Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #286 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCEBR Bir şeyi zaptetmek, tamir etmek, zorlamak, zor kullanarak (ikrah) ıslah etmek, telâfi etmek Genel anlamda cebr'in mukabili ihtiyar; ikrâh'ın mukabili de rızâ'dır İcbâr, kelime anlamı itibariyle ikrah'a yaklaşmakla, hatta bazı durumlarda birbirinin yerine kullanılmakla beraber; her birinin kullanım alanı umumiyetle farklıdır İcbâr, daha ziyade, hukuken yetkili bir kimsenin şer'î bir hükmü gerçekleştirmek amacıyla bir kimseye bir işi zorla yaptırması veya o işi onun adına, rızası ve ihtiyarı hilâfına cebren yapması durumunu ifade eder İkrah ise tam tersine, hukukî ve meşrû olmayan bir zorlamayı ifade eder Velâyeti altında bulunan kimseler hakkında, istesinler-istemesinler, tasarrufu geçerli (nâfiz) olan veliye "veliyy-i mücbir" denir Aynı kökten türeyen "cübâr" kelimesi de, bir şeyin tazmin edilmesi gerekmeksizin telef olması anlamındadır (Bilmen, Ö N, Istılahat-ı Fıkhiyye, VII, 270) Yine cebr kelimesinin sözlük anlamına bağlı olarak İmam Şâfiî (ö 204/819), hac esnasında vaki olan, meselâ, Arafat'ta gecelemeyi, şeytan taşlamayı ve mîkatta ihrama girmeyi terketme gibi kusurları telâfi etmek için kesilmesi gereken kurbanı "demu'l-cübrân" olarak adlandırmıştır Meşru zorlama olarak da ifade edilmesi mümkün olan cebr ve icbar, başta borçlar hukuku ve aile hukuku olmak üzere, ceza hukuku ve vergi hukuku gibi pek çok alanda söz konusu olabilmektedir Nitekim, velinin, bulûğa ermiş kızı (bikr-i bâliğa), kızın dilemesi olmaksızın-cebren- evlendirip evlendiremeyeceği hususu, İslâm hukukçuları arasında tartışma konusu olmuştur Daha ziyade Hanefî hukukçular, bu konuda çoğunluk hukukçulardan farklı bir görüş ileri sürmüşler ve veliye, bikr-i baliğa'yı evlenmeye icbar yetkisi tanımamışlardır Hanefi hukukçular, icbâr yetkisi konusunda "küçüklük"e (sığâr) itibar etmişler; onu illet kabul etmişlerdir Şâfiî hukukçular ise, bu konuda "bekâret"i esas aldıkları için, onlara göre kızın bulûğa ermesi velinin icbâr yetkisini kaldırmaz Aynı şekilde Hanefi hukukçuların da dahil olduğu çoğunluk hukukçular, baba ve dedenin, "velâyet-i icbâr" (icbar yetkisi) bulunduğunu; dolayısıyla, bulûğa ermemiş çocuğunu, rızasını ve görüşünü almaksızın evlendirebileceğini ifade etmişlerdir Bunun yanında Ebû Hanife, (ö 150/767) miras ehli olan akrabanın da bu hakka sahip olduğunu belirtmiştir Şu farkla ki; eğer evlendiren baba veya dede ise, küçük çocuk bulûğa erdikten sonra evlenme akdinden vazgeçme ya da akdi feshetme hakkı ve muhayyerliğine sahip olamaz Fakat evlendiren, baba veya dede dışında bir akraba ise, çocuk büluğa erdikten sonra dilerse bu akde bağlı kalır, dilerse onu fesheder Ebu Yusuf (ö 182/798) ve İmam Muhammed (ö189/805) ise, bulûğa ermemiş çocuğu ancak "asabe"* nin evlendirebileceğini ifade etmişler, fakat bulûğdan sonra çocuğun muhayyer olup olmadığı konusunda farklı kanaatlere sahip olmuşlardır Ebû Yusuf'a göre, asabeden birinin evlendirmesi durumunda çocuk, büluğdan sonra muhayyerlik hakkına sahip değildir İmam Muhammed'e göre ise, çocuğu evlendiren baba veya dede dışında biriyse, çocuk büluğdan sonra muhayyerlik hakkına sahiptir Yani, dilerse evlenme akdini devam ettirir; dilerse fesheder (el-Cassâs, Ebû Bekr Ahmed b Ali er-Razî (ö 370/981), Ahkâmu'l-Kur'an, II, 341) Diğer taraftan, cebr ve icbarın söz konusu olabildiği bazı hususlar kısaca şöyle sıralanabilir Borcunu ödememekte direnen kimseye bir borcunnn ödettirilmesi, irtifak haklarının gerçekleştirilmesi, şuf'a* hakkına aykırı tasarrufun düzeltilmesi, zararın ödetilmesi (ta'vîz) gibi konularda, kanunî yollarla cebr'e başvurulabileceği kabul edilmektedir Kanunî cebr uygulaması, esas itibariyle, toplumun sükûnet ve istikrarını kesintisiz devam ettirmek, zayıfın ya da mağdurun hakkını, daha doğrusu haklının hakkını haksızdan almak vb gibi genel gayelere yöneliktir Zaten hukukun etkin ve dengeleyici olabilmesi için, bu uygulama kaçınılmaz gözükmektedir Yunus APAYDIN Kelâm: "Cebr" genel olarak irade ve ihtiyarın zıddı anlamında kullanılıp, ıstılah olarak da, kulun fiilini Allah'a isnat etmek, şeklinde anlaşılır "Cebr"in sözkonusu edildiği bir durumda, kulun irade ve ihtiyarından bahsetmek mümkün değildir Bu anlayışa göre, kul bir baskı ve zorlama altındadır, İslâm mezhepleri tarihinde "Cebriyye" adıyla bilinen fırkanın temel görüşünü, bu "cebr" anlayışı teşkil etmektedir Cehm b Safvan (ö128/745)'in kurucusu olduğu bu fırkaya göre, insan bu açıdan tıpkı cansız varlık gibi görülmektedir Onların tabiriyle kul, rüzgâr önünde giden bir yaprak gibidir Allah'ın yarattığı fiillere sadece bir sahne durumundadır ve insanın yaptığı fiiller insana mecazen nisbet edilir Dolayısıyla kul, taat ve masiyette mecbur olmuş olur; herhangi bir sorumluluğu yoktur Ayrıca fiiller zorunlu olunca da, ceza ve mükâfat zorunlu olmuş olur (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut (ty), I, 85-86) Cebriyye'ye zıd bir görüşe sahip olan "Kaderiyye" fırkasına göre ise, kul fiillerinde sonsuz bir irade ve ihtiyara sahiptir Kullara ait fiillerin Allah'ın yaratmasıyla değil; kulun icadıyla meydana geldiğini iddia ederler Dolayısıyla dalâlet, hidâyet, hayır ve şer tamamen kulun isteğine bağlıdır Gerek Cebriyye, gerekse Kaderiyye İslâmî fırkalar olmak hasebiyle bunların doğuşunda nassların rolü büyüktür Kur'an-ı Kerîm incelendiğinde görülecektir ki, bazı ayetler her şeyin kaderinin önceden belli olduğuna delâlet ederken; bazıları ise insanın işlediği fiillerinde sorumlu olduğunu göstermektedir Cebr inancına sahip olanların sarıldıkları ayetlerden bazıları şunlardır: "Allah her Şeyin yaratanıdır " (ez-Zümer, 39/62) "Şüphesiz biz herşeyi bir kadere bağlı (ölçüye göre) yaratmışızdır " (el-Kamer, 54/49) "Allah, sizi de yaptıklarınızı da yaratmıştır " (es-Sâffât, 37/96) "De ki, Allah'ın bize yazdığından başkası başınıza gelmez " (et-Tevbe, 9/51) "Allah'ın doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolda olur Saptırdığı kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır " (el-A'râf, 7/178) ve diğer ayetler Ancak buna mukabil insanın irade hürriyetine sahip olduğunu gösteren âyetler de vardır (Bunlardan bir kısmı için bk el-Müddessir, 74/38; el-Kehf, 18/29; el-En'âm, 6/104) Bu iki görüşü Ehl-i Sünnet açısından ele alırsak; Cebriyye'de, ilâhî emir ve yasağın, mükâfat ve cezanın hiç bir değeri olmamakta; kuldan sorumluluğun tamamen kaldırılmasıyla ilgili dinî hükümlerin iptali sözkonusu olmaktadır Kaderiyye'de ise adeta, Cenâb-ı Hakk'ın mülkünde O'nun bilgisi ve iradesinin dışında bazı şeylerin cereyan ettiğine inanılmakla; bir nevî başka bir yaratıcının varlığı kabul edilmektedir Bu, itikad açısından oldukça sakıncalı bir durum arzeder Her iki fırkanın inancı da Ehl-i Sünnet itikadınca kabul edilmemiş, tenkide tabi tutulmuştur Ehl-i Sünnet itikadınca kul, fiillerinde bir cebr (zorlama) altında değildir İrade ve ihtiyar sahibidir Ancak Kaderiyye'de olduğu gibi, bunlar yüce Allah'ın bilgisi ve iradesi dışında değildir İnsan isteyerek fiillerinin sahibi olur İsteyerek ve seçerek, kendi cüz'î iradesiyle yapacağı fiilî tercih eder Yüce Allah da o fiilî yaratır Yani yaratıcısı sadece Allah'tır Kul kesb edicidir İnsanın iki türlü fiilî vardır: a) İnsanın irade ve ihtiyarı olmadan meydana gelen fiiller ki, kalp atışı ve titreme gibi fiiller bu gruba girer Bunlar insanın irade ve ihtiyarı dışında cereyan eder b) İnsanın irade ve ihtiyarıyla yaptığı ihtiyarî fiiller İşte bu tür fiillerde irade ve seçme hürriyeti geçerlidir Bu tür fiillerden kul sorumlu olur Dolayısıyla da ceza ve mükâfat sözkonusu edilir İnsanın, kendi ihtiyarî fiillerini bir zorlama sonucu yapmayıp, iradesi doğrultusunda yapmasındaki en önemli husus, onun bu fiillerin sorumluğunu üstlenmesidir Şayet böyle olmasaydı, herhangi bir sorumluluktan sözedilmez; insanın cansız varlıktan bir farkı kalmazdı İnsan, işlediği fiilde herhangi bir zorlama altında olmayacak, fiilî kendi iradesiyle işlemiş olacak ki; yaptığı fiilden sorumlu olsun ve karşılığında ceza ve mükâfat tahakkuk etsin Ancak daha önce de belirtildiği gibi, bu irade ve ihtiyar, fiili yaratma noktasında değil, tercih ve seçme noktasında geçerlidir (et-Tahanevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, İstanbul 1984, I, 199) İnsanın aklı, zekâsı, muhakeme gücü vardır O, mükemmel bir varlıktır Ne yaptığını ve ne edeceğini bilmelidir ve ona göre hareket etmelidir Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de "Yaratan Rabbi'nin adıyla oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin en büyük kerem, sahibidir" (el-Alak, 96/3-5) buyuruyor Yüce Allah'ın "oku" emrine muhatap olan insan, iradesiz olamaz Yine O'nun tarafından bilmediği şey öğretilen insan, sorumsuz ve başıboş olamaz O irade ve ihtiyar sahibidir Yaptığının ve yapmadığının sorumluluğunu taşıyacak kapasiteye sahiptir Yine yüce Allah "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür" (ez-Zilzâl, 99/7-8) buyurmaktadır Yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının görülmesi, o işlerin dileyerek ve isteyerek yapılmış olmasına bağlıdır Ceza ve mükâfât ancak o işin istekle ve seçerek yapılması sonucu sözkonusu olur
__________________
|
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #287 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCEBRÂİL (as) Dört büyük melekten biri Buna Cibril de denir Bu tabirle Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir (el-Bakara, 2/97-98; et-Tahrim, 64/4) Cibril, "cibr" ve "il" kelimelerinden meydana gelmiş İbrânice bir kelimedir Cibr kul, il ise Allah anlamına olup ikisi beraber Allah'ın kulu demektir (MH Yazır, Hak Dini Kur' an Dili, l, 431), Cebrâil, Kur'an-ı Kerîm'de "Ruh", "Ruhu'l-Kudüs" ve "Ruhu'l-Emin" isimleriyle de anılmaktadır Cebrâil (as)'in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir Allah'tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm de Hz Muhammed (sas)'e onun vasıtasıyla indirilmiştir Kur'an-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur: "(Ey Muhammed!) Uyaranlardan olman için Kur'an'ı senin kalbine apaçık Arapça diliyle Ruhu'l-Eınin (Cebrâil) indirmiştir" (eş-Şuâra, 26/192-195) Cebrâil (as) her şekle girebilir Peygamber Efendimiz (sas) onu biri vahyin başlangıcında Hıra'dan Mekke'ye gelirken, diğeri Mirâc'dan dönüşte Sidretü'l-Münteha*'da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür (es-Saâtî, el-Fethu'r-Rabbânî, VIII, 5) Cebrâil (as) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (sas)'a vahiy getirirdi Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî'nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35) Cebrâil (as) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (sas)'a Mekke'den Kudüs'e ve oradan Sidretü'l-Münteha'ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed'u'l-Halk 6; Salât 1) Necm suresinde şu buyruklar yer almaktadır: "Ona (Peygamber'e, bu Kur'an'ı) üstün bir güç ve hikmet sahibi (Cebrail) öğretmiştir, (ki (o) görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir (O) hemen doğruldu O en yüksek bir ufuktaydı Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi Nitekim ikisi arasındaki uzaklık iki yay kadar oldu, yahut daha da yakınlaştı Böylece Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti " Ve başka bir ayette: " Ve eğer ona karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve müminlerin iyileridir Bunun ardından melekler de ona arkadır" (et-Tahrim, 66/4) buyurulmaktadır Medine döneminde Yahudi bilginleri, kitaplarındaki bilgilere dayanarak Peygamber efendimizi imtihan etmek için birkaç soru sormuşlar, hepsine doğru cevap alınca bu defa kendisine vahiy getiren meleğin ismini sormuşlar, Rasûlullah (sas) "Cibril" cevabını verince; "O, bizim düşmanımızdır, harp ve şiddet getirir Bizim vahiy meleğimiz Mikâil'dir Mikâil müjde, ucuzluk ve bolluk getirir Sana gelen o olsa idi, iman ederdik" (M Hamdi Yazır, age I, 429) demişler, bunun üzerine: "De ki Cebrâil'e düşman olan kimse Allah'a düşmandır Çünkü o, Kur'an'ı Allah'ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol gösterici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir Allaha meleklerine, Cebrâile ve Mikâile düşman olan kimse inkâr etmiş olur Şüphesiz Allah inkâr edenlerin düşmanıdır " (el-Bakara, 2/97-98) ayetleri inmiştir Allah'u Teâlâ Cebrâil'i kuvvet ve emanet sıfatı ile tavsif etmiştir: "Bu Kur'an, Arş'ın sahibi katından değerli güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen Şerefli bir elç_inin getirdiği sözdür " (et-Tekvir, 81/19-21) CEBRİYYE Hicrî birinci asırda ortaya çıkmış sapık bir fırka Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksine görüşler ileri sürmüştür İslâm âleminde kader konusunu tartışma gündemine getiren ilk şahsın Ma'bed b Hâlid el-Cühenî (öl 85/704) olduğu nakledilir Onu Geylân ed-Dımaşkî takip etmiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir Ma'bed, Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunmuştur Muhtemelen o, Emevîlerin zulüm ve haksızlıklarına karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve nihayet kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır Nitekim Emevî iktidarına muhalefeti sebebiyle Haccac tarafından öldürülmüştür Ne var ki ifrat tefriti doğnrur Onun kaderi nefyetmesine karşı, bir reaksiyon olarak Cehm b Safvan (öl 128/745) da cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının olmadığı; yaptığı işleri zorunlu olarak yaptığı görüşünü ileri sürmüştür Cehm'in ileri sürdüğü bu akîdeye göre insan mecburdur; ihtiyarı ve kudreti yoktur Yaptığından başkasını yapmaya asla gücü olmaz Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir Yaprağın yönünü kendisi değil, rüzgâr belirler Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir Allah geleceği bildiğinden, meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeğe mahkûmsa, insan da yaptığını yapmağa mahkûmdur Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler Bu görüşte olan Cebriyye'ye cebriye-i hâlisa denir ve zümrenin mümessili Cehm b Safvân olduğundan Cehmiyye' diye de isimlendirilir Cebriye-i mutavassıta diye adlandırılan ikinci zümreye gelince, bunlar, kulda bir kudretin olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kudretin insanın fiilleri üzerinde bir etkisinin bulunmadığını kabul ederler (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85) Cebriyye'nin görüşleri şöyle özetlenebilir: 1) İnsan bir şey yapmaya kadir değildir; Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecburdur İnsanın iradesi de hürriyeti de yoktur 2) Allah, yaratıkların vasıflandığı sıfatlarla vasıflanmaz (Bu sebeple Allah'ın sıfatlarını reddederler) 3) Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir 4) Sevap ve cezanın vukûu zorunludur 5) Cennet ve Cehennemin'in sonu vardır 6) İman, Allah'ı bilmektir 7) Allah görülmez Ehl-i Sünnet ise, kulların ihtiyarî ve gayr-i ihtiyârî bütün fiillerinin, Allalı tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte; Allah'ın insana verdiği irade-i cüz'iyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemiştir Eğer gerçekten insan, yaptığı şeylerde bir irade ve kudrete sahip bulunmasaydı, yaptığı şeylerden dolayı Allah'ın kendisini cezalandırması bir zulüm olurdu Kur'an'ın müteaddid yerlerinde "Yaptığınıza karşılık olarak " buyurulmakta fiil insana nisbet edilmektedir İnsanın ne yapacağının önceden Allalı tarafından bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın mecbur olduğu anlamina gelmez Aksine, insan kendi ihtiyarı ite o işi yapmaktadır Fakat Allah, onun ihtiyar ve iradesini hangi tarafa yönlendireceğini ve ne yapacağını önceden bildiği için, o işi yapacağını kaderine yazmıştır Dikkatimizi çeken bir husus, kaderi nefyeden Ma'bed gibi, cebri ileri süren Cehm'in de Emevî muhalifi bir siyaset izlediğidir Hatta kendisi de Ma'bed gibi Emevîler tarafından öldürülmüştür Emevîler'in, idarelerini zulüm ve baskıya dayadıkları bilinen bir gerçektir Toplumun bir çok kesimi Emevîler'den memnun değildi Baskıcı idareler, kaderi reddetmeye de, kadere teslim olmaya da zemin hazırlarlar Onlara karşı olanlar, toplumun içinde bulunduğu durumun Allah'ın bir takdiri olmadığını; bundan kurtulmanın, toplumun elinde olduğunu söyleyerek toplumu idarecilere karşı kışkırtmağa çalışırlar Bazen bu düşünceyi o kadar ileri götürürler ki, kural tanımaz bir tavır içerisine girerler Bu mücadelede yorgun düşen ya da karşı gelme cesaretini kendilerin de bulamayanlar ise, bunun önceden tayin edilmiş bir kader olduğunu söyleyerek kaderci bir teslimiyet zihniyetine kapılırlar Bu psikolojik durum, zamanla onları her hususta Cebriyeci bir görüşe sürükler Cebriyeci düşünce, insanın sorumluluğunun dayanağı; yaptıkları karşısında mükâfat ya da ceza görmesinin nedeni konusuna cevap vermekte güçlük çeker Bu nedenle bir fırka olarak uzun müddet devam etmeyip tarihe karışmıştır En azından bilgin ve düşünürler arasında yok olup gitmiştir CEDDE Nine, büyük anne Ana ve babaların anaları ve bunların da anaları Cedde ferâiz ilmide iki kısma ayrılır: a) Sahîh cedde; araya sahih olmayan ced (dede) girmeyen ninelerdir Ananın anası, ananın anasının anası; babanın anası, babanın babasının anası gibi Bunlar vâris olurlar b) Fâsıt cedde; aralarında sahih olmayan dede bulunan nine demektir Ananın babasının anası; babanın anasının babasının anası gibi Bunlar vâris olamazlar (Geniş bilgi için bk Ashâbu'l-Ferâiz) Şamil İA -------------------- CED Dede, büyük baba, ana ve babanın babalarıyla onların yukarıya doğru uzanan babaları Çoğulu "ecdâd" anlamına gelir Ferâiz* ilminde ced; sahih ced ve fâsid ced olmak üzere iki kısma ayrılmıştır Sahih ced; aralarında kadın bulunmayan ced demektir Babanın babası, babanın babasının babası gibi Derecelerin yakın veya uzak olması durumu değiştirmez Fasid ced: dereceleri yakın olsun, uzak olsun aralarında kadın bulunan ced, demektir Ananın babası, babanın anasının babası gibi (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, I, 402) (Geniş bilgi için bk Ashâbu'l-Ferâiz) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #288 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCEHD Azimle gayret etme, çabalama çalışma İctihad, mücahede, cihat, mücâhid kelimeleri de bu kökten türetilmiştir Bilindiği gibi ictihad, hakkında kesin hüküm bulunmayan dinî bir meselede hüküm ortaya koymak için olanca gücün sarfedilmesidir Cihat ve mücâhede, Allah yolunda, düşmanı savmak için var gücün harcanması; mücâhid ise, Allah yolunda cihat eden kişidir Arap dilinde kelimenin kök harflerine zâid harf ilâve edilmesinin sebeplerinden bir tanesi, manaya kuvvet kazandırmaktır Meselâ "cehd" mastarına bir harf ilâvesiyle meydana gelen "cihad" mastarı, anlam yönüyle "cehd"den; iki harf ilavesiyle oluşan "ictihad"* mastarı da, "cihad" mastarından daha kuvvetlidir Buna göre "cehd", çabalamak ve gayret etmek anlamına geliyorsa, "cihad" daha fazla gayret etmek ve çabalamak; "ictihad" ise, bundan da daha fazla çabalamak ve gayret etmek anlamına gelir Kur'ân'da cehd, beş yerde geçmekte olup,bunların hepsinde, samimi olmadıkları halde, samimi olduklarını yemin ederek göstermeğe gayret sarfedenler hakkında kullanılmıştır (bk 5/53, 6/109,16/38, 24/53 ve 35/42) Kök harflerine bir elif ilâvesiyle iki yerde menfi gayret için; diğerlerinde, bildiğimiz cihad* için kullanılmıştır Menlî anlamda kullanıldığı iki yerde de, müşrik ana babanın, mümin olan evlatlarını Allah'a ortak koşmaya sürüklemeleri konusundaki Gaba ve gayretleri için kullanılmıştır (el-Ankebüt, 29/8; Lokman, 31/15) CEHENNEM Derin kuyu, ahirette kâfir ve günahkâr kimselerin azap Cekecekleri ceza yeri Kur'an-ı Kerîm'de inanan ve güzel amel işleyen kimselere Cennet* vadedildiği gibi (el-Kehf 18/107); kâfir ve günahkâr kimselere de Cehennem vâdedilmiştir Kâfir, münâfık ve müşrikler Cehennem'de ebedî kalırlar, orada ölmezler ve azabları hafifletilmez Tövbe etmeden günahkâr olarak ölen ve Allah'ın kendilerini affetmediği mü'minler ise Cehennem'de ebedî kalmazlar Kendilerine günahları kadar azap edilir Sonra oradan kurtulup Cennet'e girerler ve orada ebedî kalırlar (Alâuddin Âbidîn, el-Hediyetü'l-Alâiyye, 468) Allah Cehennem'i diğer yaratıklardan önce yaratmıştır ve şu anda mevcuttur, yok olmayacaktır Nitekim şu ayet bu durumu gayet açık ifade eder: "Artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odun (kâfir) insanlarla taşlardır O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır " (el-Bakara, 2/24) "Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun " (Âli İmrân, 3/131) Enes b Mâlik'ten rivâyet olunan bir hadiste de Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Demin Cennet ile Cehennem şu duvarın yüzünde bana arz olundu " (Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, II, 483) Ateş, insan cismine çok büyük acı ve ızdırap verdiği için ahirette kâfir ve münâfıkların cezası ateşle verilecektir Böylelikle Cehennem, Allah'nı tutuşturulmuş ateşinin ismidir (Râğıb el-İsfahani, el-Müfredat, I02) İşte Cehennem'in en açık vasfı ateş olduğu için bazen, Cehennem yerine ateş manasına "nâr" kullanılır: "Şüplıesiz ki münâfıklar nâr (Cehenneın)'ın en aşağı tabakasındadırlar " (en-Nisâ, 4/145) Kur'an-ı Kerîm'de Cehennem'in yedi kapısının olduğu belirtilmektedir "Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır " (el-Hicr, 15/44) Bu ayet iki şekilde tefsîr edilmiştir: a- Cehenneme girecekler çok olduğu için; b- Cezalandırma azgınlığın çeşit ve derecelerine göre olacağı için Cehennem'in yedi kapısı veya tabakası vardır Bu kapı veya tabakalar şunlardır: 1- Cehennem; yukarıda söz konusu edildiği şekilde Kur'an-ı Kerîm'in yetmişyedi ayetinde geçmektedir 2- Lâzâ (alevli ateş): "Hayrı' (Allah onu azabdan kurtarmaz) Çünkü o Cehenneın alevli bir ateştir" (el-Meâric, 70/15) 3- Saîr (pılgın ateş): "O şeytanlara (ahirette) çılgın ateş azabı hazırladık " (el-Mülk, 67/5) Ayrıca on beş ayette daha bu isimle geçmektedir (22/4; 31/21; 34/12 vs) 4- Sakar (kırmızı ateş): "Hem ey Rasûlüm bilir misin, nedir o sakar (Cehennem) " (el-Müddessir, 14/27) 5- Hâviye (uçurum): "O, kızgın bir ateştir " (el-Kâria, 101/9-11) 6-Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı): "Şüphesiz o, Hutame ye (ateşe) atılacaktır" (Hümeze, 104/4) 7- Cahim (yanan kızgın ateş): "Küfredenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar Cahim'in yarânıdırlar " (el-Mâide, 5/10) Cehennem'de görülecek azabın miktar, şiddet ve şekillerini ancak Allah ve Rasûlü'nün bizlere bildirmesiyle ve bildirdikleri kadarıyla bilebiliriz Kur'an-ı Kerîm'de belirtildiğine göre; a- Cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatır: "Cehennem inkâr edenleri şüphesiz çepeçevre kuşatacaktır " (el-Tevbe, 9/49) b- Cehennem ateşi sönmez: "Biz sapık kimseleri kıyamet günü yüzü koyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz Varacakları yer Cehennem'dir Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırz " (İsrâ, 17/97) c- Cehennem dolmak bilmez: "O,gün Cehennem'e: "doldun mu?"deriz O! " Daha var mı?" der " (Kaf, 50/30) d- Kaynarken çıkardığı ses: "Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır Ne kötü bir dönüştür Oraya atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler Nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur İçine her bir topluluğun atılmasında bekçileri onlara: "size bir uyarıcı gelmemiş miydi" diye sorarlar Onlar evet, doğrusu bize bir uyarırı geldi; fakat biz yalanladık ve Allah hiç bir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz, demiştik " derler " (el-Mülk, 67/6-9) e- "Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır " (el-Mü'minün, 23/104) f- "Boyunlarında halkalar ve zincirler olarak kaynar suya sürülür, sonra ateşte yakılırlar " (el-Mü'min, 40/70-72) g- İnkâr edenlere ateşten elbiseler kesilmiştir- Başlarına kaynar su dökülür de bununla karınlarındakiler ve derileri eritilir Demir topuzlar da onlar içindir Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler Ve kendilerine "yakıcı azabı tadın"denir (el-Hâcc, 22/19-22) h- Derileri yandıkça azabı tatmaları için yeniden başka derilerle değiştirilir (en-Nisâ, 4/56) i- Ölümü isterler fakat azabları devamlıdır, ölmezler (bk 43/74-77; 35/36) Hz Peygamber'in ifadesine göre: "Cehennem ateşi (miktarca ve sayıca) dünya ateşleri üzerine altmış dokuz derece fazla kılınmıştır Bunlardan her birinin harareti bütün dünya ateşinin harareti gibidir " (Tecrîd-i Sârih Tercüme ve Şerhi, IX, 50) Kur'an-ı Kerîm, Cehennem ehlinin çekeceği azap ve yiyecekleri hakkında da bir takım tasvir ve izahlarda bulunur: "(Nasıl) ağırlanmak için bu (nimet) mi hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne (sınama vesilesi veya azap) kıldık O, Cehennem'in dibinde çıkan bir ağaçtır Tomurcukları şeytanların başları gibidir Onlar ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar Sonra onların, bunun üzerine kaynar su karıştırılmış bir içkileri vardır (Yedikleri zakkum, boğazlarını yakar) Yanan boğazlarını dindirmek için içecek bir şey ararlar Ama kaynar su katılmış kusuntu ve irinden başka içecek bulamazlar" (Sâffat, 37/62/67) "O ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe sokacağız, (öyle ki) derileri piştikçe azabı tatsınlar diye onlara başka deriler vereceğiz! Şüphesiz Allah daima üstün ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/56) Cezalar, işlenen suçlar cinsinden olacaktır Dilleriyle suç işleyenlerin cezaları dillerine; elleriyle günah işleyenlerin cezaları ellerine vs tatbik edilecektir Cehennem'in yakacağı hakkında da Kur'an'da bilgi verilmekte ve şöyle denilmektedir: "Ey inananlar, kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki, onun yakıtı insanlar ve taşlardır " (et-Tahrîm, 66/6) Kur'an'da Cennet ehli ile Cehennem ehli arasında konuşmalar yapılacağı da belirtilerek bu konuşmalardan nakiller yapılmaktadır: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sür'atle Cennet'e girmekte olan) müminlere derler ki: "(Ne olur) bize bakın da sizin nurunuzdan alalım" Onlara: "Arkanıza dönün de nur arayın!" denilir (Kendileriyle alay eden bu ses, onlara diyor ki: Arkada kalan dünyaya dönün nur orada aranır Nurun kaynağı, dünyada yapılan işlerdir Böyle denilir ve müminlerle münafıkların) aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır Dış yönünde de azap (Münafıklar), onlara seslenirler: "Biz de sizinle beraber değil miydik" Müminler derler ki: "Evet ama, siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz (İnananların başlarına felaket gelmesini) gözlediniz Şüphe ettiniz, kuruntular sizi aldattı Allah'ın emri (olan ölüm) gelinceye kadar (böyle hareket ettiniz) O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldattı " (el-Hadîd, 57/13-14) Başka bir yerde de şöyle anlatılır: "Cennet halkı, ateş halkına seslendi: Rabbimiz'in bize vadettiğini biz gerçek bulduk Siz de Rabbiniz'in size vadettiğini gerçek buldunuz mu? (Onlar da): Evet dediler ve aralarında bir ünleyici: Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye ünledi" (el-Â 'raf, 7/44-45) İnsanın eğitimi ve iyi davranışlara yönlendirilmesi açısından Cennet ve Cehennem inancının dünya hayatına etkileri açıktır Kişi, gizli ve açık yaptığı her şeyin karşılığını, bulacağını ve Cehennem'deki cezânın dehşetini hatırladığında, elbette hareketlerine çeki düzen verme ihtiyacını duyacaktır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #289 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCEHMİYYE Cebriyye mezhebinin önde gelen kollarından biri Cehmiyye fırkası, ismini kurucusu Cehm b Safvân (ö 128/745)'dan almaktadır Cehmi'den, mezhebler tarihi kaynaklarında çeşitli vesilelerle oldukça fazla söz edilmektedir Cehm b Safvan'ın hayat seyri ve şahsî görüşlerinin fırka üzerinde büyük etkisi vardır Cehm b Safvan, Halku'l-Kur'an (Kur'an'ın yaratılması) meselesinde, Kur'an-ı Kerîm'in yaratılmış olduğunu ilk defa ortaya atan ve Allah'ın sıfatlarını nefyeden Ca'd b Dirhem'in talebelerindendir Ca'd b Dirhem, Hz İbrahim'in "Allah'ın dostu" olduğunu ve "Allah'ın Hz Musa'ya hitabı"nı inkâr ettiği için Basra Valisi Hâlid b Abdullah el-Kasrî tarafından 124/741 yılında bir nevî kurban edilerek öldürülmüştür (İbnu'n-Nedîm, el-Fihrisî, Leibzig 1870, s 337; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbad I955, Il, 621) Cehm, Horasan kumandanı el-Haris b Süreyc'in idaresinde kâtiplik ve dahilî yardımcısı hizmetlerde bulunmuştur Kendi görüşlerini yaymak maksadıyla zamanın sultanına bile karşı geldi ve nihayet Müslim b Ahvez el-Mazenî onu Emevîlerin son zamanlarına tekabül eden 128/745 yılında Merv'de öldürdü Cehm'in görüşleri daha çok Tirmiz ve Merv civarında yayılmıştı Cehmiyye'nin tesirinde ortaya çıkan Cebriyye fırkası, esas itibariyle ikiye ayrılır: Birincisi: Cebriyye-i Hâlisa, ismiyle tanınan gruptur ki, bunlar fiilin işlenmesinde kula hiç bir kudret tanımazlar Bu fırkaya göre fiil tamamen Allah tarafından işlenir Kul bunlara göre tamamen sorumsuzdur İkincisi: Cebriyye-i Mutavassıta' dır Bunlar birincilerden biraz daha ılımlıdırlar Kula bir kudret tanırlar; ancak, bunun fazla büyük bir etkisi yoktur Bir nevî kulun kudreti temsilen vardır, derler İşte Cehmiyye fırkası, bunlardan birinci gruba, yani Cebriyye-i Hâlisa' ya girer Cehm b Safvan tam bir Cebriye-i Hâlisa'ya mensub kişi idi ve görüşlerini bu fikirler üzerine binâ etmişti (eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1984, I, 85) Şimdi de, Cehmiyye'nin görüşlerini tek tek inceleyelim Cehmiyye, esas itibariyle Cebriyye mezhebinin görüşlerini paylaşmakla beraber, aynı zamanda ezelî sıfatların nefyi konusunda da Mutezile ile uyum sağlamaktadır Bu benzerliklerin dışında Cehmiyye'nin bazı farklı görüşleri vardır ki, bunları şöylece sıralayabiliriz: 1-Yüce Allah'ı yaratıkların sıfatlarıyla vasıflandırmak caiz değildir Zira bu durum, teşbihi, yani Allah'ı kula benzetmeyi beraberinde getirir Bundan dolayı, Allah'ın Hayy (diri) ve Alîm sıfatlarını nefyettiler Fakat, Allah'ın Kâdir (her şeye gücü yetmesi), Hâlik (yaratıcı), Mûcid (var eden), Muhyî (hayat veren), Mumît (öldüren) ve Fâil (yapan) sıfatlarını kabul ettiler Çünkü yaratıklar bu kabul edilen sıfatlar ile vasıflandırılamazlar Bu vasıflar sadece Allah'a mahsustur (el-Bağdadi, el-Fark Beyne'l-Fırâk, Beyrut (ty), 211-212; Şehristânî, age, I, 86-87) 2-Yüce Allah'ın ilmi ve kelâmı hâdistir Bu konuda şöyle söylerler: Allah'ın, herhangi bir şeyi yaratmadan önce bilmesi caiz değildir Yani ilim ve yaratma onlarca eşittir Çünkü, şayet Allah önce bilip sonra yaratsaydı, bu durumda Allah'ın ilmi ya olduğu üzere bâki olmuş olurdu, ya da olmazdı Eğer olduğu üzere bakî olmuş olursa, yani ilk olduğu, ilk hali üzere devam ederse ve herhangi bir ilâve olmamış olursa, Allah cahil olmuş olurdu Çünkü, ilim sahibinin ilmi daima gelişmeli ve artmalıdır Eğer olduğu gibi bâki olmamış olup, ilk hali üzere devam etmez ise o zaman da Allah'ın ilmi değişmiş demektir Değişen şey ise mahluktur, kadîm değildir, hâdistir Böylece Allah'ın ilmi hadis olmuş olur Bu izah Allah'ın ilmi için yapılmıştır Kelâmı ise aynı şekilde bunlara göre hâdistir Dolayısıyla Kur'an mahluktur" derler 3- İnsan bir şey yapmaya kadir değildir İnsanın bir şey yapabilme gücü yoktur O fiillerinde mecburdur, kendisi hakkında yaratılan ve yazılan fiilleri yapmaya mecburdur O'nun ne kudreti, ne iradesi ve ne de ihtiyârı yani hürriyeti vardır Zira, Yüce Allah dışında kimsenin ne fiilî ne de ameli vardır Ameller insanlara ancak mecâzen nisbet edilir Nasıl ki, ağaç meyva verdi, su aktı, taş hareket etti, güneş doğdu ve battı, yağmur yağdı derken burada sözü edilen özneler o fiilî aktif olarak yapmamışlar, fakat bu fiiller onlara nisbet edilmiştir İşte, bunun gibi insana da mecâzî olarak insan şu veya bu şeyi yaptı deriz Burada esas fiilî yapan insan değildir, fakat ona nisbet edilmiştir O fiilî ona Allah yaptırmıştır Dolayısıyla insanın bir sorumluluğu yoktur İnsanın bütün fiilleri bir zorlama sonucu olduğuna göre, sevap ve ikâp da bir cebr sonucudur İnsan, tıpkı rüzgar önünde iradesiz kayıp giden bir yaprak gibidir 4- Cennet ve Cehennem son bulacaktır Cennet'e girenler, oradaki nimetlerden bir müddet istifâde ettikten, Cehennem'e girenler de belli bir müddet oradaki azabı tattıktan sonra Cennet ve Cehennem'in sonu gelecektir Onlar da son bulacaklardır, daimî bir ebedîlik söz konusu değildir Çünkü biz, evveli olmayan bir sonsuzluk düşünemediğimiz gibi, sonu olmayan bir sonsuzluk da düşünemeyiz Kur'ân' da sık sık geçen Cennet ve Cehennem ehli için sözü edilen " orada ebedî olarak kalacaklardır" (Birkaç örnek için bkz: Tâhâ, 20/76; Teğâbun, 64/9) ayetlerindeki "ebedîlik" sözünü hakiki bir ebediliğe değil de, te'kid ve mübalağaya hamlederler Cennet ve Cehennem'in daimî olmayacağına da şu ayeti delil getirirler: Mesut olanlar ise Cennettedirler Rabbi'nin dilemesi bir yana, sonsuz bir lütuf olarak, gökler ve yer durdukça, orada temelli kalacaklardır" (Hûd, 11/108) Onlara göre bu ayette "gökler ve yer durdukça" ifadesi bir şartı ve istisnayı ifade eder (Şehristâni, age, I, 88) 5- Kim Allah'ı hakkıyla bilir ve tanır, daha sonra lisanıyla inkâr ederse, o bu inkârıyla küfre düşmüş olmaz Çünkü, ilim ve marifet inkâr ile zâil olmaz O kişi mümindir Kısacası; iman yalnızca yüce Allah'ı bilmek; küfür ise yalnızca O'nu bilmemektir İman; tasdik, ikrâr ve amel diye kısımlara ayrılmaz, o sadece hakkıyla ma'rifettir Aynı zamanda, peygamberlerin ve diğer insanların arasında iman bakımından bir fark yoktur Çünkü, marifet birbirinden farklı olmaz (Şehristâni, aynı yer) 6- Allah'ın âhirette görülmesi caiz değildir Ayrıca; bu farklı görüşlerin dışında, nakil olmadan, akılla iyi ve kötünün bilinebilmesi yani husn* ve kubuh* meselesinde de Mu'tezile' ile uyum göstermişlerdir Abdulkâhir el-Bağdadî (öl 429/1037), ana hatlarıyla görüşlerini vermeye çalıştığımız Cehmiyye fırkasını yetmiş iki fırkadan birisi olarak kabul eder Bu ayrıma göre; Râfızîler yirmi fırka, Haricîler yirmi fırka, Kaderiyye yirmi fırka, Mürcie on fırka olarak, Cehmiyye ve Kerramiye ise başlı başına birer fırka kabul edilir Sonuçta da yetmiş iki fırka tamamlanmış olur (Bağdâdî, age, 25) Cehmiyye fırkası canlılığını Hicrî beşinci asırda bile sürdürmüştür Daha çok Nihavend taraflarında yaygındı İsmail b İbrahim eş-Şirâzî bunları Eş'ariyye mezhebine davet etti Cehmiyye'den bir kısmı bu daveti kabul ederek ehl-i Sünnet arasına katıldılar Cehmiyye fırkası, yukarıda sayılan görüşlerinde, özellikle Kur'an'ın mahluk olması meselesinden ve Allah'ın ilminin hâdis olması hususundan dolayı ağır tenkitlere ve saldırılara uğramıştır Birçok eserin Cehmiyye'ye reddiye olarak yazıldığı bilinen bir husustur Meselâ, Ahmed b Hanbel: "Kim Kur'an'ı okumanın yaratılmış olduğunu düşünürse o bir Cehmîdir ve Cehmî de bir kâfirdir" demiştir (İbn Ebî Ya'la, Tabakâtü'l-Hanâbile Kahire 1952, I,142) Yine ilk devir âlimlerinden el-Âcurrî (ö 360/970) rü'yet ile ilgili yazdığı eserini bir nevî Cehmiyye'ye cevap olarak ortaya koymuş ve bir yerde "Her kim kitap ve sünnete muhalefet eder, Cehm, Bişr el-Merîsî ve benzerlerinin görüşlerine razı olursa, o, kâfirdir" demekte ve bunu sık sık tekrarlamaktadır (el-Âcurrî, Tasdîku'n-Nazar bi'n-Nazar İlallâhi Teâla fi'l-Âhireti, Beyrut 1988, 34) Her konu belli bir hassasiyeti ve dikkati gerektirmektedir Ancak, itikâdî hususlar daha farklı bir özelliğe sahiptir Zira burada sözkonusu edilen hususlar kişinin hem yaşayışını hem de âhiret hayatını etkileyecek inanç esaslarıdır Müslüman, dinini, iman esaslarını, bilmesi gerekenleri iyice öğrenmeli; eksik kalan yönlerini vakit geçirmeden tamamlamalıdır Neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu, kabul ve reddedilen hususları iyice bilmelidir Dolayısıyla kendisini zararlı fikirlerden korumalıdır CEHR Sesli, yüksek sesle söyleme, konuşma ve okuma Fatiha ve zammı sureyi namazda yüksek sesle okumaya "cehrî", alçak sesle, içinden okumaya da "hâfî"* denir Cemaatle namaz kılarken, imamın akşam, yatsı namazlarının ilk iki rek'atında; sabah, cuma, bayram, vitir ve terâvih namazlarının da her rek'atında Fatiha ve zammı sûreyi cehrî, yüksek sesle okuması vaciptir Bunun ölçüsü şöyle tesbit edilmiştir: İnsanın kendisi işitecek kadar okumasına hâfî, başkasına işittirecek şekilde okumasına da cehrî denir Tek başına namaz kılan kimse de sabah, akşam ve yatsı namazlarında Fatiha ve zammı sûreyi dilerse sesli, dilerse içinden okur Sesli okuması daha faziletlidir (Meydânî, el-Lübâb, I, 75) Geceleyin kılacağı nâfile namazlarda da aynı hüküm geçerlidir Namaz dışında da Kur'an-ı Kerîm'i okumak ibadettir Bu okuyuş cehrî (sesli) olabileceği gibi sessiz de olabilir Çünkü Peygamber Efendimiz (sas)'in her iki şekilde okuduğu da rivayet edilmiştir Ebû Hüreyre (ra)'ın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz (sas) "Geceleyin Kur'an'ı bazen yüksek sesle, bazen de alçak sesle okurdu" (Ebû Dâvud, Tatavvu' 25) Bu konudaki çeşitli rivayetlere bakarak İslâm âlimleri bunlardan hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir Ancak âlimlerin çoğunluğuna göre sessiz okumak daha faziletlidir Aslında bu, içerisinde bulunulan ortam ve kişinin durumuna göre değişir Kur'an okuyan kimse riyâ ve gösterişten kendisini kurtaramayacak ise içinden okumalıdır Bu onun için daha faziletlidir Böyle bir endişe bahis konusu değilse ve başkalarını rahatsız edecek bir durumda değilse, sesli okuması daha faziletlidir (İsmail Karaçam, Kur'an-ı Kerîm'in Faziletleri ve Okuma Kaideleri, İstanbul 1980, 99-100) Bunların dışında Allah'ın isim ve sıfatlarını anmak anlamına olan zikir de ya kalp ile ya da dil ile olur İmam Nevevî: "Zikrin en faziletlisi, kalp ve dil ile birlikte yapılan zikirdir İkisinden birini tercih sözkonusu olursa kalp ile yapılan zikir daha faziletlidir" (Nevevî, el-Ezkâr, Beyrut 1971, 8) demiştir CELÂL Azamet, ululuk, büyüklük, yücelik Celâl, Allah'ın azametini ifade eder Esmâ-i hüsnâ'dan biri olup, Mekke' de nazil olan Rahmân suresinde iki defa zikredilmektedir İlk geçtiği ayette Rabbin "vechini" (yüzünü) nitelerken, ikinci âyette bizzat Rabbin kendisini nitelemektedir İlk geçtiği ayet: "Yeryüzünde bulunan herkes fanidir fakat celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin vechi (yüzü) bakîdir" şeklindedir (er-Rahman, 55/26-27) Rabbin kendisini nitelediği ayet ise şöyledir: "Celâl ve ikram sahibi olan Rabbi'nin ismi ne yücedir!" (er-Rahmân, 55/78) Cenâb-ı Allah'ın, Cebbâr, Kahhâr, Mütekebbir gibi yücelik ve sertlik ifade eden isimleri Celâl sıfatlarıdır Rab ve Rahmân gibi isimleri de Cemâl ve Celâl sıfatlarını kapsar Hiç şüphesiz, ululuk Allah'a mahsustur O, hem zatı, hem sıfatları itibarıyla en yücedir O halde kula yaraşan, o yüce Rabbin emirlerine uymak; başkasının emrini O'nun emrinden üstün tutmamaktır Her şeyin mâliki ve sahibi O'dur İnsana bir yarar murad ettiğinde buna engel olacak; bir zarar murad ettiğinde de onu defedecek kimse yoktur Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: Peygamber (sas), bir adamın şöyle dua ettiğini işitti: "Allah'ım, senden nimetin tamamını isterim!" Bunun üzerine Rasûlullah: "Nimetin tamamı nedir?" diye sordu Adam: "Ben bir duada bulundum ve bu dua sebebiyle hayır ummaktayım" diye karşılık verdi Hz Peygamber: "Cennete giriş ve Cehennem'den kurtuluş, nimetin tamamındandır" buyurdu Aynı zamanda Rasûlullah (sas), bir adamın: "Ya ze'l-Celâli ve'l-İkrâm" dediğini işitti ve bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sana icabet edildi (dua kapısı açılır), dilekte bakın" (Tirmizî, Daavât, 98) CELD Deriye vurmak veya deriyle vurmak Istılahta celd, zina eden gayr-i muhsan* mükellef erkek ve kadın ile zina iftirasında (kazf) bulunanların ve şarap içenlerin belirli yerlerine, belirlenen ölçülerde değnek veya kamçı ile vurmaktan ibaret olup, her bir vuruşa "celde" denir (Bilmen, Ö N, Hukûk-ı İslâmiyye, III, 202) Celd, ya da dilimizde yaygın bilinişi ile celde, Kur'an'da "Zina eden erkek ve kadından her birine yüzer celde vurun" (en-Nur, 24/4) ve "Muhsan kadınlara zina iftirasında bulunup da dürt şahit getiremeyenlere seksen celde vurun"(en-Nur, 24/4) şeklinde iki yerde geçmekte olup; ilkinde zina suçu için, diğerinde kazf* suçu için ön görülen bir ceza olarak ifade edilmektedir İslâm ceza doktrininde, celd uygulamasının ne tür suçlar için geçerli olduğu belli olmakla birlikte; celd'in mahiyeti, farklı suçlara, kadın ve erkeğe uygulanış tarzı ile, uygulamada kullanılacak değnek veya kamçının tipi gibi konularda İslâm hukuk ekolleri arasında bazı görüş ayrılıkları vardır Celd yani değnek veya kamçı ile dövme cezası Kur'an'da zina ve kazf suçları için öngörülmüş; sünnette de, şarap içme suçu için uygulanmıştır Söz konusu suçlar, cezâsı celd olan "hadd" suçlarını teşkil eder Zina suçu için, muhsan olmayan kişiye uygulanacak ceza yüz değnektir Devlet başkanının, siyaseten (maslahat gereği), ek bir ceza vermesi durumu hariç, Hanefi hukukçular, çoğunluk hukukçuların aksine, bu durumda, celd cezasına ilâveten bir de sürgün cezâsı verilemeyeceği görüşündedirler Kazf suçu için belirlenen ceza seksen değnek olup, bunun yanında "şahitliğin kabul edilmemesi" gibi manevî bir ceza daha vardır Şarap içme suçu için de, kazf'te olduğu gibi seksen değnek vurulur Hanefîler bu konuda Hz Ömer'in uygulamasını esas almışlardır Çünkü Hz Peygamber, şarap içme suçu için kesin bir ölçü getirmemiş, Hz Ebû Bekr kırk değnek; Hz Ömer ise seksen değnek vurdurmuştur (Buhârî, Hudud, 86) Celd'i gerektiren aynı nev'i suçların bir araya gelmesi halinde tek ceza ile yetinilirken; celdi gerektiren farklı suçların aynı anda ve aynı şahısta toplanması durumunda nasıl bir ceza uygulanacağı doktrinde tartışmalıdır Bu cümleden olarak, zina, şarap içme, kazf ve öldürme suçlarını işleyen kimsenin öldürülmesi gerektiği ifade edilmiştir Celd cezasına bu suçlar dışında, ne tür bir ceza uygulanacağı Kur'an ve sünnette belirtilmeyerek, yetkili devlet organlarının takdirine bırakılan (ta'zir) suçlar için de uygulanabileceği kabul edilmiş; fakat, ta'zirde uygulanacak celde'nin üst sınırını on celde ile sınırlayan bir hadis bulunmasına rağmen, (Buhârî, Hudûd, 86) ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarı konusunda görüş birliği sağlanamamıştır Bununla birlikte, cumhurı fukâha* ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarının -siyaseten hüküm hariç- hadd cezalarında uygulanan ölçüyü geçemiyeceğini kabul etmişlerdir Hanefî hukukçuları, ta'zir suçlarında uygulanacak celde miktarının "üç"ten az, "otuz dokuz"dan fazla olamayacağını ifade etmişlerdir (Konevî (ö 978/1570_, Enîsu'l-Fukâha, Beyrut 1987, 173) Celd uygulaması yapılabilmesi için, suçlunun cezaî ehliyete sahip bulunması gerekir Bu itibarla akıllı ve bâliğ olmayan veya suçu ihtiyarıyla işlemeyen kimseye celde vurulmaz Bunun yanında celd uygulanacak kişide "suç bilinci"nin aranıp aranmayacağı konusu tartışmalı olmakla beraber; insanın, içinde yaşadığı ülkenin kanunlarını bilmesi gerektiği farzedilerek ve vaki olabilecek kötüye kullanımların da önüne geçilmesi düşünülerek, yaptığı işin cezayı gerektiren bir suç olduğunu bilmeyen kimsenin de gerekli cezaya çarptırılması haklı görülebilir Celd cezasında kullanılacak değnek veya kamçının, Hz Peygamber ve Râşit halifelerin uygulamalarından hareketle, kısa-ince veya kalın-iri olmayıp bu ikisi arasında orta yumuşaklıkta budaksız bir değnek veya düğümsüz bir kamçı olması gerektiği üzerinde çoğunluk İslâm hukukçuları görüş birliğine varmıştır Celd, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin herkese eşit şekilde uygulanır Fakat, ilgili ayetin (en-Nisa, 4/25) de işaretiyle, köle ve cariyelere, hür kimseye uygulanan celdenin yarısı uygulanır İslâm toplumunda yaşayan zimmî* ve müste'men*ler şarap içme hariç, diğer suçlarda özellikle kazf suçunda büyük ölçüde müslümanlarla aynı hükümlere tabidirler (Zencânî Ebu'l-Menâkıb Mahmud b Ahmed (ö 656/1258), Tahrîcu'l-Furû' ale'l-Usûl, Beyrut 1982, 338-339) Celd cezası uygulanırken, suçlunun helâkine sebep olacak veya derisini parçalayacak şiddette olmamasına dikkat edilmesi gerektiği belirtilmiş ve bunu sağlamak için de, celdeyi uygulayan kişinin, kolunu omuzdan değil de dirsekten hareket ettirerek vurması gerektiği ifade edilmiştir Bu cümleden olarak hep aynı yere vurulmayıp, baş, yüz ve diğer sakıncalı organlar hariç vücudun muhtelif yerlerine dağıtılması öngörülmüştür Hastalara celde cezası uygulanırken suçlunun özel durumu gözetilir Meselâ hastalık, aşırı zayıflık, hamilelik vb gibi özel durumların söz konusu olması halinde cezanın hafifletilmesi ve ertelenmesi mümkündür (Mavsılî (ö 683/1284), el-İhtiyâr, IV, 87) Celd cezası, ayetin "müslüman bir topluluk bu rezânın uygulanışına şahit olsun" (en-Nur, 24/2) ifadesi gereğince, alenî olarak uygulanır Hatta caydırıcılık yönü dikkate alındığında, aleni uygulamanın dayak korkusu ve acısından daha ön plânda olduğu da söylenebilir Celd cezasını uygulamaya devlet başkanı yetkilidir Bu itibarla, devletin yetkili organlarına haber vermeden celd uygulaması yapılamaz Ceza yetkisinin bu şekilde tek elde toplanması zulme ve keyfî uygulamalara engel olması bakımından önemlidir Özellikle şarap içme ve zina suçlarında, celd'in sırf Allah hakkı için olduğu ifade edilerek, cezanın zaman aşımıyla veya suçlunun, haddin ifasından önce ya da ifâ esnasında ikrarından vazgeçmesiyle düşeceği kabul edilmiştir (Mavsili, el-İhtiyâr,1V, 82-83, 97) Bütün bu hususlar göz önüne alındığında, İslâm ceza hukukunda, diğer hadd cezalarında olduğu gibi, celd cezasında da, caydırıcılık vasfının ve suç-ceza dengesinin ön plânda olduğu, cezada amacın suçluya işkence etme değil; onu islah etme, onu ve toplumu suça yönelmekten sakındırma olduğu söylenebilir el-CELÎL Cenâb-ı Allah'ın, Celâlet ve ululuk sahibi anlamına gelen güzel isimlerinden biri Celâlet ve ululuk ancak Allah'a mahsustur Her yerde, her zaman hazır ve nazır olan Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır Ululuk ve ikram sahibi manasını taşıyan "Zü'l Celâl-i ve'l-İkram" tabiri, "(ancak) azamet ve ikram sahibi olan Rabbi'nin zatı baki kalacaktır"(er-Rahman, 55/27) ve "Âzamet saltanat ve ikram sahibi Rabbi'nin adı ne yücedir" (55/28) şeklinde Kur'an'da güzel isimler arasında zikredilir Hz Peygamber, sahih kitaplarda nakledildiğine göre; Zü'l Celâl-i ve'l İkram diyerek Allah'a zikretmeye devam ve bunda sebat edilmesini, bu terkibin dualarda çokça söylenilmesini tavsiye etmiş ve bunun Allah katında en hayırlı ve en üstün bir amel olduğunu buyurmuşlardır Yine o; "Her şeyin bir aynası vardır Kalplerin aynası ise aziz ve celil olan Allah'ı zikirdir " buyurmuşlardır |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #290 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBİD'Î TALÂK Kadını hayız halinde iken veya temizlenince birleştikten sonra yahut da bir temizlik içinde bir sözle birden fazla talâkla boşama Sünnet'e aykırı olan bu tür boşamanın haram olduğu ve bunu yapan erkeğin İslâmî hükümlere karşı gelmiş sayılacağı husûsunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır Ancak İslâm hukukçuları böyle bir boşamanın hukukî neticesi; yani boşamanın muteber olup olmıyacağı hususunda şiddetli münakaşalara varan görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir İmam Ebû Hanife ve talebelerine göre talâk üç şekilde gerçekleşir: Ahsen, Hasen, Bid'î Bunlardan Ahsen (en güzel) ve âile hakkında hayırlı ve elverişli olan talâk, kişinin eşini üç tuhur halinde bir talâk ile boşayıp iddeti bitinceye kadar bırakmasıdır Hasen yani güzel talâk da, kişinin karısını üç tuhur içinde üç kere boşamasıdır ki, buna bid'î mukabili "sünnî" denilir Bid'î talâk da bir sözle üç talâk'ı birden tuhur halinde vermek demektir Hayız hâlinde veya temizlendikten sonra kendisiyle birleşme vâki olmuş kadını boşamak, bazı İslâm hukukçularına göre iki durumda Kitâb ve Sünnet'e aykırıdır Dolayısıyla böyle bir talâk geçerli değildir Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu gösterirler: "Ey peygamber! kadınları boşamak istediğiniz zaman iddetleri içinde boşayınız ve iddeti hesaplayın Rabbiniz olan Allah'tan korkunuz " (et-Talâk, 65/1) "Boşama iki defadır Bundan sonra kadınlar ya iyilikle tutulur ya da güzellikle bırakılır (el-Bakara, 2/229) Bunlardan başka İbn Ömer'in hayız halindeki karısını boşaması üzerine Resulullah (sas)'in ona hanımına dönmesini emretmesi ve İbn Ömer ile Ebu'z-Zübeyr'den gelen rivayetlere göre Resulullah (sas) hayız halindeki boşamaları geçerli saymadığına" dâir hadisleri; "Her kim sünnetimize uymayan bir iş işlerse o merduttur, geçerli değildir" mealindeki sahih hadisler bu tür talâk'ın İslâm'da muteber olmadığını göstermektedir (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 239) Fakat bu görüş ve delillere rağmen dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur'a göre böyle bir boşama bid'at ve haram olmakla beraber geçerli bir boşamadır Erkek talâk hakkını kullanmış olur ve kadın da boş düşer (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 306 vd) Bu tür talâkın geçerli olduğunu söyleyen müçtehidlerin görüşleri ise şu delillere dayandırılmaktadır: İbn Ömer'le alâkalı hadiste Resulullah'ın eşine dönmesini emretmesi bu boşamanın bir talâk sayıldığına delâlet eder; çünkü talâk olmadan ric'at da olmaz Ayrıca İbn Ömer'in böyle bir boşamanın sadece bir talâk sayılacağını bildirmiş olması (el-Buhârî, Talâk,1), bu talâk'ın geçerli olduğunu göstermektedir derler Bu iki görüş İslâm hukuk tarihi boyunca günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir Bir temizlik içinde veya bir mecliste üç kere boşama durumuna gelince dört mezhep imamı da dahil olmak üzere Cumhur-u Ulemâ ister bir defada, ister arka arkaya birkaç defada ifâde edilen talâk'ın muteber olduğu görüşünü savunuyorlar Meselâ bir erkek hanımına "üç kere boşsun" veya "üç talâk ile boşsun" dese karısını beynûnet-i kübrâ ile boşamış olur Aynı şekilde bir temizlik içinde birden fazla zaman ve yerde birden fazla talâk ile boşama da evlilik bağını sona erdirme bakımından muteberdir Böyle bir talâk şekline karşı iki ayrı görüş ileri sürülmüştür: Birincisi böyle bir boşama Kitâb ve Sünnet'e uymayan yani bid'i talâk olduğundan muteber değildir, kadını böyle bir talâk'la boşamak bir şey ifade etmez İkinci görüş bir mecliste veya bir temizlik müddeti içinde birden fazla boşamalar bir boşama (ric'i talâk) sayılır Bu görüşü savunanlar şu delilleri ileri sürerler: -Cumhur'un delilleri bid'i talâk'ın vâki olacağına ait olup yukarıda belirtilen delillerdir Ayrıca şu hususlarda ilâve edilebilir: -Hanımının zina ettiğini gördüğü halde bunu ispat edemediği için mülâane yoluna baş vuran Uveymir, lânetleşmeden sonra karısını üç talâk ile boşamıştır Fakat burada boşanmanın mülâane ile olabileceği unutulmamalıdır Yani Uveymir'in bu boşaması doğrudan doğruya üç talâk ile boşama değildir -Üç talâk ile boşanmış kadınların boşayan eşleri ile tekrar evlenebilmelerinin mümkün olup olmadığı mevzuunda Resulullah'tan sorulan suallerden Hz Peygamber'in bu nevi boşamaları sahih gördüğü anlaşılmaktadır (Buhârî Talâk, 3) Muhalifler bu delillere de şu cevabı vermişlerdir: Bu suallerde geçen üç talâk ile boşamanın bir mecliste veya bir defada olduğu sâbit değildir Çeşitli zamanlarda ve sünnete uygun bir şekilde boşanmış ve âdet üçe varınca Hz Peygamber'e sorulmuş olabilir Böyle bir talâk'ı bir talâk kabul edenler ise şu delilleri ileri sürerler: "Boşama (talâk) iki keredir Sonra ya iyilikle geçinmek yahut güzellikle ayrılmak gerekir Allah'ın had'leri bunlardır; bunları açmayın Allah'ın koyduğu sınırları aşanlar kendilerine zulmetmiş olurlar (Bundan sonra koca) karısını boşarsa, kadın başka bir koca ya varmadan artık ona helâl olmaz Şâyet bu (ikinci) koca onu boşar ve onlar da Allah'ın koyduğu sınırları koruyacaklarına kanaat getirirlerse birbirlerine dönmelerinde günah yoktur" (el-Bakara, 2/229-230) Bu ayetler boşama haklarının bir anda kullanılmamasını, ayrı ayrı zamanlarda kullanılıp arada düşünülmesini bundan sonraki hayat hakkında iyi niyetle karar verebilmek için fırsat bırakılmasını ortaya koymaktadır Bİ'R-İ MÂUNE OLAYI Amiroğulları yurdu ile Süleymoğulları yurdu arasında bulunan Maune kuyusunun yakınında ashabdan yetmiş eğitici ve tebliğcinin şehit edildiği olay Hicret'in dördüncü yılında Uhud savaşından dört ay sonra Necid Reisi Ebû Berâ' Medine'ye geldi Hz Peygamber (sas)'den kendi kavmini irşad etmeleri için mürşidler istedi Hz Peygamber (sas) durumdan şüphelendi: "Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından endişe ederim" buyurdu Ebû Berâ': "Onları ben himayeme aldıktan sonra Necid halkından hiç biri dokunamaz" diye teminat verdi Bunun üzerine Resulullah (sas) Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b Tufeyl'e bir mektup yazdı Amir, amcası adına kavmini idare ediyordu Daha sonra Resulullah (sas) Münzir b Amr başkanlığında ashabından yetmiş kişilik bir heyet gönderdi Bunlar ashab-ı suffeden olup kurra idiler Heyet, Bi'r-i Mâune'ye varınca korkunç bir ihanetle karşılaştılar Amir bTufeyl, Hz Peygamber (sas)'in göndermiş olduğu mektubu bile okumadan mürşidlerin etrafını büyük bir ordu ile kuşatmıştı Kendi kabîlesi, Ebî Berâ'nın himayesine aldığı mürşidleri öldürmek istemediğinden, başka kabîlelerden kuvvet toplamıştı Müslümanlar kuşatıldıklarını anlayınca kılıca sarıldılar ve: "Biz, Resulullah (sas)'in gönderdiği mürşidleriz Sizinle hiç bir ilgimiz yok" dedilerse de söz anlatamadılar Mürşidler: "Allah'ım! Resulü'ne durumumuzu haber verecek senden başkasını bulamıyoruz, selamımızı ona sen ulaştır Allah'ım! Rasülün vasıtasıyla kavmimize haber ver ki; biz Rabbimiz'e kavuştuk Rabbimiz bizden hoşnud oldu ve bizi de hoşnud kıldı" diyerek hallerini Allah'a arzetmişler ve insafsız düşman kılıçlarıyla Rablerine kavuşmuşlardır Allah bu sevgili kullarının isteklerini yerine getirerek vahiy meleği Cebrail'i Hz Peygamber (sas)'e göndermiştir Cebrail: "Onlar Rab'lerine kavuştu Rab'leri onlardan hoşnut oldu ve kendilerini de hoşnut kıldı" diye durumu Hz Peygambere bildirmiştir Rasûlullah (sas) durumdan haberdar olunca çok üzüldü Hemen bir hutbe irade ederek olayı ashabına bildirdi Allah'a hamd-u senâ'dan sonra şöyle dedi: "Kardeşleriniz müşrikler tarafından kuşatılıp şehit edildiler Hiç biri sağ bırakılmadı Onlar Allah'dan hoşnut oldular, Allah da onlardan hoşnut oldu " Rasûlullah (sas) kendisine bu acı haberin ulaştığı gece sabah namazının ikinci rekatında rukûdan doğrulunca: "Allah'ım! Onların durumlarını sana havale ediyorum Ey Allah'ım! Onların yıllarını Yusuf Peygamber'in kıtlık yılları gibi çetin yap, başlarına darlık getir " diye beddua etmiş ve buna beş vakit namazlarında bir ay müddetle devam etmişti Cemaatin de arkasında "âmîn" dediği Rasûlullah (sas)'in bu duası kabul olmuştur Bİ'SET Gönderme Cenâb-ı Allah tarafından Peygamber gönderilmesi, özellikle Peygamberimiz Hz Muhammed (sas)'in risalet görevi ile gönderilmesi hakkında kullanılan bir terim "Bi'set" ve "ba's" kelimeleri mastar olup Kur'an-ı Kerîm'de daha çok bu kökten gelen fiil tiplerine rastlarız Bunlar üç manada kullanılmıştır: 1- Bir şeyi, bir nesneyi göndermek: "Peygaınberleri, onlara (İsrailoğulları'na) dedi ki: Allah, Talût'u size hükümdar olarak gönderdi" (el-Bakara, 2/247) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır 2- Peygamber göndermek: "Allah, müminlere büyük lütufta bulundu: Zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerine uyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi" (Âli İmrân, 3/164) ayetinde bu anlamda kullanılmıştır 3- Öldükten sonra dirilmek: "Kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur Allah kabirlerdekileri diriltecektir" (el-Hac, 22/7) ayetinde olduğu gibi Bi'set-i Nebî: Hz Muhammed (sas)'in peygamber olarak gönderilişi demektir Hz Muhammed (sas)'in Mekke dönemindeki hayatı iki merhalede incelenir: 1- Bi'setten önceki hayatı, 2- Bi'setten sonraki hayatı Peygamber Efendimiz (sas)'in Hz Hatice ile evlenmesi ve Kâbe hakemliği Bi'setten önce olmuştur Bi'set olayı İslâm ve dünya tarihi için bir dönüm noktasıdır BUĞZ Birisi hakkında gizli ve kalbî düşmanlık beslemek, başkasına kin duymak, nefret etmek Kur'an-ı Kerîm' de yan anlamda "bağzâ" kelimesi kullanılır (Ali İmrân, 3/118; Mâide, 5/14, 64, 91; Mümtehine, 60/4) Buğz, İslâm'a göre kötü huylardandır Buğz, müslümanlar arasındaki kardeşlik hislerini zayıflatır, gevşekliğe yol açar İslâm toplumunun çözülmesine neden olur Halbuki insanlar arasında sevgi ve bağlılığı devam ettirmek esastır Onun için müslümanların birbirlerine kin beslemeleri, kin ve düşmanlığı, hiddet ve kırgınlığı meydana getirebilecek söz ve hareketlerden kaçınmaları gerekir Müslümanlar kendi aralarında edeble ölçü ve hesapla hareket etmelidirler Bunlar gözetildiği takdirde, karşılıklı sevgi doğar ve insanlar arasında kin vücuda gelmez Enes b Malik (ra) Hz Peygamber (sas)'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Birbirinize karşı kin doğuracak hareketlerde bulunmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinize darılıp arka çevirmeyin Ey Allah'ın kulları birbirinizle kardeş olunuz (Kardeş sevgisi gösteriniz)" (Buharî, Edeb, 57-58; Müslim, Birr, 24-28, 30; Ebû Davûd, Edeb, 47) Müslüman müslümana asla buğzetmez Buğzetmek ancak Allah rızası için, Allah düşmanlarına yapılabilir Zira Hz Peygamber (sas) şöyle buyururlar: "Allah için buğzetmek ve Allah için sevmek imanın alâmetlerindendir" (Buhârî, İman, 1; Ebû Davûd, Sünnet, 2; İbn Hanbel, V,146) Ayrıca müslümana karşı sevgi beslerken de ölçüyü kaçırmamak gerektiği gibi, buğzederken de bu ölçüyü korumak gerekir Yine Rasûlullah (sas): "Sevdiğini ölçülü sev, olur ki bir gün ona kızarsın, buğz ettiğine de ölçülü buğz et olur ki bir gün onu seversin " buyurmaktadır (Tirmizi, Birr, 60) BUHÂRÎ (194-256/810-869) Hadis bilginlerinin ileri gelenlerinden biri Ebû Abdullah Muhammed b İsmâil b İbrâhim b el-Muğîre b Berdizbeh el-Cûfî el-Buhârî Muğire b Berdizbeh, Buhara Valisi Yemân el-Cûfi'nin aracılığıyla müslüman olmuştur Bu nedenle Cûfi'ye nisbet edilmiştir Buhârî'nin babası ve dedesi hakkında pek bilgimiz yoktur Muhammed el-Buhârî, 13 Şevvâl 194 h/21 Temmuz 810 tarihinde Cuma günü Buhara'da doğmuştur Bundan dolayı da Buhârî nisbetiyle anılmasına sebep olmuştur Buhârî, henüz bebek iken babası vefat etmiş, kardeşi Ahmed'le birlikte yetim kalmıştır Annesinin terbiyesi altında büyümüş, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça öğrenmiştir Babasından kalan servet onun hiç kimseye muhtaç olmadan ilim öğrenmesinde yararlı oldu On bir yaşında hadis öğrenmeye başladı Onaltı yaşında annesi ve kardeşi Ahmed'le birlikte hacca gitti Annesi ve kardeşi Buhârâ'ya dönerken, kendisi ilim öğrenmek isteğiyle Mekke'de kaldı (210 h/825) Onsekiz yaşında "Kitâbu Kadâya's-Sahabe ve't-Tâbiin" ile "et-Târîhü'l-Kebîr" adlı eserlerini yazdı İlim öğrenmek için Şam'a, Mısır'a, Basra'ya, Bağdat'a gitti Bu amaçla altı yıl Hicâz'da kaldı Buhârî, hadis öğrenmek ve nakletmekle kalmadı Şiirle de ilgilendi Ancak fazla şiir yazmadı Savaş sporlarına ilgi duydu, ata bindi, ok attı Akranları Buhârî'den övgüyle bahsederler Onu övenler arasında büyük muhaddis İmam Müslim'de vardır Buna rağmen, Buhârî'nin üstünlüğünü çekemeyenler fitne çıkarmaktan geri kalmadılar Buhârî'nin "Kur'an mahluktur" düşüncesini savunduğunu yaydılar Bu dedikodulardan rahatsız olan Buhârî, memleketi Buhâra'ya gitti Burada da rahat edemedi Buhârâ emiri ile arası açıldı Buhara Emiri Halid İbn Ahmed, çocuklarına Câmiu's-Sahîh'i ve et-Tarih'i okutması için Buharî'yi konağına çağırır fakat Buharî, bu teklifi kabul etmez İlim meclislerinin herkese açık olduğunu,isteyenin gelerek yararlanabileceğini, ilmi valinin konağının duvarları arasına hapsedemeyeceğini bildirir Bu olay üzerine Ahmed İbn Hâlid, onu Buhara'dan sürer Buhârî, Buhara'dan ayrıldıktan sonra Semerkand'a gider Hartenk köyünde bulunan akrabalarının arasına yerleşir Semerkand'lılar, Buhârî'den yararlanmak isterler Bir heyet gönderip Semerkand'a gelmesi ricasında bulunurlar Buhârî, Semerkand'a gitmek için hazırlık yapmaya başlar ancak bu arada hastalanır ve Ramazan Bayramı gecesi vefat eder (30 Ramazan 256 h/31 Ağustos 869) Cenazesi, bayram günü öğleden sonra kılınarak Hartenk'e defnedilir İmam Buhârî keskin bir zekâ ve ezberleme yeteneğine sahipti Herhangi bir şeyi ezberlemesi için ona bir defa bakması veya onu bir defa dinlemesi yeterliydi Bağdatlıların ve Semerkandlılar'ın O'nun zekâ seviyesini denemek için sordukları sorular bunu göstermesi bakımından önemlidir Gezileri sırasında dinlediklerini yazmaması ve kendisine takılanlara, dinlediği bütün hadisleri ezberden okuması da dikkat çekicidir O aynı zamanda çok hadis ezberlemekle de şöhret bulmuştu İnce yapıtı uzun boylu idi İhtiyarlığında çok halim selim görünüşlü olmuştu Sert yaratılışlı değildi Yumuşak huyluydu İlim konusunda çok dikkatli idi Dayanaksız konuşmak istemezdi Başkaları hakkında gayet yumuşak bir dil kullanırdı Derdi ki, "Hiçbir kimseyi gıybet etmemiş olarak Allah (cc)'a kavuşmayı arzu ediyorum" Rical bilgisi herkesten çok olmasına rağmen cerh ettiği (zayıflığını ortaya koyduğu) raviler hakkında bile aşağılayıcı tabirler kullanmazdı Yalancılığı bilinen birisi için "fîhi nazar (bunda ihtilaf vardır)", "seketû anhu (sikalığı konusunda âlimler sustular)" derdi O'nun bir adam hakkında en ağır sözü "münkerü'l-hadis (hadisi alınmaz)" terimidir Kütübü sitte müelliflerinden en-Nesâî, Buhârî'yi bizzat görüştüğü şeyhler arasında saydıktan sonra şöyle demiştir: "O, sika, inanılır, akıllı bir muhaddistir İslâm tarihinde ilk defa sahih kitap yazan odur" Bazı âlimler onun için şöyle derler: "Buhârî, Allah (cc)'nun yeryüzünde yürüyen ayetlerindendir" Necm b el-Fazl diyor ki: "Rüyamda Rasûlullah (sas) efendimizi gördüm Bir köyden çıkmış gidiyordu ve arkasından İmam-ı Buhârî de onu takip etmekteydi O bir adım atınca Buhârî de bir adım atıyor ve ayağını Rasûlullah (sas)'ın ayağını bastığı yere basıyordu Kitabını da her bakımdan ona nisbet ediyordu" Buhârî ilmiyle amel eden bir insandı İslâmî sınırlara uymada aşırı derecede titizdi Helâl ve haram konusunda duyarlı idi Hadis ilmine hizmet, bu yolla Allah (cc)'ın rızasını, Rasûlullah (sas)'ın şefaatini kazanmaktan öte bir amaç taşımıyordu Babasından kalan mirası bile bu yolda harcamıştı Cömertliğiyle şöhret bulmuştu, yardım ettiklerine Allah rızası için elini uzatıyordu Çok Kur'an okur, çok nafile namaz kılardı Rivayete göre her üç günde bir Kur'an'ı Kerîm'i hatmederdi Gecenin bir kısmını uykuyla geçirirdi Sürekli geceleri uykusundan kalkıp, kandilini yakar, hadis tahric ederdi Yahut yazdıklarına işaretler koyar, üzerinde düşünürdü Seherden önce uyanır, gece namazı kılar; sonra Kur'an'ın üçte birini okurdu Ramazanda ise terâvihten sonra Kur'an'ın üçte birini okumaya devam ederdi Buhârî'nin kendi ifadesine göre hadis aldığı hocalarının sayısı binden fazladır Hadis yazdığı şeyhlerine ait senetleri de bildiğini, senedi zayıf rivayetlere itibar etmediğini belirtir Hocalarının başlıcaları şunlardır: Ahmed b Hanbel, Ali b el-Medinî, Yahya b Maîn, İsmail b İdris el-Medînî, İshak b Rahuyeh Bunların dışında şu isimleri de görüyoruz; Mekkî b İbrahim el-Belhî, Muhammed b Selam el-Bikendi, İbrahim b el-Eş'as, Ali b el-Hasan b Şekîk, Yahya b Yahya, İbrahim b Musa el-Hafız, Şüreyc b en-Numan, Ebu Asım en-Nebil eş-Şeybânî, Muhammed b Abdullah el-Ensârî, Abdullah b Zübeyr el-Hamidî, el Mekrî, Abdülaziz el-Üveysî Öğrencileri arasında da en meşhurları şunlardır; Ebu İsa et-Tirmîzî, Muhammed b Nasru'l Mervezî, İbni Ebi Dâvud, Müslim b Haccac ve en-Nesâi Câmiu's-Sahîh; İslâm'ın ilk dönemlerinde hadislerin Kur'an'la karışması söz konusu olduğundan hadislerin yazılması yasaktı Sonraları Kur'an-ı Kerîm, kitap haline getirilip, çoğaltıldı orıa bir şeyin karışması engellendi Sahabe nesli bütünüyle vefat etmiş, İslâm ülkeleri genişlemiş, değişik düşünceler ortaya çıkmıştı Bu tür nedenlerle hadislerin toplanmasının yararlı olacağına inanıldı ve hadislerin tedvinine başlandı Hadislerin toplanmasına Tabiun* döneminde başlanmıştır İmam Mâlik* (179 h/195) Hz Peygamber (sas)'in hadislerine Sahabe ve Tabiun kavillerini ekleyerek Muvatta'yı tasnif etmiştir İmam Mâlik'ten sonra da hadis konusunda çalışmalar yapıldı Buhârî'nin Câmiu's-Sahîhi meydana getirmesi iki sebebe dayanmaktadır Bunların birincisi, hocasının kendisinden böyle bir istekte bulunması, ikincisi de kendisinin görmüş olduğu bir rüyadır Buhârî, sahih adıyla anılan ve içerisine sadece kendince sahih olduğu sabit olan hadisleri koyduğu kitabını yazmakla hükümlerin kaynaklarını bulmada önemli bir hizmeti yerine getirmiştir İmam Buhârî ayrıca bu eserle kendisinden önce yaşamış mezhep imamlarının dayandığı temellerin sağlam olduğunu, hiç birinin kişisel görüşle fetva vermediğini ortaya koydu Ondan sonra gelen muhaddisler, hadis çalışmalarının sınırlarını az çok belirlemiş oldular İlim adamları Buhârî'nin eserine büyük önem verdiler Özellikle sahih hadis konusunda onun eserinin ortaya koyduğu gerçekleri ve şartları kabul ettiler, örnek aldılar O, hadiste odak ve hareket noktası olarak değerlendirildi Buhârî, bu eseri meydana getirirken çok titiz davrandı Eserine aldığı hadisleri, altı yüz bin hadisin içinden seçti Sahih hadislerin dışında kalan diğer hadisleri eserine almadı Eserin kabarmasını önlemek için sahih hadislerin bile bir kısmını almamıştır Câmiu's-Sahih'te yer alan hadislerin sayısı yedibinikiyüzyetmişbeştir Bazı hadisler değişik kitaplarda geçmektedir Mükerrerler çıkarıldıktan sonra geriye kalan hadis sayısı dört bin'dir Câmiu's-Sahih'te hadisler konularına göre kitaplara, her kitap da kendi arasında bâblara ayrılmıştır Eserde, üzerinde ihtilaf edilmeyen hadislere yer verilmiş, râvilerin güvenilir olması hususunda titiz davranılmıştır Râviler birbirine bağlanarak ilk kaynağa kadar götürülmüştür Hadisleri bazı titiz ölçülere vurduktan sonra sahih kabul edip, uymayanları reddetme çığırını açan Buhârî olmuştur O'ndan sonra gelen âlimler bu yoldan giderek sahih hadisleri zayıf ve uydurma olanlarından ayırmaya devam etmişlerdir Sahih hadis kitabı yazanlar çok olmakla beraber Buhârî kadar titizliği ileri götüren olmamıştır Hadis kabulünde kendine has çok dar bir yolda tek olması onun İslâm ümmeti arasında müstesnâ bir şöhret ve güven kazanmasına sebep olmuştur Sahih'in nerede telif edildiği hususunda değişik görüşler vardır Buhârî, hadis almak için gittiği her yerde eserini telife çalışmıştır Hayatı seyahatlerle ve ilim yolunda geçen bir insanın onaltı yıllık çalışmasının mahsulü olan bu eserin telifini bir yere bağlamak mümkün değildir Câmiu's-Sahih'te yer alan kitap (bölüm) sayısı doksanyedi, bâbların sayısı üçbindört yüzelli kadardır Üç râvili hadislerin sayısı da yirmi ikidir Değişik senetle gelen hadisler Sahih'te yer almaktadır Ancak aynı senet ve aynı metinle birden fazla yerde zikredilen hadislerin sayısı yirmi üç kadardır Kur'an'dan sonra ana kaynak olan Buhârî'nin Sahih'i ile Müslim'in eserine Sahih adı verilmektedir İkisine birden "Sahihayn "* denilir Diğer dört hadis kitabına da "Sünen "*, altı hadis kitabının tümüne birden "Kütübü Sitte"* denilmektedir Buhârî'nin bu eserine ait bir çok şerh yazılmış ve üzerinde çalışmalar yapılmıştır En meşhur şerhleri, Aynî'nin Umdetu'l-Kari, Askalani'nin Fethu'l-Barî ve Kirmâni'nin Kevâkibü'd-Derârî, adlı eserleridir Câmiu's-Sahih dışında, şu eserleri vardır: Tarihu'l Kebir: Hadis ricaline ait önemli bir eserdir Sahasında ilk yazılanlardandır Buhârî bunu henüz onsekiz yaşında iken Rasûlullah (sas)'ın kabri başında mehtaplı gecelerde yazmıştır Haydarabad'ta 1941-1954 tarihlerinde dört cilt,1959-1963 tarihlerinde üç cilt halinde basılmıştır Târihu'l-Evsât: Tarihu'l Kebir'in kısaltılmışıdır Bazı yazma nüshaları mevcuttur İbni Hacer Tehzibû't-Tehzib isimli eserinde bundan nakiller yapmıştır Tarihu's-Sağîr: Tarihu'l Kebir'in bir özetidir 1325 yılında Zuafâü's-Sağîr ile birlikte Hindistan'da basılmıştır Kitâbu Zuafâü's-Sağîr: Zayıf ravilerin hallerinden bahseder Hindistan'da 1323 ve 1326 tarihlerinde basılmıştır et-Tarihu fi Ma'rifeti Ruvati'l-Hadîs ve Nükâti'l Âsâr ve's Sünen ve Temyizü Sikatihim min Züafâihim ve Târihu Vefâtihim: Küçük bir risâledir et-Tevârîhu'l Ensâb: Bazı şahısların özel hallerinden bahseder Kitâbu'l Künâ: Râvîlerin künyelerinden bahseden bir eserdir Haydarabad'ta 1360 yılında basılmıştır Edebü'l-Müfred: Ahlâk hadislerini toplayan bir eserdir İstanbul'da 1306, Kahire'de 1346, Hindistan'da 1304 yıllarında basılmıştır Refu'l-Yedeyn fi's-Salati: Namazda el kaldırmakla ilgili bir risâledir Kalküta'da 1257, Delhi'de 1299 yıllarında yayınlanmıştır Kitâbu'l-Kıraati Halfe'l-İmam: Namazda imamın arkasında okuma hakkında yazılmış bir risâledir Hayrü'l Kelâm fi Kıraati Halfi'l İmam adıyla Orduca çevirisi ile beraber 1299'da Delhi'de, ayrıca 1320'de Kahire'de basılmıştır Halku'l-Ef'ali'l-İbâd ve'r-Redd Ale'l Cehmiyye: Cehmiyye mezhebinin görüşlerini reddeden bir kitaptır 1306'da Delhi'de basılmıştır el-Akîde yahut et-Tevhîd: Akaid konusunda yazılmış bir eserdir Abarü's Sıfat: Hadisle ilgili bir eserdir ve bazı kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur Bunlardan başka kimi kaynaklarda Buhârî'ye ait olduğu zikredilen şu kitapların ismini de görmek mümkün: Birri'l Valideyn, el-Camiu'l Kebir, et-Tefsirü'l Kebir, Kitabü'l Hibe, Kitabü'l Eşribe, Kitabu'l Mebsut, Kitabü'l İlel, Kitabü'l-Fevâid, Esamü's Sahâbe, Kitabu'd-Duâfa, el-Müsnedü'l-Kebir, Sülâsiyyât BÜLÛĞ, BÜLÛĞA ERME Yetişmek, ulaşmak, ulaştırmak, kararlaştırılan bir iş, yer ve zamanın nihayetine ermek İnsan hayatının devrelerinden olan çocukluk çağının sona erip, olgunluk (erginlik) çağının başladığı nokta Yaş ile ilgili olarak bülûğ çağına erme ifadesi Kur'an'da bir çok yerde geçmektedir İnsanın dünya hayatı merhalelerinden bahseden bir ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur "Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz Sonra gücünüze ermeniz için (sizi büyütüyoruz) içinizden kimi (çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki bilirken birşey bilmez hale gelsin " (el-Hâc, 22/5) Ayette bildirildiği gibi, insan tabii ecelin daha evvel gelmemesi halinde çocukluk, olgunluk ve ihtiyarlık çağlarını geçirir Yine Kur'an, henüz ergenlik çağına gelmemiş çocukların soyunma ve yatma vakti olan üç vakitte yatak odalarına izinsiz girmemelerini (en-Nûr, 24/58), bildirerek çocukluk çağından bahseder (Bülûğ çağı için bk Kur'an, 6/152,12/22,18/82, 28/14, 37/102, 40/67, 46/15) İnsanın bir emir veya yasakla sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle akıllı ve çocukluk devresinden kurtulup bâliğ olması şarttır İslâm'da "ef'âl-i mükellefîn*, sorumluluk durumunda olan kimselerin yapmaları veya yapmamaları gereken bir takım emir ve yasaklar vardır Bunlar; farz, vacip, sünnet, müstehab helâl, mübah, mekruh, haramdır Müslümanlar da bunlardan bir kısmını yapmakla,bir kısmını da yapmamakla yükümlüdürler Bu yükümlülükler, büluğ çağı dediğimiz yaşa gelince başlar Bu nedenle İslâm'ın bülûğ çağı ile çok yakından ilgisi vardır Bülûğ çağının başlangıcı, kızlarda dokuz: erkek çocuklarda oniki yaşın bitimidir Son sınırı ise soğuk iklimlerde veya anormal hallerde erkeklerde onsekiz; kızlarda da onyedi yaştır Artık erkek onsekiz, kız da onyedi yaşına gelince bülûğa ermiş sayılırlar Ancak kız veya erkek, bülûğa erme sınırının son yaşlarına gelmeden, uykuda veya uyanıkken ihtilam olurlar, menileri gelir veya kadın ve erkek evlenmeleri halinde biri hamile kalmaya, diğeri de hamile bırakmaya müsait duruma gelirlerse, artık bülûğa ermiş sayılırlar (Mecelle, mad 985) Yukarıda saydığımız bülûğa erme sıfatları genellikle kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaşlarında meydana gelir İklimin sıcak olduğu bölgelerde yetişme daha erken olacağından, bu özellikler daha erken yaşlarda da görülebilir Bu özelliklerin görüldüğü andan itibaren de İslâmî sorumluluklar başlar Bu yaşa gelmeyenlere İslâmî sorumluluk yüklenmemiştir (Tecrid-i Sarîh, I, 80) İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, gerek erkek, ve gerek kızlar için bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır (Mecelle, mad 987) Hanefî mezhebinde fetva da buna göre verilmiştir Şâfiî ve Hanbelî mezhebinde bülûğ yaşının son sınırı onbeş, Mâlikî mezhebinde onsekiz yaş olarak belirlenmiştir Bazı insanlarda erkek ve kadın tenasül uzuvları aynı nisbette vardır Bunlara "hünsa-i müşkil" denir Bunlarda bülûğ yaşının son sınırı onbeş yaştır Bülûğ yaşının son sınırına gelmeden evvel kız ve erkekte meydana gelen ihtilam olma, meni gelme ve hayız olma halleri, bülûğa ermenin alâmetleridir Bülûğ çağına eren kız ve erkek gusül, abdest, namaz, oruç, malî imkânlar müsait ise hac* ve zekât*, erkekler için cuma* ve bayram namazları* gibi vecibeleri, kendi malında tasarruf hakkı ve diğer dinî sorumlulukları yerine getirmek zorundadırlar Bu yaşa gelen çocuklar, ebeveynlerinin ve büyük kardeşlerinin soyunma odalarına giremezler, ayn cinsten kardeşler bir yatakta yatamazlar, ayrı cinsten nikâhlanmaları yasak olmayan kimselerle yalnız başlarına kalamazlar Hz Peygamber (sas): "Çocuklarınız yedi yaşına gelince onlara namazı emrediniz; on yaşına geldikleri halde kılmazlarsa -incitmeyecek şekilde- dövünüz" (Ebû Davûd, Salât; 26) buyurmuştur Bülûğ yaşının başlangıcına geldiği halde henüz bâliğ olmayan şahsa hakikaten veya hükmen bâliğ oluncaya kadar erkek ise "mürahik* ", kız ise "mürahika" denir (Mecelle, mad 986 BURHAN Huccet, delil, ispat aracı Kelâm ilmi açısından "delil", "bizi, bir konu hakkında müsbet veya menfi hüküm vermeğe götüren şeydir" Delil birkaç bakımdan taksime tabi tutulabilir Bu taksimlerden biri delilin aklî ve naklî bölümlere ayrılmasıdır Aklî delil* bütün mukaddimeleri (öncülleri) akla dayanan delildir: Meselâ, âlem değişkendir her değişken hâdistir (sonradan olmadır) gibi Şayet delilin mukaddimeleri tamamen naklî ise, delil de naklîdir: Allah'ın emrini terkeden asîdir Zira Kur'an'da: "Emrime asî mi oldun?" (Taha, 20/93) buyurulmuştur Her asî Cehennem'liktir "Allah'a ve Rasûlüne asî olan için Cehennem ateşi vardır" (el-Cinn, 72/23) buyurulmaktadır Naklî delil* ise bir bakıma aklî sayılır Çünkü nakli tebliğ eden zatın (peygamberin) doğruluğunu yine akıl ile ispat ederiz O halde sırf aklî delil ile aklî-naklî delil vardır Başka bir taksime göre delil kat'î* veya zannî* olur Medlûlünden (bildirdiği şeyden) muhalif ihtimalleri kaldıran delile kat'î; her türlü ihtimali izale edemeyen delile de zannî delil denir İşte aklî delil, kat'î olursa burhan adını alır Mukaddimeleri kesin (yakîn) olan delile burhan adı verilir Burhan, cedel (diyalektik) ve münakaşalara dayanıklı bir delildir "Alem değişkendir, her değişken hâdistir" delili bir burhandır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi- Giriş, İstanbul 1981, 72-73) Burhan, yakîniyattan meydana gelen bir kıyastan ibarettir Yakîniyat denilen şeyler, bir kıyasın mukaddimelerini teşkil eder Eğer bu mukaddimeler başlangıç olarak aslen yakîniyattan ise bunlara zaruriyat denir Eğer dolaylı olarak yakîniyattan ise, bunlara da nazariyat adı verilir (Ömer Nasûhi Bilmen, Mülehhas İlm-i Tevhîd Akâid-i İslâmiyye, İstanbul 1973, 8) İşte bu yollarla varılan neticelere, yakîn ve kesin bilgi veren Burhanî deliller denir Burhanî delilleri ancak âlimler anlarlar Bu sebeple, muhatabın anlayacağı bir şekilde ifade etmek gerekir İnsanların daima büyük çoğunluğunu teşkil eden avam, burhânı anlayamaz Onlar ancak iknaî delilleri kavrayabilirler Kur'an-ı Kerîm her tabakadaki insana hitap ettiğinden, hem burhanî hem iknaî (hatabî) deliller ihtiva eder Bazı âlimler, bütün Kur'an delillerinin burhan olduğunu kabul ederler (Dr Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları Tevhîd ve İlm-i Kelâm, Ankara 1984,104; B Topaloğlu, age, 73) Burhanî delillerin muhtelif türleri vardır: a) Burhan-ı Temânu': Allah Teâlâ'nın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir Her sağduyu sahibi bilir ki ulûhiyet (ilahlık) sıfatıyla nitelenen ve vücûdu (varlığı) zatının gereği bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve üstünlük sahibidir Bu hal ilâh olan varlığın tabiatı icabıdır Aksi halde o, tam bir ilâh sayılamaz Bu sıfatlarla nitelenen, her bakımdan birbirine eşit iki ilâh bulunduğu farzedilirse, yaratmakta ve hükmetmekte "tek" ve "rakipsiz" olmaları tam bir ilâh olmanın tabiatı icabı olduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır Buna rağmen, bu niteliklerde ve birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında ihtilaf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır O halde böyle bir ihtilaf sonunda, meselâ ilâhlardan biri bir şeyin olmasını; diğeri de olmamasını istese ve dilese aklen biliriz ki mutlaka şu üç ihtimalden biri olacaktır: 1 Ya her iki ilâhın da dilediği olacaktır 2 Veya her iki ilâhın dilediği de olmayacaktır 3 Yahut da ilâhlardan birinin istediği olacak, diğerininki olmayacaktır Halbuki bu ihtimallerin her biri aklen muhaldir, batıldır Çünkü her iki ilâhın istekleri de olsa; bir anda bir şeyin hem olması hem de olmaması, yani varlık ve yokluk gibi iki karşıtın bir araya gelmesi gerekir ki, bunun imkânsız olduğu, mantık ilmi esaslarındandır Her iki ilâhın da istekleri olmasa; bir anda hem olma (vücud) hem de olmamadan (âdem) mahrum kalması (karşıtların kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıken mümkün değildir Eğer, üçüncü ihtimal gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerinin ki yerine gelmezse, arzusu olmayan ilâh âciz olur, aciz olan ilâh olamaz Bütün bu ihtimallerin batıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de batıl olur Öyle ise, bu nazariyenin karşıtı olan tek ilâh nazariyesi doğrudur, gerektir O halde ilâh birdir o da Allahu Teâlâ'dır b) Burhan-ı Tevârüd: Bu da Allah'ın birliğini ispat eden aklî kesin bir delildir Eğer yerde ve gökte birden fazla ilâh olsaydı bu âlem: 1 Ya bütün ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücuda gelmiştir 2 Veya her biri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır 3 Yahut da ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur Fakat bu aklî ihtimallerin üçü de batıldır Çünkü: Birinci ihtimale göre; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi tek başına yaratmağa kâfi gelmediğinden, ortaklaşa yarattıkları anlaşılır Bu da, ilâhların hepsinin aciz ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder Çünkü ilâh olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl (yetkinlik) ile muttasıf bulunmak şarttır Aciz olan ilâh olamaz O halde bu ihtimâl batıldır İkinci ihtimale gelince; ilâhlardan her birinin güç ve kudreti bu âlemi bağımsız olarak tek başına yaratmağa yeterli olduğundan, herbiri tam bir etkili kuvvet ve bu âlemin yaratıcısı olur Böyle olunca bir eserin iki veya daha fazla müessirden meydana gelmesi, yani bir malûl üzerine iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin tevarüdü (birbiri arkasından gelmesi) gerekir Bu ise batıldır Çünkü bu, hasıl olan bir şeyin tekrar tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası mutlaka lüzûmsuz olur Lüzûmsuz olan ise ilâh olamaz Üçüncü ihtimale göre; eğer bu âlem ilâhlardan yalnız birinin irade ve kudretiyle meydana gelmiş, diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa; tercih edici olmadan tercih gerekir Bu ise batıldır Çünkü ilâhların hepsi kemâl ve kudrette eşittir O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da diğeri yaratmadı? Yaratıcı niçin bu ilâh da öbür ilâhlar değil? Müreccihsiz (tercih edicisiz) tercih, aklen fasittir, batıldır Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar devre dışı kalacaklarından, aciz, dolayısiyle zaid ve lüzûmsuz olurlar Halbuki, bu ihtimallerin hepsi batıldır Bütün bu ihtimaller batıl olunca, çok ilâh nazariyesi de batıl olur Görüldüğü üzere bu delil Allah'ın birliğini ispat eden kuvvetli bir delil ve burhandır (Dr A Arslan Aydın, age, 282-286) c) Burhan-ı Tatbîk: Teselsül, her birinin varlığı daha öncekinin varlığına bağlı olarak birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı varsayılan sonsuz bir silsiledir Sonsuz olduğu ileri sürülen olaylar silsilesinin, sonlu olduğu, dolayısiyle teselsülün batıl ve muhâl olduğunu ispat eden aklî ve mantıkî delile burhan-ı tatbîk denir (Dr Ali Arslan Aydın, age, 99-100) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #291 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBURÛC SÛRESİ Kur'an-ı Kerîm'in seksenbeşinci suresi Mekke'de nazil olmuştur Yirmiiki ayet, yüz dokuz kelime ve dörtyüzellisekiz harften ibarettir Fasılası, cîm, dâl, kâf, râ', be, tı ve zı'dır İsmini, birinci ayetinde geçen "burûc" (burçlar) kelimesinden almıştır: "Andolsun içinde burçları bulunan göğe!" ( 1 ) Burçlardan maksat, gökteki oniki burç olabileceği gibi, gök cisimlerinin seyirleri esnasında birinden diğerine intikal edegeldikleri menzilleri de olabilir Bilindiği gibi bu gök cisimleri, seyirleri esnasında, yörüngelerinden asla sapmazlar Bunlara yemin edilmekle, dikkatler olayın önem ve büyüklüğüne çekilmek istenmektedir "Va'dolunan kıyamet gününe andolsun!" (2) Burada da Cenâb-ı Allah, insanların dikkatini kıyamet gününe çekmekte ve yeryüzünde işlenen bütün fiillerden hesap soracağını hatırlatmakta ve mazlumların hakkını zalimlerde bırakmayacağını, halledilmemiş davaları o büyük güne bıraktığını bildirmektedir "Şahitlik edecek ve hakkında şahadet edileceklere andolsun!" (3) Sure, bu kasemle; kıyamet gününde, bütün mahlukatın hazır bulunacağı o dehşetli günde,olacak her şeye herkesin şahit olacağını vurgulamaktadır Kimi zalim, kimi mazlum, kimi alacaklı, kimi borçlu olarak Bu kısa sûure, iman hakikatlerinden ve imanla ilgili düşünce esaslarından bahsetmekle birlikte, asıl konusunu "Ashab-ı Uhdüd" oluşturuyor İslâm'dan önce bir grup mümin zalim, gaddar ve katı kalpli Allah düşmanlarınca inandıklarından vazgeçirilmek istenirler Fakat müminler karşı koyarlar, inançlarından asla taviz vermezler Bunun üzerine, inkârcılar, geniş hendekler kazdırarak içinde ateş yaktırırlar Topladıkları büyük kalabalıkların gözleri önünde bu müminleri ateşe atarlar Eğlenmek maksadıyla bu elîm sahneyi zevkle seyrederler Halbuki yakılanlar kendileri gibi insandırlar Şu kadar var ki inançları uğruna yanmaktadırlar Kur'an, bu olayı şöyle dile getirmektedir: "Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurmak onun çevresinde oturup, iman edenlere, dinlerinden dönmeleri için yapılan işkenceyi seyredenlerin canı çıksın " (4-7) Kimdir müminleri ateşe atarak yakan bu zalimler? Yüce Rabbimiz bunu bildirmiyor Peki müminlerin suçu nedir? Niçin ateş azabı gibi can yakıcı bir işkence ile öldürüldüler? "Bu inkarcıların iman edenleri ateş azabına uğratmaları, onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, Azîz ve Hamîd olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır Allah her şeye şahiddir " (8-9) " Fir'avn ailesinden olup, imanını gizlemekte bulunan bir mümin: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, dediği için mi öldüreceksiniz? dedi " (el-Mü'min, 40/28) Evet, müminlerin bir tek suçu vardır O da Allah'a iman etmeleridir Tarih boyunca, münkirlerin müminlere işkence etmeleri, onları can yakıcı eziyetlerle öldürmeleri hep aynı sebeptendir Geçmişin Fir'avnları, Nemrutları, Ebu Cehilleri ve günümüzdeki benzerleri, hep aynı sebepten inananlara türlü türlü eziyetleri reva görüyorlar "Muhakkak ki iman etmiş erkek ve kadınları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır Yakıcı azab da onlaradır " (10) Zâlimler, müminlere yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe etmez ve zulümlerinde devam ederlerse, "Onlara Cehennem azabı vardır, can yakıcı azab da onlaradır" Dünyada iken müminlere uyguladıkları azabın kat kat daha acısını tadacaklardır Sure, inkârcıları bu şekilde tehdit ettikten sonra, Allah'ın razı olduğu iyi ameller işleyen müminlere Cennetler vereceğini şöyle açıklamaktadır: "Şüphesiz yararlı işler işleyenlere, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır İşte büyük kurtuluş budur " (11) Bu büyük müjde, müminlerin kalblerine huzur vermesinin yanında; tarih boyunca karşılaşacakları işkence ve zorluklara karşı dayanma gücü kazandırmaktadır Surenin bir diğer ayeti zalimlere şöyle seslenir: "Doğrusu Rabbimin yakalaması amansızdır " (12) Yani sizin gücünüz Allah'ın gücünün yanında hiçtir Asıl şiddetli yakalayış, yerin ve göklerin mâliki Cebbâr olan Allah'ın yakalayışıdır Yine de: "Yüce arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur " (14-15) Allah "Şedîdü'l-ikâb" (cezalandırması acı) olmakla birlikte sonsuz bir rahmet ve mağfiret sahibidir Eğer zalimler zulümlerini terkedip tövbe ederlerse bağışlayabilir onları "O her dilediğini mutlaka yapandır " (16) Bazen dünyada zalimlerin yakasına yapışır, bazan da onları vâdolunan güne bırakır Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır " Fir'avn ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?" (17-18) Bilindiği gibi, Cenâb-ı Allah, Firavn'u da Semûd'u da ordularıyla birlikte helâk etmişti Bu ayetle de benzerleri tüm zalimlere bir ültimatom vermektedir "Doğrusu kâfirler, hep (Allah'ın emir ve hükümlerini) yalanlama içindedirler Halbuki Allah onları ardlarından, kuşatmıştır " (19-20) Zavallı kâfirler ise bunun farkında değillerdir Farkına varınca da iş işten geçmiş olacaktır Sure şöyle sona ermektedir: "Ey Habîbim! Doğrusu sana vahyedilen bu kitap Levh-i Mahfûz'da sabit, Şanlı bir Kur'an'dır " (21-22) Allah kelâmı Kur'an, mahiyetini bilmediğimiz Levh-i Mahfûz'da olup her türlü tahriften ve tâhir olmayanların dokunmasından korunmuştur CÂİZ Yapılması mahzurlu olmayan, işlenmesi suç teşkil etmeyen şey İzin verilen, müsaadeli, ruhsatlı, olur, olabilir, mümkün, kâbil, münasip gibi manalara gelir Caiz görmek, uygun bulmak; Caiz olmak; yapılması mahzurlu olmamak, dînen yasaklanmamış olmak gibi anlamlarda kullanılır Bunun tersi, caiz olmamak, yani yapılması mahzurlu olmak, doğru olmamak veya dînen yasaklanmış olmak demektir Fıkıh terimi olarak caiz; yapılması sahih veya mübah olan herhangi bir fiil veya akiddir Bazen bir fiil veya bir akid sahih (geçerli) olduğu halde caiz olmaz Meselâ, cuma namazı için ezan okunurken alış-verişi bırakıp namaza gitmeyen bir müslümanın yapacağı satış muamelesi dünyevî ahkâm itibariyle sahihtir Fakat uhrevî ahkâm itibariyle caiz değildir Çünkü bu durumda, Cenâb-ı Allah'ın: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bııakın Eğer bilirseniz bu, elbette sizin için daha hayırlıdır " (el-Cum'a, 62/9) emrine muhalefet edilmiş ve uhrevî sorumluluk altına girilmiş olur (Ömer Nasuhî Bilmen, Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, I, 33) Özür halinde bazı şartlarını yerine getirmeden niyetle namaz kılmak da caizdir Meselâ, namaz için şart olan abdest yerine, su bulunmadığı zaman temiz toprakla teyemmüm etmek kâfidir Ancak su olup ta onu kullanmaya meşru bir engel yoksa, teyemmümle namaz kılmak caiz değildir Bu da: "Bir özür için caiz olan şey o özrün kalkmasıyla geçersiz olur" prensibine dayanır (Ö N Bilmen, age, I, 262) Caiz tabiri yalnız şer'î işlerde değil, mantıkta da kullanılır ve muhtemel, gayr-ı muhtemel veya mümkün gibi akla aykırı gelmeyen her şeyi ifade eder Kelâm ilminde caiz (mümkîn); aklî hükümlerden olup, ne varlığı ne de yokluğu zatının muktazası olmayan, zatına nisbetle varlığı da yokluğu da eşit olandır Mümkin; varlığı da yokluğu da vacip olmayan veya varlığı da yokluğu da imkânsız olmayan diye tarif edilir Özellikleri şunlardır: a) Mümkin'in varlığı da yokluğu da müsâvî bulunduğundan; var olmak için mutlaka bir sebebe muhtaç olur Bu sebep, onun varlığını yokluğuna tercih eder Buna mukabil, yokluğu için sebebe ihtiyaç yoktur Aslında mümkin olan bir mefhûmun realitede olmasını sağlayacak bir etken yoksa veya var olan mümkinin varlığının devamını sağlayacak sebep bulunmuyorsa, kendisi yok olur b) Mümkin, sebebinden önce veya sebebiyle beraber var olamaz Mutlaka sebebinden sonra bulunur Bunun içindir ki mümkin, hâdis (sonradan yaratılmış) tir Mümkinin, sebebinden önce var olamıyacağı gayet açıktır, Zira mümkin, ancak kendisinden önce var olan bu sebebin tesiriyle var olacaktır Mümkin; sebebiyle beraber var olsaydı onun özelliğini taşırdı Halbuki kendisi sebep değil müsebbeb (kendisine sebep olunarak ortaya konulmuş olan)dir (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, GİRİŞ, 68) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #292 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCÂMİ Toplayıcı, toplayan, kaplayan, müslümanların ibadet gayesiyle toplandıkları yer, ma'bed "Câmi" terimi "(cemaatleri) bir araya getiren mescid" anlamındaki "el-mescidü'l-câmi"den kısaltılarak sonradan kullanılmaya başlanmıştır Kur'an'da, hadislerde ve ilk tarihî kaynaklarda "câmi" yerine "mescid" kelimesi geçmektedir "Mescid", "secde edilen yer" anlamında bir mekân ismidir Namazın başka rükünleri de olmasına rağmen ibadet edilen yer, önemine binaen secdeye izafe edilmiştir İnsanın daha ilk yaratılışında şahit olduğu secde (el-Bakara, 2/34) hürmet ve tazimin en güzel ifadesidir Hz Peygamber (sas) onu, kulun Allah'a en yakın anı olarak vasıflandırmıştır (Nesâî, Tatbik, 78) İçinde Allah'a ibadet edilen her yere mescid denilmiştir Kur'an bu geniş anlamıyla mescidi geçmiş dinlerin mabedleri ile beraber zikreder (el-Hac, 22/41 ) Batı dillerinde kullanılmakta olan "mosquee" ve benzeri terimler "mescid"in değişik telaffuzundan doğmuştur Osmanlılar da sultanlar tarafından yaptırılan câmilere "salâtin câmi", vezirler ve rical tarafından yaptırılanlara, yaptıranın adına izafeten " câmii" küçük olanlara da "mescid" demişlerdir İlk câmiler: Hz Âdem (as)'in yeryüzüne ilk geldiği yer olarak kabul edilen Serendip (Seylan) adasında kendine ait bir mescidi olduğu rivayet edilir (İbn Haldun, Mukaddime, Beyrut 1967, 635) Halen bu adada, Hz Âdem'in adını taşıyan bir dağ ve tepesinde ona ait olduğu söylenen bir ayak izi ve geniş bir düzlük bulunmaktadır Rivayet doğru bile olsa, bu mescid özel olmalıdır Kur'an'ın bildirdiğine göre insanların tümü için yapılan ilk ma'bed Kâbe'dir: "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki Kâbe'dir Orada apaçık nişaneler ve İbrâhim'in makamı vardır Oraya giren emniyette olur" (Âli İmrân, 3/96-97) Kâbe'yi de içine alan geniş sahaya "Mescid-i Haram"* denilir Ebû Zer (ra)'in merakı üzerine Hz Peygamber (sas)'in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre, Kâbe'den sonra Mescid-i Aksa* yapılmıştır Bu iki mescid ilk banileri olarak bilinen Hz İbrahim (as) ve Süleyman (as) dan çok öncelere dayanmaktadır (Buhârî, Enbiya, 40; İbn Mâce, Mesâcid, 7; Ahmed b Hanbel, V, 150-157) İslâm'ın ilk yıllarında müşrikler, İslâm'ı seçen zayıf ve desteksiz müslümanları dinlerinden döndürmek ve yeniden kendi küfür düzenlerine ve putlarına ibadet ettirmek için onlara korkunç işkenceler yapıyorlardı Hz Bilâl, Ammâr İbn Yâsir ve Habbâb'ın uğradığı işkenceler, diğerlerine nazaran en şiddetlileri idi Diğer müslümanlar, zaman zaman namazlarını Harem-i Şerif'te kılıyorlardı Müşrikler güçlü kabilelere mensup olan müslümanlara fazla yaklaşamıyorlardı Ama bu garip ve cefakâr müslümanlar, Harem'de namaz kılamıyorlardı Hatta müslümanlıklarını gizlemek zorunda kalıyorlardı İşte Erkam b Ebi'l-Erkam'ın evinden sonra ilk mescid, Ammar b Yâsir'in gizlice namaz kılmak maksadıyla evinin bir bölümünde bir yer ayırmasıyla gerçekleştirilmişti İkinci mescid ise yine hicretten evvel Hz Ebû Bekr es-Sıddık'ın kendi evinde inşa ettirdiği mescittir Bu da bir zaruret sonucunda yapılmış bir mesciddir Teymoğulları kabîlesine mensup olan Hz Ebû Bekr es-Sıddık (ra) kendisinin Mekke'de nüfuzu olmakla beraber kabilesinin öteki kabileler tarafından horlanması sebebiyle, öteki muhacirler gibi Habeşistan'â hicret etmek istemişti Onun Mekke' den ayrılması bir çoklarını endişelendirdi Çünkü zengindi ve Mekke'nin ekonomisine büyük katkısı vardı Bunun üzerine İbn Dağunna adında bir Mekkeli, onu himayesine almakla hem kötülükten korumuş hem de hicret ederek Mekke'den ayrılmasını engellemiş oluyordu Himayeye alma, bu tür şehir devletlerinde geçerli bir hukuk kuralıydı Ancak İbn Dağunna'nın bir şartı vardı Namaz ve ibadetlerini Harem-i Şerif'te yapmayacaktı Hatta Ebû Bekir, ibadetlerini gizli yapacaktı İşte bu anlaşma üzerine o, evinin avlusunu mescid edinmişti İslâm'da Hz Peygamber'in umuma açık olarak ashabı ile birlikte namaz kıldığı ilk mescid Hicret esnasında inşa edilen Kubâ'dır Hicret'ten sonra Hz Peygamber Medine'de Mescid-i Nebevî'yi inşa etti Bu iki mescidin inşasında Hz Peygamber ashabı ile birlikte bir işçi gibi çalışmıştır Sonraları Medine'de dokuz mescid daha yaptırılmıştır İslâm'ın yayılmasına orantılı olarak mescidler geniş bir alana yayıldılar Buhâri'nin, Mescid-i Nebevî' den sonra içinde cuma namazı kılınan ilk mescidin Abd-i Kaysoğulları ülkesindeki Cuvâsa Mescidi olduğuna dair rivayeti (Buhârî, Cumuâ', 11), daha Hz Peygamber'in sağlığında mescidlerin ne kadar geniş bir alana yayılmış olduğunu göstermektedir Cuvâsa, Mekke ve Medine yöresinde olmayıp, bugünkü Riyad ve Zahran arasındadır Mimarî: Yapımı yedi ay kadar süren Mescid-i Nebevî 100x100 zira (yaklaşık 48x48 m) ebâdında mütevâzi bir yapıydı Kıbleye göre sol tarafta Hz Peygamber'in odaları sıralanıyordu Arka kısmında üzeri hurma lifleri ve dallarıyla örtülmüş, fakir öğrencilerin barındığı Suffe bulunmaktaydı İlk câmiler Mescid-i Nebevî örneğinde görüldüğü gibi sütunlu revakların çevrelediği bir avludan ibaretti Bu plân Eyyûbîler'e kadar pek fazla bir değişikliğe uğramadı Yeni milletlerin İslâm'ı kabul etmeleri ve onların mimarî anlayışının etkisi, fetihlerle ele geçirilen bölgelerin kültürel tesiri, coğrafî şartları, malzemenin sağladığı bir takım imkânlar câmi mimarisinde gelişmelere yol almıştır İran, Maverâünnehr, Anadolu, Kuzey Afrika ve Endülüs'te gelişen câmi mimarisi Osmanlılar'da Mimar Sinan'la zirveye ulaştı Osmanlı câmi mimarisinin başlıca üslûp ve ekolleri kısaca şunlardır: a) Bursa Üslûbu (1325-1501): Ulu Câmi ve Yeşil Câmi b) Klâsik Üslûp (1501-1616) Süleymâniye, Şehzade, Selimiye câmileri, c) Yenileştirilen Klâsik Üslûp (1616-1703): Sultan Ahmed Camii d) Lâle Devri üslûbu (1703-1730): III Ahmet Çeşmesi e) Barok üslûbu (1730-1808): Lâleli ve Nuruosmaniye câmileri f) Ampir üslûbu (1808-1874): Ortaköy Camii g) Yeni Klâsik Üslûp (1874-1930): Valide Camii Klâsik Türk câmileri başlıca şu kısımlardan meydana gelir: Dış avlu, iç avlu, son cemaat mahalli, sahn, yan sofalar, mihrap İç avlunun etrafı revaklı olup, orta yerde abdest almak için bir şadırvan bulunur Arka duvara bitişik bölüm son cemaat mahalli olup, geç kalanların cemaatle namaz kılmalarını temin için mihrap yapılmıştır Câmi içinde bulunan minber, mihrap, vaaz kürsüleri, müezzin mahfelleri bazı câmilerde padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfelleri birer sanat şaheseridir Minareler ise bir ustalık ve zerafet sembolüdür Görevliler: Câmilerde başlıca şu görevliler bulunur: İmam: Kelime olarak önder, devlet başkanı gibi anlamları vardır Hz Peygamber zamanında bir yere öğretici olarak gönderilen kişi, aynı zamanda onların imamlığını da yapmakta idi Hz Peygamber Kur'an'ı en güzel okuyanı yaşça küçük de olsa imam tayin etmiştir Atadığı valiler aynı zamanda merkezî câmiin imamlığını da yapmakta idi Câmi imamlarının namaz kıldırma dışında başka birçok görevleri de vardır Müezzin: Vakti geldiğinde ezan okur ve câmi içinde diğer müezzinlik görevlerini yerine getirir Hz Peygamber (sas) müezzinleri Bilâl, Sa'd b Karaz gibi sesi güzel olanlardan seçmiştir Vâiz: Namaz vakitlerinden önce bilhassa cuma, bayram ve terâvih önceleri halkı çeşitli konularda aydınlatan, nasihat eden kimselerdir Câmilerde va'z âdeti, Hz Ömer zamanında başlamıştır Bu görevi ilk ifâ eden Temim ed-Dârî olmuştur Kayyum: Câmilerin temiz ve düzenli olmasını sağlayan görevlilerdir Hz Peygamber (sas) mescidlerin temizliğine çok önem vermiştir O hayatta iken mescidi süpüren bir kadıncağız vardı Vefatı kendisine haber verilmeden defnedildi Rasûlullah bu duruma çok üzülmüş ve onun mezarı başında namaz kılmıştır Onu Cennet'te mescidin kırıntılarını süpürürken gördüğünü haber vermiştir (Buhârî, Salat, 8/72) Câmilerde genel olarak bu dört grup görev yapmakla beraber, bilhassa Osmanlıların yükselme çağında bu sayı otuza kadar yaklaşmaktadır Vakfiyelerde zikredilen görevlilerden bazıları şunlardır: Hatip, ecza-han, devirhan, ders-i âmm, ferrâş, şeyhu'l-kurrâ, müderris, bevvâb, naat-han, muhaddis, hâfız-ı kütüp, kandilci, buhurî, mahyacı, şifâ-i şerif hocası (Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985) Fonksiyonları: Câmilerin fonksiyonları, a) Mabed, b) Yönetim merkezi, c) İlim ve kültür merkezi olarak üç grupta mütalâa etmek mümkündür a) Mabed olarak: Esas itibariyle mescidler içinde ibadet edilmek üzere inşa edilmişlerdir Bu itibarla kudsiyet kazanmışlar ve "Allah'ın evi" adını almışlardır Kur'an Allah'ın adının anılması için yapıldığını belirtmektedir (Cin, 72/18) İslâm dini toplu ibadeti teşvik etmiştir Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınandan 25-27 derece daha üstün tutulmuştur Her renkten ve sınıftan insanın bir araya gelip omuz omuza ibadet etmeleri, sosyal dayanışmanın sağlanmasında önemli bir faktör olmuştur b) Yönetim Merkezi Olarak: Hz Peygamber (sas)'in nübüvvet görevi yanında, devlet başkanlığı, hâkimlik, komutanlık gibi görevleri de vardı Bu görevler, İslâm devlet başkanının görevleridir Medine'deki Mescid-i Nebevî O'nun bu görevlerine uygun olarak devletin idare merkezi özelliği taşımakta idi Elçiler orada karşılanır, Bazen orada misafir edilir, ordu orada teçhiz edilip sefere gönderilir, dâvâlara orada bakılır, devletin hazinesi orada muhafaza edilir ve sarfedilmesi gereken yerlere oradan sarfedilirdi Câmilerin bu görevleri vilâyetler düzeyinde de aynı idi Câmiler halkın birbirleriyle ve devletle kaynaştığı bir yer durumundaydı İlk Osmanlı câmileri de bir devlet merkezi olarak plânlanmış ve bu görev için kullanılmışlardır c) Bir İlim ve Kültür Merkezi Olarak: Hiç bir din İslâm kadar ilme önem vermemiştir Kendisinin "muallim" olarak gönderildiğini ifade eden Hz Peygamber (sas) Mescid-i Nebevî'deki "Suffe" ile, üniversitelerin ilk temelini atmıştır Suffe yatılı bir üniversite özelliği taşımakta idi Hz Peygamber (sas)'le başlayan ders halkaları değişik ilim dallarını da içine alarak yüzyıllarca, mescidlerde devam etmiştir Hz Peygamber zamanında değişik sosyal amaçlar için de kullanılan mescid (câmi) bir çok müessesenin temelini oluşturur Câmilere sığamaz hale gelen bu müesseseler daha sonra külliyeleri meydana getirmiştir Zamanla câmiler, herkesin okuması için eserlerinirı bir nüshasını buralara bırakan müellifler sayesinde, bir kütüphane hizmeti de vermişlerdir Satın alınan kitaplarla zenginleştirilen bu kütüphaneler, "hâfız-ı kütüp" adı verilen memurlarca idare ediliyordu Böylece câmiler ruh ve maddenin bütünleştiği bir merkez durumundaydı Câmi Âdâbı: Allah (cc): "Ey Âdem oğulları, her mescidde zînetlerinizi takının" (el-Araf 7/31) buyurmaktadır "Zînet"ten maksat edeptir Câmilerin ilk yapılış gayesi Allah'a ibadettir Bu bakımdan ibadet esnasında, cemaati rahatsız edecek derecede yüksek sesle konuşmak, soğan-sarımsak gibi kokusu çirkin görülen şeyler yenilerek câmiye gelmek, safları çiğneyerek ileriye geçmeye çalışmak vb davranışlar hoş karşılanmamıştır Hz Peygamber (sas) mescidlere girerken sağ ayağı ile girer ve (euzü billahi azimi vebacehehe ekrame vesalihinehü agdıma eşşeydani ercaim) diye dua ederdi Mescidlere girildiğinde iki rekat "tahiyyetü'l-mescid"* (câmiye hürmet) namazı kılmak Hz Peygamber'in sünnetidir (İbn Kesir, Tefsir, V, 106) el-CÂMİ' Allah'ın güzel isimlerinden biri Hesap günü için kullarını ve her istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan anlamında Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir Allahu Teâlâ vücutların ölümden sonra yürüyerek dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenleri yeniden diriltecektir Sonra yine, yaratılmış olan herkesi Arasat* meydanında toplayacak, hak sahiplerini, hasımlarıyla huzurunda karşı karşıya getirecektir El-Câmi', Esma-i Hüsna'dan olarak Kur'an'da şöyle geçer: " Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen (vukuunda) hiç bir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın Şüphesiz Allah sözünden caymaz" (Âli İmran, 3/9) "Allah, muhakkak ki, münâfıkları da, kâfirleri de Cehennem'de toptan bir araya getirecek olandır" (en-Nisa, 4/140) CÂRİYE Müslümanların giriştikleri cihat sırasında esir edilen veyahut para ile satın alınan kadın ve kızlar Başkasının mülkü olan köle kadın "Câriye" sözcüğü denizin üzerinde akıp giden gemiye denir Câriyeler de efendilerinin emir ve hizmetleri çerçevesinde hareket etmeleri sebebiyle bu ismi almışlardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılâhâtı Fıkhıyye Kamusu, III, 344) Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır Savaş sonrasında tıpkı erkek esirler hakkında olduğu gibi kadın esirler de ya karşılıksız olarak, ya fidye karşılığı serbest bırakılırlar veya köle olarak gazilere dağıtılırlar Hiç şüphesiz bu alternatiflerden biri tercih edilirken, karşı tarafın elindeki müslüman esirlerin durumu ve İslâm'ın maslahatı gözetilerek tercih yapılır Câriyelerin işgal ettikleri mevki ve tesir, köle ve azatlıların mevki ve tesirlerinden aşağı değildir Bu esirler kim olursa olsun cihada katılan müslüman askerler arasında paylaştırılacak ganimetlerdendir Câriyelik, kölelik gibi, insanın yeryüzündeki mevcudiyeti kadar eskidir Tarih boyunca kendisinde bir kuvvet ve kudret gören, bir başkasını hizmetinde kullanmış ve ona tahakküm etmiştir Bunda kadınla erkeğin farkı yoktur Köleler gibi câriyelerin de alınıp satılması tabii olarak insanlığın geçirdiği sayısız merhaleden sonra başlamış olması gerekir Bir zamanlar câriyelerin talim ve terbiyesi pek kazançlı bir iş olduğundan, bu yolla para kazanmak isteyen kişi esir pazarına gider, zekâ ve istidat sahibi bir câriye satın alır, ona şiir ve edebiyat, şarkı ve çalgı, Kur'an okumak, ev idaresi gibi şeylerden birini öğrettikten sonra aldığı fiyatın birkaç katına satardı Bu câriyelerden bazıları, hanendelik, şiir veya edebiyatta fevkalâde maharet sahibi olmalarından dolayı çok pahalı satılırlardı Köleler gibi câriyeler de sahipleri tarafından azat edilirlerdi Esir azat etmek, İslâm nazarında önemli bir sevap olarak kabul edildiği için, müslümanlar köle ve câriyelerini azat ederlerdi Azat edilen câriye veyahut köleye, efendisi tarafından ıtıknâme yani özgür olduğuna dair bir belge verilirdi İçlerinden bu ıtıknâmeleri muska gibi boyunlarına takanlar vardı Câriyeler iyi muamele görürlerdi Sert efendilere tesadüf eder ve memnun olmazlarsa, diğer birine satılmasını teklif eder; arzusu yerine getirilmediği takdirde kaçarak kendini sattırırdı Bununla birlikte kıskançlık yüzünden hırpalananlar da olurdu Ayrıca câriyelere "halâyık" denirdi İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tabidirler Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedirler Onlara iyi davranılması da Kur'an'da emredilmektedir (en-Nisa, 4/36) Efendileri, yediklerinden onlara yedirir, giydiklerinden giydirirler Azat edilmeleri sözkonusu edilmemiş olan câriyeler alınıp satılabilirler Ancak azat edilmeleri efendilerinin ölümüne bağlı olanlar, azat edilmeleri karşılığında kendilerinden bir bedel talep edilmiş olanlar ya da efendilerinden çocuk getirmiş olup "Ümmü Veled" statüsünü kazanmış olanlar alınıp satılamazlar İslâm gerek kölelerin, gerek câriyelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları konusunda teşvikte bulunmuş, ayrıca bir çok suça keffaret olarak azâd edilmelerini öngörerek hürriyetlerine kavuşmaları için gerekli yolları çoğaltmıştır Câriyelik ve kölelik, İslâm adına müslüman olmayan toplumlarla yapılan savaşların ortaya çıkardığı bir kurum olup, bugün için kendiliğinden ortadan kalkmış bulunmaktadır Bunun için bu konuda teferruata girmek gereksizdir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #293 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükCÂSİYE SÛRESİ Kur'an-ı Kerîm'in kırkbeşinci suresi Buna aynı zamanda "Şerîât" ve "Dehr" suresi de denir Sure, otuzyedi ayet, dörtyüzseksensekiz kelime ve ikibinyüzaltmışbir harften ibarettir Fasılası; nûn, mîm harfleridir Ondördüncü ayeti Medine'de, geri kalanı Mekke'de ve Duhan suresinden sonra nazil olmuştur Sure, adını yirmisekizinci ayette geçen, "câsiye" kelimesinden almaktadır: "Bütün ümmetlerin Allah'ın huzurunda diz çöktüklerini görürsün Her ümmet kitabını almağa davet edilir O gün, dünyada yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz" Ayette belirtildiği üzere, câsiye "diz çöken" demektir Bu durum, ahirette Cehennem kükreyerek mahşer yerine geldiği zaman olacaktır İşte o zaman herkes korkusundan diz çökecek ve Cenâb-ı Allah'a yalvaracaktır Câsiye suresi Allah'ın varlığı ve birliğinin delilleri üzerinde durmaktadır Bunun için çeşitli deliller göstermektedir Kur'an-ı Kerîm bu delilleri en güzel şekilde ifade ettiği için önce kitabın indirilmesinden bahsetmektedir Arkasından da bu delillerin bulunduğu üç yer gözler önüne serilmektedir Bunlardan birincisi yedi kat göklerle yerdir Ve bunda inananlar için Allah'ın varlığına ve birliğine deliller vardır Demek ki bunlardan deliller çıkarmak müminlerin görevidir Sure, ikinci derecede de insanların yaratılışı ile çeşitli hayvanların yeryüzüne dağılışında birçok deliller olduğunu vurguluyor Bunu yapacakların, yakîn, yani kesin bilgi almak isteyenler olduğunu bildiriyor Bundan, dolayısıyla şöyle bir mânâ çıkıyor: Bu delilleri incelemek insanı kesin ve gerçek bilgiye götürür Bundan sonra da delil olarak gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, rızık sebebi olan yağmurun gökten indirilmesi ve rüzgârların esmesi gösteriliyor Sonunda da "Artık bu ayetlere de inanmayanlar acaba neye inanırlar?" deniyor Surenin üçüncü ayeti, inananları, dördüncü ayeti yakîn sahibi olanları, beşinci ayeti de düşünenleri muhatab almakta ayrı bir duruma dikkat çekmektedir Surede ayrıca, müşriklerin İslâm davasını nasıl karşıladıklarını, İslâmiyetin getirdiği deliller ve ayetlere nasıl karşı koyduklarını, İslâmî gerçekler ve problemler karşısında nasıl direttiklerini delilsiz nasıl itiraz ettiklerini görmekteyiz Müşrikler, Allah ve Allah kelâmı hakkında son derece kaba davranıyorlar Surede bunu açıkça görmekteyiz Buna karşılık onlar acıklı bir azap ile tehdit edilmekteler "Vay haline yalancı ve günahkâr her kişinin " "Kendisine okunan Allah'ın âyetlerini dinleyip sonra onları hiç duymamış gibi büyüklük taslamakta direnir Ona can yakıcı bir azabı müjdele Ayetlerimizden bir şey öğrendiğinde onu alaya alır İşte onlara horlayıcı bir azap vardır" (7-10) Düşünce ve inançları bozuk Ehl-i Kitap da surede söz konusu edilmektedir Onlar sûrede, sâlih amel sahibi müminlerle kendi kötü amelleri arasındaki farkı göremeyenler olarak tanıtılmaktadır Dolayısıyla Allah'a inandıklarını söyleyenler ile müminler arasında köklü bir fark bulunduğu belirtilmektedir Kötülük yaptıkları halde Allah katında kendilerinin de iyilik yapan müminler gibi olduklarını sananlara çok açık bir cevap veriyor: "Yoksa kötülük işleyenler, ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini iman edip salih amel işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar " (21) "Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır Tâ ki herkes kazancına göre karşılık görsün Ve onlara zulmedilmez " (22) Bunların dışında surede, heveslerinden başka kimseyi tanımayan bir başka grupdan daha söz edilmektedir Bunlar arzularını ilâh edinmiş, şaşkın kimselerdir Kur'an onlara doğruları gösterdiği halde onlar yüz çevirmektedirler "Gördün mü o kimseyi ki, hevâ ve hevesini kendisine tanrı edinmiş, bilgisi olduğu halde Allah onu şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş ve gözüne perde koymuştur? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?" (23) Surenin son bölümünde de müşriklerin ahiret inancı ele alınmakta ve bu inancın sakatlıkları, bizzat kendi hayatlarından örnekler verilerek reddedilmektedir "Ve dediler ki: hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır Ölürüz ve yaşarız Ve bizi ancak zaman helâk eder Bu hususta onların bir bilgisi de yoktur Başka değil onlar sadece zannederler " (24) "Ayetlerimiz onlara açıkça okunduğu zaman Eğer doğrucular iseniz (ölmüş) atalarımızı (diriltip) getirin demelerinden başka hüccetleri yoktur De ki: Allah diriltir sizi, sonra öldürür; sonra şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar Ne var ki insanların çoğu bilmezler " (25-26) "Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır Kıyamet koptuğu gün, işte o gün, batıla uyanlar hüsrandadırlar " "Sen o günün iddetinden bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün O gün her ümmet amel def terinin başına çağırılacak ve onlara şöyle denilecektir:" " Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz İşte kitabımız size gerçekleri söylüyor Şüphesiz biz, dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk " (27-29) CEBBÂR Allah'u Teâlâ'nın esmâu'l-hüsna* (doksan dokuz güzel ismi)'sından biri Ebû Hureyre (ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ'nın doksandokuz isminin olduğu zikredilmiş, bunlardan birinin de "el-Cebbâr" olduğu belirtilmiştir (Tirmizî, Daavât, 82) Kur'an-ı Kerîm'de de Allah'ın Cebbâr ismi zikredilmiştir (el-Haşr, 59/23) Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât'ında "cebr" kelimesini şöyle tarif eder: Herhangi bir şeyi bir çeşit baskı ile ıslah etmek, düzeltmek (el-Müfredat, 117) Cebr kökünden gelen el-Cebbâr ismi, Kur'an-ı Kerîm'de: "O, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan, hükümran, noksan sıfatlardan uzak, selamete erdiren, emniyete kavuşturan, gözetip koruyan, her şeye galip olan, istediğini zorla yaptıran, (el-Cebbâr) her Şeyden yüce olan Allah'tır Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir " (el-Haşr, 59/23) ayeti kerimesinde geçmektedir Cebbâr, Arapça cebr kökünden mübâlağalı ism-i fâitdir İki manada kullanılmıştır: 1- Cebr, kırık veya çıkık kemiği yerine getirerek iyice bağlayıp sarmak, eksiği düzeltip tamamlamak demektir Bu manada cebbâr, halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını karşılayan, işlerini düzelten ve bunları yapmakta çok güçlü olan demektir Müfessirlerin birçoğu Allah'ın Cebbâr isminin bu manada olduğunu söylemişlerdir Allah'u Teâlâ "dertlere derman veren, kırılan onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten"dir (Elmalılı, MH Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4872-4873) 2- Cebr, icbar etmek, dilediğini zorla yaptırmak manasına da gelir Buna göre Cebbâr, zorlu, zora başvuran demektir Allah'u Teâlâ için kullanılması "Kahhâr" ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya gücü yeten, hükmüne karşı gelinemeyen demektir Ama bundan Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini zoraki yerine getirir, insanlarda cüz-î irade* yoktur manasını çıkarmamalıdır Çünkü teşriî* olan emirlerini, kullarının cüz-î iradelerine bağladığı naslarla sabittir Ancak Allah'u Teâlâ, insanlara bir çok fiillerde irade vermiş, hür yaratmış olmakla beraber onların bütün irade ve isteklerini yerine getirmek mecburiyetinde değildir Allah Teâlâ bazen onların istemediği şeyleri de yapar Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelen asîler hiç bir zaman cezaya çarptırılmak istemezler Ama zamanı gelince Allah'ın takdir edeceği cezayı çekmeye mecbur olurlar Bunun dışında Allah'ın sıfatı olarak kullanılan "Cebbâr"ın iki manası daha vardır Biri, İbn Enbârî'nin dediği gibi "kendisine erişilmez, el uzatılmaz" demektir Diğeri de İbn Abbâs hazretlerinden rivayet olunduğuna göre "azametli, büyük, yüce (azîm)", manasınadır (Elmalılı M H Yazır, age, VII, 4873-4874) Kur'an-ı Kerîm'de cebbâr, insanların sıfatı olarak da zikredilmiştir Bu durumda şu manalarda kullanılmıştır: a) Zorba, zorlayıcı Allah'u Teâlâ Peygamber Efendimiz (sas)'e hitaben şöyle buyurur: "Biz onların ne dediklerini biliyoruz Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin Sadece tehdidinden korkanlara Kur'an ile öğüt ver " (Kâf, 50/45) b- İri cüsseli (el-Mâide, 5/22) c- Allah'a ibadet etmeyen, kötülükte direnen (Meryem, 19/32) d- Çok insan öldüren (eş-Şuârâ, 26/30; el-Kasas, 28/19) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #294 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBEYNE'L-HAVF VE'R-RECÂ Korku ile ümit arasında bulunmak Havf korku, recâ ise ümit demektir Kur'an-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde korku ve ümit arasında bulunmaya teşvik eden hükümler vardır Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz Şüphesiz ki Allah bütün günahları affeder Çünkü o çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir " (ez-Zümer, 39/53) "Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine dua ederler " (es-Secde, 32/16) Peygamber Efendimiz (sas) de şöyle buyurur: "Müminler Allah'ın azap ve azabının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet'i ümit etmezdi Kâfirler de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O'nun rahmetinden ümit kesmezdi" (Müslim, Tevbe 23) Bu ve benzeri ayet ve hadisler gözönünde bulundurularak denilmiştir ki; "kul sıhhat halinde korkulu ve ümitli bulunmalı, havf ve recâsı birbirine eşit olmalı; hastalığı halinde de recâ (ümit) yönü kuvvetli olmalıdır" (Nevevî, Riyazü's-Salihîn Tercümesi, I, 479) Havf (korku) gelecekle ilgilidir Çünkü insan ya başına hoşlanmadığı bir şeyin gelmesinden, ya da arzu ettiği bir şeyi elde edememekten korkar Kulun Allah'tan korkması, Allah'ın kendisini dünya ve ahirette cezalandırmasından korkması şeklinde olur (Kuşeyrî, Risale (çev S Uludağ) s 263) Recâ da "ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir" BEYNÛNET Ayrılık; iki şey arasındaki uzaklık, mesafe ve evliliğin sona ermesiyle, birbirinden ayrılan eşler arasında meydana gelen durum Bu durum, küçük ve büyük ayrılık (beynûnet-i suğrâ ve beynûnet-i kübrâ) olmak üzere ikiye ayrılır: Küçük ayrılık: Boşanan eşlerin, yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân veren beynûnettir Şu durumlarda küçük ayrılık meydana gelir 1 Birinci veya ikinci boşama hakkını kullanarak hanımını boşayan erkek, iddet (boşamadan sonra beklenilmesi gereken süre) esnasında hanımına dönmezse; 2 Erkek, hanımını bir mal karşılığında boşamışsa (muhâlea); 3 Evliliğe, hâkim son vermişse; 4 Nikâhtan sonra, fakat zifâf ve halvet-i sahîhadan önce (nikâhlanan nişanlıların, kimsenin göremiyeceği ve ansızın gelemiyeceği bir yerde başbaşa kalmaları) yapılan boşama ile meydana gelen ayrılık Boşanan eşler arasında küçük ayrılık meydana gelebilmesi için, kadının üçüncü boşama hakkı (son boşama hakkı) ile boşanmış olmaması şarttır Aralarında küçük ayrılık meydana gelen kadın ve erkek yeniden evlenmek isterlerse, bütün şartlarıyla yeni bir nikâh kıyılmak suretiyle evlenebilirler Koca, önceki mehri ödemiş olsa da, yeniden mehir ödemek mecburiyetindedir Büyük ayrılık: Boşanan eşlerin yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân tanımayan beynûnettir Erkek hanımını üçüncü, yani son boşama hakkı ile boşarsa aralarında büyük ayrılık meydana gelir Mülâane suretiyle (bk Liân) ayrılan eşler arasında da bu durum meydana gelir Bu durumdaki eşler artık yeniden nikâhlanarak bir araya gelemezler Ancak kadın, yeniden sahih bir evlilik yapar ve bu evliliği de tamamen normal bir şekilde sona ererse, birinci kocası ile yeniden evlenebilir Buna şerî tahlîl denir ki, Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Eğer koca, karısını ikinci talaktan (boşama) sonra bir kere daha (üçüncü boşama hakkıyla) boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ve ondan da ayrılmadıkça ilk kocasına helâl olmaz Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'rn emirlerini sağlam tutacaklarına ümitvar oldukları takdirde, evvelkilerin birbirine dönmelerinde bir günah yoktur Bunlar, anlayan bir kavim için Allah'ın açıkladığı hükümlerdir " (el-Bakara, 2/230) Burada ikinci evliliğin, birinci koca ile evlenebilmek için hileli bir evlilik olmaması şarttır Böyle hileli evlilikler haramdır ve kadına birinci kocasıyla evlenme hakkını doğurmaz Meselâ, bu durumdaki bir kadının başkasıyla belirli bir süre için evlenmesi, cinsî iktidarı olmayan bir ihtiyar veya bir deli veya bir çocukla evlenmesi, evlendiği ikinci koca ile cinsî münasebette bulunmadan boşanması, şerî tahlil sayılmaz Şerî tahlil olması için, ikinci evliliğin ve ayrılığın tamamen normal, hileli olmayan bir şekilde olması gerekir Öyleyse İslâm, ilk kocasından üç talakla boşanan bir kadının, ayrıldığı kocasıyla tekrar evlenebilmesi için yeni bir evlilik hayatı yaşamasını niçin şart koşmuştur? İslâm'dan önceki Arap toplumunda erkek sınırsız bir boşama hakkına sahipti Hanımına zulmetmek isteyen bir erkek, onu boşuyor, iddeti bitiyorken tekrar alıyor, sonra yine boşuyor, yine alıyordu Boşama ve alma işlemleri, erkek isterse sınırsız bir şekilde devam edebiliyordu Böylece kadın evlilikle boşanmışlık arasında muallakta kalıyor ve haksızlığa uğruyordu İslâm, erkeğin boşama hakkını üçle sınırlayarak kadına bir güvence getirmiştir İslâm, evliliği bu üç hakta devam ettiremeyenlere artık bu yolu kapamış; ancak kadın tamamen normal bir şekilde ikinci bir evlilik hayatı geçirir ve bu evlilik yine normal bir şekilde sona ererse, eğer kadın bu ikinci evlilik tecrübesinden sonra ilk kocası ile evlenmekte de bir hayır görüyorsa, onların tekrar evlenmelerine müsaade etmiştir Bir bakıma bu izin, geçmişte (birinci evlilikte) işlenen bazı hataların telâfisi için bir imkân olabilir Yoksa İslâm, evliliği bir oyun ve oyuncak haline getirmeye asla müsaade etmez Üç boşamadan sonra evlenme yasağı, aynı zamanda erkeğin talak haklarını düşünceli ve sorumlu bir şekilde kullanmasını sağlayıcı ve ilk evliliği koruyucu bir tedbirdir Bu konuda halk arasında çok yanlış anlaşılan, "hulle"* kavramı vardır ki, bunun İslâm'la asla alâkası yoktur Hulle, yukarıda anlatılan "şer'î tahlil"in yozlaştırılmış bir şekli olup; tamamen hileli ve dinen geçerli (sahih) olmayan bir şekilde, böyle bir kadının çok kısa süreli bir evlilik yaparak boşanması ve ilk koca ile evlenebilmesi için başvurulan bir hileden ibarettir Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm'ın şer'î tahlîlden kasdettiği şey asla bu değildir BEYTÜ' L-HARAM Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır" (el-Mâide, 5/97) buyurulur Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir (Daha geniş bilgi için bk Kâbe) BEYTÜ'L-MAKDİS İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid Müslümanların ilk kıblesi Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir " (el-İsrâ' 17/1) Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir (Âli İmrân, 3/96) Sonra da Beytü'l-Makdis'dir Ebû Zer el-Gıfârî* (ra) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (ra) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum Resulullah (sas): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu "-Sonra hangisi?" dedim "Mescid-i Aksâ" buyurdu "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim Resulullah (sas): "Kırk sene" buyurdu" (Müslim, Mesacid, 1, 2) Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (as)dır Nitekim Abdullah b Ömer (ra) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: " Davud (as)'un oğlu Süleyman (as) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını" Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167) Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir Peygamber Efendimiz (sas): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515) Burada bir hususun belirtilmesi gerekir Mescid-i Haram'ın banisi Hz İbrahim ile oğlu İsmail (as) dır Süleyman (as) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (as)'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22) Beytü'l-Makdis, Mûsâ (as)'dan İsâ (as) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz Muhammed (sas) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi Resulullah (sas) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur (Müslim, Mesâcid, 11) Peygamber Efendimiz (sas) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir " buyurmuştur (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196) BEYTÜ'L-MA'MÛR Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir Diğer bir adı da "Durâh"dır Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir: "Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" (et-Tür, 52/1-7) Allahû Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu ayet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur'an-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir Buradaki yeminden maksad, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir Müfessirler bu ayet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semada, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır (Muhtasar'u Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr M Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123) Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler (Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İH Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467) Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir" (M Hamdi Yazır, VI, 4551 ) Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir: "Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor " (Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6) Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "müminin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar (el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M Hamdi Yazır, VI, 4551) Tertip ve düzeni Fîrûzâbâdî'ye isnad edilen İbn Abbâs tefsirinde ise Beytü'l-Ma'mûru Âdem Aleyhisselâm'ın bina ettiği ve Tufân'dan sonra altıncı kat gökyüzüne çıkarıldığı belirtilir (el-Firûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikyâs Min Tefsîr-i İbn-i Abbâs, Mısır 1316, 329) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #295 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBEYTULLAH Allah evi, Kâbe Beyt, Arapça'da ev demektir Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe* hakkında kullanılan bir tabirdir Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram* yani mukaddes ev (el-Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (el-Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (el-Mâide, 5/95, 97) zikredilir Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır Bunlar içerisinde Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır: "İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir " (Âli İmrân, 3/96) Beytullah'ı Hz İbrahim (as) ile oğlu İsmail (as) inşa edip o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir: "Ey Rabbimiz bunu bizden kabul buyur Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin Ey Rabbimiz! İkimizi müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen " (el-Bakara, 2/127-129) Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır: "Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık " (el-Bakara, 2/125) Allah, Beytullah'ın, tavaf edenler, ibadet yapanlar, rukû ve secde edenler için temiz tutulmasını emretmiştir (bk El-Bakara, 2/125) BEYYİNE Delil, hüccet, bürhan Beyyine Kur'ân'da yirmi kez tekrarlanır ve genel olarak şu mânâlara gelir: 1- Kur'ân veya Hz Muhammed: "Böyle iken kitap verilenler ayrılmadılar da ancak kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) geldikten sonra (bozuk itikadlarından) ayrıldılar" (el-Beyyine, 98/1,4; el-En'âm, 6/I57; Muhammed, 47/14) 2- Delil, hüccet: "De ki şüphesiz bana Rabbim'den apaçık bir hüccet verilmiştir " (el-En'âm 6/57, el-A'râf, 7/85; Hud, 11/17, 28, 88; Tâhâ, 20/133; Fâtır, 35/40) 3- Mucize: "Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik, dedi ki: Ey kavmim Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur "Size Rabbınız'dan apaçık bir mucize gelmiştir " (el-Arâf, 7/73,105; el-Enfal, 8/41-42; Hud, 11/53, 63) 4- Apaçık bir işâret, ibret: "Andolsun ki aklını kullanacak bir kavim için biz orada apaçık bir nişâne, bırakmışızdır " (el-Ankebut, 29/35) Hadislerde beyyine lâfızları daha çok "dâvâsını ispat için delil getirmek ve şahit" anlamlarında kullanılmıştır Meselâ en-Nur sûresi altıncı âyet olan lian âyetinin sebeb-i nuzûlü olan hâdisede, Rasûlullah (sas), karısına zinâ isnâdında bulunan ancak ispat için dört şahit getiremeyen Hilâl b Umeyye'ye: "Dört şâhidini (beyyine) hazırla yahut sırtına hadd (i kazif) vurulur " buyurmuşlardır (Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI, 140-141) Nikâhta bulunması gereken şâhiter de hadîste beyyine olarak isimlendirilmiştir: (Beyyine (şahit)'siz nikâh olmaz " (Tirmizî, Nikâh, 16) Hadislerde beyyine delil, ispat mânâsına da kullanılmıştır Rasûlullah (sas) şöyle buyurur: "Eğer insanlar mücerret dâvâlarıyla (heyyinesiz, şahitsiz) hak kazanacak olurlarsa kavmin malları canları zâyi' olur (Binâenaleyh müddeîden beyyine isteyiniz) Müddea aleyhe de (yemin tevcih ettiğinde) Allah adına (yalan yere) yemin etmenin fenalığını hatırlatın ve ona: Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir paraya değişenler yok mu, işte bunların Âhirette hiç nasibi yoktur " (Âlu İmrân, 3/77) âyetini okuyunuz" (Tecrid-i Sârih Tercümesi, XI, s 65-66) BEYYİNE SÛRESİ Kur'ân-ı Kerîm'in doksan sekizinci sûresi Sekiz âyet, doksan dört kelime, üçyüz doksan dokuz harftir Fasılası h'dir Mekkî veya medenî olduğu hususu müfessirler arasında ihtilâflıdır Cumhur-ı müfessirine göre Mekkî'dir Buna karşılık İbn Zübeyr ile Atâ İbn Yesâr Medenî olduğunu söylemişlerdir Bunun aksi de iddia edilmiş ve Cumhur'a göre Medenî olduğu belirtilmiştir Ebû Salih, İbn Abbâs'dan Mekkî olduğunu rivayet etmiştir İbn Kesîr (774/1372) ise şöyle bir hadîse dayanarak Medenî olduğunu kesin bir ifadeyle belirtmiştir: Enes b Mâlik'den rivayete göre Rasûlullah (sas) Ubey b Ka'be: Âllah, sana Beyyine sûresini okumamı emretti "Übey: Cenâb-ı Allah benim adımı söyledi mi ya Rasûlallah?" diye sordu Rasûlullah: "Evet, söyledi" deyince, Übey b Ka'b duygulanarak ağladı (Müslim, Fadailüs-Sahabe, 23, 121, Hadis no: 2465) Beyyine sûresi, Kur'ân-ı Kerîm sûrelerinden evsat-ı mufassal sûreler arasında yer alır (bk sûre) Bu sûreye "Munafıkun" ve "Beriyye" adı da verilir Beyyine; nûr gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını beyan eden, açıklayan demektir Bu yüzden davacının davasını açık bir sûrette beyan ve isbat eden şâhide; sağlam delil ve mûcizeye, beyyine denir Burada ise Rasûlullah (sas)'e beyyine denmiştir Çünkü hak ile batılı birbirinden en iyi ayıran beyyine (delil) O'dur Sûrenin Medine'de inmiş olması ihtimalini kuvvetlendiren bir uslûp, içerisinde bazı tarihî ve imanî gerçekleri açıkladığı görülmektedir Bu gerçeklerden birincisi Hz Peygamber'in Peygamberliğinin ehli kitaptan ve müşriklerden küfredenlerin düştükleri sapıklık ve ihtilafı ortadan kaldırmak için kaçınılmaz olduğu, Hz Peygamber gelmeden bu ihtilafları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı hususunu ortaya sermektedir: "Kitap ehlinden ve müşriklerden küfredenler kendilerine apaçık bir hüccet (beyyine) gelinceye kadar vazgeçecek değillerdi Arınmış sahifeleri okuyan Allah katından bir peygamber, içinde en doğru yazılar bulunan " (1-3) Diğer bir gerçek ise Ehl-i Kitab'ın bilgisizliklerinden veya bu kitabın kapalı ve anlaşılmaz noktaları bulunduğundan dolayı onun üzerinde ihtilafa düşmemiş olduklarını; ancak kendilerine deliller ve bilgi geldikten sonra ihtilafa düştüklerini belirtmektedir "Kitap verilmiş olanlar ancak kendilerine apaçık hüccetler geldikten sonra ayrılığa düştüler " (4) Ehl-i Kitab olan yahudi ve hristiyanlar Rasûlullah gelmeden evvel sapıklık içinde idiler Bu sapıklığa o kadar dalmışlardı ki kendi kendilerine doğru yolu bulmaları mümkün değildi Uyanmaları için bir peygambere ihtiyaçları vardı Aynı zamanda Allah'a söz de vermiş, eğer o peygamber gelirse ona iman ederiz demişlerdi Bu konuda da hayli bilgi sahibi idiler Çünkü kitaplarında ona dair bir çok bilgi vardı Hal böyle iken o rasûl gelince ihtilâfa düştüler Bazıları iman etti, birçokları ise onu tanımadılar Ehl-i Kitab âhir zaman peygamberi hakkında bir çok bilgiye sahip oldukları halde böyle davranırlarsa, müşriklerin İslâm'a büyük tepki göstermeleri beklenen bir husustu Zaten tarih de bu istikamette gelişti Sûrenin başında da işaret edildiği gibi, Ehl-i Kitab'ın ve müşrik kâfirlerin âkıbetlerinin kötü olduğu, yani ebediyyen Cehennem'de kalacakları; buna karşılık yaratıkların iyisi olan mü'minlerin ve salâh erbâbının âkıbetlerinin ebedî Cennet olduğu buyurulmuştur Üçüncü gerçek ise, aslında dinin bir tek kaynaktan doğduğunu, kâidelerinin sâde ve açık olduğunu, bundan dolayı ihtilafa ve görüş ayrılıklarına gerek bırakmadığını tabiatı itibarıyla anlaşılır bulunduğunu ifâde etmektedir: "Halbuki onlar doğruya yönelerek, dini yalnız Allah'a has kılarak, O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekât'ı vermekle emrolunmuşlardı İşte bu en doğru dindir " (5) Dördüncü gerçek ise, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfredenlerin yaratıkların en kötüsü olduğu; iman edip sâlih amel işleyenlerin ise yaratıkların en iyisi olduğu hususdur Her iki grubun cezası birbirinden bütünüyle farklı olacaktır Kitab Ehli'nden ve müşriklerden küfredenler, içinde ebediyyen kalacakları Cehennem ateşindedirler Yaratıkların en kötüsü de işte bunlardır İman etmiş olup sâlih ameller işleyenler; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan ve orada ebediyyen kalacakları Adn Cennet'leridir Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı İşte bu Rabbi'nden korkan kimseye mahsustur " (6-8) İmanın en önemli unsuru Cenâb-ı Allah'a ihlâs ile İbâdet etmek, yalnız O nun adını anmak, her türlü söz, iş ve amelde samimiyetle O'na yönelmektedir İhlâs, ibadetin özüdür Bir kudsî hadisde şöyle buyurulmuştur: "Ben Şirke nisbetle ortakların en zenginiyim Kim bir amel eder de başkasını bana ortak koşarsa ben onu da şirkini de terk ederim " (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21 ) BEZR Tohumu verimsiz ve çorak yerde israf etmek, malı Allah'a isyanda, gereksiz ve faydasız yerde kullanmak İslâm, orta yol olduğu gibi, İslâm ümmeti de orta ümmettir; yani, düşüncede ve davranışta, almada ve vermede, kısaca insan hayatının her safhasında ifratın ve tefritin İslâm'da yeri yoktur İslâm, mülk her şeyden önce Allah'ın olduğu için, kişiye tahsis edilmiş özel mülkü bile dilediği şekilde ve dilediği yere harcama yetkisi vermemiştir Her şeyden önce, müslüman yeryüzünün halifesi olarak, yeryüzündeki geçim kaynaklarını bu hilâfetin gerektirdiği biçimde kullanmak, üretmek ve dağıtmakla yükümlüdür Öyle ki, kişi üzerinde nefsinin bile bir hakkı olduğundan, mal benim, beden benim' anlayışı içinde tıka basa yemek veya kendisini yemek ve içmekten mahrum etmek, ifrat ve tefrit olduğu için yasaklanmış ve bedenin de, malın da Allah'a kulluk sınırları çerçevesinde kullanılması emredilmişti Dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirette biçeceği ekini kişi dünyada eker; Cenneti'ni de Cehennemi'ni de dünyada hazırlar Attığı her adım, söylediği her söz insan için âhiret tarlasına atılmış bir tohumdur Bu bakımdan, müslüman, sözünde ve davranışında ölçülü olmak, tohum israfında bulunmamak ve azamî verimi elde etmeğe çalışmak zorundadır Bu bağlamda olmak üzere, akrabanın, düşkünlerin, fakirlerin ve yolcuların Müslüman üzerinde hakları vardır Gerek insaniyet, gerekse kişinin kazanmasına yol açan güç, kabiliyet, toprak, su, ısı, ışık gibi temel öğelerin Allah vergisi olması ve muhtaçların da Allah'ın kulu bulunması bu hakkı gerekli kıldığı gibi; dünya hayatının ahenk ve düzeni de böyle bir hakka sebebiyet vermektedir Ayrıca, bu hakkın ifâsı da öyle rastgele olamaz Her şeyden önce, verimsiz ve çorak arazi kendisine atılan tohumu vermeyeceği gibi, rastgele her toprağa atılan tohum da sahibini memnun etmez Bu bakımdan, malın harcanma yeri, miktarı ve şekline de gereken dikkat gösterilmelidir ki; kişi ektiğinin karşılığını bol bol alsın Bu yüzden, Kur'ân "Akrabaya, düşküne ve yolcuya hakkını ver: sakın bezr'e de gitme; çünkü bezredenler şeytanların kardeşleridir Şeytan ise, Rabbi'ne karşı çok nankördür Elini de boynuna asıp bağlama ve bütün bütüne de yayma; sonra kınanmış ve perişan olarak oturup kalırsın " (el-İsrâ, 17/26-27, 29) buyururken; bezredeni, her yaptığı boşa giden ve Allah'ın nimetlerini inkârla kesin küfre düşen şeytanın kardeşi yapmakla, Allah rızası dışında ve İbn Abbas'la İbn Mes'ud'un tefsiri üzere, her türlü yersiz harcamayı bezr' ve Allah'a karşı nankörlük saymaktadır Müslüman, ne ekonomik durumunu çökertecek ölçüde verip kendisini ve çoluk çocuğunu başkalarına muhtaç edecek; ne de malını faydasız yerlere, gösteriş, lüks ve günaha sarfedecektir O, malını da, bedenini de, bilgi ve zekâsını da Allah'ın çizdiği ölçüler içinde kullanmak zorundadır BİD'AT Daha önce mevcut olmayan, sonradan ortaya çıkan amel ve inançlar Hz Peygamber ve Ashâb-ı Kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar Bid'at'ın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır Kimi âlimlere göre bid'at, Hz Peygamber (sas)'den sonra meydana gelen her şeydir Bu tarifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları iyi ve kötü olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve Sünnet'e muhâlif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan şey(ere bid'at-i hasene (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ismini vermişlerdir Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tabi tutmuşlardır Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır Meselâ Kur'ân ve Sünnet'in anlaşılması için zorunlu olan Arap gramerini bilmek, fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i Sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I, 133) Bid'ati bu şekilde tarif edip taksimata tabi tutanlar, Kur'an ve Sünnete muhalif olmayan ya da emirlerinin bir gereği olan"şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz Ömer'in şu sözünü ileri sürerler: Hz Ömer, Übey b Ka'b'in, (ra) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (sas) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: "Bu ne güzel bid ât"demiştir (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b e!Hattâb, Kuveyt 1984, s 125) Diğer âlimlerin bid'at tarifleri ise şöyledir: Hz Peygamber (sas)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mahiyetinde olan her şeydir (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II, 248) Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin "bid'at-i hasene" kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve Sünnet'te dayanakları vardır Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz Rasûlullah (sas), şu hadislerinde bid'atin tarifini yapmışlardır: "Sonradan ortaya çıkan herşey bid'attir; her bid'at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler "(Müslim, Cumua, 43; Ebû Davud, Sünnet 5; Nesâî, lydeyn, 22; İbn Mâce, Mukaddime, 7) Huzeyfe b el-Yamân'ın rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: "Allah bid'at sahibinin orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, sarfını (maddi yardımını), şehadetini kabul etmez O, kılın yağdan çıktığı gibi İslâm'dan çıkar " (İbn Mace, Mukaddime, 7/49) Bu ikaz karşısında müslümanların dikkatli davranacakları ve bid'atın ne olduğunu araştıracakları muhakkaktır Abdullah b Abbâs (ra)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyrulur: "Allah, bid'at sahibinin amelini, bid'atından vazgeçinceye kadar kabul etmez" (İbn Mâce, Mukaddime, 7/50) Amellerinin kabul edilmeyeceğini bilen bir müslüman korkar ve neyin bid'at olup, neyin olmadığını araştırır Meselâ, Rasûlullah'a selam ve salât Allah'ın emridir Ama Rasûlullah'ı anmak için dini törenler yapmak ve mevlit okutmak kimin emridir? Ölüleri hayırla anmak ve onlara dua etmek sünnette vardır Ama ölüler için mevlit okutup, kırkıncı, elli ikinci geceleri tertip etmek İslâm'ın hangi hükmüne dayanır Allah için sadaka vermek, zekât ve fitre dağıtmak Allah'ın emri gereğidir Ama ölen birisi için devir, yani ölünün ibadet borcunu düşürmek için mal ve para taksimi yapmak, sabun, iğne, iplik dağıtmak kimin emridir? Aslında her iki gruba göre de dinin aslına olan ilâve ya da aslından yapılan eksiltmeler yasaklanmış olup, kötü bir bid'attir Ancak ikinci grup âlimlerin bid'atin tarifi konusunda daha tutarlı oldukları görülmektedir Çünkü ilk grubun bid'at-i hasene kapsamına soktukları şeyler, aslında sonradan çıkmış şeyler değildir; onların Kur'an ve Sünnet'te dayanakları vardır Şu da bir vakıadır ki, birinci gruba tâbi olan fakat bu âlimlerin ne demek istediklerini hakkıyla anlamayan mukallidleri, dinde eksiltme ya da fazlalık durumunda olan şeyleri de bazen bid'at-i hasene kapsamına sokmuşlar; ikinci gruptakilerin mukallidleri ise, bid'at sayılmaması gereken bazı hususları bid'at kapsamına sokarak onlara karşı çıkmış ve hemen hemen her ictihada bid'at demeye başlamışlardır Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak, her ne kadar Hz Peygamber (sas)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir Bunun aksine yukarıda sözkonusu ettiğimiz hususlar kötü bid'at olup câiz değildir Çünkü bu âdetler sonradan meydana çıkmış ve İslâmî itikatlarla çelişmektedir Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır İtikadî konularla ilgili olanlara "itikadî bid'atler", iş ve hareketle ilgili olanlara da "amelî bid'atler" denir Ayrıca mahiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır Günümüzde pek çok bid'at, müslümanların hayatına girmiştir Bu sebeple dininin emirlerini yerine getirmek isteyen her kişi, bu hususa dikkat etmeli; dinde eksiltme ya da ilâve mahiyetinde olan söz, tavır ve davranışların yasaklanmış şeyler olduğunu bilerek bunları hayatından ayıklayıp atmalıdır Burada müracaat edilecek yegane kaynak ise, Kur'ân ve Sünnet'tir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #296 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBELVÂ-İ ÂMME Belvâ, musibet, zahmet, ıztırap, meşakket, güçlük gibi anlamlara gelir Âmme, ise bütün, herkes, umûm demektir Buna göre "belvâ-i âmme" herkesi kapsayan meşakkat ve güçlük demektir Terim olarak belvâ-i âmme; kaçınılması güç, umûmun mübtela olduğu bir şey hakkında husûsî bir hüküm verilmesidir Dinimiz kolaylık dinidir Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk değil ", (el-Bakara, 2/185) buyurulur Bu nedenle "belvâ-i âmme" fıkhın fer'î kaynaklarından biri olmuştur Müslümanların çoğunun uğradığı güçlük ve meşakkatler bu kaideye dayanılarak hafifletilmiştir Bunlardan birkaç misal verelim: Sokakta elbisemize sıçrayan ve korunması mümkün olmayan su ve çamur damlalarıyla namaz kılmanın caiz olması; Özürlü kimselerin özürleri sebebiyle bulaşan pislikle namaz kılmalarının caiz olması; Çocukların öğrenmek için abdestsiz olarak Kur'an-ı Kerîm'i ellerine almalarının caiz olması; Binalardaki tuvaletlerde tuvalet esnasında ön ve arkayı kıbleye çevirmenin caiz olması; (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, Kahire 1968, s 76-77) Doktor ve sağlık görevlilerinin tedâvî için kadın ve erkeklerin avret mahallerine bakmalarının caiz olması gibi Ancak hakkında nas olan hükümler "belvâ-i âmme" sebebiyle kolaylaştırılamaz İnsanın idrarı elbisesine bulaşır, bunda belvâ-i âmme vardır, diye idrarın necis olmadığına hükmedilemez, çünkü bu konuda nas vardır (Atıf Bey, Mecelle Kavâid-i Kulliyye Şerhi, İstanbul 1327, s 25) BER' Kötü görülen, hoşlanılmayan şeylerden uzak durmak, tertemiz ve her türlü kirden uzak yaratmak, iyileşmek ve şifa bulmak anlamlarına gelen ve yaratılışı ifade eden bir terim Kelimenin kökü Be-ra-e' fiilidir Min' edatıyla kullanıldığında -den uzaklaşmak, ilgiyi kesmek'; Tef'îl' babında 'Ber ra e' şekliyle aklamak, beraet ettirmek; 'istif'âl' babında 'İs teb-ra-e' şeklinde kullanıldığı zaman ise temizlenmek, berâatını istemek anlamlarına gelir Allah'ın güzel isimlerinden olan Bârî, Allah'ın yarattığı şeyleri tertemiz yarattığını ve her türlü kirden arındırdığını ifade eder (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4876) Hak Teâlâ zatı, sıfatları, isimleri, fiilleri ve şuûnatıyla tertemiz, her türlü çirkinlik ve kirden müberra ve her türlü noksanlıktan uzak olduğu için; O' nun yaratması da böyle tertemiz ve her türlü noksanlık ve kirden, ayıptan uzaktır Kelimenin Kur'an'da geçen diğer şekillerinin de kuşkusuz bu kök anlamıyla yakından bağlantısı vardır Sözgelimi, Hz İsa'nın "körü ve alacalıyı ibrâ ettiği", yani iyileştirdiği belirtilir (Âli İmrân, 3/49) Yusuf suresinde Hz Yusuf veya Aziz'in karısı "Ben nefsimi tebrie etmem"(Yusuf 12/53) derken nefsini temize çıkarmak, daha doğrusu kötülüklerden uzak görmek istemediğini; çünkü nefsin her zaman kötülüğü emrettiğini belirtir İnsan, tabiatı gereği yanılır, kötülük ve günah işleyebilir Bu yüzden, Allah' tan başkası temelde barî' değildir; noksanlık, kötülük ve günah insanın ayrılmaz özelliklerindendir Buna karşılık, insan tövbe ve istiğfar ile, haramlardan mümkün olduğunca kaçıp, emredilenleri yerine getirmekle günahlardan temizlenir, yani nefsini tezkiye' eder; ama tebrie' edemez İslâm'ın oldukça önemli kural ve esaslarından olan teberrî' veya teberrâ' ise, Allah'ın düşmanlarından uzak durmak, onları velî, sırdaş ve lider edinmemek, kendilerine özellikle müslümanların kaderiyle ilgili görevleri tevdî etmemek ve onlarla gönülden dost olmamak demektir (el-Bakara, 2/166-7; el-En'âm, 6/68; el-Enfâl, 8/48; et-Tevbe, 9/3) Aynı 'Be-ra-e' fiilinden türeyen 'Berâet' kelimesi ise; "mahkemede suçsuzluğu ortaya çıkmak ve suç töhmetinden kurtulmak", siyasî hukuk açısından ise "ilişkileri kesme, sulh durumuna son verme" anlamlarına gelir ve Kur'an-ı Kerîm'de Tevbe suresinin başında kullanıldığı biçimiyle, artık İslâm'ın hakim duruma geçtiği konumda ya İslâm'ı seçmek, ya da savaşa hazır olmak şıklarından birini tercih hususunda müşriklere verilen ültimatom (Elmalılı, Hak Dini Kur' an Dili, Tevbe,1 ) manasını ifade eder Yine, aynı fiilden gelen "beriyye" kelimesi ise "yaratıklar" demektir Kur'an'da 'hayru'l-beriyye' ve 'şerru'l-beriyye' şeklinde geçer (Beyyine, 98/6-7) el-BERR Allah'ın isimlerinden biri Kullarına şefkatli olup, lûtuf, ihsanı, keremi, iyiliği ve bahşetmesi çok olan anlamına gelen Allah'ın Esmaü'l-Hüsnâ'sından biri Allahu Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık ister; zorluk istemez Zorluk çıkaranları da sevmez Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, örter; merhametlilerin merhametlisidir; bir iyiliğe on mükâfat verir Kötülüğün cezası ise bir katını geçmez Bir kul, gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzünden onu yapmamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır Buna karşı, bir kötülük yapmayı tasarlamış ve kararını vermişken herhangi bir sebeple yapmamışsa ona ceza verilmez Berr, "iyiliği ve hayrı geniş olmak" anlamındaki "birr" masdarından sıfattır Kur'an'da şöyle geçer: "Gerçek biz bundan evvel (muvahhid olarak) O'na ibadet ediyorduk Şüphesiz ki O, (evet) O, (va'dinde sadık) ihsanı bol, çok esirgeyicidir " (et-Tûr, 52/38) Evet, Cennet'e girecekler böyle diyecektir Allah kullarına karşı şefkatlidir O, hiçbir fiilinde zulüm ve hiçbir hükmünde de haksızlık etmez İnsanlar, nankörlük ederek kendileri haddi aşarlar Oysa Allah sonsuz nimetler vermiş, sonsuz ihsanda bulunmuştur Kullar kendileri kendilerine zulmederler Allah onca inkâr, kötülük ve nankörlüklere karşı ceza vermede acele etmez O, sonsuz kerem sahibidir O, yardım edenlerin en hayırlısıdır Allah kullarına çok merhametlidir (el-Bakara, 2/207) "Şüphesiz Rabbiniz Rauf'dur, Rahim'dir, çok şefkatli, çok merhametlidir " (en-Nahl, 16/7; Ayrıca bk Rahmân, Rahim Mad) BERZAH Set, engel, iki şey arasındaki perde Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi (ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya da kabir âleminin adıdır (es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s 38; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât s 56) Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir Bunlardan "İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır karışamazlar "(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında kullanılmıştır (el-Furkan, 25/53) Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım " Hayır onun söylediği hu söz hakikatte boş laftan ibarettir Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır " şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında kullanılmıştır (el-Mû'minun, 23/100) Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır Hadislerde belirtildiğine göre kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi uyuyun Gelin çok sevildikçe rahat uyur Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar gelinler gibi uyurlar " (Tirmizî, Cenaiz, 70) Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler" (Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s 34-36) Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez, insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya azap görür O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir Yaşayışla ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir varlıktır Bunun mahiyetini ancak Allah bilir (Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s 28 BEŞER İnsan, insanoğlu, insanüstü, ademoğlu Beşer bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi demektir (İbn Fâris, Mu'cemul Mekayîsi'l-Luğa, Mısır 1969, I, 251) İnsana beşer denmesi, hayvanların aksine üzerinde yün, kıl ve tüy gibi şeylerin bulunmayıp derisinin olduğu gibi görünmesindendir (Râğıp el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'an, Beyrut (ty) 47) Aynı kökten gelen "beşere": Üst deri, derinin üst tabakası; "beşîr": güzel yüzlü, müjdeleyici; "beşâre": güzellik anlamına gelir (İbn Fâris, age, I, 251) "Beşerî" ise, insana ait olan, ilâhî olmayan anlamında kullanılır Sözlük anlamından da anlaşılacağı üzere "beşer" tabiri, insan hakkında, onun maddî yönü ve dış görünüşüyle ilgili olarak kullanılır Kullanışta kelimelerin ince anlamlarını göz önünde bulunduran Kur'an-ı Kerîm, beşer sözcüğünü insanın bu yönüyle ilgili olarak ele almıştır (Râğıp el-Isfahânî, age, 47) Meselâ: "Ve O, sudan bir beşer yarattı" (el-Furkan, 25/54) "Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir beşer yaratacağım Onu düzenleyip (insan şekline) koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın"(el-Hicr,15/28-29) "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir beşer yaratacağım" (Sâd, 38/71) ayetlerinde beşerin maddî yönü ve şekli, bedeni sözkonusu edilmektedir Burada özellikle ilk ayet (Furkan, 25)'teki mesaj, bu gerçeği açık biçimde ortaya koymaktadır Bilindiği gibi, her canlının sudan yaratılmış olmasının yanı sıra, insan da iki şekilde sudan yaratılmıştır Biri, suyun yeryüzündeki, hatta tüm görünür âlemdeki varlıkların temel kaynağını oluşturması ve özellikle topraktan meydana gelen tüm yaratıkların ancak suyla hayat bulmaları bakımından, diğeri de içinde insanın tohumunu barındıran meninin de su kabul edilmesi sebebiyledir İnsanın, beşeri yapısı ve yaratılışı gereği karşıt cinsiyle birleşip üremesi, akrabalık bağı kurması, çocuk yapması onun beşerî özelliğini yansıtır Allah'a iman etmeyenler insanı yalnızca bir beşer olarak kabul ederler ve onu sadece dış nitelikleriyle ele alırlar Bugün de bütün düşünce akımlarıyla Batı kültür ve medeniyetinin temsil ettiği bu anlayış, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişkiden ibaret bir hayata sahip varlık olarak değerlendirirler Müşrik kavimlere bir peygamber gönderilse, onlar beşerin peygamber olamayacağını söyleyip, peygamberlere karşı, hep cephe almışlardır Onlar peygamberlerine "Sen de bizim gibi bir beşersin" diyorlardı Nitekim müşrik liderlerinden Velid b Muğîre'nin Kur'an hakkındaki sözleri şöyle nakledilmektedir: "Bu, dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir Bu, sadece bir beşer sözüdür " (Müddessir, 74/24-25) Başka ayetlerde de şöyle buyurulur: "Semûd (kavmi) de uyarıcıları yalanladı: "Bizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz dediler " (el-Kamer, 54/24) "Böyledir, çünkü peygamberleri, açık deliller getirirlerdi fakat, onlar (peygamberlere): "Bir beşer mi bize yol gösterecek deyip inkâr ettiler ve yüz çevirdiler " (et-Teğâbun, 64/6) Onların bu isimlendirmelerine karşılık Kur'an-ı Kerîm, peygamberlerin de beşer olduklarını beşer olma yönüyle diğer insanlarla eşit olduklarını ifade ettikten sonra, ancak onlara vahiy geldiğini ve bu sebeple diğerlerinden farklı olduklarını vurgular Bu nedenledir ki Yüce Allah Peygamberimize şöyle demesini emreder: "Ben de sizin gibi bir beşerim; ilâhınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolunuyor " (el-Kehf, 18/110) Buna karşılık ayrıca müşrikler insanı yalnızca, fizikî görünümüyle, yani beşeri yanıyla değerlendirdiklerinden, kendilerine fizikî açıdan normalin dışında güzel gelen bir insan karşısında hayrete kapılıp: "Allah için böyle beşer olmaz, bu ancak kerim melektir " (Yusuf,12/31 şeklinde tepki gösterirler Ama, insan yalnız beşerî yönüyle değil, vahy alan yönüyle de insandır İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur'an'ın ifadeleriyle unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zalimliğinin ve zayıflığının sembolüdür Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın Ademiyyet yanıdır, batınî duyularıdır, kalbidir İnsan beşer olarak kalmamalı beşeriyetini ademiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır Kur'an'da, yetkin hale ahsen-i takvîm -en güzel kıvam, en güzel yaratılış denirken, insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve hayvanlaşmış beşeriyete yuvarlanmış haline de 'esfel-i sâfilin- alçakların alçağı' denilmektedir (et-Tin, 95/4-5) BEŞÎR Müjdeci ve müjde veren, güleç yüzlü insan Bu kelime korkutucu ve tehlikeyi haber verici anlamına olan "nezîr" ifadesiyle beraber Kur'an-ı Kerîm'de sekiz yerde geçmekte olup peygamberler hakkında kullanılmaktadır (el-Bakara, 2/119; el-Mâide, 5/19; A'râf 7/188; Hud,11/2; Sebe', 34/28; Fâtır, 35/24) Çünkü peygamberler insanlara Allah'ın rahmet ve nimetini müjdelerler, inanmayanları ise Allah'ın azabıyla korkuturlar Bu ayetlerden birinde Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey kitap ehli! Peygamberler'in arası kesildiğinde, "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, size (Allah'ın dinini) açıkça anlatacak peygamberimiz geldi Şüphesiz o, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir " (el-Mâide, 5/19) Beşîr sıfatını taşıyan peygamberler, Allah'a iman edip onun hüküm ve emirlerine itaat edenlere verilecek mükâfaatları bildirir ve mümin kitleyi Cennet nimetleriyle müjdelerler Allah'ın dinine davet eden beşîr, peygamberlik görevini yerine getirirken nefret ettirmeden ve en güzel hikmetle, yumuşaklık ve nezaketle davetini yapar (en-Nahl, 16/125) Dolayısıyla peygamberlerin getirdiği hükümlere ve akideye davet yapan tebliğcilerin de, davet görevini aynı tavırla bir "beşîr" olarak yerine getirmeleri gerekir Peygamberler zorlayıcı, baskı kullanan değil, sadece "(azabı) haber verici ve (Cennet nimetleriyle) müjdeleyici (beşîr)" dir BESMELE "Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîym" sözünün kısaltılmış şekli Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah Teâlâ'nın adını anmak ve bu adla işe başlamak anlamına gelir İslâmiyet'ten önce Araplar, herhangi bir işe başlarken, bağlı bulundukları ilâhlarının adlarını anarak başlarlar, meselâ, Bismi'l-Lat (Lat'ın ismiyle), Bismi'l-Uzza (Uzza'nın ismiyle) derlerdi Her kavimde buna benzer sözlerin kullanıldığı ve meselâ bir hizmetlinin, âmirinin verdiği bir emri yerine getirirken, "Bunu falanın adına yapıyorum" demesi âdettendir Resulullah (sas), İslâm dinini tebliğ etmeğe başladıktan sonra, cahiliye Arapları'nın kullandığı sözü değiştirmiş ve, "Ey Allah'ım, senin adınla" anlamına gelen, "Bismike Allahümme" ve "Allah'ın adıyla" anlamına gelen, "Bismillahi" sözlerini kullanmıştır Ancak Kur'an-ı Kerîm'de Neml suresinin otuzuncu ayeti nazil olduktan sonra besmele son şeklini almıştır Bu ayette Süleyman (as) tarafından yazılan bir mektup söz konusudur Mektupta "Bu mektup Süleymandan'dır ve Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla başlamaktadır" denilmektedir Kısaca besmele dediğimiz ve "Rahman, Rahim olan Allah'ın adıyla" anlamına gelen Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim'in Kur'aân-ı Kerîm'den bir ayet, yahut bir ayetin bir kısmı olduğu anlaşılmaktadır "İşime, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlıyorum O'nun emriyle ve O'nun için bu işin başındayım ve O'nun adına teşebbüste bulunuyorum, O'nun emriyle yapıyorum Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret O'rıun tarafından bana verilmiştir ve O'ndandır O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse ben bu işi tamamlayamam" Helâl ve hayırlı bir işe başlarken, Allah'ın adını anmak, her müslümanın üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir Kur'an-ı Kerîm'de buna işaret eden pek çok emirler, vardır "Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok Allah'ı anın " (el-Bakara, 2/200) "Namazlarınızı kıldıktan sonra, ayakta otururken ve yanlarınızın üzerinde iken Allah'ı anın " (en-Nisa, 4/103) "Rabbı'nın adını an İhlâs ile O'na yönel " (el-Müzzemmil, 73/8) "Rabbı'nın adını sabah akşam an" (İnsan, 76/25) Resulullah (sas)'den nakledilen bir hadîsde şöyle denilmiştir: "Bismillah ile haşlamayan her ciddi iş noksandır " Besmele, Neml suresinde bir ayet olmasına rağmen, gerek Fatiha suresinin, gerek diğer surelerin başındaki "besmele"lerin, o surelerden bir ayet olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür Hatırlanacağı üzere Fatiha suresi başındaki besmele, surenin bir ayetidir Bu, diğer surelerin başındaki besmele gibi değildir Berae suresi dışındaki diğer bütün sureler ise besmele ile başlar Fatiha suresinin ilk ayetinin besmele olduğunu kabul eden Şafiî mezhebi âlimleri ayrı bir besmeleyi öteki surelerde de kabul etmez ve sure başlarındaki besmeleyi sureden sayarlar Bilindiği gibi, bugün müslümanların ellerinde bulunan mushaflar, Hz Osman b Affân (ra) zamanında yazılan, sonra çoğaltılarak çeşitli vilayetlere gönderilen nüshaların kopyasıdır Bu nüshalarda Berae suresi dışındaki bütün surelerin başına besmele yazılmıştır Hz Osman'ın (ra) bu işi yaparken, şüphesiz, ne yaptığını çok iyi bildiği ve yazılan mushaf nüshalarına herhangi bir sözün girmemesi için büyük dikkat ve titizlik gösterdiği muhakkaktır İşte bu görüşten hareketle sure başlarına yazılan besmelenin, ilgili oldukları surelerden bir ayet olması düşünülebilir Nitekim İmam Şâfiî, bu görüşe kâni olarak, Fatiha suresi başındaki besmelenin bu sureden bir ayet olduğunu söylemiş ve namazda okunmasını farz saymıştır Diğer sureler hakkında ise, kendisinden, bir defasında, besmelenin surelerden bir ayet olduğu, bir defasında da olmadığı tarzında iki değişik rivayet mevcuttur Hanefilere göre, besmelenin mushafta yazılmış olması, onun Kur'an' dan olduğunu işaret eder Ancak namazda, Fatiha suresinin başında okurken, Fatiha gibi cehren (sesli) okunmaması, besmelenin Kur'an'dan bir ayet olmadığını gösterir Diğer surelerin başında yer alan besmeleler de böyledir O halde her sure başındaki besmele, Kur'an'dan bir ayet olsa bile, başında bulunduğu sureden bir ayet değildir Sadece surelerin arasını ayırmak için, teker teker indirilmiştir İmam Mâlik'in bu konudaki görüşü diğerlerinden farklıdır O'na göre, sure başlarındaki besmele, Kur'an' dan değildir Bununla beraber yeni bir sureye başlarken her işte olduğu gibi, başlama alâmeti olarak yazılmıştır Bu sebepledir ki İmam Mâlik, farz namazlarda, Fâtiha'dan önce besmelenin cehren okunmasına karşıdır Aynı şekilde o, sessiz (sırren) okunmasını da meneder Bismillahi'r-rahmani'r-rahim sözü dört kelimeden oluşan bir cümledir Bunlar: İsim, Allah, Rahman, Rahim kelimeleridir Ancak isim kelimesinin başına bir "b" harfi getirilmiştir Bu harf, kendinden önce var olduğu düşünülen bir fiile, sonraki cümleyi bağlamak için kullanılmıştır 'b' harfinden önce var sayılan fiil başlarım, 'okurum', 'yaparım' olabileceği gibi 'başla', 'oku', 'yap' şeklinde emir de olabilir Buna göre besmele, bu fiillerden birisinin var kabul edilmesiyle beş kelimeden meydana gelmiş olur "(Rahim) ve (Rahman) olan Allah'ın adıyla başlarım" gibi Besmeledeki ilk kelime olarak görülen isim, bir hususa işaret etmek üzere konulmuş addır Ahmet, Ali, ağaç, su gibi isimler, özel isim ve cins ismi olmak üzere iki kısımdır Şahıs isimleri ile yer veya şehir isimleri özel isimdirler Bu isimler kimin adı ise, hangi yer, şehir, kurumu belirtiyorsa başkalarında bulunmayan, kendilerine özgü özellikleri vardır Buna karşılık, tahta,masa,ağaç,insan gibi isimler cins ismidirler Genel bir anlam belirtirler Bu sebeple "Ahmet" denildiği zaman, onun insan olduğu anlaşılır Çünkü Ahmet, insan cinsi içinde yer alır Fakat insan denildiği zaman mutlaka Ahmet anlaşılmaz Çünkü Ahmet'ten başka insanlar da vardır Özel isim olan Ahmet kelimesi ile, cins isim olan insan kelimesi arasındaki bu farklılık, Ahmet'in her insanda müşterek olan sıfatlarla tarifini imkânsız kılar Meselâ Ahmet, iki eli ve kulağı olan, iki göze ve bir buruna sahip bulunan kimsedir demekle tarif edilmez Çünkü bunlar, her insanda bulunan uzuvlardır Bu sebepledir ki, bir kişiye veya bir şeye and olarak verilen özel isim, sadece ona hastır Ve onu diğer benzerlerinden ayıran özelliklerin alâmetidir Yine bu sebeple özel isimlerin eş anlamlısı aranmaz Başka bir kelimeye tercemesi yapılmaz Besmele'de yer alan ikinci kelime Allah ismidir Allah, kendine has doksandokuz sıfatı olan zatın yüce ismidir Gerçek mabudun adıdır ve özel ismidir Allah Teâlâ'nın kendine has sıfatlarından bazılarını, Kur'an-ı Kerîm'in aşağıdaki birkaç ayetine işaret ederek gösterebiliriz "O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yok'tur O, gizliyi de aşikârı da bilendir O, esirgeyen, bağışlayandır O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka ilâh yoktur Hükümrandır Mukaddestir, selâmdır, mümindir, müheymindir, azizdir, cebbardır Allah müşriklerin ortak koşmasından münezzehtir O öyle Allah'tır ki, yaratan, yarattıklarına şekil verendir En güzel isimler O'nundur Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih eder O, hüküm ve hikmet sahibidir " (el-Haşr, 59/22-24) İşte Allah, bazılarını işaret ettiğimiz bu ve buna benzer, üstün sıfatları zatında toplamaktadır Besmele'de yer alan üçüncü kelime, 'Rahman' kelimesidir Bu kelime kendinden önce ismi zikredilen yüce zatın sıfatıdır Yani Allah Teâlâ'nın sıfatıdır Rahman kelimesi, rahmet kelimesinden türetilmiştir Rahmet, sözlükte, insan kalbinin bir kimseye acıma ile birlikte meydana gelen bir yakınlık duygusudur ki, bu acıma ile yakınlığın artması ve şiddet kazanması halinde, o kimseye karşı fiilî yardıma dönüşür Bu sebepledir ki, o kimse hakkında 'çok merhametli' denir Ancak insandaki bu merhamet duygusunu, Allah Teâlâ'nın merhametini arılamakta bir ölçü olarak kullanmamız mümkün değildir Çünkü insandaki merhamet duygusu geçici bir haldir Ancak bir üzülme ve acıma neticesinde ortaya çıkar Üzülme ve acımanın ortadan kalkması ile merhamet duygusunun da yok olduğu görülür Allah Teâlâ ise üzülme ve ani olan, sönüp geçen acıma duygusundan münezzehtir Acıma kelimesindeki insanî haslet geçicidir Allah Teâlâ bu geçici hasletlerden münezzehtir Bu sebeple Allah Teâlâ'nın rahmeti, kullarının merhametiyle kıyas olunamıyacak bir üstünlük arzeder ve ezelden ebede, eser ve neticesi nimetler ve bağışlar olarak ortaya çıkan sonsuz bir merhameti gösterir İlâhi rahmetin ezelden ebede sonsuzluğu, Allah Teâlâ'nın zatına has olan, zatıyla birlikte kadîm olan irade sıfatının bir sonucudur Bu kulları için daima hayrı murat ettiğini gösterir Allah Teâlâ'nın iradesi, olabilecek veya olmayabilecek her şeyi, irade sıfatının taalluku ile dilediği zamanda ve dilediği şekilde yapması veya yapmaması anlamına gelir Bir şeyi yapmasında veya yapmamasında, O'nun iradesine dışarıdan tesir edecek, yapmaya zorlayacak veya yapmamaktan vazgeçirecek hiç bir güç yoktur Allah Teâlâ'nın bu sıfatı, O'nun zatına has bir sıfat olması dolayısıyla, zatıyla kaim ve kadîm bir sıfattır İşte ilâhî rahmet, böyle bir sıfatın insanların hayrına, yahut iyiliğine ortaya çıkmasını gösterir Allah Teâlâ'nın bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları iradesiyle yaratması, yaşayışlarını sürdürebilmeleri için çeşit çeşit rızıklar vermesi, bunlar arasında insana ayrı bir mertebe vererek, onu akıl, duygu ve düşünce ile diğerlerinin üstüne çıkarması, kısacası, her şeyi yerli yerinde sevk ve idare etmesi, O'nun sonsuz rahmetinin bir neticesidir Rahman, yukarıda da işaret edildiği gibi, rahmet kelimesinden türemiş olup, son derece merhametli, çok rahmet sahibi anlamlarına gelen bir sıfattır Ancak bu sıfat, ezelî ve ebedî bir rahmeti işaret ettiği için hiç kimse hakkında kullanılmamış, yalnız Allah Teâlâ'ya tahsis edilmiştir Rahman kelimesinin diğer bir özelliği de Kur'an-ı Kerîm'de, Allah ismi makamında özel bir isim olarak kullanılmış olmasıdır "İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın, hangisi ile çağırırsanız, en güzel isimler O'nundur " (el-İsra, 17/110) "Senden evvel gönderdiğimiz resullerimizden sor: Biz, Rahman'dan başkasını ilâhlar yapmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45) "Sen ancak Kur'an'a uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseleri korkutacaksın " (Yâsin, 36/1 I ) "(Cennet), görmeden Rahman'dan korkan ve (O'nun tâatına) yönelmiş bir kalp ile gelen kimselere hastır " (Kaf 50/33) "Ey babam, şeytana tapma, Çünkü şeytan Rahman'a çok asi olmuştur " (Meryem, 19/45) "Rahman'ın yaratışında hiç bir düzensizlik göremezsin" (Mülk, 67/3) Mealleri zikredilen bu ve sayıları elliye varan diğer ayetlerde Rahman' kelimesinin Allah'a has ve Allah ismine eşit bir anlamda nasıl kullanıldığı açıkça görülmektedir Bu sebepledir ki, Rahman özel bir isimdir Ve diğer özel isimler gibi herhangi bir dile terceme edilemez Besmele'de de görüldüğü gibi, Rahman kelimesi, Allah Teâlâ'nın sıfatı olması ve ezelden ebede O'nun sonsuz rahmetine delâlet etmesi dolayısıyla, kapsamı geneldir Yani gözle görülsün veya görülmesin, yoktan var edilmiş veya yaratılmış her ne varsa, hepsi de Rahman'ın eseri neticesidir Bu rahmetin dışında kalmış hiç bir varlık düşünülemez Bu bakımdan her şeyin vücut buluşu, ortaya çıkışı, veya yaratılışı kesbî değil, vehbîdir, irâdî değil cebrîdir, Rahman'ın eseridir İşte bundan dolayıdır ki "Allah Teâlâ, dünya ve ahiretin Rahmanı'dır" denilmiştir Allah Teâlâ, hiç bir şeyi sebepsiz ve kıymetsiz yaratmamış, yarattıklarını başı boş bırakmamıştır Rahmet-i Rahman'ın bir eseri olarak insanı yarattığı zaman, ona kendi iradesinden bir de irade ihsan etmiş; böylece insanın kendi irade ve ihtiyariyle çalışıp kazanmasını ve değişip gelişmesini sağlayacak yolu göstermiştir Zira insana çalışmakla tembelliği, ilim ile cehaleti, hak ile haksızlığı, adalet ile zulmü, şükür ile nankörlüğü, itaat ile isyanı, iman ile küfrü, kendisini dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak doğru yol ile hüsrana götürecek eğri yolu biribirinden ayırt etmesini sağlıyacak bir akıl vermiş; aklını kullanıp doğru yolu bulana rahmetini artıracağını; akılsız davranıp eğri yolu seçeni bu rahmetten mahrum bırakacağını, üstelik akılsızlığının cezasını çok ağır bir şekilde ödeteceğini bildirmiştir İşte, Allah Teâlâ'nın, Rahman sıfatının bir eseri olarak, âlim, cahil, çalışkan, tembel, haklı, haksız, adil, zalim, mutî, âsi, mümin, kâfir ayırımı yapmadan herkese ve her yarattığına teşmil ettiği rahmetine ilâve olarak; sadece, âlime, çalışana, haklıya, adile, mutîye, mümine hasılı kendi iradelerini Allah'ın iradesiyle ahenk içerisinde tutabilen herkese ihsan ederken diğerlerini mahrum bıraktığı rahmeti, O'nun Rahîm sıfatının icabıdır Bu Rahîm sıfatı, besmelenin dördüncü kelimesi olarak yer almıştır O halde bunu kısaca ifade etmek gerekirse; başlangıçta çalışana ve çalışmayana bakmadan, onu vücuda getirerek öylece idare etmek, Allah Teâlâ'nin Rahman sıfatının eseri iken, sonradan çalışana çalıştığının semeresini vermek de O'nun Rahîm sıfatının sonucudur Bir başka ifadeyle denebilir ki, insan istese de istemese de, kendisine vücut verilmiş ve bunun bekâsı için gerekli nimetler ihsan edilmiştir Bu, ezelden ebede Rahman olan Allah Teâlâ'nın rahmetidir Fakat insan, Allah Teâlâ'nın irade ve ihtiyarını temsil etmek ve O'na yakınlaşarak rızasını kazanmak için yaratılmıştır Bunun için kendisine irade ve akıl verilmiştir Bunları doğru yolda kullanarak rızasını kazanan insan, Allah Teâlâ'nın mükâfatına nail olur Doğru yoldan sapan ise bundan mahrum olur Bu da Cenâb-ı Hakk'ın Rahîm sıfatından yayılan rahmetidir Bu sebeple denilir ki "Allah Teâlâ, ahiretin Rahîmidir Yani ahiret günü bütün müminlere rahmeti ile muamele eder" Allah Teâlâ'nın Rahman sıfatı, kendisine has zât sıfatı olduğu halde; Rahim sıfatı, kendi iç güdüleri veya iradeleriyle hareket eden yaratıklara bir nebze olsun bahşedilmiş bir sıfattır İnsanların kendi yavrularına veya biribirlerine besledikleri şefkat ve merhamet dolu yardım duygusu, yahut bir kuşun, yavrusu başında kanat çırpışı, sahip oldukları bu rahîm sıfatının bir eseridir Bundan dolayı insanın, Allah Teâlâ'nın zatına has olan Rahman sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olmadığı halde rahîm sıfatıyla nitelendirilmesi mümkün olabilir Nitekim bir kimse hakkında çok merhametli anlamına rahîm denilmesi bundandır BEY'AT Kabul etmek, razı olmak ve tasdik etmek anlamında kullanılan bir ıstılah Bey'at "Bir mükellefin, ehil olan bir cemaat (Ehlu'l-hall ve'l-akd) tarafından tesbit edilen Halîfe'ye (İmam'a, Ulû'l-emr'e) itaat edeceğine ve sadık kalacağına dair söz vermesidir" Bu bir anlamda mükellefin İslâmî olan (meşrû) her emirde hoşuna gitse de, gitmese de itaat edeceğine dair yaptığı bir sadakat yeminidir Zira Resul-u Ekrem (sas)'in: "Müslümanlar gerek hoşlarına giden, gerek hoşlarına gitmeyen her hususta, kendilerinden olan emir sahiplerine itaat ederler Bununla yükümlüdürler Ancak günah işlemeleri emredilirse itaat etmezler" (Buhârî, Ahkâm, 4) buyurduğu bilinmektedir Yine diğer bir hadîs-i şerif'te: "Âllahu Teâlâ'ya isyan olan yer ve konuda mahlûka itaat yoktur İtaat ancak ma'ruftadır" (Müslim, İmâre, 39; Ebû Davûd, Cihad, 87; Nesâî, Bey'at, 34; İbn Mâce, Cihad, 40) buyurulmuştur Dolayısıyla bey'at sonucunda ortaya çıkan itaat İslâmî hükümlerle sınırlıdır Allahû Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlerin hakkı ile edâ edilmesi ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemesi için, bey'at zaruridir İslâm ûleması "bey'at ile ilgili ilimlerin, mükellef olan her erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn olduğu" hususunda müttefiktir Nitekim İbn Hümâm: "Mü'minlerin kendi içlerinden bir imam seçmelerinin lüzumunun sebebi, İslâmî emirleri hakkı ile edâ etmek içindir" (İbn Hûmam, Kitâbu'l-Musâyere, İstanbul 1979, s 265) diyerek, meselenin hassasiyetine işaret eder Dolayısıyla bey'at, müslüman kadın ve erkeğin, müslüman lidere karşı görev ve sorumluluğu, Kur'an'da belirtilip sünnet ile açıklanarak uygulandığı şekilde, kabul etmek için yaptıkları sözleşmedir Bey'at, cemaatın selâmeti ve muhafazası, hudûdullah'ın tatbiki için müminlerin kendilerine bir emir tayini ile bu emire itaat etmek üzere ahidleşmeleridir Hududullah'ın tatbiki, mutlaka organize edilmiş kurumları ve yetkileri belirtilmiş bir sosyal olgu gerektirdiğine göre; inanan müslümanların böyle bir sosyal olguyu gerçekleştirmek için bir lider ve başkana meşrû hududlar içinde bey'at etmeleri şart olmaktadır Kur'an merkezî bir itaatı gündeme getirmiştir Toplumun selâmeti; emrine itaat edilen bir imamın varlığı ile mümkündür Herkes o imamın işareti ile hareket eder İmama itaat edilmesi için; onun kendisine itaat edilecek derecede doğru ve bilgi sahibi, cesur ve dirayetli olması, hür olması, kendisine bey'at edenler arasında bir ayırım yapmadan onlardan herhangi birine bir zarar geldiği zaman bunun bütün topluma geldiği ve toplum için bir tehdit oluşturduğu görüşünde bulunması, düşmanın her türlü hile ve metodunu anlayacak kapasitede olması ve tâğûtî metotlardan uzak olarak işlerini şûrâ ile yapması gerekmektedir Kendisine bey'at edilen, müminlerden bey'at alırken bu göreve ehil olup olmadığını düşünmeli, Kur'an ve sünnete bağlı kalıp kalamayacağını, Râşid hâlifelerin yollarını takip edip edemeyeceğini düşünmelidir Eğer İslâmî hükümler ve selef-i salihini izleyebileceğini düşünebiliyorsa bey'at almalıdır Çünkü bey'at alması, inananların düşmandan kaçmayacaklarına, kendisini destekleyeceklerine, hakkın ikamesine çalışacaklarına, yalan söylemeyeceklerine, zalimlerden intikam alacaklarına kısaca hududullahı muhafaza edeceklerine dair söz ve and vermeleriyle yapılmaktadır Onların bu andını kabul ettikten sonra bu prensipler dahilinde musafahalaşırlar Bey'at; kitap, sünnet ve sahabe-i kirâm'ın icmaı ile sabit olan sâlih bir ameldir Kur'an-ı Kerîm'de, Resul-u Ekrem (sas)'e hitâben: "Sana bey'at edenler, ancak Allah'a bey'at etmiş olur Allah'ın eşi onların (Bey'at edenlerin elleri üstündedir Şu halde kim (bu bey'at bağını, ahdini) çözerse, kendi aleyhine çözmüş olur Kim de Allah ile sözleştiği şeye vefa ederse (Allah) ona büyük bir ecir verecektir" (el-Feth, 48/10) hükmû beyan buyurulmuştur Bey'at, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde ve siyasî otorite ile olan münasebetlerinde, İslâm'ın hükümlerine razı olduklarını ihlâsla ortaya koyan bir akiddir Bilindiği gibi müminlerin kendi aralarından seçtikleri bir Ulû'l-emr'e (siyasî otoriteye) itaat etmeleri kat'î nasslarla farz kılınmıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm' de: " Ey iman edenler! Allah'a itaat edin Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine (Ulû'l-emr'e) de (itaat edin) " (en-Nisa, 4/59) emri verilmiştir İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirebilecek ve bu uğurda her türlü engeli aşabilecek vasıftaki insanın tesbiti önemli bir hâdisedir Bu sebeple fukahâ bey'at edilecek kimsede aranan vasıflar hususunda titizlik göstermiştir Şurası muhakkak ki, halîfe (ulû'l-emr), müminlerin irade beyanı ve rızaları sonucu ortaya çıkabilir Zorbalıkla ve kılıç zoruyla (ikrahla) alınan bey'at geçerli değildir Zira Hz Ömer (ra): "Bir kimse müslümanlara danışmadan ister kendisi başkan olmak, isterse de başkasını başkanlığa geçirmeğe kalkışırsa (vazgeçmediği tadirde) onu öldürmelisiniz"demiştir (Muhammed Ravvas Ka'l-aci, Mevsûatu fıkh Ömer b el-Hattâb, 1401/1981, 103) Öldürülmeye müstehak olan tiplerin "meşru bir ûlû'lemr" olarak değerlendirilebilmesi imkânsızdır Fûkahâ'dan bazıları "Zarûret" halinde, zorbalıkla (kuvvet kullanarak) başa geçen, fakat İslâmî hükümleri tatbik eden kimselere itaat edilebileceğini zikretmişlerdir Nitekim İbn Âbidin "Reddü'l Muhtar" da: "Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir" demektedir Ancak İmam'da bulunması gereken vasıflar kendisinde mevcut olmalıdır Hilâfete tayinde asıl olan, müminlerin seçmesidir İmamlık akdi ya halîfenin kendi yerine birini seçmesiyle olur -nitekim Hz Ebû Bekir (ra) böyle yapmıştır- yahut ûlemâdan ve söz sahiplerinden bir cemaatin bey'atiyle olur İmam Eş'arî'ye göre şahitler huzurunda olmak şartı ile söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey'atı yeterlidir Şâhidler huzurunda olması, şayet inkâr vâki olursa, onu defetmek içindir Mûtezile ise, beş kişinin bey'atını, hanefilerden bazıları da, bir cemaatın bey'atını şart koşmuş, belli bir sayıya itibar etmemişlerdir Zarûretten maksad fitneyi önlemektir Bir de Peygamber (sas): "Size burnu kesik Habeşli bir köle bile hükümdar olsa dinleyin ve itaat edin! " buyurmuştur (Buhârî, Ahkam, 4) diyerek konunun mahiyetini izah eder İleriyi görebilen İslâm âlimleri, "Zarûret" mefhumunun sınırlarının bir hayli nazik olduğunu bilir Zalimlerin, fâsıkların, delilerin ve çocukların halîfeliğine; "fitne çıkmasın" gerekçesiyle razı olmanın faturasını ümmet çok ağır ödemiştir İslâm topraklarındaki tağutî iktidarların oluşmasında, farz olan "emaneti ehline verme" fiilinin terkedilmesinin büyük payı vardır Resul-u Ekrem (sas)'in: "İş, ehil olmayanın eline geçti mi, kıyameti gözetleyiniz" (Buhârî, İlim, 2) mealindeki tesbiti üzerinde iyi düşünülmelidir Kaldı ki sadece müminlerin emirinin (Halife'nin) muttakî olması kâfi değildir Bu muttakî olan halîfe'nin her sahada, müminlerin en ehliyetli olanına görev vermesi zarûrîdir Nitekim bir hadîs-i şerifte: "İdaresi altında bulunan müslümanlardan daha ehliyetlisi bulunduğu halde, bir başkasına vazife veren hakikaten Allah'a, O'nun Resulüne ve İslâm milletine ihanet (hâinlik) etmiş olur" (İbn Humâm, Fethü'l-Kadîr, V, 457) hükmü beyan buyurulmuştur Bey'at ile ilgili ilimler mükellef olan her mümin erkek ve kadın üzerine farz-ı ayn'dır Günümüzde "bir kimseye, bey'atın farz olabilmesi için İslâmî bir yönetimin (devletin) bulunması şarttır" tezini ileri süren anlayışlar vardır Halbuki Resul-u Ekrem (sas) ile müminlerin yaptığı ilk bey'at, Akabe'de gerçekleşmiştir Bu tevâtür derecesindeki haber bütün sahîh kaynaklarda mevcuttur Aksini iddia eden hiç kimsenin varlığından söz edilemez Bu bey'at'ın Mekke tebliğ döneminin sonlarına rastladığı da bilinmektedir Mekke dönemi*yle ilgili olarak İmam Serahsî: "O dönemde Mekke İslâm ahkâmının tatbik olunmadığı bir darû'ş-şirkti" (İmam Serahsî, el-Mebsüt, XIV, 57) tesbitini gündeme getirmektedir İbn Abbâs (ra)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîf'te, Medine'nin de aynı dönemde "darû'ş-şirk" özelliği taşıdığı kaydedilmektedir (Nesâî, el-Bey'a, 13) Dolayısıyla ilk bey'atın gerçekleştiği dönemde, İslâmî bir devlet mevcut değildi O şartlar altında, Resul-u Ekrem (sas)'in bey'at alması, müminlerin her halûkârda, kendi içlerinden bir emir seçmelerinin zaruretini ortaya koymaktadır Günümüzde emperyalist kâfirlerin istilâsı altında yaşayan milyonlarca müslüman vardır Bu müslümanlardan bazıları kendi içlerinden bir cihat emirine bey'at ederek istilâyı ortadan kaldırma hususunda gayret sarfederken, bazıları kâfirlerin kültürlerine boyun eğmiş ve tağûtî iktidarları kabullenerek zilleti seçmiştir Halbuki müminlerin kime ve hangi şartlarda itaat edecekleri kat'i naslarla sabittir Kâfirlerin kültürlerine boyun eğerek ve tâğûtî iktidarları kabullenerek yaşamayı esas alanların, "Cahiliye ölümüyle ölmeleri" kaçınılmalıdır Resul-uEkrem (sas)'in: "Her kim ûlû'l-emr'e itaatten bir karış kadar ayrılırsa kıyamet gününde Allah'a ameli hususunda, lehinde hiç bir hücceti olmaksızın kavuşacaktır Her kim de (Ulû'l-emr'e) bey'at sorumluluğu olmadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölür" (Buhârî, Ahkâm, 4; Müslim, el-İmâre, 58,1851) buyurduğu sabittir Müminler için iki yol vardır: Eğer meşrû bir ûlû'l-emr mevcut ise, O'na bey'at etmeleri ve meşrû emirlerine itaat hususunda gayretli olmaları esastır Yok eğer tağûtî bir yönetimin istilâsı altında iseler; kendi içlerinden bir ûlû'l-emr seçmek ve istilâyı ortadan kaldırmak için, dilleriyle, mallarıyla ve canlarıyla cihat etmek zorundadırlar |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #297 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBEY'ATU'R-RIDVÂN Ashabın Allah'ın razı olacağı şekilde, Kur'an'ın hükümlerine uyacaklarına ve Resulullah'ı koruyup onun yanında düşmanlarına karşı sonuna kadar savaşacaklarına dair Hz Peygamber (sas) ile âhidleşmeleri olayı Resul-u Ekrem Hz Muhammed (sas) Kâbe'yi ziyaret ve Umre yapmak gayesiyle Hicret'in altıncı yılı Zülkade ayında ashâbıyla Medîne-i Münevvere'den çıkıp Mekke'ye doğru yola koyuldu (İbn Hîşam, Sîre, III, 321) Hudeybiye'ye indiğinde Hudâalılardan Hıraş b Umeyye'yi elçi olarak müşriklere gönderdi O, müşriklere, savaşmak niyetinde olmayıp yalnızca Kâbe'yi ziyaret için geldiklerini ve Umre yapıp döneceklerini bildiriyordu Elçi İbn Umeyye, Mekke'ye varıp bunu söyleyince müşrikler devesine vurup onu yere düşürerek öldürmek istediler Mekkeli olmayan çoğu Habeşli bazı kimseler araya girip bu elçiyi kurtardılar, geri dönerek durumu Resulullah (sas)'e anlattı Bunun üzerine Resul-u Ekrem Hz Ömer (ra)'i göndermek için yanına çağırdı Hz Ömer (ra): "Ya Resulullah, onlar benim kendilerine olan kin ve düşmanlığımı bilirler Ben onlara güvenemem, şayet onlar tarafından bir işkenceye uğrarsam Mekke'de bana yardımcı olacak akrabalarnn Adiyyoğulları'ndan kimse yoktur Binaenaleyh, Osman b Affân'ı gönderirseniz, orada onun akraba ve yakınları çoktur Hem onu severler İrade ve arzunuzu daha rahat tebliğ edebilir" dedi Bunun üzerine Resulullah (sas) Hz Osman b Affân (ra'ı çağırıp, onu Kureyş'e gönderdi Osman b Affân (ra) Mekke-i Mükerreme'ye varınca önce Resulullah'ın emrini tebliğ etti ve: "Biz Hudeybiye'ye muharebeye gelmedik Yalnız ziyaret ve Umre yapmak için geldik" dedi Bu arada Osman b Affân (ra) Mekke' de iman edip İslâm'a girmiş olanlara fethi müjdelemek istiyordu Bu da Hz Osman'ın görevleri arasındaydı Bu arada Kureyş Hz Osman'a, "İstersen sen Beytullah'ı tavaf et; ancak hepinizin, üzerimize gelip tavaf etmenize izin veremeyiz" dediler Hz Osman b Affân'ın verdiği cevap bir elçiye yakışır nitelikte ve gayet vakurdu: "Allah'a yemin ederim ki Resulullah ve ashabı tavaf etmedikçe ben de Beytullah'ı tavaf edemem" (Vakidî, Kitâbu'l-Meğâzî, II, 602) Hz Osman b Affân'ın bu cevabı üzerine müşrikler onu göz hapsinde tutup Mekke'de alıkoydular Diğer taraftan Hudeybiye'ye "Osman öldürüldü" diye yanlış bir haber ulaştı (İbn Hişam, Sîre, III, 329) Bu haber, müminleri ziyadesiyle üzdü ve Resulullah (sas): "O kavim ile çarpışmadan gidemeyiz" dedi (Taberi, Tarih, III, 77; İbnü'l-Esir, el-Kâmil, II, 203) Bir çağırıcıyı görevlendiren Resulullah (sas), ashaba şunu ilân ettirdi: "Haberiniz olsun ki Resulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi Ona bey'atı emretti" Ashabı Resulullah'a Bey'at'a davet etti Bütün ashab Allah adına ona bey'at ettiler Bey'atleşme, semûre ağacı altında olmuştu Resulullah, ağacın altında oturmuş, ashabından bey'at alıyordu Ashab, Hz Peygamber'e, "Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler" Resulullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız " Ashabından herbirini bir söz, bir ahd ve bir birlik üzere olmaya bey'at'e çağıran Hz Muhammed (sas) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup, "Bu da Osman'ın bey'atı" demesi Hudeybiye'deki müminleri çok heyecanlandırdı (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120) Onun bu ifadelerini işiten Mekkeli müşrikler, Osman b Affân (ra) ve bir kısım Mekke'deki müslümanları serbest bıraktılar Arkasından, Suheyl b Amr'ın başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Resulullah'a gönderdiler Burada İslâm tarihinde meşhur olan Hudeybiye Andlaşması* yapıldı Resulullah (sas), Hudeybiye'de yapılan ve adına Bey'atu'r-Rıdvân denen bu olay ve bey'atleşme için şöyle buyurmuşlardır: "Bey'atu'r-Rıdvân'da bulunan kimse ateşe girmez" (Buhârî, Meğâzî, 19, 35; Fadâilü's-Sahabe, 7; Müslim, Cihâd 52; Tirmizî, Menâkıb, 18; Nesâî, İhbas, 4; İbn Hanbel, I, 59, V, 423) Bey'atu'r-Rıdvân, müslümanların, devlet şuurunda oldukları ve İslâm'ı sonuna kadar savunup koruyacaklarını gösteren bir olaydır Burada yalnız Selemoğulları'ndan Cedd b Kays adındaki münafık devesinin karnı altına saklanarak (İbn Hişam, Sîre, III, 330) devlet başkanı Resulullah (sas)'e bey'at etmemiştir Osman b Affân (ra) ise tek başına Kabe-i Muazzama'yı tavaf etmemişti Çünkü kâfirler müslümanlara ve onların devlet başkanına tavafı yasaklamışlardı Böyle olunca, müslümanın tek başına, kâfirler ve tağutî güçlerin müsaadesi ile ve onlar istediği için Kâbe'yi ziyareti söz konusu olamazdı BEY' Bİ'L-İSTİĞLÂL Bey', satmak ve satın almak; istiğlâl ise, gelirini istemek, kâr ve gelirini almak, sömürmek gibi anlamlara gelir İstiğlâl yoluyle satış, bey bi'lvefâ*, yani vefâ yoluyle satış sonunda ortaya çıkabilir Bu iki çeşit satış şekli de ödünç para bulabilmek için başvurulan yollardandır Şöyle ki; Paraya ihtiyacı olan bir kimse sermaye sahibine gidip "Bana yüz altın ver, buna karşılık sana falan dükkânımı borcumu ödeyinceye kadar geçici olarak satayım Borcumu ödeyince dükkânı geri alırım Bu arada dükkânın kira gelirinden yararlanabilirsin" der Sermaye sahibi bu teklifi kabul edip parayı verince "bey' bi'l-vefa" akdi yapılmış olur Burada dükkânı teslim alan sermayedar, onu bizzat kullanabilir, ya da kiraya verebilir Çünkü bu, temelde rehin (ipotekli mal) niteliğindedir (Ali Haydar, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, İstanbul 1912, I, 664-666; Mecelle; madde 397) Hanefilere göre rehin alan kimse, mal sahibinin izni olunca ondan yararlanabilir İşte alacaklı böyle bir dükkânı mal sahibine kiraya verirse, bu muameleye "bey'bi'l-istiğlâl" adı verilir (Mecelle, madde, 119) Osmanlılar devrinde faize düşmeden bu şekilde satım, hibe veya kira akdi gibi muamelelere borçlunun fazla bir meblağ ödemesi işlemlerine "muâmele-i şer'iyye"; fazla olarak alınan meblağa "ribh-i şer'î" denilmiştir Bu muameleleri sermaye sahipleri yanında para vakıfları da uygulamıştır Çünkü hanefilerden İmam Züfer, para, yiyecek, ölçü veya tartı ile alınıp satılan menkûl malların da vakfedilmesini caiz görmüştür Hanefi ve Şâfiî mezhepleri genel olarak muamele-i şer'iyye'ye cevaz verirken, Mâlikî ve Hanbelîler bunu temelde reddederler (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (ty) II, 123, 124; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1969, 5, 47, 48) Bey'bi'l-İstiğlâl da Malikî ve Hanbeliler'in reddettiği satışlardan biridir İstiğlâl yoluyle satışta, mal sahibinin ipotekli mülkünü müşterinin bu yeri kabzetmesinden sonra kiralaması gerekir Böylece, başlangıçta kiralama şartıyle satış ihtimali kalkmış olur Bu durumda mal sahibinin kiracı sıfatiyle, kira süresince kira bedelini, süre bittikten sonra ise ecr-i misili* ödemesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü'l- Muhtar, Beyrut (ty) 4, 248) İslâm hukukuna göre, mislî malların ödünç verilmesi âriyat* akdi kabul edilmiştir Karzda verilenden fazlasını almanın faiz sayılması ödünç para temininde güçlükler meydana getirince, bu mûâmeleler uygulamaya girmiştir Çünkü ödünç sırasında kararlaştırılan veya örfleşmiş bulunan menfaat faiz olur (es-Serahsî, el-Mebsut, 14, 31, 35; İbn Âbidin, age, 4,179,182,195) Kimi zaman da borçlunun borcunu vadesinde ödememesi veya geciktirmesi mağduriyete sebep olur Bu durumlar karz-ı hasenin işleyişi önündeki engellerdir İşte, sermaye sahibi verdiği ödünç parayı zamanında alabilmek için borçludan teminat isteme hakkına sahibtir Rehin borç ödenmediği takdirde satılmış sayılması onun teminat yönünü güçlendirir İpotekli malı kiracı sıfatıyla da olsa borçlunun kullanması, ona ödeme gücü kazandırır Malı istiğlâl yoluyla elinde tutan mâlik kiracı, onu alacaklının izni olmadan başkasına satamaz Borçlunun durumu da böyledir Bu hak, tarafların mirasçılarına intikal eder (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 6, 135, 138; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 2, 20) Borçlu, alacaklı ile kira sözleşmesi yapmakla, bu maldan onun yararlanmasına izin vermiş sayılır Sonuç olarak; başkasına borç para veren kimse menkûl veya gayri menkûl bir malı teminat olarak isteyebilir Ayrıca, bu malı vefâ yoluyle satın alarak borç ödeninceye kadar mâlikine kiraya verebilir Bu mal temelde rehin niteliğinde olduğu için, mal sahibinin izniyle alacaklarının bundan yararlanması mümkündür Kira gelirini almak da yararlanma kapsamına girer (Ali Efendi, Fetâvâ, İstanbul, 1311, I, 300-302) |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #298 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBEY' Bİ'L-VEFA Vefâ yoluyla satım akdi yapmak; bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi feshedebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir Alıcı, vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür Fakîhlerin çoğu, bey bi'l-vefâ şeklindeki satım akdini caiz görmüşlerdir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, VI, 126-127) Bu muamele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir Burada satıcı, ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi; alıcı da buna karşılık malı iade etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır Buna "Bey'u'l-Muâmele", Mısır'da "Bey'u'l-Emâne" adı da verilmektedir Milâdî XV yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd (ö 823/1420) "bey' bi'l-vefâ" tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: Zamanımızda ribâdan korunmak için, bey'bi'l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir Bu, gerçekte bir rehin muamelesi olup, alıcı mebîa mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz (Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300) Vefâ yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irade beyaniyle dilediği zaman akdi feshedebilir Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz Satıcı her an satış bedelini iade edip malı geri isteyebilir Alıcı da malı geri verip, parayı talep edebilir Tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez Satışa konu olan mal rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz Bu hak tarafların mirasçılarına da intikal eder Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir Rehnedenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden rehin alanın yararlanması mümkün ve caizdir Vefa yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür Mecelle'yi şerheden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: "Mebi'in, yani vefâen satılan bir gayri menkulün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riayet olunur" Çünkü Mecelle'nin seksenüçüncü maddesinde: "İmkan ölçüsünde, şer-i şerîfe uygun bulunan şarta uymak gerekir" hükmü yer alır Meselâ, vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere karşılıklı rıza ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir Ancak, zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlak etse, tazmin etmesi gerekir Çünkü alıcı vefâen satılan maldan meydana gelen mahsule mâlik olamaz Ancak satıcının mübah ve helâl kılmasıyla istihlak etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez Mahsul alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa tazmin gerekmez Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür (Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I, 664-667) Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler Ebû Hanife ve İmam Şafiî'ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla, caizdir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #299 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBÂTINİYYE Kur'an ve hadislerdeki her zâhirin, açık hükmün bir de bâtını, iç yüzü, herkesin anlayamayacağı gizli tarafı olduğunu ve Kur'an ile hadislerin ancak tevil (yorumlama) ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara XII asırdan itibaren toptan verilen isim Bunlar kendilerinin Şiâ'ya mensup olduklarını iddia ederlerse de, İslâm bilginleri tarafından İslâm dışı kabul edilmiştir Bâtınîlere, muhtelif vesileler ile verilmiş isimler şunlardır: Karâmıta, Sâibiye, İsmâiliye, Mübarekiye, Bâbekiye Bunlar ayet ve hadîslerdeki zâhir (ilk bakışta anlaşılan) manaların kabuk teşkil ettiğini; asıl maksadın, bunların özü olan bâtınî manaların olduğunu söylerler Onlara göre zâhirî manaları halk tabakası anlar: Bâtınî manaları ise ancak kendilerince kabul edilen masum imamlar bilir Ayet ve hadislerin zâhirine tutunup kalan; kayıtlar ve sorumluluklar altında kalmış olur Fakat bunların bâtınî manalarını anlayabilenler, bu kayıt ve sorumluluklardan kurtulmuş olurlar Bunlara göre namazın manası imama dua etmek; zekâtın manası kabiliyetli olanları ilme teşvik etmek; orucun manası, zâhir ehlinden ilmi saklamak; haccın manası, ilmi talep etmek guslûn manası ahdi yenilemektir Tohumu İbn Sebe tarafından atılmış olup Abbasîler'den Mu'tasım zamanında yaşayan Ahvazlı Meymun tarafından filizlendirilen Bâtıniyye mezhebine ilk defa Muhammed Ali Berkâî, H 255 yılında takiyyeyi terk ederek alenen davet etti: Bâtınîliğe, hakikatlerin sadece masum imamın öğretmesi ve telkiniyle öğrenileceğine inandıkları için, "Ta'lîmiyye"; haram olan şeylerden kaçınmadıkları ve farzları yerine getirmedikleri için "İbâhiyye"; içlerinde Allah ve Peygamberi inkâr edenlere "Melâhide"; Cafer-i Sadık'ın oğlu İsmail'i babasından sonra imam tanıdıkları için "İsmâiliyye"; kurucularından Hamdan Karâmıt'a uydukları için "Karâmita"* uyuşturucu olarak haşhaş kullandıkları için "Haşşâşûn" da denilmiştir Bâtınîliğin isimlerinden biri de "Seb'iyye"dir Seb'iyye, yedi sistemini benimseyenler demektir Onlara göre, Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Muhammed Mehdi yedi natık (konuşan) dır Bunların ikisi arasında yedi imam bulunur Bunlar ilk peygamberlerin şeriatını tamamlarlar Madde alemini yedi gezegen idare eder Davet usûlleri: Bâtınîler'in gayesi islâm dinini yıkmaktır Ama inançtarını rastgele herkese açıklamazlar Gizli bir örgüt gibi çalışırlar Faaliyetlerini imamları ve dâî* (misyoner)leri vasıtasıyle yaparlar Onlar arasında yedi derece vardır: 1- İmam: Bilgileri doğrudan doğruya Allah'tan alır 2- Huccet: İmamın ilmini yüklenmiş olan kimsedir 3- Zû Masse: Çocuğun anasının sütünü emdiği gibi, ilmini Hüccet'ten emen kimsedir 4- Ebvâb: Bunlar daî (misyoner) lerdir Bu rütbeye ulaşanlara Dâî-i Ekber de denir 5- Dâî-i Me'zun: Zâhir ehlinden bu mezhebe girmek isteyenleri kabul eder, bu hususta gereken şeyleri yapar 6- Mükelleb: Av köpeğinin çalılıklar arasında avını araştırması gibi, zâhir ehli arasına sokulup daveti kabul etmeye müsait olanları bir takım sözlerle kandırıp Dâî-i Me'zun'a götüren kimsedir 7- Mü'min: Bâtınîliğe inanan kimsedir Bâtınîliğin hileleri: Bâtınîliğe mensup olan dâîler insanları kendi mezheplerine davet ederken, onları kandırmak için dokuz basamaklı bir taktik uygularlar Bunlara Bâtınîliğin hileleri denir Kısaca şöyledir: 1-Dâî, mezhebine davet edeceği kimseleri çok iyi teşhis etmeli, bu işe müsait olmayanlarla uğraşmamalıdır Bunun için insanları tanıma kabiliyeti olmalıdır 2- Dâî kendisini, mezhebine davet ettiği kimselere sevdirmeli, onların dostluk ve itimatlarını kazanmalıdır Onları dindarlığına inandırmalıdır 3- Dâî, telkinde bulunduğu kimselere, kendilerini şüpheye düşürmek için cevap veremeyecekleri bazı sorular sorar Meselâ, kadınlar adet günlerindeki namazlarını kaza ederler de oruçları niçin kaza etmezler? İnsandan meni gelince yıkanılır da idrar gelince niçin yıkanılmaz? Sabah namazı iki rekat olduğu halde akşam namazı niçin üç rekattır? vb 4- Dâî, yukarıdakine benzer sorularla telkinde bulunduğu kimsede şüphe ve merak uyandırdıktan sonra, onun sorularına hemen cevap vermez İstek ve merakının derecesini ölçmek için onu bir müddet oyalar Durumunu uygun görürse, sırları kimseye açıklamayacağına dair söz alır, bu işin yeminsiz olmayacağını söyler 5- Kendisine söylenecek sırları zâhir ehlinden hiç kimseye söylemeyeceğine dair çok ağır yemin alır 6- Yeminden sonra bile sırları birden söylemez Gerçeklerin çok ince ve gizli olduğunu bildirir Bunların akıl ile değil Ehl-i Beyti* seven gerçek ilim adamlarından öğrenileceğini bildirir 7- Dâî, muhatabına ilk bakışta yadırgamayacağı bazı fikirler telkin eder "Zâhir kabuk, bâtın özdür" "Zâhir sembol, bâtın maksut olan manadır" gibi 8- Dini mükellefiyetleri kaldırma Dini hükümlerden maksat onların bâtınî manalarını anlamaktır Bâtını öğrendikten sonra dinin hiç bir kıymeti yoktur, gibi sözlerle bazı dini mükellefiyetler kaldırılır 9-İtikattan sıyrılma Yukarıdaki dereceleri atlayan kişi bütün dini yükümlülüklerden kurtulmuş olur Artık kendisine bütün haramlar helâl kılınmış olur Bâtınîlik fikirleri eski Yunan, İran ve Hind düşüncesinden kaynaklanmış, en azından bunların tesirinde kalmıştır İslâm'a bağlı oldukları iddiasında bulunmakla beraber müslümanlar arasında imansızlığı ve her türlü kötülüğü yayan bu bâtıl mezhep bağlılarının gayesi insanları saptırmaktır Allahü Teâlâ'yı, İslâmî hükümleri inkâr edip Allah'a iman edenleri, Şerîata ve İslâm'a bağlı olanları ataya ve hafife almak onların prensiplerindendir Gayeleri halkı İslâm kisvesi altında Mecûsiliğe davet etmektir (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni Îlm-i Kelâm, Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası 1339-1341, 161) BEDDUA Bir sebepten dolayı herhangi bir kimse hakkında kötümser istek ve temennîde bulunmak, hayır duanın zıddı Farsça fena, çirkin, kötü, yaramaz anlamına olan "bed" kelimesiyle, Arapça "duâ" kelimelerinden meydana gelmiş bir terkiptir İnsanın, kendisi veya başkaları aleyhinde "Allah kahretsin, Allah belâsını versin" gibi ifadelerle yaptığı dualara denir İslâm, müslümanların kendileri ve diğer müslümanlar aleyhinde beddua etmelerini yasaklamıştır Peygamber Efendimiz (sas): "Kendi aleyhinize, evlâtlarınızın ve mallarınızın aleyhine sakın beddua etmeyiniz ki; duaların kabul olacağı bir saate rastlarsınız da bedduanız kabul olmuş olur" (Riyazü's-Sâlihin Tercümesi, III, 82) buyurmuştur Peygamber Efendimiz (sas) beddua etmekten kaçınırdı Kendisinin lânet eden değil, aksine rahmet peygamberi olduğunu söylerdi Mekke döneminde İslâmî tebliğ etmek üzere Tâif'e gittiğinde, orada kötü bir davranışla karşı karşıya kalmış; dönüşte taş yağmuruna tutulmuş, mübarek ayakları kanlar içerisinde kalmıştı O sırada Allah tarafından kendisine "onlar aleyhinde yapacağı bedduanın kabul edileceği, dilerse onları helâk edeceği" bildirilmiş, fakat Peygamber Efendimiz "Hayır, belki bunların sulbünden sana ibadet edecek çocuklar doğar, yâ Rabb " demişti Uhud'da dişini kıran, yüzünü yaralayan düşmanları için: "Allah'ım! Kavmimi hidayete erdir, çünkü onlar yaptıklarını bilmiyorlar" (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, IV, 314) diye dua etmiştir Bütün çalışmalara rağmen İslâmiyeti kabul etmeyen Devs kabilesine beddua etmesi istenince: "Yâ Rabbi! Devs kabilesine hidayet eyle de onları bizim saflarımıza kat" diye dua etmişti (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 344) Bununla beraber, Peygamber Efendimiz (sas)'in zaman zaman Allah düşmanlarına beddua ettiği de olmuştur Bi'r-i Mâûne'*de yetmiş İslâm davetçisini şehît eden Kilab kabîlesine Resulullah (sas) bir ay süre ile beddua ve lânet etmişti Kâbe'de namaz kılarken kendisiyle alay eden müşriklere de beddua etmiş, Bedir muharebesinde yere serildiklerini gözleriyle görmüştü (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, X; 43-45) Hendek muharebesinde Medine önlerinde toplanan düşmanın perişan olup dağılmaları için dua etmiş, bunun üzerine geceleyin ansızın doğudan kopan fırtına düşmanın altını üstüne çevirmişti (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 342-343) Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki müslüman, günahkâr da olsalar, müslümanlara beddua etmekten sakınmalı, fakat gerektiğinde açıkça din düşmanlığı yapanlara beddua ve lânet etmeyi dini bir görev bilmelidir BEDEL HAC Kendisine hac farz olmuş ancak edâ etmesine vücut sağlığı elverişli olmayan bir kimsenin, yerine başkasını göndermekle edâ edilen hac Nafile hac için hiç bir şarta bağlı olmaksızın; farz olan hac için ise, sağlığının elverişli olmaması şartıyla, bir kimse kendi yerine bir başkasını gönderir ve haccın sevabını alır Çünkü böyle bir durumda insan malını Allah yolunda hac için harcamış demektir Böyle bir harcamayı kendisi yapabileceği gibi, başkasına da kendi adına yaptırabilir İslâmî kaynaklarda hac için bedel (nâib) tutmaya "ihcac", bedel tutan kimseye "âmir", menûb veya "mahcûcun anh" denir: Ayrıca bedel gönderilen kimseye "me'mûr", yol masrafı olarak verilen mal veya paraya "nafaka" ve haccı ifsad etmesi halinde nafakayı geri ödemesine "tazmin" adı verilmektedir İslâm'da ibadet; mal, beden ve hem beden hem de malın birleştirilmesiyle yapılan ibadet olmak üzere üçe ayrılır Bunlardan mal ile yapılan zekât, kurban, sadaka, keffaret vb ibadetlerde vekâlet kayıtsız şartsız caizdir Abdest, namaz, oruç gibi beden ile yapılan ibadetlerde ise hiç bir halde mümkün değildir Hem beden hem de mal ile yapılan hac veya umre gibi ibadetlerde ise acizlik (sağlığın yeterli olmaması) halinde caiz, yapmaya kadir olması halinde ise farz olan hac için caiz değil, nafile hac için caizdir Burada söz konusu edilen acizlik, ölüm veya ölüme kadar süren daimî bir acizliktir Aslında bir kimse bütün ibadetlerinde, işlediği amelin sevabını başkasına bağışlayabilir İbadeti yaparken, görünüşte kendisi için niyet etmiş olsa bile sevabını başkasına hibe edebilir Allah'u Teâlâ'nın "İnsan için ancak kendi emeğiyle kazandığı vardır" (en-Necm, 53/39) buyurduğu ayet, "ancak sevabını kendine bağışladığı ameli vardır" diye tefsir edilmektedir (İbn Âbidîn, Haşiyetü Reddi'l-Muhtar, Mısır 1966, II, 596, 597) Dolayısıyla müslümanların birbirlerinin yerine sadaka vermeleri Allah için kurban kesmeleri hacca gitmeleri veya bedel göndermeleri ve sevabını bağışlamaları caizdir Mükâfatı görülür ve onların hayırla anılmalarına vesîle olur Bedel haccın sahîh olması bazı şartlara bağlıdır Bu şartlar şöyle sıralanabilir: 1- Hac, âmir üzerine farz olmuş bulunmalıdır Farz olmadan haccettirecek olursa nafile olarak kabul olur Daha sonra farz olursa tekrar edâ etmesi gerekir 2- Âmir, haccını edâdan önce sağlık açısından aciz olmalıdır Sağlam bir kimse, önce hacca bedel gönderip sonradan âciz duruma düşse haccı makbul sayılmaz 3- Âmir, bedel gönderdiği adamı, isteyerek ve bunu ona bildirerek göndermelidir İzinsiz ve gıyabında yapılan bedel hac caiz olmaz 4- Bedel giden me'mûr müslüman, akıllı ve hac menasikini gereğince yapabilecek temyiz kudretine sahip olmalıdır Daha önce hacca gitmemiş kişiyi veya kadını hac için bedel göndermek caiz ise de, daha önce haccetmiş hür bir erkeği göndermek daha iyidir 5- Âmir normal olarak yol masrafını (nafaka) vermelidir Yetmemesi halinde, bedel kendi parasından harcar ve dönüşünde âmirden isteyebilir, artmışsa iade eder 6- Âmir ile me'mûr arasında nafakadan başka bir ücret belirlenemez Çünkü ibadete -bedel olarak da olsa sadece ibadet maksadıyla gidilecektir 7- Âmir, hac türlerinden (ifrad,* temettu'* ve kıran*) hangisini emrederse, me'mûr onu edâ eder Âmirin emrettiği hac veya umreyi edâ ettikten sonra, kendi namına da hac veya umreden birini yapsa caiz olur 8- Âmirin verdiği nafaka hangi bineğe (vasıtaya) uygunsa me'mûr onunla gider Binek için nafaka alır da, ucuz olur diye yaya veya daha ucuz vasıta ile giderse caiz olmaz 9- Âmirin verdiği nafaka yeterli ise kendi ikamet ettiği yerden; değilse yeterli görülen bir yerden yola çıkılır 10- Bedel hac için niyet edilirken, "vekâleten haccedileceğine" niyet edilmesi şarttır Âmirin adını unutursa, kalbî niyet yeterli olur Fakat kendi adına da veya iki kişinin birden bedel haccına niyet ederse hiçbiri kabul edilmez 11- Âmir "Benim yerime filân kimse haccetsin, başkası değil" derse belirttiği kimseden başkası bedel gidemez; "başkası değil" kaydını koymazsa üçüncü bir kimsenin bedel gitmesi caiz olur 12- Temettu ve kıran hac türlerinden gereken kurban, vekile vacip olur Cinayet kurbanı da vekîle vacip olur Hac veya umre erkânından, bir hatasından dolayı vekil "muhsar: manen engellenmiş" olursa ve âmir sağ ise kurban âmire aittir İmam Ebû Yusuf'a göre bunu da vekil üstlenir 13- Müteveffa bir âmirin vasiyyeti üzere gönderilen bedel yolda ölürse, ikinci bir vekîl tayin edildiğinde, İmam-ı Âzam'a göre, ölü olan âmirin malının üçte birinden geri kalan ile ve âmirin ikamet ettiği yerden başlayarak hacceder İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise önceki vekilin öldüğü yerden haccı tamamlar 14- Me'mur eğer, Arafat'ta vakfeden önce cinsî yakınlıkta bulunursa haccı fâsit olur, üzerine kurban gerekir ve nafakayı âmire veya mirasçılarına geri öder I5- Bedel hac, âmirin belirlediği senede yapılmalıdır Hastalık vb elde olmayan bir sebeple vekil tarafından tehir edilirse nafakayı iade etmez, imkân bulduğu bir senede edâ edebilir |
Cevap : =>İslami Sözlük |
01-04-2008 | #300 |
gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami SözlükBEDENE Kurbanlık deve veya sığır Hac'da kurban edilmek üzere Harem'e hediye edilen beş yaşını tamamlamış deve ile iki yaşını tamamlamış sığırlara bedene adı verilmektedir Bedene kurbanlıkları Harem'e hedy* edildikten sonra sahibi tarafından sütü sağılmaz Sağıldığı takdirde de bu süt fakirlerin hakkıdır, onlara dağıtılır Şayet bedene'den sahibi istifade etmişse, istifade miktarınca tasaddukta bulunması gerekir Bedene kurbanlıklara binmek caizdir Ancak zaruret olmadığı müddetçe binilmemesi daha uygun görülmüştür Bu görüş İmam-ı A'zam Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Mâlik b Enes'in görüşüdür Fakat İmam Ahmed b Hanbel'e göre ise bedene kurbanlıklara zaruret hali olsun olmasın binilebilir Bunun da delili şu hadistir Resulullah (sas), ashabtan birinin Kâbe'ye götürmekte olduğu devesinin yanında yaya olarak yürüdüğünü görür Bunun üzerine Hz Peygamber o sahabiye devesine binmesini söyler Sahabi bu devenin kurbanlık olduğunu söylemesi üzerine Resulullah sözünü tekrar eder Sahabi de devesine biner (Buhârî, Hacc,112; Ebû Hac'da, Harem'e hediye edilen beş yaşını aşmamış; kurbanlık develere 'bedene' denir "Biz kurban edilen büyükbaş hayvanları sizin için Allah'ın nişaneleri kıldık Onlarda sizler için hayırlar vardır Kurbanlık hayvanlar sıra sıra dizilip boğazlanacakları zaman mutlaka Allah'ın adını zikrederek kesin " (el-Hacc, 22/36/Davûd, Menâsik, 17; Tirmizî, Harc, 72; Nesâî, Hacc, 73; Muvatla', Hacc, 144; İbn Hanbel, III, 99) Bedene kurbanlıklarıyla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Mekke'ye sevk olunan) kurbanlık develeri de size Allah'ın Şeâir (nişanlar)ından kıldık Onlar(ın kurban edilmesin)de sizler için (dünyevî ve uhrevî) hayırlar vardır Onlar ayakları üzere iken Allah'ın adını zikrederek kesin Artık o (kurban) yanı üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen ve dilenmeyen fakir(ler)e yedirin (Bu kurbanlıkları ayakta size boğazladığımız gibi) onlar/böylece (bu büyüklük, ve kuvvetleriyle) size musahhar kıldık ki, (size vermiş olduğumuz nimetlere) şükredesiniz " (el-Hacc, 22/36) el-BEDÎ' Allah'ın güzel isimlerinden biri Bütün varlıkları yoktan var eden ve bunun için bir örneğe ihtiyaç duymayan, örneksiz, misalsiz, acib ve hayret verici âlemler icat eden anlamına gelmektedir Bedî, hiç birinin örneği yokken sayısız şeyler icat eden; düşünmeye, araştırmaya muhtaç olmadan kolaylıkla ve daima misilsiz şeyler yaratan, icat eden, Allah'u Teâlâ'dır Örneği yokken, Allah'ın kudreti ile meydana gelen fevkalâde güzel ve insana hayret verici şeylere ibda' olunmuş manasına bedî' denilir Her tür, yoktan ve benzersiz olarak yaratılmıştır Bir türün bütün fertleri de tamamiyle birbirinin aynı değildir Bedî' sıfati, "daha önce bir misali olmaksızın ve misale uymaksızın bir şey yapmak" demek olan ibdâ' masdarından ism-i fâil olan mubdi' yerine kaimdir "İcat eden" manasına gelir Bu sıfat Kur'an-ı Kerîm'de "Göklerin ve yerin yaratıcısıdır O O, bir şeye hükmetti mi ona ancak "ol" der, o da oluverir " (el-Bakara, 2/117) ayetiyle; "O, gökleri ve yeri yoktan varedendir O'nun nasıl çocuğu olabilir? O'nun bir eşi de yoktur Her şeyi O yaratmıştır ve O, her şeyi hakkıyla bilendir " (el-En'am, 6/101 ) ayetinde açıklanmıştır Allah'u Teâlâ kâinatı hiç bir örneği olmaksızın, ilksizlikte ol diye eşsiz ve benzersiz yarattı BEDÎ' Cenâb-ı Allah'ın esma-i hüsnasından biri Kendinden türediği Be de' fiilî "icat etmek, örneksiz yapmak, yokken eşsiz biçimde ortaya koymak" demektir Allah'la ilgili olarak kullanıldığında, "aletsiz, zamansız ve mekânsız icat etmek" anlamı da verilmiştir (Rağıp el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garîbi 'l-Kur'an, 38) Kelime, Kur'an'da çok az yerde geçer Bir ayette, hristiyanlar'ın ruhbaniyyeti ibtidâ', yani Allah kendilerine emretmediği halde, sonradan icat ettikleri ifade olunurken (el-Hadîd, 57/27); bir başka ayette, Hz Muhammed'in (sas) "bid'an mine'r-rusul" yani, kendinden önce hiç resul gelmemiş de, kendisinin ilk defa resulluk iddiasında bulunan biri olmadığı ve Risâlet'i icat etmediği anlatılır (el-Ahkâf, 46/9) Kur'an'da yaratılışla ilgili olarak, onu tabiî, biyolojik, müşahhas, mücerred, maddî-manevî her yönden ve bütün safhalarıyla açıklayan ' halk, fatr, ber, inşa, tasvir, tesviye, istiva, ca'l, vaz', medd, inbat, ihrâc, ta'dîl, binâ, raf', bast, ferş, mehd' gibi çeşitli kelimeler kullanılır Yaratılış, bir yandan böyle yeri yayma, üzerine dağları mıhlama, dağlar üzerinde yollar yapma, duman halindeki göğü yedi gök halinde tesviye etme, dünya semasını süsleme, ay'ı ışıklı, güneşi lamba kılma ve cinleri alevli ateşten, insanı ise derece derece kuru toprak, kara balçık, nutfe, rahim cidarına asılan aşılanmış yumurta, kan pıhtısı, bir çiğnem et, sonra kemikler ve etten yaratma gibi ifadelerle anlatılırken, bir yandan da daha mücerred tarzda yaratılışın sadece bir kelime' olduğu ifade edilir Esmâ-i Hüsnâ'dan olan bedî' ismi, tabiî ve tedricî yaratılışı ve aynı zamanda bu yaratılışın bütünüyle örneksiz ve eşsiz yapıldığını ifade etmektedir Bu manayı, Kur'an'da "o (gökleri ve yeri eşsiz, örneksiz ve önünde hiç bir model olmadan yaratan" (el-Bakara 2/117) ifadesinde görürüz Allah; evvel, âhir*, zahîr* ve batın*dır ve Kâinat'ı yoktan, hiçbir varlık hiçbir model ve örnek ortada yokken yaratmıştır Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâli bu eşsiz yaratış için "yaratılışta daha güzeli olamaz" demiştir Bu bakımdan, O'nun yaratmasında hiçbir eşi, ortağı olmadığı gibi; O'nun faydalandığı, -hâşâ- kendisinden istifade ettiği bir başka ilâh, bir başka yaratıcı da yoktur Oysa, Allah'a şirk koşmak gibi, gökleri ve yeri titretecek bir zulmü işleyen insanın herhangi bir şeyi örneksiz, yardımcısız ve tek başına yoktan varlık alanına çıkarması mümkün değildir İnsan, temelde var olan ve dolayısıyle zihnine kavram halinde Allah tarafından çabasının karşılığında ilham edilen ve gerek kendinden önce, gerekse kendi zamanında yaşayanların fikirleriyle olgunlaşan şeyleri ortaya koyabilir İnsanın bu özelliği de Bedî' olanın varlığını ortaya koymaya yeterlidir BEKÂ Sonsuz, ebedî kalmak; durmak, sürmek, devam etmek ve özellikle eski hâli üzere sabit olmak Istılahta; Yüce Allah'ın sıfatlarından birisidir Allah'ın varlığının bir sonunun olmaması demektir Bütün sonradan yaratılan varlıklar için bir son düşünüldüğü halde, O'nun için bir son düşünülemez O hem ebedî hem de ezelîdir Başlangıcı ve sonu yoktur İki türlü bâkî varlık vardır: 1- Sonsuza kadar kendi kendine bâki olan varlık Bu varlık için bir fena, yani son bulmak, zevâl bulmak düşünülemez İşte bu varlık Yüce Allah'tır 2- Belli bir süreye kadar, bir başkası sebebiyle,bir başkasına muhtaç olarak bâki olan varlık Bu, Allah'ın dışında, Allah'ın belli bir süreye kadar bâki kıldığı varlıklardır Bunlar için son ve zevâl bulmak mümkündür Allah'ın bâki kılmasına bağlı olan varlıkların bâkiliği de iki şekilde olur: a- Bizzat kendisi, özel varlığı bâki olanlar ki; bunların bâkiliği tek tek her varlık içindir Buna örnek olarak gök cisimleri, ay, dünya, yıldızlar ve diğer gezeğenler verilebilir Her birinin bâkiliği kendisine mahsustur Bütün bunların son ve zeval bulması Allah'a bağlıdır O istediği anda bunlara bir son verebilir b- Cins ve türleri itibariyle bâki olanlar Bunların bâkiliği her varlığın bizzat kendisi için değildir Bu tür bâkî varlıklara da insan ve hayvan türleri örnek verilebilir İnsan cins ve tür olarak Allah'ın istediği ve dilediği vakte kadar bâkidir Bir insan ölür ama insan türü bâkidir Diğeri yaşar ve insan nesli devam eder Özel varlığı bâki olan varlıklar ise böyle değildir Ay, zâti olarak kendisi için, herhangi bir yıldız kendisi için bâkidir, süreklidir (Râğıb el-Isfahâni, Müfredât, İstanbul 1986, s 74) Dünya fâni, ahiret ise bâkidir Cennet, Cehennem bâkidir Oradaki mükâfat ve azap da bâkidir Yüce Allah Cennet ehli için "Onlar Cennetliktirler İşlediklerine karşılık olarak ebediyen Cennet'te kalacaklardır " (Ahkâf, 46/14) buyurmakta, Cehennem ehli için de, "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse ona, içinde sonsuz olarak kalacakları Cehennem ateşi vardır "(Cin, 72/23) buyurarak, her iki grubun mükâfât ve azabının daimî olacağını açıkça ifade etmektedir Allah'ın dışındaki her şey O'nun dilemesi ve isteğine göre, O'nun istediği zamana kadar, O'na muhtaç olacak şekilde bizâtihî olmayıp, biğayrihî bâkidir O nasıl isterse o şekilde olur ve geçici bâkilik son bulur Yüce Allah ise bizâtihî olarak bâkidir Başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yoktur Zira O Vâcibu'l-Vücûd'dur, varlığı zorunlu olandır Kıdemi sabit olanın bekâsı da vaciptir O'nun bâki olması Vâcibu'l-Vücûd olmasının bir gereğidir Bekâ, Allah'ın zâtî sıfatlarındandır Bunun zıddı olan "fenâ" yani "bir sonu olmak" Yüce Allah için muhaldir Böyle bir şeyin düşünülmesi tenâkuzdur BEDİR GAZVESİ İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra müslümanlarla müşrikler arasında meydana gelen ilk savaş Bu savaşa, yapıldığı kasabanın adıyla anılarak, Bedir Gazvesi denilmiştir Bedir kasabası Medine'nin 120 km kadar güneybatısında ve Kızıl Deniz sahiline 20 km uzaklıktadır Bedir, Mekke'den gelip Medine'den geçerek Suriye'ye kadar uzanan yol üzerinde olup, Mekke-Medine arasındaki konak yerlerinden biri idi Bedir halkı kasabalarına uğrayan ticaret kervanlarına verdikleri hizmetler karşılığında elde ettikleri kazançlarla geçinirlerdi Ayrıca her yıl Zilkade ayında burada kurulan bir panayır kasaba halkına önemli gelir sağlardı Bedir kasabasının İslâm savaş tarihinde önemli bir mevkii vardır Hz Peygamber (sas) müşriklerle çarpışmak üzere buraya üç defa gelmişti Birincisine ilk Bedir Gazvesi adı verilir Savaşa henüz izin verilmediği dönemlerde Mekkeli müşrikler müslümanlara saldırılarına devam ediyorlardı Fakat hicretin altıncı ayından sonra cihat izni verilince artık müslümanlar kendilerini ve İslâm devletini koruma imkânı bulmuşlardı Bir ara müşrikler o sırada henüz müslüman olmamış olan Kürz b Câbir'in kumandası altında bir askerî birlik gönderip Medine'nin çevresine saldırtmışlardı Kürz ve yanındaki müşrikler Medine'nin güneyinde Cemmâ denilen yere gelip müslümanların sürülerine saldırmış ve yağmalamışlardı Bunun üzerine Resulullah (sas) Medine'de Zeyd b Hârise'yi devlet başkanlığına vekil tayin edip bir grup müslümanla Sefevan vadisine kadar ilerledi Kürz ve adamlarını takip eden Hz Peygamber, müşriklerin izlerine rastlamayıp Medine'ye geri döndü Bu gazveye ilk Bedir Gazvesi adı verilir Peygamber, hicretin ikinci yılında Rabîü'l-evvel (623 Eylül) ay'ı başlarında bu sefere çıkmıştı Müslümanların her şeylerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret etmeleri müşriklerin İslâm'a ve müslümanlara olan kinlerini dindirmemişti Hatta müslümanların Medine'de devletlerini kurup yerleşmeleri Mekkeliler'e çok ağır gelmişti Müşrikler İslâm'ın bu başarısını hazmedemeyip mutlaka durdurmak için yollar aramağa başladılar Hicretten önce Abdullah b Übey b Selül adındaki kabîle reisi Medine'de taç giyip kral olmak üzere idi Fakat akrabalarının ve destekçilerinin büyük bir kısmı müslüman olup Hz Peygamber (sas)'i şehirlerine davet edince, artık burada bir Arap devleti değil İslâm devleti kurulmuştu Bunu bir türlü içine sindiremeyen Abdullah b Übey, etrafındaki bazı adamlarıyla birlikte İslâm'a girdiklerini söylemişlerse de asla içten iman etmemiş, münafıklıklarını sürdürmüşlerdi Bunu fırsat bilen Mekkeli müşrikler eski dostları olan İbn Übey'e bir mektup yazarak şöyle demişlerdi: "Siz bizimkileri barındırdınız Ya siz Muhammed'i öldürür veya yurdunuzdan çıkarırsınız; yahut biz hepimiz toptan gelip üzerinize saldırır erkeklerinizi öldürür kadınlarınızı esir alırız" Hz Peygamber ve arkadaşlarının Medine'ye gelmeleriyle krallığı engellenen Abdullah b Übey, etrafındaki münafıklarla İslâm'ı içten yıkmağa çalışıyordu Onun gayesi gayet açık idi Krallık isteyen bir adam İslâm devletinde ve Peygamber'in başkanlığında barınamazdı Münafıklar, dünya ve dünya çıkarlarının peşine takılmış müşriklerle işbirliği yaparak, İslâm'ın Medine'deki hâkimiyet ve devletini yıkmağa çalışıyordu Müslümanlar, müşriklerle münafıkların kurdukları bu işbirliğini haber aldılar Mekkelilerin gönderdiği bu mektup onların ve Medine'deki münafıkların gayelerini gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu O bakımdan, müslümanlar çok dikkatli idiler Bu düşmanlardan gelebilecek saldırıya hazırdılar Resulullah ilk tedbir olarak, Medine-i Münevvere çevresine küçük müfrezeler gönderdi Bu müfrezeler, Kureyş'in ticaret kervanına engel oluyor ve Medine çevresindeki kabîlelerle barış anlaşmaları yapıp, Medine-i Münevvere'nin güvenliğini sağlıyordu Hamza b Abdülmuttalib, Ubeyde b Hâris ve Sa'ad İbn Ebi Vakkas (r an) gibi ileri gelen sahabiler, bu müfrezelerin başında görev yapmışlardı Bunlar kan dökmemeğe dikkat ediyorlardı Yalnız Abdullah b Cahş (ra) müfrezesi Bedir'den önce düşmanla çarpışan ilk İslâm seriyyesidir Bu hadisenin savaşılması haram aylardan Recep ayının son gecesinde olması, müşriklerin dedikodusuna sebep oldu Bu olay üzerine, haram aylarda savaşmak hakkında aâyetler nazil oldu Bu ayetlerde, müslümanlara, cihat izninin verileceğine dair müjdeler vardı Ve hemen ardından da savaşa izin veren ayetler geldi "Kendileriyle savaşılan (mü'min)lere izin verildi Çünkü onlara zulmedilmiştir Ve Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeğe kadirdir " (el-Hacc, 22/39) "Ey inananlar, korunma tedbirleri alın; bölük bölük veya hep birlikte savaşa gidin" (en-Nisâ, 4/71) "(Yeryüzünde) hiçbir kötülük kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın Eğer vazgeçerlerse muhakkak Allah, ne yaptıklarını görmektedir " (el-Enfâl, 8/39) Bu ayetler, müslümanları, müşriklerden yıllarca gördükleri işkencelere karşı intikam almaya teşvik ediyor; zalimlerden, Allah'ın hâkimiyetini gasba yeltenmiş müstekbirlerden bu hâkimiyetin alınarak Allah'a iade edilmesini ve hükmün Allah'a ait olduğunun onlara gösterilmesini istiyordu Bunun için de müslümanların gerekli tedbirler alarak ve korunarak savaşmalarını istiyordu Bu ayetlerdeki istek elbette Cenâb-ı Hakk'a aitti Eğer insanlara ve Resule ait olsaydı zaten onlar yıllarca önce savaşmak ve zulme isyan etmek istemişlerdi Ancak, zulme isyan Allah'ın ölçülerine ve rızasına uygun yapılmalı ve bir zulüm kaldırılırken yerine başka bir zulüm ikame edilmemeliydi İşte Medine'deki İslâm toplumu bunu anlıyordu Müslümanlar işte bunun için müşriklerle savaşmayı göze almışlardı Mekkeli müşrikler defalarca müslümanları tehdit edip, onlara Medine-i Münevvere yakınlarına kadar gönderdikleri çapulcu birlikleri eliyle zararlar veriyorlardı Son zamanlarda Ebû Süfyân'ın da ortaklığıyla oluşturulan bir kervan Suriye'den mallar getirecek ve bununla müslümanlara son ve kesin darbe indirilecekti Bunu haber alan Resulullah (sas), durumu ashabıyla istişare etti Bu kervanın Mekke'ye ulaşmasına engel olunması kararı alındı Bu kararın uygulanması aşamasına gelindiğinde Ebu Süfyan durumdan haberdar oldu ve Damdam b Amr el-Gifârî'yi Mekke'ye göndererek Kureyş'ten yardım istedi Ebu Cehil bu fırsatı kaçırmak istemediğinden Kâbe'ye koştu Müşrikleri müslümanlara karşı savaşa teşvik etti Tellâllar çıkararak Mekke sokaklarında bağırttı Eli silâh tutan herkes bu müşrik ve putperest orduya katıldı Hatta Resulullah'ın müşrik olan amcası Ebu Leheb, kendisi gidemeyecek kadar hasta olduğu için yerine ücretle bir kiralık asker gönderdi Resulullah hicretin ikinci yılı Ramazan ayının sekizinci günü Abdullah İbn Ümmü Mektum'u Medine'de kalan yaşlı ve hastalara namaz kıldırmak üzere görevlendirdi Yahudilerin karışıklık çıkarmasından şüphelendikleri için Ebu Lübabe'yi de Medine'de yönetimin başında vekil bıraktı Müslüman ordusunun sayısı üçyüzbeş kişi idi Bunların seksenüçü Muhacirlerden, altmışbiri Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden idiler Muhacirlerden yalnızca Osman b Affân (ra), hanımı Resulullah'ın kızı Rukiye ağır hasta olduğu için Medine'de kalmıştı Kendisi de ayrıca rahatsızdı Müslümanların yalnız üç atları ve yetmiş develeri vardı Bineklerine sırayla binmek zorundaydılar Zefiran denilen yere geldiklerinde, Mekkeli müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler Biraz duraklayıp tereddüt ettiler Çünkü onların büyük hazırlıklarla gelen Mekke ordusuna karşı koyacak kadar askerleri yoktu Buna hazırlıklı da değillerdi Resulullah ashabıyla yeniden istişare etti Kervanın peşine mi düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı Allah Resulu ve Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar Ensâr ise, Akabe beyatında verdikleri sözle Medine' de Rasûlullah'ı koruyacaklardı Şimdi ise Medine dışında idiler Rasûlullah (sas) onlara reylerini sordu Ensardan Sa'd b Muaz şöyle dedi: "Ya Resulullah, biz sana inandık Allah tarafından getirdiklerinin hak olduğunu tasdik ettik Artık siz ne dilerseniz emrediniz Seni gönderen Allah hakkı için artık denize girersen, seninle beraber biz de gireriz Hiç birimiz geri kalmayız Biz düşmana karşı durmaktan çekinmeyiz Muharebeden geri dönmeyiz Sabrederiz ve sadakatten ayrılmayız Bizden memnun kalacağın işler nasip etmesini Allah' tan dilerim Hemen Allah'ın bereketini dileyerek istediğiniz tarafa yürüyünüz" Resulullah (sas), ashabının bu birlik ve beraberliğine çok sevindi Allah'a hamd ile, müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları mevkiine doğru yola koyuldu Ebu Süfyan, müslümanların Bedir'e gelmekte olduğunu öğrenince kervanın yönünü değiştirdi Deniz tarafından Mekke'ye yollandı Müslümanlar Bedir'e gelince, kervan çoktan uzaklaşmıştı İslâm ordusu, kumluk bir araziye konakladı Müşrikler ise Bedir kuyularını tutmuşlardı Gece yağan yağmur, hem araziyi pekiştirdi, hem de müslümanların su ihtiyacını giderdi Bu Allah Teâlâ'nın onlara bir yardımıydı Daha sonra, buraları çok iyi tanıyan Habbâb b Munzir'in teklifiyle ordunun karargâhı değiştirilip Bedir köyünün en sonundaki kuyunun yararına geçildi Resulullah (sas) elini kana bulamak istemediğinden kendisine ordunun gerisinde bir çadır kuruldu Çadırının kapısında Sad b Muaz nöbet tutuyordu Mekkeli müşrikler zırhlar içinde idi Sayıları bin kişiye yakındı Bunun yüz kadarı süvari yedi yüzü develi ve geri kalanı piyade idi Bu sayı İslâm ordusunun üç katı idi Ordular ibret alınacak bir dağılım sergiliyordu Tarih hiç bir zaman bu derece anlamlı bir savaşa tanık olmamıştı Bir tarafta Müminlerin dostu Ebu Bekr (ra), diğer tarafta müşrik saflarında yer alan oğlu Abdurrahman; bir tarafta müşrik ordusu komutanı, Utbe b Rabia, karşısında oğlu Huzeyfe bulunuyordu Resulullah'ın amcası Abbas ile Hazreti Zeyneb'in eşi ve Resulullah'ın damadı Ebu'l As, müşriklerin arasındaydı Akîl ise kardeşi Hz Ali'ye karşı müşrik ordusunda yer almaktaydı Bu sırada Ebû Süfyan'ın kervanının Mekke'ye ulaştığı haberi geldi Ebu Süfyan müşriklere bir haber göndererek, "Siz kervanınızı korumak için harekete geçtiniz Artık savaşmadan geri dönünüz" dedi Ancak geri dönmek için arzulu olanlar olduysa da savaşma kararı alanlar çoğunluktaydı Ebû Cehil, "Müslümanları öldürmeye bile lüzum yoktur Ellerini bağlayıp onları tekrar Mekke'ye götüreceğiz ve böylece İslâm da bitecek" diyordu Bu ordu, İslâm'ın tek ordusuydu Eğer bu ordu ezilecek ve silinecek olursa Allah'ın hükmünü hâkim kılacak bir başka topluluk kalmayacaktı Hz Peygamber (sas): "Allah'ın, vadettiğin yardımını bugün lutfet Ya Rab, bu bir avuç mücahid yok olursa, bir muvahhidler bu gün telef olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kalmayacak!" diye dua ve niyazlarına devam etti Bu sırada da şu mealdeki vahiy gelmişti: "Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır " (el-Kalem, 68/45) Resulullah (sas) kan dökülmesini istemediğinden Ömer b el-Hattab'ı elçi olarak müşriklere gönderdi Onlar savaş konusunda kararlı olduklarından Resulullah'ın bu şerefli elçisinin tekliflerini dinlemediler Kur'an bir başka ayetiyle müminleri desteklemekte ve Mekkeli müşriklerin cezalandırılmasını talep etmektedir: "Onlar, (insanları, Rasülü ve mü'minleri) Mescid-i Haram'dan geri çevirdikleri ve onun velisi, bakıcısı ve koruyucusu olmadıkları halde Allah onlara neden azap etmesin? Onun velileri sadece muttakîlerdir Fakat çokları bunu bilmez " (el-Enfal, 8/34) Bu harpten itibaren, Kur'an-ı Kerîm'de, girişilen bütün savaşlarda müslümanların yanıbaşında çok sayıda meleğin savaşa katıldığından bahsedilir Ancak Bedir savaşı ötekilerden bir farklılık gösterir "O zaman sen müminlere' Rabbinizin size indirilmiş üç bin meleği ile yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun , "Evet, sabreder, (Allah' dan) korkarsanız, onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabbiniz, size nişanlı beş bin melek ile yardım eder", Allah, bunu size sırf müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yaptı Yardım, daima galip ve hikmet sahibi Allah katındadır " (Âli İmrân, 3/124-126) 17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü sabahleyin her iki ordu Bedir kuyularına doğru ilerledi Müslümanlar bu kuyuların başına kâfirlerden önce ulaşmışlardı Müşriklerin tarafındaki kuyular tamamen kapatılıp tutulduysa da Hz Peygamber (sas) düşmanın kendi tarafındaki bir kuyudan su almalarına müsaade etmiştir Cahiliye adetlerine göre savaşı iyice kızıştırıp heyecan doğurmak için gruplar öne adam çıkararak birbirlerine meydan okurlardı Müşrikler tarafından Esved adındaki şahıs ortaya çıkıp er istemiş, buna karşı Hz Hamza çıkarak onu derhal öldürüvermişti Bunun üzerine Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b Rabîa, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ortaya atıldılar Bunların karşısına Medineli gençlerden üç kişi çıkınca, kim olduklarını sormuş ve onlara: "Siz bizim dengimiz ve muhatabımız değilsiniz, bizim kavmimiz ve kabilemizden adamlar çıksın" demişlerdi Kureyş kâfirlerinin bu istekleri üzerine Hz Hamza, Hz Ali ve Ubeyde b Hâris çıktılar Hz Hamza ile Hz Ali hasımlarını derhal öldürdüler Ubeyde ise hasmını yaralamış kendisi de yaralanmıştı Onun yardımına koşan Hz Hamza ve Hz Ali (ra) derhal Utbe'yi öldürüp yaralı arkadaşlarını müslümanların karargâhına taşımışlardı Bu mubarezelerin sonunda taraflar birbirlerine saldırıya geçtiler İkindiye doğru müslümanlar tarihin kaydettiği büyük zaferlerden birini gerçekleştirmişlerdi Savaş sona ermişti Müslümanların, İslâm'ın ve özellikle Hz Peygamber'in en büyük düşmanı Ebu Cehil başta olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden çok kimse hayatını kaybetmişti Müşriklerden tam yetmiş kişi öldürülmüştü Müslümanlar ise on dört şehid vermişlerdi Hz Peygamber (sas) namazlarını kıldırdıktan sonra Allah yolunda canlarını veren bu ilk şehitleri toprağa verdi Müslümanlar Kureyş'in ölülerini de yerde bırakmayıp açtıkları bir çukura gömdüler Mekkeli müşriklerden bir miktar esir alındı Ama henüz Cenâb-ı Allah esirler hakkında hükmünü bildirmemişti Peygamberimiz bu esirlerle ilgili olarak ashabıyla istişarede bulundu Ashabtan bazıları bunların derhal öldürülmesini teklif ederken, en yakın müslüman akrabalarının bunu infaz etmelerini tavsiye etmişlerdi Buna karşılık başta Hz Ebu Bekir olmak üzere bazı sahabeler de bu esirlerin fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif ettiler Rasûlullah bu ikinci teklifi uygun buldu Fidye ödeyemeyenlerden okuma yazma bilenlerin müslümanların çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğretmeleri istendi Esirler müslümanlar arasında dağıtıldı Hz Peygamber onlara iyi muamele edilmesini istedi Esirlerden elbisesiz kalmış olanlara giyecekler verildi Bu esirler müslümanlarla birlikte ve onlarla eşit şartlar altında yemeğe oturuyorlardı Esir alınanlardan sadece ikisi idama mahkûm edilmiştir Çünkü bunlar Mekke'de inananlara yapmış oldukları zulümden dolayı idamı haketmişlerdi Rasûlullah'ın, bu ilk askerî karşılaşmada gösterdiği bu insânî tutum ve davranış daha sonraki olaylarda da değişmemiştir Mekke müşriklerinin ileri gelenleri ve başkanları, Bedir'de öldürülmüştü Ebû Süfyan ise büyük ticaret kervanının başında olduğu halde kaçıp kurtulmuş ve bundan böyle Mekke' nin başkanı olmuştu Oğlu, kayınpederi ve kayınbiraderi Bedir savaşında öldürülen Ebu Süfyan, bunların intikamını alıncaya kadar hanımına yaklaşmayacağına, saç ve sakalını kestirmeyeceğine yemin etti Bunun yanında karısı Hind de kendi akrabalarını öldürenleri bulup onların ciğerlerini yiyeceğine and içmişti Bedir zaferi, siyasi-dini yapıdaki İslâm devlet ve camiasının daha da sağlam temeller üzerine oturmasını sağladı Hz Muhammed (sas) Bedir' de savaş başlayacağı sırada, secdeye kapanıp Allah'a yönelerek O'na, yardımını esirgememesi için dua ettiğinde o günkü durumu en güzel bir şekilde dile getiriyordu: "Ey Allah'ım! Şayet şu küçücük ordu eriyip giderse sana (yeryüzünde) artık ibadet edecek kimse kalmayacaktır |
|