Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Eğitim & Öğretim > Tarih / Coğrafya

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
bilinmeyen, kavramlar, tarihinde, türk

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #61
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



İzn-i Sefine
İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçecek, yabancı gemilere verilen izinlere karşılık alınan resim (harç, vergi)

Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu Hisarını tamir ettirip, Rumeli Hisarı'nı yaptırdığı sene (1452), ilk defa sefîne harcı alınmaya başlandı İstisnasız bütün yabancı gemilerin muayenesi ile geçme hakkı alındıktan sonra gitmelerine müsaade ediliyordu 1650-1669 yıllarında yapılan antlaşmalara göre, izn-i sefînenin miktarı, gemi başına 300 akçe olarak tespit edildi Ancak sonraki yıllarda, gemilerin buharlı ve yelkenli olmalarına göre farklı ücretler alındı Geçişlerden o zamanki paraya göre, senelik, ortalama olarak, 2500 altın gelir sağlanıyordu

İzn-i sefîne fermanları, ekseriya isim yerleri açık olarak, Dîvân-ı Hümâyûn kalemince hazırlanırdı Alınan paralar, devletin umumî gelirleri kısmına dahil edilmezdi Bunlar, önceleri Dîvân-ı Hümâyûn kalemine ayrılırken, sonraları liman idaresine bırakıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #62
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Jön Türkler
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı Devleti'nde, batı tarzı idare ve fikirlerin gelişip yayılması için çalışanlara verilen isim

“Yeni Osmanlılar” veya “Genç Türkler” de denilen bu grup mensupları, Avrupalıların verdikleri Fransızca “Jeunnes Turcs” adıyla meşhur olmuşlardır Bu tabir, umumî olarak, o yıllarda Avrupa’da politika, fikir ve edebiyatta aşırılık taraftarı gençlere veriliyordu Yeni Osmanlılar için ise, ilk defa Mustafa Fazıl Paşanın yayınladığı bir mektupta, “Yeni Osmanlılar” karşılığı olarak kullanılmıştır Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından yönlendirilen ihtilâlcilerin tamamının ortak adı olmuştur

Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1789 Fransız İhtilâlinden sonra Avrupa’da süren 1830 ve 1848 ihtilâllerine ve bunların neticesinde ortaya çıkan fikir hareketlerine heveslenenler tarafından, 1865’te, gizli bir teşkilât olarak, İstanbul’da kuruldu Yine bu tarihte, Mısır Hidivi Kavalalı İsmail Paşa, veraset usulünü değiştirerek, kardeşi Mustafa Fazıl Paşayı bütün haklarından mahrum etti İkbal küskünü olan bu paşa, Abdülaziz Han'a ve üst kademe devlet adamlarına düşman kesildi İntikam için, Jön Türklerin arasına katıldı ve başlarına geçerek, onları bilhassa maddî yönden büyük çapta destekledi

Mustafa Fazıl Paşanın, Abdülaziz Hana hitaben, Paris’te yazdığı ve küstahça ifadelerin yer aldığı mektup, 1867’de Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı ülkesinde binlerce adet bastırılıp dağıtıldı Mektup, meşrutiyet fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devletine ve bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu Bu mektubun akabinde, Mustafa Fâzıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları çoğalıyordu Jön Türkler, bu yayınlarından, mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade, belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar Namık Kemal, Ali Süâvî ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleri ile dile getirdikleri fikirleri, “Osmanlı Devletine meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi” şeklinde özetlenebilir Bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar Çoğu, ihtilâl ve kanlı mücadele istedi, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü Abdülaziz Hanın Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişahtan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup aralarından ayrıldı Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler, bir müddet çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler Birinci Meşrutiyetin ilanı ile canlanan Jön Türkler (Yeni Osmanlılar Cemiyeti), zararlı faaliyetleri görülünce, İkinci Abdülhamid Han tarafından kapatılarak ortadan kayboldu Böylece, Jön Türklerin birinci devre faaliyeti sona erdi

Bundan sonra, yurt içinde ve dışında kurdukları birçok dernek ve yayınladıkları, sayıları yüze varan dergi ve gazete ile, İkinci Abdülhamid Hanın şahsında devlete karşı kesif bir propagandaya girişen Jön Türkler, sıkı bir işbirliği içinde oldukları Fransız ve İngiliz hükümet çevrelerinden destek gördüler Nitekim, 4 Şubat 1902’de Paris’te toplanan Birinci Jön Türk Kongresi, Fransız Senatosu üyesi Lafeuvre Contalis’in evinde yapıldı Bu kongreye, Osmanlı Devletinin hakim olduğu hemen her bölgeden çağrılan delegeler katıldı Bunlar arasında bulunan her din ve milliyetten insanın ortak vasfı, Osmanlı Devletine karşı olmaktan ibaretti Bunun dışında, aralarında hiçbir bağ ve fikrî birlik bulunmayan bu insanlar, aralarındaki sen-ben çekişmesi sebebiyle, kongreyi başarısız bir şekilde sona erdirdiler Delegeler, Osmanlı Devletinin yıkılması hariç, başka hiçbir noktada birlik olamadılar

27-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan İkinci Jön Türk Kongresine; İttihat ve Terakki, Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetleri yanında, Ermeni Taşnaksutyun Komitesi de katıldı Kendi aralarında birlik olmamasından yakınılan bu kongrede; Osmanlı Devleti aleyhine en ağır ithamlar yapıldıktan sonra, İran Mebusan Meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar vs çetelerinin, devlete karşı olan isyanlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek, ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi

Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde, ön planda meşrutiyet ve hürriyet fikirleri görünüyorsa da, her grup ve şahsın ayrı ayrı maksatları vardı Azınlıklar istiklâl, hiç değilse muhtariyet kapmak, şahıslar ise şahsî hırs ve arzularını tatmin etmek peşindeydiler Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak isteyenler tarafından methedilen Jön Türklerin faaliyetleri ise, devletin yıkılışını hızlandıran belli başlı sebeplerden olmuştur Batı dünyası karşısındaki tavırlarının taklitten öteye geçememesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ Mithat Paşa'da olduğu gibi, kendi ailelerini hanedan yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, Rum-Ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri, bu faaliyetlerin en acı tarafı olmuştur Netice olarak, Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilaller, isyanlar, hükümet darbeleri ve savaşlarla yok etmişler, çıkarılan idaresizlik, kargaşa ve savaşlar ortamı içinde, milletin felâketini hazırlamışlardır Birinci Dünya Savaşı, Jön Türk faaliyetinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi, yine yurt dışına kaçmışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #63
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kabakçı Mustafa İsyanı
Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hanın tahttan indirilerek yerine Dördüncü Mustafa Hanın geçirilmesiyle neticelenen isyan Kastamonulu olan Kabakçı Mustafa’nın Mayıs 1807’de, âsîlerin lideri seçilmesinden önceki hayatı bilinmemektedir

Kabakçı Mustafa isyanının sebepleri çok çeşitlidir On sekizinci yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti, içte ve dışta çeşitli düşmanlarla mücadele ediyordu 1789 Fransız ihtilâlinden sonra Avrupa’da meydana gelen olaylar, Osmanlı ülkesini etkilemedi Hattâ Sultan Üçüncü Selim Han, “Nizâm-ı Cedîd” adı ile askerî, mülkî, idarî, ticarî, içtimaî ve siyasî bir dizi ıslahat teşebbüslerine girişerek, devlete yeni bir hayatiyet ve canlılık getirdi Bu durum; Rusya, Fransa ve İngiltere’nin hoşuna gitmedi 13 Aralık 1806’da çıkarılan Sırp isyanı, 1807’de Rusya’ya harp ilanı ve İngiliz donanmasının İskenderiye’yi işgali, tamamen Osmanlı Devletinin bu gelişme programını önlemeye yönelikti Nitekim bu faaliyetler, içeride de, Selim Hanın kurduğu modern Nizâm-ı Cedîd ordusunu istemeyen yeniçeriler ile menfaatperestleri ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını isteyen hainleri harekete geçirdi Akkâ yenilgisini bir türlü unutamayan Fransızların İstanbul Sefîri Sebastiani’nin teşviki ve Selânikli Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın tahrikleriyle âsiler, ayaklanmaya hazır hâle geldiler Karadeniz Boğazı tabyalarındaki yeniçeriler ve yamaklar, gizlice, modern ve talimli yeni askerlere karşı kışkırtıldılar Sadaret Kaymakamı Köse Musa’nın telkinleriyle, yamaklar, Haseki Halil Ağayı parçaladılar Bu hareket ile isyan başlatıldı Büyükdere Çayırında toplanan âsiler, Kastamonulu Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler İsyan genişledi Beş yüz kadar âsi, İstanbul’a yürüdü Âsileri, Levend Çiftliğindeki bir tabur nizamî asker durdurmaya kâfiyken, Köse Musa, Nizâm-ı Cedîd askerinin harekâtını durdurdu Sultan Üçüncü Selim Han da, Müslüman kanı dökülmesini istemedi Sultan Üçüncü Selim Hanın; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir (yumuşak huylu olmamdır)!” demesi üzerine, Köse Musa, âsileri teskin edeceğini ifade ederek, Nizâm-ı Cedîd askerlerinin kaldırıldığı hakkındaki fermanı çıkarttı Kararın hemen ardından Köse Musa harekete geçti Çardak ve Unkapanı İskelesine gelen âsiler, yeniçeriler ile birleşip, Nizâm-ı Cedîd taraftarı devlet adamlarını katlettiler Daha sonra Pâdişâhı da istemiyoruz diye bağıran âsiler, 29 Mayıs 1807’de, Sultan Üçüncü Selim Hanı tahttan indirip, yerine Sultan Dördüncü Mustafa Han'ı geçirdiler Bütün ilerlemeler durduruldu Kabakçı Mustafa, Turnacıbaşılık pâyesiyle Boğaz’a tayin edildi Hükümet işlerinde nüfuz sahibi oldu Fakat bu çok kısa bir zaman sürdü Temmuz 1808’de, Boğaz’daki evinde öldürüldü

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #64
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kadınefendi
Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, padişah hanımlığına yükselen kadınlara, 17 asırdan sonra verilen unvan

Kadınefendi unvanı yerine, 16 asırda, “haseki” tabiri kullanılıyordu Erken devirlerde ve daha önce Türk-İslâm devletlerinde kullanılan “hatun” kelimesi ise, Osmanlılarda sadece padişah kızları için kullanılan bir tabirdi

Saraya kabul edilen kadınlar, Harem-i Hümâyûnda bir okul disiplini içinde eğitim görürlerdi Sarayda bu kadınlara okuma yazma ve dinî bilgilerin yanında dikiş-nakış, güzel konuşma ve görgü kaideleri öğretilirdi Acemi, kalfa, haznedar gibi mertebeleri aşanlar, padişah hanımlığına yükselirler, “gözde” veya “ikbal” unvanını alırlardı Eğer padişahtan çocukları dünyaya gelirse, “haseki” olarak isimlendirilirlerdi Padişahların eşleri iki kısımdı; kadınefendi ve haseki sultan Erkek çocuğu olan hasekilere, Haseki Sultan (sonraları Kadınefendi) denir ve başlarına kıymetli taşlarla süslü altın tac giydirilirdi

Kadınefendi olanlara haslar verilir, bunlara ayrı daireler tahsis edilir ve maiyetlerine hizmetçiler, memurlar tayin edilirdi

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #65
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kadırga
Buharlı gemilerin yapımından evvel kullanılan harp gemilerinden biri

Kadırgalar hafif, az su çeken, dar, uzun ve alçak bordalı, kıç tarafları baş tarafından yüksek, kürekle ve müsâit rüzgârlı havalarda üç köşe yelkenle seyir yapan, manevra kabiliyetleri yüksek harp tekneleridir Özellikle Akdeniz devletleri tarafından kullanılırdı

Osmanlı kadırgalarının boyları 62 ila 63, genişlikleri 25 veya 8 metre olurdu

Fırtınalı havalar için elverişli olmayan bu tekneler, kış aylarının rüzgârlı günlerini limanlarda geçirir, yazın sakin ve fırtınasız havalarda denize açılırlardı

Akdeniz'in en hareketli harp gemisi olan kadırgalar, 7 Ekim 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'ndan sonra yerlerini yelkenle hareket eden ve daha çok top taşıyan gemilere terk etmeye başladı Akdeniz devletleri, 18 yüzyılın sonuna kadar, bahriyelerinde kadırga sınıfından gemi kullanmaya devam ettiler Osmanlı bahriyesi de yelkene geç geçen ve kadırgayı en son terk eden denizci devletlerden biridir

Osmanlı kadırgalarında 25, Venedik kadırgalarında 26 çift kürek bulunur ve her kürek dörder kişi tarafından çekilirdi Osmanlı kadırgalarının baş tarafında biri büyük ve ikisi daha küçük üç top bulunurdu Küreklerin rahat çekilmesi ve tekne ortasında leventlerin ve gemicilerin dolaşabilmeleri için kadırga bordalarında “şahnişin” denilen çıkmalar yer alırdı

Osmanlı kadırgaları, Zakala ve Bey kadırgaları olmak üzere iki sınıftı Zakala kadırgaları, devlet tersanelerinde yapılırdı Bey kadırgaları ise, beylerin kendi bölgelerindeki tersanelerde yaptırılır, deniz savaşlarında da doğrudan kendileri komuta ederlerdi Son zamanlarda top sayıları arttırıldı

Kadırgaların personel mevcudu; 196 kürekçi, 100 levent ve geri kalan gemici olmak üzere 330 kişiydi

Kadırgadaki kürekçiler, esirlerden veya kürek cezasına çarptırılmış mahkûmlardan, bazen de kısmen gönüllülerden olurdu On beşinci ve on sekizinci yüzyıllar boyunca, donanmalarda kullanılan kadırgalar, topçuluğun gelişmesi ve kalyon sınıfı gemilerin deniz savaşlarında önem kazanmasından sonra, önemini kaybetti

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #66
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kahtı Rical (Kaht-ı Ricâl)
Bir ülkede, büyük devlet ve siyaset adamları ile âlimlerin bulunmaması, yetişmemesi

Osmanlı Devleti'nde bilhassa Tanzimat'tan sonra “kaht-ı rical” tabiri çok kullanılmıştır Devlet adamlarının yetişmemesi, âlimlerin çok azalması, devletin yıkılış sebeplerinden birisidir

Büyük imparatorluk hâlindeki Osmanlıları yıkmanın tek şartının, onları ilimden, dirayetli devlet adamlarından mahrum bırakmak olduğuna inanan İngilizler (iki asır boyunca bu iş için uğraştılar), fen ve din ilimlerinin okutulduğu medreselerin yozlaşması için var güçleriyle çalışarak, 19 asrın sonu ve 20 asrın başında arzularına tamamen ulaştılar Artık Osmanlıda, devlet ve ilim adamı sayılabilecek çok az kimse yetişti Bu bakımdan, o zamanlar, kaht-ı rical tabiri günlük lisanda çok kullanılır oldu

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #67
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kalyon
Yelkenli ve kürekli en büyük savaş ve yük gemisi

Osmanlı kalyonlarının, üç ambarlı ve kapak adı verilen iki çeşidi vardı Üç ambarlı, en üst güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, ağır ve hantal yapılı, yalnız yelkenle yürütülen bir gemi tipiydi Kapak, ana güvertesinden başka iki alt güvertesinde top bataryası bulunan, daha hafif bir kalyondu Buna “karaka” da denirdi Osmanlı denizciliğinde kalyon, ilk defa, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde kullanıldı Kanunî Sultan Süleyman Han devrinde de, bin beş yüzden iki bin tonilâtoya kadar yük taşımaya müsait, karaka türünden büyük gemi kullanılırdı Bu gemiler, her ne kadar kürekle sevk olunur ise de, hareketleri yelken ve direğe, yani rüzgâra bağlı olduğundan, savaş sırasında rüzgâr esmediği zamanlarda pek fazla işe yaramazlardı Osmanlılar, bu tür gemileri, nakliyat işlerinde kullanırlardı

Kalyonda çalışanların aylıklarını, yiyecek ve içeceklerini ve levazım hesaplarını tutan, vazifeli kalyon kâtibi bulunurdu Kalyonlarda, bugünkü doktor albay rütbesinde, kalyon tabibi vardı Kalyonlarda vazifeli askerler, kalyoncu diye tabir edilirdi

Kalyoncuların özel bir kıyafeti vardı Bir metre uzunluğunda yatağan bıçaklar ve özel tabancalar kullanırlar, başlarına, bellerine şal takarlar, omuzlarına mevsime göre yapılmış bornoz atarlardı Bazen başlarına sarıklar sararlar, sırma ve düz kaytandan işlemeli şalvar giyerlerdi

Ayakkabıları küt burunlu, üzerinden ayak parmakları görülecek biçimdeydi Buharlı gemilerin yapımından sonra, diğer yelkenli harp gemileri gibi kalyonlar da ortadan kalktı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #68
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kanunname
İdarî, malî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine, padişahların emir ve fermanlarıyla vaz' edilen (konulan) kanun ve nizamları ihtiva eden mecmua Kanunnâmeler, daha önceki padişahlar tarafından konulan kanun ve nizamların aynen veya hülasa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi

Bütün İslâm devletlerinde, hükümde, birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur Hicrî dördüncü asra kadar müctehidler, temel kaynaklarda hükmü açıkça bulunmayan meseleleri, kendi içtihatlarına göre hallediyorlardı Bu asırdan itibaren, yalnız dört büyük müctehidin içtihat ve usulleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır Bundan sonra, sorulan sualler bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır Zamanla, âlimlerin, fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek, fetva kitapları yazılmıştır

Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnameler de çıkarılmıştır Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir Padişahların bu nevi hüküm verme hususunda mesnetleri, dayanakları yine İslâm hukukudur İslâm hukuku, lüzum görüldüğünde padişaha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte, ulülemre itaat emredilmiştir Bu sebeple padişahlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak, hukakun çeşitli mevzularına ait kanunlar koymuşlardır

Nitekim pazardaki bac vergisinin miktarı, timarlı sipahilerin hak ve vazifeleri, kıyafet ve sikke meseleleri, padişahın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir Bu düzenlemelerde, muhitlerin dine muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır Bu husus, emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Yüce İslâm kanununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kanun ve İslâmî meseledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır Kemalpaşazâde’nin bir fetvasındaki; “Şer’an câiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultandan” ifadesi, İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki uygunluğu gösterir Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir Çünkü devletin temeli, İslâmı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur

Osmanlı padişahlarının, İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri, İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlının İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dinîdir ve dine uygundur Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kadılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında padişah tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir

İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kanun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından, mücerret ve umumî bazı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnif ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi Bunlar daha ziyade, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti Ayrıca, bütün Osmanlı memleketlerine mahsus umumî kanunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş hususî kanunlardı Zaten Osmanlı Devleti'nde, idarî, malî mevzuatta bölgelere göre, her biri ayrı bir teşkilât ve nizamla idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı Bunlara ve vakıflar şeklinde, idarî-malî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi hususî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umumî bir teşkilât ve idare kanunu tertip etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu Bu sebeple Osmanlıların, İslâmiyet'e uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalar'da, Mısır’da, Âzerbaycan’da veya doğu vilayetlerinde, hemen fetihten sonra, uyulacak kanunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizam ve kanunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir Bilhassa bir kısım Türk-İslâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bazen eski kanunların hiç değiştirilmeden, aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sadece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet'e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir

Denilebilir ki, Osmanlılar fethettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riayet etmişler, ancak lüzum duyuldukça, onları yavaş yavaş tadil ve ıslah etmek suretiyle, bütün ülke için umumî ve müşterek bir nizama doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır Yine bu siyaset sayesinde, hakimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü fethetmişler ve onları İslâmiyet'e daha kolay ısındırmışlardır

İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kanunlar, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Kanunnâme-i Âl-i Osman adıyla tedvin edilmiştir (derlenmiştir) Nitekim, Kanunnâme’nin hemen başında yer alan; “Bu kanunnâme, atam ve dedem kânûnudur ve benüm dahî kânunumdur” ifadesi, bunun açık delilidir Fatih kanunnâmesi, üç kısımdan teşekkül etmekteydi Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, padişaha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kadıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yani dîvân, hasoda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıp sahiplerinin gelirlerine dair bilgileri ihtiva ediyordu Son kısımda ayrıca gayrimüslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hanedan mensuplarına dair lakap örnekleri bulunmaktadır

Diğer taraftan, arazi ile ilgili kanunnâmeler, umumî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu Burada, Osmanlı Devletinde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyânın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çiftçileri ilgilendiren çeşitli vergilerin önem ve mahiyeti belirtilmekteydi

Halkın eşya ve yiyecek fiyatlarının tespit ve teftişi hususlarını tayin eden ihtisab kanunnâmeleri ise, padişahın emri üzerine, alâkalı zümre temsilcilerinin katılmasıyla mahallinde yapılan tetkiklere ve esnafın âdet ve nizamlarını tespit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir Kanunnâmede alışverişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilendirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiyatların yükselip düşürülemeyeceği üzerinde durulmaktadır Narh söz konusu edilirken, sadece tayin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riayet etmekle beraber; sanatına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini temin eden şartlardan birinin, çarşı pazarın intizamına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir Bu yüzdendir ki, Osmanlılar, çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü, sadrazamın vazifeleri arasına almışlardır

Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid ve Yavuz Sultan Selim Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleyman zamanında en mükemmel şeklini almıştır Bu kanunnâme de, Fatih Kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir Birinci bölümde, ceza kanunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir İkinci bölüm, sipahilerin yükümlülüklerine ve sipahilerle ilgili kanunlara yer vermiş, sipahilerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve timar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kanunlar da bu bölümde ele alınmıştır Üçüncü bölümde ise, reâyânın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dair hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyânın özel kanunları vardır

Bu kanunnâmelerin yanında, zamanın padişahının emirleri ve muhtelif kanunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir Ancak bu kanunnâmeler, tatbikatta müracaat edilen asıl kanun metinleri olmaktan uzaktır Bunlar, devlet dairelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kanunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umumî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir Ancak, bazen bunlar, bir kanunnâme sureti de olabilmektedir

Bu arada bazı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misal ile izah edildiği de görülmektedir Bunlar arasında bilhassa Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye ait olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tespit ve izah eden fetvalar çok önemlidir

Padişahlar, bu kanunları düzenlerken, mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişâre etmişlerdir Ayrıca şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir

Bu durum, devletin zayıfladığı ve dış baskılarla ilan edilen Tanzimat Fermanı'na kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir Tanzimat'tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî davalarının şer’î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların davalarının halledilmesinde esas olmak üzere bazı tadiller de yapılmıştır Hattâ bunun için, Avrupaî kanunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur Cevdet Paşa ve taraftarları, bu kanunların, Osmanlı Devletinin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir heyet; Metn-i Metîn ve Arazi Kanunnâmesi'ni (bilâhare Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi) hazırlamıştır Bunların yanında, 1840 ve 1850-51 tarihli ceza kanunları, İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kanunlar grubunu teşkil eder Bununla beraber, 1850 tarihli Ticaret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kanunnâme-i Hümâyûnu gibi kanunlar ise, batılı kanunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #69
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kanun-u Esasi (Kanun-u Esasî)
Osmanlı Devletinde, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın emriyle 28 kişilik bir heyet tarafından hazırlanıp, 23 Aralık 1876’da kabul ve ilan edilen anayasa özelliğindeki kanun Devletin şeklini, çatısını, devlet içindeki teşrî (yasama), icra (yürütme), kaza (yargı) kuvvetlerinin birbiriyle münasebetini, bunların hangi organlar vasıtasıyla kullanıldığını ve ayrıca ferdin devlete karşı olan hak ve görevlerini tayin eden Kanun-u Esasî, 12 kısım ve 121 maddeden ibarettir

Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğu için, İslâm hukukuna göre hazırlanmış, anayasa özelliğini taşıyan kanunnâmelerle idare ediliyordu Kanunnâmelerin dışında, 1808’de Sened-i İttifak, 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu adıyla bilinen Tanzimat Fermanı ve 1856’da Islahat Fermanı gibi, anayasa özelliği taşımayan siyasî belgeler çıkarıldı Bu belgeler siyasî olup, genelde Hıristiyan Avrupa devletlerinin baskısıyla, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaaya daha fazla hak ve imtiyaz verilmesi için düzenlendi

Tanzimat döneminden itibaren, tahsil için Avrupa’ya gönderilen şahıslar, batı kültürüyle temasa geçtiler Fransız İhtilali'nin ortaya koyduğu liberal fikirlerin etkisinde kalan gençler, bu fikirleri Osmanlı ülkesinde yaymaya çalıştılar Osmanlı Devletinin siyasî yapısını değiştirmek için kurulan ve Avrupa devletlerinden destek gören Yeni Osmanlılar Cemiyeti, meşrutiyet idaresinin kurulması için, içeride ve dışarıda faaliyet gösterdi Batı rejim ve müesseselerine hayran olan Midhat Paşa'nın da dahil olduğu Yeni Osmanlılar Cemiyetine mensup kimseler, başta padişah Sultan Abdülaziz Han olmak üzere, yüksek devlet makamlarında bulunan bazı şahsiyetler aleyhinde tertiplere giriştiler Yürütülen bu çalışmalar ve tertipler neticesinde Mahmud Nedim Paşa sadrazamlıktan alınıp yerine Mütercim Rüşdü Paşa getirildi Hüseyin Avni Paşa da Seraskerliğe (Genel Kurmay Başkanlığı) tayin oldu Kabinede değişiklik yapılarak Hayrullah Efendi Şeyhülislâmlığa getirildi Midhat Paşa ve arkadaşları, kurdukları türlü hile ve tuzaklarla, 30 Mayıs 1876’da Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirdiler ve Topkapı Sarayı'na hapsettiler Yerine de Beşinci Murad Hanı geçirdiler 4 Haziran 1876’da, Sultan Abdülaziz Hanı, Fer’iye Sarayında, bir suikastla şehit ettiler Sultan Beşinci Murad Han, bu işkenceli ölümü işitince, üzüntüden aklî dengesini kaybetti Doktorların Sultan Murad’ın tedavisine artık imkân kalmadığını raporla bildirmeleri üzerine, Bâbıâli’de toplanan vükelâ heyeti (Bakanlar Kurulu), Sultan Murad’ın tahttan indirilmesine ve İkinci Abdülhamid Han'ın tahta geçirilmesine karar verdi

Meşrutiyet idaresini getireceğini vâdeden Sultan İkinci Abdülhamid Han, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı Meşrutiyet idaresinin esaslarını belirleyecek Kanun-u Esasî’yi hazırlamakla, Midhat Paşayı görevlendirdi Ön hazırlık olmak üzere, yirmiye yakın proje hazırlandı Çeşitli Avrupa anayasaları tercüme edildi Midhat Paşanın 57 madde ve dokuz bölüm olarak hazırladığı “Kanûn-i Cedîd” adlı proje, dengesiz bir meşrutiyet rejimi taslağı olduğu için kabul görmedi Hazırlanan diğer projeler de incelenip, Kanun-u Esasî’yi hazırlamak üzere, Cemiyet-i Mahsûsa adı verilen 28 kişilik bir özel komisyon teşkil edildi Bu komisyonun başkanı olarak, bazı eserlerde Server Paşa, bazılarındaysa Midhat Paşa geçmektedir Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de yer aldığı bu komisyon, uzun münakaşalardan sonra, yüz kırk maddelik bir projeyi Padişah’a takdim etti Sultan Abdülhamid Han, hazırlanan bu taslağın bir defa da Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) tarafından görüşülmesini istedi Vükelâ heyeti, Midhat Paşanın konağındaki, uzun süren tartışmalardan sonra hazırladığı son taslağı Padişah’a takdim etti Sultan Abdülhamid Han da kendisine sunulan taslakta bazı değişiklikler yapıp, tasdik ettikten sonra, ilan edilmek üzere, daha dört günlük sadrazam olan Midhat Paşaya gönderdi Kanun-u Esasî, 23 Aralık 1876'da, Bâbıâli’de yapılan bir törenle ilan edildi Bu sırada, batılı devletlerin, Osmanlı ülkesindeki gayrimüslim tebaayla ilgili yeni düzenlemeleri zorla yaptırmak üzere topladıkları Tersane Konferansı, Haliç Tersanesinde devam ediyordu Kanun-u Esasî’nin ilan edildiğini bildiren top seslerinin duyulması üzerine söz alan Hariciye Nazırı Saffet Paşa; “Bu işittiğimiz top sesleri, Kanun-u Esasî’nin ilanını müjdelemektedir” dedi ve gayrimüslimlerin haklarının, Müslümanlarla eşit hale getirildiğini belirtti “Artık toplantımız lüzumsuz olur” dediyse de, Avrupa devletlerinin temsilcileri, hiç aldırış etmeyerek toplantıya devam ettiler Midhat Paşa ve taraftarlarının, Avrupalılara yaranmak için hazırladıkları ve Sultan İkinci Abdülhamid Hana kabul ettirdikleri Kanun-u Esasî’nin ilan edilmesine “Çocuk oyuncağıdır” diyerek karşılık verdiler

Midhat Paşa, meşrutiyet rejimini ve Kanun-u Esasî’yi, Sultan İkinci Abdülhamid Hana karşı, milletlerarası bir antlaşmayla teminat (garanti) altına aldırmayı planladı Bunun için Nafia Müsteşarı ve akıl hocası olan Ermeni Odyan Efendiyi, özel olarak vazifelendirip Avrupa’ya gönderdi İngiliz Hariciye Nazırı Lord Derby, görüşmelerden sonra Odyan Efendiye, bu işin Osmanlı Devletinin iç meselesi olduğunu, Avrupa devletlerinin karışamayacaklarını söyledi Midhat Paşa, bu hareketiyle, şahsî ihtirasları uğruna Osmanlı Devletinin geleceğiyle ilgili haince emeller beslediğini ortaya koydu

Kanun-u Esasî’nin kabul ve ilan edilmesinden sonra, 1877 yılının başında, ilk mebus (milletvekili) seçimleri yapıldı Yapılan seçimler sonunda, 69’u değişik milliyetlere mensup Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere, 115 milletvekilinden meydana gelen Meclis-i Mebusan, 40 kişi yerine 26’sı tayin edilen Âyân Meclisi teşkil edildi Meclis-i Mebusan ve Âyân Meclisinden meydana gelen Meclis-i Umumî, 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayının muâyede (bayramlaşma) salonunda, padişahın konuşmasıyla açıldı İki dönem çalıştıktan sonra, patlak veren Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında devletin ve ülkenin durumunu tehlikeye sokacak tartışmalara sahne oldu Bu sebeple Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Meclis-i Mebusan'ı 14 Şubat 1878’de feshetti Böylece Birinci Meşrutiyet dönemi bitti Yürürlükte olan Kanun-u Esasî’nin uygulamasına otuz sene beş ay dokuz gün ara verildi 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyeti ilan eden Abdülhamid Han, Kanun-u Esasî’yi tekrar uygulamaya koydu Kanun-u Esasî’nin yeniden uygulamaya konulması ve İkinci Meşrutiyetin ilanı üzerine, Osmanlı Devletinin parçalanmasını isteyen iç ve dış mihraklar, tekrar faaliyete geçtiler

Gayrimüslimler ve azınlıklarla birlikte hareket eden İttihat ve Terakki Fırkası, Meclis-i Mebusan'da çoğunluğu sağladı Kanun-u Esasî gereğince padişah tarafından seçilen Âyân Meclisi'yle birlikte Meclis-i Mebusan, 4 Aralık 1908’de toplandı İngilizlerin ve İttihat ve Terakki Komitesinin kışkırtmaları neticesinde meydana gelen 31 Mart Vak’ası'ndan sonra, Sultan İkinci Abdülhamid Han tahttan indirilerek, Selânik’e gönderildi Yerine de Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han getirildi Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahttan indirilmesinden sonra toplanan Meclis-i Mebusan, Kanun-u Esasî üzerinde değişiklikler yaptı 3 Mayıs 1909 tarihli oturumda yapılan değişiklikler, İttihat ve Terakki Fırkasının teklifleri doğrultusunda yapıldı Kanun-u Esasî’nin 3, 6, 7, 10, 12, 27, 28, 29, 30, 35, 36, 38, 43, 44, 53, 55, 76, 77, 80, 113, 118, 119, 120, 121 maddeleri değiştirildi Bu değişiklik, ana hatlarıyla, Osmanlı Devletinin şeklinde bir değişmeye sebep olmadı Kanun-u Esasî üzerindeki bir kısım değişiklikler de, 1911-1914 senelerinde oldu 1915’te yapılan bir değişiklikle, milletvekillerinin maaş ve harcırah meseleleri düzenlendi 10 Mart 1916’daki değişiklikle de, 35 madde tamamen kaldırılırken, 1916’da yapılan diğer bir değişiklikle, seçme ve seçilme muamelelerinde yeni düzenlemeler getirildi 21 Mart 1918’de yapılan bir değişiklikle de, seçimle ilgili bazı yeniliklere yer verildi

1876 yılından 1924 yılına kadar, 48 yıl yürürlükte kalan, padişahın yetkilerini ve meşrutiyeti kabul eden Kanun-u Esasî, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti devrinde de uygulandı 1921 yılında çıkarılan Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’yla birlikte yürürlükte bulunan Kanun-u Esasî, 1924 Anayasasının kabulüyle, fiilen yürürlükten kalktı

On iki bölümden ve 121 maddeden meydana gelen Kanun-u Esasî’nin 1 maddeden 7 maddeye kadar olan birinci kısmı, Memâlik-i Osmâniye başlığını taşır Osmanlı Devletinin ülkesiyle bütünlüğü, başşehrinin İstanbul olduğu, saltanat ve hilâfetin Osmanlı sülâlesinden olan en büyük evlâda ait olduğu ve Osmanlı padişahının yetkileri hükme bağlanmıştır İkinci kısım, Tebaa-i Devlet-i Osmâniye'nin Hukuk-ı Umûmiyesi başlığını taşımaktadır 8 maddeden 26 maddeye kadar olan bu kısımda, Osmanlı Devleti tebaasının hak ve hürriyetleri sayılmakta ve hükme bağlanmaktadır 27 maddeden 38 maddeye kadar olan üçüncü kısım ise; Vükelâ-yı devlet başlığını taşımaktadır Bu bölümde, sadrazam (başbakan) ve vekillerin (bakanların) hukukî durumları, vekiller heyetinin padişah ve meclis karşısındaki durumları düzenlenmiştir 39 maddeden 41 maddeye kadar olan dördüncü kısım, memurîn başlığını taşımakta olup bu bölümde memurların sahip olduğu hukukî teminattan, kanunî şartlara uygun olarak tayin edilen memurların hak ve vazifelerinden bahsedilmektedir

Beşinci kısım ise 42 maddeden 59 maddeye kadar olup Meclis-i Umumî başlığını taşımaktadır Osmanlı Devletinin parlamentosu olan Meclis-i Umumî'nin Heyet-i Âyân ve Heyet-i Mebusandan meydana geldiğini, bu meclisin ve heyetlerin vazife ve sorumluluklarını, toplanma esas ve zamanlarını hükme bağlamıştır 60 maddeden 64 maddeye kadar olan altıncı kısımda Âyân Meclisinin statüsü düzenlenmiştir Yedinci kısım, 65 maddeden 80 maddeye kadar olup Heyet-i Mebusan'ın çalışma esaslarını bildirmektedir Mehâkim başlığını taşıyan ve 81 maddeden 91 maddeye kadar olan sekizinci kısımda; hâkimlerin ve mahkemelerin kuruluş ve çalışma esaslarıyla ilgili hükümler yer almıştır Dîvân-ı Âlî (Yüce Divan) başlığını taşıyan dokuzuncu bölüm ise 92 maddeden 95 maddeye kadardır Bu bölümde; vekilleri, temyiz mahkemesi başkanlarını ve üyelerini, kendi üyelerini yargılayan Dîvân-ı Âlî adı verilen yüksek mahkemenin çalışma esasları açıklanmıştır 96 maddeden 107 maddeye kadar olan onuncu kısımda maliyeyle ilgili hükümlere yer verilmiştir On birinci kısımda vilayetlerin idaresi, usûl-i tevsi-i mezûniyet (yetki genişliği) ve vazifelerin ayrılması esasları anlatılmıştır Bu kısım, 108 maddeden 112 maddeye kadardır On ikinci ve son kısım ise, 113 maddeden 121 maddeye kadardır Mevâd-ı şifâ başlığını taşıyan bu kısımda; memleketin herhangi bir yerinde ihtilal ve isyan vuku bulduğu zaman örfî idâre (sıkıyönetim) ilanı, kamu düzenini bozan kimselerin soruşturma neticesinde Osmanlı ülkesi dışına sürgün edilebileceği, bütün Osmanlılara ilköğretimin mecburi olduğu, Kanun-u Esasî’nin hiçbir maddesinin, hiçbir sebep ve bahaneyle yürürlükten kaldırılamayacağı, bazı maddelerin değiştirilebileceği hükümleri yer almıştır

Çeşitli Avrupa anayasalarından alınarak hazırlanan Kanun-u Esasî’de, devletin dininin İslâmiyet olduğu belirtilmiştir Padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır Padişah, vekiller üzerinde doğrudan doğruya hakim ve icra kuvvetinin (yürütmenin) hukukî ve fiilî başkanıdır Vekiller ise, Meclis-i Umumî'ye karşı değil, padişaha karşı sorumludurlar Teker teker padişah tarafından tayin ve azledilirler Padişahın aynı zamanda halifelik unvanı da taşıyacağı, kanunların İslâm dininin emir ve yasaklarına aykırı olamayacağı belirtilmiş, şeyhülislâmlık makamı ve şer’iye mahkemelerinin varlığı da yer almıştır

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #70
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kapan
Kapanlar; balkapanı, unkapanı, yağkapanı gibi, orada satılan mallara göre adlandırılmıştır

Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren yağ, bal, un, çeşitli erzak, hububat, kahve, ipek, pamuk gibi maddeler kapanlara getirilir, devlet bunlardan belli bir ardiye ücreti alarak, gerektiğinde narh koyardı Bilhassa İstanbul’da, dışarıdan ithal edilen mal ve eşyanın satışı, bu kapanlarda, devlet resmî memurunun nezaretinde, esnafın yiğitbaşları ve ihtiyarların katılması ile yapılırdı Böylece, malların hileli ve fazla fiyatla satılması önlenmiş ve herkesin kolayca mal temin edebilmesi sağlanmıştır İlk Osmanlı Sultanlarının bina ettirdiği cami, mescit, medrese, imaret gibi vakıfların masraflarını karşılamak üzere, “kapan hanı” yaptırdıklarına tarihî kayıtlarda rastlanmaktadır

Osmanlılarda zamanla gelişen kapanlar, günümüzde kurulmasına çalışılan ve bazı büyük şehirlerde açılan umumî pazar veya halden başka bir şey değildir

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #71
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kapitülasyonlar
Osmanlı Devletinde yabancıların statüsünü tespit eden hukukî, malî, idarî ve dinî özellikteki antlaşmalar Kapitülasyonlara, kısaca “imtiyaz” veya “imtiyâzât-ı ecnebiyye” de denir

Osmanlı Devleti tarihinde ilk olarak, Sultan Birinci Murad Han zamanında, 1365 yılında, Dalmaçya kıyılarında fakir bir ülke olan Ragusa Cumhuriyetine, beş yüz duka haraç karşılığında, ticarî imtiyaz verildi 1397’de Osmanlı ülkesine gelen Bizans elçi ve konsoloslarına bazı imtiyazlar verildi Bu imtiyazlar karşılığında, Bizans İmparatorluğundan İstanbul’da bir Türk mahallesi kurma ve bu mahallede oturan Türklerin davalarına bakmak üzere kadı ile din işlerine bakacak müfti tayin etme hakkı alındı Yıldırım Bayezid’in oğulları Süleyman Çelebi, Musa Çelebi ve Mehmed Çelebi devirlerinde de (Bkz Fetret Devri), yabancılara bazı imtiyazlar tanındı Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethinde, Bizans’ın Venedik ve Ceneviz’e tanıdığı imtiyazları, küçük bazı değişikliklerle kabul etti 1479’da yine Fatih tarafından Venedik’e, Kefe ve Trabzon’da ticaret yapma hakkı tanındı Fatih Sultan Mehmed tarafından Venedik’e verilen bu imtiyazları, Yavuz Sultan Selim 1513’te ve Kanunî Sultan Süleyman 1521’de yapılan Osmanlı-Venedik ticaret antlaşmalarıyla genişleterek kabul ettiler Mısır’ın fethinden sonra Fransız, Venedik ve Katalanlara Memlûklar tarafından verilen imtiyazlar, Yavuz Sultan Selim tarafından da tanındı Osmanlı sultanları, verdikleri bu imtiyazlarla, fethettikleri ülkelerde ticarî faaliyetlerin canlı kalmasını ve ellerine geçirdikleri önemli transit yolların faal olmasını sağlıyorlardı Ayrıca, bu asırda Amerika’nın ve Ümit Burnu’nun keşfedilmesi sebebiyle, İpek Yolu ticareti, Osmanlı topraklarından uzaklaşmış, ticaret batıya kaymıştı

Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının, Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tespit eden Kanunî Sultan Süleyman Han, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasî bakımdan destekledi Veziriâzam Makbul İbrahim Paşa, Fransız konsolosu ile 1535’te tasarı şeklinde, ticarî bir muahede hazırladı Ahidnâmeye göre, Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile her iki devlete ait gemilerle serbestçe dolaşmaları ve bütün hukukî muamelelerde, Fransız konsoloslarının kaza (hüküm erme) hakları kabul ediliyordu Bundan başka Fransız tebaa hakkında, davalarda hüküm verecek kadıların yanında bir Fransız tercümanı hazır bulunacaktı Müslüman tebaadan birisine olan borcunu ödemeden kaçan Fransız'ın yerine başka bir Fransız ve konsolos yakalanmayıp, Fransa kralı aleyhine dava açılacaktı Her iki taraf için eşitlik ilkesini esas alması sebebiyle, antlaşma, padişah tarafından tasdik edilmedi

Osmanlı padişahlarının, siyasî ve ticarî menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslâmiyetin yayılmasına yol açtı Hattâ Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım” demesine sebep oldu

Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatından sonra, 1569’da Sultan İkinci Selim Han, Fransa Kralı Dokuzuncu Charles ile 18 maddelik; 1581’de Sultan Üçüncü Murad Han, Üçüncü Henri ile 19 maddelik; 1579’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, Dördüncü Henri ile 32 maddelik; 1604’te Sultan Birinci Ahmed Han, yine Dördüncü Henri ile 53 maddelik; 1743’te Edirne’de Sultan Dördüncü Mehmed Han, Ondördüncü Louis ile 55 maddelik; 1770’de Sultan Birinci Mahmud Han, Onbeşinci Louis ile 84 maddelik kapitülasyon antlaşmaları imzaladılar

Bunlardan başka, 1578’de Toskana Krallığına; 1565’te Ceneviz Cumhuriyetine; 1580, 1593, 1603, 1606, 1622, 1624, 1641, 1662, 1675 yıllarında İngiltere’ye; 1598, 1612, 1634, 1668, 1712 yıllarında Hollanda Krallığına; 1617’de Avusturya’ya; 1678’de Polonya’ya; 1700’de Rusya’ya ve 1737’de İsveç Krallığına çeşitli imtiyazlar verildi

Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı

Bundan başka, kapitülasyonlara göre, yabancıların Osmanlı Devletine getirdikleri, ticaret eşyası üzerinden başlangıçta %5, daha sonra %3 gümrük resmi alınmaktaydı

On sekizinci yüzyılın ilk yarısına kadar verilen kapitülasyonların bir bölümü, antlaşma niteliği taşımaktaydı Ancak büyük bölümü (%90’ı), padişah fermanları ile tek taraflı verilmiş imtiyazlardı Bu tip kapitülasyonlar, padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında, daimî statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı Yeni antlaşma, Fransa’ya tanınan ticarî ve hukukî imtiyazları genişlettiği gibi, kapitülasyon kavramına da yeni bir nitelik kazandırdı ve karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticaret muahedesi şeklini aldı Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi, devletin aleyhine olmamıştı Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı Bu durum, 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti

1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticarî antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadî bakımdan batının hakimiyeti altına girmesine sebep oldu Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere, Osmanlı Devletini sömürmek için, kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı

1838 ticaret antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti, bazı ticaret eşyası üzerinde mevcut yed-i vâhid (tekel) usulünü kaldırmayı taahhüt ederek, yabancılara iç ve dış ticaret hususunda tam bir serbestlik tanıdı Bununla beraber Osmanlı ülkesinden çıkacak mal üzerinden % 9 iskele ve % 3 çıkış resmi olmak üzere % 12 nispetinde resim alınmaktaydı

Mustafa Reşit Paşanın yetiştirmelerinden; Âlî ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret muahedelerinin iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, ihraç edilen mallardan alınmakta olan % 12 iskele ve gümrük resmini yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler Böylece 1838’de Reşit Paşa ile başlayan ve 1861’de Âlî ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkûmu yaptılar Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihraç ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı Kendi memleketlerinde bundan daha kârlı ve imtiyazlı ticaret yapmalarına imkân yoktu Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnâfının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı Âlî ve Fuad paşaların ıslahat lâyihalarında, ticarete dair ciddî tek bir fikir yoktu

Osmanlı topraklarından hammadde ihracı başlayınca, yerli sanayi, hammadde bulmakta sıkıntıya düştü Başka bir ifadeyle Osmanlı sanayiinin çöküşü hızlandı Böylece Osmanlı ekonomisi, zamanla, mevcut gücünü kaybetti ve gelişmelerin gerisinde kaldı Nihayet Avrupa’nın gittikçe gelişen ve genişleyen ticarî, iktisadî ve teknolojik rekabeti karşısında tutunamayarak 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlı bir çöküş dönemine girdi Avrupa devletlerinin desteğine duyulan ihtiyaç, Osmanlı hükümetlerini, onların karşısında meselelerini eşit şartlarda müzakere etme gücünden mahrum bıraktı Yapılan bu ticarî antlaşmalar, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinin mallarına karşı ilgiyi arttırarak, yerli mallara olan talebi azalttı Bilhassa Osmanlı lirasının değerinin yüksek tutulması, yabancı tüccarı cezbederken, yerli sanayii hareketsiz bıraktı Ticaret ve sanayi geriledi

1838 antlaşmasıyla ekonomisi felce uğratılan devlet, Rusya ile harbe sokulup, 1854’te İngiliz ve Fransızlarla ilk borç antlaşmalarını imzalamak mecburiyetinde bırakıldı

Alınan borçların faizlerinin ödenememesi ve yeni borçların alımı ile 1870’te borç miktarı, 792 milyon frangı buldu Bunu fırsat bilen Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti üzerinde siyasî ve askerî baskılarını arttırdılar Bu sırada Abdülaziz Han'ın şehadeti ile tahta geçen Sultan Beşinci Murad’ın kısa süren saltanatından sonra Sultan İkinci Abdülhamid Han, padişah oldu Birinci Meşrutiyeti ilan ederek, Kanun-u Esasî’yi kabul etti Bu sırada Tanzimatçıların uyguladığı yanlış ekonomik politikalar ve yabancılara verilen imtiyazlar sebebiyle, devletin malî durumu iyice kötüye gitti Avrupa basını, Osmanlı Devletinin malî iflas hâlinde bulunduğunu yazıyordu Bu sırada Bosna-Hersek isyanı ile Midhat Paşa ve adamlarının tahrik ve teşvikleriyle Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi Devletin içinde bulunduğu malî kriz daha da büyüdü

Yabancı devletlerin baskılarını önlemek ve Osmanlı Devletinin kaybolan itibarını iade etmek isteyen Sultan İkinci Abdülhamid Han, birçok malî tedbirler aldı Düyun-u Umumiye idaresi kuruldu Alacaklı ülkelerin temsilcilerinden ve Osmanlı memurlarından meydana gelen bu idare, tütün, tuz ve ipek vergileriyle damga pulu ve balık gelirlerini toplamaya yetkiliydi

Yapılan bu düzenlemeyle devlet, borçlarının büyük bir kısmından kurtuldu ve yabancı devletlerin iç işlerimize müdahalesi önlenmiş oldu Böylece Sultan’ın şahsî kabiliyeti ve akıllı siyaseti sayesinde devlet, malî itibarını elde etti ve siyasî istiklâline kavuştu Alınan bazı tasarruf tedbirleriyle de, borçların önemli bir kısmı ödendi

Sultan Abdülhamid Han, yürürlükte olan ekonomik imtiyazları, devleti idare siyasetinde, maharetle kullandı Yabancı devlet şirketlerine ihaleler yoluyla çeşitli bölgelerde yeni yatırımlar yaptırdı Bu sırada İngiliz ve Fransız şirketleriyle birlikte Alman firmalarına da imtiyazlar verdi Bu şekilde, yabancı devlet ve firmalar arasında mücadele başladı Demiryolu yapımındaki mücadeleyi Almanya kazandı Almanya’dan alınan malî destekle 1888’de Haydarpaşa-İzmit demiryolu Ankara’ya kadar uzatıldı 1902’de Ankara-Bağdat demiryolunun yapımı da Almanlara verildi Alınan yeni tedbirlerle eğitim, bayındırlık ve tarım alanında müspet gelişmeler oldu Bütün memlekette ticaret, ziraat ve sanayi odaları açıldı

Yabancılara tanınan imtiyazların yer aldığı kapitülasyonlar, Birinci Dünya Harbi'ne kadar devam etti Sultan Beşinci Mehmed Reşad Han, 9 Eylül 1914’te, kapitülasyonların 1 Ekim tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılacağını, bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirdi İmtiyazlardan faydalanan Fransa, İngiltere ve Çarlık Rusyası, milletlerarası özellikte bir antlaşmanın tek taraflı olarak yürürlükten kaldırılamayacağı görüşünü ileri sürerek, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’ın kararını protesto ettiler Ancak, bu arada Osmanlı Devleti savaşa girdi Birinci Dünya Savaşından sonra, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile, kapitülasyonlar bütün ağırlığı ve şartları ile kendiliğinden geri geldi 20 Ağustos 1920’de, Sultan Vahideddin Han'ın tasdik etmediği Sevr Antlaşması'yla yabancılara tanınan haklar arttırıldı Ancak İstiklâl Savaşı'ndan sonra 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar kesin olarak kaldırıldı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #72
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kasır
Umumiyetle hükümdarlar için şehir dışında yaptırılmış saray ve köşk manâsında kullanılan bir tabir

Anadolu beyliklerinin ve valilerinin, tehlikelere karşı savunma tedbirlerine sahip olan binalarına da kasır denirdi Bu tip kasırlar, şehirlerin yüksek yerlerinde yapılan hisarların içerisinde, iç kaleler özelliğindedir Aynı maksatla, kırlarda kesme taştan yapılmış kalın duvarlı, mazgal delikleri ve gözetleme kuleleri bulunanları da vardır Kayseri yakınlarında Haydarbey Kasrı, Hızırilyas Kasrı ve Doğubeyazıt’taki İshakpaşa Kasrı bu tip kasırlardandır

Osmanlı sultanları yeşilliklerde, dinlenme köşkleri ve saray özelliğine sahip kasırlar yaptırmışlardır Güzel gezinti kıyılarında, orman kenarlarında inşa edilen çok odalı kasırlar, zengin süslemelere ve sanat eserlerine sahipti İstanbul’daki Sadâbâd, Göksu, Aynalıkavak ve tersane kasırları, bunların en güzel örnekleridir

17 yüzyılda Valide Turhan Sultanın Ramazan aylarında ibadet etmek ve Kur’ân-ı kerîm dinlemek için Yeni Camiye bitişik ve caminin hünkâr mahfiline bir geçitle bağlı olarak yaptırdığı Yeni Cami Kasrı çok güzel olup, bir eşi daha yoktur

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #73
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kavalalılar (Kavalalı Hanedanı)
Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa hanedanı

Ailenin atası İbrahim Ağa, aslen Konyalı olup, Osmanlılar devrinde Edirne’ye gelmiş ve Makedonya’da Kavala şehri kalesine bekçibaşı tayin edilmişti Kavala’ya yerleşen İbrahim Ağanın kardeşi Tosun Ağa, şehrin mütesellimi, onun oğlu Ali Tosun Paşa da, Osmanlı Devleti'nde beylerbeyi vazifesindeydi Kavalalıların en meşhur şahsiyeti, Mehmet Ali Paşa'dır Kendisini, Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Han (1789-1807) vezirlik rütbesiyle Mısır valisi tayin etmiş, o da bilâhare Kavalalılar Hanedanını kurmuştur

Kavalalılar Hanedanının başına geçenler, İsmail Paşa (1868-1879) devrinde hıdiv, Hüseyin Kâmil Paşa (1914-1917) devrinde sultan, Birinci Fuâd (1917-1936) devrinde melik unvanını aldılar Kavalalı ailesinden, Osmanlı padişahlarının kızlarıyla evlenerek akrabalık kuranlar olduğu gibi, devletin iç ve dış işlerinde vazife alanlar da vardı Abbas Hilmi Paşa'nın oğlu Damad İbrahim, Sultan Abdülmecid Hanın kızı Münîre Sultanla evlendi Mehmed Tosun Paşa, müşir rütbesini haizdi Melik Fuad Paşa da, Sultan İkinci Abdülhamid Han (1876-1909) devrinde binbaşı rütbesiyle Viyana’da askerî ataşelik yapmıştı Kavalalılar (1805-1953), Arabistan’daki Vehhâbîlere, Osmanlılara karşı ayaklanan Rumlara karşı mücadelelerde başarılı oldular Mehmed Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın isyanı, Osmanlıları içeride ve dışarıda güç duruma düşürdü Devletin, 19 yüzyılın sonlarında malî bakımdan İngiltere’nin kontrolü altına girmesine sebep oldular Birinci Dünya Harbi (1914-1918) ve sonrasında İngiliz himayesi ve 1948 Arap-İsrail Harbindeki mağlubiyetleri, Kavalalılar Hanedanlığına karşı hoşnutsuzluklar meydana getirdi 1953’te Kavalalılar Hanedanlığına son verilip, cumhuriyet ilan edildi

Kavalalılar Hanedanlığı

Mehmet Ali Paşa (1805-1848)
İbrahim Paşa (1848- (?)
Birinci Abbas Hilmi Paşa (1848-1854)
Said Paşa (1854-1863)
Hıdiv İsmail Paşa (1863-1879)
Hıdiv Tevfik Paşa (1879-1892)
İkinci Abbas Hilmi Paşa (1892-1914)
Hüseyin Kamil Paşa (1914-1917)
Melik Birinci Fuad Paşa (1917-1936)
Mehmed Fâruk (1936-1952)
İkinci Fuad (1952-1953)

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #74
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kılıç Alayı
Osmanlı padişahlarının tahta oturduklarının ikinci ile yedinci günü arasında, Eyüp’te hazret-i Hâlid İbn-i Zeyd’in türbesinde kılıç kuşanmaları merasimine verilen isim Bir kısım İslâm devletlerinde olduğu gibi, kılıç kuşanma Osmanlılarda da kanun olduğundan, bu âdet ve an’ane, saltanatlarının sonuna kadar devam etmiştir

Dinî ve askerî bir durum arz eden merasim iki safhalıdır Birincisi; törenin yapıldığı yere kadar gidiş ve gelişi ihtiva eden kılıç alayı; diğeri de mukaddes emanetlerden olan kılıçlardan birinin kuşanma safhasıdır Buna taklîd-i seyf denilmektedir

Kılıç kuşanma âdetinin Osmanlılarda kesin olarak hangi tarihte ihdas edildiği bilinmemektedir Vakâyinâmelere göre, Sultan İkinci Murad, babasının Edirne’de vefat haberi üzerine, Amasya’dan Bursa’ya geldiğinde âlimler ve eşraf tarafından şehir dışında karşılandı Karşılamaya gelenler arasında bulunan, dedesi Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Sultan tarafından, “el-muzaffer dâimâ” şeklinde biten bir duâdan sonra kendisine kılıç kuşatıldı Bu “el-muzaffer dâimâ” ibaresi, İkinci Murad Hanın tuğrasında yer aldı

Osmanlı sultanlarının, İstanbul’un fethinden sonra, Eyüp semtinde Mihmândâr-ı Peygamberî (Peygamber efendimizi misafir eden) Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesinde kılıç kuşanmaları, kanun oldu Tahta çıkan her yeni hükümdar, cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla, bazen karadan, bazen de deniz yoluyla Eyüp'e gider ve türbede kılıç kuşandıktan sonra, saraya dönüş sırasında ecdâdının türbelerini de ziyaret ederdi Buna “türbeler ziyareti” de denilmiştir Eyüp Sultan Türbesinde padişahlara kılıç kuşatan zevât (muhterem kişiler) değişik olup, çok defa bu vazifeyi şeyhülislâmlar yapmışlardır Fatih Sultan Mehmed Han'a Eyüp’te Akşemseddin tarafından Osman Gazi'nin kılıcı kuşatılmıştır Sultan İkinci Bayezid’e, Eyüp’te, Nakîb-ül-Eşrâf kılıç kuşatmıştır Sultan Birinci Ahmed Han'a, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmin Mustafa Efendi; Sultan Dördüncü Murad Han'a zamanın büyük evliyasından Celvetiyye yolu büyüğü Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi kılıç kuşatmıştır

Kılıç kuşanma için Eyüp’e hareket, büyük merasim hâlinde yapılırdı Devlet erkânı, resmî elbiseleriyle saraya gelirler, önceden top arabacıları, topçu, cebeci ve yeniçeri ocakları iki sıra hâlinde dizilip padişahı bekleyerek, geçişini seyrederlerdi Daha sonra alay, intizam hâlinde Eyüp’e gelir, Eyüp Camii'ne deniz yoluyla gelecek olan padişah, iskeleye geldiğinde sadrazam, şeyhülislâm ve diğer devlet erkânı karşılar ve selamlardı Öğle namazını müteakip hazret-i Hâlid’in türbesine gelinirdi Padişah, edeb ile türbeye girdikten sonra sadrazam, şeyhülislâm ve yeniçeri ağasını yanına davet eder, sonra şeyhülislâm duâya başlardı Padişah, iki rekat namaz kıldıktan sonra, duâsını yapar, kuşatılacak kılıcı saygı ile öptükten sonra şeyhülislâm veya devrin büyük âlimi tarafından beline kuşatılırdı Bundan sonra padişah merasime katılanlara selam verir, türbeleri ziyaret ederek saraya dönerdi Fatih Sultan Mehmed Han türbesini ziyaret âdet olmuştur Bu merasim sebebiyle Eyüp’te kesilen 40-50 ve daha fazla koyun, çevredeki fakir fukaraya dağıtılır, merasime katılan herkese ihsanlarda bulunulurdu Merasim, önceleri açıkta herkesin gözü önünde yapılırken, sonraları daha mahdut topluluk içinde yapılmıştır

Kılıç alayında kullanılan kılıçlar, Peygamber efendimizin, hazret-i Ömer’in, hazret-i Hâlid bin Velîd’in, Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim Han'ın kılıçlarıydı

Alıntı Yaparak Cevapla

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar

Eski 10-11-2012   #75
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Tarihinde Bilinmeyen Kavramlar



Kırkpınar Güreşleri
Edirne’nin sınırları içinde yer alan Sarayiçi çayırında her sene haziran ayında yapılan tarihî güreşler

Bu güreşlerin doğuşu ile ilgili bilgilerin en yaygını, 14 yüzyılın ikinci yarısında Orhan Gazi devrindeki bir olaya dayandırılanıdır Rumeli’nin fethi sırasında (1346-1358) Süleyman Paşa komutasında, salla Çanakkale Boğazını geçerek Gelibolu’ya çıkan, 40 Müslüman Türk yiğidi bir mola yerinde güreşe tutuşurlar Saatlerce süren güreşte çiftlerden biri bir türlü yenişemez Daha sonraki günlerde aynı çift, bugün Yunanistan sınırları içinde kalan Ahırköy çayırında tekrar güreş yaparlar Gece yarılarına kadar süren güreş neticesinde, iki genç ölür Arkadaşları bu gençleri bir incir ağacının altına gömerler Yıllar sonra seferden (akınlardan) dönerken arkadaşlarını ziyarete gelen yiğitler, mezarların olduğu yerden bir pınarın akmakta olduğunu görürler Yöre halkı tarafından burası “Kırkların Pınarı” olarak anılmaya başlanır Daha sonra bu isim, Kırkpınar şeklinde söylenegelir

Kırkpınar güreşleri, ülkemizde an’anevî olarak yapılan en büyük yağlı güreşlerdir Osmanlılar zamanında Kırkpınar güreşleri, her sene Rûmî nisan ayının yirmisinde başlayıp, yirmi üçünde sona ererdi Güreşleri seyre gelenler, Kırkpınar Ağasına hediyeler ve para verirlerdi Bu hediye ve paralar, daha sonra pehlivanlara dağıtılırdı Lozan Antlaşması'ndan sonra Kırkpınar, Yunanistan sınırları içinde kaldı 1924 senesi baharında güreşler, Edirne’nin Sarayiçi çayırında, aynı adla yapılmaya başlandı

Kırkpınar güreşleri, yağlı güreştir Pehlivanlar “kispet” adı verilen, beli ve paçaları iple bağlı pantolon giyerler Güreşten önce vücutlarının her tarafını zeytinyağı ile yağlarlar Önceleri süresiz olan yağlı güreş müsabakaları, son yıllarda bir müsabaka süresine tabi tutulmuştur Tarihte saatlerce, hattâ yenilme olmadığı için, ertesi güne bırakılan güreşler vardır Bu durum, güreşleri idare eden hakem kurulunun kararı ile alınırdı

Güreşler ve süreleri: Büyük orta, baş altı ve baş boyu 1 saat; tozkoparan, deste küçük boy, deste büyük boy, küçük orta küçük boy, küçük orta büyük boy, 30 dakikadır Bu sürelerin sonunda yenişme olmazsa, 10 dakika puan güreşi yaptırılır

Güreşlerde, pehlivanları seyirciye tanıtan kimseye “cazgır” denir

Cazgır, güreşecek pehlivanları, bağırarak takdim eder Maharetlerini sayar Peşinden duâsını okur, salevât getirir:

Hoş geldiniz, sefâ geldiniz erler meydanına!
Şeref verdiniz, zümrüt Kırkpınar’a!
Besmele ile,
Kispetleri çektiniz ince bele
Okudunuz, üflediniz hazret-i Pîr’e
Söğüt dalından odun olmaz!
Moskof kızından kadın olmaz!
Her ananın doğurduğundan pehlivan olmaz!
Hey! Hey!
Allah Allah İllallah
Hayırlar gele İnşallâh
Pîrimiz Hamza Pehlivan
Aslımız, neslimiz, pehlivan
İki yiğit çıkmış meydane,
İkisi de birbirinden merdâne
Alta geldim diye erinme,
Üste çıktım diye sevinme
Alta gelirsen apış,
Üste çıkarsan yapış
Vur sarmayı kündeden at
Gönder Muhammed’e salevat
Seğirttim gittim pınara,
Allah ikinizin de işini onara!

Duâ bitince, cazgır, pehlivanları meydana sürer Davullar vurmaya ve zurnalar çalmaya başlar Pehlivanların cazgır önünden meydana gelişlerine “çıkış” denir Peşrev yapan pehlivanlar, topuk elleme ve helâlleşme tokasından sonra, ellerini ağızlarına sürerler Bundan sonra elense yapılır Boşta kalan elleriyle tutuşarak sağa sola sallarlar El ve ayak değiştirip tekrar sallarlar Ayrılırken birbirlerinin sağ ayaklarına sağ ellerini sürerek başlarına götürürler Pehlivan bu hareketiyle güreştiği rakibine şunu anlatmak ister; “Sen benden daha güçlüsün, ben senin ayak tozun olamam!” veya; “Sen öyle bir ustasın ki ayak tozunun başım üstünde yeri vardır!” gibi

Yenişince veya beraberce kalınca, yensin veya yenilsin, genç yaşlının, çırak ustasının elini, o da ötekinin alnını öper Eğer akran iseler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar Güreş bittikten sonra pehlivanların hep birlikte merasimle hamama gitmesi âdettir

Yağlı güreşlerde uygulanan başlıca oyunlar şunlardır: Elense, tırpan, boyunduruk, katıryuları, deveyuları, bastırma, çapraz, kazkanadı, tartma, köstek, dalma, paçakasnak, yerdesürme, kazık, sarma, künde, kepçe, topukelleme, kurtkapanı, kılıçatma, kemane vs Bunların yapılış biçimlerine göre ad alanları da vardır

Asırlardır yapılan Kırkpınar güreşlerinde 26 yıl üst üste başpehlivan olan Aliço, kırılması imkânsız bir rekor sahibidir Onu 18 yıl ile, çırağı Adalı Halil takip eder Cumhuriyetin ilanından sonra ise, 9 defa ile en fazla başpehlivanlık kazanan, Tekirdağlı Hüseyin’dir Kırkpınar güreşlerinde günümüze kadar, cihanı titreten, demir kuşaklı nice yiğitler geçti Bunlar “Türk gibi kuvvetli” sözünü dünyaya benimsetip, yerleşmesini sağladılar Koca Yusuf, Kara Ahmed, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Kızılcıklı Mahmud pehlivanlar, Avrupa ve Amerika’da yaptıkları bütün güreşleri kazanarak, Türk'ün başarısının arkasındaki maddî ve manevî kuvveti, bütün dünyaya gösterdiler

Kırkpınar güreşlerinde, Cumhuriyetten önce başpehlivanlık kazanan güreşçilerimizden bilinenleri şunlardır: Yozgatlı Kel Hasan, Arnavutoğlu Ali, Kazıkçı Kara Bekir, Şamdancıbaşı Kara İbrahim, Pamukçulu Osman, Yörük Ali, Filiz Nurullah, Filibeli Kara Osman, Katrancı Halil, Makarnacı Hüseyin, Hergeleci İbrahim, Kara Ahmed, Tekirdağlı Sarı Hafız, Bursalı Rüstem, Şumnulu Mestan, Hamlacı Kaysıoğlu, Sarı Hüseyin, Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmed, Geçkinli Yusuf, Kara Murad, Molla İzzet, Büyük Danacı, Küçük Danacı, Karagöz Pomak Ali, Deli Murat, Deliormanlı Kara Ahmed, Hasahırlı Abdurrahman, Çorumlu Zeyne, Pomak Osman, Suyolcu Mehmed, Mümin Hoca, Koç Ali, Koç Mehmed, Nakkaşlı Eyüp, Yenici Ahmed

Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.