni Kıbrıs’taki Türk halkını yok edip, adayı Yunanistan’a bağlamak için çeşitli hareketlerde bulundular Bilhassa 1958-1974 seneleri arasında Türklere karşı soykırım uyguladılar Rum saldırıları sırasında 103 Türk köyü terk edildi Silâhlı saldırıya uğrayan bu köyler EOKA Rum Terör Örgütü tarafından yakılıp, yıkıldı Bu köylerde oturan 80000’den fazla Türk can güvenliklerini sağlamak için daha büyük yerleşim birimlerine göç etti 1963’ten sonra yollardan, tarlalardan ve evlerinden götürülen yüzlerce Türk’ün sonundan haber alınamadı 1963’teki Ayvasıl, 1974’teki Muratağa, Atlılar, Sandallar, Taşkent, Alaminyo, Terâzi, Tatlısu köylerindeki bütün sivil halk kazılan geniş çukurlara canlı canlı gömülerek veya çeşitli işkenceler yapılarak öldürüldüler Bu toplu öldürme hâdiseleri Rumların Türklere karşı uyguladıkları soykırımdır

Dünyânın dört bucağında insanlara inançlarından, soy veya ırklarından dolayı, yapılan baskı, zulüm ve toplu öldürmeler, medenî sayılan Hıristiyan Avrupa milletleri ile Rusya ve Amerika’nın taraflı tutumları sebebiyle günümüzde de devam etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #112
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Surre Alayı
Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn ahâlisine, zâhidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para ve değerli eşyâlara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi

Bilinen ilk surre alayları, Abbâsiler devrinde (750-1258) gönderildi Eyyûbiler (1174-1250) ve Memlukler (1250-1517), bu güzel âdeti devam ettirdiler Herşeyin en güzelini Haremeyn-i şerifeyne lâyık gören Osmanlılar da, surre alaylarının en güzellerini gönderdiler Osmanlı Devletinde bilinen ilk surre alayı, Yıldırım Bâyezîd Han tarafından Edirne’den gönderildi Gönderilen hediyeler arasında 80000 altın para da vardı Çelebi Sultan Mehmed Han, Sultan İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında artarak devam etti Yavuz Sultan Selim Hanın Halife-i Müslimîn olmasından sonra daha da sistemleştirildi Bu hizmet devletin yıkılışına kadar en zor şartlarda bile devam ettirildi

Surre-i hümâyûn, Haremeyn evkafı nâzırı olan dârüsseâde ağalarının sorumluluğu altında hazırlanırdı Gönderilecek para ve eşyâların listesini gösteren surre-i hümâyun defterlerini dârüsseâde ağasının yazıcısı ve haremeyn müfettişi müherlerdi Daha sonra defterdâr tarafından imzâlanan defterlere nişancı tuğra çekerdi

Bundan sonra Pâdişâhın Mekke Emîrine hitâben yazdırdığı nâme-i hümâyûn, kızlarağası tarafından surre emînine teslim edilirdi Bu esnâda Kur’ân-ı kerîm ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhûrdânlar yakılır, tekbir getirilir, duâlar edilirdi Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilen surre alayı halkın coşkun sevgi gösterileri arasında yeni hediye katarları ve hacı adaylarının da iştirâkı ile Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi Yol üzerinde bulunan beylerbeyi ve sancakbeyleri surrenin emniyetini temin etmekle mükelleftiler

Surre alayı Haremeyn’e doğru ilerlerken, geçtiği yerlerde ihtişamlı merâsimler yapılır, surre hediyeleri yüklü yeni yeni katarlarla birlikte hacı adayları da katılırdı

Surre-i hümâyunla gönderilen paralar, Harameyn’in masraflarına sarf edilirdi

Surre-i hümâyûnda paralar dışında gönderilen ve nâdir bulunan kıymetli halılar, seccâdeler, murassa avîzeler, şamdanlar, paha biçilmez mushaf-ı şerifler, levhalar, puşideler (örtüler), gümüş perde halkaları, okkalarla buhurlar, elbiseler, Mekke Emîrine mahsus sırmalı ve işlemeli kaftan, mücevherli kılıç, inciden tesbih ve daha pekçok kıymetli hediyeyse, Mekke ve Medîne’deki mübârek makâmlara, seyyidlere, şerîflere, fakirlere, zâhidlere hediye edilirdi Gönderilen hediyeyi alanlar, kendilerine göre, keselere zemzem, hurma gibi hediyeler koyarak surre ile geri gönderir, karşılıklı hediyeleşirlerdi

Bu arada Kahire’den gönderilen surre alayında yer alan yeni Kâbe örtüsü merâsimle eskisiyle değiştirilirdi Mekke Emîri eski Kâbe örtüsünü İstanbul’a gönderirdi Bu Kâbe örtülerinden İstanbul’da pekçok câmide bulunmaktadır

Surre alayları, 1864 yılına kadar kara, bu târihten 1908’e kadar deniz, daha sonra da demiryoluyla gönderildi Surre alaylarının sonuncusu 1915 yılında gönderildi Daha sonra Mekke Emirinin isyânı (1916) ve toprakların elden çıkması sebebiyle gönderilen surre alayları yerine ulaşamadı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #113
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Sultan
İslâm devletlerinde hükümdara verilen unvan “Pâdişâh, hâkan, han, hükümdar” mânâlarındadır

Sultan tâbiri, Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünnî kısmına âit bir unvandır Kelime, Süryânice'den alınmış olup, iktidar sâhibi demektir Daha sonraları hâkimiyet, delil ve burhan mânâsına da alınmıştır Sultan unvânını ilk defâ 2 asrın ilk yıllarında, Gazne’de hükümdar bulunan Mahmud İbn-il Emir Sebüktekin kullandı

Hilâfet, Emevî ve Abbâsî sultanlarında bulunduğundan, bunlara mecâzen halîfe, diğer büyük İslâm devletlerinin emirlerine, hükümdarlarına sultan denildi

Sultanlık Gaznelilerden, Selçuklulara ve onlardan da Osmanlılara geçti Selçuklu Sultanı Tuğrul Beye, Abbâsî hilâfet merkezini Şiî Büveyh oğullarının tahakkümü altından kurtardığından Abbâsi halifesi tarafından Karaların ve Denizlerin Sultanı unvanı verilmişti Haçlılara karşı kahramanca müdâfaasıyla şöhret bulan Kılıç Arslan, Sultan-ı İklim-i Rum lâkabıyla meşhurdur

Osmanlı Sultanları, Orhan Gaziden îtibâren kitâbelerinde hep sultan tâbirini kullandılar Sikke üzerinde ilk defâ sultan sıfatını kullanansa Birinci Murâd Handır Emir Süleyman’ın sikkelerinde yalnız “Emir Süleyman” ibâresi görülür Çelebi Sultan Mehmed, Sultan ve Sultan-ı Âzam, Es-Sultan-ül Melik-ül Âzam ibâresi bulunan ve Akçe-i Osmanî denilen gümüş sikkeleri kestirdi İkinci Murâd Hanın bâzı sikkelerinde Sultan ünvânı bulunduğu gibi, halefleri de paralarında bu tâbiri bol miktarda kullanmışlardır Sultan Çelebi Mehmed’e kadar Osmanlı pâdişâhları için resmî kayıtlarda Sultan yerine “Bey” ünvânı kullanılmıştır Sultan kelimesi Sultan-üs-Selâtin, Sultan-ül-Mücâhidin, Sultan-ül-Guzât, Emir-ül-Kebir unvanları gerek tâzimen, gerek umûmi sûrette pâdişâhlar hakkında kitaplara ve kitâbelere yazılmıştır

Abbâsî Halifesi, Sofya’nın fethi üzerine Murâd Hüdâvendigâr’a yazdığı mektupta “Sultan-ül-Guzât, El-Mücâhidin” diye hitap ediyordu

Batı dillerinde mutlak mânâda Sultan kelimesi, yalnız İstanbul’da oturan pâdişâh mânâsına gelir Türkler ise kendi hükümdarlarına yalnız kullanırken Sultan değil, Padişah derler Sultan kelimesini, ancak isimle beraber, Sultan Osman, Sultan Abdülaziz şeklinde kullanır veya Murad Han, Abdülmecid Han derler Yalın kelime olarak “Pâdişâh” kullanırlardı

Pâdişâh, Türk imparatoru sıfatıyla hâkan, İslâm imparatoru sıfatıyla sultandı Pâdişâhların kız ve erkek çocukları, anneleri ve kadınları için de isminden sonra, Hadice Turhan Sultan’da olduğu gibi sultan ünvânı kullanılırdı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #114
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Şehzade
Osmanlı pâdişâh sülâlesinin erkek evlâtları Aslı “şah oğlu, pâdişâh oğlu” demek olan şehzâdedir Pâdişah çocuklarına Sultan Çelebi Mehmed zamânına kadar çelebi denilmiş sonra şehzâde tâbiri kullanılmaya başlanmıştır Pâdişah kızlarına isminden sonra kullanılmak üzere sultan ünvânı verilirdi

Şehzâde veya sultan doğduğunda sarayda özel merâsimler yapılırdı Durum, toplar atılmak sûretiyle İstanbul halkına ilân edilirdi Aynı zamanda memleketin her tarafına fermanlar gönderilerek oralarda da toplar atılır, şenlikler yapılırdı Şehzâde ve sultan doğumları ferman geldikten sonra her mahallin şer’î mahkeme sicillerine kaydolunurdu Pâdişâhların ilk oğulları olduğunda yapılan donanma günü fazla olurdu Sultan Birinci Abdülhamîd Han (1774-1789) ikinci oğlunun doğumunda şenlik yapılmasına müsâde etmemiş ve “dervişân tekkelerine nezirler ve sadakalar verilip, mektep hocalarına paşa kapısına gelince hil’at giydirilip, kafalarına sarık parası ve mâsumlara çil para ve pilâv, zerde” verilmesini istemiştir

Osmanlı şehzâdesi beş, altı yaşına gelince kendisine bir hoca tâyin edilerek merasimle okumaya başlardı Bu derse başlamaya Bed-i besmele denirdi Şehzâde ilk olarak Elif-bayı şeyhülislâmdan okurdu Merâsim sonunda şeyhülislâm duâ ederdi

Şehzâde sünnetleri büyük şenliklerle yapılır, fakir fukarâ günlerce karınlarını doyurur, dağıtılan bahşişleri alırlardı Sünnet olan ve on üç, on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire verilirdi Annesi, kızkardeşlerinin hâricinde başka bir kadınla görüşmesine müsâde edilmezdi

Şehzâdeler, babalarının sağlığında eğitimlerinin yanında ata binmek, ok atmak, avlanmak, gürz kullanmak gibi spor hareketlerinde ve silâh kullanmakta egzersiz yaparlardı Babalarının ölümünden sonra sarayda kendilerine tahsis edilen yerde otururlar ve ilimle meşgul olurlardı Sırası gelen saltanata geçerdi

Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde şehzâde sancakları vardı Şehzâdeler delikanlılık çağına geldiklerinde yanlarında onlara devlet idâresini öğretecek eyâlet vâliliği yapmış lala tâyin edilmek sûretiyle bu sancaklara gönderilirdi

Sultan İkinci Selim Handan îtibâren yetişkin şehzâdelerin sancaklara çıkarılma usûlleri terk edilerek bunlardan yalnız büyük ve pâdişâhlığa aday şehzâdeye sancak verilmesi kararlaştırılmış ve Manisa sancağı veliahd şehzâde sancağı olmuştur

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1595-1603) zamânından îtibâren büyük şehzâdelerin de sancağa çıkmaları kânunu tamâmen kaldırılmış, fakat veliahd şehzâdelere Anadolu’da ismen sancak verilmiş, bunun bir vekille idâre edilmesi gibi bir usûl konmuştu Daha sonra bu usûl de tamâmen kaldırılmıştır

Yetişkin şehzâdelerin sancağa çıkarılmayıp, yalnız büyük şehzâdenin sancak beyi olmasının kabûlüne, şehzâde Bâyezîd ile Selim arasındaki mücâdele; büyük şehzâdenin sancağa çıkarılmak usûlünün kaldırılmasına da Üçüncü Mehmed’in oğlu olan ve babası tarafından öldürülen şehzâde Mahmûd hâdisesi sebep olmuştur

Şehzâde sancaklarının çoğu Anadolu Beyliklerinden zaptedilen sancaklardı Anadolu’daki şehzâde sancakları Balıkesir, Kütahya, Manisa, Isparta, Antalya, Konya, Aydın, Amasya, Sivas, Kastamonu, Trabzon ve Kırım’da Kefe şehirleridir Daha sonradan sâdece Amasya, Manisa, Kütahya ve Konya diğer şehirlere tercih edilmiş ve en son olarak yalnız Manisa şehzâde sancağı olarak kalmıştır

Osmanlı şehzâdelerinin muayyen hasları vardı İkinci Bâyezîd’in şehzâdelerinden her birinin senelik 1200000 akçelik hasları vardı ki, bu miktar Fâtih Kânunnâmesi’ndeki vezir-i âzamın hassı kadardı

Şehzâdelerin maiyetlerinde dîvân-ı hümâyundaki vazife sâhipleri gibi dîvân hey’eti ve pâdişâh maiyeti gibi lalaları, kapı halkı, sulak, peyk ve sâirleri vardı

Sancak beyliğinde bulunan şehzâdeler eskiden beri Anadolu’daki bu şehirleri kültür ve ilim muhiti hâline getirmişlerdir Osmanlı şehzâdeleri nâmına bir hayli eser yapılmış ve kaleme alınmıştır

Devlet işlerine ve devlet idâresine tecrübe sâhibi olmak için sancaklara gönderilen şehzâdelerin sancaklarda iyi bir şekilde yetiştirilmeleri kendilerinin hükümdarlıkları zamânındaki başarılarında önemli rolleri olmuştur

Şehzâdelerin fırsat buldukça saltanat iddiası ile meydana çıktıkları ve başarılı olamayıp yakalananların öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına kaçtıkları görülmektedir Saltanat hırsı, dışardan ve içerden tahrik, can kaygısı bu mücâdelelerin başlıca sebeplerindendir Bilhassa saltanata geçen hükümdarın devlet nizâmının sarsılmaması ve devletin bölünüp, parçalanıp yok olma tehlikesiyle karşılaşmaması için kardeşlerini öldürmelerinin câiz olacağı Fâtih Kânunnâmesi’nde belirtilmiştir Şehzâdelerin öldürülmesi meselesi, devlet nizâmını ve devletin geleceğini ilgilendirdiği için üzerinde önemle durulmuştur Devletin bütünlüğünü sarsacak herhangi bir olay karşısında herkese yapılabilecek katıl hâdisesi şehzâdelere de çekinmeden yapılırdı Şehzâdelerin bilhassa saltanatı ele geçirmek için yaptıkları isyanlardan Osmanlılarla sınır komşusu olan devletler istifâde etmişler ve muhâlefete geçen şehzâdelere maddî ve manevî yardımlarda bulunmak sûretiyle devleti çökertmek istemişlerdir

Diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Pâdişâhları da Türk ordusunun bizzat başkumandanı olup, oğulları da gerektiğinde bu ordunun sağ veya sol kolundaki kuvvetleri idâre ederlerdi Bu sûretle sancaklarda idârî işlerle uğraşan şehzâdeler askerî sahada da yetişerek hükümdar oldukları zaman tecrübeli bir kumandan sıfatıyla devlet reisliğine geçerlerdi

Kânûnî, sefere gittiğinde şehzâdelerini bâzan yanında götürür ve bâzan da Rumeli’nin muhâfazası için Edirne’de oturturdu Kânûnî’nin vefâtından sonra Osmanlı şehzâdelerinin kumandanlık hizmetleri de sona ermiş ve şehzâdeler 1595 târihine kadar Manisa sancağında vazife yapmışlardır Osmanlı Devleti ve hânedanlığa son verilince, şehzâdelik de kalkmış oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #115
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Şer'iye Sicilleri
Osmanlı Devletinde mahkemelerde görülen dâvâlarla ilgili muâmelelere yer veren defterler Mahkeme-i şer’iye sicilleri, sicillât-ı şer’iye veya kısaca sicillât da denilmektedir

Selçuklulardan sonra Anadolu’da güçlü bir siyâsî teşekkül olarak ortaya çıkan ve kısa zamanda büyük bir devlet hâline gelen Osmanlı Beyliğinin kurucusu Osman Gâzi, idâreyi ele alır almaz adâlet işlerine büyük bir titizlikle eğilerek fethettiği şehirlere kâdılar tâyin etti Böylece Osmanlı adliye teşkilâtı diğer müesseseleriyle birlikte, devletin kuruluşundan îtibâren büyük bir gelişme göstererek 16 yüzyılda en mükemmel şeklini aldı

Osmanlı şer’î mahkemelerinde, kuruluşundan kapatıldığı 1924 târihine kadar bütün mahkeme kararları mahkemenin yetkisine giren her türlü muâmeleyle resmî vesika sûretleri, kâdılar veya nâipleri tarafından mahkeme defterlerine kaydedildi Osmanlı Devletinde kâdıların fertler arasındaki ihtilafları halleden bir hâkim, bir adliye memuru olmaktan başka, bütün mülkî işlerde merkezî idârenin görevlerini üstlenmeleri onlara idârî, mâlî, millî, askerî, hattâ beledî bâzı vazifeler de yüklüyordu Buna bağlı olarak da şer’iye sicillerinde her türlü dâvâ zabıtlarıyla mukâvele, senet, satış, vakfiye, vekâlet, kefâlet, verâset, borçlanma, nikâh, boşanma ve taksim gibi şer’î muâmelelere dâir resmî kayıtlar esnaf teftişine âit notlar, başta hükümdar olmak üzere her derecedeki büyük ve küçük makamlardan yazılan ferman, berat, divan tezkeresi gibi resmî mâhiyetteki emir ve yazı sûretleri hattâ yangın, sel, fırtına, deprem, salgın hastalık gibi olayların kayıtları günlük olarak işlenirdi

Siciller 16 yüzyılın sonlarına kadar Arapça ve Türçke olarak iki dilde yazılırken bu târihten îtibâren yalnız Türkçe kullanılmaya başlandı Bir mahkemeye tâyin olan kâdı, kendi adına yeni bir sicil başlatır, onun ayrılmasından sonra o güne kadar tutulan yapraklar bir araya getirilerek defter meydana getirilirdi Bâzı kâdılar ise kendilerinden önceki kâdının bıraktığı yere adını ve tâyiniyle ilgili beratın örneğini yazdıktan sonra defteri devam ettirirdi

Şer’iye mahkemelerinin 1924’te kaldırılmasından sonra yüzyıllar boyu arşivlerde birikmiş şer’iye sicillerinin değerlendirilmesi için bir araya toplanması ve Millî Eğitim Bakanlığına verilmesi kararlaştırıldı Yangınlar, su baskınları ve ilgisizlik yüzünde büyük bölümü harap olan sicillerden yine de günümüze ulaşan yüzlerce cildi korumaya alındı Ancak bunlar İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır, Konya, Sinop ve Tokat gibi illerin müze veya kütüphânelerinde dağınık olarak bulunmaktadır

Bir misal verilecek olursa; Konya Mevlâna Müzesi Arşivinde varak (yaprak) sayıları birbirinden farklı, toplam 348 adet şer’iye sicil defteri bulunmaktadır Bu şer’iye defterlerinde Konya’ya, Konya’ya bağlı kazâlara ve bugün idârî taksimat olarak Konya ili dışında kalan Isparta, Burdur illerine ve Yalvaç ile Uluborlu kazâlarına âit siciller tutulmuştur

Bugün mevcut bulunan şer’iye sicilleri; 15 yüzyılın ikinci yarısından 20 yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dilimin olaylarını ihtivâ etmekte olup, Türk târihinin, Türk kültürünün, Türk hukûkunun ve Türk siyâsî, sosyal ve hukûkî heyetinin birinci elden kaynakları durumundadır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #116
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Tahrir
Osmanlı Devletinde toprağın mülkiyet ve tasarruf hukûkunun, reâyânın yükümlülüklerinin ve vergi cins ve miktarlarının belli usûl ve kâidelere göre tesbit ve kaydedilmesi

Arâzi tahrirleri Osmanlılardan evvelki Türk-İslâm devletlerinde de yapılmıştır Araplar Mısır’da ve İspanya’da; Selçuklular İran’da; İlhanlılar Hint’te nüfus ve arâzi tahrirleri yaptırmışlardır Osmanlılarsa bu tahrir şeklini mükemmel bir hâle getirerek imparatorluk bünyesindeki geniş memleketlerde tatbik edip, Osmanlı mâlî-idârî sisteminin esâsı hâline getirmişlerdir

Osmanlı idâresine geçen bölgeler, nizâm ve teşkilât içerisinde, tımar sisteminin gereği olarak, gelir kaynaklarının tespiti maksadıyla tahrîre tâbi tutulurdu Tahrir esnâsında, Osmanlı Devletindeki yerleşme merkezleri (şehir, kasaba, köy, mezra ve çiftlik) ve buralarda yaşayan, vergi vermekle mükellef evli veya bekar şahısların tek tek isimleri, yetiştirilen mahsûller ve bunlardan alınan vergiler, meslek grupları vs ayrı ayrı yazılırdı

Fethi müteâkip yapılan ilk tahrirden sonra, zaman zaman yeni bir pâdişâhın tahta çıkması, umûmî olarak meydana gelen değişiklikler, vergi gelirlerinin herhangi bir sûrette artmış veya eksilmiş görünmesi ve defter hârici kalmış yerlerin deftere sokulması gibi muhtelif sebeplerle tahrirler yenilenirdi Pâdişâhların uzun süre tahtta kalma dönemlerindeyse, bu tahrirlerin 30 yılda bir tekrarlanmaları kânundu

Arâzi tahriri işinin sorumluluğunu üstlenen kişiye; emîn, mübâşir, muharrir, il yazıcısı, vilâyet kâtibi gibi isimler veriliyordu Tahrirlerin; rüşvet ve suistimâle meydan vermeden kemâl-i adâlet üzere yürütülmesi için bu mesûliyetli işe umûmiyetle tecrübe ve bilgi sâhibi nüfûzlu beyler veya kâdılar tâyin olunuyordu Her emînin yanında defterin yazılması ve tanzîmini üzerine alan, işin tekniğini iyi bilen bir de kâtip bulunmaktaydı Ayrıca tahrir işlemi her bölgenin kâdısının da murâkabesi altında yürütülmekteydi

Tahrir emîni, bölgenin eski defterleriyle muhtemelen bir önceki tahrirden beri, tımar sâhiplerinin vaziyetlerinde ve gelirlerinde meydana gelmiş değişiklikleri gösteren bir icmâl defterini, yanında bulundurur ve ona göre tahrire başlardı Her yeni tahrir bir takım yolsuzlukları meydana çıkardığı gibi, ormanlık yerlerden açılan arâzinin işletilmesi ve evvelce istifâde edilmeyen yerlerin işler hâle getirilmesi dolayısıyla istihsal miktarı artmış olurdu

Tahrir tamamlandıktan sonra, timarların yeni vaziyetini aksettiren timar icmâl defterleri hazırlanır, ayrıca o bölgenin bütün teferruâtını belirten mufassal defterler temize çekilerek pâdişâh katına sunulurdu

Bu yeni tahrir defterine Nişancı tarafından hükümdârın tuğrası konulduktan sonra, bir sûreti Defterhâne hazînesinde Defter emini nezâretinde saklanır, bir sûreti âit olduğu vilâyetlere gönderilir ve yeni tahrir mûcibince hareket edilmesi emrolunurdu Beylerbeyleri de yeni tahrir üzerine sipâhîlere dirlik tezkireleri verirdi Yeni teşkil edilen deftere “cedîd”, eskisine “atîk”, daha eskisine “köhne” denirdi

Bir bölgenin tahriri oranın yalnızca has, zeâmet ve timar gelirlerinin tespitinden ibâret değildi Bunun yanısıra bölgedeki evkafın, konar-göçer teşekküllerin, piyâde ve müsellemlerin ayrı ayrı tahrirleri yapılır ve bunlara âit müstakil defterler de hazırlanırdı Bu deftere köylerdeki reâyâ ile kasaba ve şehir halkı isimleriyle kalem kalem yazılmayarak, sâdece dirlik sâhiplerinin adları ve gelirleri toplu olarak kaydedilirdi

Tahrir usûlünün 16 yüzyılın sonuna kadar muntazam bir şekilde devâm ettiği, 17 yüzyıl ortalarından îtibârense çeşitli iç ve dış meseleler yüzünden yavaş yavaş terk olunduğu anlaşılmaktadır Bugün elde mevcut bulunan tahrir defterlerinden binlercesi İstanbul’da Osmanlı Arşiviyle Ankara’da Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-i Kadime Arşivinde bulunmaktadır Bu defterler sâyesinde bugün, üç kıtaya yayılmış bulunan, koca Osmanlı Devletinin bir işbaşı manzarasını görmek mümkün olmaktadır Gerçekten de; bundan dört-beş yüz sene evvel Türkiye’nin her köşesinde mevcut sipâhiyle toprağa bağlanmış köylüyü, devleti bir ucundan diğerine kat ederek geniş ölçüde münâsebet temin eden yollar boyunca derbent bekleyen, yol ve köprü tâmir eden ve kervansaraylara hizmet eden insanları, mâdenci, güherçileci, şapcı, tuzcu ve yağcı gibi türlü mükellefiyetleri olan halkı ve nihâyet her türlü baç ve rüsûm toplanan geçit, pazar ve gümrük mahallerini yerli yerinde ve vazîfe başında görmek, imparatorluk denilen bu muazzam makinenin çarklarının nasıl işlediğini anlamak bakımından çok önemlidir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #117
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Tarkan (Tarhan)
Tarhan da denilen eski Türk unvanlarından Askerî unvan olup, ordu kumandanı, bey demektir Tarkanların askerî ve sivil bakanlık vazifesi de aldığı olurdu Arâzi bakımından imtiyazlı olup, yüksek memuriyetlerdendi Türk devletleri ve kısmen de Moğollar kullandı Türk-İslâm devletleri ve Osmanlılarda da Tarhan tâbiri kullanılırdı Ortadoğu’da kurulan Türk-İslâm devletlerinde Tarhan, imtiyazlılık ve muâfiyet mânâsına gelirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #118
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Tuğ
Ucuna at kuyruğu bağlanmış ve tepesine altın yaldızlı top geçirilmiş mızrak Eski Türklerde hânlık alâmeti olarak kullanılan tuğun sayısı hanların büyüklüğü nispetinde artıp azalırdı Osmanlılarda tuğ; hükümdarlık, vezirlik, beylerbeylik, sancakbeylik ve daha umûmî bir tâbirle askerî vazife ve memûriyet alâmetiydi

Tuğ, at kuyruğu kıllarından sanatkârane bir şekilde yapılırdı Çok sayıda kıl al renge boyandıktan sonra bunun tepesine beyaz ve siyah renkte ince kıllardan yapılan saçaklı bir başlık konulurdu Bütün bunların üzerine bakırdan altın yaldızlı büyük bir top ve bazen da onun üzerine bir hilâl yerleştirilirdi Top güneşi, hilâl ayı, at kılları da güneşin ışınlarını temsil ederdi Tuğ, mızrak şeklinde bir sırığın ucunda taşınırdı Osmanlıların tuğları 16 yüzyılda, baş tarafında bir yaldızlı top ile üzerinde gümüş hilâl bulunan (bazen hilâlsiz de olabilen) bir sırığa ve topun alt kısmına takılmış uzun ve boyalı at kıllarından müteşekkildi

Pâdişâh tuğuna “Tuğ-ı Hümâyun” denilirdi Pâdişâh sefere giderken Tuğ-ı Hümâyunlar da berâber götürülür, bunun için de bir merâsim yapılırdı Bu merâsim, 17 yüzyılın sonu ile 18 yüzyılın başı arasında şöyle yapılırdı: Pâdişâh tuğlarından ikisinin çıkarılacağı vezir-i âzam, şeyhülislâm, kazaskerler, nişancı, defterdar, yeniçeri ağası ve ileri gelen devlet adamlarına söylendikten sonra bunlar merâsim elbiselerini giyerek muayyen zamanda sarayın orta kapısında beklerlerdi Enderun’dan Tuğ-ı Hümâyunun hazırlandığı haberi gelmesi üzerine önde vezir-i âzam olmak üzere Babüssaâde'de Akağalarının oturduğu aralıkta sedire oturup beklerler, bu sırada hassa müezzinleri Sûre-i Feth okumaya başlarlardı Sûrenin okunması bittikten sonra dâvetli şeyh efendilerin birinin duâsını müteakip Fâtiha sûresi okununca, ağalar Tuğ-ı Hümâyundan ikisini çıkarırlardı Hemen devlet erkânı kalkıp, tuğları ağaların ellerinden alırlar, derhal birinciyi sadrâzamla şeyhülislâm ve diğerlerini de vezirlerle kazaskerler birlikte Babüssaâde önündeki muayyen yerlerine dikerlerdi Bunun üzerine duâ edilip, merâsim sona ererdi

Pâdişâhlar 18 yüzyıldan îtibâren sefere gitmediklerinden, tuğları yalnız saraya dikilirdi

Bir sefer esnâsında veziriâzamın tuğlarından birisi Paşakapısı önüne ve binek taşına dikilirdi Bu münâsebetle merâsim yapılıp, hâfızlara Kur’ân-ı kerîm okutulur ve dâvet edilen din âlimlerinin duâları arasında sadrâzamın tuğu mahalline konulurdu Pâdişâhlar bizzat sefere gitmediği zaman sadrâzam yalnız kendi tuğlarıyla hareket ederdi Muhârebe safında serdâr-ı ekremin tuğları yeniçerilerin arkalarında bulunur, tuğun dibinde mehterhâne ve daha arkada da sancak-ı şerîf ve serdar-ı ekremlik vazifesi de olan sadrâzam bulunurdu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #119
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Tuğra
Pâdişâhın ismi ve lakabı bulunan alâmet, imzâ Tuğranın Farsçası nişan; Arapçası tevkî’dir Tuğra, bütün İslâm hükümdârları tarafından kullanıldı ve ferman, berât vesâire ile paralarda, pâdişâhların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi

Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra nümûnelerine Osmanlılarda rastlanmaktadır Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devâmı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler

Osmanlı pâdişâhlarında ilk tuğra, Orhan Gâzi tarafından kullanıldı Orhan Gâzinin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H724 Rebîulevvel) diğeri 1348 (H749 Rebîulâhir) târihli olup, Orhan bin Osman ifâdesinden ibârettir Sultan Birinci Murâd’ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed’den îtibâren “Han” sıfatı ilâve edilmiştir Tuğranın üç keşideli ve çifte kavisli şekli Birinci Murâd Handan îtibâren görülmektedir

Tuğralara duâ cümlesi olarak el-muzaffer dâimâ ibâresi konulmasına ilk defâ İkinci Murâd Han zamânında başlandı Yavuz Slutan Selim’in tuğrasında ilk defâ “Şâh” ünvânı ortaya çıktı Yavuz’un tuğrası “Selim Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâimâ” şeklindeydi Kânûnî’nin tuğrasında bu ünvan baba ismine de eklenerek “Süleymân Şâh bin Selim Şâh Han el-muzaffer dâimâ” şeklini aldı Sultan İkinci Mahmûd Handan îtibâren ise tuğralarda “Şâh” yazıları kaldırıldı

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde standart seviyeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu

Hükümdârın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden “ibin=oğul” kelimesi ve hükümdâr isminin üzerine de, babasının adı konur ve “han” kelimesinin nûn’u da ikinci bir kavis teşkil ederdi En üste gelen İslâm harfleriyle yazılı“el-muzaffer” kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle “dâima” ibâresi konurdu Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihâyet birbirleriyle bitişirlerdi

Pâdişâhların tuğraları ahitnâme, nâme-i hümâyun, ferman, berat üstüne ve ortaya konulurdu Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tâbi olup, yazı ve kâğıtlarla mütenâsip büyüklükte çekilirdi Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak âdeti sonradan ihdas edildi

Son devirlerde berat, menşur, ferman, ahitnâme ve sâire üzerine çekilen tuğra, paralarda ve defterhâne defterlerinin (arâzi, timar vs) başlarına da çekilmiş olup, daha sonraki târihlerde ise, bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtları üzerlerinde, binâlarda, yapılan çeşme, câmi, imâret kitâbeleri üzerinde de görülmek sûretiyle umûmileşti

Tuğra yapı olarak dört bölümden meydana gelir:

1 Halk arasında “sele” de denilen, sözlük anlamı “Açık duran baş parmağın ucundan işâret parmağının ucuna kadar olan uzaklık” demek olan sere veya kürsü; tuğranın metin kısmıdır Bunda pâdişâhın ve babasının adları ile Şah, Han, el-Muzaffer kelimeleri yazılıdır

2 Beyze: “Bin” ile “Han” kelimelerinin “n” harflerinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır “Dâimâ” kelimesi bunun ortasındadır

3 Tuğ veya elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki ||| çekmeye (üç elife) verilen addır Bunların üzerine flama gibi çekilen kıvrıklara zülüf veya zülfe denmektedir

4 Hançere veya kol: Beyzelerin devâmı olan ve “el-Muzaffer” kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi hâlinde uzanan kısma denir

Pâdişâh vesikalarında “tevki-i hümâyun, nişan-ı hümâyun, nişan-ı şerif-i âlişan, misâl-i meymun, alâmet-i şerif, tugra-ı garra” gibi isimlerle zikredilen tuğra, Osmanlılarda tuğrakeş ve hattatlar eliyle yüzyıllarca işlenerek güzelleşti İçlerinde özellikle Sultan Üçüncü Ahmed Han gibi bâzı pâdişâhlar da tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) devrinden kalan birçok tezhipli tuğraların gösterdiği gibi 16 yüzyıldan îtibâren daha güzel bir şekil alan tuğra, 18 yüzyıl başlarından îtibâren daha da gelişti Tuğraların son şekli, Sultan İkinci Mustafa Han (1695-1703) zamânında başlamıştır Osmanlılarda yazının gelişmesini tâkip ederek hat ve istif olarak Sultan İkinci Mahmûd Hanın son yıllarında en mükemmel şeklini aldı

Osmanlılarda tuğra çekmek yalnız pâdişâhlara mahsus bir hak değildi 1594 (H1003) târihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyâlet ve sancaklarda vâlilik eden Osmanlı şehzâdeleri, kendi eyâletlerine âit işler için pâdişâh tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdâr tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu

Ayrıca lüzumu hâlinde, hudutlardaki eyâletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesâfenin uzaklığına ve siyâsî duruma göre mühim meselelerde tuğra çekmelerine müsâade olunmuştur Tuğrakeş vezir denilen bu eyâlet vâlilerinin tuğra çekmek selâhiyetleri, kemankeş Kara Mustafa Paşanın sadâretine kadar devâm etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır

Hükümdâr ve şehzâde tuğralarından başka, veziriâzamın ve eyâletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükûmet ve eyâlet işlerine âit yazışmalarda imzâ yerine geçmek üzere kullandıkları, pençe ismi verilen ve tuğraya benzeyen alâmetleri vardı

Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyun dâiresinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkıî denilen kimseler çekerdi 16 asrın ilk yarısından sonra tuğrâî kullanılmamış ve 18 asırdan îtibâren tevkıî ıstılâhı yaygınlaşmıştır Bu târihlerde muvakkı-i sultânî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkıî tâbirleri kullanılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #120
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Türkistan
Asya kıtasında, Türklerin yurdu mânâsına gelen büyük bir ülke

Tabiî coğrafyası, etnoğrafik ve târihî mânâsıyla Türkistan’ın hudutları şöyledir: Güneyden Gürgan Nehri, Horasan Dağları, Kopet Dağı, Kuhî Baba, Mezdûran, Tapcak ve Ak Dağları, Hindukuş Sırtları, Mustag-Kuenker Sıradağları; doğudan, Doğu Türkistan’ın doğu hudutları, Sucav civârında 98°50’ kuzey paraleli, 40°50’ doğu meridyeni noktası; kuzeyden Cungarya ve Kazakistan’ın kuzey hudutlarını meydana getiren İrtiş Havzası ve Aral-İrtiş su ayırımı hattının kuzey yamaçları; batıdan Kuzey Ural Dağı, Yayık Nehri, İdil’in denize döküldüğü yer olan Bökey Orda ve Hazar Deniziyle çevrilidir Yüzölçümü altı milyon kilometrekare civârındadır

Türkistan; Batı Türkistan, Doğu Türkistan, Afgan yâhut Güney Türkistan ve İran Türkistan’ı olmak üzere dört bölüm hâlinde incelenir Batı Türkistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tâcikistan, Kırgızistan, Kazakistan; Doğu Türkistan Çin Halk Cumhûriyeti; Güney Türkistan, Afganistan; İran Türkistan’ı da İran hudutları içindedir Güneydeki Afgan Türkistan’ı; Afganistan’ın kuzeyinde bend-i Türkistan ve Hindukuş dağ sırası önünde Seyhun Vâdisine ve Batı Türkistan Çukureli’ne doğru uzanan alçak sahadır Afgan Türkistan’ının en büyük şehri Mezar-ı şeriftir İran Türkistan’ı; İran’ın Estarâbâd ve Deregiz vilâyetlerini içine alır

Türkistan, Türklerin yurdu mânâsınadır Târihî geçmişi çok uzundur Binlerce yıldan beri Türklerin yurdu olup, topraklarında pekçok devlet kuruldu Üzerinde çok büyük hâdiseler olup, tesiri hâlâ mevcuttur Türkistan’ın târihi eskiden Türk devletleri, Çinliler, Moğollar, 19 yüzyıldan îtibâren de Ruslar, Çinliler, Afganlılar, İranlılarla alâkalıdır Türkistan’a hâkim Türk devletleri kuran Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlar olup, 13 yüzyılın başında da Moğolların işgâline geçti Moğollardan sonra da çeşitli hanlıkların idâresinde kaldı Batı Türkistan 1867 yılında Rusya’nın işgalindeyken 1991 yılında Özbekistan ve Türkmenistan’ın öz toprakları oldu Doğu Türkistan Çin’in işgâlinde, Güney Türkistan ise Afganistan’ın hâkimiyetinde bulunmaktadır İran Türkistan’ı İran’dadır

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.