Geri Git   ForumSinsi - 2006 Yılından Beri > Eğitim - Öğretim - Dersler - Genel Bilgiler > Psikoloji / Sosyoloji / Felsefe

Yeni Konu Gönder Yanıtla
 
Konu Araçları
akımları, düşünce, felsefi, hakkında

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #46
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



YAYINCILARIN NOTU

Bu bölümü daha iyi anlayabilmek için, burada öğrenilenleri, daha ilerde, Altıncı Kısımda okunacak olan çok önemli bilgilerle karşılaştırınız
Engels'in, düşüncenin beynin bir ürünü olduğunu söylemekle, karaciğerin safra salgılaması gibi, beynin de düşünce salgıladığını söylediği sanılmamalıdır Tersine, Engels, bu görüşle savaşmıştır (özellikle Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabına, ayrıca Lenin'in Materyalizm ve Ampiryokritisizm'inin birinci ve ikinci bölümlerine bakınız)
Bilinç bir organın salgısı değil, beynin işlevidir Bilinç, safra gibi ya da bir hormon gibi bir şey değildir Bir eylemdir, bir işlevdir Daha karmaşık bazı organik koşullarda beyin kabuğu işin içine karıştığından -organik koşulların kendileri de, Politzer'in daha ilerde gösterdiği gibi, toplumsal koşullardan ayrılamazlar- insan eylemi bilinçlidir
Bu konuda Lucien Seve'in Introduction au Léninisme'ine (Leninizm'e Giriş, s 98-108) başvurmanızı salık veririz Essais de la Nouvelle Critique (Editions Sociales, 1960) (sayfa 57)

Dipnotlar:

[12] Réne Maublanc, La Vie Ouvrière, 25 Kasım 1935
[13] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s 24
[14] agy, s24
[15] agy, s 22

Marx'ın "materyalist tarih anlayışının felsefî açıdan başlıca önemli noktalan şunlardır:

a toplumsal yaşamda düşüncelerin öncelikle özerkliklerinin daha sonra da üstünlüklerinin reddi;

b soyut felsefî düşüncenin tersine yöntemsel olarak somut tarihsel araştırmaya bağlılık;

c toplumsal yaşamın üretim ve yeniden üretiminde insan etkinliğinin (praxis) merkezi rolünün kavramlaştırılması, buradan hareketle;

d insanlık tarihinde toplumsal ilişkilerin dolayımının ve doğanın dönüştürülmesinin nedeni olarak emeğin öneminin vurgulanması;

e Marx 'ın türsel bir hümanizm olarak anlaşılmış bir doğalcılığı savunarak insanı temelde doğa ile birliği içinde kavradığı erken dönem (özellikle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları) yazılarının dışavurumculuğundan; insanı temelde doğaya karşı ve onun egemeni olarak kavradığı orta ve geç dönem yazılarının teknolojik Prometheusçuluğa doğru değişme göstererek insan açısından doğanın anlamını vurgulaması;

f bütününde Marx 'ta insan-doğa ilişkisini içsel olarak -insanin temelde doğaya bağımlı olması ancak doğanın temelde insandan bağımsız olması biçiminde- simetrik olmayan bir şekilde ele aldığı, bilimsel GERÇEKÇILIK'e doğru göreceli olarak gelişen bir bağlanma ve gündelik gerçekliğe sürekli bir bağlanış

Yalnızca (c) maddesi Marx 'ın yeni pratik ve dönüştürücü materyalizmi, burada ayrıntılı olarak gözönüne alınabilir Marx 'ın bu materyalizmi, insanın saf hayvan varlığından ya da etkinliğinden çifte bir özgürlükle ayrıldığı görüşüne dayanır; güdüsel belirlenmeden bağımsızlığı ve planlı, önceden dolayımlanmış bir biçimde üretimde bulunma özgürlüğü Bu kavramlaştırmanın genel karakteri en özlü anlatımını Feuerbach Üzerinde Tezler 'de (8 tez) bulur; "Bütün toplumsal yaşam temelinde pratiktir Teorinin gizemciliğine yol açan bütün anlaşmazlıklar akılcı çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranılmasında bulurlar" Geleneksel, tefekkürcü materyalizmin edilgin, tarih-dışı ve bireyci özelliği ile/ ve klasik Alman idealizminin yalnızca idealize edilmiş ve yabancılaşmış bir biçim altında sunulmuş olarak değinip geçtiği toplumsal yaşamdaki dönüştürücü etkinlik ya da pratiğin rolü, Feuerbach Üzerine Tezler'in ikili ana temasını oluşturur Marx'ın, Hegel 'in Aklın Fenomenolojisi 'ni eleştirisinin özünün; Hegel 'in nesnelleşme ve yabancılaşmayı, nesnelleşmenin varolan (mevcut), tarihsel olarak özel, yabancılaşmış biçimlerini, bir Mutlak Özne'nin kendine yabancılaşmasının momentleri olarak kavrayarak, aynı anda bu kategorileri akılcı bir biçimde değiştirerek ve tamamen insani yabancılaşmamış nesnelleşme olanağının da yolunu tıkamakla tanımladığına ve karıştırdığına ilk ' dikkati çeken Genç Hegel'de Lukâcs olmuştur ! Fakat bir defa bu ayrım, Marx 'ın kendi "nesnellik" kavramını kullanımında ve bu kavramın soy özellikleri taşıdığı konusunda üçlü bir kuşku yaratmıştı; bunun aydınlatılması en azından Feuerbach Üzerine Tezler'den bu yana Marx'ın materyalizmi için temel özellik haline gelmektedir Şöyle ki, 1 tez, açık bir biçimde ayrıntılandırmasa da, (a)nesnellik ya da dışsal olan ' ile, bir öznenin üretimi olarak nesnelleşme (b) arasında bir ayrıma işaret eder ve 6 tez, toplumsal biçimlerin yeniden üretim ya da dönüşüm süreci olarak (b) ve (c) nesnelleşmeleri arasında bir ayrımı gerektirir

Birinci tez Marx 'ı gerek şeylerin düşünceden bağımsızlığının materyalist kavranışı ve gerekse düşüncenin bir etkinlik olarak idealist kavranışının her ikisini de doğrulamaya ve böylelikle de (a) ile (b) arasında ya da Grundrisse'nin Giriş bölümündeki terminoloji ile söylersek, gerçek nesneler ile düşüncenin nesneleri arasında, ya da modern bilimsel gerçekçiliğin terminolojisi ile, bilginin fiili nesneleri ile bilgi üretiminin nesne edinme süreci ya da etkinliği arasında bir ayrım yapmaya yöneltir Bu ayrım bize, toplumsal alanda epistemolojik bir biçimde olduğu kadar ontolojik olarak da oluşturucu olan toplumsal pratiğin Marx için doğal bilimlerin nesnesi ' değil bir koşulu olduğunu anlamamıza olanak verir Buraya kadar söylenenlerin ışığında görülen odur ki, Marx 'ın idealizme olan itirazı; geleneksel materyalizm insanın bilgi üretimindeki etkin rolünü bilgi üretiminin nesne edinme boyutundan soyutlarken, idealizmin, bağımsız: gerçeklik düşüncesini (bilgi üretiminin) fiili boyutundan gayri meşru bir biçimde soyutlamakta olmasıdır

Altıncı tez açık bir biçimde, Feuerbach'ın hümanizmi üzerine kurulmuş olan bütün bireyci ve özcü toplum teorilerinin bir eleştirisini yapar ve Feuerbach'ın insanın tarihsel olarak gelişen toplumsallığının, kötülüklere karşı gerçek anahtar olduğu yolundaki antropolojik açıklamalarını tecrit eder Ve bu tez, (b) ile (c) arasında; insanın amaçlı etkinliği ile bu etkinliğin koşulları ve aracısı olarak verili olmakla birlikte ancak (kendisi de) bu amaçlı etkinlik içinde yeniden üretilmiş ve dönüştürülmüş önceden varolan tarihsel olarak belirlenmiş toplum biçimlerinin yeniden üretimi ve dönüştürülmesi arasında bir ayrımı gerekli kılar Bilinen nesnelerin birliğinin iki görünümü olarak (a) ve (b) arasında uygun bir ayrım meydana getirmedeki başarısızlık bir yandan epistemolojik idealist eğilimlere (Lukâcs ve Gramsci'den Kolakowski ve Schmidt 'e kadar, (a)'nın (b)'ye indirgenmesine), öte yandan geleneksel materyalist eğilimlere (Engels ve Lenin'den, Della Volpe 'ye ve "yansıtma teorisi"nin çağdaş örneklerine kadar, (b)'nin (a)'ya indirgenmesine) yol açmıştır Dönüştürücü etkinliğin birliğinin iki görünümü olarak (ya da praxis ile yapının ikiliği olarak) (b) ve (c) arasında uygun bir ayrım meydana getirmedeki başarısızlık da bir yandan sosyolojik bireycilik, iradecilik, kendiliğindencilik vBulletin ile (örneğin Sartre 'da olduğu gibi, (c)'nin (b)'ye indirgenmesi), öte yandan determinizm, şeyleşme, hipoztaslaştırma vBulletin ile (örneğin Althusser 'de olduğu gibi (b)'nin (c)'ye indirgenmesi) sonuçlandı

9 ve 10'uncu tezler özellikle Marx 'ın kendi yeni ve eski materyalizmleri arasındaki farklılıklarla ilgili kavramlaştırmasını ortaya koyar: "duygusallığı pratik etkinlik olarak kavramayan bu materyalizmle ulaşılan en yüksek nokta, tek tek bireylerin ve sivil toplumun üzerine (derin) düşünüştür (tefekkür) "Eski materyalizmin bakış açısı sivil toplumdur, yeni materyalizmin bakış açısı ise insan toplumu ya da toplumsal insanlıktır" Geleneksel materyalizmin problem alanı soyut bir tarih dışı bireycilik ve evrensellik üzerine kuruludur; birbirleriyle ve ortak doğallaşmış kaderleriyle dışsal ve içsel olarak ilişkili yalıtık durumdaki R Crusoe'lar Marx için bu kavramlaştırma epistemolojinin geleneksel sorunlarının (Bkz BILGI KURAMI) ve genel olarak FELSEFE'nin temelini oluşturur Maddi pratikten kopmuş tefekkürcü (düşünceye dalmış) bilinç için, kendi bedeniyle, diğer akıllarla, dışındaki nesnelerle ve hatta kendi geçmiş durumlarıyla olan ilişkisi problematik hale gelir Fakat ne bu felsefi sorunlara ne de buradan çıkan pratik sorunlara saf teorik bir terapi ile çözüm bulunamaz Örneğin, "bu düşüncelere yol açmış olan koşuları ortadan kaldırmak için kişinin kendi kafası dışında yalnızca birkaç fikir edinmek zorunda olduğu"na inanan (Alman Ideolojisi, cilt I, bölüm III) Genç Hegelci Stimer'in aksine "teorik karşıtlıkların çözümü yalnızca pratik bir biçim- de olanaklıdır ve bundan ötürü bir bilgi görevi değil, gerçek yaşamın görevidir; çünkü felsefe bu görevi yalnızca teorik bir görev olarak kavradığı için çözümsüz kalır" (Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları, 3'üncü elyazması) Bu nedenle "filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yalnızca yorumladılar, sorun onu değiştirmektir" (11 Tez) Engels'in, daha sonraki felsefi yazmalarındâ özellikle Anti-Dühring'de Lııdwig Feuerbach'ta ve Doğanın Diyalektiği 'nde ayrıntılı bir biçimde ele aldığı materyalizmin daha çok kozmolojik evrendoğum (kozmoloji) yönüne verdigi bu abartılı önemi anlamak zordur Bu konu yalnızca Ikinci Enternasyonal'in önderlerinin (Bernstein, Kautsky, Plehanov) teorik formasyonlarında kesin bir moment oluşturmakla kalmamış, daha sonraları DIYALEKTIK MATERYALIZM diye bilinecek görüşün doktriner çekirdeği olarak sonraki çok sayıda tartışmanın etrafında döneceği merkezi de oluşturmuştur Pozitivist ve evrimci (özellikle toplumsal Darwinizm) görüşlerin oluşturduğu bir bağlam içinde yazdığı yazılarda Engels ; (a) mekanik ve "metafizik" materyaliz- me karşı dünyanın değişmeyen ve durağan şeylerden değil, karmaşık süreçlerden oluştuğunu ve (b) indirgemeci materyalizm karşı, akli ve toplumsal biçimlerin (özünde maddi dünyanın [olanın] en yüksek ürünü olarak), maddi dünyaya (olana) indirgenemeyeceği ama ondan doğduğunu savundu Lenin 'in Materyalizm ve Ampiriokritisizm'inin dolaysız hedefi Bogdanov gibi Bolşevik yoldaşları arasında hızla yayılmakta olan Mach 'ın pozitivist düşüncesiydi


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #47
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Gerek Engels gerekse Lenin , materyalizm ve idealizmin karşılıklı olarak birbirlerini dışarıda bırakan ve tam anlamıyla açıklığa kavuşmuş kategoriler olarak ele alındıkları çok sayıda değişik nosyonlarını kullanmaktadırlar ve genel olarak materyalizmin ontolojik ve epistemolojik tanımlamalarından, sanki bunlar dolaysız bir biçimde eşitlenebilirlermiş gibi söz etmektedirler Ancak maddi olanın insan düşüncesinden bağımsızlığı, tek başına onun varlık alanında nedensel üstünlüğünü gerektirmez; bu, Platon'un Aquinas'ın ve Hegel 'in nesnel idealizmi ile tutarlıdır Yukarıdaki (a) ve (b) maddelerinin -eğer akıl maddi olandan doğmuş ise o zaman bilginin olanaklılığının Darwinci bir açıklaması yapılabilir ve ter- sine olarak, tam ve tutarlı bir gerçekçilik erişilemeyen bir doğanın içine yerleşmiş doğal nedensel bir araç olarak insan anlayışını gerektirir- özsel olarak birbirlerine bağlı olduklarını ileri sürmek kesinlikle olanaklıdır Ancak ne Lenin , ne de Engels bu bağlantıyı doyurucu bir biçimde açıklamışlardır Engels'in ana vurgusunun ontoloji üzerine, Lenin'inise epistemoloji üzerine olduğu kuşku götürmez; ve bunları aşağıda olduğu gibi göstermek olanaklıdır: doğal dünya aklın ya da bilincin bütün biçimlerine önceldir ve nedensel olarak bağımsızdır, tersi değil (Engels) bilinebilir olan dünya (sonlu ya da sonsuz) her tür akıldan bağımsız olarak vardır, tersi değil (Lenin) Engels 'in materyalizminin dikkate değer bir özelliği, şüpheciliğin pratik olarak yanlışlanması üzerindeki vurgusudur Diğerlerinin arasında Dr Johnson, Hume ve Hegel 'in düşünce yolunu izleyerek Engels -bazı betimlemeler altında ya da başka bir yoldan bilinen bağımsız bir gerçeklik düşüncesine bağlanışın askıya alınması anlamında- şüpheciliğin kabul edilebilir olmadığını ya da ciddiye alınamayacağını ileri sürmüştür Ner ne kadar teorik olarak ele geçirilemez olsa da, şüphecilik pratik (Engels buna, Gramsci 'nin daha sonraları teorik olarak tam bilinçlilik kav- ramında dolaylı bir biçimde ifade ettiği gibi, şüphecilerin kendi dil pratiklerini de ekleyebilirdi) özellikle "deneyim ve çalışına" tarafından sürekli olarak yalanlanmakta ya da onunla karşıtlık içine girmekteydi "Eger dogal bir süreçle ilgili yapmış olduğumuz kavramlaştırmanın doğruluğunu, onu kendimiz için yapmakla ka- nıtlama yeteneğinde iseko zaman "kendinde şeyin" Kantçı kavranamazlığına bir son verilir" (L Feuerbach bölüm II) Engels 'te felsefenin pozitivist bir kavranışı ile bilimin metafizik kavranışı arasında (hemen bütün yazılarına sinmiş olan) bir gerilim varken, Lenin , felsefenin tarihsel materyalizm ve genel olarak bilimler ile olan ' ilişkisinde görece özerk bir Lockecu ya da emekçi rolünü açıkça kabul eder Buna;

1felsefi bir kategori olarak madde ile bilimsel bir kav ram olarak madde arasında açık bir ayrımın yapılması,

2partinost (partizanlık) doktrininde, ? felsefi müdahaledeki pratik ve çıkar özellikleri- nin vurgulanması,

3 bilimsel değişme ile ILERLEME düşüncesinin, "göreli" ve "mutlak" HAKIKAT arasındaki ayrım içinde uzlaştırılma (ve normatif olarak hem dogmatizme hem de şüpheciliğe karşı çıkma) çabası eşlik eder

Diyalektik materyalist geleneğe damgasını vuran, doğa DIYALEKTIK'i ile yansıtmacı bir bilgi teorisinden oluşan bir karışımdır Her ikisi de, aynı zamanda bunların karşılıklı tutarsız olduklarını da savunduğu BATI MARKSIZMI'nin kaynak metni olan Tarih ve Sınıf Bilinci'nde Lukâcs tarafından reddedilmiştir Nesnelliği, tarihte sonuşmaz bir biçimde yaklaşılmış ancak nihaî olarak yalnızca komünizmde gerçekleşecek olan evrensel bir özneler arasılığa göre yeniden tanımlayan Gramsci ("Tarihsel Materyalizm" de) vurgunun kökeni metafizik olan ikinci kavrama ("materyalizm") değil, birinci kavram ("Tarihsel") üzerine konulması gerektigi unutulmuştur" diyerek Lukâcs'dan daha da ileri gitmiştir "Praxis felsefesi, mutlak "historisizm", mutlak lâikleşme ve düşüncenin dünyevileşmesi, tarihin mutlak hümanizmasıdır" (Gramsci 1971, s465) Batı Marksizminin diyalektik motiflere yakınlık duymuş olduğu yer onun materyalizme karşı olduğu yerdir Örneğin Sartre için "materyalizmin hiçbir çeşidi" insanın tarihsel durumunun kesinlikle ayırdedici niteliğini oluşturan" (özgürlüğü) hiçbir zaman açıklayamaz" (Sartre 1967, s237) Öte yandan Batı Marksizminin materyalist olduğunu ilan ettiği yer, genellikle 'de olduğu gibi özel olarak epistemolojik yanıdır; ve ontolojik sorunlardan söz açıldığında Timpanaro'nun ( 1976), toplumsal yaşamda özel olarak biyolojik "üst yapının" ve doğanın rolü- nün önemi üzerine vurgulamasında olduğu gibi tartışmalar ontolojide düşünceden yoksun bir ampirizm tarafından sıklıkla bozulmuştur

Her materyalizm tartışmasında, gizli bir "maddenin tanımlaması" sorunu vardır (Şüphesiz doğal bilimi de içeren) toplumsal alanla sınırlı ve maddenin "toplumsal pratik" anlamında anlaşılmış olduğu Marx'ın pratik materyalizmi için özel bir zorluk doğmaz Fakat Marksist materyalizm Engels 'ten bu yana daha genel savlara sahiptir, ve şu anki zorluk; eğer maddi şey süre durumsal olarak (bir) boşluğu işgal etme yeteneğine sahip, duyusal olarak teşhis edilmiş ve yeniden teşhis edilmiş bir varlık olarak kabul edilirse, o zaman her ne kadar teşhisleri maddî şeylere bağımlı olsa da, bilimsel bilginin çok sayıdaki nesnesi besbelli maddi-olmayandır Hiç kuşkusuz, eğer biri bilimsel ve felsefî ontolojiler arasında ayrım gözetirse, Lenin 'in kabul ettiği gibi bu türden düşüncelerin felsefi materyalizmi yanlışlaması gerekmez Ancak bunun içeriği nedir? Kimi materyalistler bilim aracılığı ile dünyanın bilinebilirliğinin tüketilebileceği düşüncesini kabul etmişlerdir Ancak bunun temeli nedir? Bu yengin bilişsel tutum insan merkezli ve bu nedenle de idealist bir kibir gibi görünmektedir Öte yandan bilinebilecek olan her ne ise bilim tarafından bilinmek zorundadır gibi daha ılımlı bit varsayım, eğer bir totoloji değilse, belirli araştırma alanlarında materyalizmin gerçekliğini doğalcılığın olanaklılığı yerine geçirir

Bu nedenlerden ötürü, materyalizmin bazılarına; yan betimleyici tezlerden oluşan felsefi bir tutumdan veJya da daha özel olarak; (a) -örneğin Tanrının varlığına, ruha, formlara, düşüncelere, görevlere, mutlak'a ya da bilimin olanaksızlığına (veya ikincil durumda olduğuna), dünyevi mutluluğa vBulletinye dair- bir yığın ayrıntılı geleneksel felsefî önerme olarak ve (b) bu tür felsefî ayrıntıların, yanlış ya da uygun olmayan bilinçlilik ya da IDEOLOJI'nin biçimleri olarak bilimsel açıklanışlarına bir bağlanışın olmazsa- olmaz temeli olarak kabul edilmesinden daha çok bir kaldıraç konumu (prise de position), bir pratik anlamlandırma (konumlandırma) olarak ele alınması çekici gelebilir Bununla birlikte böyle bir (anlamlı) konumlandırma; hem bilim- sel ya da benzeri pozitif bir durumu önvarsayar ve hem de normatif olarak temellendirilme talebinin ilke olarak savunulması çok zordur Bu nedenle materyalizmin pragmatik yeniden oluşumunun onun betimleyici karakterini geliştirmesi güçtür

Her iki durumda da bir meşruiyet sorunu vardır Gerçekte materyalizmin, bilim ve bilimsellik bakımından meşru gösterilmesi, kendiliğinden materyalizm olarak meşru göstermekten daha kolay olabilir: ve belki de yalnızca böyle bir özel açıklama (Feuerbach Üzerine 2'nci tezdeki) Marx 'ın hipoztaslaştırılmış ve soyut düşünce eleştirisi ile tutarlıdır

Lukâcs-sonrası Marksizm için, Marx 'ın öncülleri ile Engels 'in çıkarımlarının karşı kargıya getirilmesi tipik bir olgudur Ancak bilimin çağdaş gerçekçi yeniden oluşumlarında bunların inceltilmiş biçimleri arasında bir tutarsızlık yoktur Nitekim doğanın pratik araştırılması olarak bilim düşüncesi bağımsız biçimde varolan ve olguları dönüştürmede etkin gerçek yapıların, aygıtların, süreçlerin, ilişkilerin ve alanla- rın antropolojik olmayan bir ontolojisini gerektirmektedir Üstelik böyle bir aşkın gerçekçilik, eger sözde kalmazsa, kısmen de olsa Engels'in "Iki Büyük Kamp Tezi'nin ruhunu korumaktadır Şöyle ki; (a) varlığın, "epistemik aldanmanın" iki varyantı olan deneyim ve akıl içinde, insani bir niteliğe indirgenmesindeki ortak yanlışlarına (birarada) işaret ederek ve (b) epistemolojik olarak, nesnel idealizmin öznel idealizmin şeyleşmiş olgularını önvarsaymasında ve ontolojik olarak da öznel idealizmin nesnel idealizmin hipoztaslaştırılmış düşüncelerini önvarsaymasındaki - sistematik karşılıklı bağımlılıklarını ortaya sererek; öyle ki öznel ve nesnel idealizmin kendilerine özgü yapılan üzerine bir araştırma ile bunların iki yüzlü Tanrı efsanesinde olduğu gibi (Janus) ampirik kesinlik/kav- ramsal doğruluk biçimde aynı ikiligi taşımakta oldukları görülebilir; aşkın gerçekçilik, hem öznel idealizmin ampirik gerçekçiliğine hem de nesnel idealizmin kavramsal gerçekçiliğine karşı çıkmaktadır Aynı zamanda tarihsel araştır- mada Engels'in, bilimsel bilgideki ve daha genel olarak toplumsal yaşamdaki değişiklikler çevresinde oluşan mücadeleler bağlamında materyalizm ve idealizmin uzlaşmaz diyalektik çelişkileri olarak birbirleriyle ilişkide oldukları görüşüne bazı dayanaklar sağlamaktadır Son olarak, materyalizmin aşkın gerçekçi bir açıklamasının, doğalcı bir konumlandırmayı ortaya çıkartan güçlerle uyum halinde olduğu belirtilmelidir Bu son değerlendirmenin önemi şuradadır; Marx ve Engels 'ten bu yana Marksizm, idealizme bayağı ve (vülger), indirgemeci ya da "diyalektik-olmayan" örneğin tefekkürcü (Marx) ya da mekanik (Engels) materyalizme karşı ikili bir polemik yürüttü Ve karakteristik bir biçim- de idealizm tarafından kutsanmış olan bazı konuların doyurucu bir "materyalist dökümü ya da eleştirisini hazırlama projesi, pratikte idealizmin çok daha doyurucu olarak yapmış olduğu bir ikiciliğe yeniden geri dönmeden -karakteristik materyalist karşılık- çoğunlukla (örneğin felsefenin bilime, toplum ya da aklın doğaya, genelin özele, teorinin deneyime, insan etkinliğinin ya da bilincinin toplumsal yapıya) indirgemecilikten kaçınma çabası olarak sonuçlandı Bu da genellikle iki cephede bir savaşı zorunlu kıldı; - çeşitli nesnelcilik çeşitlerine, örneğin - fizik, bilimcilik, dogmatizm, determinizm, şeyleşme'ye karşı ve öznelciliğin biçimsel olarak karşıt olan ancak gerçekte birbirlerini tamamla- yan türlerine, örneğin pozitivizm, bilinemezcilik, şüphecilik, bireycilik, iradecilik'e karşı bir savaş Marksist materyalizmin bu tarihsel ilişkiler arasında aracılık yapmaya ya da basit bir Hegelci sentezde bulunmaya çalıştığını düşünmek bir yanlış anlama olacaktır Ortak sorunsallarını dönüştürürken, eski uzlaşmaz ortaklıklarının hem yanlış hem de kısmi kavranışlarının her ikisinin de, yeni ve üstün bir bakış açısından eleştirel rehavete terkedildiklerini düşünmek daha doğru olur


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #48
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Marx 'ın "materyalist tarih anlayışı 'nın felsefî açıdan başlıca önemli noktalan şunlardır:

a toplumsal yaşamda düşüncelerin öncelikle özerkliklerinin daha sonra da üstünlüklerinin reddi;

b soyut felsefî düşüncenin tersine yöntemsel olarak somut tarihsel araştırmaya bağlılık;

c toplumsal yaşamın üretim ve yeniden üretiminde insan etkinliğinin (praxis) merkezi rolünün kavramlaştırılması, buradan hareketle;

d insanlık tarihinde toplumsal ilişkilerin dolayımının ve doğanın dönüştürülmesinin nedeni olarak emeğin öneminin vurgulanması;

e Marx 'ın türsel bir hümanizm olarak anlaşılmış bir doğalcılığı savunarak insanı temelde doğa ile birliği içinde kavradığı erken dönem (özellikle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları) yazılarının dışavurumculuğundan; insanı temelde doğaya karşı ve onun egemeni olarak kavradığı orta ve geç dönem yazılarının teknolojik Prometheusçuluğa doğru değişme göstererek insan açısından doğanın anlamını vurgulaması;

f bütününde Marx 'ta insan-doğa ilişkisini içsel olarak -insanin temelde doğaya bağımlı olması ancak doğanın temelde insandan bağımsız olması biçiminde- simetrik olmayan bir şekilde ele aldığı, bilimsel GERÇEKÇILIK'e doğru göreceli olarak gelişen bir bağlanma ve gündelik gerçekliğe sürekli bir bağlanış

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #49
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Nihilizm Nedir?

Hiççilik olarak da bilinir 19 yüzyılda Rusya'da Çarl II Alexander'ın hükümdarlığının ilk yıllarında ortaya çıkan, şüpheci temellere dayalı felsefe anlayışıdır Ortaçağ'da bazı heretiklere yakıştırılan bu terim, Rus Edebiyatı'nda ilk kez Nedejin'in bir makalesinde Puşkin için kullanıldı

Katkov ise nihilizmin ahlaki ilkelerin tümünü yadsıması nedeniyle toplumu tehdit ettiğini ileri sürmüştür Nihilist Bazarov, bu terimin yaygınlaşmasını sağlamıştır Zamanla 1860'ların ve 1870'lerin nihilistleri, geleneklere ve toplumsal düzene başkaldıran, düzensiz, dağınık, bakımsız, inatçı kişiler olarak görülmeye başlandı Bundan sonra da Alexander'ın öldürülmesi ve mutlakiyetçiliğe karşı yeraltı örgütlerinin başvurduğu siyasi terörler birlikte anılır

Nihilizm, temelde estetizmin bütün biçimlerini yadsıyor, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunuyordu Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünü ile reddediyordu Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla, yerleşik toplumsal düzene başkaldırıyı temsil ediyor; devlet, kilise ya da aile otoritesine karşı çıkıyordu Yalnızca bilimsel doğruları temel alıyor, ancak bilimin bütün toplumsal sorunların üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul ediyordu

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #50
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Nietzschecilik Nedir?

XIX yüzyılın önemli bir Alman filozofu olan Nietzsche'nin görüşleri, sosyal psikolojide ele alınan pek çok konuyla yakından ilgilidir Ona göre gerçek (reel), ne rasyoneldir, ne de oluşum halindedir Gerçek, bireyler tarafından öznel olarak algılanan ve yaşanan bir olgular zinciridir

Kendisinde hakikat ya da değerler yoktur İnsan kendi yaşama arzusundan kaçmak için din ve inançlar oluşturur Ancak 'Tanrının Ölümü'yle birlikte insan yaratıcı ve şair olarak yaşamaya ve kendi kendisini ortaya koymaya mahkum olmuştur

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #51
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



OLGUCULUK (POZİTİVİZM)


Felsefede olgularla desteklenen ya da olgularla ilgili verilere dayanan bilginin tek sağlam bilgi türü olduğu görüşü Dar anlamıyla August Comte 'un felsefesi için de kullanılır


Genel çizgileriyle Olguculuk, deney konusu edilebilecek olgularla ilgili, yani en geniş anlamıyla bilimsel bilginin sağlam bilgi olduğunu vurgular Bunun dışında, olgucuların çoğu mantık ve matematik gibi bilgi türlerinin varlığını kabul eder, ama bunların içeriksiz olduğunu ileri sürerler Olguculuğun en temel özelliğiyse, geleneksel felsefe görüşlerini, olumsuz bir anlam yüküyle "metafizik" olarak niteleyerek karşı çıkmasıdır Comte 'dan bu yana "metafizik" nitelemesi insanlığın geride bıraktığı bir aşamayla ilgili, geçerliliğini yitirmiş, yerini "pozitif" bilimlere bırakmış bir bilgi türünü çağrıştırır


Olguculuk tarihsel olarak, Avrupa'da Aydınlanma'nın ve yeniçağ bilimlerindeki önemli gelişmelerin bir sonucudur; felsefe geleneği olarak, Eski Yunan Sofistlerine ve 3 yüzyıl Latin düşünürü Sextus Empiricus 'a değin uzanır Daha yakın kökleri ise, İngiliz Deneyciliğine ve Fransız Ansiklopedistleri’ne dayanır Comte'a göre insanlık tarihinin üç aşamalı zihinsel gelişiminde her aşama bir öncekine göre daha ileri ve gelişmiştir İnsanlık başlangıçta açıklamaların doğaötesi güçlere göre yapıldığı dinsel bir aşamadadır Izleyen metafizik aşamada açıklamalar gene olgulardan uzak bazı kavramlara dayandırılır Üçüncü aşamada ise insanlar doğru bilginin gerektirdiği gibi, açıklamak istedikleri olguları gene bu olgulardan elde ettikleri verilere dayandırmayı öğrenirler; işte bu sonuncusu pozitif aşamadır Comte bu süreci bir insanın çocukluktan yetişkinİiğe geçiş aşamalarına benzetir

Comte ile yakın ilişkileri olan John Stuart Mill İngiliz Deneycilik okulunun da etkisiyle Olguculuğun bilgisel ve mantıksal yanlarını geliştirmeye çalıştı İngiltere'de Olguculuğun bir başka temsilcisi olan Herbert Spencer yaklaşımında Darwin 'in evrim kuramına da yer verdi Olguculuk bundan sonra daha çok Almanya ve Avusturya'da gelişti Viyanalı fizikçi ve düşünür Ernest Mach , İngiliz filozof David Hume 'un görüşlerinden yola çıkarak bütün bilginin dolaysız olarak deney yoluyla duyu verilerinden elde edilen ö elerden oluştuğunu öne sürdü Mach'ın, bilgi kuramlarının değişebildiği, ama temel olguların değişmediği düşüncesini sonraki birçok olgucu da benimsedi Alman düşünür Richard Avenarius ise biyolojik temelli bir bilgi felsefesi geliştirerek algılanabilir bir nesnenin, algıya açık niteliklerinin toplamından başka bir şey olmadığını savundu Şeylerin temelinde yatan bir töz olduğu düşüncesini eleştirerek Deneycilik ile Olguculuğu birleştirmeye çalıştı Olguculuk bu gelişme döneminden sonra, özellikle de simgesel mantığın hızla yaygınlaşmasının etkisiyle güçlendi Charles Sanders Peirce ve William James gibi mantığa da ağırlık veren ABD'li pragmatistlerin görüşlerindeki yakınlıklar sayesinde daha da yaygınlaştı Gerektirdiği mantıksal sistem de Olguculuğa yakınlığı olan Bertrand Russell gibi birçok düşünür tarafından işlenerek olgunlaştırıldı

Bütün bu gelişmeler Mach 'ın etkilerinin sürdüğü Viyana'da, "Viyana Çevresi" adıyla da bilinen Mantıksal Deneycilik ya da Mantıksal Olguculuk akımıyla sonuçlandı Bu akım, özellikle II Dünya Savaşı sonrasında Anglosakson ülkelerde çok güçlenerek hemen bütün akademik felsefe kuruluşlarına egemen oldu Buna karşılık başta Viyanalı düşünür Ludwig Wittgenstein olmak üzere, önceleri Olguculuğu benimseyen Karl Popper ve Thomas S Kuhn gibi bazı düşünürler getirdikleri temel eleştirilerle Olguculuğun etkisinin azalmasına neden oldular

Günümüzde Olguculuk tıpkı Deneycilik gibi, yaygın gücünü büyük ölçüde yitirmiştir Bilimsel bilgiye duyulan koşulsuz güven kırılmış, bilim dışında başka sağlam bilgi yollarının araştırılmasına duyulan ilgi yeniden canlanmıştır Olguculuğun günümüz felsefesine kalıcı katkılan arasında, sağlam ve tutarlı bilgi ülküsü ile bilimsel açıklamaların ortak bir temelden türetilmesi gereği sayılabilir

Ana Britanica

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #52
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Pragmatizm Nedir?

Pragmacılık, uygulamacılık ve kılgıcılık deyimleriyle de dile getiriliyor Kapitalist üretim düzeninin ilk gelişme alanı olan İngiltere'de John Stuart Mill'in biçimlendirdiği yararcılığın, yeni ve son gelişme alanı olan Amerika'da Charles Peirce (1839-1914)'in temellerini attığı; William James (1842-1910)'in geliştirdiği uygulayıcılığı doğurması doğaldır Böylelikle, kapitalizmin kendine özgü metafizik felsefesi kurulmuş olmaktadır

James, aynı adı taşıyan yapıtında pragmatizm sözcüğü için "gerçi bu ad hoşuma gitmiyor, ama onu böyle adlandırıyorlar, değiştirmek için artık çok geç" diyor Yapıtını da yararcı Mill'e şu sözlerle armağan ediyor: "zihnin pragmatik açıklığını ilk olarak kendisinden öğrendiğim, yaşamış olsaydı liderimiz olacağını düşünmekten zevk duyduğum John Stuart Mill'in anısına"

Pragmacılık, James'in deyişine göre, bir felsefe olmaktan çok bir metod; düşünceyi, doğurduğu eyleme göre ölçen bir yöntemdir Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly Dergisi'nde yayınladığı "Fikirlerimizi Aydınlığa Kavuşturmanın Yolu" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Bir düşüncenin anlamını açıklamak için onun hangi davranışı doğurduğunu bilmek gerekir İşte o davranış, o eylem bizim için düşüncenin ta kendisidir"

William James, yirmi yıl sonra, kimsenin üstünde durmadığı bu sözü bulup ortaya çıkarmış, felsefesini bu söze dayamıştır Pragmatik metodda yeni hiçbir şey yoktur, diyor William James "Sokrates onun ustasıydı Aristoteles, metodik olarak onu kullanmıştı Locke, Hume, Berkeley onun araçlarını kullanarak gerçeğe yararlı oldular Oysa pragmacılığın bu öncüleri, onu ancak parçalar halinde kullandılar Onlar sadece giriş yapmışlardı Pragmacılık metodu günümüze gelinceye kadar genelleşmemişti, evrensel bir görevin bilincine varamamıştı Ben bu göreve inanıyorum, konuşmalarımın sonunda size de bu inancı aşılayabileceğimi sanıyorum Herhangi bir yerde bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım hiçbir yerde var olamaz"

Felsefenin bütün görevi, bu dünya formülü ya da şu dünya formülünün doğru olmasının hayatımızın belli anlarında üzerimizde ne gibi bir ayrım doğuracağını anlamak olmalıdır Pragmatik metod, her şeyden önce, başka türlü son verilemeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması metodudur

Dünya tek midir, çok mu? Kadere mi bağlıdır, yoksa hür müdür? Madde midir, ruh mu? İşte birtakım kavramlar ki dünya için doğru olmaları da kabildir, olmamaları da Bu çeşit kavramlar üstündeki tartışmaların sonu gelmez Böyle hallerde pragmatik metod, her kavrama, kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle yorumlamaya çalışır Bu kavram, öteki kavramdan daha doğru olsaydı, herhangi bir kimse için pratik bakımdan ne gibi bir ayrılık doğacaktı?

Çıkarılan sonuçlarda pratik hiçbir ayrılık yoksa, her iki düşünce de, pratik bakımdan, aynı şeye karşılık olmaktadır Şu halde tartışma yersizdir Tartışma yerindeyse, bunun ya da ötekinin doğruluğu halinde pratik bir ayrılığı görebilmemiz gerekir Bunun, kabacası şu demektir: Dünya madde olsa ne olacak, ruh olsa ne olacak? Biri ya da öteki olması pratik bir fayda sağlıyorsa o zaman başımızın üstünde yeri var

Nitekim William James, pragmacılık metodunu kullanarak ruhçuluğu seçmektedir Çünkü: materyalizm umut kırıcıdır, ruhçuluksa umut, hoşlanma, yaşama isteği vericidir Tanrı'ya inanmak insanlar için faydalı bir eylemdir Bu eylem insanlara, James'in deyişiyle töresel bir tatil yaptırır

Ölümlü dünyadaki kötülüklerin Tanrı'da yok olacağı düşüncesi, bizleri sorumluluk kaygısından kurtarır İyiliğin, sonunda nasıl olsa galip geleceğine güvenerek korkumuzu yenebiliriz Dünya arabasını, yürüdüğü yolda, keyfince gitmeye bırakarak töresel bir tatil (ahlak tatili) yaparız İyi ama, gerçek bu mudur derseniz James'in karşılığı hazırdır: Gerçek, pratik faydası olandır

Pragmacılık, böylelikle, akılcı sistemlerle görgücü sistemler arasındaki uzlaşmaz ayrılığı çözdüğü kanısındadır Aklın verilerini de pragmatik metoda vurarak hem dinci kalabilecek, hem de olgularla ilgilenebilecektir Her ikisinde de pratik faydası bulunduğuna göre, bunları birbirinden ayırmayı düşünmemektedir Görgücüler Tanrı düşüncesine, istedikleri kadar "Teşekkür ederiz, kullanmıyoruz" desinler, pragmacı, pratik fayda bulduğu sürece onu kullanmakta devam edecektir

Pragmacılara göre bir düşünce, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece doğrudur İyidir yerine doğrudur diyebiliriz, çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır Doğru sözcüğü, inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır Doğru olan, belirli sebepler dolayısıyla aynı zamanda iyidir Bizim için neye inanmak daha iyi olurdu dersek, bu söz şu anlama gelir: Neye inanmak zorundayız?

Bu sorunun karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız Şu halde, bizim için daha iyi olanla, bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur

Pragmatik metod, doğruyla iyiyi birleştirmektedir Bundan şu sonuç çıkıyor: Erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladiği hallerde doğrudur Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır, her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir Bu açıdan güzeli de doğruyla ya da iyiyle birleştirerek felsefenin, bilimin, sanatın yetkilerini tek elde, fayda ölçüsüne vurarak değerlendirmelidir Çünkü bunların pratik değer ya da değersizlik bakımından hiçbir ayrılıkları yoktur

Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi metodlarını uyguluyorlar Onlara göre dogru düşünce, pratikte doğrulanabilen bir düşüncedir Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık, hareketsiz bir özellik değildir Gerçek, düşüncenin başına gelen birşeydir Bir düşünce, kafamızda dururken doğru olamaz Ancak doğru bir hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır Onun gerçekliği, geçer hale girmesiyle olur

Sonsuz derecede faydalı ya da sonsuz derecede zararlı bir gerçeklikler dünyasında yaşamaktayız Dogru düşünce bizler için önemlidir Bir ormanda kaybolursanız, açlıktan ölmek üzere bulunursanız, keçi yoluna benzer birşey görünce, bu yolun sonunda insanların oturduğu bir evi düşünmeniz çok önemlidir Burada doğru düşünce faydalıdır, çünkü konusu olan şey faydalıdır Doğru düşüncenin pratik değeri, bu düşünceye karşılık olan nesnelerin pratik değerinden çıkmaktadır

Gerçekte bu nesneler, her zaman için faydalı olmayabilirler Örneğin keçi yolunun sonundaki ev, boş bir evse, açlıktan ölmek üzere bulunan sizin için hiçbir faydası yoktur Ama her nesne bir gün, bir zaman önem kazanabileceğinden, herhangi bir durumda doğrulanabilecek bir genel düşünceler stokunu elde bulundurmamız faydalıdır

Doğru sözcüğü, doğrulama sürecini harekete getiren bir düşüncenin, faydalı sözcüğü ise onun deneyde tamamlanan görevinin adıdır Doğru düşünceler, faydalı olmadıkça, değer belirten bir ad kazanamazlar

Gerçek, düşünürken bize faydası olan şeydir, nasıl ki hak da eylem halinde bize faydalı olan şeydir İnsanlar içiri gerekli olan, uygun olan, iş görecek bir kuram bulmaktır İşte pragmacılık, bu kuramdır

Görüldüğü gibi, uygulayıcılık, burjuva dünyasında pek tutulduğu ve pek yayıldığı halde, bilimdışı bir kuramdır Bilimi de açıkça yadsır James'e göre "İnsanın dünyadaki durumu, kedinin kitaplıktaki durumu gibidir; görür ve duyar ama hiçbir şey anlayamaz"

Pragmacılar, dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır Gerçek, kendi yararımıza göre belirlenir, özneldir Pragmatizm, Dewey, FS Schiler tarafından izlenmiş; ırkçılığı ve faşizmi açıkça savunmaya kadar çeşitli biçimlere bürünmüştür

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #53
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Pisagorculuk Nedir? (Pythagorasçılık)

Pisagorcuların amacı; insanın kendisini, beden ve ruh göçüne köle olmaktan kurtarmaktır İnsan ne denli kötü ve günahkâr bir yaşam sürerse, öldükten sonra ruhunun aşağılayıcı bir hayvan bedenine girme olasılığı o denli yüksek olur

Pisagorcu cemaat yalnız dini nitelik taşımakla kalmamış aynı zamanda siyasî bir nitelik sergilemiş ve siyasî amaçlar belirlemiştir Bu anlamda Pisagorculuk, Kroton ve öteki bazı güney İtalya kentlerinde uzun zaman iktidarı elinde tutmuştur Pisagor siyasette cemaati ile uzlaşabilmiş değildir Belki de o Kroton'dan bu nedenle uzaklaştı ve gittiği yerde de öldü

Pisagorcuların siyaset ile ilgilenmeleri kendilerinin felaketi olmuştur Çıkan bir isyanda cemaatin merkezi yıkılıp yağmalanmış ve cemaat dağılmıştır Buna rağmen bu okulun bilim ve sanat alanındaki etkileri daha uzun bir zaman kendini hissettirmiştir Pisagorcular özellikle bilim ve sanattan yararlanmışlar, bir başka deyişle belli bilim ve sanat çeşitleriyle, yani matematik ve müzik ile çok yakından ilgilenmişlerdir

Pisagor'un bunlarla ne ölçüde ilgilenmiş olduğunu, ona ait olduğu söylenen fikirlerin gerçekten onun olup olmadığını belirlemek güçtür Bütün bunlara rağmen Pisagor tarikatının bir felsefe, bir bilim ve bir sanat ocağı olduğundan kuşkulananlayız

Pisagor konusundaki bilgilerimiz yetersizdir Onun ile ilgili bilgilerden; onun filozoftan çok bir din adamı, bir din iyileştiricisi olduğunu biliyoruz Aristo bile hiçbir zaman bir Pisagor felsefesinden söz etmez, sürekli Pisagorcuların felsefesinden söz eder Tüm bunlara karşın Pisagor'un zamanında etkili olduğunu vurgulamalıyız

Onun din yenilikçiliğinin temelinde, ruhun ölüm sonrasındaki durumu problemi vardır Ona göre ruh bedene zincirlenmiştir, beden ruh için bir hapishanedir Ölüm sonrası ruh başka bir bedene göç eder Bu göç, ruhun dünyadaki yaşamına bağlı olarak sonuçlanır

İyi ve temiz bir ruh yüksek bir bedene göç eder Fakat ruhun gerçek çabası; özgür yaşamak, yani bedene bağımlı olmaksızın mutlak ruh durumuna ulaşabilmek olmalıdır Bu amaca ulaşabilmek için, Pisagor öğrencilerine bazı yollar gösterir: Et yememek, yalnızca bitkisel gıdalarla beslenmek, kanlı kurbanlardan kaçınmak Ruhun arınması ve bedenden ayrı bir yaşama ulaşabilmesi için bilim ve sanattan yararlanılır

Pisagorcuların öncelikle uğraştıkları sanat "musikî", bilim ise "matematik" Bir geometri probleminin, "Pisagor problemi"nin, haklı ya da haksız Pisagor'a dayandırıldığı herkesçe bilinir Pisagorcular müzik ile matematik arasında sıkı bir bağ kurmuş ve bu iki bilimde önemli buluşlar yapmışlardır

Özellikle telli sazlarla uğraşan Pisagorcular, telin uzunluğu ile sesin yüksekliği arasında belli bir oran bulunduğunu ortaya koymuşlardır Teli uzatıp kısaltarak sesin çeşitli perdelerini yakalamışlardır Uyumlu ses telin uzunluğu ile, yani bir takım sayısal oranlarla ilgilidir

Felsefe tarihinin başlangıcındaki filozofların genelde ortak noktaları vardır: Bunlar başlangıçta tek tek birtakım gözlemlerden yararlanırlar ve sonra da bunları genelleştirirler Sözgelişi Thales, suyun gerek bedensel ve gerek beden dışı doğa için taşıdığı değerin büyüklüğünü görmüş ve böylece herşeyin sudan oluştuğu sonucuna varmıştır Anaksimenes havanın değeri ve önemini, gözlemlerden hareketle belirlemiş, herşeyin temelinin hava olduğu sonucuna varmıştır

Pisagorcular uyumlu seslerle sayısal oranlar arasındaki bağlantıdan hareket ederek, herşeyin temelinin sayı olduğu, evrendeki tüm oranların sayısal olduğu sonucuna ulaşmıştır Böylece Pisagorcular dahil, daha önceki filozoflarda, arche (maddenin aslı) kavramına tanık oluyoruz Pisagorcular arche olarak sayıyı benimsemekle ileri bir adım atmış oldular Çünkü onlar maddenin aslının, su ve hava gibi somut birşey değil de, tam tersine, soyut birşey olduğunu ileri sürmüştür

Pisagorcular başka bakımdan da öteki filozoflardan ayrılırlar Pisagorculara gelene kadar maddenin kaynağı olarak tek bir ilke benimseniyordu Pisagorcular ise maddeye biçim veren, maddeyi sayılabilir yapan ilke yanında bir de bu ilkenin, üzerinde etkili olacağı biçimi olmayan birşeye gereksinim duyarlar

Böylece Pisagorcular, Milet okulu filozofları gibi monist (taklit) olmayıp dualisttirler (ikililik) Yani herşeyin başlangıcına bir ikilik koyarlar Sözkonusu olan bu iki ilkeden birisi biçim verendir, ikincisi ise sınırsız ve biçimsiz olandır

Pisagorcular evrenin her yerinde; bir yanda sınırsız bir ilke ile öte yanda belirleyici bir ilkenin arasındaki zıtlığı bulmuşlardır Bu zıtlık sayılarda da vardır: Tek-çift sayılar gibi Ayrıca bu ikilik öteki birçok oranlarda da vardır Sözgelişi sağ-sol, kadın-erkek, kare-dikdörtgen gibi Pisagorcular, yaptıkları analojilerle (benzetmeler) bu görüşlerini sonunda bir oyun şekline getirmişlerdir Nitekim "adalet" ile "kare sayılar"ın ilişkili görülmesi oyundan başka ne olabilir? Bu, düşünce tarihinin garip oluşumlarından yalnızca biridir

Sayılar ile uğraşanlar, bu uğraşılarının çok sınırlı olmasına rağmen, bunlardan gizemli (mistik) bir sonuç çıkarırlar Gerçi insanlarda, madde'nin arkasında gizemli bir oranın gizli olduğuna inanma eğilimi çok güçlüdür Sözgelişi bugün bile içinde yaşanılan savaşın ne kadar süreceğini matematiksel olarak hesaplamak isteyenler vardır

Batının düşünce tarihinde sayı gizemciliğini (mistisizmini) en ileri götürenler Pisagorcular olduğu halde, sayılarla ilgili bilime kesinlik kazandıranlar da onlardır Yunan biliminde matematik biliminin gerçek kurucuları Pisagorculardır Onların matematiği kurmuş olmaları çok ilgi çekicidir Çünkü bu buluşta, Yunan düşüncesinin karakteristik bir yanı da açığa çıkmıştır

Bugün sayı denilince aklımıza sayılar dizisi gelir Oysa Pisagorcular sayı dizisiyle hiç ilgilenmemişlerdir Zaten onlar "sıfır"ı bilmiyorlardı Sayı dizisini "bir" ile başlatıyorlardı Sıfırı sonradan Hintliler buldu ve onlardan Araplara geçti Matematikte sıfırın bulunması önemli bir ileri adımdır Bununla sayıları basit bir biçimde göstermek olanağı sağlanmıştır

Pisagorcular sayıları birtakım geometrik kümelere ayırarak inceliyorlardı Bugün böyle kullanılan sayıların "kare" ve "küp"ü deyimleri Pisagorculara aittir Onlar sayıları hep geometrik şekillere göre kıyaslıyorlardı Sözgelişi:
Kare sayılar dedikleri 4'ü (: ile, 9'u (:: ile gösteriyorlardı

Daha da ileri götürerek dikdörtgen sayılar diye bir küme kabul ediliyordu Çünkü, sözgelişi 6 sayısı ancak şu şekilde gösterilebiliyordu:: Ayrıca piramit sayılar vBulletin söz konusuydu İşte Pisagorcular kare, dikdörtgen, piramit vBulletin sayılar dedikleri sayı dizilerinin özelliklerini bu sayılara karşılık geometrik şekillerin özelliklerinden çıkarmaya çalışıyorlardı Böylelikle sayıların özelliklerini geometrik bir biçimde canlandırmak ya da matematik bilimini doğrudan doğruya geometriye dayandırmak istemişlerdi

Pisagorcuların bu girişimi bize Yunan düşüncesinin çok belirgin bir niteliğini açıklar: Yunanlılar her-şeyden önce gözlemci insanlardır Onlar herşeyi canlı şekiller halinde görür, bu konuda çok yetenekli bir ulustur Sözgelişi Anaksimandros'un evren düşüncesi, evrene en yüksek derecede somut bir biçim kazandırmış bir tasarımdır

Buna karşın, her türlü şekil ve somutluktan yoksun olan soyut bir düşünce biçimi Yunan karakterine hiç uymaz İşte bu yüzden tam anlamı ile soyut olan ve somutlaştırılamayan sıfır sayısını Yunanlılar bulamamışlardır Yine bu nedenle, Yunan düşüncesi sayıları geometrik şekiller biçiminde anlamak yolunda ilerlemiştir

Oysa XVI - XVII yüzyıldan bu yana modern matematik bunun tam aksi yönde gelişmiştir Modern matematiğin başında yer alan analitik matematik, özellikle de, geometriyi aritmetik şekline dönüştürmek ister Sözgelişi daireyi analitik geometriye, düz doğrulara ve birtakım matematiksel eşitliklere dönüştürmeye çalışır

Kısacası modern matematik, geometrik şekillerin özelliklerini belirlemeye çaba gösterir Yani, Yunanlıların aksine, geometriyi matematiğe dayandırır Yine modern matematiğin temelini sayılar sistemi ve bunun genişletilmesi oluşturur Oysa Yunanlılar, ta başlangıcından bu yana, sürekli somut bir geometrici kafasına sahiptirler

Pisagorcular sayıların özelliklerini geometrik ve somut bir yolla incelerken, özellikle de bir noktada büyük güçlükle karşılaşmışlardır Bu güçlük, onların keşfedip de sonuna kadar götüremedikleri irrasyonel foran dışı) sayılardan kaynaklanıyordu Bu keşif Pisagorcuların tüm düşüncelerini altüst etmiştir Çünkü onlara göre maddenin özü olan sayılar, tam sayılardır

Oysa, özellikle geometri alanında bu düşünüş her zaman doğru çıkmıyordu Karenin kenarlarının köşegenlerine olan oranını araştırırken, Pisagorcular bu oranın, bir tam sayıyla belirtilebileceğini var sayıyorlardı Karenin kenarı "l" olsun, köşegenleri "V2"olur Pisagorcular bu "V2" ifadesini henüz bilmiyorlardı

Bugünkü matematik dilinde bu "V2", irrasyonel bir sayıdır Yani, hiçbir tam sayı ya da kesir ile, bu kesir ne kadar büyükte olsa, ifade edilemeyen ve fakat sonsuz bir ondalık kesir sistemi ile yaklaşık olarak ifade edilebilen bir niceliktir Bu gerçek, Pisagorcuların düşüncelerini çıkmaza sokmuştur Zira bu yüzden karenin kenarlarının köşegenlerine olan oranın, bir tam sayı ile ifade etmenin olanaksızlığı ortaya çıkmıştır Bu güçlüğü aşabilmek için Pisagorcular matematiğe "sonsuz küçük" kavramını sokmuştur Onlar: Karenin köşegenini ve kenarını sonsuza bölerek, bu işlemin sonunda, bir yerde uyumlu sona ulaşacaklarına inanıyorlardı

Oysa böylece yeni birtakım güçlüklere yol açan bir kavram işin içine karışmış oluyordu Sonsuz küçük ve sonsuz büyük kavramlarında gözlenen çatışkılarla (antinomiler), sonradan özellikle Zenon uğraşmıştır

Siyaset alanından çekilerek cemaatleri dağılan Pisagorcular çeşitli yerlere dağılarak okullarını, bilimsel etkinliklerini sürdürdüler Bu sonraki Pisagorcular daha çok astronomi ile uğraşmıştır Dünyanın evrenin merkezinde olmadığını, bir yıldız çevresinde döndüğünü var saymakla Kopernik'in görüşüne yaklaşan ileri bir hamle yaptılar

Bu son Pisagorcuların en önemlilerinden birisi, Eflâtun zamanında yaşayan ünlü matematikçi "Archytos" ile hekim olan "Alkmaion" dur Alkmaion'un önemli tıbbî bir keşif yaptığı var sayılır Söylentilere göre: Beyin ve sinirlerin önemini ve algının oluşması için dıştan gelen bir uyarıcının sinirler aracılığı ile beyne aktarılması gerektiğini keşfetmiştir

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #54
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Post Yapısalcılık - Postyapısalcılık


Ferdinand de Saussure 'ün temellerini attığı yapısalcı dilbilime karşı tepki olarak doğmuş, özellikle YX yüzyılın ikinci yansında Kıta Felsefesi bağlamında çok büyük ölçüde çağdaş Fransız felsefecilerinin özgün düşünceleriyle büyük bir ivme kazanmış felsefe konumu, anlayışı ya da tutumu 1970'li yıllarla birlikte önceki dönem yapısalcılığın her bakımdan sorunsallaştırılmasına dayalı olarak toplum bilimlerinin hemen her alanında büyük bir uygulama alanı ile geniş bir yandaş kitlesi bulmuş toplumbilimsel düşünce okulu, akımı ya da öğretisi

En genel anlamda post-yapısalcılığa, pek çok düşünürün de belirttiği üzere, bütün algıların, kavramların, doğruluk savlarının dil içinde yine dil yoluyla oluşturulduğunu söyleyen "dilsel dönemeç"in Fransız felsefe çerçevesindeki izdüşümü olarak yaklaşmak olanaklıdır Post-yapısalcılık, yapısalcı dilbilimin kurucusu Saussure 'den içkin ilişkiler ile ayrımlar dizgesi olarak dil düşüncesi, Nietzsche'den değerlerin göreceliğinin sonuna dek götürüldüğü perspektivizm ("bakışaçısıcılik”) anlayışı, Foucault 'dan ussallık ya da doğruluk adına yapıldığı söylenen her türden konuşmama ardında yatanın gerçekte iktidar ile bilgi retoriği olmaktan öte bir değeri bulunmadığı düşüncesi alınarak bina edilmiş çok katlı bir felsefe yapısıdır Bununla birlikte, 1950'li yıllarda insanbilimde Levi-Strauss , ruhbilimde Jacques Lacan , yazın kuramındaysa Roland Barthes 'ın ortaya koydukları post- yapısalcı düşünceler yalnızca bu alanlarda değil, post-yapısalcıliğın genel anlam çerçevesine de son derece önemli katkılarda bulunmuşlardır

Yine Derrida ' nın post-yapısalcılık içersine yerleştirilen özgün yapısökümcülüğü yalnızca felsefede değil, başta yazın kuramı ile yazın eleştirisi olmak üzere, toplum ve kültür bilimlerinin hemen her alanında önemli açılımlar doğurmuştur Öte yanda, Richard Rorty 'nin bir yanda çözümleyici felsefe tartışmalarından öbür yanda kıta felsefesindeki post-yapısalcı düşüncelerden beslenerek geliştirdiği yeni pragmatik anlayışı da post-yapısalcılığın Amerika'daki uzantısı olarak değerlendirilmektedir Post-yapısalcılığın yapısalcılik ile çok yakından bağlantılı olması, kimi yorumcuların bu ikilinin aralarındaki ilişkiyi kimileyin birbirleriyle tutarsız biçimlerde açıklamalar gibi bir sonuç doğurmuştur Sözgelimi, yapısalcılık ile post- yapısalcılık arasında çok temel bir ayrılık bulunmadığını düşündüklerinden, Saussure 'den başlayıp Derrida ya uzanan düşünsel çizgiyi anlatmak için yalnızca yapısalcılık terimini kullanmaktadırlar Yine de post-yapısalcılığın yapısalcılıktan ayrı bir çerçeve olduğu büyük ölçüde benimsenmiş olmakla birlikte, yapısalcılığın bütünüyle karşısında mı olduğu yoksa onun doğal bir uzanası mı olduğu bir hayli tartışmalı bir konudur

Nitekim Manfred Frank ile diğer Alman kökenli felsefeciler post-yapısalcılik demek yerine, çoğunluk "Yeni Yapısalcılik" terimini kullanmayı yeğlemektedirler Post-yapısalcılığın nasıl tanımlanacağına yönelik daha terim düzeyinde baş gösteren anlaşmazliklar yanında, Barthes, Lacan, Foucault gibi önemli düşünürlerin yapısalcı mı oldukları yoksa yapısalcılığı bir yerden sonra bırakarak post-yapısalcı bir düşünsel konuma mı geçtikleri konusu üzerinde herkesçe olurlanan bir görüşbirliği de yoktur

Yapısalcılık ile post-yapısalcılık arasındaki sınırın belirsizliği bağlamında, Michel Foucault 'nun Sözcükler ile Şeyler başlıklı çalışması öğretici değeri yüksek oldukça güzel bir örnektir Kitap bir açıdan bakıldığında, tartışmaya yer bırakmayacak bir açıklıkta baştan sona yapısalcı bir çalışmadır Foucaıılt, kitapta öncelikle belli başli bir-takım alanlardaki öznel düşünceye hem dayanak olan hem de bir yerden sonra onu sınırlayan, "episteme" adını verdiği temel bilme dizgelerini ortaya sermektedir Daha sonra, öznelliğin kendisinin görünürdeki zorunluluğunun gerçekte, günümüzde o ünlü "insanın ölümü" olayı nedeniyle giderek kaybolmaya yüz tutmuş olumsal bir "episteme"nin yani modernliğin bir ürünü olduğunu göstermektedir Ne var ki Foucault 'nun kitabın bütününe egemen özünde tarihsel olan bakış açısı, bir düşünce dizgesinden bir başkasına geçişin nasıl gerçekleştiğini açıklayamıyor olduğundan yapısalcılığın sınırlılığını da açıkça tanıtlamaktadır Nitekim tam bu noktada Foucault, daha en başından beri yapısalcıliğın tarihsel olamayacağını görmüş olduğu için, yapısalcı yöntem ile kavramları açık açık kullanıyor olmasına karşın yapısalcı olmadığım özellikle belirtme gereği duymuştur Dolayısıyla, Sözcükler ile Şeyler bir yandan yapısalcı bir kitapken, öbür yandan yapılsalcılığın sınırlarını açıkça gösteren bir kitap olması nedeniyle yapısalcı değildir Öte yanda, Foucault 'nun iktidar ile etik üstüne daha sonra yaptığı çalışmalar için böyle bir belirsizliğin söz konusu olmadığını, dolayısıyla da rahatlıkla post-yapısalcılık çerçevesi içine yerleştirilebildiklerini belirtmekte yarar var Bu ve bunun gibi belirsizlikler nedeniyle, post-yapısalcılık teriminin her durumda enson anlamda bir açıklama sunacak ölçüde özsel bir terim olmamasına karşın, XX yüzyılın ikinci bölümünde özellikle Fransa'da yapılan felsefenin birtakım olmazsa olmazlarım anlamak bakımından son derece yararlı olduğu da kuşku götürmez Kuşkusuz post-yapısalcılık terimini tam olarak kavrayabilmek için öncelikle yapılması gereken, yapısalcılıktan sonra ona karşı çıkarak geldiğini bildiren "post" öntakısında nelerin içerimlendiğini açıklığa kavuşturmaktır Yapısalcılık, kurucusu Saussure ' ün düşünceleri de dahil olmak üzere, hiçbir zaman kendi içinde bütünlüklü ve tutarlı başlı başına bir felsefe yaklaşımı olarak ortaya konmamıştırÖznelliği bütün bütün bırakmaya yönelik genel savunusu bir yana bırakılacak olursa, üstü örtük olmakla birlikte yapısalcılığın kuramsal temellerinin bir tür Descartesçı yaklaşım sergilediği kuşku götürmez Sözgelimi aynı Descartes gibi yapısalcılık da şaşmaz kesinlikler üstüne kurulu, başvurulan temel kavramların açıkça tanımlandığı, aralarında keskin ayrımların yapıldığı, mantıksal bakımdan çelişki içermeyen bir bilgi dizgesine ulaşmayı amaçlamaktadır~ Aralarındaki tek ayrılık, yapısalcılıkta kurulan dizgenin kendisi zaten saltık olarak kavrandığı için ayrıca öznelliği temellendirme gereğinin duyulmayışıdır post yapısalcı yapısalcılık eleştirileri, bır yandan belirgin bir biçimde dizgelerin kendilerine yeter yapılar oldukları sayıltısına karşı çıkarlarken, öbür yandan bilgi dizgelerinin üzerine kurulmak zorunda oldukları kesinliklerin tanımlanabilirliklerini sorgulamaktadırlar~

Sözgelimi önde gelen post-yapısalcı felsefecilerden Derrida , yapısalcı dizgelerin eleştirisini kendi bulup geliştirdiği yapısökümcü okuma tekniğiyle gerçekleştirmektedir Nitekim Derrida 'nın yapısökümcü yapısalcılık eleştirisinde yapılmak istenen, ayrıntılı bir metinsel ve kavramsal çözümleme aracılığıyla, birtakım temel kavramların (örneğin, varlık ile yokluk, doğru ile yanlış gibi) hem tanımlan yapılırken hem yapılmış tanımları kullanılırken aslında kendi temellerinin altını,oyuyor olduklarını, dolayısıyla da kendilerine karşı işlemekte oluşlarını göstermektir

Genel Dilbilim Üstüne Dersler başlığıyla ölümünden sonra öğrencilerince derlenerek yayımlanan yapıtında Saussure , dizgesel öğeler arasındaki ayrımlar yoluyla tanımlanan biçimsel bir yapı olarak anlatılabilecek bir dil (langue) görüşü geliştirmiştir Saussure 'e göre, söz konusu yapı ilki düşüncelerden ikincisi sözcüklerden oluşan iki alanı aynı anda yani eşzamanlı olarak hem bulundurmaktadır hem de bunları birbirleriyle bütünleştirmektedir Belli bir dilsel terim (yani "gösterge'~, bir düşünce ya da kavram (yani "gösterilen'~ ile sözcüğün fıziksel varlığının (yani "gösteren"in) biraraya gelmesiyle oluşmaktadır Her dil, buna göre, ayrı varlıkları olmaksızın hem gösterenlerin (Fiziksel sözcüklerin) hem gösterilenlerin (düşüncelerin) özgül yapısını tanımlayan bir ayrıca etme biçimi olarak bu türden göstergelerin birarada bulunduğu kendi içinde bütünlüklü bir dizgedir Açıkça görüleceği üzere Saussure 'ün görüşü, gerek gösterenlerin gerek gösterilenlerin dilde bağımsız olarak verili olduklarının düşünüldüğü, yani gösterilenlerin kendi anlamlarını kendilerinin belirlediği, buna karşı gösterenlerinse anlamla bütünüyle karşılık geldikleri gösterilenlerle eşlenmeleri aralığıyla kazandıkları düşüncesi üstüne kurulu geleneksel anlayışın doğruluğunu yadsımaktadır Bu gösterenler ile gösterilenlerin bağımsız olarak işledikleri savının dilin olmaktalığını hiçbir biçimde açıklamadığını düşünen Saussure, bunun yerine gerek gösterenlerin gerekse gösterilenlerin, yalnızca öğeler arasındaki ayrımlar yoluyla tanımlanan biçimsel yapının ortaklaşa paylaştıkları varlığından ötürü bir anlam taşıdıklarını ileri sürmektedir Jakobson ile Troubetzkoy gibi öteki önemli dilbilimcilerce geliştirilip kapsamı genişleten Saussure 'ün bu yapısalcı yaklaşımı, dilbilimde oldukça başarılı olmuştur

1950’lere gelinene değin, yaklaşım insanbilimden ruhbilime, toplumbilimden felsefeye hemen her alanda büyük gelişmelerin hazırlayıcısı olmuştur özetle Saussure 'ün yapısalcılık çerçevesinin en genel anlamda üç temel sonucu olduğu söylenebilir:

(ı)bütün anlamlar ile kavramların bilinç yaşantısından, zihin durumlarından ya da duygulardan türetildiği bütün idealist anlayışların çürütülmüş olması;

(ıı) anlamlar ile kavramların anlaşılmasının her durumda soyut dizgelerin öğeleri arasındaki yapısal ilişkilerde temellendiğinin kesinlenmiş olması;

(ıiı) yapısal ilişkilerin gerçek/gerçekdışı, zamansal/zamandışı, eril/dişil gibi yalnızca karşıtlıklar üstüne kurulu ayrımlarla açıklanabilir olması

Bu bağlamda post-yapısalcığın ileri sürdüğü temel savını, yapısalcılığa karşı yaptığı iki çok temel eleştiri üstüne bina ettiği söylenebilir Bunlardan ilki, yapısalcılığın savunduğunun tersine hiçbir dizgenin özerk ya da kendine yeter olamayacağının gösterilmesine odaklanır 6re yanda ikinci eleştiriyse, yapısalcı dizgelerin üstüne yapılandıkları tanımlama amaçlı ikiliklerde dile gelen karşıtlıkların geçerliliklerinin incelikli bir araştırmadan geçirilerek sınanmamışliğı üzerinedir Kuşkusuz bu eleştirilerden ilkinde ortaya konan sav, dizgeli yapıların her durumda öznelerin "oluşturucu-yapıcı- kurucu" etkinliklerine bağımlı olduklarını öne süren geleneksel idealist görüşü desteklemek amacıyla geliştirilmiş değildir Bu noktada post-yapısalcılık, yapısalcılığın her koşulda gerçekliğin temelini ya da gerçekliğin bilgisini kavrama sürecinden özneyi bütünüyle çıkarmış olduğunun ayırdındadır Ancak bununla yetinmeyen post-yapısalcılık, öznenin olumsuzlanmasına ek olarak, hiçbir türden düşünce dizgesinin kendi iç tutarlılığı uyarınca mantıksal temeller üstüne kurulamayacağını dile getirerek yapısalcılığa da karşı çıkmaktadır Buna karşı, post-yapısalcılığın ikinci eleştirisinde dile getirdiği sav, kendi içinde tutarli dizgelerin bütün bütün yadsınmaları bağlamında kilit değerde bir önem taşımaktadır Nitekim yapısalcılığa göre, bir dizgenin mantıksal yapısı belirsiz bir biçimde tanımlanmış kavramların kullanılmalarını kaçınılmaz olarak zorunlu kılmaktadır (Örneğin, temel sayılar kuramındaki biçimcilikte, verilen bir sayının tek mi yoksa çift mi olduğu hiçbir biçimde önemli olmadığı düşünüldüğünden belli değildir) Bu zorunluluğa bağlı olarak dizgesel bir yapının dizgesel bir yapı olma olanağı, dil/dünya, canli/cansız, içerisi/dışarısı gibi biri olmadan diğeri düşünülemeyen keskin ayrımların yapılmaları olanağına bağımlidır O nedenle, post-yapısalcı felsefecilerin hemen bütünü, toplum bilimlerinde yapısalcı kuram ile yaklaşımların altında yatan temel kavramsal karşıtlıklara ya da mantıksal ikiliklere karşı son derece büyük bir duyarlılık göstermektedirler Sözgelimi yapısalcılığın bu çok belirleyici özelliği, Saussure'ün dilbiliminin "gösteren ile gösterilen" ayrımı üstüne, öte yanda Levi-Strauss 'un söylenler insanbiliminde "güneş/ay" ya da "çig/pişmiş" gibi karşıtliklar üstüne kurulmuş olduğuna bakılarak açıklıkla görülebilmektedir Post-yapısalcılar yapılmış ayrımların saltık anlamda bir değeri olmadığını ileri sürerek, bu ayrımların kendilerine karşıörnek bulmanın olanaksız olduğu bir biçimde tek tek bütün örneklerin hepsi için doğru olamayacakları gibi, bütün her şeyi açıklayacak denli de kapsayıcı olmadıklarına dikkat çekmektedirler Kuşkusuz post-yapısalcıliğın bu ana eleştiri damarını en iyi işleyenlerin başında, Batı felsefesi düşüncesinin Platon 'a dek geri götürülebilecek tarihinin ta en başından beri görünüş/gerçeklik, sanı/bilgi, kuram/pratik, zihin/beden, idealar dünyası/duyular dünyası gibi bir dolu karşıtlıktan örülmüş bir ağa benzediğini düşünen Derrida gelmektedir Derrida , bu kavram karşıtlıklarını, değergelerini daha iyi kavramak açısından karşıtlığın kaynağında yatan "sözmerkezcilik", "sesmerkezcilik", "fallusmerkezcilik" gibi birtakım temel varsayımlara ya da düşünme ilmeklerine bağlı olarak kendi içlerinde ayrıca öbeklemektedir Bütün Batı felsefesinin en temelinde, başka bir deyişle varolan kavram karşıtlıklarının en kökeninde söz (logos) ile yazı ayrımının yer aldığı saptamasında bulunarak yola koyulan Derrida, sözün ya da konuşmanın dolaysız, içtenlikli, hep bu anda olduğunun düşünülmesi nedeniyle gerçek ile doğruluğun tek kaynağı, olası tek taşıyıcısı olarak görüldüğünü söylemektedir Buna karşı yazının ise konuşmanıcı yakışıksız bir öyküntüsü, bu anda olmayan bir konuşma kalıntısı ya da artığı, saymacaların, yapıntıların, görünüşlerin, yanılgıların, belirsizliklerin beşiği olarak görüldüğüne dikkat çekmektedir

Yazının yaşayan canli konuşma karşısındaki değersizliği düşüncesine dayanarak yapılmış konuşma ile yazma arasındaki geleneksel ayrımın en iyi görülebileceği yer Platon'un Phaidmr diyalogudur Söz konusu diyalogda Platon , insanların belleklerinin tembelleştireceği düşüncesiyle imparatorun yazının derhal yasaklanmasını buyurduğu ünlü bir Mısır söylemine yaptığı göndermeden hareketle köküne dek sözmerkezci düşünceler ortaya koymaktadır Derrida yapılan bu temel ayrıma yalnızca bir iletişim biçiminin bir başkasına yeğlenişi olarak bakılamayacağına, tam tersine söz konusu ayrımın felsefece düşünce üzerinde iki bin yıli aşkın bir süredir belirleyici olmuş bütün sıradüzensel karşıtlıkların temelini oluşturduğuna parmak basmaktadır Buna göre, konuşma kendisiyle birlikte buradalığı, doğruluğu, gerçekliği, sahiciliği olanaklı kılarken, yazıysa konuşmadan türetilmiş kurmaca yapısıyla hem canlı konuşmanın varlığını bozmakta hem de birtakım yanılsamaları benimseyerek sanıların tutsağı olmamıza yol açmaktadır Derrida ’nın konuşma/yazma karşılığına yönelik eleştirilerinin, kavramsal ikiliklerin maskelerini düşürmek amacıyla yaptığı yapısökümcü okumaların "post- yapısalcı eleştiri"nin yeni açılımlar kazanmasında son derece büyük bir değeri vardır Bu bağlamda Derrida 'nın yaptığı yapısökümcü okumalardan en çok göze çarpanlardan biri, Husserl 'in görüngübiliminde (ayrıca pek çok başka öğretide de) temel bir rol oynayan "varlık ile yokluk" arasındaki karşıtlık ilişkisine yoğunlaşmaktadır

Husserl görüngübilime dayalı düşüncelerini ortaya koyarken, dolaysız bir biçimde burada olan yani bilincimde bulunan ile burada olmayan yani bilincimin dışında olan arasında keskin bir ayrım yapma gereği duymuştur Ancak Husserl dolaysız bir biçimde burada olanın ayrıntılı bir çözümlemesini yapınca, dolaysız bilinç alanının buradaliğını yaşanan anda olmadığını görerek, her türden bilinç yaşantısının buradalığını zamansallık içerdiğini söylemek durumunda kalmıştır Somut bir deneysel varlığı bulunan "an", bu anlamda hem dolaysız bir biçimde geçmişte yaşanmış ama belleğini hem de dolaysız gelecekte yaşanacak bir an beklentisini içermektedir Oysa gerek geçmiş gerekse gelecek burada olmayan anlar olmaları bir yana yaşanmakta olan anın da vazgeçilmez bileşenleridir Derrida 'nın Husserl in varlık ile yokluk ayrımı üstüne kurulu görüngübilimine yönelik okumasının açıklıkla gösterdiği gibi, varlık ile yokluk ayrımı son çözümlemede kendi ayrım olmaktalığını sorun haline getirecek bir biçimde kendi üzerine dönmektedir Kimi araştırmacıların gözünde post- yapısalcılığın en uç biçimi olarak görünen yapısökümcülük, düşüncenin temel ayrımlarının hiçbirinin de değişmez, saam ya da dayanıklı olmadıklarını ileri sürmektedir Bu anlamda ussal bir dizgenin kavranabilirliği ile böyle bir diıgenin kavramaya çalıştığı gerçeklik arasında kapatılması olanaksız bir uçurum söz konusudur Derrida bu uçunımu farkli terimlerle adlandırıyor olmakla birlikte, çoğunluk Fransızca'daki dı~'eıerııe (ayrım) sözcüğünden bozularak yapmış * diffirance "ayrım” terimini kullanmavı yeğlediği görülmektedir Terim, bir yandan dizgesel yapılar ile bu yapıların kavramaya çalıştığı deneyimler, olaylar, metinler gibi kendilikler arasındaki ayrımın altını çizerken, öbür yandan Fransızca'da "ertelemek" anlamına gelen differer sözcüğünün sunduğu anlam olanağından yararlanarak, karşıt kavramlardan birinin üstünlüğünü, daha değerli oluşunu ya da karşın önündeki olumlu herhangi bir özelliğini öne çıkarmaya bağlı olarak saltık ayrımlar kurma çabaları olanağının şimdilik olanaksız oluşu nedeniyle her zaman için ertelenmek zorunda olduğuna dikkat çekmektedir Bu ikinci gerçeği Derrida, karşıtlık ilişkisi içinde bulunan terimlerini karşıtlıklarının zamanla yavaş yavaş kaybolduklarını göstermek amacıyla "iz" tasarımıı doğrultusunda enine boyuna ayrıca tartışmaktadır Derrida ' nın bu bağlamda yine sıkça sözünü ettiği bir başka terim "yayılma" ya da "saçılma" (dissemination) ise çözümlemeye konu nesnelerin kavramsal ağdan kayarak, kullandığımız verili kavrama dizgesinin dışına taşarak dağılmaktalıklarını anlatmaktadır Yakın dönemin yazın eleştirisi literatürüne bakıldığında, kimi yazın kuramcılarının Derrida'nın felsefe metinlerine uyguladığı yapısökümcü okuma yöntemini yazın metinlerine başarıyla uyguladıkları görülmektedir Bu bağlamda yazın yapıtlarının da aynı felsefe dizgeleri gibi birtakım dünyalar yaratıyor olmaları gerçeğine odaklanan yazın araştırmacıları şiirlerin, öykülerin ve öteki yazın metinlerinin aynı felsefe metinlerinde olduğu gibi kendi içinde tutarlı ve bütünlüklü anlam dizgeleri üstüne kuruldukları düşüncesinden yola koyulmaktadırlar Hatta bu noktada birtakım post- yapısalcı yazın kuramcıları, yazın metinlerinde sıklıkla karşılaşılan söz konusu anlam dizgelerinin her birinin yapısoküme alınmasının günümüz yazın eleştirisinin başlıca ödevi olduğunu ileri sürmektedirler

Derrida 'nın kendisi yöntemini hemen hep felsefe metinleri üstünde uygulamış olsa da, yazın çözümlemelerinin söz konusu yöntemi çok çabuk benimsedikleri gözlenmektedir Kuşkusuz hem Derrida 'nın hem de postyapısalcılığın önde gelen öteki düşünürlerinin, felsefe ile yazın arasında keskin bir sınır olduğu yönündeki geleneksel ayrımı bütün bütün yadsıdıklarını bu noktada ayrıca belirtmekte yarar var Geleneksel yazın çözümlemesi anlayışı bir metnin anlamını yazarın zihnindeki dile getirmesi olarak görmektedir, bu anlamda her yazar yazıya aldığı metninde kafasında bulunanları, içinden geçenleri, söylemek istediklerini anlamlı bir biçimde dile getirmektedir Yapısökümcü yazın eleştirisinin ilk aşaması bir anlamda yapısalcı bir eleştiri üstüne bina edilmiştir Buna göre, öncelikle yapılması gereken anlamı yazarın egemenliğinden kurtarmak, yazarı da metnin anlamı belirlenirken başvurulacak enson yetke konumunda olmaktan çıkarmaktır Çoğunluk "yazarın ölümü" deyişiyle anlatılan yazar-egemen metin okuma yordamının sona erişinin yapısökümcü metin çözümleme etkinliğindeki somut karşılığı, yazara metnin karşısında hiçbir öncelikli ya da ayrıcalıklı konum tanımadan, onu metnin içine yalnızca dilsel bir kendilik olarak yerleştirmektir Sözgelimi post- yapısalcı yazın anlayışının önde gelen adlarından Roland Barthes , Balzac tararafından yazılmış bir metne odaklanarak, Balzac'ın ne demek istemiş olabileceği sorusuna hiçbir duyarlılık göstermeden, salt metinde gövdelenen biçimsel kodlar üzerinden bir metnin en iyi nasıl çözümlenebileceğini başarıyla göstermiştir Bu yapısalcı adım açıklıkla görülebileceği gibi, Tanrı konumundaki geleneksel yazarın ölümü düşüncesi ile Descartesçı ben'in ya da öznenin ölümü düşüncesi arasında üstünden atlanamayacak bir koşutluğu su yüzüne çıkarmaktadır Ancak post-yapısalcılar bu adımla da yetinmeyerek, özerk bir konumda bulunan metnin kendisinde dahi ne olduğu açıkça belli her okumada olduğu gibi aynı kalan değişmez bir anlam bulunmadığını ileri sürerek bir adım daha ileri gitmektedirler Burada söz konusu olan metni belli bir anlamdan yoksun oluşu değil, birbirleriyle çelişip çatışan her yeni okumada giderek daha da çoğalan bir anlamlar alanı oluşudur Nitekim yapısökümcü yönelimli yazın eleştirmenleri, ötekiler önünde kendi önceliğini dayatan her anlamın, metnin gerçek ya da biricik anlamı olduğu savıyla ortaya çıkan her anlamın ilkece metnin uçlarına gidilerek ya da metnin asıl anlamlarına başvurularak çürütülebileceğini söylemektedirler Örneğin Milton'un Yitik Cennet başlıklı yapıtının, ortodoks Hıristiyan yönelimli bir okumanın bakış açısıyla, özellikle yapıtta Şeytan'a nasıl yaklaşıldığının belli ayrıntıları üstüne yoğunlaşmak yoluyla yapısının sökülmesi olanaklıdır Bütün metinlerin yazarlarının ne düşündüklerini ya da ne duyduklarını dile getirmeye çalışmalarıyla yaratıldıkları kuşku götürmez, ancak burada yapısökümcülerin asıl parmak bastıkları önemli nokta, metnin her durumda yazarın niyetlerinin çok ötesine uzanan bir anlam ufku bulunduğu; çok anlamlılığıyla dikkat çeken bu ufkun a1a kendi içinde tutarlı tek bir anlam yaırsı içine kapatılamayacak denli açık uçlu ( Eco 'nun deyişiyle "açık yapıt'~ bir nitelik sergiliyor olmasıdır Bu noktada ,yapısökümcülüğün daha yüksek bir sesle dile getirdiği post-yapısalcılık anlayışınla, birincil değerde metin ile ikincil değerde metin, başyapıt ile açımlama amacıyla yazılmış yapıt, özgün savlı yazı ile yorumlama yazısı arasında öteden beri yapılan ayrımlara da bütün bütün karşı çıkılmaktadır Geleneksel yaklaşımlardı, yorumlama özgün metindeki anlamı yı da düşünceleri olabildiğince eksiksiz bir biçimde yeniden dile getirme çabasına karşılık gelmektedir Bu bağlamda bu yorumun başarılı olmasının en temel ölçütü, yorumladığı metinden ne daha eksik ne de daha fazla söylemeyip metindeki anlamı olduğu gibi yeniden dile getirerek aktarmaktır Bir başka deyişle, geleneksel metin tasarımında, yorumun, dolayısıyla da yorumcunun kendi dilediğine seçerek aldığı izlekleri özgür bir biçimde işleyip değerlendirmesine, başka sorun, konu ya da alanlarla ilişkilendirilmesine izin yoktur; çünkü bu tasarıma gör• tüm bunları gerçek, özgün, başyapıt olan metnin kendisi, dolayısıyla da büyük, gerçek, tanrısal esinle dolu olan metnin yazarı, olabilecek en iyi ölçülerde zaten başarıyla yapmıştır

Bütün bu geleneksel ayrımların üstüne kurulduğu "yaratma" ile "yeniden üretme' ayrımı post-yapısalcılık çerçevesinde çözüştürülmüş, yeniden üretmelerle yapılmış metinlerin en az özgün metinlerin kendileri denli, hatta kimileyin onlardan bile daha büyük bir yaratıcılık örneği sergiledikleri öne sürülmüştür Böylelikle de yorulama etkinliğinin baştan beri yaratma etkinliği karşısında ikincil konumda olduğunu tek bir ödün vermeden savunan geleneksel anlayış yıkılarak yaratama ile yorumlama arasındaki ayrım bütünüyle çökertilmiş olmaktadır

Felsefe Sözlüğü, ABaki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; ÜHüsrev Yoksal-Bilim ve Sanat Yayınları

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #55
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Rasyonalizm Nedir?

"Doğru ve genel geçer bilgi elde edilebilir Böyle bir bilginin kaynağı akıldır, düşünmedir" tezini savunun görüşe, akılcılık (rasyonalizm) adı verilir Bu görüşe göre, akıl yoluyla belirlenmiş zorunlu, kesin, genel geçer bilgi örneği matematik ve mantıktır

SOKRATES (MÖ 469-399)

İlk rasyonalist düşünürdür Sahip olduğu görüşlere ilişkin hiçbir yazılı eser bırakmamıştır Onun görüşleri öğrencisi olan Platon'un kitaplarından öğrenilmiştir Sokrates'e göre bilgilerimiz doğuştandır Bunu kanıtlamak için hiç matematik bilgisi olmayan bir köleye, yönelttiği sorularla bir geometri öğretemez, ancak onda doğuştan bulunan bilgi ve düşüncelerini uyandırabilir

Onun bu yöntemine diyalektik (soru-cevap) sanatı denir Bu yöntem üç aşamadan oluşur: Soru sorma, ironi (alay etme), mayotik (doğurtma)

Sokrates bu yöntemle kavrama ulaşmayı amaçlar Kavram ile yargılara sağlam bir temel bulacağına inanmıştır Sokrates'in üzerinde durduğu başlıca konu ahlâk olmuştur Erdemli olmanın (ahlâklılık) mutlu olmaya vardıracağını, bu nedenle erdemin bilgi olduğunu dile getirmiştir

PLATON (Eflatun MÖ 427-347)

Sokrates'in öğrencisidir Rasyonalist anlayışı daha sistematik bir yapıya dönüştürmüştür Platon'a göre iki evren vardır: Biri duyumlanabilen varlık evreni, diğeri akıl ve düşünme yoluyla kavranabilen idealar evrenidir Asıl gerçeklik idealar evrenidir

Duyular yoluyla kavranabilen evren, idealar evreninin bir görüntüsü, kopyasıdır İnsan, gerçek bilgiye, idealar evrenini kavrayarak, yani düşünerek varabilir Duyumlanan evrenin bilgisi yanıltıcıdır ve görelidir Bu düşünceleriyle Platon, rasyonalizmi idealizmle özdeşleştirmiştir

ARİSTOTELES (MÖ 384-322)

Platon'un idealizmini eleştirerek rasyonalizmi realist bir anlayışa dönüştürmüştür Aristoteles, aynı zamanda mantığın kurucusudur Ona göre mantık, doğruya vardıran bir araçtır O, mantıklı düşünmeyi tümdengelim olarak değerlendirir Gerçek bilgi, tümel gerçekliklerden tümdengelim yoluyla elde edilebilirler Aklın genel gerçekliklerden yola çıkarak buradan tikel ve özel bilgiler elde etmesi, aklın temel fonksiyonudur ve türevidir

Aristotelese göre iki tür bilgi vardır: Biri deneye, yani yaşarken duyum ve algılarla kazanılan bilgiler, diğeri ise bilimsel bilgidir Bilimsel bilgi; kavram, yargı ve akıl yürütmeye bağlıdır Bilimsel bilgi, tek tek var olanlardan kalan bilgi olmayıp, genel ve tümel olanı kavramaya yönelik rasyonel bilgidir

Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir Etkin akıl, ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır Edilgen akıl ise duyu verilerini işler, tümel kavramları oluşturur Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır

FARABİ (870-950)

Farabi, İslam Felsefesi'nin kurucusudur Aristoteles'in felsefesini benimsemiştir Kuran ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmıştır Bu nedenle Farabi'ye ikinci öğretmen (muallim-i sani) denmiştir

Farabi'ye göre en gerçek, en yüce varlık Tanrı'dır Tanrı, var olmasını bir başka şeye borçlu olmayan, varlığını kendinden alan bir özelliğe sahiptir Diğer varlıklar ise kendi başlarına var olamaz

Farabi'ye göre Tanrı, hem öz hem de varoluştur Yaratılanlar, Tanrı'ya en yakın varlıklar olan "akıllar" halinde Tanrı'dan çıkarak, var olurlar Bu var oluş bir sıra düzenine göre olur Tanrı'dan çıkan "akıl"lar arasında en önemlisi hep etkin akıldır Bu akıl, mutlak bilgi ile aynıdır İlk bilgiler bu etkin akıldan çıkmıştır

Duyumlara ve mantıksal çıkarımlara dayalı bilgilerin doğruluğundan emin olunamaz Doğrulukları deneyle kanıtlanmış bilgiler tümel bilgilerdir Bu bilgiler,doğruluğu aynı zamanda akla dayalı olan gerçek bilgilerdir

DESCARTES (1596-1650)

Yeniçağ'da rasyonalizmin temsilcisi, Fransız filozofudur Matematikçidir Matematikte "Analitik Geometri"nin kurucusudur Descartes'e göre matematiğin metodunda analiz ve sentez vardır Bu yol, gerçeği elde etmede kullanılacak en doğru yoldur

Descartes, insan zihninde doğuştan var olduğunu kabul ettiği gerçeklerden başlanarak ve matematiğin metodu kullanılarak apaçık bilgilere varılabileceğini iddia etmiştir

Descartes, doğrulara, gerçek bilgilere varmada "şüphe" metodunu kullanmıştır Kullandığı şüphe, bir amaç değil bir araç şüphesidir Descartes'e göre şüphe etmek düşünmektir Şüphe eden kişi düşünüyor demektir Şüphe eden kişi, şüphe eden benliğinden, yani bilincinden ve bilincinin varlığından şüphe edemez İşte bu Descartes'e göre ilk elde edilen gerçekliktir Daha sonra bu yöntemle Tanrı'nın ve varlıkların şüphe edilemeyecek gerçeklikler olduğunu kanıtlar Kanıtlamalarını hep akıl yoluyla yapar

LEİBNİZ (1646-1716)

Leibniz bir Alman düşünürüdür Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçidir Ona göre insan bilgisi iki yolla elde edilir: Duyularla ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler Duyu bilgisi, yanıltıcı ve güvenilir olmayan bilgidir Matematik bilgisi buna örnektir

Leibniz'e göre her şey Tanrı'dan türemiştir Tanrı sonsuzdur İnsan aklı Tanrı bilgisine "çelişmezlik" ilkesi ile varır Bu tür bilgiler, ezeli ve ebedi hakikatleridir Bunun yanında olgulara dayalı bilgiler de vardır Bu bilgiler "yeter sebep" ilkesine dayanırlar Bu görüşleriyle Leibniz, rasyonalizm ile empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır

HEGEL (1770-1831)

Hegel'e göre akıl değişmez, mutlak, en güvenilir bilgi kaynağıdır Akıl, insan düşünmesini ve bilinçsiz doğayı idare eden bir kanundur Düşünmek, araştırılan ve bilgisi elde edilmek istenen "nesnenin özünü bilmek" etkinliğidir

Her nesnede görüntüsünün ardında bir de öz vardır Düşünmek, nesnenin ardındaki bu özü kavramaktır Hegel'e göre akla uygun olan gerçektir Akıl, mutlak varlığın ve doğadaki değişmenin bilgisini apaçık olarak vermektedir

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #56
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



Realizm Nedir?

Felsefede varlığın insan bilincinden bağımsız ve nesnel olduğunu öne süren görüştür Oldukça yeni bir terim olmakla birlikte, Eski Yunan ve Ortaçağ Felsefesi'nin belirli yönlerini de kapsayacak şekilde kullanılır

Bilgi kuramı açısından nesneyi özneye, bilineni bilene bağlı kılan idealizmin; kavram açısından da şeylerin yapısının gerçekliliğini adlarla sınırlayan adcılığın ve Ortaçağ'ın sonlarına doğru adcılığın yerini alan kavramcılığın karşıtıdır

Felsefi anlamda iki gerçeklilikten bahsedilebilir Bunlardan biri, şeyin yapısına diğeri de şeylere ilişkindir Birincisinde zihinden bağımsız somut, tikel ve görülmediğine bile temel özelliklerini koruyan deney nesnelerinin varlığı kabul edilir Birinci gruba, bir şeyin özündan o şeyin pay aldığı ideanın anlaşıldığı Platoncu Gerçeklilik; bir şeyin ne olduğunun anlaşıldığı Aristotelesçi Gerçekçilik, bir şeyin mutlak, özgün ya da kendi cinsine özgü yapısının anlaşıldığı Ortaçağ Gerçekliliği ya da tümeller gerçekçiliği girer

İkinci gruba ise, dünyanın dışsallığını bir veri olarak kabul eden sağduyu gerçekliliği, nesnenin kendisinin, dışsal da olsa zihnin önünde duran ve algılamayı bekleyen tek birim olduğunu kabul eden yeni gerçeklilik ve zihnin, nesnenin kendisi yerine kopyasını kavramaya yöneldiği eleştirel gerçeklilik girer

Kaynak

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #57
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



SEZGİCİLİK


Felsefe tarihinde bilginin kaynağı ve gerçeğin kavranması konusunda ortaya atılan sorunlar, birer dizge niteliği kazanmış, değişik düşünme yöntemlerine bağlanan çığırların doğmasına yol açmıştır Bilginin duyularla sağlanan bir veri olduğunu ileri süren çığırlar, genellikle maddecilik, deneycilik ve onlara bağlanan öğretilerdir Bilginin duyularla değil de yalnız düşünme yeteneğiyle oluştuğunu ortaya atan akımlar da idealizm adı altında toplanmıştır Bu düşünce akımlarının bilgi konusunda ileri sürdükleri yöntemlerin iki temel kaynağı vardır Biri içinde yaşanan ve duyularla algılanan doğa, öteki insandaki üretici ve yaratıcı nitelik taşıdığı söylenen us ve kavrayış yeteneği Birincide ağırlık doğaya, ikincide düşünme yeteneğine verilmiştir, iki düşünme biçiminden de birçok öğreti doğmuştur

Bergson 'un geliştirdiği sezgicilik (intuitio) üçüncü bir yöntem niteliği taşır Bu yöntem daha önce matematikle ilgili sorunların çözümünde kullanılmış, us kurallarından bağımsız bir kavrayış yeteneği diye nitelenmiştir Bilim tarihinde, bir içedoğuşun ilk örneği olarak Arkhimedes'in' buluşu gösterilir Suya batırılan bir nesnenin, yerini değiştirdiği suyun ağırlığınca kendi ağırlığından yitirdiği ve nesnenin neden batmadan suyun yüzünde kaldığı sorununu çözen olay deneyden kaynaklanan bir sezgi sonucu aydınlanmıştır Bu olay "bilimsel sezgi" diye nitelenmiştir, Düşünme yeteneğini belli bir konu üzerinde yoğunlaştıran düşünürün, deneyle elde edemediği sonucu beklenmedik bir süre içinde içedoğuşla aydınlığa kavuşturacak veriyi kazanması sezgidir

Bergson'un sezgiciliği bilimsel bir nitelik taşır, özellikle ruhbilimle bağlantılıdır Düşünülen bir sorunun çözümünü kolaylaştıran veriyi elde etmeye, dayanır Daha önceki çağlarda, özellikle tanrıbilim alanında "sezgi" tanrısal bir uyarı, tanrısal bir ışık olarak nitelenmiştir Augustinus' tan ‘Aquino’ lu Thomas "a değin gelen Hıristiyan tanrıbilimcilerinde, inanla bağlaşımlı sezgi gerçeğin kavranmasından önemliydi İslam tasavvuffunda, özellikle Yeni-Platonculuk' tan kaynaklanan öğretilerde, gerçeğin kavranması içedoğuş niteliği taşıyan sezgiyle sağlanabilirdi

Gazzali' de sezgi Tanrı'nın insana bilgi ve bilgelik verdiği bir yetenektir Şahabeddin Sühreverdi' ye göre sezgi tanrısal gerçekleri kavramak için bir duyuştur, içedoğuştur Böyle bir yeteneği sağlamak için, kişinin bütün gönlüyle Tann' ya, üstün gerçeğe yönelmesi, bütün geçici eğilimlerden, tutkulardan sıyrılması, içinde Tanrı' dan başka bir varlık bırakmaması gerekir Yeni-Platonculuk' tan esinlenen tarikatlarda sezgi Tanrı' ya ulaşmanın, kendi özünde Tanrı' yı görmenin tek koşuludur Onlara göre sezgi usun, kavrayış gücünün bütün yetkilerini aşar, en kısa süre içinde en kesin gerçeğe varmayı sağlar "Ermişlik ‘’ denen aşamaya ancak sezgiyle ulaşılır

Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi
Cilt2 Sayı15 Sayfa835

Bergsoncu Sezgicilik


A) Nesnenin biricik ve bunun sonucu ifade edilemez olarak sahip olduğu şeyle bir olmak için o nesnenin içine taşınılmayı sağlayan bu entelektüel sempati türü sezgi olarak adlandırılır Aksine, analiz, nesneyi daha önce bilinen yani bu nesneye ve diğerlerine ortak unsurlara indirgeyen işlemdir O halde analiz etmek bir şeyi, o şey olmayan şeye göre açıklamaktır Çevresinde dönüp durmaya mahkum olduğu nesneyi kucaklamanın sonsuzca tatmin edilmemiş isteği içinde olan analiz her zaman eksik olan tasarımı tamamlamak için sonu gelmez bir biçimde görüş açılarını çoğaltır, her zaman eksik olan anlatımı tamamlamak için sembolleri ara vermeden değiştirir O halde analiz sonsuza kadar sürecektir Ama sezgi, eğer mümkünse yalın bir eylemdir En azından, hepsini yalın analizle değil sezgiyle içeriden kavradığımız bir gerçek vardır Bu, zaman içindeki akışı içinde kendi öz kişiliğimizdir Süregiden kendi benimizdir Entelektüel veya daha çok tinsel olarak başka hiçbir şeye eğilimli olmayabiliriz Ama kesinlikle kendimize eğilimliyiz

Sezgi, bir kez yoğunlaştığında, düşüncemizin alışkanlıklarına uygun olan ve değişmez kavramların içinde çok fazla gereksindiğimiz sağlam dayanak noktalarını bize sunan bir anlatım ve uygulama biçimi bulmalıdır Bu kesinlik, belirgin ve de genel bir yöntemin özel durumlara sınırsız genişlemesi olarak adlandırdığımız şeyin koşuludur Oysa bu genişleme ve mantıksal mükemmelleşme çalışması yüzyıllar boyu sürebilir, buna karşın yöntemin üretici eylemi yalnızca bir an sürer İşte bu sebepten çoğu zaman sezgiyi unutarak bilimin mantıksal aygıtını bilimin kendisi olarak kabul ediyoruz

Filozoflar ve bilim adamları tarafından bilimsel bilginin göreceliliği hakkında söylenen her şey bu sezginin unutuluşundan kaynaklanmaktadır Daha önceden varolan kavramlar aracılığıyla sabitten devingene giden sembolik bilgi görecelidir Ama devingenin içine yerleşen ve şeylerin yaşamını benimse- yen sezgisel bilgi göreceli değildir Bu sezgi bir mutlağa varır

B) İçgüdü sempatidir Eğer bu sempati konusunu genişletebilir ve de kendi üzerine düşünebilirse, gelişmiş ve düzelmiş zekanın bizi maddenin içine sokması gibi, bize canlıyla ilgili işlemlerin anahtarını verecektir Çünkü zeka ve içgüdü birbirine zıt yönlere dönmüşlerdir, zeka cansız maddeye, içgüdü yaşama yönelmiştir Zeka, eseri olan bilimin aracılığıyla bize, gitgide daha tam olarak fiziksel işlemlerin gizini verecektir; zeka yaşamdan bize yalnızca devinimsizlik terimleriyle bir anlatım getirir Nesnenin içine girmek yerine, dışarıdan kendine çektiği nesne üzerinde mümkün olan en yüksek sayıdaki görüşü elinde tutarak dönüp durur Ama sezginin bizi götürdüğü yer yaşamın tam içidir Bu sezgi, yansız, kendinin bilincine varmış, nesnesi üzerinde düşünebilen ve onu sınırsızca genişletebilen bir içgüdüdür

Bu tür bir çaba olanaksız değildir Bu, insanda normal algının dışında estetik bir yetinin varlığının kanıtladığı bir şey dir Gözümüz canlı varlığın çizgilerini aralarında düzene girmiş biçimiyle değil, yan yana eklenmiş olarak görür Yaşamın eğilimi, çizgiler arasında koşan, onları birbirine bağlayan ve onlara bir anlam veren yalın devinim gözden kaçar

Sanatçının bir tür sempatiyle nesnenin içine yerleşerek ve bir sezgi çabasıyla uzamın kendi ve modeli arasına koyduğu engeli kırarak yeniden yakalamayı amaçladığı bu eğilimdir Dışsal algı gibi bu estetik sezginin yalnızca bireysele ulaştığı doğrudur Ama, fizik biliminin, dışsal algı tarafından belirlenen yönünü sonuna kadar izleyerek tikel olguları genel yasalara kadar götürmesi gibi, sanatla aynı yöne yönelmiş ve konu olarak genelde yaşamı ele alan bir araştırma düşünülebilir Kuşkusuz bu felsefe hiçbir zaman, bilimin kendi nesnesinden edindiği bilgiyle karşılaştırılabilir bir bilgiyi nesnesinden elde edemez Zeka, çevresinde içgüdünün, sezgi olarak genişletilmiş ve yetkinleştirilmiş olsa da sadece belirsiz bir bulutsuzluk oluşturduğu, aydınlık bir çekirdek olarak kalıyor Ama, saf zekaya ayrılan bilginin eksikliği durumunda, sezgi bize, zekanın verilerinin eksik olduğu şeyleri kavratabilir ve bizim onları tamamlamamız için gerekli aracı sezinlememizi sağlar

Henri Bergson- Yaratıcı Evrim
Felsefe Yapıtlarından Seçilmiş Metinler-Armand Cuvillier- ÇeviriMukadder Yakupoğlu- Doruk Yayıncılık

Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #58
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



SOSYALİZM

Siyaset Felsefesi Sözlüğü
Jean- Paul Thomas
Çev: İsmail Yerguz

Sosyalizm sözcüğünün kullanımı XIX yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J Elleinstein, 1984) Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E Durkheim)

1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)

Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi

Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir” Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak”

----------------

Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim

Yaklaşık yirmi beş yıl önce” Sözcüğün kullanımını yaygınlaştıran Leroux’nun yapıtının tarihi ve başlığı bilinmektedir günümüzde Pierre Leroux Revue encyclopédque’in ekim-aralık 1833 tarihli sayısında “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı önemli bir makale kaleme almış ve burada hem İngiliz ekonomi politiğini hem de Saint-Simon öğretisini reddetmiştir

Elie Halevy ise onun isim babalığını reddetmiş ve Leroux’nun “bu sözcüğü, gerçekten gerekli yeni bir sözcük olduğundan çeşitli vesilelerle kullanan birçok Saint-Simon’cudan biri olduğunu” ileri sürmüştür: bütün vakitlerini “bireycilik”i lanetlemekle geçiren insanlar ondan çok zor vazgeçebilirlerdi” Bununla birlikte şunu kesinlikle kabul etmek gerekir ki o bu sözcüğü yaratmamışsa da ilk kez sistematik biçimde kullanmış ve önce sosyalizmi Prosper Eufanıln’ın yorumladığı Saint-Slmon’cu bir öğreti gibi göstermiştir: “ezici, asimile eden yenipapalık; bu öğreti insanlığı bir makineye dönüştürecektir ve bu düzende gerçek, yaşayan doğalar, bireyler kendi kaderlerini ellerinde tutan bireyler olmaktan çıkıp yararlı maddeler haline geleceklerdir” Bu şekilde tanımlanan sosyalizm Leroux’nun lanetlediği bir öğretidir, birlik, beraberlik düşüncesinin abartılmasıdır ve bu düşünce içinde var olan aşırılıklar “özgürlük adına insanları vahşi kurtlara dönüştüren, toplumu da en küçük parçalara ayıran İngiliz ekonomi politiğinin bireyciliğin aşırılıklarına uygunsuz biçimde denk düşer

Ama “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı yazısının 1847’de tekrar basımı dolayısıyla eklediği bir notta şu görüşlere yer vermiştir: “bir kaç yıldan beri toplumsal reformlarla ilgilenen, bireyciliği eleştiren ve lanetleyen bütün düşünürlere sosyalist deme alışkanlığı doğdu Il dolayısıyla mutlak sosyalizme karşı her zaman mücadele etmiş olan bizler de sosyalist olarak tanınıyoruz bugün [] Eğer sosyalizm Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik, Birlik kavramlarından hiçbirini feda etmeyen, tersine onları uzlaştıran bir öğretiyse hiç kuşkusuz sosyalistiz biz” Ve gerçekten de Leroux 1834 yıllarındaki bireycilik ve “sosyalizm” eleştirisiyle sosyal demokrat idealinin tanımının taslağını çiziyordu

Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ) Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır

Sosyalist ögretiler XIX yüzyıl başında kendiliklerinden ortaya çıkmamıştır Kökenleri sanayi devrimi ve sanayi devrimiyle birlikte gelen sefalettir İnsanın makinelerin gelişmesine kurban edilmesinin engellenmesini isterler ve kapitalist üretim örgütlenmesinin kaçınılmaz biçimde doğurduğu yoksulluğun, işsizliğin, üretim fazlalığının yaygınlaşmasının nedenlerini araştırırlar Birbirlerine bağlı bir üreticiler topluluğu vizyonunun bencilce kar peşinde koşmasının karşısına bir kardeşlik dayanışmasını çıkarırlar Bu yeni öğretilerin kökleri vardır hiç kuşkusuz Sosyalizınin entelektüel kökenleriyle ilgili çifte problem ve Fransız devrimi sırasında XVI ve XVII yüzyıldan başlayarak sosyalist taleplerin ortaya çıkması bu şekilde gerçekleşir 1913 yılında Lenin’in ünlü formülü, “Marx’ın öğretisinin, XIX yüzyılda, insanlığın en iyi yaratımlarının, Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin bir sonucu olduğu” düşüncesi Marksizmin uygun ve hoş bir biçimde takdim edilmesidir ama sosyalizmin kökenleri sorusuna yanıt getirmez

Ayrıca birdenbire sosyalist öğretiler çoğalmaya başlar L Reybaud’nun hatırlattığı üç ad tek bir formüle indirgenmiş basitleştirici bir sosyalizm vizyonunu ifşa etmeye yeterlidir ama sosyalist öğretilerin çoğalması, Marksist sosyalizmin yayılması ve güçlenmesi, tarihi akışı içinde bu öğretileri sahiplenen bir işçi sınıfı hareketi aracılığıyla karşılaştığı güçlüklerin teorik yansımaları, nihayet gerçek sosyalizmin trajik yazgısı, sosyalizmin sorunsal birliğini ve değişim içinde sürekliliğinin anlamını tanımlamaya çalışan fikir tarihçilerinin karşılaştıkları güçlüklerin boyutları hakkında bilgi verir

Öte yandan Leroux’nun sosyalist olmakla birlikte Saint-Simon’cu otoritarizm karşısında çekincelerinin gösterdiği gibi demokrasi ve sosyalizmin bağdaşabilirliği temel sorusu sorulmuştur artık Sosyalizm sözcüğünün tarihi böylece bizi üç temel soruyu incelemeye götürür:
• sosyalizmin derin ve farklı kökenleri sorusu,
• sosyalizmin birliğini sağlayan belirleyici özellikler sorusu,
• demokratik sosyalizm olasılığı sorusu sıkı biçimde birbirlerine bağlıdır

Fransız devrimi bu üç problemi birbirine bağlar çünkü toplumsal sorunları çözmeye çalışırken insan hakları talebiyle despotizmi birleştirir, çünkü bu amaçla eski formüllere, altın çağ ve ilkel komünizm düşleri ve cüretli yeniliklere dönüşü harekete geçirir ve nihayet çünkü bir çok sosyalist onun yıkıcı özelliklerini eleştirir Böylece sosyalist geleneklerin demokrasiyle kurduğu ilişkilerin bir yorumunu taslaklandırdığını ileri süren herkes her şeyden önce bir soruyu irdelemek zorunda kalacaktır: Fransız devriminde toplumsal sorunun doğuşu (Ph Raynaud, 1991)

Krallığın çöküşü arifesinde devrimci taleplerin yeni özellikler kazandığı çok iyi bilinir Robespierre ve Marat Jakobenlere yansıtırlar bunu Jakoben cumhuriyeti, kısmen koşulların etkisiyle görülmemiş bir toplumsal siyaseti yürürlüğe koyar; bu siyasetin ilkeleri (bu bağlamda söz gelimi Enragés, Dolivier, L’ange, Babeuf adları akla gelir) XIX yüzyıl sosyalist kuramcıları arasında ve günümüze kadar çelişkili yorumlara yol açmıştır

1792 ağustos’undan nisan’ına kadar basında olsun, çeşitli toplantılarda olsun halkın egemen sınıfa karşı mücadelesi sürekli yüceltilmiştir Paris’te Jacques Roux temel ihtiyaç mallarına narh koyulmasını ister, Lyon’da ise L’Ange tahıl için maksimum fiyat talep eder Enragé’lerin (Kudurmuşlar) belli başlıları Varlet, Roux, Chaher, Leclerc hayat pahalılığına karşı halkın şiddetli protestolanna tanıklık ederler Spekülatörlere ve vurgunculara göz açtırılmamasını isterler ve “bir sınıf başka bir sınıfı hiçbir ceza görmeden aç bıraktığında özgürlüğün boş bir hayalet olduğunu, varlıklı kimse tekel aracılığıyla insanlara ölüm ve yaşam hakkı tanıdığında eşitliğin boş bir hayalet olduğunu” söylerler

25 Haziran 1793’te kızıl papaz Jacques Roux Konvansiyon’da tarihçi Albert Mathiez’in “Kudurmuşlar Manifestosu” başlıklı metnini okur ve “bencil insanın toplumun en çalışkan sınıfına karşı ölümüne bir savaşa giriştiğinden” sözeder “Yer yüzündeki ürünlerin, toprağın, suyun, ateşin, havanın bütün insanlara ait olduğunu, ticaretin, mülkiyet hakkının insanları sefalet ve açlıktan öldürmekten başka bir şey olmadığını” söyleyecek kadar ileri gider Bununla birlikte Kızıl Papazın talepleri asla tutarlı bir öğreti biçimini alamaz Eşitlikçi özlem sankülot’ların şiddetine düşman Dolivier ve L’Ange’ın sistemlerinde daha gelişmiş bir biçim altında ifadesini bulur Jaur Histoire socialiste de la Révolution française adlı yapıtında onları çok önemser
Mauchamps papazı yurttaş Pierre Dolivier temmuz 1793’de Essai sur lajustice primitive pour servir de prrncipe genérateur au seul ordre social qui peut assurer l’homme tous ses droits et tous ses moyens de bonheur adlı metnini yayımlar Korkunç mülkiyet eşitsizliği hukuksal eşitliği yalanlar öyle ki hukuksal eşitlik yemden başka bir şey değildir Şöyle diyorlar: “Mağdurlar da mal mülk sahibi olabilirler Onlar kesinlikle ve hiçbir biçimde dışlanmış değildir Yeni yasa kişilerin kayrılmasını ortadan kaldırmış ve istisnasız herkese gelişme ve ilerleme yollarını açmıştır İşte eşitlik sözcüğünden anladıkları! Nasıl da hayale ihtiyaç var, nasıl birtakım sözcükler zorla kabul ettiriliyor Hiçbir şeyleri olmayanlar kazanabilirler, ama her şeyden önce, niçin hiçbir şeyleri yok bunların?” Dolivier büyük çiftlikleri ortadan kaldırmayı ve toprağı ne kadar aile varsa o kadar küçük köy işletmesine bölmeyi önerir Adını söyleme cesareti gösteremeyen bu tarım yasası Jakobenlerin tasarladıkları biçimde bir eşitlik mücadelesini aşar Toplumsal eşitlik aristokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla karışmaz artık, malların eşit biçimde paylaşılması eğilimi ağır basar burada, mülkiyet ilkesi tehdit edilir ve bir mülksüzleştirme pahasına bireysel mülkiyetin sistematik biçimde dağıtılması önerilir Ne var ki Dolivier, ltersine, bir küçük mülkiyet sahibi toplumu imajından kopmaz


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #59
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



-----------------
François Joseph Lange (L’Ange [Melek] denir) 1790’da Plaintes et representations d’un cito yen decrt passif aux citoyens désrétécés act başlıklı broşüründe yoksulları etkileyen siyasal haklardan yoksun bırakmaya karşı çıkar 1792’de Lyon belediyesine bir bildiri sunar: ekmeğin bolluğu ve doğru fiyatını saptamanın basit ve kolay yolları Üreticiler tarafından beslenen kooperatif ambarları bireysel çabaların uyumlu duruma getirilmesini sağlayabilir Ertesi yıl daha da ileri gider Reméde a tout, ou Constitution invulnérable de félicité publique, projet donné maintes fois, sous différéntes formes adlı broşüründe bir kırsal komünizm çerçevesi içinde bireysel mülkiyetin sonunu tasarlar Broşür dağıtılmaz L’Ange ya da Dolivier ’nin uzun vadeli görüşleri artan pahalılığın getirdiği acil sorunları çözemezdi Jakobenler daha çok, bir dönemde Kudurmuşlar tarafından açıklanan halk hareketinin baskısıyla önlemler almışlardı ve bu önlemler vesilesiyle sosyal demokrasiden söz edilebilmişdir

Jakobenlerin sosyal politikalarının doruk noktasını belirleyen fiyat ve ücretlerin genel maksimum değerinin saptanmasından çok Saint-Just ’ün onaylattığı ventöse (26 Şubat ve 3 Mart 1794) kararnameleridir Bu kararnamelere göre kuşkulu yollardan edinilen mallara el konacak ve bedava dağıtılacaktır bu mallar Ama gerçekten uygulanabilen tek ilke tazminat ilkesi olmuştur Saint-Just Institutlons republicaines öngördüğü gibi “yoksulları giydirmek ve örtmek için zenginleri soymak” yerine dilenciliğin üstesinden gelmeye yönelik bir ulusal hayır planına dönülür Zenginlere karşı saldırganlık, idealleri bağımsız küçük üretici statüsünün genelleştirilmesinde yatan Paris’li sankülot’un eşitlikçiliğinin aşılmasını düşündürmez asla Robespierre ’in ahlaksal eşitlikçiliği de bireysel mülkiyetle birliktedir: devletin, her insanın yaşama hakkına tecavüz etmedikçe güvencesi olduğu toplumsal konvansiyon Thermidor tepkisi içinde Eşitlerin komplosu bir dönemde desteğini gerekli bulan jakoben burjuvazinin teşvik ettiği bir halk hareketinin teorik ve pratik cüretinin son tanıklığıdır

1828’de Buonarroti’nin belirtmiş olduğu gibi Babeuf ve arkadaşları Direktuvar’ı alaşağı etmek için komplolar düzenlemişlerdir Mayıs 1796’da tutuklanan Babeuf 1797’de idam edilir Sylvain Maréchal’in Eşitler Manifestosu Babeuf’çülerin toplumsal öğretisini açıklar Temel temalar Fransız devriminden sonra, “daha büyük ve artık son olacak başka bir devrimi” bildiren bölümlerde toplanmıştır Gerçek eşitlikle ilgilenen Eşitler “tarım yasası”nı aşarlar ve “daha ince ve daha adil bir şeye (ortak çıkar ya da çıkarların ortaklığı)” değinirler: Bireysel toprak mülkiyetine son, toprak kimsenin değildir Dünya nimetlerinden ortak yararlanmayı talep ediyoruz, istiyoruz: meyveler herkesindir’

L’Ange’ın v,e Robespierre’ci girişimlerin mülkiyeti ortak çıkarın emrine verme ve herkesin yaşama hakkıyla ilgili Fourier öncesi sezgilerinin yanında Fransız devriminin büyük eşitlikçi düşüncelerinin üçüncü öbeği Eşitler’in eseridir

Bu eşitlikçilik sosyalist midir? Esasen hayır Ama bu olumsuz yanıt bir dizi gerekli açıklamaya dayanır ve bunlar aracılığıyla sosyalizme ait olan şeyler belirir, oysa sosyalizmin uzak entelektüel kökenlerine bağlı olan şeyler daha kavranabilir kılınmıştır

Her şeyden önce şunu belirtelim ki bütün sözleşmelerde ortak olan mağdurlara yardım önlemleri sosyalizmden kaynaklanmaz Özel ya da genel hayır ve yardım kurumlarının gelişmesini destekleyen teorileri ortaklaşa reddettiklerini söylemek sosyalist öğretiler arasındaki ayrılıkların boyutlarını küçümsemek anlamına gelmez Sosyalistler toplumların zararlarını gördükleri kötülüklere hiç değişmeyen bir iktisadi yaşam içinde hayır kurumları ya da yardım sandıklan oluşturarak çare getirme anlayışı içinde değildirler Sosyalizm her zaman örgütleyici olmak ister ve hayırın hiçbir şeyi örgütlemediği kanısındadır Öte yandan bireysel mülkiyete bağlılık egemen modalitelerini ve biçimlerini eşitlikçi gerekliliğe bağlar 14 Haziran 179l’de Le Chape her yasasının kabul edilmesi sadece burjuvazinin çıkarlarına uygun bir çalışma özürlüğünü değil halkın özlemlerini, az ya da çok bireysel mülkiyetleri eşitleştirme iradesiyle belirlenmiş talep defterlerindeki mülkiyete feodal engel karşı protestoları egemen kılar, bu taleplerin kesinlikle dokunulmaz ve kutsal mülkiyet hakkını ancak çok istisnai durumlarda zorlamasına izin verir Halk sınıflarının en aktif grubu da bağımsız üreticilerden, dükkan işletenlerden oluşmuştur

Dolayısıyla ilk sosyalistlerin sanayi toplumunun düzensizliklerini ifşa etmeleri ve devrimci özgür bireysel girişimi eleştirmeleri nedensiz değildir Mülkiyet hakkının bu teorik önceliği çok katı biçimde sosyalist olmaktan çok Rousseau’cu olan eşitlikçiliğe sadece Eski Rejim’in ekonomik mevzuatının yeniden canlanmasından ve varsayımsal bir kırsal komünizm çerçevesi içinde mülkiyetin soyut biçimde olumsuzlanmasından gelen iki aldatıcı çıkış yolu bırakır Bu özellikleriyle bu çıkış yolları gerileyicidir Sanayi devrimi daha gücüldür hiç kuşkusuz ama tarım komünizmi sermaye birikimiyle ilgili olsun, büyük imalathanelerin işçilerinin statüsüyle ilgili olsun ilk işaretlerinin erken algılanması konusunda hiçbir işaret vermez Buradan iki sonuç çıkar Bir yandan bazı kilise babalarına, More, Campanella , daha sonra Moreliy ya da Mably ’ye maledilen ve Babeuf ya da L’Ange’ın düzenlerinin doğrudan yansıttıkları ilkel komünizmler sosyalizmlerin az ya da çok eski biçimlen değildir, öte yandan da sosyalizmin entelektüel kökenleri aslında bu uzak öğretilere ve onlara hayat veren soylu değerlere dayanır

İlkel komünizmden sosyalizmlere doğru kesiklikler vardır Ve birçok nedene dayanır bu

Birincisi, sosyalistler iktisadi koşulların görülmemiş biçimde alt-üst olmasından gelen ve bazıları zararlı olan sonuçlarını dikkate alırlar
İkincisi, önerdikleri çözümler, yepyeni bir tarihsel bağlam içinde, ilkeleri daha sonra saptanacak olan çözümlerin basit aktarımına indirgenemez

Gerçekten de Durkheim’ın belirtmiş olduğu gibi eski komünist öğretiler basit, çileci bir yaşam önerirler Zenginliklerin üretimi gerekli bir amaçtır, kolektif bir yaşamın merkezi değildirEsasen zenginlik zararlıdır Toplumun yapısını bozar ve insanları hayvanlarla birlikte ortaklaşa sahip oldukları temel gereksinimlerin tatminine yönlendirirler Sosyalistler hiç kuşkusuz zenginliklerin adaletsiz biçimde dağılmasını kabul etmemişlerdir ama sanayi yaşamının olağanüstü atılımını da dışlamamışlardır ve üretici işlevlerin Örgütlenmesinin tersine çaba harcamışlardır

Üstelik bu tür bir örgütlenmenin en doyurucu formülünü bulabilme çabaları içinde karşılarına sürekli, Fransız devrimi sırasında tarihsel olarak egemen olmuş bireyci mantık çıkmıştır ve onlar bireyi, hem ilkel komünizmi hem hiyerarşik toplumları karakterize eden kolektiviteyle sıkı biçimde ilişkilendirmeden bu mantığı dikkate almayı becerememişlerdir

Konjonktürel ya da yapısal karakterinin araştırılmasında yarar olan nedenlerle başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın sosyalistlerin hedefi devrimci bireyciliği yönetmektir “Bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye karşı başkaldırısı”yla, “özgürlük adına geleneklerin ifşa edilmesiyle” yansıyan bir bireycilik

İşi liberal bireyciliğin ve burjuva toplumunun eleştirisinin kaçınılmaz biçimde devrimci bireyciliğin mantığında yattığını iddia etme noktasına kadar götürmemekle birlikte sosyalizmlerin iki gerekliliğin, bireysel özerkliğin ve toplumsal birliğin uzlaşması vaadini vermek istedikleri kesindir Bu modern özerklik ilkesi siyasal ve iktisadi liberalizmin teorisyenlerinin kendi üsluplarına göre talep ettikleri ilkeyi üstlenme iradesi sosyalist tasarıları eski komünizmlerden ayırır Ne var ki bu hırs onların bütün tarihleri boyunca dile getirilecek olan bir iç gerilimi besler Bu anlamda Fransız devrimi sırasında ortaya çıkan eşitlikçi özlemler sosyalizmlerin daha sonraki belirsizliklerini gösterirler ve bu nedenle de insan haklarının gerçekleşmesinin işareti olarak kabul edilebilirler; çünkü gerçek eşitlik hukuksal eşitliğe gerçek anlamını ve içeriğini vermiştir bu durumda ama öte yandan da gerçek olmayan bir eşitliğin hukuksal anlamda bir hayal olduğu ve özgürlükleri de tahrip ettiği ifşa edilmiştir

Eski komünizmlerden ayrılan sosyalist tasarıların gene de bazı ortak özellikleri ve özel gerilimleri vardır Elie Halevy’nin belirttiği gibi bütün sosyalizmler “kendi haline bırakılmış sanayiciliğin istismarcılıklarına ve aşırılıklarına karşı tepkiler” bağlamında olumsuz biçimde tanımlanırlar Ama önerilen sistemlerin çeşitliliği olumlu bir tanımı da mümkün kılar çünkü bunların ortak özelliği bireysel girişimlerin keyfiliğine dayalı bir toplumsal düzenin yerine yepyeni, görülmemiş bir örgütlenme biçimi getirmektir Tüm sosyalist okullar bu atılımla beslenirler ve amaçlan toplumsal örgütlenmeyi iyileştirmek değil değiştirmektir Öte yandan bunların tümü toplumsal örgütlenme içinde üretim dünyasının önemini de kavramışlardır ve bütün çabalarını pazarın rastlantılarının yerine bilinçli ve örgütlü araçların kullanılması, iktisadi işlemlerin bilinçli biçimde yönlendirilmesi üstünde yoğunlaştırmışlardır Ve nihayet tümü sanayileşmeyle gelen ve işçilerle yöneticileri karşı karşıya getiren sıkıntı verici ve zararlı çatışmalara duyarlıdırlar Bu alanda Marksist vokabüler göründüğü kadar yenilikçi değildir -Plerre Leroux 1834’te “Proleterlerin burjuvaziye karşı güncel mücadelesi mi?” ifşaatını yapmıştır Bir an için düzenin cin zensizliğe egemen kılınması, ekonomik güçlerin örgütlenmesinin pazarın rastlantılarına egemen kılınmasının devlete ya da özyönetimli kooperatiflere ait olup olmadıkları meselesini bir yana bırakalım ve sosyalist okulların bu görece yakınlığının kaba ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm karşıtlığını saf dışı ettiğini belirtelim


Alıntı Yaparak Cevapla

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...

Eski 07-30-2012   #60
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Felsefi Düşünce Akımları - Felsefi Düşünce Akımları Hakkında...



---------------------------
Miguel Abensour’un belirttiği gibi Engels ’in, el kitabı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm ’de formüle ettiği bu karşıtlık amacı kesinlikle ütopik radikalliği dışlamak olmayan, tersine onun amacını gerçekleştirmek olan uzun bir teorik yolculuğun karmaşıklığını gizler

Gerçekten Marx ve Engels’ten kesinlikle çok uzak olmayan tutucu ütopyalar eleştirisi Insani imkansızlıklar listesini çıkarmaya çalışır Marx “bilim adına, düşçü ütopyacıları sarsan şimşekleri çaktıran bir Jupiter” değildir (M Abensour, 1976) Üstünde düşündüğü amacın dışında değildir o, Owen, Fourier ve Saint-Simon gerçekten etkiler kendisini Buna inanmak için Marx’ın ilk sosyalistler karşısındaki konumunun basit biçimde ifade edildiği Komünist Parti Manifestosu’nu tekrar okumak yeterlidir Onlara bakışı ve değerlendirmesi devrimcidir Olumludur Marx’a göre sosyalistlerin yazıları mevcut toplumun temellerine saldırır ve “dolayısıyla o dönemde işçileri aydınlatma konusun da çok değerli gereçler sağlamışlardır” Bu sistemlerin yaratıcılarını devrimciler olarak görür ve onları “genel bir çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” tasarlayan Fransız devriminin çağdaş komünist kuramcılarından kesin biçimde ayırır

Ona göre Saint-Simon, Fourier ve Owen sanayinin gelişmesiyle atbaşı giden “sınıf çatışmasının bilincindedirler” Marx düşüncelerini onların projesiyle birleştirmek ister ve bu projenin yetersizliğini ifşa etmek gibi bir amacı yoktur

Genellikle belirtilenin tersine, Marx ilk sosyalist sistemlerin bilimsel yetersizliği üstünde durmaz, o daha çok bunların aradıkları “sosyal bilim”e mal ettikleri rolün altını çizer Gerçekten de onlar bu bilimden, propagandası önce yayılmasını, daha sonra da uygulamasını sağlayacak olan bir toplum planı çıkarmak isterler Bilim onlar için bir toplumsal etkinlik yerine geçer çünkü proletaryanın, acılarını bildikleri ama devrimci gücünden habersiz oldukları yeni sınıfın tarihsel rolünü kavrayamamışlardır


Sonuç olarak Marx’ın arzusu büyük hayalci üstatları saf dışı etmek değildir, tersine, efendilerinin düşüncelerine manyakça bağlılıkla ve toplum düzenini yıkmak için sınıf çatışmalarından destek almayı reddetmeleriyle gerici olan sekter çömezlerini ayıplama pahasına onların giriişimine somutluk ve gerçeklik kazandırmaktır

Çünkü söz konusu olan kesin ya da kurumsal değişimler değil yıkmadır M Abensour esasen “çatışkılı ütopya/bilim” ikilisinin “kısmi devrim-tam devrim”ayrımını gerçekten maskelediği düşüncesini ön plana çıkarmaya çalışır Marx’ın öteki metinleri, özellikle Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı ve Yahudi Sorunu bu yaklaşımın temelinin kanıtlarıdır Marx ilk sosyalistlerin projelerinde, toplumun sadece yeni siyasal örgütlenmesinden kesinlikle tatmin olmadıkları ama gerçek devrimciler olarak toplumun temellerine saldırma önerileriyle özdeşleştirir kendini Sadece siyasal olan bir devrim kısmi bir devrimdir ve hayalci eğilimler içindedir genç Marx’ın çeşitli yanlarında işlediği sezgi budur Ve öte yandan Marx sözgelimi siyasal mücadelelere radikal biçimde yabancı kalan ve “mutlaka safdışı edilmesini” isteyen, uygarlığın iki temel direği evlilik ve ticarete şiddetle çatan bir Fourier’ye bu yüzden gönül borcu duyar

Her şey burada düğümlenir çünkü sosyalistlerin buluşları aynı zamanda yanılgıları ve teorik ve pratik hatalarıdır Bu buluş bütüncül bir olgu olarak sanayi toplumunun bulunuşudur ve bu olgu donanmış olduğu siyasal örgütlenmeye indirgenemez, aynı zamanda toplumsal sonuçlarından bağımsız olarak anlaşılabildiğinden iktisadi örgütlenmesine de indirgenemez

Eski toplumsal ilişkileri alt üst eden, son derece tartışmalı ve gelişmesinin gizliden gizliye gerekli kıldığı ama aynı zamanda da bu toplumun frenlediği yeni toplumsallık biçimleri barındıran yeni ilişkiler getiren bir sanayi toplumu

Bütün sosyalistler, toplumun siyasal örgütlenmesinin, işleyişinin sadece kısmi bir görünümünü verdiğini düşünürler ve dolayısıyla muhtemelen temsili demokrasiye ve insan haklarına saygılı olmaya karşı belli bir kayıtsızlığın eşlik ettiği farklı siyasal rölativizasyon biçimlerine yönelirler Bu kayıtsızlığın hatta bu insan hakları inkarının sadece Marksistlere özgü bir tavır değil, sosyalistlerde genel olarak görülen bir tavır olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır? Saint-Si mon, 1803’te bir gerçeği dile getirmemiş midir?:“toplumsal özgürlük sorununun çözümü gibi görülen insan hakları bildirgesi aslında bu sorunun gerçek anlamda dile getirilmesinden başka bir şey değildir[] Parlamenter yönetim biçimi kesinlikle tüm öteki yönetim biçimlerine tercih edilmelidir; ama bu sadece biçim’dir ve temel olan mülkiyet’in oluşmasıdır” İnsan hakları karşısında sosyalist tavırlar alma konusunda Marksizmin özgünlüğü bu bağlamda aşma iradesinin bütün özelliklerini sergilemektir ve demokratik siyasal yaşama özgü gerilimleri derinleştirmek değildir

Fransız-Alman Yıllıkları şubat 1844’de Marx’ın çok bilinen bir metnini (“Yahudi Sorunu Üstüne”) yayımlamışlardır Bu metinde insan hakları bildirgesinin asla inkar edilmemiş ünlü bir eleştirisi yer almıştır Sözünü ettiğimiz bu aşma iradesi dikkate alındığında bu metnin örnek bir değeri vardır “Yahudi sorunu” denince 1840’ta Yahudilerin Prusya’daki durumunu anlamak gerekir 4 Mayıs 1816 fermanından sonra Yahudiler siyasal görevler alamazlar ve bazı ikinci derecedeki görevlerden de uzaklaştırılırlar Yahudi sorunu tarihsel olarak Yahudilerin hukuksal-siyasal dışlanmalarıyla tanımlanır ve bu dışlanma geleneksel Hıristiyan Yahudi düşmanlığıyla yönlendirilir ve genci bir devlet tarafından da benimsenir Marx’ın alelacele burjuvalarla aynı kefeye koyduğu Yahudilerin statüsü diye bir derdi yoktur Ama sürekli kaymalarla, dinsel özgürlükten siyasal özgürlüğe geçerek gerçek insan özgürlüğünün koşullarını belirlemeye çalışacaktır Bu açıdan bakıldığında Yahudi sorunu’nun temel tezi siyasal özgürlük statüsüyle ilgilidir Bu siyasal özgürlüğün yetersiz ve aldatıcı olduğu düşünülür Insanların gerçek özgürlüğü konusunda siyaset masasında oyun oynanmaz Burjuva toplumunun çelişkilerinin analizi yapılmadan insan özgürlüğü olmaz Maddi çıkarların üretildiği dünya insanlığın ve onun özgürlük ve mutluluğuyla oynandığı dünyadır İnsan haklarının Marksist eleştirisinin bağlamı budur Genellikle belirtilenin tersine, Marx ilk sosyalist sistemlerin bilimsel yetersizliği üstünde durmaz, o daha çok bunların aradıkları “sosyal bilim”e mal ettikleri rolün altını çizer Gerçekten de onlar bu bilimden, propagandası önce yayılmasını, daha sonra da uygulamasını sağlayacak olan bir toplum planı çıkarmak isterler Bilim onlar için bir toplumsal etkinlik yerine geçer çünkü proletaryanın, acılarını bildikleri ama devrimci gücünden habersiz oldukları yeni sınıfın tarihsel rolünü kavrayamamışlardır


Sonuç olarak Marx’ın arzusu büyük hayalci üstatları saf dışı etmek değildir, tersine, efendilerinin düşüncelerine manyakça bağlılıkla ve toplum düzenini yıkmak için sınıf çatışmalarından destek almayı reddetmeleriyle gerici olan sekter çömezlerini ayıplama pahasına onların giriişimine somutluk ve gerçeklik kazandırmaktır

Çünkü söz konusu olan kesin ya da kurumsal değişimler değil yıkmadır M Abensour esasen “çatışkılı ütopya/bilim” ikilisinin “kısmi devrim-tam devrim”ayrımını gerçekten maskelediği düşüncesini ön plana çıkarmaya çalışır Marx’ın öteki metinleri, özellikle Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı ve Yahudi Sorunu bu yaklaşımın temelinin kanıtlarıdır Marx ilk sosyalistlerin projelerinde, toplumun sadece yeni siyasal örgütlenmesinden kesinlikle tatmin olmadıkları ama gerçek devrimciler olarak toplumun temellerine saldırma önerileriyle özdeşleştirir kendini Sadece siyasal olan bir devrim kısmi bir devrimdir ve hayalci eğilimler içindedir genç Marx’ın çeşitli yanlarında işlediği sezgi budur Ve öte yandan Marx sözgelimi siyasal mücadelelere radikal biçimde yabancı kalan ve “mutlaka safdışı edilmesini” isteyen, uygarlığın iki temel direği evlilik ve ticarete şiddetle çatan bir Fourier’ye bu yüzden gönül borcu duyar

Her şey burada düğümlenir çünkü sosyalistlerin buluşları aynı zamanda yanılgıları ve teorik ve pratik hatalarıdır Bu buluş bütüncül bir olgu olarak sanayi toplumunun bulunuşudur ve bu olgu donanmış olduğu siyasal örgütlenmeye indirgenemez, aynı zamanda toplumsal sonuçlarından bağımsız olarak anlaşılabildiğinden iktisadi örgütlenmesine de indirgenemez Bunun ağırlık noktası da bilinir Buıjuva demokrasisinde sivil ve siyasal özgürlükler insanlara sadece geçici doyumlar sağlayabilirler Esasen dinsel olan bu dünya ve öte dünya karşıtlığı gerçek yaşamın gerçek yaşamdan, olabildiğince çok sayıda insana ahlaksızca bir çalışma ve değiş tokuş empoze eden gerçek sadelikten çok uzak olduğu demokratik devlet de vardır Siyasal haklar kolektif yaşama ancak uzaktan katılabilen yurttaşların haklarıdır Yurttaşlık hakları burjuva toplumuna dahil olan insanların haklarıdır Böylece Insan Hakları Bildirisi öteki insanlardan ve kolektiviteden ayrı “bencil insan”ın haklarını benimser Sivil özgürlükler sınırlı bir özgürlük anlayışına bağlı kalırlar ve bu anlayışa göre başkası her zaman bir engeldir ve hiçbir zaman yardımcı olmaz benim eylemlerime Özgür olmak insanın, başkalarına aldırmadan, malını mülkünü kendi çıkarına göre kullanarak “keyfine göre” davranmasıdır

İnsan Hakları Bildirisi’nin andığı eşitlik, girişim, alma, satma konusunda eşit özgürlüğe indirgenir Güvenlik bencilliğe dayalı bir toplumsal düzeni güvence altına almak için kamu gücüne başvurma anlamına gelir Haklar, kesin olarak sadece biçimsel özgürlükleri sağlayabilirler Bunlar bir sınıfın başka bir sınıfa tahakkümünü maskelemeye yönelik hukuksal hayallerdir Bu bildiri aynı zamanda Hegelvari Aufhebung anlamında sanayi toplumunun toptan yıkılmasını destekleyen değiştirme, düzenleme ya da tamamlama demektir


Alıntı Yaparak Cevapla
 
Üye olmanıza kesinlikle gerek yok !

Konuya yorum yazmak için sadece buraya tıklayınız.

Bu sitede 1 günde 10.000 kişiye sesinizi duyurma fırsatınız var.

IP adresleri kayıt altında tutulmaktadır. Aşağılama, hakaret, küfür vb. kötü içerikli mesaj yazan şahıslar IP adreslerinden tespit edilerek haklarında suç duyurusunda bulunulabilir.

« Önceki Konu   |   Sonraki Konu »


forumsinsi.com
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
ForumSinsi.com hakkında yapılacak tüm şikayetlerde ilgili adresimizle iletişime geçilmesi halinde kanunlar ve yönetmelikler çerçevesinde en geç 1 (Bir) Hafta içerisinde gereken işlemler yapılacaktır. İletişime geçmek için buraya tıklayınız.