Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilinmeyen, kavramlar, tarihinde, türk

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #76
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kızılelma
Türk tarihinde cihan hakimiyeti ülküsünü temsil eden sembollerden biri Bir murada varmak

“Kızılelma” kelimesinin ilk defa ne zaman, nerede ve nereyi ifade etmek için kullanıldığı bilinmemektedir Kızılelma'nın, Türk tarihinin akışı içinde, hep batı yönünde fethedilmesi gereken bir ülke, ele geçirilmesi hedef alınan bir taht veya saltanatı ifade için kullanıldığı kabul edilmektedir Bazı Türk tarihi yorumcularına göre ise Kızılelma, Bizans İmparatorunun tahtı üzerindeki, hazret-i İsa’ya ait olduğu söylenen altın top veya Ayasofya kilisesinin imparatorlara mahsus bölümündeki kubbeden sarkıtılan “altın top” gibi müşahhas bir şeyin adıdır Nitekim böyle düşünen yorumcular, İstanbul’un fethinden sonra, Kızılelma'nın, Roma’da Saint-Pierre kilisesinin mihrabındaki altın top olduğunu ileri sürmektedirler

Zincirleme fetihler ve birbirini takip eden devletlerle daima batı istikametine akan Türk tarihinde, Kızılelma'nın cihan hakimiyeti mefkûresinin (ülküsünün) adı olması daha doğrudur Zaman zaman, bazı beldeler veya saltanatlar için kullanılmış olsa bile, buraların fethini müteakip bu defa yeni beldeler için kullanılmaya başlanması da bunu göstermektedir

Türklerin, İslâmiyet'i kabul etmesinden sonra ise, İslâm dininin bütün Müslümanlara emri olan “İ’lâ-yı Kelimetullah” (Allah’ın dînini yeryüzünde üstün kılmak), gaye ve hedef olarak Kızılelma'nın yerini almıştır Selçuklu ve Osmanlıların çeşitli dönemlerinde de rastlanan Kızılelma, artık müşahhas şeyleri (ülkeler, tahtlar, saltanatlar vs) sembolize etmeye başlamıştır Nitekim, fetihten önce asker ve halk arasında Kızılelma, hazret-i Peygamberin, fethini müjdelediği İstanbul için kullanılırken, İstanbul’un fethinden sonra, Viyana, Roma gibi meşhur Hıristiyan şehirlerini ve bütün Firengistanı ifade etmeye başlamıştır Nitekim:

“Gark-ı nûr olmak envâr-ı Muhammed’le
Bu sefer Rîm Papadan Hazret-i Îsâ’ya Firenk”

beytinde bu açıkça görülmektedir

Asırlar ilerledikçe, ülkeler ve şehirler fethedildikçe, Kızılelma'nın temsil ettiği yer de değişmiş ve Kızılelma, padişahın sefer murad ettiği yerler olmuştur Padişah ise, yalnız ve yalnız “İ’lâ-yı Kelimetullah” için bu işi yapmaktadır

Son devirde Ziya Gökalp ve benzeri Türkçü yazarların şiir ve makalelerinde Kızılelma, tekrar ısrarla Türk'ün cihana hakim olması manâsında kullanılmıştır Bu kullanılış şeklinde; inanç, fikir ve manâ itibariyle İslâmiyet'in emri olan cihad, “İ’lâ-yı Kelimetullah” gibi bilhassa Anadolu’daki yaklaşık bin yıllık Türk tarihinin temel unsuruna yer verilmemiştir Türk tarihinin akışı içinde en mühim bölüm olan bu devir atlanarak, doğrudan Orta Asya Türklüğü örnek alındığından, son devir Türkçü şair ve yazarlarının, Kızılelma üzerindeki yeni anlayış ve yorumları kısır kalmıştır

Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Pâşâ,
Tuğlar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar

Yahya Kemâl

Kızılelma'nın sosyal yönden başka bir durumu da, Türk halk hikâyelerinde murada erilecek yer olarak gösterilmesidir Bu durum, daha çok düğünlerde çekilen bayraklarda kendini gösterir Gerçekte artık kalkmak üzere olan bu âdete göre düğün alaylarında taşınan bayrağın tepesine kıpkırmızı bir elma yerleştirilir Bu bayrak, önce oğlan evinden çıkar Kız evine dikilir Gelinle birlikte gelen düğün alayının en önünde taşınır ve sonunda yine oğlan evine dikilir Tepesinde kızıl elma vardır Bu murada işarettir Ayrıca elmanın yanına kabından delinen bir ayna da yerleştirilir Bu da kalp temizliği, doğruluk, aydınlık ve huzurlu olma temennisi içindir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #77
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kol Gezmek
Osmanlılar zamanında şehir ve kasabaların âsâyişini muhafaza maksadıyla zabıta memurlarının dolaşması Kola çıkmak

Tanzimâttan evvel sadrazamlar, yeniçeri ağaları, kaptan paşalar kola çıkarlar, yolsuz hareketi görülenleri cezâlandırırlardı Tanzimâttan sonra kurulan zaptiyelerin ve daha sonra polislerle jandarmaların gece ve gündüz, inzibat ve âsâyişin temini maksadıyla, çarşı pazarlarla mahalle aralarında dolaşmalarına da “kol gezmek” denirdi Yine bu mânâda “devriye gezmek” tâbiri de kullanılırdı

Geceleri sokakta fenersiz gezmesinden dolayı şekil ve kıyâfetinde, kendinde şüphe uyandıran kimseler de kol gezenler tarafından çevrilir Bunlar karakola ve zindana gönderilmeyip sabaha kadar çalıştırılmak suretiyle cezalandırılmak üzere mahalle hamamının külhanına gönderilirdi

İstanbul’un hemen her mahallesinde bulunan hamamların sabah namazından bir iki saat evvel hazır ve açık bulundurulması âdetti Oldukça ağır ve pis işlerden sayılan külhancılık eskiden ekseriyetle Ermeniler tarafından görülürdü Külhancılar, devriye tarafından yakalanıp kendilerine teslim olunanları sabaha kadar odun taşımak, külhan ocaklarını temizlemek gibi işlerde çalıştırırlar ve sabahleyin üstleri başları kurum ve kir içinde bunları salıverirlerdi

Fenersiz gezen hüviyeti meçhul adamların bu suretle hamamlara teslim edilmesi hem kol gezenleri karakola kadar gitme zahmetinden kurtarır, hem de bir daha kimsenin fenersiz gezmemelerini temin ederdi

Kol gezenlerin tatbik ettikleri bu cezâlar kânunî olmaktan ziyâde örfî idi Öyle ki, Osmanlılar zamanındaki bu idârî sistem, günümüzde bâzı tabirleriyle hâlâ yaşamaktadır: (Hastalık) Kol geziyor, külhanî, fenersiz yakalanmak gibi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #78
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Korsanlık
Düşman devlete veya onun tebaasına âit malları ele geçiren gemilerin hareketine verilen ad

Korsanlık eskiden savaş kurallarına uygun sayılan bir metoddu Ele geçirilen korsan gemisinin kaptan ve tayfasına savaş esiri gibi davranılırdı

Atlas Okyanusunda kısa süren korsanlık, bilhassa Akdeniz’de uzun yıllar devâm etti Bir yağma ve esir toplama faaliyeti olarak zamanla çok aşırı boyutlara ulaştı ve devletler, korsan gemiler için nizamlar koymak mecbûriyetinde kaldı

Osmanlılar bu sebeplerden “korsan” denen deniz akıncılarına önem verdi Korsanlıktan yetişmemiş bir denizci gerçek denizci sayılmazdı

Osmanlı deniz korsanları bahriyenin en imtiyazlı fedâî sınıfıydı En tehlikeli vazîfeleri yüklenir ve bunu hayâtı pahasına başarırdı Devletin sulh hâlinde bulunmadığı devletlerin gemilerini açık denize bırakmaz, zapteder veya korkuturdu Osmanlı Devletinin devamlı muhârebe hâlinde bulunduğu İspanya ve İtalya sâhillerine kadar giderek, düşmanın mâneviyâtını alt-üst eder, ekonomik gücünü kırar, limanlar arasındaki irtibatı keser ve ticâret yapmalarına izin vermezlerdi

Osmanlı Devleti 14 yüzyıl sonlarından başlayarak Akdeniz’de dağınık haldeki Türk deniz korsanlarını düzenledi ve gelişmesine yardımcı oldu Akdeniz’deki Türk korsanları ile Osmanlı Devleti arasında ilk irtibatı sağlayan Sultan İkinci Bayezid Hanın üçüncü oğlu ve Yavuz Sultan Selim Hanın ağabeyi Şehzâde Korkut’tur Bu iş için çok çalışmış ve Oruç Reisi korsanlığa sevk etmiştir Bu korsanlardan ilk olarak devlet hizmetine giren Kemâl Reis olmuştur Ondan sonra Türk korsanlarının pîrî Oruç Reis, sonra kardeşi Hızır Reis (Barbaros Hayreddin Paşa), onun İstanbul’a çağrılması üzerine de Turgut Reis korsan ocağının başına geçmiştir Turgut Reis Tunus’ta Mehdiyye, Cerbe, sonra Trablusgarb ve Cezayir Beylerbeyliğinin birçok limanını belli başlı korsan üsleri hâline getirmiştir 1513 yılı yazında Oruç Reisin Kuzey Afrika’ya, Mağrib’e ayak basması, Türk denizcilik târihinin dönüm noktasıdır Oruç Reis bu kıyıları İspanyollardan temizleyip, yerli halkın sevgi ve îtimâdını kazandı Batı Akdeniz’de, hâkimiyet Oruç Reisin eline geçti Bu suları çok iyi bilen Kemâl Reisin yeğeni Pîrî Reis, Oruç Reisin maiyetinde idi

Cezâyir-Türk korsanları, 16 asırda zamânının en iyi denizcileri idi İstisnâsız Akdeniz’in her yerinde faâliyet gösterdiler Bu asırda Türk deniz akıncılarının olmadığı hiçbir Akdeniz limanı gösterilemezdi Sardunya, Sicilya, Korsika, Malta, Türklerin her yıl çıkartma yaptıkları adalardı Hattâ Korsika’yı tamâmen Turgut Reis fethetmişti

Tunus beylerbeyliğine âit korsan filoları da Malta şövalyelerine rağmen İtalya ve Sicilya’ya korku verdiler

On yedinci asrın başlarında Büyük (Koca) Murâd Reisin Batı Akdeniz ve Atlantik seferleri çok meşhûrdur Deryâ sancakbeyi rütbesi verilen Murâd Reisin kahramanlık ve gazâlarını dinleyerek hayrân olan Sultan Birinci Ahmed Han, kendisini bizzât görmek istemiş, huzûr-ı hümâyûnda hiç bir vezîrin nâil olmadığı iltifâtlar göstererek onu Mora Sancakbeyi yapmıştır 1609’da vefat edip Rodos’ta yaptırdığı câminin yanındaki türbesine defnedilen Murâd Reisi selamlamak türbe önünden geçen Türk harb gemisi için kânun oldu

Yine Rodos’ta medfûn bulunan Memiş Paşaoğulları, 16 ve 17 asrın büyük amirâl ve korsanlar yetiştirmiş bir denizci âilesiydi Denizciliğe Oruç Reisle başlayan Kurdoğulları çok meşhurdur Endonezya’ya giden Hızır Reis, Kurdoğullarından idi

Türk korsanları, İrlanda gibi Büyük Britanya adasına da pek çok seferler yaptılar Devamlı şekilde 30 gemilik bir Türk filosu bu sularda geziniyordu 1625 yılında Türkler Bristol Kanalının açığında Lundy Adasını aldılar, Bristol liman ağzına hâkim oldular İngiltere yıllarca Türkleri bu Lundy ve Scillya adalarından atamadı 1631’de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar

Murâd Reisin 20 Haziran 1627’deki İzlanda Seferi meşhûrdur Adada 26 gün kalmış, ikinci İzlanda Seferine de Ali Reis kumanda etmiştir

Korsanlık, akıncılık gibi bir teşkilât olup, Cezâyir Beylerbeyinin Rotterdam, Amsterdam, Ceneviz, Livorno ve emsâli büyük Avrupa limanlarında gizli ajanları vardı Bunlar o limanlara bağlı gemilerin giriş-çıkış ve rotalarını Cezâyir’e bildirirlerdi

On sekizinci asırda da Türk deniz akıncıları eski hüviyetlerini korumakla birlikte, İngiltere ve Fransa da büyük denizci devletler arasına girdiler

1783 yılında Amerika Birleşik Devletleri denizlerde bayrak gezdirmeye başladı 25 Temmuz 1785’te Atlantik’te Cadiz açıklarında bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi, Cezâyir korsanları tarafından zaptedildi Bu gemi Boston limanına bağlı, kaptan İsaak Stevens’in idâresindeki Mora gemisi idi Az sonra Philadelphia limanına bağlı, Kaptan D Brienin’in Dauphin’i aynı âkibete uğradı ve Cezâyir’e getirildi 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Birleşik Amerika gemisi daha Türk filosu tarafından zaptedildi Kongre 27 Mart 1794 celsesinde, Türk korsanlarına karşı koyacak güçte harp gemileri îmâl edilmesi veya satın alınması için başkan George Washington’a 688000 dolar harcama selâhiyeti verdi Böylece Birleşik Amerika donanmasının temeli atıldı Az zaman sonra Birleşik Amerika, Cezâyir donanması ile başa çıkamayacağını anladı ve Cezâyir’le anlaşma yoluna gitti 5 Eylül 1795 (21 Safer 1210) târihindeki muâhede (antlaşma) ile Birleşik Amerika, Cezâyir’deki esirlerinin iâdesi ve gerek Atlantik’te ve gerek Akdeniz’de Birleşik Devletlerin sancağını taşıyan hiçbir tekneye dokunulmaması karşılığında 642000 altın dolar ve yılda 12000 Osmanlı altını haraç ödeyecekti

Türkçe ve 22 madde olan muâhedeye, George Washington ve Beylerbeyi Hasan Dayı imzâ koydular Böylece Birleşik Amerika da yıllık vergiye bağlanmış oldu

Deryâ ve akıncı beylerinin çok mühim bir vasıfları da ellerinin son derece açık olması ve ünlü zenginlerin yapamadıkları cömertliği yapabilmeleri, fukarâ babası olmalarıydı Bütün bir bölgenin fakirleri bir tek deryâ ve akıncı beyinin sâyesinde geçinip giderlerdi Beylerin konakları misâfirhâne olup, herkese açıktı Misâfir, derecesine göre ikrâm görürdüMisâfiri çevirmek olmazdı Geri çevirmek, düşmana silâh teslim etmek derecesinde olup büyük şerefsizlik sayılırdı

On yedinci yüzyılda deniz korsanlarının faaliyetleri iyice artarak deniz yolculuğu tehlikeli bir hal aldı Avrupalı korsanlar, kendi milletlerinin gemilerine bile çekinmeden saldırmaya başladılar Avrupa kral ve prensleri yapılan yağmalardan istifâde için korsanlara arka çıkmaya başladılar On sekizinci asrın sonuna doğru korsanlığın korkunç boyutlara ulaşması üzerine devletler, bunlardan kurtulma çârelerini araştırmaya başladılar 1785 yılında Amerika ile Prusya arasında yapılan antlaşmaya göre, aralarında olacak muhârebelerde karşılıklı korsanlık müsaadesi vermemeleri ve tüccar gemilerinin serbestçe dolaşmaları esâsı kabul edildi Bu konuda devletlerarası çalışmalar kesin bir netice vermedi Ancak Kırım Harbi (1853-1856) sırasında muhârip devletler, muhârip korsan gemisi çıkarmamaya karar verdiler Bu durum diğer devletlere de bildirildi Kırım Harbi sonunda Paris’te yapılan kongrede, korsanlığın tamâmen kaldırılması karârı alındı Daha sonra 14 Eylül 1937’de Lyon’da Türkiye, Mısır, Fransa, İngiltere, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği antlaşma imzâlayarak korsanlığa karşı tedbir alınmasını kararlaştırdılar Antlaşmada uçakla da korsanlık yapılabileceği belirtilip, tedbir alınması kabul edildi Günümüzde korsanlık daha çok hava korsanlığı şeklinde devâm etmektedir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #79
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kutadgu Bilig
Yûsuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılında yazdığı meşhur eseri

İslâmî devir içinde Türk Dili ve Edebiyatı’nın olduğu kadar, Türk Kültür Târihinin de asla ihmal edemeyeceği bir siyâsetnâmedir Kutadgu Bilig, siyâsî ve kültür bakımından, Türk-İslâm muhîtinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir Böyle olmasına rağmen uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır

Eser, Tavgaç Ulug Bugra Karahan (Hakan) Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kara Hana ithâf edilmiştir Bu vesîka ile beraber Kutadgu Bilig’in zikrettiği Bugra Han hakkındaki vesikaların sayısı 15’e yükselmiştir Bunların yedisi Türkçe, diğerleri Arapçadır Kutadgu Bilig yazıldıktan bir hayli zaman sonra unutulmuş veya çok dar bir muhitin istifâdesinde kalmıştır Kitâba ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzûme vardır Bu manzûm önsözde eserin kendisi ve yazarı hakkında malûmât verilmektedir Burada hükümdârlara “ilig” ve “beg” yerine “melik” tâbiri kullanılmıştır Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu kitabı benimsemişler ve kendilerine mirâs yolu ile intikal ettiği için başkalarına vermemişlerdir Ayrıca diğer memleketlerde kitaba başka adlar da vermişlerdir Çinliler Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme ve Turanlılar (Türkler) Kutadgu Bilig demişlerdir Bu önsözü yazan Kutadgu Bilig’i bir nevi siyâsetnâme olarak düşünmüştür ki, yerinde bir düşüncedir

Kutadgu Bilig bu devreden sonra üçüncü olarak meydana çıkarılmıştır Bu defa manzûm önsözün bir özeti, eksik bir mukaddime olarak eklenmiştir Burada, manzûm önsözdeki “melik” tâbiri yerine “padişah” kelimesi kullanılmıştır

Eser, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır Bunlardan biri Uygur alfabesi, diğeri ise Araplardan aldığımız İslâmî Türk alfabesidir Uygur harfleri ile yazılan bâzı yazıların Fâtih devrine kadar sürmesi önceleri her iki alfabenin at başı gittiğini, Fâtih Sultan Mehmed Handan sonra Uygur harflerinin yerini tamâmen Türk-İslâm alfabesine bıraktığını söylemek gerekmektedir Kutadgu Bilig’in bu bakımdan aslının nasıl bir alfabe ile yazıldığı bilinmiyor Çünkü yeryüzünde bilinen üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır Bu nüsha Herat nüshasıdır Diğer iki nüshası Arap harfleri ile yazılmıştır Böyle olmasına rağmen islâmî-Türk yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edildiği kanâatini doğurmaktadır Aynı durum daha sonra Karahanlı ülkesinde yazılan Atabetü’l-Hakayık gibi eserlerde de kendisini göstermektedir

Balasagun’lu Yûsuf Has Hâcib, eserinde kendi adına yalnız bir yerde yer vermiştir O asîl bir aileye mensûb olup, ilmî, fazîletleri, zühd ve takvâsı ile cemiyetin içinde hürmet görmüş biridir Eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a gitmiş orada tamamlayarak Tavgaç Kara Buğra Hanın huzurunda okumuştur Bunun üzerine hükümdar iltifât etmiş ve kendisine Has Hâcib ünvanını vermiştir Onun eserini yazmada en mühim âmil muhakkak ki çağdaşı Kaşgarlı Mahmûd’un da Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sâhib olma azminden başka birşey değildir Kaşgarlı, Türkçenin Arapça karşısındaki durumundan hareketle ve Araplara Türkçeyi öğretmek niyeti ile yazdığı eserinde Türklerin gelecek için büyük ve devamlı bir hâkimiyetlerinin olacağından bahsetmiştir Balasagunlu Yûsuf ise zamanında Fars dilinde bir Şehnâme’nin yazılmış olmasını görerek, Kutadgu Bilig’i Türk milletine bir Şeh-nâme hediye etmek arzusu ve Türkçenin kudretini göstermek niyetiyle yazmıştır Yûsuf Has Hâcib eserini yazdığı zaman elli yaşlarında olması muhtemeldir Şâir bu durumda 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır Nerede ve kaç yılında öldüğü belli değildir

Eserde tasvir edilen hayat ve ideâlize edilmiş olan şahıslar şâirin kendi devrinden evvelki bir zamana aittir Yusuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözünde canlandırır Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder Eserinde, büyük meziyet olarak gösterdiği hareket ve düşüncelerin kalmadığını söylemektedir Eser, şâirin tasavvur ettiği ideal bir hayatı işlemesine rağmen, gerçeğin içinde dolaşır Hattâ Türk Edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür Eserde saâdet ve ikbâli (kut) temsil eden vezir Aytoldu ile aklı (ukuş) temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında şâirin kendisini tasvir etmiş olması mümkündür

Türk yazı diline hakkıyla hâkim ve inceliklerine vâkıf olan şâir Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişâf ettirerek, Türk Milletinin hayâtına geniş yer vermiştir Böyle olmakla birlikte Yûsuf Has Hâcib zaman zaman tecrübelere yönelir Tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer verir ve bu sözlerin yabana atılamayacağından bahseder Hattâ müdâfaa ettiği fikri buna benzer sözlerin eşiğine getirerek, atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işâretlerine bırakır Bunların içinde pekçok sözün kaynağının hadislere dayanması esere ayrı bir değer katar ve ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig değerler bakımından İslâmiyete dayanır Böylece eser dünyâ ve âhiret saâdetinin ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işler Yûsuf Has Hacip, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır Zâten Kutadgu Bilig; dünyâ ve âhiret saâdetini gösteren bilgi demektir

Yûsuf Has Hâcib, İslâm sanatkârlarını örnek tutarak, arûz vezni kullanmıştır Eser; Şehnâme vezni olarak bilinen; Fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûl vezninde yazılmıştır Şâir bu vezni pürüzsüz bir şekilde kullanmıştır

Muhtevâ bakımından ise Kutadgu Bilig; sahnesiz bir tiyatro eseri görünüşündedir Hükümdâr Küntogdı’nın, âkibeti temsil eden Odgurmuş ile görüştükten sonra, dünyadaki hayâtın esâsını kavrayarak üzerindeki yükü taşımak istemediğini aklı temsil eden Ögdülmiş’e söylemesi üzerine; Ögdülmiş hükümdâra yapacağı işleri hatırlatır Ve ona iyi ad kazanmak için yeni iş sâhası gösterir Eserin başında “tevhid, naat, dört halifenin zikri ve yaz mevsiminin tasviri vardır Bunlardan sonra Ulug Bugra Hanın medhiyesi yer alır Bu şekli ile eser klasik tertib usûlüne uygunluk gösterir

Kutadgu Bilig dört esas üzerine tanzim edilmiştir:

1 Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar),

2 Saâdet (kut); bunu Aytoldı (vezir),

3 Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu),

4 Odgurmış (zâhid) tarafından temsil edilmektedir

Bunlardan başka Aytoldı’nın Hâcib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hâcib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zâhidin yanında çalışan Kumarı da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar İnsanların iki dünyâda ele geçirmek istedikleri saâdet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve ictimaî ahlâk prensiplerine yer verilir Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir

Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdârın îtibârını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur Şâir, bu âlim veziri hükümdârın yardımcısı olarak şahsî düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır Ona devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir Eserde sırası ile hükümdâr, vezir, kumandan, hâcib, mâbeyinci, sefir, sır kâtibi, hazînedâr, aşçıbaşı, şarâbdâr mansıbları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır Hükümdâr, vezir ve diğer memûrlar şâirin tasvir ettiği ideal bir durumda maddî ve mânevî hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahalî hükümdara dua etmektedir Hükümdar ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zâhid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor

Hükümdâr, Zâhid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vâsıtasıyla bir mektup gönderiyor Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve âhiret meselelerinden konuşuyorlar Bu konuşmalardan sonra Zâhid tereddüd ediyor Kendisinde; dünyâda Müslümanlara hizmet etmekle ukbâyı(âhireti) kazanmak fikri doğuyor Fakat dünyânın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor Hükümdârın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye râzı oluyor Ögdülmiş kendisine lâzım olan bâzı bilgileri veriyor Fakat zâhid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor Hükümdâr, kendisini görmek için zâhidin ayağına kadar geleceğini söyleyince Zâhid, hükümdârın yanına gidiyor Hükümdârla konuşurlar Zâhid en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder Hükümdâr bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin mânâsız olduğunu düşünür

Ögdülmiş hükümdâra, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve ye’se kapılmamasını söyleyerek onu iyilik yapmaya teşvik ediyor

Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzûmunu duymakta, kardeşi Zâhid ile istişâre etmek istemektedir Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor Odgurmış hastalık hakkında bir rüyâ görmüştür Her ikisi bu rüyayı farklı tâbir etmişlerdir Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülâsa ediyor Ögdülmüş hükümdârın da muvâfakatı ile Zâhid’in yanına gelmiştir Fakat o çoktan ölmüştür Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zâhid için mâtem tutmuş, yasına hükümdâr da iştirâk etmiştir

Şâir en sonunda esere dönüyor Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini duâ ile bitiriyor

Kutadgu Bilig’in nüshaları: Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır:

1 Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiblerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir Eserin bundan sonraki mâcerası karanlıktır

2 Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır Nüshayı bulan Fitret, Maarif ve Okutguçı mecmuasında hakkında umumî bir bilgi vermiştir Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir

3 Mısır Nüshası: Bu nüsha Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur

Eser üzerinde yerli ve yabancı Türkologlar çalışmışlardır Fakat en önemli çalışma Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır Prof Dr RR Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 yılında ölümünden önce yayınlamış; fakat ortaya çıkardığı fişlerle yaptığı çalışmaları ise ölümünden sonra Prof Dr Muharrem Ergin, Prof Dr Kemal Erarslan, Dr Nuri Yüce ve DrOF Sertkaya’nın gayretleri ile ortaya çıkarılmıştır Eserin 3 cildini meydana getiren bu indeks kısmı Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #80
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Lala
Osmanlı şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olanlara verilen isim Selçuklularda bu vazifeyi atabegler yaparlardı

Geleceğin hükümdarını yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler din ve fen ilimlerinde mümtaz şahsiyetler arasından seçilirlerdi Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına birden fazla da lala görevlendirilirdi Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı Lalanın ilmî kıymeti yanında pâdişâhın fevkalâde îtimâdını kazanmış emin bir kimse de olması gerekliydi Çünkü bunlar şehzâdenin iyi bir devlet adamı olarak yetişmesi yanında onun pâdişâha karşı itâatini de kırmaması lâzımdı Îtimâdı sarsacak durumlarda lalaların görevden alınması pâdişâhın yetkisindeydi Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin pâdişâh olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı Tahta geçen yeni pâdişâh, lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşayı vezirliğe ve bâzen de sadrazamlığa tâyin ederdi

Lala deyimi ayrıca halk arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için de kullanılmıştır (Bkz Atabeg)

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #81
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Lale (Lâle) Devri
Türkiye târihinde Pasarofça Antlaşması ile Sultan Üçüncü Ahmed Han'ın tahttan indirilmesi (1730) arasındaki dönem

Lâle Devri, Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve Vezir-i âzam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzâlanan Prut ve Pasorofça antlaşması ardından başladı Yıllarca süren harpler ve isyânlardan bıkan ahâli, antlaşmalardan sonra savaştan uzak bir hayat sürmeye başladı İstanbul’da sünnet ve düğün merâsimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyahatları ve helva sohbetleri tertiplendi Pâdişah dahil, devlet adamları baharda, lâle mevsiminde Sâdâbâd, Şerefâbâd Bağ-ı Ferah, Emnâbâd, Hüsrevâbâd, Hümâyûnabâd, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersâne Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarına giderlerdi

Devlet adamları, ahâli ve çiçekçi esnafı, iki yüzden fazla lâle çeşidi yetiştirip, bu bitkiye karşı alâka artmıştır “Mahbud”, devrin en meşhur ve pahalı lâle çeşidi oldu İstanbul başta olmak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebil, imâret, medrese, kütüphane ve câmiler dâhil pek çok sanat eseri yapıldı Aslında bu devir, Türk bahçe ve park anlayışının mükemmel bir tezâhürüdür ve Avrupa bunu “Turquerie” adıyla taklit etmiştir Bu devirde ayrıca, inşâ ve tâmir edilen sanat eserlerinin süslenip, tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu Bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir

Yine bu devirde, 16 yüzyıldan beri İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbrânice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, Şeyhülislâm Abdullah Efendinin fetvâsı ile, aslında bir eksiklik olan, Osmanlıca kitap basımı da gerçekleşti Matbaada basılacak kitapların kontrolü için âlimler vazifelendirildi İstanbul’da bulunan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak, ilk zamanlar dînî kitap basılmadı Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab (baskı) işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandı ve dînî kitapların basımına geçildi Matbaanın ve hattatların ihtiyacını karşılamak için kâğıt fabrikası kuruldu Avrupa ile münasebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tayin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nâmeleri gönderildi

Sonradan “Lâle Devri” diye adlandırılan 1718-1730 tarihleri arasındaki yıllar sulh, sükun ve huzurla geçtiğinden Osmanlı kültür, sanat ve ilim âleminde kıymetli şahsiyetler yetişti Hattatlar vasıtasıyla eski eserler çoğaltılarak, her tarafa dağıtıldı Damad İbrahim Paşa, tarihe meraklı olduğundan birçok tarih kitaplarının yazmaları kontrol edilip, karşılaştırmalı olarak hattatlara yazdırılıp çoğaltıldı İlmi encümen, heyet ve büroları kurularak, Arapça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerine, sohbetlere kıymetli âlimler, sanatkârlar, şâirler ve edipler katılırdı Sohbetlere doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbâbından şâir Nedim ayrı bir renk katardı Nedim, Lâle Devrinin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini:

Bu şehr-i Stanbul ki, bî-misl ü behâdır,
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır,
Bâzâr-i hüner ma’den-i ilm ü ülemâdır

mısralarıyla yapmıştır

İran meselesi; devlet adamlarının îmar faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar; yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması gibi sebepler, Lâle Devrindeki huzur ve âhengi bozdu Patrona Halil adında devşirme bir tellak yeniçeri, Sultan Üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içindeyken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarda bulundukları esnâda, isyanı başlattı 28 Eylül 1730 tarihinde meydana gelen Patrona Halil İsyânı'yla Damad İbrahim Paşa ve yakınları, âsilerin arzusuyla vazifeden alınıp, öldürüldü Âsiler, seksen sekizinci İslâm halifesi ve yirmi üçüncü Osmanlı Sultanı Üçüncü Ahmed Hanın da hal’ini istediler İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip yıkılarak, lâle bahçeleri tahrip edildi Birçok güzîde sanat eseri, âsi ve yağmacıların tahribine uğradı Sanatkârlar, şâirler, edipler, ilim ve devlet adamları, öldürüldü

Damad İbrahim Paşanın öldürülmesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın tahttan indirilmesi ile Türkiye tarihinde Lâle Devri (1718-1730) sona erdi Bu devir; sulh, sükûn, huzur, imar faaliyetleri, güzîde sanat eserleri yapılması, ilmî eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin ülkede imalâtı için fabrika tesisi, askerî yenilikler, dünyada olup biten yenilik ve olayların takip edilmesi için Viyana (1719) ve Paris’e (1721) elçilik heyetleri gösterilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilâtının kurulması; âlim, edip, şâir ve sanatkârların korunmasına ayrı bir itinâ gösterilmesi bakımından, Türkiye tarihinde ayrı bir yer tuttuğundan, çok önemlidir Padişah ve şâirlerin başlattığı gerçek batılılaşma da bu devirde başlamış, fakat bu ve bundan sonra gelecek isyanlar, her türlü yenilik faaliyetini neticesiz kılmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #82
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Levent (Levend)
Osmanlı donanmasında hizmet gören askerî sınıf

Türkçe, Farsça ve İtalyancada ayrı ayrı mânâlara gelen kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir Venedik’e göre doğulu asker Farsça, nefsin arzû ve isteklerine uyan Türkçede ise, tekil olarak; “delikanlı, boyluposlu, yiğit, çevik” demektir Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifâde edilir

Deniz ve kara leventleri olmak üzere iki kısımdır

Deniz leventleri: On altıncı asırda Akdeniz’de gemileri ile faaliyette bulunan gözüpek, güçlü kuvvetli Türk denizcileri Bunlar 17’şer oturaklı gemileri ile, Rumlalarla meskûn Livâdiye sâhillerini vurup, bol ganîmet ile dönerlerdi Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin disiplini ve nizâmını sağlar, donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak sefere katılırlardı Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye ayrılır “Levanda”adını taşıyan Rum leventleri, adalardan toplanırdı Bunlar, daha sonra hizmette hıyânette bulunduklarından tasfiye edildiler Türk leventleri timarlı olup, sâhil memleketlerindeki Türklerden alınırlardı Türk leventleri ile Rum leventlerinin kıyâfetleri farklı idi Türk leventleri, berate denilen kırmızı başlık, kollu beyaz gömlek ve kırmızı renkli, kenarları siyah harçlı bir yelek ile kırmızı şalvar giyer, bellerine sarı kuşak sararlardı Rum leventleri de kenarları sarı harçlı mâvi bir yelek, beyaz şalvar giyer, bellerine kuşak sararlardı; bellerinde ve başlarında mâvili beyazlı kuşak ve sarık bulunurdu Ayrıca Türk ve Rum leventleri bütün bedenlerini örten kenar dikişleri kırmızı harçla çevrili, başlıklı bir yağmurluk giyerler, bellerinde bıçak bulundururlardı Kılıç, mızrak, uzun namlulu tüfek ve tabanca da taşırlardı Rum leventleri, daha çok kürekli çektirilerde kullanılırdı

Leventlerin komutanına “Şehlevent” denirdi Kıdemlerine göre “çektiri, firkate, kalyon levendi” adını taşırlardı Donanmanın her yıl seferden dönüşünde yoklama yapılır, sefere katılmayanların kayıtları silinerek maaşları kesilirdi

Kara leventleri: Osmanlılarda donanma leventlerinden ayrı olarak vezir ve beylerbeyi maiyetlerinde süvârî görevi yapan sınıf Bunlara kapılı-levent de denilirdi Leventlerin mensub oldukları vezir veya beylerbeyi azledilince, bunlar bir yere kapılanıncaya kadar, başıboş bir hâlde dolaşdıkları için bunlara “kapısız levent” denirdi Kapısız leventlerin zamanla çoğalması ve Anadolu’da eşkıyâlığa başlamaları üzerine, bu teşkilât bozuldu

Anadolu’daki isyânlara karıştılar 1776’da çıkarılan son fermanla varlıkları kesin olarak ortadan kaldırıldı

Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır Levent denince akla Osmanlı devri Türk denizcisi gelmektedir Pekçok dehâ sâhibi Osmanlı amirâli leventlikten yetişmişlerdir Leventler, Osmanlı Devletine unutulmaz deniz zaferleri kazandırmışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #83
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Malkoçoğulları
Osmanlılar zamânında hizmetleri ve kahramanlıklarıyla meşhur akıncı âilesi

Malkoçoğullarının merkezi Silistre’dir Yıldırım Bâzeyîd, Fâtih Sultan Mehmed, Sultan İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında önemli hizmet ve kahramanlıkları görülen bu âilenin atası Malkoç Mustafa Beydir Turhan Beyoğulları, Mihaloğulları ve Evrenosoğulları gibi, Rumeli’ye sefer yapan ve akınlar düzenleyen Malkoçoğulları, kısa zamanda büyük ün kazandı Yıldırım Bâyezîd Han, şehzâdesi Çelebi Süleymân’ın yerine Malkoçoğlu Mustafa Beyi Sivas dizdarlığına (kale komutanlığına) tâyin etti 1400’de Tîmûr Hanın Anadolu’ya düzenlediği sefer sırasında Sivas’ı on sekiz gün savunan Malkoç Mustafa Bey, sonunda kaleyi teslim etti Kale müdâfîleriyle birlikte Mustafa Bey de Tîmûr’un emriyle öldürüldü Malkoç Mustafa Beyin torunu Bâli Bey sâyesinde, âilenin ünü Fâtih Sultan Mehmed Han ve Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında da devâm etti

Yavuz Sultan Selim Hanın Çaldıran (İran) Seferine katılan Malkoçoğlu Bâli Beyin iki oğlu Ali ve Tur Ali beyler, önemli kahramanlıklar gösterdiler Bâli Beyin küçük oğlu Silistre Beyi Tur Ali Bey, muhârebe esnâsında bizzât Şâh İsmâil tarafından şehit edildi Sofya sancak beyi olan Ali Bey de bu muhârebede şehit düştü

Malkoçoğulları sülâlesinin son temsilcilerinden en önemlisi, Yavuz ünvânıyla tanınan Malkoçoğlu Ali Paşadır 1603’te Yemişci Hasan Paşanın yerine sadrâzamlığa getirildi Mısır’da bulunan Malkoçoğlu Ali Paşa, kırk günde İstanbul’a gelip vazîfesine başladı İlk iş olarak İran meselesini ele aldı O sırada kaptanpaşa olan Cağalazâde Sinan Paşayı kaptanpaşalığı üzerinde kalmak şartıyla serdârlığa tâyin ederek, İran üzerine yolladı Ertesi sene de kendisi, ordunun başında serdâr olarak Macaristan Seferine çıktı Sofya’ya ulaşıldığı sırada sağlığı bozulmaya başladı Belgrad’a vardıktan dört beş gün sonra vefât etti Ali Paşanın ölümüyle Malkoçoğlu sülâlesinin şöhreti de son buldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #84
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Mecelle (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye)
Osmanlı Devleti zamânında, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, İslâm Hukûkuna bağlı kalınarak hazırlanan ve asıl ismi Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye olan meşhur kânun Mecelle, lügatte; içinde hikmet bulunan sahife, ciltlenmiş kitap, dergi vs mânâlarına gelir 1877 yılında Abdülhamid Han zamânında tatbik edilmeye başlanmış 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır

Mecelle, 1851 maddeden meydana gelmiş bir kânun olup, İslâm devletlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış, bugünkü mânâsıyla medenî hukûkun ve hukuk usûlünün birçok bölümünü ihtivâ etmektedir Osmanlı Devleti, kurulduğu târihten îtibâren İslâm Hukûku esaslarına bağlı kalınarak idâre olunmuştur Gerek amme hukûku ve gerekse özel hukuk sahalarında, bunun dışına çıkılmamıştır İslâmiyetin bildirdiği ilâhî kurallardan hiç ayrılınmamıştır Osmanlı Devleti, asırlarca süren idarî, askerî ve iktisâdî üstünlüğünü, İslâmiyete bağlı kalmasına ve tam tatbik etmesine borçludur Bu kurallara bağlılıkta gevşeklik başgösterince, devletin yükselmesi durmuş, ilimde, fende, askerlikte daha evvel gösterilen başarılar, yok olmuş, bir duraklama ve gerileme devri başlamıştır Devletin her bakımdan yara alması, Tanzimat hareketinden sonra daha çok olmuştur İslâm dînine yabancı kalan, Avrupa kültürü tesiri altında yetişen ve kurtuluşu batılılaşmakta görenler (Bkz Batılılaşma) başta M Reşid Paşa olmak üzere, Fuad ve Âli Paşalar, Avrupaî tarzda bir takım yenilik hareketlerine giriştiler Bu yenilik fikrini, devletin idare edildiği kânunlarda da göstermeye kalkıştılar Bunlardan bilhassa Âli Paşa, Fransa’da Birinci Napolyon zamanında (1804) tedvin edilmiş olan Fransız Medenî Kânunu’nun tercüme edilerek, Osmanlı Devletinde de tatbik edilmesi fikrini ileri sürüyordu Buna mukâbil Ahmed Cevdet Paşa ve bâzı ileri gelen ilim adamları İslâm hukukunun zengin ve işlenmiş bir dalı olan Hanefî fıkhının kânunlaştırılması tezini müdâfaa ediyorlardı Bu ikinci fikir gâlip geldi ve tahakkuk ettirilmesi için, “Mecelle Cemiyeti” adıyla ilmi bir heyet toplandı Başına Cevdet Paşa reis yapıldı Memleketin en kıymetli İslâm bilginlerinin (fakihlerin) iştirak ettiği bu cemiyet, Osmanlı Devletinin tanzimat devrinde en mühim içtimaî, sosyal hâdiselerinden birini teşkil eden ve Türk fikir hayâtının ölmez ve muhteşem âbidesi olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’yi meydana koydu

Mecelle ve Ahmed Cevdet Paşa: Mecelle, bir heyet tarafından telif edilmiştir Bu bakımdan onu sâdece Ahmed Cevdet Paşanın eseri olarak göstermek yanlıştır Cevdet Paşa zamânında, medenî hukuk sahasında iki zıt fikir vardı: 1) İslâm Hukuk (fıkıh) kâidelerinin bir kânun metin hâline getirilmesi, 2) Fransız medenî kânununun tercüme edilerek kabul edilmesi

O zamanlar İstanbul’da en tesirli ve nüfuzlu elçi, Fransa elçisiydi O ve onun entrikalarına kapılanlar ikinci fikrin tatbikat sahasına konulmasını temin etmek için var güçleriyle çalışıyorlardı Fakat, birinci teze taraftar olanların başında bulunan Ahmed Cevdet Paşanın ve diğerlerinin gayretleriyle, İslâm fıkıh kitaplarından, zamânın icaplarına uyan meselelerin Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye adıyla asrî bir kânun şeklinde yazılması fikri kabul edildi Ahmed Cevdet Paşa, bu işi yapacak ilmî cemiyete reis seçildi Paşa’nın yazdığına göre, frenk hayranları, câhil softalar, ecnebî kışkırtmalarına âlet olanlar, bu hayırlı işi baltalamak için çok dalevereler çevirmişlerdir Nihâyet Mecelle, 1868’de neşrolundu Ahmed Cevdet Paşa çetin bir mücâdeleden gâlip çıkmıştı Aşağıdaki satırlar onun bu esnâdaki hissiyatını ifâde etmektedir:

“Avrupa kıtasında en evvel tedvin olunan kânunnâme, Roma Kânunnâmesi’dir ki, Kostantiniye (İstanbul) şehrinde ilmî bir cemiyet tarafından tertip ve tedvin olunmuştu Avrupa kânunnâmelerinin esasıdır ve her tarafta meşhur ve mûteberdir Fakat Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’ye benzemez Aralarında pekçok fark vardır Çünkü o, beş altı kânun bilen zat tarafından yapılmıştı, bu ise beş altı fakih (İslâm Hukûkunu bilen) zat tarafından, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır Avrupa hukukçularından olan ve bu defâ Mecelle’yi mütâlaa ve Roma kânunlarıyla mukâyese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zat dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defâ kânun yapıldı İkisi de İstanbul’da oldu İkincisi; tertibi, düzeni ve içindeki meselelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısıyla evvelkinden çok üstün ve müreccahtır Aralarındaki fark da, insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür” (Târih-i Osmanî Mec No 47, s 284)

Mecelle’nin hazırlanmasında hizmeti olan kimseler: 1) Filibeli Halil Efendi, 2) Seyfeddin İsmail Efendi, 3) Şirvanizâde Seyyid Ahmed Hulûsi Efendi, 4) Ahmed Hilmi Efendi, 5) Bağdatlı Muhammed Emin Efendi, 6) İbn-i Âbidinzâde Alâeddin Efendi, 7) Gerdankıran Ömer Hulûsi Efendi, 8) Şeyhülislâm Kara Halil Efendi, 9) İsa Ruhî Efendi, 10) Yunus Vehbi Efendi, 11) Abdüllatif Şükrü Efendi, 12) Ahmed Hâlid Efendi, 13) Karinâbadlı Ömer Hilmi Efendi, 14) Abdüssettar Efendidir Bu zevatın bâzıları Ahmed Cevdet Paşa ile birlikte bugünkü Mecelle’nin hazırlanmasında cidden değerli mesâi sarfetmiş, bâzılarıysa daha az çalışmışlardır

Mecelle’nin yazılması esnâsında pekçok fıkıh kitaplarına ve fetvâ mecmualarına mürâcaat olunmuştur Bu kitapların adları, merhûm Ebü’l-Ulâ Mardin’in Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa ünvanlı eserinin 167’nci sayfasında ve Kayseri eski müftüsü Mes’ûd Efendinin Mir’at-ı Mecelle kitabında yazılıdır

İslâm Hukûku denilince birçok kimsenin hatırına Mecelle gelirse de, İslâm Hukûkunun tamâmı Mecelle’den ibâret değildir Mecelle, yalnız Hanefî mezhebinin muâmelâta âit hükümlerini ihtivâ etmektedir İslâm Hukûku denilince, Hanefî mezhebi ile birlikte diğer üç mezhebin hükümleri de anlaşılır Bu hâliyle İslâm Hukûku, dünyâda benzeri hiç bulunmayan bir hukuk deryâsıdır Bilâhare Mecelle’nin eksik bahislerinin tamamlandığı söylenmişse de şu ana kadar ortaya çıkmamıştır

Mecelle yazılmadan önce, asırlar boyunca bütün İslâm memleketlerinde ve bu arada Osmanlı Devletinde uygulanmış olan İslâm Hukûkunun bâzı hükümleri, Mecelle ile her an herkesin mürâcaat edip, kolaylıkla anlayıp tatbik edebileceği sâde maddeler hâline getirilmiş ve bu durum büyük bir hizmet olmuştur

Mecelle’nin içindeki konular: Mecelle, İslâm medenî kânununun akitler ve borçlar kânunu ile sivil muhâkeme usûlünü içine alan bir kânunnâmedir (Bkz Kânunnâme) Bu, Osmanlı Medenî Kânunu olmak üzere 17 Eylül 1876 (26 Şâban 1293) târihinde îlân olunmuştur

Mecelle kitâbında, bir başlangıç ile on altı kısım vardır Hepsi bin sekiz yüz elli bir (1851) maddedir Başlangıç, Fıkıh Temel bilgileri olup, yüz birden dört yüz üçüncü maddeye kadardır İkinci kısım, Kirâ bilgileri olup, altı yüz on birinci maddeye kadardır Üçüncü kısım, Kefil Olmak bilgileridir Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır Dördüncü kısım Havâle bilgisi, yedi yüzüncü maddeye kadardır Beşinci kısım, Rehin olup, yedi yüz altmış birinci maddeye kadardır Altıncı kısım, Emânet’tir Sekiz yüz otuz ikinci maddeye kadardır Yedinci kısım, Hibe bağışlamaktır Sekiz yüz sekseninci maddeye kadardır Sekizinci kısım, Gasb ve Zarar’dır Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır Dokuzuncu kısım, Hicr ve İkrâh’dır Bin kırk dördüncü maddeye kadardır Onuncu kısım, Şirketler ve Sosyal Bilgiler’dir Bin dört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır On birinci kısım, Vekâlet’tir Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır On ikinci kısım, Sulh ve Afv’dır Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır On üçüncü kısım, İkrâr’dır Bin altı yüz on ikinci maddeye kadardır On dördüncü kısım, Da’va’dır Bin altı yüz yetmiş beşinci maddeye kadardır On beşinci kısım, İsbât ve Yemin’dir Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır On altıncı kısım, Hâkimlik’tir Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır

İktisâdî ve Ticârî İlimler Dergisinin 1969 da basılmış, yirmi üçüncü sayısında, profesör Dr Yılmaz Altuğ diyor ki: “İsrail Devletinin hukûku, memleketin târihi gelişimini aksettirir hâldedir Temel medenî kânun, Osmanlı Devleti zamânından kalma Mecelle’dir Mecelle, Filistin’in İngiliz idâresine geçtiğinde, aynen bırakılmış, sonra 1948’de İsrail Devleti kurulunca değiştirilmemiştir

Mecelle, Osmanlı Devletinin resmî kânunnâmelerinden biriydi 1918’den sonra Osmanlı Devletinden ayrılan memleketlerde, daha sonra buralarda kurulmuş olan devletlerde (yeni kânuna tâbi olarak) Mecelle hükümleri cârî kalmıştır Bu ülkelerde Mecelle, modern lâik mahkemelerce medenî kânun olarak tatbik edilegelmiştir Nihâyet Lübnan’da (1932), Suriye’de (1949) ve Irak’ta (1953) Mecelle’nin yerini yeni medenî kânunnâmeler almıştır Daha önce 1878’de Osmanlı Devletinden ayrılmış olan Kıbrıs’ta ve İsrail ile Ürdün’de hâlâ medenî hukûkun esâsını, Mecelle teşkil etmektedir

Türkiye’de 1926 yılında, Mecelle ile birlikte bütün İslâm Hukuku ve şer’i mahkemeler kaldırılmıştır Aynı şey, 1928’de de Arnavutluk’ta yapılmıştır Bosna ve Hersek’te de yalnız şuf’a müessesesi muhâfaza edilmiş olmakla birlikte Mecelle kaldırılmış, İslâm Hukûku bâzı bakımlardan ahvâl-i şahsiyye (statut personnel) vasiyet ve vakıf gibi konularda Müslümanlara uygulanmaya devâm etmiştir Bütün bunlara normal mahkemelerde bakılmıştır

Mecelle cemiyeti, vakitsiz kapatılmış olduğundan, bu mühim eser de tamamlanamamıştır Medenî kânunun mühim konularından olan evlenme, boşanma, gaib, mefkud, vakıf, vasiyet, miras mevzuları Mecelle’de eksik kalmıştır Yalnız bu konular fıkıh kitablarında geniş olarak yazılmıştır Her meselenin dindeki hükümleri açıklanmıştır

Mecelle’nin yazılış tarzı: Mecelle’nin üslûbu bir kânun kitabı olarak şâheserdir Fesâhet ve belâgatla yazılmıştır Bilhassa başındaki 99 fıkıh kâidesinin çoğu, dilimize ezberlenmesi kolay cümleler hâlinde girmiştir Bunlarda Ahmed Cevdet Paşanın akıcı ve düzgün ifâdesi hissedilmektedir Fakat o devrin Türkçesi hakkında ve o konularda bilgisi olmayanlar Mecelle’yi kolayca anlayamazlar

Mecelle’nin başındaki küllî (genel) kâidelerin çoğu, İslâm fakihlerinden İbn-i Nüceym’in Eşbah ve’n-Nezâir adlı eseriyle Mecâmı Şerhi’nden alınmıştır

Mecelle’nin şerhleri: Mecelle’nin çeşitli lisanlarda şerhleri, açıklamaları kaleme alınmıştır Bunlardan, Osmanlıca olarak yazılmış Ali Haydar Efendinin Dürerül-Hukkâm ve Hacı Reşid Paşanın Rûhul-Mecelle, Kayseri Müftüsü Mes’ud Efendinin Arapça olarak yazdığı Mir’atül-Mecelle ve Fransız G Snopian’ın Code Civil Ottoman adındaki eserler meşhur olanlarındandır Bunları okuyan garp bilginleri, İslâm Hukûkuna ve İslâmiyetteki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar

Mecelle’den seçme maddeler: Mecelle’nin çeşitli maddelerinden alınmış “sosyal” nitelik taşıyan hükümlerinden bâzıları şunlardır:

Madde 912- Birinin ayağı kayıp da düşerek başkasının malını telef etse öder

Madde 914- Kendi malı sanarak, başkasının malını telef eden öder

Madde 915- Başkasının elbisesini çekip de yırtan, tamâmen kıymetini öder Elbiseyi tutup, sahibi çekmekle yırtılsa, yarısını öder

Madde 916- Çocuk, birinin malını telef etse, çocuğun malından ödenir Malı yoksa, malı oluncaya kadar beklenir Velisi ödemez

Madde 918- Birinin binâsını yıksa, sâhibi dilerse, enkâzı ona bırakıp binânın kıymetini alır Yâhut enkâzı ve değer farkını birlikte alır Ağaçlarını kesmek de böyledir

Madde 919- Yangını durdurmak için bir evi, Hükümetin emri ile yıkan ödemez Kendiliğinden yıkan öder

Madde 921- Mazlum olanın, başkasına zulm etmeye hakkı yoktur Her ikisi de öder Meselâ sahte para alan, bunu başkasına veremez

Madde 922- Birinin malının telef olmasına sebep olan, öder Ahırın kapısını açıp hayvan kaçarak zâyi olsa, öder Hayvanı ürkütüp kaçıran da böyledir

Madde 926- Yoldan geçene zarar veren, öder

Madde 927- Hükümetin izni olmadan yolda oturup satış yapılamaz

Madde 928- Duvarı yıkılıp, birinin malına zarar verirse, önceden, duvarın yıkılacak, tâmir et gibi ikâz yapılmışsa öder

Madde 929- Başı boş bırakılmamış bir hayvanın kendiliğinden yaptığı zararı sâhibi ödemez Sâhibi görüp, men’ etmezse veya hayvanın, tehlikelidir, çâresine bak, denilmişse, öder

Madde 934- Yolda hayvanı bağlamaya, aracını park yapmaya kimsenin hakkı yoktur Park yerlerinde durdurabilirler

Madde 1013- Bir binâya ortak olarak mâlik olan kimselere (Hisse-i şâyı’a sâhibi) denir Bir binânın yarısı Ahmed’in, üçte biri Ömer’in, altıda biri Ali’nin olsa, Ahmed hisse-i şâyı’asını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır Ömer, hissesine göre iki misli alamaz

Madde 1023- Karşılıksız hediye ve vasıyet gibi temliklerde şüf’a hakkı olmaz

Madde 1031- Şüf’a hakkı bulunan kimsenin, satış yapıldığını işitince, hemen hakkını istemesi, iki şâhit yanında tekrar söylemesi ve bir ay içinde mahkemeye başvurması lâzımdır

Madde 1036- Müşterinin teslim etmesiyle veya hâkimin karar vermesiyle, şüf’a sâhibi satılan binâya mâlik olur

Madde 1198- Komşusuna (zarar-ı fâhiş) yapamaz Kullanmaya mâni olan şeyler, zarar-ı fâhiştir Demirci dükkânı, değirmen, bitişik binâyı sallarsa veya fırın dumânı, yağhânenin pis kokusu, harman tozları, bitişik evde oturulamayacak kadar sıkıntı verirse, değirmenin, bostanın su yolu, evin temelini, duvarını gevşetirse, çöplük bitişik evin duvarını çürütürse, harman yerine bitişik yapılan yüksek binâ, harmanın rüzgârını keserse, manifaturacı dükkânı yanında yapılan aşcı dükkânının dumanları kumaşlara zarar verirse, lâğım, kanalizasyon yollarının sızıntılarından komşu duvarı zarar görürse, sonra yapılanlar zarar-ı fâhiş olup, men’ edilirler

Madde 1201- Evin havasını, manzarasını, güneş görmesini kapatmak, zarar-ı fâhiş sayılmaz Bir odanın ziyâsını (aydınlığını) tamâmen kesmek, zarar-ı fâhiş olur

Madde 1202- Mutbah, kuyu başı, ev aralığının görünmesi zarar-ı fâhiştir Araya duvar, perde yapması, lâzım olur

Madde 1210- Arada müşterek olan duvarı, bir ötekinin izni olmadıkça yükseltemez ve üzerine binâ yapamaz

Madde 1224, yol, su yolu, kanalizasyon zarar-ı fâhişi olmadıkça, eskiden kalanlarına dokunulmaz

Madde 1226- Bir kimse, verdiği izinden vazgeçebilir Meselâ tarlasından geçmeye izin vermişken, men edebilir

Madde 1228- Arsasından geçmekte olan su yolunun geçmesine ve arsaya girilip tâmir olunmasına mâni olamaz Yeniden su yolu geçirilmesine mâni olabilir

Madde 1243- Dağlardaki ağaçlar ve otlar herkese mübahdır Ağaçları kesen mâlik olur

Madde 1255- Mübah şeyleri ele geçirmekte kimse kimseye mâni olamaz

Madde 1265- Denizler, büyük göl ve nehirler, şehirlerden uzak sâhipsiz arâzi ve dağlar, herkese mübahtır Fakat, başkasına zarar vermemek şarttır

Madde 1281- Şehirden uzak, sahipsiz yerde kuyu kazan, bunun (harim) ine mâlik olur Yirmi metre yarı çapındaki dâire içi, merkezindeki kuyunun harimi olur

Madde 1291- Şehir içindeki kuyunun harimi olmaz Herkes mülkünde kuyu kazabilir

Madde 1313- Değirmen, hamam, apartman gibi taksim olunamayan mülk harap olup, tâmirini istemeyen ortak bulunursa, hâkimin izni ile tâmir edilip, sonra hissesine düşen para ondan alınır

Madde 1314- Müşterek bir binâ yıkılınca, yeniden ortaklaşa yapılmasını istemeyen olursa, buna cebr olunmaz Arsa taksim edilir

Madde 1315- Apartman yıkılınca herkes kendi katını yaptırır Alttaki yaptırmazsa, üstekiler, hâkimin izni ile, hepsini yaptırıp, alttaki hissesini verinceye kadar, katını kullanamaz

Madde 1321- Sâhipsiz nehirleri, Beytülmâl ayıklar Beytülmâlde para yoksa, masrafı oradan sulama yapanlardan alınır

Madde 1327- Müşterek kanalizasyonu temizlemek masrafı aşağıdan başlar Şöyle ki, en aşağıdaki evden, arsadan başlayıp bunun masrafını hepsi öder Yukarıdaki arsalardaki kısımların masraflarına aşağıdakiler iştirak etmezler

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #85
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Mecidiye (Mecidî) Nişanı
Sultan Abdülmecîd Hanın (1823-1861) 1851’de çıkardığı nişan, mecîdî nişânı

Asıl adı “mecîdî nişanı” olmasına rağmen halk arasında mecidiye nişanı adıyla anılmaktadır Mecidiye nişanının beş rütbesi vardı Birinci rütbesinden 50, ikinci rütbesinden 150, üçüncü rütbesinden 800, dördüncü rütbesinden 3000 ve beşinci rütbesinden 6000 adet basıldı Yalnız birinci rütbenin murassaı (değerli taşlarla süslemesi) bulunmaktadır Mecidiye nişanının ortasında çemberle çevrili kabarık kısımda bir tuğra yer alır Bu kısmın etrâfında kırmızı mineli bir fon üzerinde “gayret, hamiyyet, sadâkat” kelimeleri; altındaysa, 1268 (1851) târihi yazılıdır Kordon ucuna asılan birinciyle, boyuna asılan ikinci ve üçüncü rütbeli nişanlar, hemen hemen aynı büyüklüktedir Dördüncü rütbe daha küçük, beşinci rütbeyse en küçük olanıdır Beşinci rütbe gümüş olup, diğerleri altındandır

Mecidiye nişanı ilmiye ve askeriye mensuplarından üstün hizmet ve muvaffakiyet gösterenlere verilirdi Birinci ve ikinci rütbelerin sâhiplerine nişanları, padişahın huzurunda takılırdı

Beratla verilen ve kullanılan mecidiye nişanı, kayd-ı hayat şartıyle verilir, nişan sâhibinin ölümünde hazineye iâde edilirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #86
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Meşrutiyet
Hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento idâresi Bu idâre şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır Osmanlı tarihinde 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan iki ayrı devreye meşrûtiyet devirleri adı verilir

Batı’da demokrasinin tekamülü, halkın ekseriyetine mâlolan büyük ve çoğu kanlı mücâdeleler netîcesinde mümkün oldu Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde halk, ülke idâresinde söz sâhibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı Çünkü Osmanlı idâresi, bir hânedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün işleri İslâmiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her köşesinde adâlet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi Avrupa’daki hânedanlar ve krallar ise keyfî idâreleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrûtiyet hareketleriyse, halktan gelen birer hareket olmadı Bâzı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihânete kadar vardı 1850’li yıllara kadar Osmanlı pâdişâhı, devletin ve milletin sâhibi olarak, bütün güçleri elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi Ayrı din ve milliyetlerden müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idâresinde bundan başka bir şekil düşünmek de mümkün değildi Nitekim günümüzde de şeklî görüşü ne olursa olsun muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur

Osmanlılarda hükümdârın temsil ettiği kuvvetlerin ve sâhip olduğu yetkilerin elinden alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin gelişmesine değil, devletin birlik ve berâberliğinin kaybolmasına yol açtı Aslî unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük rol oynadı Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyâletlerde kiliselerden kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp, bağımsızlıklarını kazandılar Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan parlamento müessesesi ancak millî bir devlet yapısı içinde aslî fonksiyonunu kazanabilmektedir Aksi hâlde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir Meselâ, Birinci Meşrûtiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce târihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı

Meşrûtiyet rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek yegâne çâre olarak görülmekteydi Osmanlı Devleti tedricen dünyâ siyâsetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanâyi inkılâbını gerçekleştirip, teknolojik sâhada önemli mesâfeler almaya başlaması üzerine, dünyâ siyâsetindeki ağırlıkları artmaya başladı Sanâyileşme gayretleri içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı Gerilemesinin esas sebebi din ve kültürü değil, değişen dünyâ şartlarına intibak edememesiydi Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı Türk târihindeki her ilerici hamle üstten ve idâreci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk teşebbüsler de pâdişhalar tarafından ele alındı Pâdişahlar tarafından çeşitli kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecîd ve Abdülazîz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması oldu Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi sağlanmak istendi

Ancak her defâsında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dâhilden ve hâriçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı Genç Osman ve Üçüncü Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmûd Han (1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gâileler; Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Hanın tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep buydu Meselâ Sultan Abdülazîz Han (1861-1876) devrinde alınan borçlarla dünyânın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu Alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşâsına harcandı Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler, Abdülazîz Hanın şahsında sömürge imparatorluklarının, dünyâ hâkimiyetlerinin yıkılışını görür gibi oldular Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülazîz Hanın şehit edilmesine, Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği gibi, aynı orduya bir daha sâhip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi Abdülazîz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil etmemekle berâber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askerî yıkımdan dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı

Meşrûtiyetin îlânında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek, bunların ve bunların hâmiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu kazanmak arzusu, önemli rol oynadı Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi Osmanlı Devletinin Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu Osmanlı Devleti zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri arttı Öyle ki, son yüz yıllık devri âdeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak geçti Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok medenî devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sâhiptiler Ancak bunun yanında bâzı mükellefiyetleri de vardı Meselâ cizye ve vergi verirlerdi Devletin son zamanlarında karşılaştığı dâhilî meseleler adâletli ve istikrarlı bir idâre sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin tahrik ve teşvikleri yüzündendir Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin tespit edilmiş bir politikası vardı Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler, Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hâmiliğini üstlenmişlerdi Katoliklik Fransızlarca, İkinci Mahmûd Han devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce resmî mezhep olarak tanıttırıldı Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler Hıristiyan azınlıkları ilk isyâna sevk eden Çar Deli Petro’dur Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar Rusya, 1830’lardan îtibâren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücâdelesine girişti İngilizler 1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Vâliliği sırasında her il ve ilçede açtıkları konsolosluklar vâsıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler

Osmanlı Devletinde meşrûtiyet konusundaki ilk fikrî faaliyetler, Genç Osmanlılar arasında başladı Ebuzziyâ Tevfik, Ali Suâvî, Nâmık Kemâl, Agâh Efendi, Ziyâ Paşa ve Şinâsî gibi batı kültürüne sâhip şahıslar, meşrûtiyet gelince devletin bütün meselelerinin çözüleceğine dâir bir inanç içindeydiler Devletin, içinde bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idâre sistemini benimserse kurtulabileceğini zannediyorlardı Batı’daki müesseseleri, kendi târihî gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı

Bu sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa, Sadrâzam Fuâd Paşa tarafından verâset haklarından mahrûm edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti aleyhine çalışmalara başladı Matbûât yoluyla meşrûtiyet mücâdelesine girişmiş olan Genç Osmanlılar Âlî Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak Mustafa Fâzıl Paşanın çevresinde toplandılar Paris ve Londra’da çıkardıkları gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vâsıtasıyla yurda sokarak, meşrûtiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, Sultan Abdülazîz Hanın Fransa seyâhati sırasında pâdişahtan özür dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar 1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda kalan bütün siyâsî göçmen gruplarının müşterek husûsiyeti, memleketleri aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümûnelerinden mahrum kaldılar

Birinci Meşrûtiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet ricâlinin çalışmaları neticesinde îlân edildi Mütercim Rüşdî Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdârın yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrûtiyete karşıydılar Sadrâzam Midhat Paşa ve Askerî Mektepler Nâzırı Süleymân Paşa ise, meşrûtiyet taraftarıydılar Sultan Abdülazîz Hanın tahttan indirilip, Beşinci Murâd Hanın yerine getirilmesi meşrûtiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı Ancak Sultan Abdülazîz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murâd Hanın sinirleri bozuldu Bu sırada vukûa gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürülmesi (Bkz Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir gelişme oldu Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar arasında İkinci Abdülhamîd Han 31 Ağustos 1876’da pâdişâh oldu 10 Eylül 1876’da okunan Cülûs-ı Hatt-ı Hümâyûnunla Kânûn-ı Esasî’nin hazırlanması için Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi Midhat Paşanın meşrûtiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu Hiçbir devletin anayasasını tetkik etmediği gibi Meşrûtiyet idâresi hakkında da esaslı bir fikir sâhibi değildi Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mîmârı olarak kendisini göstermek ve makam sâhibi olmaktı

Kânun-i Esâsî; on altısı yüksek mülkî memur, onu ulemâdan, ikisi de Ferik (Orgeneral) rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi Hıristiyandı) tarafından hazırlandı Komisyonda Ziyâ Paşa ve Nâmık Kemâl de vardır Sadrâzam ve bütün nâzırların pâdişâh tarafından tâyin ve azli, pâdişâha karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kânûn-i Esasî’de aynen yer aldı Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, âyân ve mebûsan meclislerinin işleyişi, illerin idâresi ayrı ayrı belirtildi Heyet-i Vükelâya (Bakanlar Kuruluna) kânun hükmünde kararnâme çıkarmak yetkisi verildi Pâdişâh istediği zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sâhipti Kânûn-ı Esâsî, dar mânâda kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir Yasama yetkisinin Meclis-i Umûmî, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükelâ ile berâber kullanılmasına karşılık son söz yine Pâdişâha âitti

Yüz kırk maddeden ibâret olan ön tasarıda Sadrâzamlık makâmı Başvekâlet hâline getirilip, nâzırların seçimi de ona bırakılıyordu Heyet-i Vükelâyı parlamentoya karşı mesul tutarak Pâdişâhlık makâmını tamâmen sembolik bir mevki hâline getiriyordu Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerine dâir bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen kaldırılıp, Türkçenin resmî dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı Pâdişâha, siyâsî bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113 madde, bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dâhil edildi Halbuki bu yetki Tanzimât Fermânı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan Abdülhamîd Han, Midhat Paşayı iknâ edemedi Zîrâ Midhat Paşa, ölene kadar iktidarda kalacağını zannediyordu Böylece kendi rakiplerini ve muhâlif olanları sürebilecekti Midhat Paşa, Pâdişâhın nüfuzunu ortadan kaldırmak için Kânûn-ı Esâsî’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefâleti altına koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı Midhat Paşa, buna mâni olamadığı için, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa başta olmak üzere hayli tenkit edildi Nâmık Kemâl; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul etmeyiz Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrûtiyetten vazgeçilmelidir” diyordu

O sırada toplanan Tersâne Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Vâlisi Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Bâbıâlî’yi tebrike geldi Kânûn-ı Esâsî 23 Aralık 1876’da Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Paşa tarafından ulemâ, askerî erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemâat reisleri önünde Bâyezid Meydanında okundu Toplar atılarak Kânûn-ı Esâsî îlân olundu Hâriciye Nâzırı Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kânûn-ı Esâsî’yi îzâh etti

Meşrûtiyetin mîmârı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü geçen 113maddeye dayanılarak sürgün edildi Sadrâzamlığı esnâsında Bosna-Hersek eyâletinde başlayan Hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emretmiş ve tatbik ettirmişti Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümâyişler yaptırıyordu Bunu duyan Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa onu desteklemekten vazgeçti Pâdişâhın aleyhinde çeşitli yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamîd Han, İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi

19 Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebûsan büyük bir merâsimle açıldı Dârülfünûn (Üniversite) için yapılan binâ, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi Meclisi bizzât İkinci Abdülhamîd Han açtı Pâdişâhın nutkunu Mâbeyn Başkâtibi Küçük Saîd Bey okudu Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi kendi iç idârelerinde muhtar eyâletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki dereceli bir seçimle parlamentoya girdi Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi oldu Meclisin, hükûmeti düşürme yetkisi yoktu Birinci Meşrûtiyetin Osmanlı parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını isteyebiliyordu Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya koyamıyorlardı Bunun üzerine İkinci Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebûsan’ı süresiz olarak tâtil etti Böylece, Birinci Meşrûtiyet 1 yıl 1 ay 21 gün sürmüş oldu Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı Milletvekillerinin görevleri sona ermesine rağmen, âyân üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son verilmedi Âyân üyeleri, hayatları boyunca “Âyân Üyesi” ünvânını taşıdılar Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrûtiyet parlamentosuna dâhil edilmişlerdi

Meşrûtiyetin ikinci defâ îlân edilip süresiz tâtile giren Meclis-i Mebûsanın yeniden toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmânî ismiyle birkaç kişi arasında kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı Bu cemiyet daha sonra İttihat ve Terakkî ismini aldı 1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı Hükûmete ve Pâdişâha muhâlif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı Sıkı şekilde tâkip edilmeye başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükûmet aleyhine, Meşrûtiyetin îlânı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya başladılar Fransız İhtilâlinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merâsimleri dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rızâ da orada kalarak Jön Türk hareketinin liderliğini ele aldı Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı layihalarda o da meşrûtiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibâret kaldı Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dâir araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar

Jön Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sâhibi olmak hüviyetini taşımıyorlardı Ülkenin ve çağın sosyal, siyâsî şartlarından habersiz, gerekli fikir olgunluğundan mahrumdular

İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı Kongreye İttihat ve Terakkî üyeleri Prens Sabahaddîn ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri Meşrûtiyetin îlânı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere göre mahallî muhtâriyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil ediyordu Ahmed Rızâ ile Prens Sabahaddîn arasında kongrede ortaya çıkan anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep oldu

Ahmed Rızâ, Meşrûtiyetin îlânı için yabancı devletlerin müdâhalesi fikrini reddederken Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens Sabahaddîn bunu savunuyordu Yine bu kongrede hâtırât yazılmaması, bu işin teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu heyet teşekkül ettirilmemiştir Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine âit İttihat Terakki hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır Almanya 1898’den îtibâren Meşrûtiyet idâresi için İttihat ve Terakkî hareketine gizlice yardım etmeye başladı İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya başladılar Fakat bu ihtilaf Meşrûtiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı

Sultan İkinci Abdülhamîd Han sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin hâkimiyetinde olan bir meclis yapısına müsâit yeni bir anayasa hazırlattırıp, tatbik ettirmeyi düşünüyordu Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu subaylarından, Enver ve Niyâzi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik, Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet îlân edildi Bunun üzerine Sultan Abdülhamîd Han 23 Temmuz 1908’de Kânûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı Rumeli’de büyük gösterilerle îlân edilen Meşrûtiyet, İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirnâme ile Kânûn-ı Esâsî’nin yürürlüğe girdiği belirtilerek Birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânunu mûcibince seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi İkinci Meşrûtiyet bir fikir ve doktrin hareketi değildi Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlara göre Meşrûtiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve tesbit etmek gereği de duyulmamıştır İttihat ve Terakkî hareketinin ise kendine âit bir lideri, programı ve fikri yoktu Meşrûtiyetten önceki gizliliğini sonra da devâm ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve cinâyetlere yol açtı İttihatçılar yeni kurulan hükûmette vazîfe almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye edildiler Sultan İkinci Abdülhamîd Han muhâliflerini maaşla merkezden uzaklaştırırken, İttihatçılar sûikast tertipleyerek öldürmeye başladılar

İkinci Meşrûtiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar Îlân edilen umûmî afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silâhlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi 17 Aralık 1908’de toplanan Meclis-i Mebûsandaki azınlık mebusları ekseriyette olup, meclis, Birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sâhası hâline geldi Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandasky de dâhil olmak üzere mebus seçildiler Sason İsyânı tertipcilerinden Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular Balkan Harbinde dünyâ askerlik târihinin en son kale müdâfilerinden Hasan Rızâ Paşayı İşkodra Muhârebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptanî ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı 266 mebustan sâdece 137’si Türk’tü

31 Mart Vak’asından sonra Kânûn-ı Esâsî’de çok büyük değişiklikler yapılarak pâdişâhın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı Veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi Bundan sonra pâdişâhlık makâmı hilâfet ve saltanatın kaldırılışına kadar sembolik yetkileri olan bir mevkî hâline geldi Sultan Beşinci Mehmed Reşâd, meşrûtiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek pâdişâh oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #87
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Mihaloğulları
Osman Gâzi döneminde Hıristiyanken Müslümanlığı kabul ederek Osmanlıların hizmetine giren Mihal Bey (Köse Mihal)in soyundan gelen akıncı âilesi

1313’te İslâmiyeti kabul eden Mihal Gâzi ilk devir Osmanlı fetihlerinde önemli rol oynadı(Bkz Köse Mihal) Köse Mihal’in oğulları Ali, Aziz ve Balta beyler âilenin ilk akıncı komutanlarındandı Balta Beyin oğlu İlyas Bey Yıldırım Bâyezid devri fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdi 1402 Ankara Savaşına katıldı Azîz Beyin oğlu Gâzi Mihal de Rumeli fetihlerinde önemli rol oynadı Bunun oğlu Mehmed Bey 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı şehzâdelerinin saltanat mücâdelelerinde Mûsâ Çelebi’ye Beylerbeyi oldu Ancak sonradan Çelebi Mehmed’i destekledi ve onun iktidârı ele geçirmesiyle de hizmetine girdi Şeyh Bedreddîn isyânı sırasında iftiraya uğrayarak bir müddet Tokat’ta tutuklu kaldı

Sultan İkinci Murâd’ın saltanatı sırasında, Evrenos, Turahan ve Gümlüoğlu gibi meşhur akıncı beyleri Rumeli’de hâkimiyetini îlân eden Mustafa Çelebi(Düzmece Mustafa) yanında yer aldılar Bursa’ya kadar gelen bu kuvvetler Osmanlı Birliğini yeniden parçalayacak bir güce erişmişlerdi Ancak tevkif edildiği hapisten çıkarılarak Bursa’ya getirilen Mihaloğlu Mehmed Bey, Ulubat Suyu kenarında Rumeli Beylerini birer birer adlarıyla çağırarak onların Mustafa Çelebi tarafından Murad tarafına geçmelerini temin eyledi

İkinci Murâd Han 1422 yılında İstanbul’u muhâsara ettiği zaman bu defâ da kardeşi Şehzâde Mustafa isyân ederek İznik’i almıştı Bunu haber alan Pâdişâh, Mihaloğlu Mehmed Beyi akıncılarıyla İznik’e gönderdi Mehmed Bey, İznik’e girdiği sırada Mustafa Çelebi’nin kumandanı Tâceddîn oğlu Mahmûd Bey tarafından öldürüldü (1423) Ancak vaziyete hâkim olan Mihaloğlu’nun akıncıları isyanı önledikleri gibi beylerini öldüren Tâceddîn oğlu Mahmud’u da saklandığı yerde yakalatıp katlettiler

Mehmed Beyin oğulları Yahşi ve Hızır beyler de akıncı kumandanlıklarında bulundular Bunlardan Hızır Bey Plevne’de Yahşi Bey ise İhtiman’daki kuvvetlerin başındaydı Hızır Beyin oğulları Bâli, Gâzi Ali, İskender ve Gâzi Fîrûz beyler Fâtih Sultan Mehmed devrinde önemli başarılar kazandılar Mihaloğullarının en ünlü beyi sayılan Gâzi Ali Bey, 1462 Eflak Seferinde Voyvoda Üçüncü Vlad’ı(Kazıklı Voyvoda) Erdel’e (Transilvanya) kadar kovaladı Bosna’ya akınlar düzenledi ve büyük ganîmetlerle döndü (1463-64) Mehmed Paşa ile birlikte Yanya kuşatmasına katıldı (1464) Semendre’deki bir çarpışmada ünlü Macar komutanı Scilgoyi’yi esir aldı Yaptığı akınlarda düşmanlarına büyük bir korku ve dehşet veren Ali Bey, bölge halkına da o derece adâlet ve hoşgörülü davrandı Bu durum daha sonra bölge halkının tamamının Osmanlı hâkimiyetine geçerek İslâmlaşmasında büyük rol oynadı

Gâzi Ali Bey, daha sonra Fâtih tarafından İmparatorluğun doğu sınırını korumak ve Uzun Hasan kuvvetlerine karşı Tokat baskınına mübâdele olmak üzere, düşman arâzisini vurmağa ve haber almağa memur edildi Otlukbeli Savaşına (1473) katıldı Ertesi yıl kardeşleri Bâli ve İskender beylerle birlikte Macaristan, Venedik ve Arnavutluk üzerine akınlar düzenledi 1478 Mayısında İşkodra’yı muhâsara eden Gâzi Ali Bey, kuşatmaya Rumeli Beylerbeyi Dâvûd Paşanın gelmesi üzerine Venedik’e akınlarda bulundu İkinci Bâyezid Han döneminde Eflâk ve Boğdan’a akınlar düzenleyen Gâzi Ali Bey, 1492’de Alman İmparatoru Maksimilyan’ın kumandanlarından Rodolf dö Keves’in kendisinden kat kat üstün kuvvetlerine karşı giriştiği bir muhârebede şehit düştü

Gâzi Ali Beyin oğullarından Mehmed Bey Çaldıran Savaşında öncü birliklerin komutanlığını yaptı Hersek Sancakbeyliğinde bulundu Kardeşi Hızır Bey de Segedin Sancakbeyiydi (1542) Akıncı Mihaloğulları soyu İhtimalı ve Plevneli olarak iki koldan günümüze kadar gelmiştir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #88
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Mimarbaşı
Osmanlı Devletinde, umûmî olarak inşâ işleriyle meşgûl olan memur

Mîmarbaşıları, diğer şehirlerle birlikte, İstanbul’un îmâr edilmesine çalışırlardı Mîmarbaşılar, pâdişâh ve saray mensuplarının, saray ve köşklerinin yanında, umûmun faydalanması için inşâ ettirilen câmi, medrese, çeşme gibi inşâatlarını yaparlardı Savaş zamânında ordu ile berâber sefere çıkarlar, yıkılan kalelerle, tahrib edilmiş köprüleri tâmir ederler, askerin geçeceği yolları düzelterek, mühimmat geçebilecek hâle getirirlerdi

Mîmarbaşıların maiyetinde “Başmîmar, İkinci mîmar, Kethüdâ ve Çavuş gibi memurlar vardı Kethüdâ ve çavuş, hergün İstanbul’u dolaşır, umûmî yollar, caddeler üzerine veya fakirlerin evlerine tecâvüz edecek tarzda inşâ edilmiş binâları yıktırırlardı Böylelikle zamânımızdaki Belediye Îmar İşleri Dâiresinin vazîfesini görürlerdi

Yaptırılacak binâlar için mimârbaşından ruhsat alma ve plânın tasdik ettirilmesi mecbûriyeti vardı Böylelikle inşâatların kânuna uygun olması kontrol edilirdi Aksine hareket edenler men edilir ve cezâya mâruz kalırlardı Arâzilerin taksiminde çıkan anlaşmazlıkların halledilmesi de mîmarbaşıların vazîfelerindendi Ayrıca su bentlerinin inşâsı, suyun şehre taksimi, kaldırımların inşâsı da bu memurun göreviydi

Mîmarbaşılık yalnızca İstanbul’a münhasır bir memuriyet değildi Mühim hallerde ve büyük şehir merkezlerinde bu isimle anılan vazîfelilere rastlanırdı

Evliyâ Çelebi, meşhur Seyâhatnâme’sinde, Bağdat şehrinin yüksek dereceli memurlarını sayarken emrinde beş yüz kişi çalıştıran bir mîmarbaşıya da yer vermiştir

Şehremini denilen saray memurları da bâzı inşâat işleriyle alâkadârdılar Bu sebeple zaman zaman mîmarbaşılarıyla birbirlerinin vazîfe sâhalarına girerlerdi Geçen zaman içinde bu iki memuriyetin vazîfeleri tamâmen karışmış, ancak mîmarbaşların fennî hususlarda daha bilgili olmaları onları üst dereceye çıkarmıştır 1831 senesinde her iki memuriyet de kaldırılarak Ebniye-i Hassa Müdürlüğü kurulmuş ve vazîfeleri bu memuriyete verilmiştir

Mîmarbaşıları, yalnızca birer inşâat memuru değil, bugün hepimizin sâhip olmakla iftihâr ettiğimiz sanat âbidelerini meydana getiren büyük birer sanatkârdılar Bunlar arasında Mîmar Ayas, Mîmar Kemâleddîn, Mîmar Kâsım, Mîmar Dâvûd, Mîmar Sedefkar Mehmed ve târihimizde erişilmez ve müstesnâ yeri olan Mîmar Sinân, mîmarbaşılık vazîfesinin en güzîde memurlarıydılar

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #89
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Misak-ı Millî
İstiklâl Harbi yıllarında toplanan son Osmanlı Mebuslar Meclisinin aldığı kararlar, “Ahd-i Millî” ve “Mîsâk-ı Millî” adı altında altı maddeden meydana gelir Meclis 28 Ocak 1920’de toplandı Osmanlı Sultanı Vahideddîn Han rahatsız olduğundan, Meclisin açış konuşmasını İçişleri Bakanı Dâmâd Şerîf Paşa okudu “Felâh-ı Vatan” yâni vatanın kurtuluşu istendi Mecliste, Erzurum Mebusu Celâleddîn Ârif Beyin başkanlık ettiği Felâh-ı Vatan grubundaki milletvekillerince Mîsâk-ı Millî hazırlandı Erzurum ve Sivas kongrelerindeki beyannâmeler kabul edildi Millî Kurtuluş Programı hazırlandı ve millî hudutlarımız tespit edilerek, hukuk ve siyâset anlayışı esaslarına göre ortaya kondu

Altı madde hâlinde yazılıp, oybirliği ve heyecanla kabul edilen Mîsâk-ı Millînin girişinde şöyle deniliyordu: “Osmanlı Mebuslar Meclisi üyeleri, yapılacak fedakârlığın en son mertebesine göre hazırlanan aşağıdaki esaslarla, devletimizin istiklâlini ve milletimizin sulh ve sükûna kavuşabilmesi, bunlar gerçekleşmeden Osmanlı saltanatı ve cemiyetinin varlığı ile devâmının imkânsızlığını, hep birlikte kabul ve tasdik etmişlerdir

Mîsâk-ı Millînin altı maddesi şunlardır:

1 Arapça konuşan ancak, 30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesine göre; düşman işgali altında kalan bölge halkının durumu, bunların hür olarak verecekleri oylara göre belirlenmelidir Mütâreke çizgisinin içinde ve dışında kalan bu yerlerin İslâm ve soyca bir olan Osmanlı çokluğunun oturduğu bölgelerin hepsi, hüküm ve fiil bakımından, Anayurttan hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür (Bu maddeye göre; Irak kuzeyindeki Musul-Süleymaniye-Erbil ve Kerkük bölgeleri Türkleriyle Suriye kuzeyindeki Rakka-Halep-Antalya veİskenderun-Hatay kesimlerindeki Türklerin Anayurttan koparılamayacağını belirtiyor, Kıbrıs Adası, Devletler Hukûku bakımından Türkiye’ye âit olduğundan, 1914 sonunda İngiltere’nin tek taraflı ilhakı, hükümsüz sayılıyordu)

2 Halkın, ilk serbest kaldıkları sırada (Haziran 1918’de) verdikleri oylarıyla Anayurda katılma kararını belirten Elviye-i Selâse (Üç Sancak: Kars; Oltu, Olur ve Şenkaya dâhil Ardahan; Artvin ve Avara ile Çürüksu dâhil Batum) için gerekirse yeniden serbestçe oylama yapılmasını kabul ederiz

3 Batı Trakya’nın geleceği de oralarda oturanların serbestçe verecekleri oylara göre belirlenmelidir

4 İslâm Halîfeliğinin Osmanlı Saltanatının ve Hükûmetinin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizinin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır Bu şartlara uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazlarının dünyâ ticâretiyle ulaşımına açık tutulması için bizim de, ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar, geçerli sayılır

5 Azınlıkların hakları, Îtilâf Devletleriyle hasımları ve bir takım ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre (komşu ülkelerdeki Müslümanların da bu haklardan istifâdeleri güveniyle) tarafımızdan sağlanacaktır

6 Millî ve iktisâdî gelişmemize imkân vermek ve daha çağdaş, muntazam idâre ile işleri yürütmek için, her devlet gibi, bizim de gelişmemizi sağlamak üzere tam bir serbestliğe ulaşmamız, hayat varlığımızın temelidir Bu sebeple, siyâsî, adlî, mâlî ve diğerleri gibi gelişmemize engel olan bağların karşısındayız Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da, bu esaslara aykırı olmayacaktır

Türk Millî Mücâdelesinin ana programını, hem de Türkiye’nin millî ve etnik hudutlarını belirten bu Mîsâk-ı Millî; 28 Ocak 1920 Çarşamba günü kabûl edilip, 17 Şubat 1920’de gazete ve ajanslar yoluyla bütün dünyâya îlân edildi Anadolu’da başlatılan Millî Mücâdelenin İstanbul’da Osmanlı Mebuslar Meclisince kabulü, meselenin Devletler Hukûkunca sağlanmasını ortaya koyması bakımından önemlidir Osmanlı Devletinin varlığına ve istiklâline tahammül edemeyen işgalci İtilâf Devletleri, Türk Kurtuluş Mücâdelesine karşı harekete geçti 16 mart 1920’de İstanbul, İngilizler tarafından işgâl edildi Anadolu, Trakya ve Adalar’daki işgâl ve hareketler hızlandı Buna tepki olarak da Türk Milleti, bütün imkânlarını seferber ederek, başlatılan Millî Mücâdeleye katıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #90
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Muâyede
Bayramlaşmak, bayramda birbirini tebrik etmek

Osmanlılarda Ramazan ve Kurban bayramlarının muâyedeleri parlak bir merasimle yerine getirilirdi Devlet erkânı topluca padişaha bayram tebrikine gittikleri gibi, kendi aralarında da ziyâretlerde bulunurlardı

Osmanlı Sarayında bu işe verilen önemden dolayı muâyedenin nasıl yapılacağı kânunnâmelerle tesbit edilmişti Fâtih Sultan Mehmed Hanın çıkardığı Kânunnâme-i Âl-i Osman’ın yirmi beşinci sahifesi bundan bahsetmektedir Bayramlarda, sarayda divan meydanında taht kurulur ve pâdişah burada oturarak tebrikleri kabul ederdi Bu iş özel merâsimle yapılırdı Önce Taht-ı Hümâyûnun etrafında bulunması îcâp eden erkân yerini alır, her şey hazırlandıktan sonra Sultan gelirdi Bu sırada alkışda vazifeli olanlar tarafından “Uğurun açık olsun”, “Pâdişahım devletinle bin yaşa”, “Mağrûr olma pâdişahım, senden büyük Allah var” cümleleri yüksek sesle söylenir ve mehterhâne marşlar çalardı Daha sonra Nakîbüleşraf Efendi Pâdişahın huzuruna gelir, duâ eder ve ayrılırdı Bundan sonra sıraya göre bayramlaşacak olanlar Pâdişahın elini öperek ayrılırlardı Bu iş büyük bir nezâket ve terbiye kuralları içinde olurdu Tebrik merâsimi bittikten sonra Pâdişah, yine saray âdet ve törelerine göre uğurlanırdı

Bayramlaşma bayram günü sabah namazından sonra ve bayram namazından önce yapılır, sonra alayla câmiye gidilip bayram namazı kılınırdı

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.